İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

SON SOM!

İki bin dört yılın mayısının güneşli bir günüydü. Tanrı Dağlarının eteklerinde kurulmuş olan şehrin yaşı belki otuz olan fakat bin yıldır oradalarmış gibi görünen palamut ağaçlarının arasında raks eden sincaplar vatanına dönecek olan bu genci beş yılın ardından bir bayram havasında uğurluyorlar gibiydi.

Tanrı Dağlarının bir kolu olan Aladağların tepelerindeki karlar eriyerek şehrin içindeki kanallardan geçerken kendi dilleriyle “güle güle” diyorlardı sanki…

Güneş bir başka tatlı gülümsüyordu o gün, gökyüzü bir başka maviydi…

– Bu gece son, dedi içinden. Üstad’ının dizeleri geldi aklına birden:

“Ne ölüm terleri döktüm nelerden
Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm
Yetişir çektiğim mesafelerden.”

Dile kolay beş yıl geçmişti.
Kaç gece “ölmeden bir eve varabilsem, şu köşeyi de bir atlatabilsem” diye dualarla geçmişti şehrin karanlık yollarını…

Daha dün, on bir Eylül günü ikiz kuleleri vuran faili meçhul uçaklar ikiz kulelere değil Müslümanların hayat direğine çarpmıştı sanki.

Ertesi gün herkesin toplanıp hapislere atıldığı, yandan önden mahkûmlar gibi fotoğrafların alındığı o günler bir kâbus gibiydi.

Sokaklarda Müslüman kimlikli kişilerin avlandığı, bir “kaide”ye uydurularak hapse atıldığı günler ne kadar kötü günlerdi.

Yediği dayak nedeni ile beyin travması geçiren, gelişinin ikinci gününde ortamdan korkarak memlekete rücu eden insanlar ve daha neler neler…

Ona da “Dertleri zevk edindim, bende neşe ne arar.” şarkısını söylemek düşmüştü.
Alın terini günü birlik yiyen babası onun için “Sütçü”yü satmamış mıydı? Sütçü kovadaki sütü içme vukuatı sonrası bu adı alan inekleriydi. Süt ve ilim ne kadar da iç içe kavramlar… Süt ilim, inek emek, yemek…

Nasıl dönerdi ki “ölümden korktum” diyerek. Hayatlarını kendisine bağlamış bu kadar insanın umutlarını yıkmaktansa ölmek yeğdi belki…

Annesi bir terslik olduğunu hissediyordu, fakat o hep güllük gülistanlık konulardan bahsediyor, şakalar yapıyor ve anne kalbini kandırdığını sanarak avunuyordu. Sonradan öğrenecekti ki anne olayların hepsini hissetmiş; günlerce telefon başında beklemiş, arayan herkesin kendisini oğlu için aradığını zannederek telefonlara koşmuştu. Bir anne kalbi titremesiyle ve anne ayağı çabukluğuyla bir koşuş…

Ailesine çok fazla telefon açamıyordu.
Ama delikanlılığa zeval vermemek adına onlara arayamayışının asıl sebebinin teknolojinin yeni yeni girdi yaşadığı şehire girdiğini, görüşmenin çok pahalıya patladığını, onların alın terlerini o kadar rahat harcamanın kendisine koyduğunu söylemişti… Oysa…

Utanıyordu çünkü bu yaşına gelmişti hala para kazanamıyordu. Evin rutin işleri haricinde çeşitli işlerde çalışmıştı ama aldığı para ona harcadığına göre devede kulak kalıyordu.

Hasılı kelam beş yıl “Dünyaya kapalı, Allaha açık” bu şehrin semtlerinde geçivermişti işte.

Dün gelmişti yarın gidecekti memlekete…

Liseden üst dönem bir abisi gelmişti son yıl şehre.

Yeni evlenmiş olan bu dost yüz ile memleket muhabbetleri yapıyorlar, maziyi ara ara yad ediyorlardı.

Hadisenin vuku bulduğu gün abisi ona:

– Yarın akşam uçakta olacaksın, bu gece son gecen, haydi bir akşam yemeği yiyelim. Veda yemeğimiz olsun seninle, demişti.
– Peki, dedi. Haydi öyle olsun !

