İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yörük Hayatı: “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.”

Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer. Hayalî

Yaklaşık yirmi yaşıma kadar yarı göçebe diyebileceğim bir hayat sürdüm. Yazlar İplikli Yaylasında; güzler ise Eğri Bucak güzlesinde geçerdi. Kışla ise Koçbeyli Köyündeki evimiz.

Serüvene bahardan yani yayladan başlayayım.

Yaylada ağaç direkler üstüne örtülmüş kamyon üstü örtüsü ve kenar kazıklarına bağlanmış dolama hasırı çadırda kalırdık.
Keçi kılından çadır ise biraz lüks olup bazı komşularda bulunurdu. Çadırın hemen duvar sınırına derince bir çukur kazılır, çukurun sırtı tepeye ağzı aşağı doğru gelecek şekilde üstü ağaçlarla kapatılarak tavuk kümesi yapılırdı.

Kümesin üzerine tilki ve gelincik gibi tavuk düşmanlarının kazamayacağı büyüklükte taşlar konulurdu ki insanlar ve köpekler çadırda bulunmadığında bir zayiat oluşmasın…

Tavuklar çadırın doğal bekçileriydiler. Yılan, akrep, örümcek gibi haşereler hemen onların hedefi olurdu. Yılan büyüklüğünde bir yaratığa bir şey yapmasa da alarmı çalıştırırlar ve uyarıyı alan köpekler yılanı parça parça edinceye kadar ısırırlardı.

Tabi bu sahne pek nadir görülürdü. Çünkü yılan denilen mahlûk, insan denilen mahlûktan daha anlayışlı olduğundan ilk tepkide akar ve başka bir diyara giderdi.

Tavuklardan devam edeyim… Hayvanları yılan soktuğunda hemen bir yumurta kırılırdı hayvanın ağzına ve zaten bölgede aşırı zehirli yılan bulunmadığından bu yöntemle hayvan bir an önce kendini toplar ve sürüye dahil olurdu.

Tavuklar çadırı merkez kabul ederek bazen o kadar çok çevreye çekirge avına giderlerdi ki tilki ve kartalların birkaç öğününde ana yemek oluverirlerdi.

Çekirge demişken bu gri ve yeşil renkli türleri bölgemizde bol miktarda bulunan yaratıklar tavukların en çok sevdiği yiyecekler arasında yer alırdı.
Türlü türlü ot tohumu, çimen ve böcekle beslenen bu tavukların yumurtaları nar gibi kıpkırmızı olurdu.

Taze tereyağının üzerine iki tanesini kırdıktan sonra ekmek (ben o zamanlar herkesin yufka ekmeği yediğini düşünürdüm, pazar ekmeği denilen şeyin ise yaş pasta gibi arada bir yenilen bir ekmek olduğunu zannederdim) baş, şehadet ve orta parmak yukarıdan aşağı bir kaşık gibi kullanılır ve içi yumurta dolu bir lokma tatlısı büyüklüğündeki sokum ağza götürülürdü.

Yanında pınarda bol su ile yıkanmış, pınarın altındaki ince çakıllarla çamuru temizlenmiş taze yeşil soğan…

Keçi gübresi yetişen marul, hıyar, domatesten de birer ısırım alınır ve midede pratik bir salata yapılmış olurdu. Yumurtadan nereye geldik.

Bahçeye iyiden iyiye geçmezden evvel çadır etrafından devam edelim.

Efendim Çadırların birkaç metre yakınına yine tavuk kümesi büyüklüğünde bir çukur açılır ve bu çukurun kenarına baş büyüklüğünde üç, dört adet taş konulurdu.

Üzerine de yufka sacı. Sabah erkenden beş altı bezelik hamur yoğurulur ve bahçeden toplanan otlar, keçi peyniri ve yumurta kullanılarak bükme yapılırdı. Bükme şu kasaba ve şehir kültürünün avuç içi büyüklüğündeki yiyeceği ifade etmezdi bizim için…

Bir tandır sacının merkezini dolduracak büyüklükte yani yufkanın yarısı oranında açılan bezelerin ortasına yukarıda saydığım içler dairenin yarısına kadar döşenir, diğer yarısı kapak olarak üzerine kapatılarak kenarları parmakla kaynaştırılıp sacda pişirilir.

Gözleme denilen şeyin üçte bir daha büyüğü olurdu. Hamurun gayet ince tutulmuşu, için bol konulmuşu makbuldü.

Hemen üzerine ayrandan elde edilmiş bir kaşık keçi terayağı sürülür ve yarı erimiş tereyağı bükmenin merkezine konularak kenardan koparıp ortadaki tereyağına bandırılarak kahvaltı yapılırdı. İçecek için ise deri yannık (yayık)’ta halen yayılmakta olan ayrandan bir tahta kepçe ile alınan ayran olurdu. Çay kahvaltının sulandırıcısı asla olmazdı.

Çay keyif için içilir ve işler bittikten sonra sohbet ortamında yudumlanırdı. Günlük yemeklerin ve sütlerin pişmesi için daha küçük bir ocak yapılır bu ocağa sacayağı denilen demir konularak mutfak ocağı olarak burası kullanılırdı.

Tabi açık hava mutfağı olan bu ocağın yemeği lezzetli kılan yanı altta yanan söğüt ağacı külünün kâfi miktarda yemekte de yer alması idi. Vücudumuzun bunu aspirin niyetine kabul ettiğini biraz mürekkep yaladıktan sonra şimdi anlayabiliyorum.

Tabi hava her zaman açık hava mutfağı için müsait olmadığından çadırın girişine sacayağının konulup süt ve yemeğin pişirildiği zamanlar da az değildi. Zaten çadırda kapalı bir mekân bulunmadığından duman gibi bir sıkıntı asla çıkmazdı.

Çadır üç bölümden oluşurdu. Giriş kısmı genellikle eğimin alt sağ köşesine denk gelir ki sel içeriye girmesin. Kapının hemen solunda mutfak eşyaları, gıdalar bulunur.

Gıdalar dışarıda bir yere konmaz çünkü köpek, tilki benzeri hayvanlar aylarca emek emek toplanan gıdaya zarar vermesin. Çadırın üçte birini mutfak eşyası ve katık denilen süt ürünleri kaplar. Kapıdan girince sol üst köşede döşekler, cibinlik ve çuval içerisinde giysiler bulunur. Geriye kalan üçte birlik kısım ise dinlenme, yemek yeme, misafir kabul etme gibi maksatlar için kullanılan çok amaçlı kısımdır.

Burası bazen yeni doğmuş çelimsiz oğlaklar ya da buzağılarla paylaşılır. Bunların sürekli göz önünde bulundurulması ve diğer yetişkinlerce ezilmemesi için başka çıkar yol olmayınca çadırın ortağı oluverirler.

Çadır etrafına derince bir ark kazılarak yağmur suyunun bu kanallar ile tahliyesi sağlanırdı. Bazen göz açtırmayan sicim gibi yağan yağmurlarda bu oluklar çamurla dolduğundan evin selden kurtulması için yağmur hafifleyinceye kadar bu kanalların açık kalması sağlanır tabi bu arada tepeden tırnağa sırılsıklam ıslanırsınız. Hafifleyen yağmurla birlikte çadırın girişine yakılan ateşin isinde kurumaya çalışır ve akşam derin bir uyku çekersiniz.

Uykuya dalmışken burada bırakayım başka bir yazıda devam ederim…

Mustaf KAYIHAN
08.06.2017
Ankara

Yorumlar kapatıldı.