İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Berceste Beyitler-5

mû, mûy: Ço) Far. Saç kılı.
Hüsnünün naksına şâhid yetişir nisvânın
Rûy u mûyunda olan gâliye vü gâzeleri
Nâbî
Ya Rab beni âzade-i derd ü keder etme
Her mûyumu cân ü dile bir nişter etme
Leskofçalı Galip
Cilve-i hüsnünle her mûyum perî-hîz olmada
Aşk ile ser-tâ-kadem âyîne-fâm ettin beni
Nedim
mû-be-mû: Tel tel; ayrı ayrı, inceden inceye, kılı kırk yararcasına.
Mahşer-i zülfün hisâbın mû-be-mû şerh eylemiş
Hey kıyâmet hâlet-i nezlnde zünnâr isteyen
Ahmet Paşa
Mû-be-mû cümle-i hâlim sanapûşîde değil
Ne edersen yine sağ ol sen eyâ fabr-i kirâm
Nâbî
mû-miyân: Kıl belli, kıl gibi ince belli.
Dild endîşe-i bdrik ile çok kîl ü kâl ettin
Ya gördün mû-miyânın ol perînin ya hayâl ettin
Şerif
Her mû-şikâfa bahs açarım imtihân için
Yok yere kîl ü kâl eder ol mû-miyân için
Mehmet
Salahî
mû-şikâf: Kıl yaran; işi dikkatle gören.
Her mû-şikâfa bahs açarım imtihân için
Yok yere kîl ü kâl eder ol mû-miyân için
Mehmet
Salahî
mû-şikâf-ı nükte-hâ-yı âsmânî: Göğe ait nükteyi dikkatle söyleyen.
Ben ne keşşâfm ne sâhib-keşf ammâ ma’nîde
Mû-şikâf-ı nükte-hâ-yı âsmânîdir sözüm
Nef’î
mû-veş: Kıl gibi.
Ten-i dil-berde mû-veş görünen sanemin miyânıdır
Der-âgûş etmiş onu ben zaîfin kılca cdnıdır
Emrî
mûy: Kıl, saç teli.
Cilve-i hüsnünle her mûyum perî-hîz olmada
Aşk ile ser-tâ-kadem âyîne-fâm ettin beni
Nedim
Târ-ı mûyu çıkarır gâh siyeh gâh sefîd
Mühre-bâz-ı felek mesabesidir tenimiz
Nâbî
mûy-ı bârîk: İnce kıl.
Gam-ı aşkınla döndüm zafdan bir mûy-ı bârîke
Firâkın âteşine dönmeyip oldum dü-tâ cânâ
Şeyhülislam Yahya
mûy-ı dil-ber: Dilberin saç tüyü.
Rişte-i mûy-ı dil-bere dolaşan
Beste-i bend-i zülfü kâkül olur
Bâkî
mûy-ı endâm: Kıl gibi ince vücut. denlü sürh ü rahşân mûy-ı endâmı ki lâyıktır
Kabâ-yı cismini ger benzetirsem al-i dîbâya
Nef’î
mûy-ı gîsû: Saçın kılı.
Hîç bârîk-nazar ol ince belinden seçemez
Mûy-ı gîsûların ki oldu sana hemm ü belâ
İbn-ı Kemal
mûy-ı gîsû-yı melek: Melek saçının kılı.
Mûy-ı gîsû-yı melektir târ u pûd câmesi
Pâre-ipîrâmen hûr-ı cinândır mPceri
Nef’î
mûy-ı hayâl: Hayal kılı.
Künc-i çîn-i zülfü kim sığmaz ona mûy-ı hayâl
Dil gibi bir bî-vücûdunpehn-i nüzbet-gâhıdır
Şeyhülislam Yahya
mûy-ı jülîde: Karma karışık saç
Sen selâmet kisvetin zîver kıl ey ehl-i salâh
Kim bana bes mûy-ı jülîdem cünûnpîrdyesi
Fuzûlî
Aşk sevdâlarına uğramasa kalmaz idi
Mûy-ı jülîde ile bir ten-i lâgar sünbül
Bâkî
Başımda mûy-i jûlîde tenimde tâze dâgım var
Melâmet mülkünün sultânıyım tûğum otağım var
Hayâlî Bey
mûy-ı kudret: Kudret kılı.
Bedeni hem sıfatı cins-i vuhûş
Mûy-ı kudretten olur semmûr-pûş
Enderunlu Fazıl mûy-ı miyân-ı nâz: Nazlı belin inceliği.
Mûy-ı miyân-ı nâzını sardım demiş rakîb
Târ-ı hayâli mi ola yoksa yalan mıdır
Esrar Dede
mûy-ı ser: Baş kılı.
Her ser-i mûyumda bir baş olsa mûy-ı ser kimi
Kesse varın tîğ-ı hûn-rîzinden etmem ictinâb
Fuzûlî
Ağardı mûy-ı serim ben cüvân arar gezerim
Açıldı tan yeri ben şem’-dân arar gezerim
Senih mûy-ı zülf: Saç kılı.
Her mûy-ı zülfü başına bin ser fedâ iken
Kan etmeğe nigâhını şâyeste gösterir
Esrar Dede
mûy-misâl: Kıl gibi.
Fuzûlî oldu belin fikri ile mûy-misâl
Henüz bulmadı ol sırra ibtimâl-i rnuzûb
Fuzûlî
mûy-miyân, mû-miyân: İnce belli; kıl gibi ince bel.
Dilâ endîşe-i bârik ile çok kîl ü kâl ettin
Ya gördün mû-miyânın ol perînin ya hayâl ettin
Şerif
Çünkü şâirsin hayâl-i tâzedir senden murâd
Pes yeni bir dil-ber-i mû-miyân lâzım sana
Nedim
İçsem aceb mi ravzada tanbûr ilen meyi
Her târı bana mûy-miyânımdan oy verir
Hayâlî Bey
mûyî: 1. Kıldan. 2. Kürkten.
Eylesin bâl-ı Hümâ’dan kalem-i mûyînin
Sûret-i esbin eğer etse musavvir tasvîr
Bâkî
muabbir: Ar. İbâret’ten; rüya tabir eden, görülen rüyalardan anlam çıkaran.
Ey muabbir ol mehin kulluğun eyle ta’bîr
Dün gece âlem-i rü’yâda sultân oldum
Âhî
Görse seyrinde seni bir gece nâgeh
Bâkî
Hep muabbirler onu vuslata ta’bîr edeler
Bâkı muâdât: Ar. Udvân’dan; karşılıklı düşmanlık.
Ebnd-yı beşerde kalacak mı bu muâdât
Bilmem ne zemân doğrulacak mezbeb-i âlem
Ziyâ Paşa
Kan şiddeti şiddet kanı besler; bu muâdât
Kan âteşidir, sönmeyecek kanla, inandım
Tevfik Fikret
muâdil: Ar. Adl’den; 1. Denk, müsavi. 2. Eşdeğer.
Serv olsa kadd-i yâre muâdil aceb olmaz
Kim baldırı çıplakta hayâ vü edeb olmaz

Sensin ol fâzıl-ı bî-misl ü muâdil ki felek
Görmemiştir dahi devr edeli senden efdal
Nef’î
Görmedi sana muâdil dîde-i baht-ı Haleb
Fâzıl-ı hoş-hûy düstûr-ı sühandan elvedd
Nâbî
Seni
Kisrâ’ya adâlette muâdil tutsam
Fazladır sende olan devlet ü dîn ü îmân
Bâkî
muâf: Ar. Afv’den; 1. Bağışlanmış, affolunmuş. 2. Ayrı tutulmuş. 3. Serbest.
Mey-hâneyi seyr ettim uşşâka matâf olmuş
Teklîf ü tekellüften sükkânı muâf olmuş
Şeyh Galip
Ol kalender-meşrebe erzanîdir âzâdelik
Oldu ol Hamdî taalluklar belâsından muâf
Hamdullah Hamdi
muahhar: Ar. Te’hîr’den; sonraya bırakılmış, tehir edilmiş, geriye bırakılmış; sonraki.
Eğerçi asla fer’iyyet muahhardır mahabbette
Velî ma’nîde
Meryem feyz-ı İsî’den zuhûr eyler
Esrar Dede
muâkıb, muâkıbe: Ar. 1. Cezalandıran, ceza veren. 2. Birinin peşinde olan.
Önünden koşan, fakat yine dikkatle her izi
Tâmika yol bulan bu yanılmaz muâkıbın
Tevfik Fikret
muakkad: Ar. Ukde’den; 1. Düğümlenmiş, düğümlü. mec. kapalı, karışık. 2. ed. Kolay anlam çıkmayan manzume.
muakkad-âne: Muğlakça.
Densin mi şi’r ü inşâ öyle muakkad-âne
Kim ola hall ü akdi muhtâc-ı istişâre
Nâbı muâlece: Ar. İlâc’tan ilaç yapma, ilaç kullanma. c. muâlecât.
Nâbî cihânda terk-i devâdır devâ-yı derd
Hâsiyyet-i muâlece merhemde kalmamış
Nâbî
muâlic: İlaç yapan kimse.
Çâre-i bihbûdumu muâlicten dedi
Derd derd-i aşktır mümkün değil ilâc sana
Fuzûlî muâlic-i dil-i pür-derd: Dertli gönüle deva bulan.
Zemân zemân eser-ipertev-i cemâlinden
Muâlic-i dil-i pür-derd ü çeşm-i pür-nem idim
Fuzûlî
muâlic: bk. muâlece.
muallâ: Ar. Ulüvv’den; 1. Yüce, yüksek
yer. 2. Rütbe, mevki, derecesi yüce.
Tab’-ı efkâr-ı füyûzata müzeyyen hacle
Kalb-i esrâr-ı İlâhîye muallâ micdel
Kâzım Paşa
Bir kudret-i külliyye var ulvî ve münezzeh
Kudsî ve muallâ ona vicdânla inandım
Tevfik Fikret
muallâk: Ar. 1. Asılmış, asılı, talik edilmiş. 2. Havada boşta duran. 3. Sürüncemede kalmış (iş). 4. Bağlı. 5. ed. Açık hece, yani bir ünlü ile okunan tek sesli “ kâ” hecesi gibi.
Bir yazı sitili.
Meydânda senin kudretin ey kâdir-ı Mutlak
Durdursa da sîn-i sâbiteler gökte muallâk
Behçet
Habâb-ı arzı deryâ-yı muallâk devr ettikçe
Edindikçe revân sahn-ı zemîn üstin makarr deryâ
zâti
muallem: bk. muallim.
muallim, muallime: Ar. İlm’den; öğreten, talim eden, erkek öğretmen. c. muallimîn.
Ey muallim, âlet-i tezvîrdir eşrâra ilm
Kılma ehl-i zulme ta’lîm-i maârif zinhdr
Fuzûlî
Gayrdan geçsin
Behiştî
şâ’irân-ı Rûm’a de
Mekteb-i ışka muallim
Hafz-ı Şîrdzi’dir
Behiştî
Ben muallimden dahi doğru elif öğrenmedin
Serv-i kaddin vasfını ezber okurdum su gibi
Necati Bey
muallem: Talim görmüş, talimli.
Selâmet-i ezelîden müsellemiz cânâ
Ulûm-ı lem-yezelîden muallemiz cânâ
Muradî (Sultan III. Murat)
muâmele: Ar. Amel’den; 1. Birbiriyle iş yapma. 2. Birine karşı davranış, tutum. 3. Bir iş için resmî dairede yapılan kayıtlar. 4. Alışveriş. 5. Faizli sarraflık işi. c. muâmelât.
Yok bî-garez muâmele ehl-i zemânede
Kimse ibâdet etmez idi cennet olmasa
Nâbî
muâmil: İş yapan, muameleci. c. muâmilîn, muâmilân.
muâmilân-ı fesâd: Fesat iş yapanlar.
SezA ki eyleye üftdde bîm-i adlinden
Muâmilân-ı fesâdı meşîme-i takdîr
Beliğ
muâmil: bk. muâmele.
muammâ: Ar. Amâ’dan; 1. Anlamı güç ve gizli olan söz, bilmece, yanıltmaç. 2. Anlaşılmaz ve çözülmesi güç iş.
Olsak ne ola bî-nâm u nişân şöhret-i âlem
Biz dil gibi turfa muammâda nihdnız
Neşatî
Beyhûde değil mi tab’ı îlâ
Söz yerine söylemek muammâ
Ziyâ Paşa
Ehl-i akl anlamaz efsûs lisân-ı dilden
Zanneder âşık-ı dîvâne muammâ söyler
Yahya Kemal
muammâ-yı be-nâm: Ünlü bilmece.
Besmeleyle edelim feth-i kelâm
Feth ola ta bu muammâ-yı be-ndm
Hakanî
muammâ-yı dehân: Ağzın sırrı.
Çünkü hallolmaz muammâ-yı dehânı sûfiyâ
Rûz u şeb yok yere sana şugl-ı esmâdan ne olur
Lamiî Çelebi
muammâ-gûne: Muamma şeklinde.
Muammâ-gûne bu nâme sabâdan gelmedir
Nâbî
Zihî tarz-ı nevîn kim ma’nî-i şi’r üzre zdiddir
Nâbî
muammer, muammere: Ar. Ömr’den; hayatta olan, yaşayan, diri.
Nâilî
nahvet ü câh ehli muammer olmaz
Kimse zehri bu şifâ-hânede tiryâk edemez
Nâilî
Ömr-i atvelle muammer olsan
Adl ü dâdunla kerem-ger
Ddrd
Şerif muanber: Ar. Anber’den; güzel kokmak için amber sürülmüş, amberli, güzel kokulu.
Neden duydu muanber zülfünü cânâ aceb bilsem
Buluşmaz hod gül-istânda perîşân sünbüle zanbak
Şemsî Paşa
Dirigâ tutmadan hatt-ı muanber yâsemen şeklin
Kocaldır her cüvân-bahtı arûs-ı devletin nâzı
Aşkî
Seyret beyâz feste o zülf-i muanberi
Şeb-bûyu gör ki berg-i semenden kabâsı var
Nedim
muanber-i sünbül: Sümbülün güzel kokulusu.
Çehregül, sîne semen, çeşm mükehhel-i nergis
Hat çemen, gonca dehen, ca’d muanber-i sünbül
Bâkî
muânid: Ar. İnâd’tan; inatçı, dediği dedik olan.
Zemm etseler aceb mi ışkı fakîh ü zâhid
Birisi bir mürâî birisi bir muânid
Behişti
Râhat istersen bu pendimle hulâsa âmil ol
Olma Mecnûn-ı muânid ben gibi sen âkıl ol
Ziyâ Paşa
Rumûz-ı aşkta hayret-güzîn câhidler
Cidâl-i dâniş ile dem urur muânidler
Behçet
muannid: İnatçı.
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid
Bir zulmet-i beyzA ki pey-â-pey mütezayid
Tevfik Fikret
muannid: bk. muânid.
muanven: Ar. Unvân’dan; 1. Ünvanlı. 2. Tantanalı, debdebeli.
Mülkü vâsi’ leşkeri bî-had hazain bî-kıyâs
Alem-i ma’nâda sultân-ı muanvendir gönül
Nâbî
Azli nasbından muanvendir ricâl-i devletin
Kıymet-i gevher nigîninden dahi eşzûndur
Hanif (İbrahim)
muâraza: Ar. Arz’dan; 1. Savaş. 2. Birbirine karşı gelmek.
Der-i muârazayı açma fasl-ı sohbette
Gıcırtı etme ayıptır sarîr-i bdbgibi
Sâbit
Teslîm olup kazA-yı
Hudâvend’e
Dânişâ
Takdîr ile muârazadan vâz geçmeli
Dâniş (Dâniş-ı Atik; Dâniş-ı Kadim)
muârız, muârıza: Ar. Arz’dan; karşı gelen, muhalif.
Fuzûlî hastaya düşmân sözüyle dost cevr eyler
Zihî sâde muârız kavli bühtân olduğun bilmez
Fuzûlî
Gül ârızına olsa muârız aceb olmaz
Kim yüzü açılmışta hayâ vü edeb olmaz
Nizamî
Bîçârenin muârız olursun ferâğına
Söylersin anlaşılmayacak söz kulağına
Muallim Naci
muâsır: Ar. Asr’dan; aynı asırda yaşayanlar, çağdaş. c. muâsırîn.
muâsırîn: Asırdaşlar, çağdaşlar.
A’sâr-ı muâsırînden hem
Ma’rûflar oldular murakkam
Ziyâ Paşa
Eslâfı ya etmek için ibcâl
Lâyık mı muâsırîni ğdl
Namık Kemâl
muâşık: Ar. Aşk’tan; seven, sevgili.
İlelebet. iki rûh-ı muâşıkın bu ümîd
Bu va’d-i muğfil-i sevdâpenâh-ı kalbi idi
Tevfik Fikret
muâşir: Ar. Muâşeret’ten; birlikte yaşayan, muaşeret eden. c. muâşirân.
Bezm-i edebin bana muâşırları yegdir
Bî-rûy u riyâ savmaa küstahlarından
NâHî
muâşirân: Birbiriyle iyi geçinenler, muaşirler.