Zaten sınıf arkadaşlarının çoğu da erken bilet alarak dönmüşlerdi memleketlerine.

Akşam evini paylaşan Rus nine ile konuşacak bir şeyi de yoktu hani.

Akşama doğru abisinin evine revan oldu.
Hoş sohbet ve vedalaşmadan sonra, helallik isteyip ayrıldı.
Caddeye inip bir dolmuşa atladı hemen.
Saat 21.00’e yaklaşıyordu.
Şehrin yarısı yanan yarısı patlamış sokak lambaları arasından hızla yol alan dolmuşa:

– Na astanofke astovite, pajaluysta! dedi.

Dolmuş şoförü hemen bir sağ yaparak durdu.
Yaşadığı ev Tıp Üniversitesinin yüz metre yukarısında idi.
Dolmuştan hızla dışarı çıktı ve karşında ellerindeki bazı kağıt parçalarını yukarı kaldıran iki kişi ile karşılaştı.
– Dökümanlarınız lütfen!
– Siz de kimsiniz?
– Polis! Evraklarınızı gösterin!
– Ben sizin gibi kılıkta polis görmedim bu şehirde! Siz evraklarınızı gösterin! der demez hemen derdest edilerek taksiye doğru sürüklenmeye başladı.

Tekvando, aikido kurslarına gitmişti fakat boyları bir doksanı bulan yüz kiloyu aşkın, sporcu oldukları belli olan bu adamalara bildiğiniz hangi tekniği kullanırsanız kullanın geri dönüşü çok acı olacaktı, bunu anlamak pek de güç olmamıştı onun için…

Kaldı ki adamlar omuzlarından tutunca yere mıhlanmış kalmıştı sanki, kolunu oynatamıyordu ki teknik vuruşla Donkişotluk yapsın…

Eğitimli iki eşkiyanın elinde bir çuval torbasından farksızdı artık.

İki ayı yavrusu taksinin arka tarafına aralarına almışlardı onu.
– Yürü, dediler taksi şoförüne.
Sarı saçlı, kuru yüzlü, gözleri çökmüş bu adamcağızın da kaçırılımış olduğunu anladı az sonra.
– Bu zavallı adamcağıza ne yapıyorsunuz, o size ne yaptı ki? dedi şoför.
– Sen sus, dediğimiz yöne sür!

Bir iki çabaladı iki haydut arasında fakat baktı ki güç kullanmakla alt edilecek bir durum değil.

– Biraz açılın bari oturayım, diyebildi.
– Ha şöyle rahat dur, dedi sağdaki.
– Gel otur, şimdi söyle bakalım bizim kızlarla hukukun nasıl bakalım!?
– Yarın gidiyorum memlekete bu güne kadar hiç bir hukukum olmadı!
– Nee! Sen kızlarla hiç … ? Hadi canım sende!
– Evet …!
– İçki!
– Yok!
– Uyuşturucu!
– Yok.
– Kumar!
– Yok.
– Kız da yok, insan bu şekilde nasıl yaşar ki !

Soldaki bir iki tartaklamaya çalışıyor ama sağdakini muhabbet sarmış olacak ki konuşmaya devam ediyordu.

– Bir insan böyle bir hayattan nasıl zevk alabilir ki?
– Alır almaz, bu benim meselem şimdi lütfen beni bırakın, bu gece son gecem yarın gidiyorum. İstediğiniz paraysa alın ve bırakın beni, diyebildi.

Biraz sessizlik olmuştu.
Derken taksi bir köprüye doğru yaklaştı.
Soldaki haydut:
– Köprüde dur! dedi

Hemen aklına yakın zamanda yaşanmış bir hadise düştü.

Pakistanlı bir öğrenciyi bıçaklamışlar, kolunu bacaklarını keserek bu ırmağa atmışlardı.

Aynı çete olabileceği düşüncesi ile bir ölüm korkusu sardı içini ve içinden “Lâ ilâhe illallah, Muhammedür resûlullah” demeye başladı.

Öldürüleceğinden o kadar emindi ki sadece bıçak hamlesini bekler olmuştu artık.