Muâşirângeliniz zevk-ı câvidân bulalım
ruhtan ki saçar bâd-ı müşg-bâr-ı bahâr
Tevfik Fikret
muâşirân-ı sâf-ı soffa-i çemen: Yeşillik sofasının temiz muaşirleri.
Füzûn gerek arak-ı şeb-nem-i seher ki henüz
Muâşirân-ı sâf-i soffa-i çemen mabmûr
Nâilî
muâteb: Ar. İtâb’dan; tekdir olunan, azarlanan, paylanılan.
Aşık olanı etme muâteb tefekkür et
dil-firîb işve senin ârzû senin
Esrar Dede
muattal: Ar. Atal’dan; 1. Bırakılmış, tatil edilmiş, kullanılmaz, battal. 2. Boş, işsiz.
Lisâna gelmeyen bürhân-ı vicdânî muattaldır
Leskofçalı Galip
muattar, muattara: Ar. Itr’dan; güzel kokulu.
Sevdikçe beni hâr u muattar kucağında
Ben başka bir âgûş-ı tahayyülde yaşardım
Hüseyin Sîret
Erişti hâkten bûy-ı buhûr-ı Meryem eflâke
Muattar eyledi göklerde dâmân-ı Mesîhâ’yı
Bâk
Hatt u arakta ârızı bûy-ı gül ü semen midir
Nice muattar olmaya müşg ü gül-âb içindedir
şeyhi
muâvenet: Ar. Avn’den; yardım etme, yardımcılık.
Ermez bisât-ı kurbagönül kimse sa’y ile
Devlet onun ki tâli’i eyler muavenet
Nizamî
muâvin, muâvine: 1. Yardım eden, yardımcı. 2. Bir memurun bulunmadığı zaman yerine bakan yardımcı erkek veya kadın.
Revâc-ı dîn-i mübîne muavin ü mukaddem
Umûr-ı şer’-işerîfe mukayyed ü münkâd
Nef’î
Tâli’-i akla muavin olmaz
Baht ile hüner mukârin olmaz
Ziyâ Paşa
muâvin, muâvine: bk. muâvenet.
muavvec: Ar. Avec veya ivec’den; eğilmiş, eğri, kemerli.
muavvec-tab’: Eğri yaratılışlı.
Bezm-i gamda nice fehm etsin hevâ-yı ışkını
Çeng muavvec-tab’dır nây ise bir âlî-derûn
Cmâm muayyen, muayyene: Ar. Ayan’dan; 1. Tâyin ve tahsis olunmuş. 2. Çevresi belli edilmiş, belirli.
Hayme-i rif’atinin hıfzına olmuş kâim
Alemin çâr-cihâtında muayyen evtâd
Nâbî
muazzam, muazzama: Ar. Azamet>ta’zîm’den; 1. Kocaman, iri, büyük. 2. Ulu. 3. Mühim, önemli, ağır.
Ey muazzam hüsrev-i âlî-makam
Devletin Allah kılsın ber-devâm
Nedim
Hayâlin şâhı hükm eyler muazzam şehrdir gönlüm
Gözüm yaşı eyâ meh-pâre onun iki ırmağı
Enverî
muazzeb, muazzebe: Ar. Azâb’dan; azap içinde bulunan, iç huzursuzluğu olan.
İkisi birdir muazzeb eylemekte âdemi
Tâlimes’ûd-ı düşmen kevkeb-i menkûb-ı dost
Sâbit
Ger hisâb-ı cürmden sonra ol yarın azab
Ben muazzeb olmazam zîrâ günâhım bî-hisâb
Behiştî
Beşer, bu şimdi muazzeb sürüklenen meflûc
Adım adım erecek zirve-i halâsa urûc
Tevfik Fikret
muazzez: Ar. İzzet>ta’zîz’den; saygı ile karşılanan, saygı duyulan, izzetli.
Hayâta avdetimin, gâlibâ, yok imkânı
Nedir ki, dilemin en muazzez erkdnı
Mehmet Âkif
mubâh: Ar. İbâha’dan; işlenmesinde sevap ve günah olmayan şey. c. mubâhât.
Cehlin gecesin sabâh kılmış
Menhîleri hep mubâh kılmış
Şeyh Galip
Şerî’atin ne mübârek nizâmdır ey Cem
Harâm olan meyi tecvîz eder mubâha kadar
Yahya Kemal
Nasıl ki çıktı şu “pardon” eşeklik oldu mubâh
Mehmet Akif
mubâh-ı sipihr-i mînâ: Mavi göğün mübah olan (işi)
Nedir o hüsn-ı İlâhî cihân-ı bâlâda
Ne der o nakş-ı mubâh-i sipibr-i mînâda
recaizade Ekrem
mûbid: Ar. Mecûsîlerin rahibi, Zerdüştlerin din adamı.
Ben ne ma’bûd, ne mûbid bilirim
Kendimi hilkata âbid bilirim
Tevfik Fikret
mu’cem, mu’ceme: Ar. İ’câm’dan; 1. Noktalı, noktalanmış, i’câm edilmiş. 2. ed. Ebced hesabıyla yalnız noktalı harfler hesap edilerek bulunmuş olan tarihler.
Artık bu işe fâtiba denildi
Fevtine târib-i mu’cem oku
Fâtiba
Osmân Efendi
rûbuna
Sürûrî
Yumdu dünyâdan gözün mu’cemle târihin dedim
Eyledi herkes bana fevt oldu
Handân-zâde âh (1804)
Sürûrî
Târîhi harf-i mu’ceme ta’lîk edip dedim
Ceffelkalem
Yesârî-ı Hattât gitti âb
Sürurî
mûcib, mûcibe: Ar. Vücûb> îcâb’tan; 1. İcap eden. 2. Sebep, vesile. c. mûcibât.
mûcib-i felâh: Kurtuluş sebebi.
Ey Hamdî çün salâh değil mûcib-i felâh
Câm-ı mey al eline ko bu fikr-i fâsidi
Hamdullah Hamdi
mûcib-i husrân: Hüsran sebebi.
Dostu ger ma’siyet kılsa olur gufrân-pezîr
Düşmânı bin tâat etse mûcib-i husrân olur
Fuzûlî
mûcib-i iflâs: İflas sebebi.
Düşmüş kimi tecessüs-i kibrît-i ahmere
Olmuş kimine mûcib-i iflâs kîmyd
Ziyâ Paşa
mûcib-i isyân: İsyan sebebi.
Ta’dîl-i hissiyyât için elzem hayâlât
Onsuz kalırsa mûcib-i isyân olur hayât
Abdülhak Hâmit
mûcib-i tahsîl: Öğrenme sebebi.
Eczâ-yı beşer câlib-i ta’cîl-i fenâdır
İbka-yı eser mûcib-i tahsîl-i bekadır
Namık Kemâl
mûcib-i takvâ: Takva gerektiren.
Olur mu havf-i yed düzdân-ı asra mûcib-i takvâ
Ki halkın şimdi sirkat ettiği hep mîrî mâlıdır
Ziyâ Paşa
mûcib-i zevk u elem: Zevk ve elemin gereği.
Nice kim zevk ü elemdir hem-dem-i şâdî vü gam
Nice kim şâdî vü gamdır mûcib-i zevk ü elem
nizami
mûcid: Ar. Vücûd’dan; 1. Vücut veren, icat eden, yeni bir şey meydana getiren. 2. Fikir ve anlam yaratan. Allah ki mûcid-i cihândır
Bin türlü nikâbdan iydndır
Muallim Naci
mu’ciz, mu’cize: Ar. Acz’den: acze düşüren, başkalarını bir şey yapmada geri bırakan. c. mu’cizât.
Bu mu’ciz nazmı görüp ehl-i eş’âr
Gazel demekten istiğfâr ederler
Necati Bey
mu’ciz-i güftâr: Sözün acze düşüreni.
Mu’ciz-igüftâr ile dersem ne ola
İsî-i ferhunde-dem-i rûzigâr
Nef’î
mu’ciz-i Hayrü’l-beşer: İnsanların hayırlısı (Hz. Muhammed)’in mucizesi.
Bundadır bâkî nişân mu’ciz-iHayrü’l-beşer
Tâk-ı Kürsî nüsha-i mülk-i mülûk-ı kdm-kdr
Fuzûlî
mu’ciz-i hüsn: Güzelliğin şaşırtıcılığı.
Münkir-i aşka eder mu’ciz-i hüsnün ızbâr
Ateşîn câme miyânında gül-i rûy-ı Halîl
Nâbî
mu’ciz-i ihyâ: Diriltme mucizesi.
İsî çü makdemin haberin verdi âleme
Etti demine mu’ciz-i ibyâyı
Hak atd
Nizamî
mu’cizât: Mu’cize’ler.
Kestin külîçe-i mehi tennûr-ı çarhta
Çün hân-ı mu’cizâtınagerm oldu iştihâ
Şeyhi
Görmedikçe hüsnünü îmâna gelmez âşıkın
Yüz peygamber cem’ olup gösterseler bin mu’cizat
Fuzûlî
Seyyid-i nevbeşer deryâ-yı dürr-i ıstıfâ
Kim sepiptir mu’cizatı âteş-i eşrâre su
Fuzûlî
mu’cizât-ı aşk: Aşk mucizeleri.
Kâilim mu’cizât-ı aşka bütün
Bilirim hüsn ü ân ne kudrettir
Hele te’sîr-i hârık-ı hüsnün
Bir tecellî-i hâlıkiyyettir
Fâik
Âli Bey
mu’cizât-ı enbiyâ: Peygamber mucizeleri.
Tıfl-ı ma’nî zikr-i kalbîden yakar misbâhını
Mu’cizat-ı enbiyâdan derdimiz tevhîd-i hâs
Ümmî Sinân
mu’ciz-bedîa: Acze düşüren güzellik.
Manzûme-i fenâda ne mu’ciz-bedîadır
Bir ömr-i ma’nevî ne mübârek vedîadır
Abdülhak Hâmit
mu’ciz-beyân: Şaşılacak şiir söyleyen.
Kimse tahkîk edemez şâir midir sâhir midir
Bir bilir yok
Nef’î-i mu’ciz-beyânı bilmiş ol
Nef’î
mu’ciz-dem: Mucize nefesli.
Vekîlimdir benim
Vehbî-i mu’ciz-dem beyân etsin
Sunûf-ı tâze-gûyânı gürûh-ı yave-destanı
Osmanzâde Tâib
mu’ciz-fen: Acze düşüren fen.
Sâhir dediğim
Nâiliyâ tab’ına
Destinde olan hâme-i mu’ciz-fen içindedir
Nâilî
mu’ciz-gûy: Söyledikleri mucize gibi olan.
Nâilî
inkâr edenler tabmu’ciz-gûyunu
İhtirâ’-yı hâme-i sibr-azmd bilmez nedir
Nâilî
mu’ciz-kelâm: Acze düşüren söz.
Ey Nizâmî sana bu mu’ciz-kelâmın nazmını
Hâtif-i gaybî mi ta’lîm etti ya Rûhü’l-emîn
nizami
mu’ciz-nümâ: Acze düşüldüğünü gösteren.
Sana ber-kaide ağyâre aksiyle bakardım ben
Elimde hâme-i mu’ciz-nümâ bir dûrbîn olsa
Nâbî
mu’ciz-rakam: Acze düşüren rakam.
Hâme-i mu’ciz-rakamla eyledim bir bir hesâb
Geldi bin yüz kırk lafz-ı nâsırla feth-i karîb
Nedim
mu’ciz-sadâ: Acze düşüren ses.
Kalem bir bülbül-i mu’ciz-sadâdır dest-i kâmilde
Asâ-yı
Mûsâ’nın ejdehâdan farkı varyoktur

mu’cize: Allah’ın peygamberlerine vermiş olduğu ve insanları hayrette bırakan olağanüstü hâl ve hareketler.
Divan şiirinde
Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Yusuf ve
Hz. Muhammed’in mucizeleriyle ilgili beyitler düşürülmüştür. c. mu’cizât.
Mu’cize enfdsın ey verd-i ahmer
Ne
Mesîhâ’da var ne
Meryem’de var
Dertli
Gösterir Allahım, bu millet kurtulur tek mu’cize
Bir “utanmak hissi” ver gâib hazînenden bize!
Mehmet Akif
mu’cize-i Muhammedi: Hz. Muhammed (s. a. s.)’e ait mucize.
Şüphe yok ki feyz-ı Ahmedî’dir
Bir mu’cize-ı Muhammedî’dir

mu’cize-gû: Mucize söyleyen.
Hak seni milletin ihyâsına etmiş meb’ûs
Dehenin mu’cize-gûdur sühanın sibr-i heldl
Şinasi
mu’cize-gû(y): Mucize gibi söz söyleyen.
Tûtî-i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil
Çarh ile söyleşemem âyînesi saf değil
Nef’î
mudhik, mudhike: Ar. Dıhk’tan; güldüren, güldürücü. c. mudhikât.
Bâğda mudhiklik edip goncayı handân eder
Bülbül-i şeydâ gibi yoktur cihânda bir şakî
Behiştî
mudhikât: Gülünecek şeyler, komediler.
mudhikât-ı dehr: Dünyanın komik şeyleri.
Ben ölsem de müdhikât-ı dehre tasvîrim güler (Mudhikât-ı dehre ben ölsem de tasvîrim güler)
Muallim Naci
(Naci’nin bir gülen resminin altına yazmış olduğu mısra.)
mudill: Ar. Dalâlet> idlâl’den; dalalete düşüren, doğru yolu çiğneyip eğri yola saptıran.
Hep mudillin mazbarıdır cümle erbâb-ı tarîk
Yetmiş iki millet içre biz gürûh-ı nâcîyiz
Gaybî
mufavvız: Ar. Tefvîz’den; ihale edilmiş, sipariş edilmiş.
Bir milletin olunca mukadder saâdeti
Bir
Adile mufavvız eder
Hak hükûmeti
Ziya Paşa
muğ, mûğ: (jo, £3. 0) Far. Ateşperest, mecusi, gebr. c. mugân
muğ-beçe, muğ-beççe: Mecusi çocuğu; meyhaneci çırağı.
Misâl-i muğ-beçe vü pîr-i mey bu mecliste
Zemân olur ne cüvân ü ne ibtiyâr kalır
Nâilî
Bir câm bir de la’l-i lebin sundu muğ-beçe
Pîr-i mugân olası aceb meşrebimcedir
Nedim
mugân: Ateşperestler, mecusiler.
Meydir mihek-i âşıkân, âşûb-ı dil, ârâm-ı cân
Ser-mâye-i pîr-i mugân, pîrâye-i bezm-i sanem
Nef’î
Aşıkta keder neyler gam halk-ı cibânındır
Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânındır
Şeyh Galip
Düşerse nâgehân bir katre-i berfi bu sermânın
Ger âteş-hâne-i sad-sâle-ı Gebr ü Mugân üzre
Ziyâ Paşa
Anılsa deyr-i mugân içre ger münâcâtı
Gelir sücûda tasanr-i suhuf-ı Enkelyûn

mugâlata: Ar. Galat’tan; yanıltmaca, yanıltacak söz. c. mugâlatât.
mugâlatât: Mugâlata’lar, yanıltmacalar. mugâlatât-ı riyâziye: Hesap yanıltmacaları.
Mugdlatdt-ı riyâziye eyliyor isbât
Ki hendeseyle hesâbın da gâyeti zandır
Cenap Şahabeddin
mugân: bk. muğ.
muganni: Ar. Gınâ’dan; 1. Şarkıcı. 2. Güzel öten kuş.
Nağme-sâz oldu mugannîler gibi dil bülbülü
Gûşuna çünkim sabâdan erdi peygâm-ı bahâr
Şemsî Paşa
Ger mugannî beli vasfın ede mecliste edâ
Lutf için çenge birîşüm yerine kıl bağlar
Nizamı mugaylân: Far. Deve dikeni.
Kûy-ı yâr ta’n-ı düşmenden kaçan varır kaçan
KA’be’ye varmaz şu kim hâr-ı mugaylândan kaçar
Nizamî
Olur rüsvây subh-ı mahşer ol kim şâm-ı gaflette
Bu bâğın gül sanıp hâr-ı mugaylânını devşirmiş
Nâilî
mugaylân-ı gam-ı dil-ber-i safâ: Eğlence dilberinin gam dikeni.
Mugaylân-ı gam-ı dil-ber-i safâdır
Merve hakkı için
Başım gitse yüzüm dönmezem ben kıble-gâhımdan
usulî
mugber.
muğberr: Ar. Gubâr> iğbirâr’dan; 1. Tozlanmış, tozlu. 2. Gücenmiş, gücenik, küskün.
Sultân atasının dilini muğberr eyledin
Devşir öğün ki yanına kalmaya bu senin
Lamiî Çelebi (devşir-: toplamak, bir araya getirmek)
Neydi cürmün bilmem ki âyîne-i ümmîdimi
Etti bu sûretle muğberr infisâlin sûreti
Nevres-i Kadim
Ne bu akşamda bir gam-ı nermîn
Ne de durgun denizde bir muğberr
Ahmet Hâşim
mugfil, muğfil, muğfile: Ar. Gaflet ve gufûl> iğfâl’den; aldatan, aldatıp gaflette bırakan.
Gösterdiğin ahlâm-ı şegâf muğfil ü müskir
Ey nevm-i huzûzat
Tevfık Fikret
Muğfel ü muğfil o Îsâ, Mûsâ
Köhne bir kizb-i mutalsamdır asâ
Tevfık Fikret
muğfel: İğfâl’den; iğfal olunmuş, aldatılmış.
Bülbül igen de şâh-ı güle olmasın karîb
Pervâne muğfel âteş-i sûzana dönmesin
Şeyhülislam Yahya
(igen: çok, pek)
muğlak, muğlaka: Ar. Galk>iğlâk’tan; Kapalı, kilitli. 2. Anlaşılmaz, çapraşık. c. muğlakât.
Hûblar eylediler şîve kitâbın ezber
Fenn-i hüsn içre velî bâb-ı vefâ muğlaktır
Nevî
Sırr-ı muğlak metn-i haksın sana yetmez mi bu şân
Hep kitâb-ı âs-mânî seni şerh eyler hemdn
Gaybî
muglim: Ar. Gulâm’dan; kulampara, oğlancı.
Muglim deme bu demek değil mi
Şâirliği bî-nemek değil mi
Şeyh Galip
mugnî: Ar. Gınâ’dan; 1. Zengin eden.
Gönlünü tok yapan.
Yûsuf-ı hulkîdir ol şâhid-i mugnî kim olur
Dil, akl-ı âfet aşkıyla serâsîme vü deng
Nef’î
mugterib, mugteribe: Ar. Gurûb’tan; 1. Gurup eden, batan. 2. Gurbete çıkan, ortada kalan.
Mugterib olsam düşerim mihnetle
Bence sefer dert, ikamet beld
Muallim Naci
muğtenem: Ar. Ganimet’ten; ganimet
olarak alınmış.
Olursun ni’met vaslıyla yârin muğtenem bir gün
Sana ey âşık-ı şûrîde in’âm olur elbette
Bağdatlı Ruhi
Yâr ola câm-ı Cem ola böyle dem-i hurrem ola
Arif odur bu dem ola ayş u tarabla muğtenem
Nef’î
Bahr-i keremi eylese bir lâhza temevvüc
Dünyâ gibi bin memleketi muğtenem eyler
Yenişehirli Avni
muğtenim: Ganimet olarak alan, ganimet bilen.
Pây-bûs-ı yâr ile olmaz
Cinânî muğtenim
Zerre-i nâ-çîz-veş hâk ile yeksân olmayan
Cinânî
muğtenim: bk. muğtenem.
muhâbâ: Ar. Korku, çekingenlik, ihtiraz.
Yâ semenderdir senin pervânedir ya perçemin
Ateş-i ruhsârdan etmez muhâbâ perçemin
Behçet muhabbet: bk. mahabbet.
muhâcim, muhâceme: Ar. Hücûm’dan; 1. Hücum etme, saldırma. 2. Her taraftan birden saldırma.
Gönül ki Ka’be-i tahkîka vâsıl olmuştur
Cibân muhâceme ettikçe
Sûmnât’a güler
Muallim Naci
Fakat bizimkilerin satvet-i muhâcemesi
Bırakmıyor ki atılsın o bir adım ileri
Tevfik Fikret
muhâcim: Saldıran, hücum eden.
Zann etme ölüm şahsına bir kerre mühâcim
Bin kerre olur günde o düşmenle müzahim
Mehmet Âkif
Allah Allah nidâsıyile muhâcim ahrâr
Tepelerden boşalıp saika-var ü kabbdr
Yahya Kemal
muhâcim: bk. muhâcem.
muhaddis: Ar. Hadîs’ten; peygamber sözü olan hadisleri bildirmiş olan kimse. c. muhaddisîn.
Rûhîgarazın hâl ise var pîr-i mugâna
Zîrâ ne mühendis bilir onu ne muhaddis
Bağdatlı Ruhi
Muhaddis olmak istersen hadîs-i nefsini anla
Hadîsin sırrını duyan duyar sırr-ı nübüvvetten
Gaybî
İzâr ü lebin vasfın eyler
Fuzûlî
Ona hem müfessir derem hem muhaddis
Fuzûlî
muhâdenet: Ar. Haden’den; dostluk etme, muhabbet gösterme.
Millîsidir muhâdenetin pâyidâr olan
Irkîsidir muhâdenetin sâye-dâr olan
abdülhak Hâmit
muhâkk: Ar. Ayın dünya ile güneşin arasına girdiği zamanki hilâl şeklinde görünüşü.
; bedrin zıddı.
Pertev-i cevheri-i cûdun eser etse mâha
Edemez mibr-i kıyâmet dahi îrâs-ı muhâk
Yenişehirli Avni
muhakkak, muhakkaka: Ar. Hakk’tan; gerçekliği, doğruluğu araştırılmış, belli olmuş.
Mücerreb bir meseldir ki, cibânda her ne zer’ etsen
Muhakkak öyle bir mahsûl alırsın âhir-i eyyâm
Abdülganî
Seni (Yurtman)
Ol ince belinin vasfın nice tahrîr edem çün hatt
Muhakkaktır ki nesh olur kalem diline gelse mû
nizami
muhakkik: Tahkîk eden, gerçeği araştırıp ortaya çıkaran.
Kılâde k ıldığı tesbîhi boynuna sûfî
Muhakkıkam sanır illâ hemân mukalliddir
Şeyhi muhakkar: Ar. Hakâret> tahkîr’den; tahkir olunmuş, hor ve hakir tutulmuş.
La’l ü yâkût mu aceb şol dür mü ya mercânlar
Kim muhakkardır verilse beyine bin cdnlar
Şeyhi
Kemîne müflise kem-ter atâsı hâsılı deryâ
Muhakkar meclise bezl-i hakîri behre-i kândır
Fuzûlî
Bî-çâre gezer tek başına sâkit ü sâkin
En müşkili kızlar da görürlerdi muhakkar
Tevfik Fikret
muhakkar-ı cühelâ: Cahillerin hor görüleni.
Gâhî muhakkar-ı cühelâ şâir-i belîğ
Gâhî musakhar-ı humaka fâzıl-ı edîb
Ziyâ Paşa
muhakkır: Hakaret eden, horlayan, hor gören.
Her nefes, böyle her nefes duyarım
Bu muhakkir sadâyı mâzîden
Tevfik Fikret
muhakkik: bk. muhakkak.
muhâl: Ar. Havl’den; mümkün olmayan, olmaz, olmayacak. c. muhâlât.
Dedim visâline ermek dedi hayâl muhâl
Dedim cemâlini görmek dedi mübârek fdl
Şeyhi
Muhît-i dâire-i aşktan hurûc muhâl
Ne çâre kabza-i takdîr-ı Kird-gâr’dayız
Yenişehirli Avni
Bir nüktedir aşk ammâ tekmîl muhâl ancak
Ser-bend-i nibâyâtı hayrân-ı bidâyettir
Esrar Dede
Muhdldir ki ola mekr ü hîleye kâdir
Zemân-ı ma’deletinde zemâne-i muhtdl
Cinânî
muhâl-i akl: Akıl nazarında imkânsız.
Mey-i ışkınla ser-mest olduğum ilden nibân kalmaz
Muhâl-i akldır kim saklaya râzın iban ser-hoş
Fuzûlî
muhâlât: Muhâl’ler.
Birden silinir, korkulu bir hisle adımlar
Tenhâ gecenin vehm-i muhâlâtını dinler
ahmet Hâşim
muhâlen: Olmayacak şekilde.
muhâlen-der-muhâlen: En olmayacak şekilde.
Niçe bin merd-i kâmiller tamâm cehd itse bin yıllar
Muhâlen-der-muhâlendir yeter feyz-ı İlâhîden
Ümmî Sinan
muhâlif: Ar. Muhâlefet’ten; 1. Aykırılık gösteren, uymayan, uygun olmayan, muhalefet eden. 2. Birinin düşüncesine zıt düşüncede bulunan. c. muhâlifin.
Gehî eyler
Hudâ bir derde zıddıyle müdâvâyı
İki düzd-i muhâlif hâneye hasbî nigeh-bândır
Abdî (Akhisarlı Abdullah)
Ey esîr-i dâm-ı gam bir kûşe-i mey-hâne dut
Dutma zühhâdın muhâlif pendini peymâne dut
Fuzûlî
muhallâ: Ar. Halâ’ >tahliye’den; boşaltılmış.
Ar eder çiğnetmekten bâri muhallâ eyleriz
Na’l-i esbin eyleye tâ kim misâl-i rûy-mâl
Şeyhülislam Yahya
muhalled: Ar. Huld > tahlîd’ten; daimî, sürekli olarak kalan, tahlîd olunan. c. muhalledin, muhalledûn.
Eyşer’ile muhalled ü kavl ile mu’temed
Ve ey ism ile
Muhammed ü vasf ile
Mustafâ
nizami
muhammed: Ar. Hamd’ten; 1. Pek çok kere övülmüş olan, güzel huyları çok olan. 2. İslam peygamberi
Hz. Muhammed
Mustafa efendimiz hazretlerinin şerefli isimlerinden biridir (571-632).
İslam dinini kuran son peygamber.
Ebu’l
Kasım
Muhammed b. Abdullah el
Hâşimî
Vasıfları: Allah’ın elçisi, peygamberlerin sonuncusu, âlemin övünülmüşü, Allah’ın sevgilisi, günahkârların şefaatçisi.
Çün
Muhammed gelmesi oldu yakın
Çok alâmetler belirdi gelmidin
S.
Çelebi
Mevlid
Me’yûs ola mı mü’min olan rahmet-ı Hak’tan
Ol günde şefâat olacak kâr-ı Muhammed
Nuri
Beni isterse ateşe atsın
Ağlatırsa “Muhammed” ağlatsın
Muallim Naci
muhammer: Ar. Hamr’dan; 1. Mayalanmış, ekşiyip kabarmış. 2. Yuğrulmuş, şarap gibi kaynayıp kıvam bulmuş.
Neyleriz sahbdyı biz ol la’l-i nâbın mestiyiz
Ab ü âteşten muhammer bir şarâbın mestiyiz
Nâilî
muhannâ: Ar. Hınâ>inhinâ’dan 1. Çarpık, eğri, bükülü. 2. Ar. Hınnâ’dan; kınalanmış, kına ile boyanmış.
Görünen mâh-ı nev sanman felekte
Nigârın ol muhannâ perçemidir
Musahib
Şemsî Paşa
Gâh engüşt-i muhannâsıngehî la’lin emip
Dâne-i ünnâb ile nûş-ı şarâb etmez misin ?
Nedim
muhannes: Ar. Hanes’ten; korkak, alçak, kalleş, kadın tabiatlı.
Boğulmak yeğ yürüyüp su içince
Muhannes köprüsünden ergeçince
Şeyhi
Merdlik dacvâ edersin bu muhanneslik nedir
Havf edersin bâri yanında dil
Aver yok mudur
Muradî (Sultan IV. Murat)
muhânet: Ar. Hevn’den, muhân’ın müennesi.
İhanet eden, hain alçak.
Muhannetin nesi kalır dünyâda
Merd ölürse kalır adıylaşanı
Salburcuoğlu
Dinle imdi bir nasîhat edeyim
Kullar muhân(n)ete muhtâc olmasın
Karacaoğlan
muhannet-i bî-intihâ: Sonsuz mumyalanmışlık.
Aşıkın oldun evvelâ âşıklığa edin salâ
Buldu bu cân-ı mübtelâ muhân(n)et-i bî-intihâ
Esrar Dede
muharref: Ar. Harf > tahriften; değiştirilmiş, tahrif edilmiş, kalem oynatılmış.
Tîğ-ı gam boynum muharref çalıp eylerse kalem
Yaza akan kanım eşiğinde âyât-ı vefâ
Necati Bey
• muharrem: Ar. Harâm> tahrîm’den; 1. Haram kılınmış. 2. Kamer takviminin birinci ayı, aşure ayı. (İslamiyet’ten önce bu ayda savaş yapmak haram olduğu için muharrem adı verilmiştir.
Bu ayın ilk on günü
Kerbela vakasının yıldönümü olarak kutlanır ve onuncu günü de aşure pişirilir.). c. muharremât.
Din tarihindeki 10
Muharrem
Olayları: 1. Hz. Yunus’un balığın karnından çıkışı. 2. Hz. İbrahim’in
Nemrud’un ateşinde yanmaması. 3. Yusuf aleyhisselamın kuyudan çıkması. 4. İdris aleyhisselamın diri olarak göğe çıkarılması.
Yakup aleyhisselamın oğlu
Yusuf aleyhisselama kavuşması ve gözlerindeki perdenin kalkması. 6. Eyyüp aleyhisselâmın hastalıktan kurtulması, 7. Musa aleyhisselamın
Kızıldeniz’den geçip
Firavun’un boğulması. 8. İsa aleyhisselamın doğumu ve
Yahudilerin öldürmesinden kurtulup, diri olarak göğe çıkarılması.
9. Âdem aleyhisselamın tövbesinin kabul olması.
10. Nuh aleyhisselamın gemisinin tufandan kurtulması.
Din tarihinde pek çok duaların aşure günü (10 Muharrem) kabul olduğu rivayet edilir.
Meğer mâh-ı Muharremdir ki yılda bir gelir sâgar
Getir
Şa’bân’a dek sâkî bize mâh-ı Muharremden
Necati Bey
Anıp ahvâl-i sıbt-ı Ahmed’i aşr-ı Muharrem’de
Yezîd ü kavmine kim la’net etmezse
Yezîd olsun
kâzım Paşa
muharrib: Ar. Harâb> tahrîb’den; yakıp yıkan, yok eden.
Kâbil olamaz çıksa da bin dest-i muharrib
Yâ Rab bu nasıl âlem-i leb-rîz-i garâib
Mehmet Akif
Kanlı bir şeyle uyanmış gibisin
Belli: Hem-nev’imin mubambisin
Tevfık Fikret muharrik: Ar. Hareket’ten; 1. Harekete getiren, oynatan. 2. Kışkırtan, dürten, ayartan.
Mâlik sesin o sevret-i ra’dinigayza ki
Her yerde hiss-i hakk-ı halâsın muharriki
Tevfik Fikret
muharrik: Ar. Hark’tan; yakan, yakıcı.
Mâlik sesin o sevret-i ra’dinigayza ki
Her yerde hiss-i hakk-ı halâsın muharriki
Tevfik Fikret
muharrik-i dil: Gönül yakan.
Muharrik-i dil olur dil-rübâya muhtâcız
Zemân zaf-ı kuvâdır asâya muhtâcız
Koca Râgıp Paşa
muharrir: Ar. Muharr’den; 1. Yazı yazan, kâtip. 2. Te’lif eser sahibi. c. muharririn, muharrirân.
Ohşadabilmez gubârını muharrir hattına
Hâme teg bakmaktan inse gözlerine kare su
Fuzûlî
(ohşadabilmez: benzetemez)
muhassal: Ar. Husûl’den; 1. Hasıl edilmiş, elde edilmiş. 2. zf.
Hasılı, hulasa, sözün kısası.
Muhassal böyle bir gün görmeden ölürsem ey Nefî
Felek ben ölmeden hâk ile yeksân olduğun görsem
Nef’î
Ferahtan incinir şâdîlik el verse safâ sürmez
Muhassal kendisin derd ügama mu’tâd eder âşık
Şeyhülislam Yahya
Gam-ı hicrân ile
Azürdedir hâtır melâlim var
Muhassal devr elinden bî-huzûram infiâlim var
cinânî
muhassenât: Ar. Muhassene’ler, 1. Güzel, faydalı işler. 2. Üstünlük sebepleri.
Bozulmayınca düzelmez denir umûr-ı cihân
Muhassenâtı mı var âlemin fesâdı kadar
Hersekli Arif Hikmet
muhât: Ar. 1. Etrafı çevrilmiş, ihata olunmuş. 2. Bir şeyin içinde bulunan.
Deryâ-yı muhît oldu meğer ilm-i şerîfi
Ser-cümle muhâtıdır onun âlem-i ekrndn
Behiştî
muhâvere: Ar. Konuşma. c. muhaverât.
Gâibde bir muhâvere geçmiş de pek hafî
Gaybî
ye söylemiş bunu
İdrîs-i muhtefî
Yahya Kemal
muhayyel: Ar. Hayâl’den; hayal kurulmuş, tahayyül olunmuş.
Bir ömr-i muhayyel. hanigül-bünler içinde
Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsi kadar hoş
Tevfik Fikret
muhâzî: Ar. Hizâ’dan; birbiri karşısında bulunan, karşı hizada bulunan.
muhâzî-i harâm: Haramın karşısında
olan.
Bakma nâ-mahreme çeşm-i dil ile ki kapanır
Ki ola pûşîde muhâzî-i harâm manzar zarr
Esrar Dede
muhdes: Ar. Hads >ihdâs’dan; 1. İhdas edilmiş, sonradan meydana gelmiş, yeni şeyler. 2. Bir yazı stili. c. muhdesât.
muhdesât: Sonradan meydana gelmiş olanlar.