Sağdaki devam etti.
– Sen hangi okulu bitirdin?
– Molla mektebini.
– Nee! Şimdi sen molla mısın?
– Evet ben molla mektebini bitirdim.
– Sür, devam et! dedi taksiciye sağdaki.
– Bu molla hayatından nasıl zevk alıyorsunuz anlamıyorum. Bak biz aslında polisiz, senin paranın sahte olup olmadığını incelemek için sadece paranı kontrol edeceğiz, dedi sağdaki.

Bu kişileri anarşist modundan polis moduna geçiren içinde kendilerinin de bilmediği bir Allah korkusu idi.
Mollayı öldürmüş olmanın lanetinden korkuyorlardı anlaşılan.

– Günde beş vakit namaz kılıyor musun?
– Evet.
– Beş vakit çok değil mi?
– Ben karar vermiyorum.
– Sabah da kalkıyor elini yüzünü yıkayıp kılıyor musun?
– Evet sabah da elimi yüzümü yıkayıp kılıyorum.
– Sağa çek! dedi taksiciye sağda oturan eşkiya.

Bir sokak lambasının altında aşağı indiler.

– Şimdi cüzdanını ver bakalım, dedi sağdaki.
– Paraların sahte mi kontrol etmemiz gerekiyor. Cep telefonunu da ver. Çalmış olabilirsin ona bakmamız lazım.

– Anlıyorum ben sizi, siz polissiniz, dedi gülümseyerek.

Sanki ölüm korkusunu biraz önce yaşamış olan o değilmişcesine.
Manevi molla cüppesini giydikten sonra bir öz güven gelmişti kendine.
Dokunamıyorlardı bile artık ona.

Yüz dolar, bir miktar som ve cep telefonunu almışlardı.

– Şimdi git yarın şu ilerideki karakola gelir paranı ve cep telefonunu alırsın, dediler.

Neden yalan söyleme ihtiyacı duyuyorlardı ki?
Aslında cevap belliydi “Mollanın bedduası” korkusuydu onlardaki.
O kocaman gövdeli, eğitimli anarşistler küçülüvermişlerdi birden.
Molla kelamının sihrine kapılmışlardı.
Hipnozda gibiydiler.

Ara sıra o anı hatırlayıp ahlar ettiği bir konu vardı ki dizlerine vuruyor ve:

– Bunu nasıl düşünemedim? Basireti bağlanmak dedikleri şey bu olsa gerek! diye hayıflanıyordu.

O ne miydi?
Bu olaydan aylar önce saat gece yarısı olduğunda uykunun tatlı yerinde telefonla arayıp uzun uzun susan bir telefon sapığı dadanmıştı kaldıkları eve.
Bildiği kelimelerle hakaret etmiş fakat şeytanın şeytanlığını kabartmıştı anlaşılan. Devam etti aramalar. Uykunun en tatlı yerinde. Zırr zırr zırrr…

Derken aklına bir fikir gelivermişti.
Önce Yasin Suresinden bir sayfa okudu telefon sapığına.
Sonraki aramada sapık yarım sayfaya dayanabilmişti.
Üçüncü arama ise hiç verimli geçmemişti ancak “bismillahirrah..” diyebilmişti.
Sapık bir daha telefon açmamıştı artık.
Bu adam beddua mı ediyo ne! diye düşünmüş olacak…

Nasıl oldu da bu olay aklına gelmemişti.
Molla teşhisinden sonra bir sayfa Yasin okusaydı bu anarşistler üstüne para bile verecekti belki ona.
Neyse ki posta zarar verdirmeden bu kötü adamlardan uzaklaşmıştı.

– Allah taksiciye yardım etsin! dedi içinden.

Şimdi de başka bir sorun vardı ortada.
Gecenin on birinde şehrin karanlık bir bölgesinde evine bir saatlik bir yürüme mesafesinde beş kuruşsuz kalakalmıştı.

Beş kuruşsuz yanlış oldu.
Beş somsuz kalakalmıştı.
Malum Kırgızlar para birimi olarak som’u kullanıyorlardı.