Her tecellîsi onun zevk-ı cedîd ede atâ
Göstere her anda bir şe’n dâimâ ol muhdesât
gaybî
muhibb: Ar. Hubb >ihbâb’tan; sevgi besleyen, seven, dost. c. muhibbân.
Sâdık muhibbe arz-ı şefkat ederler ammâ
Zâhid münâfık-âne pîr-i mugân derûnî
Behiştî
Eylesin zâtını
Mennân-ı muhibb
Kasr-ı firdevste hem-bezm-i babîb
Muallim Naci
muhibb-i bî-riyâ: Gösterişsiz âşık.
Kim-dürür dersen
Necâtî dostum
Bende-i muhlis muhibb-i bî-riyâ
Necatı Bey
muhibb-i nesîm-i seher: Seher rüzgârının âşıkı.
Türkî nazımda böyle güşâyiş nedir
Nedîm
Tab’ın senin muhibb-i nesîm-i seher midir
Nedim
muhibb-i sâdık: Sadık dost.
Muhibb-i sâdık odur muktezA-yı hâl üzre
Ya sarf-ı mâl ede ahbâbına ya bezl-i vücûd
Beliğ muhibb ü münkir: İnkar eden ve seven.
Hezar şevk ile semt-i mahabbete her dem
Muhibb ü münkiri teşvîkdir semA’-ı saşd
Esrar Dede
muhibbe: Muhibb’in dişisi.
Sevilen kadın.
Ey muhibbem niçin yüzün soldu ?
Böyle nâgâh eden nedir seni lâl
Cenap Şahabeddin muhill: Ar. Halel> ihlâl’den; ihlal eden, bozan, sakatlayan.
muhill-i tavr-ı uzlet: Yalnızlık tavrını bozan.
Muhill-i tavr-ı uzlettir kabûl-i şîve-i ülfet
Müreccahdır yanımda merhabâdan dest-i red şimdi
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
mûhiş: Ar. Vahşet’ten; korku ve dehşet veren, ürküten, korkutan.
Nâ-gehân bir taraka-i mûhiş
Sarsıyor hep kulûb-ı huzzarı
Tevfik Fikret
İnerken arza bu mûhiş ridâ, lika-yı kamer
Vakûr ağaçların üstünden oldugamze-figen
Tevfik Fikret
muhît: Ar. Havt’tan; 1. Çeviren, kuşatan, ihata eden. 2. Çevre. 3. Allah’ın isimlerinden. c. muhîtât.
On sekiz bin âlemi ma’nîde olmuşken muhît
Sûretâ görsen sanevber dânesidir bu gönül
Nuri
Ab-gûndur günbed-i dervâr rengi bilmezem
Ya muhît olmuş gözümden günbed-i dervâre su
Fuzûlî
muhît-i ışk: Aşk okyanusu.
Girdim muhît-i ışka sandım ben onu sığ
Başımdan aştı mevc-i belâ nâ-gehân dinğ
Flgânî muhît-i a’zam: En büyük okyanus; varlık okyanusu.
Edip muhît-i a’zam emvâcın
Aşikâre
Tenler sefinesini urur kenâre karşı
Hayâlî Bey
muhît-i hayât: Hayat çevresi.
Bir yanda makbere o derin muhît-i hayât
Ecdddıma nişîmen olan buk’a-i memât
Kemalzâde Ekrem Bey
muhît-i hayret: Şaşkınlık denizi.
Saldın muhît-i hayrete gönlüm gemisin âh
Seng-i cefâya urdun u sad-pâre eyledin
Lamiî Çelebi
muhît-i kasr-ı yâr: Yâr köşkünün çevresi.
Bak ne hoş cûş-ı bahâr olmuş muhît-i kasr-ı yâr
Bir temevvüc var ki sahrâsında deryâsındayok

muhît-i nigâh: Bakış çevresi.
Dönen muhît-i nigâhımda yâl ü bâlindir
Bütün hayâlim o fevka’l-hayâl hâlindir
Mehmet Akif
muhîtât: Muhitler.
Mevt olmadan bu hâbına, bî-çâre, mukterin
Gel mevc-i nûr-ı fecr-i muhîtâta gir, gerin
ahmet Hâşim
muhkem: Ar. Hükm> tahkîm’den; sağlam kılınmış, tahkim edilmiş, sağlamlaştırılmış, sağlam, kuvvetli. c. muhkemât.
Buk’a-ı cevregönülden koduğuyâr esâs
Muhkem olsun diye ben taş ile bünyâd eyler
Nizamî
Def’ eylemeğe nâvekini tîr-i kazanın
Bî-şübhe, tevekkül gibi muhkem siper olmaz

muhkemât: Sağlamlar, muhkemler.
muhkemât-ı nâsih: Sağlam kopyalar.
Ecell-i mu’cizatınya’nîKuran-ı azîmüfişân
Ki hükmü muhkemât-ı nâsibi edyân-ı ûlâdır
Seyyit Vehbî
muhlis: Ar. Hulûs> ihlâs’tan; 1. Katıksız, halis. 2. Her hâli içten ve gönülden olan (kimse).
Varalım mey-kedede hâlis ü muhlis olalım
Sohbet-i ehl-i riyâdan kaçalım n’olsagerek
Âhi
Bulmadı muhlis gönül gamzen okundan oldu hûn
Matla’-i eyvân-ı hüsn elindekipeyveste kaş
İbni Kemâl
muhrib: Ar. Harâb’dan; harap eden, yıkan.
muhrib-i bünyân-ı halk: Halkın yaptığını yıkma.
Maraz ki muhrib-i bünyân-ı halktır her ân
Belâ-yı mübrem olur savletiyle ahydye
Ferit Bey
muhrik, muhrika: Ar. Hark >ihrâk’tan 1. Yakan, yakıcı, yanık. 2. Çok üzen, gönül yakan.
Işk ehli ney ki bağrı delik benzi sâz olur
Muhrik sadâsı ehl-i dile cân-güdâz olur
Behiştî
Hind’in zehirli goncelerinden nümûnedir
Bâzen yanaklarındaki muhrik parıltılar
Tevfik Fikret
Hem sînesi pür-dâg hem âvâzesi muhrik
Neyden bilinir sûz-i muhabbet neye derler

muhrik-dem: Nefesi yakıcı olan; âşık.
Biz bülbül-i mubrik-dem-igül-zâr-ı firâkız
Ateş kesilir geçse sabâ gül-şenimizden
Selimî, Tâlibî (Sultan II. Selim
muhtâc: Ar. Hâcet’ten; 1. İhtiyacı olan, bir eksiği olup onu tamamlamak isteyen. 2. İhtiyaç sahibi, yoksul, fakir.
Eğer zekât-ı vefâya fakîr ister isen
Cihânda Hamdî den özge bulunmaya muhtâc
Hamdullah Hamdi
Hak Teâlâ kimseyi bir ferde muhtâc etmesin
Yoksa halkın ettiği ihsâna değmez minneti
Şinasi muhtâc-ı atâ-yı diğerân: Diğerlerinin ihsanına muhtaç.
Gencîne-i lutfun var iken
Nâbî-yi zârı
Muhtâc-ı atâ-yı diğerân eyleme yâ Rab
Nâbî
muhtâc-ı devâ: Devaya muhtaç.
Beni levm etmez idin bî-pervâ
Hastayım baksana muhtâc-ı dernâ
Abdülhak Hâmit
muhtâc-ı duâ: Dua muhtacı.
Yârân-ı vatandan bizi özler bulunursa
Düştük sefer-i gurbete muhtâc-ı dudyız
Ziyâ Paşa
muhtâc-ı hizâb: Boya ihtiyacı.
Reng-i rû öyle midir şâhid mazmûnumda
Ki ola çebre-nümâ olmada muhtâc-ı hizdb
Nef’î
muhtâc-ı mihekk: Ölçme, tartma ihtiyacı.
Zer gibi erbâb-ı câh olsaydı muhtâc-ı mihekk
Bilinirdi lâyık-ı ser-kâr kim, ayyâr kim
Esat
Muhlis Paşa
muhtâc-ı sultân: Sultana muhtaç olma.
Rızkına kâni olangerdûna minnet eylemez
Alemin sultânıdır muhtâc-ı sultân olmayan
Ziyâ Paşa
muhtâc-ı tezâhür: Görünen ihtiyaç.
Çünkü muhtâc-ı tezahür değil isti’dâdın
Şüphe yok, hakk-ı semûhîleri var üstâdın
Mehmet Akif
muhtâc-ı yek-pâre: Tek parçaya muhtaç. eytâm için ki tese’ül-künân
Gezer yolda muhtâc-ı yek-pâre nân
Abdülhak Hâmit
muhtâc-ı zekât: Zekât ihtiyaçlısı.
Pâdişâhân-ı cibândır ki ibsânında
Kimi cerrar-ı tasadduk kimi muhtâc-ı zekât
Yenişehirli Avni
muhtâl: Ar. Hîle> ihtiyâl’den; dalavereci, hileci, düzenbaz.
Muhâldir ki ola mekr ü hîleye kâdir
Zemân-ı ma’deletinde zemâne-i muhtdl
Cinânî
muhtasar: Ar. Hasr’dan; hülasa, netice; kısaltılmış; küçük, ufacık.
Züğürt ölürsem öleydim ne çâre kâil idim
Olaydı baş sokacak denlü muhtasar hâne
Nef’î
Temdîd eden bir aşk ıki vuslatta muhtasar
Fıtratta bü’l-hevesyaşarey yâr-i dil-pezîr
Fâik
Âli Bey
Sensin o saff-şiken kim yazılsa menâkıbın
Her muhtasar rivâyeti bir dâsitân olur
Nef’î
Muhtasar eyle dilâ yâre yazarsan nâme
Ko cefâ kıssasını yoksa büyür hengâme
Behiştî
muhtass: Ar. Husûs’tan; bir kimseye ve bir şeye ait olan şey.
Güzellik olduğuna sana muhtass
Şehâ ebrûn ile çeşminyeter nssss
Şeyhülislam Yahya
muhtazar, muhtazır: Ar. Huzûr’dan; can çekişen, ölüme hazır, yolcu
Ne zemân zerd ü muhtazır
Eylûl
Etse giryân bulutlarıyla hulûl
Tevfik Fikret
Ne öldürür gam-ı firkat ne kaldırır sıhhat
Gönül firâş-ı derûnumda muhtazar kaldı
Keçecizade İzzet Molla
muhtazır-âne: Can çekişiyormuşçasına.
İnler, çıkıyormuş gibi a’mâk-ı zemînden
Her sâati bir harhara-i muhtazır-ânen
Tevfik Fikret
muhteceb: bk. muhtecib.
muhtecib: Ar. Hicâb > ihticâb’dan; örtülü, örtünmüş, gizlenmiş, gizlenen.
Atîye doğruyedmeli.
Atî, opür-seher
Bir ufk-ı muhtecib ki füyûzâta mehd-i nûr
Tevfik Fikret
(yed-: koşmak)
Muhtecibtir şerm-i isti’lâ, -yı fikrimden guyûb
Muhtefîdir reşk-i istiğnâ-yı tabimdan künûz
Muallim Naci
Açtıkça bu defter-i siyâhı
Bir yüz görürüm ki muhtecibdir
Tevfk
Fikret
muhteceb: Örtünme, bürünme.
Ey kâleb-i ağyâr-bîn senden eyi ağyâr mı var
Sensin yine perde sana olmaz hicâba muhteceb
Esrar Dede
muhtefî: Ar. Hafâ, hafî >ihtifâ’dan; ihtifa etmiş; saklanmış, gizlenmiş.
Aleme âlem olalı muhtefî olan sana
Açtım ihsân eyledim kim âyet-i büşrâ budur
Gaybî
Müncelî subh-ı ezel tarf-ı binâgûşunda
Muhtefî şâm-ı ebed zülf-i siyeh-pûşunda
Nâilî
Gdibde bir muhâvere geçmiş de pek hafî
Gaybî
ye söylemiş bunu
İdrîs-i muhtefî
Yahya Kemal
muhtekir: Ar. İhtikâr’dan; aldığı malları biriktirip sonradan pahalıya satan kimse, vurguncu.
Muhtekir kâfilesiymiş, ne edeb var, ne hayâ
Aç, sefîl inleyerek cân veredursun dünyâ
Mehmet Akif
muhtelif: Ar. Hilâf >ihtilâftan; çeşitli, değişik, farklı.
Kadd-i dil-dârı kimi ar’ar okur kimi elif
Cümlenin maksûdu bir ammâ rivâyet muhtelif
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
muhtell: Ar. Hall’den; 1. Bozuk, bozulmuş. 2. Karışmış, karışık.
Varsa üç ben gün bekâsı ömrümün
Olmasın muhtell safâsı ömrümün
Muallim Naci
muhtellü’d-dimâğ: Zihin bulanıklığı.
Lâleyi haylî perîşân-hâl gördüm bâğ da
Eylemiş sevdâ-yı zülfün onu muhtellüd-dimâğ
Şeyhülislam Yahya
muhtemel, muhtemele: Ar. Haml >
İhtimâl’den; olabilir, olmayacak şey değil, mümkün, gerçek diye kabul edilebilen. c. muhtemelât.
Bugünkü zevkımı bir muhtemel saâdet için
Tutup hebâ edecek
Tevfik Fikret
muhterem: Ar. Hürmet > ihtirâm’dan; ihtiram olunmuş, kendisine tazim edilmiş, hürmet gösterilmiş olan.
Ey Hüsrev-i âlî-nijad ey dâver-ipâk-i’tikâd
Ey şâh-ı sâhib-i adl ü dâd ey pâdişâh-ı muhterem
Nef’î
Dâver-i pür-şevket ü pür-ibtişâm
Muhterem ü muhteşem-i rûzigâr
Nef’î
muhterik: Ar. Hark > ihtirâk’ten; tutuşup yanan, ihtirak eden, yanık, yanmış.
Ah eder miydim seni tahrîr ederken ey hattâb
Muhterik bir şâirin tefsîr-i âhı olmasan
Muallim Naci
muhteriz: Ar. Hırz’dan; sakınan, çekinen.
Uzakta bir mütereddid ziyâ-yı bî-ma’nâ
Yolun lika-yı ratîbinde, muhteriz, dolaşır
Tevfik Fikret
Kafeslerde, câmlarda pür ihtizâz
Küçük, muttarid, muhteriz darbeler
Tevfık Fikret muhtesib: Ar. Hesâb’dan; 1. Belediye işlerine bakan memur, zabıta; belediye başkanı. 2. Ahlak zabıtası.
Şarâb-ı nâba lutf et muhtesib kahr ile çok bakma
Mükedder kılma aks-i tîreden câm-ı musaffâyı
Fuzûlî
Geldi yârân-ı safâ cem’inperîşân eyledi
Muhtesib gibi cihânda görmedim ehl-i fesâd
Behiştî
Muhtesib sâkî mey içmeğe yasak eylemeden
Bir yere cem’ oluban îş-i müdâm eyleyelim
Enven muhtesib-i bâd-ı bî-emân: Rica kabul etmeyen zamanın zabıtası.
Zâlim değil mi muhtesib-i bâd-ı bî-emân
Kılmış çemende kâseciğin lâlenin şikest
Behiştî
muhteşem: Ar. Haşmet’ten; ihtişamlı, tantanalı, gösterişli, debdebeli.
Zâtında fürû-mâyeliği
Hak da bilirken
Bî-fâidedir rif’at ile muhteşem olmak
Nâbî
muhteşem-i rûzigâr: Zamanın muhteşemi.
Dâver-i pür-şevket ü pür-ihtişâm
Muhterem ü muhteşem-i rûzigâr
Nef’î
muhtevî: Ar. Hava > ihtivâ’dan; 1. Bir yere toplayan. 2. İçinde bulunan.
Bir lânedir ki hücresi âfâk-ı muhtevî
Tevlîd eder o lânede eş’âr-ı dil-şikâr
Tevfık Fikret muhyî: Ar. Hayy > ihyâ’dan; canlandıran, hayat veren, dirilten.
Uzanmış, hasta, uryân, bister-i sengîn-i hâkîde
Arar cism-i tabîat bir şifâ, bir feyz, bir muhyî
Tevfik Fikret
muhzır: Ar. Huzûr’dan; eski mahkemelerde ilgilileri mahkemeye çağırmaya, götürmeye memur kimse, mübaşir.
Kartal kâdılık almış saksağan muhzır olmuş
Kurbağa yeşil giymiş eydür benim emîri
Ümmî Sinan
Kâdı ola da’vâcı vü muhzır dahi şâhid
Ol mahkemenin hükmüne derler mi adâlet
Ziyâ Paşa
muhzır-ı akl: Aklın mübaşiri.
Ben bu zu’m ile dahi çerh ile gavgâda iken
Muhzır-ı akla uyup halk ile da’vâda iken
Esrar Dede
muîd: Ar. Avd >
İâde’ den; eski okullarda düzeni sağlamakla görevli öğretmen yardımcısı.
Bû Hanîf e-şiyem ol şeyh-i efâzıl ki olur
Bû Alî medrese-i hikmet ü fazlında mu’îd
Nef’î
muîn: Ar. Avn >iâne’den; yardım eden, yardımcı.
Her ne emre iştigâl etsen saâdetle ola
Avn-ı Rabbânî zahîr ü lûtf-ı Yezdânî muîn
Nef’î
Musallat oldu gönül milkine cünûd-ı sivâ
Bize muîn ola şâh-ı azîme yalraralım
Nurl
Muîni zâlimin dünyâda erbâb-ı denâettir
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten
Namık Kemâl
muîn-i beşer: İnsanın yardımcısı.
Eyâ muîn-i beşer rahm kıl fütâdelere
Şefâat âyeti şânında çünkü münzeldir
Adlî (Sultan II. Bayezid)
muîn-i ümmet-i dâl: Sapıklık içinde olan ümmetin yol göstericisi.
Gel ey hulâsa-i kevneyn ü fahr-i mahlûkât
Habîb-ı Hazret-ı Bârî muîn-i ümmet-i dâl
Necati Bey
muizz: Ar. İzzet > i’zâz’dan; 1. Ağırlayıcı, ağırlayan. 2. İzzet ve ikram eden (Allah).
muizz-i dîn: Dinin ağırlayıcısı.
Eğer dünyâ vü dîn emrinde nâfi’ bir amel dersen
Duâ-yı devlet-i sultân muizz-i dîn ü dünyâdır
Bâkî
mukâbil: Ar. Kabl’den; 1. Karşı karşıya gelen. 2. Bir şeye karşı yapılan. 3. Karşılık. zf.
Karşılığında.
Fenâ bekâya mukâbil adem-i vücûda redîf
Cihân yok olmada mânend-i şem’-vâr olalı
Hâmi (Hâmi-ı Amidî)
Yüzüne karşı gün nice dacvâ-yı hüsn eder
Zerre kaçan mukâbil ola âfitâb ile
Hamdullah Hamdi
mukaddem: Ar. Kadem > takdîm’den; 1. Küçükten büyüğe sunulan. 2. Önde olan, önde giden. 3. Önceki, önce gelen. 4. Üstün, değerli. c. mukaddemât.
Yenilendi bu köhne âlem erince hemân nev-rûz
Cihâna mukaddemile bahş ediptir tâze cân nev-rûz
Hakanî
(ediptir: etmiştir)
Revâc-ı dîn-i mübîne muavin ü mukaddem
Umûr-ı şer ‘-i şerîfe mukayyed ü münka. d
Nef’î
Gam-ı cânân bana senden değil cândan mukaddemdir
Yıkıl git şundan ey dil çünkü sen ol gamdan incindin
Behiştî
mukaddemâ: Öncelikle.
Mukaddemâ çîre-destân çîde etmiş puhte esmârın
Mezâmînin riyâz-ı ma’rifette hamı kalmıştır
Hersekli Arif Hikmet
mukaddime: 1. Öne geçen, önde bulunan. 2. Giriş, başlangıç, ön söz. c. mukaddimât.
Kitab ilmine bir muhtasar mukaddimedir
Mutavvelât-ı mutûn-ı ledünn-i pür-esrâr
Ziya Paşa
mukadder: Ar. Kader’den; 1. Takdir olunmuş, kıymet biçilmiş. 2. Yazılı, alına yazılı; kader. 3. ed. Yazılı olmayıp, sözün gelişinden anlaşılan. c. mukadderât.
Kadîr ü muktedir ü kâdir ü mukadder dahi
Alîm ü âlim ü allâm u a’lem ü a’ld
Fuzûlî
Müyesser olmamak olmaz mukadder ise visâl
Ki olmaz ey yüzü gün zerrece visâle zernâl
Behiştî
Bir mukadder vakti vardır emrin olmazpîş ü pes
Dâimâ düşmez kazA destinden üsturlâb-ı çerh
beliğ
mukaddir: 1. Takdir sahibi olan; Tanrı. 2. Bir şeye değer biçen. c. mukaddirîn.
Kadîr ü muktedir ü kâdir ü mukaddir ü hayy
Alîm ü âlim ü allâm ü a’lâ
Fuzûlî
mukaddes: Ar. Kuds > takdîs’ten; her türlü noksanlık ve günahtan arınmış, takdis edilmiş olan, aziz. c. mukaddesât.
Hukûk sâhibi mûr olsa da
Süleymân’dır
Kişi mukaddes olur hakka istinâdı kadar
Asaf (Nâfıa Nâzırı Mahmut Celaleddin Paşa)
Debrin olmakta sühan-sencânı
O mukaddes eserin hayrdnı
Muallim Naci
Şeb-ı Mi’râc nâm-ı eşheridir
En mukaddes leyâlin ekberidir
Muallim Naci
Ey her yeri kopmuş vatan, ey hâk-i mukaddes
Baktım basıyor göğsüne toprak diye herkes
Midhat Cemal Kuntay
mukaddesât: Mukaddes, kutsal şeyler.
Namâz, oruç gibi şeylerle yok alış verişi
Mukaddesât ile eğlenmek en birinci işi
Mehmet Akif
mukaddime: () bk. mukaddem.
mukaddir: bk. mukadder.
mukaffâ: Ar. Kafiyeli, kafiyelenmiş.
Ebyât ile kıt’alar ser-â-pâ
Tertîb-i hecâ ile mukaffâ
Ziyâ Paşa
mukaffâ-yı adem: Yokluğun kafıyelenmişi.
Bir gazel söylesen olmaz mı berây-ı hâtır
Ne kadar sıklet ise nazm-ı mukaffâ-yı adem
Akif Paşa
mukaffâ-yı sühan: Sözün kafıyelenmişi.
Vezn-i eşMı terâhâlere vaz’ etmişler
Tartılır şimdi dükkânlarda mukaffâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
mukaffel: Ar. Kufl > takfîl’den; 1. Kilitli. 2. Sıkı sıkı kapanmış. c. mukaffelât.
Miftah-ı âh açar yine bâb-ı mukaffeli
Nâbî
mukallid: Ar. Kald >taklîd’den; insan ve hayvan sesleri ile müzik parçalarını taklit eden kimse, taklitçi.
Kılâde k ıldığı tesbîhi boynuna sûfî
Muhakkıkam sanır illâ hemân mukalliddir
Şeyhi
Mukallid oldu hep âlem cihân bir birine düştü
Olur olmaz safâsızda safâ mı kaldı âlemde
Hayâlî Bey
Mukallidi bırakır şekke ibtilâf-ı zevât
Eder sefîneyi iğrâk kesret-i mellâh
Basirî (Musullu Halil)
mukannen: Ar. Belli, belirli, şaşmaz. c. mukannenât.
Dedim evtâr-ı kânûn etti sînem reglerin derdin
Dedi kim bu kadîmî olagelmiştir mukannendir
zâti
mukârin: Ar. Karn > mukârenet’ten; yakınlaşan, karin, yakın olan.
Mukârin olmasa Nâbî vücûd-ı insâna
Cihân müşâhede etmezdi sûret-i eserin
Nâbî
Mukârin olmadım tâ dûr olaldan la’l-i dilden
Aceb mi gam diyârında gözümden kan revân olsa
Enverî
Ey dil firâk-ı hecre sakın mukârin olma
Zîrâ nemekle âteş kanın içer kebâbın
Ahı
Tâliakla muavin olmaz
Baht ile hüner mukârin olmaz
Ziyâ Paşa
mukarnes, mukarnas: Ar. Kurnâs “dağda burun şeklindeki çıkıntı” anlamından; 1. Çatma tavan, kubbe. 2. Kubbe biçiminde olan. 3. Nakışlı, işlemeli. 4. Bir çeşit başlık.
Olmasa ferş-i münakkaş dâmen-i sahrâ yeter
Bulmasam sakf-ı mukarnes kümbed-i mînâ yeter
Necmi
Bu ordu-gâhagelip konmasa kurulmazdı
Şu ne hazîne otağı mukarnesi meşhûd
Sâbıt
mukarreb: Ar. Kurb > takrîb’den; yakınlaşmış, yakın. c. mukarrebân, mukarrebîn.
Ey Murddî oldu her bir ilmin üstüne alîm
Onun içindir mukarreb geçti ebrâr üstüne
Muradî (Sultan II. Murat)
Hevâ-yı nefsi terk eden melâik rütbesin bulur
Mukarreb olamaz ref’ etmeyen bu tab’-ı hayvânî
Gaybî
Aşk değil mi asl-ı ebrâr u mukarreb gayrı nâs
Küllişey’ hep tâkatınca Hâlik’a meşkûr ise
Ümmî Sinan
mukarrer: Ar. Karâr >takrîr’den; 1. Kararlaşmış. 2. Şüphesiz, sağlam. 3. Anlatılmış, bildirilmiş. c. mukarrerât.
Mükahhal olmayan gözler inâyet tûtiyâsından
Mukarrerdir ki olmaz ol münevver nûr-ı Mevlâ’dan
Hamdullah Hamdi
Bilin ki taht-ı cihân bahr-i hûn sefinesidir
Mukarrer ona cülûs eyleyen girer kana
Behiştî
Her âk ıle bir derd bu âlemde mukarrer
Râhat yaşamış var mı gürûh-ı ukalâdan
Ziya Paşa
mukassar: Ar. Kasr > taksîr’den; 1. Taksir edilmiş, yapılabilir iken çekinilmiş. 2. Kusur işlemiş.
Visdlin vasfı şerhinde zebânım
Mukassardır mukassardır mukassar
Ümmî Sinan
mukassi: Ar. Kasvet > taksiye’den; kasvetli, sıkıntılı, sıkıcı; dar.
Mey-hâne mukassî görünür taşradan ammâ
Bir başka safâ başka letâfet var içinde
Nedim
Eskiden dalları üstünde öten şen kuşlar
Onu çıplak ve mukassî bularak uçmuşlar
Cenap Şahabeddin mukaşşer: Ar. Kışr > takşîr’den; kabuğu soyulmuş (meyve vb.), takşîr edilmiş.
Nîl-gûn fûtaya sardı beden-i uryânın
San benefşe içine düştü mukaşşer bâdâm
Fuzûlî
mukatta’: Ar. Kat’ > taktî’den; 1. Kat edilmiş, kesilmiş, kesik, ayrı. 2. c. mukatta’ât.
Yaşım denizin kesse ol İskender-i devrân
Bir hûb gazel derdim ona babr-i mukatta’
Bâkı mukattar: Ar. Katr’dan; imbikten geçirilmiş, damıtılmış. c. mukattarât.
Hevâ dimâğıma urdu aceb değil şimdi
Bu göz yolundan eğer yaşlarım mukattar ola
Kadı
Burhaneddin mukavves: Ar. Kavs > takvîs’ten; 1. Yay gibi eğri, kavisli. 2. Bükülmüş.
Mukavves kaşların yayı atar kirpik okun her dem
Ne kim ol gamzeden gelse bana sehm-i saâdettir
Şeyhi
Mukavves kaşların kim vesme birle renk tutmuşlar
Kılıçlar ki kanlar dökmek ile jeng tutmuşlar
Fuzûlî
Çocuk sıska ve âciz
Lerzan hareketiyle, muvavves bacağıyle
Akrânına eğlence olur, hırpalanırdı
Halkın nazarından kaçınırdı, utanırdı
Tevfik Fikret
mukayyed: Ar. Kayd’dan; 1. Bağlı, bağlanmış. 2. Zencirle bağlı. 3. Kayıt ve şarta bağlı. 4. Bir deftere geçmiş, deftere yazılı. 5. İşine önem verip bakan.
Tutuştu gam oduna şâd gördüğün gönlüm
Mukayyed oldu ol âzâd gördüğün gönlüm
Fuzûlî
Revâc-ı dîn-i mübîne muavin ü mukaddem
Umûr-ı şer ‘-i şerîfe mukayyed ü münka. d
Nef’î
Leîme renciş-i hâtır verir kerem etmek
Mukayyed olmasın erbâb-ı dille zahmet olur
Şeyhülislam Yahya
mukayyed-i bâd: Rüzgâra bağlı.
Yer yer serildi gül-şene kâlîçe-i çemen
Meyyâl-i cû mukayyed-i bâd olmadın gönül
Yahya Kemal
mukbil, mukbile: Ar. Kabl > ikbâl’den; İkballi, kutlu, mutlu. bahtiyar. c. mukbilân.
Arif kim ola müdbir ü nâ-dân ola mukbil
İkbâline yuf âlemin idbârına yuf
Bağdatlı Ruhi
Sen lebin depretmek ile cân fidâ eyler gönül
Cünbiş-i şehden murâdı bende-i mukbil kapar
Hamdullah Hamdı
Çok mukbili gördüm ki güler içi kan ağlar
Handân görünen herkesi hurrem mi sanırsın
Ziya Paşa
mukdim: Ar. Kıdem > ikdâm’dan; bir işte dikkatle ve sürekli çalışan, gayretli.
Revâc-ı dîn-i mübîne muavin ü mukaddem
Umûr-ı şer’-işerîfe mukayyed ü münkâd
Nef’î
mukdim-âne: Dikkatli ve büyük bir gayretle.
Sa’y eyle ulûma mukdim-âne
Ez-cümle bedî’ ile beydne
Ziya Paşa
mukırr: Ar. Karâr > ikrâr’dan; doğruyu söyleyen, ikrar eden.
Lebin efsûnunun muidiğine
Mukırrdır cümle-i ahbâb her dem
Kadı
Burhaneddin
Günâh ise seni sevmek ya etmek her gün âhı ben
Mukırrem ben günâhıma çok ettim bu günâhı ben
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
mukîm: Ar. Kıyâm >ikâmet’ten; bir yerde oturan, ikamet eden. c. mukîmân.
Dost yolunda olur devlet eşiğinde mukîm
Her kime feth edeler baht u saâdet kapısın
Şeyhi
Merkez-i vahdette olasız mukîm
Ermeye gönlünüze ta’n-ı hasûd
Gaybî
Cûlar gibi sû-be-sû revândır
Bilmem ne zemân mukîm olur dil
Muallim Naci
mukîm-i bâb-ı safâ-bahş: Safa bahşeden kapıda oturan.
Mukîm-i bâb-ı safâ-bahşına olur hâsıl
Ziyâret-i harem-ı Kuds ü tavaf-ı Beyt-ı Harâm
Bağdatlı Ruhi
mukîm-i hücre-i şevk: Arzu evinde oturan.
Mukîm-i hücre-i şevkım fezA-yı kurbunda
Hemîşe sem’-i ümîdimde iştiyâk-ı sadd
Fuzûlî
mukîm-i künc-i derd: Dert köşesinde oturan.
Benim ol câm-ı la’l ü kûşe-i ebrû hayâliyle
Mukîm-i künc-i derdin sâkin-i mey-hâne-i aşkın
Şeyhülislam Yahya
mukîm-i makâm: Makamda oturan.
Ben deyrde mukîm-i makâm olduğum yeter
Mansıb bana hem anda imâm olduğum yeter
Behiştî
mukîm-i vâdî-i derd ü gam: Gam ve dert vadisinde oturan.
Nice demden mukîm-i vâdî-i derd ü gam u aşkız
Ser-i kûy-ı vefânın sanma kim mibmânıyız cânâ
Selimî (Yavuz Sultan Selim)
mukle: Ar. 1. Gözbebeği. 2. Gözün siyah ve beyaz kısmı.
mukle-i çeşm: Gözbebeği.
Hattının vasfın gönül levhine tahrîr etmeye
Mukle-i çeşmim devât idinmişim müjgân kalem
Nizamî
mukmir, mukmire: Ar. kamer > ikmâr’dan; mehtaplı (gece).
Çîninde olur ârız-ı pür-tâbı nümâyân
Ol zülf ham-ender-ham imiş leyle-i mukmir
Rızayi mukri’: Ar. Kırâ’at > ikrâ’dan; 1. Kur’an okumasını veya ezberlemesini öğreten. 2. Kuran okuyan.
Gül câmi’i oluptur eygonce-leb çemen
Mukri’dir anda bülbül-i şeydâ menâr serv
Hayâlî Bey
muksim: Ar. Kısm’dan; taksim eden, ayıran.
muksim-i rızk-ı enâm: Bütün varlıkların rızkını taksim eden.
Ol menba’-ı cûy-i merâm ol muksim-i rızk-ı enâm
Olsun ilâ-yerme, l-kıyâm şâhân-ı dehre mültecâ
Seyyit Vehbî
muktebes: Ar. Kabs > iktibâs’tan; aktarılmış, aynen alınmış, iktibas edilmiş. c. muktebesât.
Şi’r-ı Necâtî olsa dahi etmeye eser
Işk âteşinden olmayıcak muktebes gönül
Necati Bey
Gördüğün zindân-ı aşkın neşve-i şevk-âreri
Muktebestir neşvesinden sâgar-ı ser-şârımın
Muallim Naci
muktedâ: Ar. Kadv >iktidâ’dan; 1. Kendisine uyulan, örnek tutulan. 2. Önde bulunan, herkesin uyduğu.