Şimdi bu karanlıkta o yolu yürüse bu şekilde bir hadise ile karşı karşıya gelmeme olasılığı çok düşüktü.
Umutsuzca cüzdanının iç bölgelerini karıştırıp bir yandan da karanlık sokaktan ana caddeye doğru yürüyordu.
Adamlar doları ara bölmelerin içinden aldığından orada para kalma olasılığı yok gibiydi.
Derken ne görsün, iki parça not kâğıdının arasında dürülü kalmış beş som.
Tam beş som.
Beş somsuz değildi artık fakat problem şuydu ki o gece yarısında oradan yalnız bir dolmuş ya geçerdi ya geçmezdi.

Bir dolmuşun ücreti de beş somdu.
Taksiye atlayıp evde paranı vereyim dese inandıramazdı.
Adreslerini bildiği arkadaşlarının hepsi memleketlerine gitmişlerdi.

Derken bir dolmuş belirdi, dur işareti yaptı ve dolmuş duruverdi.

Kapıdan girer girmez resmi kıyafetleriyle bir polisin girişte oturduğunu farketti.
Hemen polise dönerek heyecanla:
– Beni biraz önce kaçırdılar, bütün paramı aldılar, işte şurada şu bölgede! derken polisin yüzündeki dingin ifadeyi fark etti ve sustu.
Polis gülümseyerek:
– Olur öyle bazen, evine git uyu, artık yapacak birşey yok! dedi.

Bildiği, duyduğu bütün rahmetleri okudu polise…

Hadisenin vuku bulduğu yerde dolmuştan indi.
En yakındaki bakkala vararak:
– Biraz önce beni kaçırdılar ve ben bağırmama rağmen bana yardıma gelmediniz, siz nasıl insanlarsınız!
– Biz seni ağabeylerine isyan eden bir sarhoş zannettik, nereden bilebilirdik ki!

Bir Türkün çekik gözlü ağabeyleri!?

Artık eve gitmeye cesaret edemiyordu. O kısacık mesafe uzamış da uzamıştı gözünde.

Hemen yakındaki Ankaralı bir ailenin evi aklına geldi.
Evin bir ferdi gibiydi o ailede.
Gece geç olmasına aldırmadan zile bastı.

– Ooo Mustafa sen miydin? Buyur gel otur, bize çay koy hanım içelim!

Sonra dikkatli dikkatli bakan karı koca,

– Mustafa sende bir terslik var, hayırdır senin yüz ifadeni hiç böyle görmemiştik.
– Yok birşey dışarısı soğuk ondandır.
– Hayır hayır anlat bir terslik var, ailende kötü bir durum mu var bir haber mi aldın?
– Yok birşey yahu, biraz sonra geçer, üstelemeyin!
– Anlat çatlatma insanı!
– Beni biraz önce kaçırdılar, ölümden zor kurtuldum!
– Neee! Kaçırdılar mı?
– Ailenin reisi bildiğimiz lisanda başlamıştı!

Bir müddet küfürler yankılandı evin duvarlarında ve sonra!
– Hadi sen yat, şimdi dinlen biraz, yarın yolcusun!
Hemen kanepeye uzanıp yattı. Sıcak bir aile ortamının verdiği rahatlıktan olacak ki hemen uyuyakaldı.

Sabah kalktığında ailenin ebeveynlerinin gözlerinin kan çanağı içererisinde kaldığını fark etti.

– Hayırdır bu gözler ne böyle, kan çanağına dönmüş!
– Biz senin hadiseye sinirlendiğimizden sabaha kadar uyuyamadık. Ağladık.

“Benden sonra tufan” bencilliğini yaşadı birden.
Keşke onlara anlatmasaydı.
O gidiyordu ama bu insanlar bu coğrafyada çoluk çocuklarıyla daha bilmem kaç yıl kalmak zorunda kalacaklardı.
Onlarda oluşturduğu travmaya çok üzüldü.
Ve üniversitenin yolunu tuttu.
Öyle ya akşam yolculuk vardı ve hiç parası kalmamıştı.
Kimden olursa olsun borç para bulmalıydı.
Bir hocasından yüz dolar borç para alarak uçabildi memleketine.
Ata yurttan, anayurda. Atadan hayır görememiş olarak anaya uçarak gidiyordu adeta.

Uçakta koltuklardan hep aynı ses yükseldi:

– İnince hemen toprağı öpeceğim…
– Ben de!
– Ben de!
– Ben de!

Mustafa KAYIHAN

Yorumlar kapatıldı.