Bir yolda sâbit et kadem-i itibârımı
Kim reh-ber-i şerî’at ola muktedâ bana
Fuzûlî
Muktedâmız aşk-ı Hudâdır aşkı edindik imâm
Onunjçin oldu her demde saldtımız müddm
Gaybî
Oluptur muktedâsı hüsn ile hûbân-ı devrânın
Bugün mülk-i meldhatte onundurşimdi seccâde
Cinânî (oluptur: olmuştur)
muktedâ-yı âlem: Âlemin örneği.
Senden yeter velîlere te’yîd-i iktidâ
Sen muktedâ-yı âlem eden evliyâ hakı
Fuzûlî
muktedir: Ar. Kudret > iktidâr’dan; 1. Güçlü, kuvvetli. 2. bir işi yapabilen. c. muktedirîn.
Değildim muktedir bir iltifâta
Bakardım dûr-bîn ile haydta
Ziyâ Paşa
Ne mümkün zulm ile bî-dâd ile imhâ-yı hürriyyet
Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen, âdemiyyetten
Namık Kemâl
Bu iftirâkı, bunun telhî-i lezîzini siz
Tahayyül etmeğe bilmem ki muktedir misiniz
Tevfik Fikret
muktefî: Ar. Kafâ > iktifâ’dan; birinin ardı sıra giden, uyan, örnek alınan, iktifa edilmiş.
Cânân da muhâcir oldu şimdi
İsr-i nebevîye muktefîyiz
Muallim.
Naci mukterin: Ar. Karn > iktirân’dan; yaklaşan, yakın gelen.
Mevt olmadan bu hâbına, bî-çâre, mukterin
Gel mevc-i nûr-ı fecr-i muhîtâta gir, gerin
ahmet Hâşim
muktezâ: İktizâ’dan; 1. İktiza eden, gereken. 2. Kanun ve fermana uygun olarak yazılan derkenar.
Vücûd-ı hükmün için muktezA vücûd-ı beka
Beka-yı şer’in için mültezim beka-yı vücûd
Nevres-i Kadim
muktezâ-yı asr: Asrın gerektirdiği.
Akl ü mâlin cem’ine âlemde yoktur ihtimâl
Sen işinde muktezA-yı asra eyle imtisdl
Ziyâ Paşa
muktezâ-yı bâğ: Bağın gerektirdiği.
Bâkî zemân-ı işret ü hengâm-ı ayştır
Vermek gerek ne hâlet ise muktezA-yı bâğ
Bâk muktezâ-yı gerdiş-i dolab-ı âlem: Dünya dolabının dönme gerekliliği.
Geh bülendi pest eder gâhî eder pesti bülend
MuktezA-yı gerdiş-i dolab-ı âlem böyledir
Nâbî
muktezâ-yı hâl: Hâlin gerektirdiği.
Muhibb-i sâdık odur muktezA-yı hâl üzre
Ya sarf-ı mâl ede ahbâbına ya bezl-i vücûd
Beliğ muktezâ-yı meşreb: Meşrebin gerektirdiği.
Piyâle-keşliğimiz muktezA-yı meşrebtir
Cihânda çektiğimiz hep belâ-yı meşrebdir
Resîm (Mustafa Çelebi) muktezâ-yı nizâm-ı cihân: Cihan nizamının gerektirdiği.
Bilmem ki muktezâ-yı nizâm-ı cihân mıdır
Dâim cihânda câhil olur mes’adet-nümûn
Ziyâ Paşa
mûmyâ, mûmiyâ: Far. 1. Hiç çürümemek üzere ilaçlanmış ölü. 2. Her derde deva olduğu söylenen bir masal ilacı. 3. Çok zayıf kimse.
Bir sınanmışa mûmyâ dilerdim
Bir hasta için şifâ dilerdim
Fuzûlî
Geçerdi ol da hassiyyetten elde ihtiyâr olsa
Şikest-i ehl-i derde çâre-ger bir mûmiyâ kaldı
Nâbî
Tutarsan pendimi kalsın şikest-i hâtırın ber-câ
Tefâhür-gûne vaz’-ı imtinân-ı mûmiyâdangeç
Nâbî
Hastalıktan amân görmeye çeşm-i sehîn
Mûmyâ bulmaya âlemde şikest külehin
Nedim
mû-miyân: bk. mû.
munazzım: Ar. Nazm > tanzîm’den; tanzim eden, düzenleyen.
Zerrat-ı bî-nibâyesi, zerrat-ı nâimi
Kevnin, hulâsa, fikr-i beşerdir munazzımı
Tevfik Fikret
mûnis: Ar. Üns’ten; 1. Alışılmış, alışılan, ünsiyetli. 2. Sevimli, cana yakın. 3. İnsandan kaçmayan, ehil.
Nigârım dil-berim yârim nedîmim mûnisim cânım
Refîkim hem-demim ömrüm revânım derde dermânım
Nesimi
Berî oldum
Fuzûlî gayrden ol dil-rübâ ancak
Enîsim, mûnisim, yârim, nigârm nâzenînimdir
Fuzûlî
Yek rengî-i vahdet görünür mûnisimizde
Kânûn-ı mahabbet çalınır meclisimizde
Nâbı mûnis-i bezm-i beka: Kalıcılık meclisinin sevimliliği.
Tdat-ı Hak mûnis-i bezm-i bekâdır âkıbet
Sıhhat-i cân u beden senden cüdâdır akıbet
Bâkî
mûnis-i cân: Can dostu.
Her hâr ile sen sohbet edersin dün ü gün ben
Derdin ederim mûnis-i cân yandım elinden
Ahmet Paşa
Öyle cânânı eden mûnis-i cân
Dâr-ı dünyâda bulur hûr-i ci«An
Sünbülzade Vehbi
mûnis-i gam-güsâr: Gam giderici dost.
Gör mûnis-i gam-güsâr kimdir
Bizden ki usandı yâri kimdir?
Fuzûlî
munkalib: bk. münkalib.
munsarif: Ar. Sarf > insirkâf’tan; 1. Çekilip giden. 2. gr.
Her türlü hareke alabilen kelime.
Kabrin cihetinden oluyor munsarif ebsâr
Kendin gibi âşıklarını sanma vefâ-dâr
Muallim Naci
munsif: Ar. Nasâfet veya nasfet > insâf’tan; 1. İnsaflı, insaf eden. 2. Kötülükte ileri gitmeyen.
Râzıyam cân ile ol munsifin insâfina kim
Etmeye cevr ü cefâ kılmayıcak bârî vefâ
Hamdullah Hamdı (kılmayıcak: kılmayınca)
muntafî: Ar. Tufû’ >intifâ’dan; sönmüş, söndürülmüş.
Gûyâ bu ân-ı leylede bir rûh-ı derbeder
Bir rûh-ı muntafî
Çeşm-i siyâh-ı zulmete, vaz’ eder
Bir bûse-i hafî
Cenap Şahabeddin muntavî: Ar. Tayy >intivâ’dan; dürülmüş, bükülü, sarılı.
Bunda olmuş hüccet-i hükm-i hilâfet muntavî
Bundadır hâk-i hilâfet-hîz-i hatm-i çdr-ydr
Fuzûlî
Muntavî nutk-ı fasîhinde kelâm-ı bülegâ
Münderic nazm-ı şerîfinde nikât ü mazmûn
Cinânî
muntazam, muntazama: Ar. Nizâm >intizâm’dan; sıralanmış, düzgün, tertipli.
Yok idi gerçi muntazam hânem
Bana rûşen gelirdi rîrâk•m
Muallim Naci
muntazamü’l-hâl: İyi durumda.
Hak muntazamü’l-hâl ede devletle vücûdun
Olpâyede kim merci’-i eşrâf-ı ümemdir
Nef’î
muntazam-hâl: Hâli vakti yerinde.
Eylemez kimseye devrân iki yüzden in’Mm
Muntazam-hâl olanın ekseri illetli olur
Hâzık (Erzurumlu Mehmet)
muntazar: bk. muntazır.
muntazır, muntazar: Ar. Nazar > intizâr’dan; bekleyen, gözeten.
Dîdeler muntazır devlet-i dîdârı idi
Şükr kim îd-veş ol âfet-i devrângeldi
Nedim
Gül hazâna muntazır, bülbül figâna münhasır
Çeşm-i ibrette gülistan ayn-ı şîre-gâhdır
Haşmet
Ağyâr giderse gelirim demiş o dil-dâr
Dil muntazır ammâ ne gelir var ne gider var
bağdatlı Ruhi (gelir: gelen; gider: giden)
Muntazır hüsn-i icâbet, müterakkıb-ı tevfîk
Geldi hengâm-ı duâ eyleme tatvîl-i kelâm
Nâbî muntazır-ı rahmet-ı Hudâ: Allah’ın rahmetine sığınma.
Amelden ücret umunca gurûr-ı tâat ile
Günehde muntazır-ı rahmet-ı Hudâ olalım
Şeyhi muntazır-ı makdem-i mihmân: Misafirin gelip dönmesini bekleme.
Cem’ edip bir nice hâşâk ile birkaç mürgü
Hâsılı muntazır-ı makdem-i mihmân idi
Kays
Şeyhülislam Yahya
muntazar: Beklenilen, intizar edilen.
Bir yolcunun kudûmu idi orda muntazar
Gün doğmadan meşîm-i şebten neler doğar
Tevfik Fikret
mûr: Far. Karınca. c. mûrân.
Bir olur eyleyicek adli zuhûr
Der-i lutfunda
Süleymân ile mûr
Hakanî
Mûr gibi emrine kılmış itâat halk-ı Rûm
Râm oluptur nitekim
Mûsâ’ya ey şeh sibr-i mâr
Lamiî Çelebi
Bir olur adl-ı İlâhîde
Süleymân ile mûr
Der-geh-ı Hakda hemân şâh ile sâil birdir
İzzet Ali Paşa
mûr-ı nâ-tüvân: Güçsüz karınca.
Görme erzânî
Süleyman-ı bârgâh-ı nazm iken
Çeşm-i baktım çeşm-i mûr-ı nM-tmandan teng ü târ
Nazîm (Yahya)
mûr-ı tama’: Hırs karıncası.
Doldu mûr-ı tama’ ile kamu enbân-ı kerem
Oldu pür mâr-ı cefâ havU-i gül-zar-ı vefâ
Hamdullah Hamdi
mûr-i zaîf: Zayıf karınca.
Külçe-i mibr ü mehi az göre bir mûr-ı zaîf
Sofra-i lûtfunıla âmm ola ger hân-ı kerem
Cem Sultan
Sen
Süleymân ne dille öğe bir mûr-ı zaîf
Getire nutka meğer lutfun ile onu kerem
Ahmet Paşa
mûrân: Karıncalar.
Komaz halk intikâmın zâlime idbârı vaktinde
Zabm-dâr olsa ef’î onu mûrân eyler eşkende
Beliğ
mûrçe: Küçük karınca. c. mûrçe-gân.
Üstüne düştü gürûh-ı aceze
Uğradı mûrçe-gân mekrinepil
Sürurî
murabba’: Ar. Rub’> terbî’den; 1. Dörtlü, dört şeyden meydana gelme. 2. Dört köşeli. 3. ed. Her bendi dörder mısralık manzume (aaaabbbaccca. kafiyeli).
. 4. mat.
Kare.
Bugün bize ta’n eylemesin dün gece sûfî
Mecliste müselles içip okurdu murabba’
Bâkî
murâd: Ar. Revd > irâde’den; arzu, dilek, istek, maksat, meram. c. murâdât.
İkbâlime yoktur
Ttimâdım
Müşkil görünür benim murddım
Fuzûlî
İşte Allah murâd eyleyicek böyle olur
Sa’b olan emri eder ahsen-i hâl ile tamdm
Nâbî
Bir dem murâdım üstüne devr eylemez felek
Ab istesem serâb-ı ademden nişân verir
Nef’î
murâd-ı dünyevî: Dünyaya ait istekler.
Murâd-ı dünyevî fevt ettiğinden ehl-i dünyânın
Sirişk-i hasreti bed-reng ü bû çirk-âbdan kalmaz
Nâbî
murâd-ı Hak: Hakkın isteği.
Kader dedikleri halkın murâd-ı Haktır kim
Ezelde etti bizi her umûrda tahyîr
Şinasi
murâdât: Muratlar, istekler.
Teessüf eyleme fevt ettiğin murâdâta
Hudâ kerîmdir andan güzel bedel yetişir
Nâbî
murahhas: Ar. Ruhsat > terhîs’ten; 1. İzinl i, ruhsatlı. 2. Devlet veya bir kurum adına bir yere gönderilen kimse, delege. c. murahhasîn.
Ne bilsin meclis-i rindânı zâhid
O bezme her kişi olmaz murahhas
Şeyhülislam Yahya
murâkıb: Ar. Rakb> murâkabe’den; 1. Koruyan, murakabe eden. 2. Allah’a bağlanmış. 3. Denetleyici, kontrolör.
Urup vahdetten ey şeyh-i murâkıb dem açılmazsın
Büründün hırkaya kunfuz gibi muhkem açılmazsın
sürûrî
murakka’: Ar. Rak’ >terkî’den; yamanmış, yama vurulmuş, yamalı.
Cisimsiz şekl-i murakka’dır ser-â-ser dâğdan
Şimdilik âlemde bir köhne kabâya mâlikiz
Bâkı
Şeb-zinde-ddr olalıdan mânend-i şeyh bülbül
Teshîr edip girdi şâh-ı güle murakka’
Behiştî
Baş salar sûfî gibi yeşil murakka’lar giyip
Şöyle benzer serv gül-şende sabâdan aldı el
Necati Bey
murassa’: Ar. Rasa’ > tersî’den; 1. Kıymetli taşlarla bezenmiş. 2. ed. İki mısra veya iki fıkrası birbiriyle kelime kelime aynı vezin ve kafiyede olan söz veya beyit. 3. Yazı stili.
Bir perîsin sen ki bu zülf-i arak-rîzin senin
Hoş murassa’ anberine taktı hânım boynuma
Ahmet Paşa
Şîşe-i çerhdegör bunca murassa’ nahli
Nice ârâste kılmış onu sun’-ı Cebbdr
Bâkî
Gece kime kuruldu bu hargâh-ı murassa’
Gündüz kime uruldu bu kürsî-i mualld
Nizami murakkam: Ar. Rakam’dan; 1. Yazılmış, yazılı. 2. Rakam, sayı konulmuş.
; numaralanmış, numaralı.
A’sâr-ı muâsırînden hem
Ma’rûflar oldular murakkam
Ziya Paşa
murdâr: Far. Pis, kirli, iğrenç.
Hubs u ağrdz ile endîşesi murdâr olana
Günde beş kerre vuzû’ile tahâret gelmez
yenişehirli Avni
murg: bk. mürg.
mûris, mûrise: Ar. Verâset >îrâs’tan; 1. İras eden, husule getiren, veren. 2. Miras bırakan.
mûris-i âsîb: Belâ bırakan.
Tünd-bâd-ı sitemin sadme-i kûM-endaz
Şâh-sâr-ı hevese mûris-i âsîb olmaz
Nâbî
mûris-i kemâl: Tam miras.
Nâbî eser zuhûru olur mûris-i kemâl
Ahir kenâr-ı kâsedeki mû-şikâf olur
Nâbî
mûris-i devlet: Devlet mirası.
Ber-murâd olmakla bir âlet imiş
Mûris-i devlet imiş rif’at imiş
Hakanî
mûris-i nakd-i helâk: Yok olma parasını kazandıran.
Şerm-i nâ-dânî olurdu mûris-i nakd-i helâk
Hod-pesendî tesliyet-bahşâ-yı cühhâl olmasa
Nâbî
murtâdd: Ar. Redd’den; İslam dinini bırakıp başka bir dine giren.
Devlet onundur ki dmennd diye irşddına
Hısm eder hûr u melâik münkir ü murtâddıma
Ümmî Sinan
murtazâ: Ar. Rızâ >irtizâ’dan; 1. Beğenilmiş, seçilmiş, irtiza edilmiş, müntehip. 2. Hz. Ali’nin lakabı.
Tîğına ne ola yemîn eylerse rûh-ı MurtazA
Bir gazA ettin ki hoşnûd eyledin peygam-beri
Nef’î
Bâbı sensin cümle ilmin şebri şâh-ı Mustafâ
Kenz-i a’zam kapısın buldu cemâat
Murtazâ
Ümmî Sinan
mûsâ: (İbranice >Moşe’den).
Tur-ı Sina’da kendisine Allah’ın tecellisi vaki olan peygamberin ismi.
Bu kelimenin
Süryanice’de tabut anlamına gelen “mû” ile, su anlamına gelen “sâ” kelimesinden mürekkep olduğu ve
Hz. Musa’nın da
Nil nehri üzerinde ve bir tabut içinde bulunduğu için bu isim ile anıldığı rivayet olunur.
Diğer bir rivayette de
Kıbtî dilince “mû” su ve “şâ” da ağaç anlamına gelerek
Hz. Musa’nın suda ağaçlara yakın bir yerde bulunduğu için “Mûşâ” diye de isimlendirilmiştir.
Daha sonra
Arapça’da
Mûsâ ve
Farsça’da da
Mûsî denilmiştir.
Bir tecellî idi
Mûsâ’ya da kim el virdi
Şecer-ı Tûr hemîşe
Yed-i beyzA vermez
Koca Râgıp Paşa
Kalem bir bülbül-i mu’ciz-sadâdır dest-i kâmilde
Asâ-yı
Mûsâ’nın ejdehâdan farkı var yoktur

Mûsâ giderip hatt-ı siyâhını yüzünden
Gösterdi izarında nigârın
Yed-i beyzd
İbni Kemâl
musâb: Ar. Savb > isâbet’ten; başına bela, musibet gelmiş. c. musabât.
Görenek hem yalnız
Çin’de mi salgın
Nerde!
Hep musâb, âlem-ı İslâm o devâsız derde
Mehmet Akif
musâfaa, musâfaât: Ar. Saf5 (Kanat vurma’dan); samimi dostluk içinde bir başkasını kucaklaması, boynuna sarılması.
Nâ-râsttır sipibr mümâşât ederse de
Sâf olmaz iddiâ-yı müsâfaât ederse de
Nâbî
musaffâ: Ar. Safvet
> tasfıye’den; temizlenmiş, tasfiye edilmiş, saf ve duru kılınmış, süzülmüş.
Muhabbet bezminin nûş etmeyen câm-ı musaffâsın
Çeker gerdûn-ı dûnun günde yüz bin türlü gavgdsın
Şemsî Paşa
Siriştinde onun kim nûr var kalbinde kîn olmaz
Musaffâ tıynetânın tarf-ı ebrûsunda çîn olmaz
Nâbî
Mübârek iffetin oldukça lâmi pâk cebhende
Güzelsin en musaffâ gökte şimşek işti’âlinden
Kemalzâde Ekrem Bey
musâhabe, musâhabet: Ar. Sohbet’ten; iki kişi arasında yapılan konuşma, görüşme. c. musâhabât.
Şûrîde-meşrebiz baş açık lâubâliyiz
Ehl-i dilin musâhabetinden safâlıyız
Behiştî
musâhib: 1. Biriyle sohbet eden, konuşan. 2. Büyük bir kimsenin yanında bulunarak onun sohbetine katılıp onu eğlendiren. 3. padişah hizmetinde bulunan ve özel işlerine bakan kişiler.
Komazsam aceb mi mey-i nâbdan el
Onu gördüm ancak riyâsız musâhib
Bağdatlı Ruhi
Musâhib oldu dil ü cân gamınla ışkından
Muvâfık olacağız yolda hoşdurur ashâb
İbni Kemâl
Bâd ile hem-dem olsa perîşân olur saçın
Her-câyinin nice olısar pes musâhibi
Hamdullah Hamdi
(olısar: olacak)
musahhaf: Ar. Sahf >tashîften; okurken veya yazarken yanlışlıkla değiştirilmiş, imlası yanlış yazılmış.
Hat geldi rûh-ı âline yâr oldu müzellef
Devr ile olur âlet-i tashîf musahhaf
Nâbî
musahhar: bk. müsahhar. musahhih: Ar. Sıhhat >tashîh’den; düzeltici, yanlış düzelten, tashih eden. c. musahhihîn.
musahhih-ı Zâik
: Zâik’in tashihçisi.
İki tdrîh-i ra’ndyazdı kilk-i gevher-efşânı
Bu dîvâna musahhih-ı Zâik fersûde efkârın
Zâik (Şeyh Mehmet Emin)
musâhib: bk. musâhabe.
musallâ: Ar. Salâ >tasliye’den; 1. Cenaze namazı kılınan açık yer. 2. Namazgâh, namaz kılınan açık yer.
Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî
Durup el bağlayalar karşına yârân safsaf
Bâkî
Çıksan ey dil-ber bu kametle musallâ sahnına
Aleme ger îd ise ol gün kıyâmettir bana
Lamiî Çelebi
Bekler, ne zemân kaldıracaklar diye mebhût Üç kıt’a musallâsı olan bir kaca tâbût
Midhat Cemal Kuntay
Bir namâzlık saltanatın olacak
Taht misâli o musallâ taşında
Cahit
Sıtkı
Tarancı
musallat: Ar. Selâset >teslît’ten; sataşmış, birinin üzerine düşmüş, ilişmiş.
Musallat oldu gönül milkine cünûd-ı sivâ
Bize muîn ola şâh-ı azîme yalraralım
Nurl musammem: Ar. Samm > tasmîm’den; kati olarak karar verilmiş, tasmim olunmuş.
İşitmekle mücerred lutf-ı tab’ın
Edâ-yı medhin olmuştu musammem
Nef’î
Ne rütbe mertebe bulsa kişi bu âlemde
Yine zebûn-ı ecel olması musammemdir
Ziya Paşa
musannif: Ar. Sınıf >tasnîf’ten; 1. Tasnif eden, sınıflandıran. 2. Mevcut bilgileri toplayıp yazan, muharrir, yazar. 3. Sıralaç, sıralama aleti. c. musannifân, musannifin.
musannifân: Musannifler.
Şol müstefid-i nüsha-i vahyim ki tab’ıma
Dersi musannifân vermez kudsiyân verir
Sürûrî
musavver: Ar. Sûret >tasvîr’den; 1. Sureti yapılmış, tasvir edilmiş. 2. Resimli, tersim edilmiş.
Sensin ol rûh-ı musavver ki olur hem-vâre
Yâd-ı mecmûa-i hüsnünle perîşân dişşer
Nâilî
Kâlıb-ı fersûdeme verdi hayâlin nev-hayât
Hey kıyâmet bir musavver câna benzettim seni
Behiştî
Musavver bir nigâr-istâna benzer safha-i rûyun
Ruhunda hatt ü hâlin nakş-ı günâ-gûndur cânâ
Halim
Giray (Kırım Hanı)
musavvir, musavvire: Ressam, resim yapan.
Çekersin ey musavvir sûretin meheşlerin ammâ
Ne mümkündür murâdınca çekilmez kaşları yâyı
Fuzûlî
Eylesin bâl-ı Hümâ’dan kalem-i mûyînin
Sûret-i esbin eğer etse musavvir tasvîr
Bâkî
Musavvirler yazıp
Ferhâd’ı kûh-ı Bîsütûn üzre
Verip destine tîşe haylî üstâd-âne yazmışlar
Nef’î
mushaf: Ar. 1. Sahafe’den; 1. Kitap
hâlinde yazılmış kitap. 2. Kur’an. c. mesâhif.
Gül mushafın sabâ yeli açtı varak varak
Işk âyetini bülbül okudu sebak sebak
Necati Bey
Safha-i hüsnüne sûret verdi yârin hâl ü hat
Hatt-ı mushaf hûb olur kondukta i’râb u nukat
İbni Kemâl
Nasîhat etmeğe uşşâka ey yüzü mushaf
Müjen satırları olmuştur âyet-i tevbîh
Behiştî
Cemâlin mushafinda sürh-i la’lin vakf-ı âyettir
Bu râzı vâkıf-ı esrâr-ı Kur’ân olmayan bilmez
Şeyhülislam Yahya
mushaf-ı cemâl: Güzellik kitabı.
Ey mushaf-ı cemâl cemâlin kitabının
Her faslı fasl-ı şîve vü her bâbı bâb-ı ndz
Nizamî
mushaf-ı gül: Gülün kitabı.
Andelîb-i hoş-sadâ bir gül-şenî dervîştir
Mushaf-ı gülden okur subh u mesâ evrâdını
Şeyhülislam Yahya
mushaf-ı hüsn: Güzellik kitabı.
Zülfünle rûhun
Mushaf-ı hüsnünde nigâra
Tefsîrin eder âyet-i nûr ile duhânın
Melihî mushaf-ı ışk: Aşk kitabı.
Mushaf-ı ışkı umaram ben yine ibyâ edem
Nitekim
Tewât, ı yazdı zayi’ olmışken Üzeyr
Behiştî
mushaf-ı mecîd: Büyük, ulu kitap.
Rûyun hayâlini ne ola dil alsa dîdeden
Lâyık mıdır ki suya düşe mushaf-ı mecîd
Behiştî
mushaf-ı Osmân: Osman’ın kitabı.
Eşkim sahîfe-i ruh-ı cânâna düşmesin
Hûn-ı şehîd mushaf-ı Osmân’a düşmesin
Sâbıt
mesâhif: 1. Mushaf’lar, sahife hâline getirilmiş olan şeyler, kitaplar. 2. Kur’anlar.
Nikât-ı nüsha-i hüsne o kes ki vâkıf olur
Edeble bûse-zen-i dâmen-i mesâhif olur
Nâbî
Nikât-ı nüsha-i hüsne o kes ki vâkıf olur
Edeble bûse-zen-i dâmen-i mesâhif olur
Nâbî
mûsıkî: Yun.
Musa >musike’den, Ar. Mûsıkî.
mûsikî-i semâvî: İlahi musiki.
Dursun bu mûsıkî-i semavî içinde sâz
Leyl-i tarabda bir dahi mızrâb uyanmasın
Yahya Kemal
musırr: Ar. Sarr >ısrâr’dan; ısrar eden, direnen, ayak direyen.
Nice ey hâm hırs-ı dünyâ kim taparsın rûz u şeb
Geç bu fâsid fikrden olma musirr sözüne tâ
Âdile Sultan
Musırrım, sâbitim ta cân verince halka hizmette
Fedâ-kârın kalır ezkârı dâim kalb-i millette
Namık Kemâl
musîb, musîbe: Ar. Savâb > isâbet’ten; isabet eden, yanılmayan, rastgelen.
Makbûl-i bezm-i sohbet olur müfsid-i leîm
Menfûr-ı tab’-ı âlem olur nâsıh-i musîb
Ziyâ Paşa
Siyâsetti her yaptığım pek musîb
Husûl-i merâm oldu kısmen nsssîb
Abdülhak Hâmit
musîbet: Ar. İsâbet’ten; 1. Felaket, ansızın gelen bela, sıkıntı. 2. mec. Uğursuz. c. mesâyib, mesâib.
Her yer denir ki haclesi olmuş musîbetin
Hasm-âne bir nümâyişi aşkın, muhabbetin
Abdülhak Hâmit
mesâib, mesâyib: Musibetler.
Ahir mesâyib ede
Hudâ bu musîbeti
Bu söz cihânda nite ki vird-i zebân ola
Lamiî Çelebi
Mesâib etmeye görsün zavallı mülkü zebûn
Asık suratlıların hepsi münbasit, memnûn
Mehmet Akif
musîbet-kede: Musibet yeri.
Ger bâd-ı sümûm-ı gazabı olsa şerer-hîz
Firdevs-i musîbet-kede-i hemm ügam eyler
Yenişehirli Avni
mûsîkâr: Ar. 1. Mizmar çeşidinden kalem, düdük; kaval; dervişlere mahsus saz. 2. Rüzgâr estikçe gagasından türlü türlü sesler çıkardığı söylenen efsanevi kuş.
Ten-i zarımda pehlûm üstühânı sayılır bir bir
Beni seyr etmeyen ahbâb mûsikârıgörsünler
Bâkı
Bâd tahrîk edicek nâyı sadâ ile diye
Nefesin tuttu o dem çaldı biraz mûsîkâr
Hayâlî Bey
(edicek: edince)
mûsil: Ar. Vusûl > îsâl’den; ulaştıran, yetiştiren, vardıran.
Cemâli nûrunu kâşif yine celâli onun
Dem-i vusûlüne mûsil tarîk-ı fakr u fenâ
Hamdullah Hamdi
muslih: Ar. Salâh ve sulh > ıslâh’tan; 1. İyileştiren, islah eden. 2. İyileştirme, düzeltici, arabulucu. c. muslihîn, muslihûn.
Hisâb olmazdan evvel bildirip nefsin hisâbını
Sana her dem ola müşkil olan eşkâlini muslib
Nuri
Bilip ahkâm-ı rü’yâyı vü fetvâyı vü takvâyı
Ola evsâfını akvâlini a’mâlini muslih
Nuri
mustafâ: Ar. Safvet
> istifâ’dan; Arınmış arıtılmış. 2. Hz. Muhammed’in diğer ism-i şerifi.
Çün
Mustafâ denildi lâkab zat-ı pâkine
Bildim ki cümle âleme gökten iner lâkâb
Hamdullah Hamdi
mustafâvî: Hz. Muhammed
Mustafa ile ilgili.
Sanman bizi kim beste-dil-i nefs-i gavîyiz
Hâk-i kadem-ı Al-ı Abâ
Mustafâvî’yız
Şeyh Galip
mustarib: bk. muztarib.
mustazıll: Ar. Zıll > istizlâl’den; gölgelenen, gölge altında bulunan. mec. birinin himayesinde bulunan.
mustazıll-ı âtıfet: İyilikseverliği gölgelenen.
Yâ Rab ol Şâh-ı cibân-bân mazbar-ı tevfîk olup
Mustazıll-ı âtıfet etsin bu mülk ü milleti
Ziya Paşa
muşamma’: Ar. Şem’den; muşamba.
Ben zerd ü nizâr ile sarılsam ne ola cânâ
Kıymetli kumâşa sarılır çünki muşamma’
Bâkî
muşt, müşt: Far. 1. Yumruk, tokat. mec. Avuç.
Gelmez dil-i dânâsına âlâyiş-i dünyâ
Yek-müşt gubâr ola mı deryâ-yı mükedder
Rızayi müşt-i girân: Ağır yumruk.
Hele insin bir iki müşt-i girân ensesine
Ne ağır başlı olur bak o sebük-ser dediğin
Muallim Naci
müşt-i kûpâl: Gürz yumruğu.
Ne tafahhus ne hitâb ü ne suâl
Gelir âmed ü şûde müşt-i kûpâl
Nâbî
müşt-i teessüf: Pişmanlık yumruğu.
Döğünse müşt-i teessüfle ne ola sîne-i ömr
Ki zayi’ olmadadır yok yere hazîne-i ömr
Nâbî
müşte: 1. Muşta, yumruk, müşt. 2. Kunduracıların deriyi yumuşatmak için kullandıkları demir tokmak. 3. Birine vurmak için parmak veya ele takılan demir alet.
müşte-zen: Muşta vuruşu. müşte-zen-i tabl-ı sımâh-ı gerdûn: Feleğin kulağına vuran davulcu vuruşu.
Na’ralar müşte-zen-i tabl-ı sımâh-ı gerdûn
Sadmeler, zelzeleler hadşe-res-i kalb-i menûn
Tevfik Fikret
mutâ’, mutâ’a: Ar. Tav5 > itâat’ten; itaat olunan, boyun eğilen.
Benim şimden geri mahkûm-ı fermân-ı mutâdmdır
Gerek erbâb-ı tedrîs ügerek küttâb-ı dîvânî
Osmanzâde Taip
mu’tâd, mu’tâde: Ar. Adet > i’tiyâd’dan; alışkanlık hâline getirilmiş, âdet edinilmiş, itiyad olunmuş, alışılmış.
Fuzûlî zaf-ı ten özrüyle kesme nâle-i zârım
Bizi çün çeng teg mudâd kıldım nâle-i zdra
Fuzûlî
Hicretinden berü gözden döküp eşk-i zemzem
KA’be’ye oldu siyeh câme-i mâtem mu’tdd
Nâbî
Feleğin sûret-i ikbâline aldanmayalım
Kendimiz cevr ü cefâ çekmeğe mu’tâd edelim
Taşlıcalı Yahya
Gözlerime cevr kasd etse rakîbi gösterir
Zulm mu’tâdı değildir pes gelir insâna güç
Avnî
mu’tâd-ı andelîb: Bülbülün alışkanlığı.
Bir kerre gülle urmaz iken onu rûzigâr
Mümkin mi zabm-ı hâr ola mudâd-ı andelîb
Şeyhülislam Yahya
mutâf: Ar. Tavâf’tan; çevresinde, etrafında dönülen, dolaşılan.
Fikr için mutâf
Ümmîd için melâz olan âgûş-ı müşfikîn
Tevfik Fikret
mutahhar, mutahhara: Ar. Tahâret > tathîr’den; 1. Temizlenmiş. 2. Temiz.
Mutahhardır eyâdî-i ehl-i dil çirk-âb-ı âlemden
Verilse kenz-i âlem ser-be-ser, dirhem kabûl etmez
Esat (Selanikli Mehmet.
. Dede)
Şöyle bir levha-i mutahharda
Bana manzûr olurdu timsâli
Tevfik Fikret
mutallâ: Ar. Tılâ > tatliye’den; eritilmiş altınla yaldızlanmış, yaldızlı, tılalanmış.
Kemâl erbâbı ârâyişle asla iftihâr etmez
Değildir hürmeti mushaflara cild-i mutallâdan
Lebib-ı Amidî (Abdülgafur Hüseyin)
Dokuz kat perde çekmiş
KA’be-i icldline devrân
Zemîni gök bir altun pullu dîbâ-yı mutallâdan
Yenişehirli Avni
mutalsam: Ar. Tılsım’dan; 1. Tılsım ve büyü yapılmış. 2. Tılsımlı, büyülü. c. mutalsamât.
Her künc-i harâbâtta bir genc-i mutalsam var
Bu sîne-i pür-şûrum vîrane midir bilmem
Esrar Dede
Ey nehr-i mutalsam!
Ki uçar mevcelerinden
En rûh-firîb, en güzel, en şûh ü münevver
Bir bûsiş-i nefrîn
Tevfik Fikret
Muğfel ü muğfil o Îsâ, Mûsâ
Köhne bir kizb-i mutalsamdır asd
Tevfık Fikret
mutalsım: Tılsımlayan, tılsım ve büyü yapan.
Cihân-ı feyz bir genc-i nihândır kûşe-i dilde
Mutalsımpâs-bândır hâmem ol genc-i nibân üzre
Ziya Paşa
mutantan: Ar. Tantana’dan; 1. Gürültülü, debdebeli. 2. Şatafatlı, gösterişli.
Benzer üç bin sene evvelki mutantan
Şark’a
Mestolup içtiği altın şarâbın zevkinden
Yahya Kemal
mutarassıd: Ar. Rasad > tarassud’dan; tarassud eden, dikkatle gözetleyen. c. mutarassıdîn.
Bahâr olursa dahi pây-beste bâğımda
Yine hazân mutarassıd solumda sağımda
Nâbî
mutarrâ: Ar. Tarâvet’ten; taravetli, taze.
Bâğın mutarrâ sünbülü başlar açılmağa kaçan
Gördükçe onu sanurum bir dil-rübâ zülfün çözer
Şeyhülislam Yahya
Çün ala seni destine ol zülf-i mutarrâ
Diye ki bunu gönderenin hâli nediryd
Vasfî
Ba’zan da mutarrâ
Bir zanbağa benzer ki değildir mutasavver
Bir mislini görmek şu tabîatte
Tevfik Fikret
mutarraf: Ar. Taraftan; aynı tarafta.
Çün ede seni lutf-ı hümâyunu mülattaf
Tarf-ı küleh-i yâr ile oldukta mutarrafVasf mutarraz: Ar. Tırâz’dan; nakışla işlenmiş, süslenmiş, işlemeli.
Edepîrâye-i re’yiyle mutarraz dâim
Hil’at-i fâhire-i saltanat-ı garrayı
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
mutasarrıf: Ar. Sarf >tasarruftan; 1. Tasarruf eden, kendinde bulunma ve kullanma yetkisi olan. 2. Bir sancağın en büyük yetkilisi.
Mutasarrıf odur eşyâya tamâm
Ne havâs arada hergiz ne avdm
Hakanî
mutasavver: Ar. Sûret’ten; 1. Tasavvur edilmiş, tasarlanmış. 2. Akla gelebilir.
Ba’zan da mutarrâ
Bir zanbağa benzer ki değildir mutasavver
Bir mislini görmek şu tabîatte
Tevfik Fikret
mutatabbib, mutatabbibe: Ar. Tıbb >tatabbub’dan; hekim gibi davranan, şarlatan hekim.
Mutatabbib kâni’çok şahs-ı garîb
Geçinir kendi hayâlinde tabîb
Nâbî
mutavvel, mutavvele: Ar. Tûl>tatvîl’den; 1. Uzatılmış, tafsil edilmiş. 2. Eskiden medreselerde okutulan
Arap edebiyatıyla ilgili kitap. c. mutavvelât.
Zülfü gibi gussamın şerh et mutavvel kıssasın
Ağzı gibi hâlimi arz eyle teng ü muhtasar
Şeyhi
Vâiz bilir mi kıssa-i zülf-i mutavvelin
Onun hayâli nakş-ı hat-ı muhtasardadır
Beliğ
mutavvelât: Kitaplar. mutavvelât-ı mutûn-ı ledünn-i pür-esrâr: Sırlar dolu ledünni kitapları.
Kitab ilmine bir muhtasar mukaddimedir
Mutavvelât-ı mutûn-ı ledünn-i pür-esrâr
Ziya Paşa
mutayyeb: Ar. Tayb> tatyîb’den; 1. Güzel kokular sürünmüş olan. 2. Gönlü hoş edilmiş, sevindirilmiş. c. mutayyebîn, mutayyebûn.
Bûy-ı enfâsın mutayyeb etti nâsût ehlini
Doldu âlem rûh ile reyhân
Muhammed
Mustafâ
Nuri
mutazarrı’: Ar. Zarâ’at > tazarru’dan; yalvaran, rica ve niyaz eden.
Bu anda bir mutazam’ sadâ-yı lerze-künân
Bu bir sadâ ki eder âsumânı hep lerzan
Ahmet Hâşim
mu’teber, mu’tebere: Ar. Ubûr > i’tibâr’dan; 1. Hatırı sayılır, saygın, itibarlı. 2. Güvenilir, inanılır. 3. Geçerli, yürürlükte olan. c. mu’teberân, mu’teberât.
Halk içinde mudeber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cibânda bir nefes sıhhat gibi
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Hatt-ı ruhsârın ziyâd eyler bahâr-ı hüsnünü
Hâşiyeyazıldığınca mu’teber olur kitâb
Behiştî
mutedil, mu’tedile: Ar. Adl> i’tidâl’den; 1. Ne az, ne çok, orta hâlde bulunan. 2. Münasip, uygun. 3. Yavaş, mülayim, sert olmayan. coğr.
Ilıman.
Oldu hevâlar mudedil erdi bahâr-ı dil-güşâ
Sürsün safâsın âlemin zevk etsin erbâb-ı safâ
Bağdatlı Ruhi
Fasl-ışitâdaşimdi mi oldu havâlar mudedil
Pîrâne-ser olsak ne var bir nev-cevân aşkında zâr
Nev’î
Şâir demek ehl-i dil demektir
Hoş-meşreb ü mudedil demektir
Şeyh Galip
mu’tekid, mu’tekide: Ar. Akd >i’tikad’dan; 1. İnanan, bir şeye inanmış olan. 2. İnanç sahibi, dinine bağlı. c. mu’tekedât.
Ben mutekidim bu âsitâne
Yâ Rab ne ola reddime bdbdne
Fuzûlî
Erbâb-ı hıred zerre kadar mudekid olmaz
Ol mürşide kim mudekad-i bî-hıredândır
Bağdatlı Ruhi
Şeyh uçmazsa kerâmetle eğer
Mudekidler uçurur td-be-kamer
Yenişehirli Avnî
mu’tekif: Ar. Akf > i’tikâftan; 1. Bir ibadethaneye çekilip ibadet ve zikir ile meşgul olan. 2. Ramazan ayında camide itikâfa çekilen.
Bana yetmez mi be-hey sûfî bu denlü tâat
Ki der-i mey-kedede mudekifem her sdat
Behiştî
Olalı kaddin hayâli dilde cânâ mudekif
Kalbini ışkına kâbil eylemiştir ol elif
İbni Kemâl
mu’tekif-i deyr: Kilise ibadetçisi.
Geh mudekifi deyrem ügâh sâkin-i mescid
Ya’nî ki seni isterem uş hâne-be-hâne
İbni Kemâl
mu’tell: Ar. İllet’ten; 1. İlletli, hasta, alîl. 2. gr.
Asıl harfleri içinde, illetli harflerden (elif, vav ve ye) biri bulunan kelime.
Etmez ervâha sirâyet ileli ecsâmın
Harf-i illetle değildir yine mudell ma’nâ
Nâbî
mu’temed: Ar. Umda > i’timâd’dan; 1. Kendisine itimad edilen, inanılıp güvenilen kimse. 2. Sayman.
Ey şer’ ile muhalled ü kavl ile mudemed
Ve ey ism ile
Muhammed ü vasf ile
Mustafâ
Nizamî
Haşre-dek gönlüm harâbın kimse ma’mûr edemez
Çünkü zülfün anda mi’mâr ola çeşmin mudemed
Lamiî Çelebi
Ne havf eylersin ey dil sırr-ı ışkın inkişâfından
Benim ol gamze gibi mudemed bir râz-daşım var
Nedim
mu’tenem: Ar. Nimetlenme.
Biri durdukça bulur kevkebe-i rûz-efzûn
Biri gittikçe olur mudenem nâz u na’îm
Nef’î
mu’terif, mu’terife: Ar. İrfân >i’tirâfdan; kusur ve kabahatini gizlemeyerek söyleyen, anlatan.
Yetîm mâlını
Şeyhî halâl bilmekten
Yeg ol ki muderif olup mey-i harâm içeler
şeyhi (yeg: daha iyi)
Muderiftir yine sad gûne kusûra
Yahyâ
Gerçi makdûrunu ol der-geh-i a’lâya çeker
Şeyhülislam Yahya
Öldürünce töhmet-i ışkınla halkı yok yere
Gel beni öldür ki ol cürme ben oldum mu’terif
İbni Kemâl
mu’terif-i ma’siyet: Günahını itiraf eden.
Cürmüm bilirim mu’terif-i ma’siyetim ben
İnkâr-ı hatâ etme de bir gûne hatâdır
Keçecizade İzzet Molla
mu’terif-i nâr-ı cehennem: Cehennem ateşini itiraf eden.
Kâfir ki değil mu’terif-i nâr-ı cehennem Îmâna gelir âteş-i hicrânını görgeç
Fuzûlî
muherif-i noksân: Eksikliğini itiraf eden.
Bir kemâlin var ise mu’terif-i noksân ol Derk-i acz eyleme, her âkıle idrâk yeter
Hersekli Arif Hikmet
muherife: İtiraf eden.
Esîm-i mu’terife merhamet mürüvvettir
Karîn-i afv ola gelmiş hatâsı insdnın
Ziya Paşa
muhezil: Ar. Azl > i’tizâl’den; cemaatten ayrılıp bir tarafa çekilen.
Olsa ne aceb mu’tezili rûy-ı siyâh
Kim eylemeyip hâlıkı her lâhza penâh
Vâhid
mutî, mutîa: Ar. Tâat> itâat’ten; 1. İtaat eden, boyun eğen. 2. Bağlı. 3. Rahat.
Ehl-i ışk oldu
Necâtî olamaz akla mutî
Hîç meczûb olan âbdâl ede mi hidmet-i pîr
Necati Bey
Cân gamzene mutî gönül kaşına esîr
Lâ-büdşikâr eder ona tîr ü kemân gerek

Ol Sikendersin kim oldu şark ugarb ona mutî
Ol Süleymânsın kim oldu ins ü cin ona hadem
nizami
mutî-i emr: Emre boyun eğen.
Mutî-i emrin olup çâr-kûşe heft iklîm
Ola müsahhar-ı kilkim bu kubbe-i derrâr
Nedlm
mutî-i emr-i Hak: Hakkın emrine uyan.
Ey mutî-i emr-ı Hak ve ey cümle ekvâna metâ’ Beyt-i ahzana vere teşrîfiniz nûr u şu’d’
Esrar Dede
mutlaka: Ar. Mutlak’tan; her hâlde, ne olursa olsun, illa, ille, be-hemehâl.
Bu libâs-ı âriyetten ârî olsa can eğer
Kûy-ı cânânı eder seyr ü temâşâ mutlaka
Âdile Sultan
Mutlaka gussadan ıtlâk buyur
Sülehâ silkine elhâk buyur
Hakanî
mutmain: Ar. Tam’an > itmi’nân’dan; gönlü kanmış, içi rahat, şüphesi yok.
Şâh ol Hayâlî kişverine mutmainenin
Tîğ-ı himemle asker-i levvameyi dağıt
Hayâlî Bey
Cülûs ettikte ol şâh eyledi i’lân-ı Tanzîmât
Emîn ü mutmain kıldı ser-â-ser zîr-i destânı
Ziyâ Paşa
mutrib, mutribe: Ar. Tarab > itrâb’tan; 1. Çalgıcı, saz çalan. 2. Hanende, şarkı, ilahi okuyan.
İ’tidâl eyyâmıdır adl ıssı sultân devridir
Mutribâ azm-ı Irak et
Al-ı Osmân devridir
Lamiî Çelebi
Bî-riyâ tâat gerekse gel tarîk-ı ışka gir
Mutribi vâiz edin sâkî imâm olsun sana
İbni Kemâl
Çaldım taşa ben şîşe-i nâmûs ile nengi
Mutrib kerem et sen dahı çal ber-bat-ı çengi
Sâmı mutrib-i âheng: Ahenkli çalgıcı.
Bir meh-i revnak vere câm-ı gül-renk
Bir taraftan ede mutrib-ı Ahenk
Sünbülzade Vehbi
mutrib-i aşk: Aşk çalgıcısı.
Kemençe şekline girdim elinde mutrib-i aşkın
Keşâkeşten halâs olmaz dahi sînem rebdb-dsd
Bâkî
mutrib-i bezm: Eğlence meclisinin çalgıcısı.
Başında hurd edeyim şöyle kim asâsını Şeyh Elinde mutrib-i bezmin çihâr-pâregöre
Nedim mutrib-i bezm-i bahârî: Bahara ait meclisin çalgıcısı.
Mutrib-i bezm-i bahârî gülden edip dâire
Andelîbe her seher her şeb ser-âgâz öğretir
Şeyhülislam Yahya
mutrib-i cân-efzâ: Cana can katan çalgıcı.
Ey mutrib-i cân-efzA ey tûtî-i şekker-hâ
Lutf eyle nevâ-sâz ol yetmez mi bu istiğnâ
Esrar Dede
mutrib-i def-zen: Tef çalan çalgıcı.
Etti teşrîf kudûmuyla büt-i nağme-serâ
Mutrib-i def-zeni bî-tâb u mecâl-i bdzû
Esrar Dede
mutrib-i meclis: Meclisin şarkıcısı.
Aceb mi mutrib-i meclis okursa
Esrâr’ın
Bu şi’r-i dil-keş-i rindânesin kadeh-be-kadeh
Esar
Dede
mutrib-i mest: Sarhoş çalgıcı.
Bezm-i gül-şende defe dest ursa mutrib-i mestile
Onu gülde cünbiş-i bâl ü per bülbül sanur
Sabri mutrib-i pâkize-edâ: Temiz görünüşlü çalgıcı.
Bir sen ü bir ben ü bir mutrib-i pâkize-edâ
İznin olursa eğer bir de
Nedîm-i şeydd
Nedim
mutribâ: Ey çalgıcı.
Mutribâ meclise hâlet vereyin dersen eğer
Dâimâ dilde
Behiştî
gazelin ezber tut
Behiştî
muttali’: Ar. Tulû’> ıttıâl’dan; öğrenmiş, haber almış; bilgili, haberli.
Muttali oldum ki, Fâtih, defter-i âfâkda
Lafz-ı bî-ma’nâgibi kalmış semâ-yı merhamet
Fatih (Şirvanlı Efendi)
muttarid: Ar. Tard> ıttırâd’tan; ıttıratlı, sıralı, bir düziye giden, düzgün.
Kafeslerde, câmlarda pür ihtizâz
Küçük, muttarid, muhteriz darbeler
Tevfık Fikret muttasıf: Ar. Vasf > ittisâf’tan; vasıflanan, kendisinde bir hâl, bir sıfat, bir vasıf bulunan.
Ateş-i ışka düşende yüz suyu ne eyler gönül
Bir mahall hîç iki zıddıla olur mu muttasıf
İbni Kemâl
muttasıl: Ar. Vasl > ittisâl’den; 1. Ulaşan, kavuşan, ittisâl eden. 2. Aralıksız, hiç bitmeden.
Dünyâ bir köprü ya bir kârvân-sarây
Muttasıl konar göçer yohsul u bdy
Ali
Başa dem düştükçe taksîr eylemez eyler meded
Ol sebebten muttasıl çeşmim ciğer kanın sever
Fuzûlî
Hâk-ipâyine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını taştan taşa urup gezer âvâre su
Fuzûlî
Ey muttasıl yetiştirip etrafından havâ
Emvâc-ı bî-nihâyeyi cûşân edenşzM
Muallim Naci
Eğilmiş arza, kanar muttasıl kanar güller
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
ahmet Hâşim
muvâcehe: Ar. Vech’ten; 1. Yüzleşme, yüz yüze gelme. 2. Karşı, ön. c. muvâcehât.
Söyledim bi’l-muvâcehe târîh
Hatt-ı vechinyakıştı
Sâlih Bey
Sürûrî
muvâfakat: Ar. Vefk’ten; 1. Uygunluk, uyma. 2. Uzlaşma.
Bahâr-ı tevbeye
Şeyhî cünûn demiş âkıl
Bugün muvâfakat et irtepârsâ olalım
Şeyhi
muvâfık: Uygun, yerinde.
Ne acâib döndü merâm üzre yine olmuş iken
Böyle bir devr-i muvâfık feleğe emr-i baîd
Nef’î
Eriştirir beni ışkın hevâları kapına
Ki fülkü maksada iltür muvâfık olsa riyâh
Behiştî
Cibânda rind olur uğratmayıp âlâm-ı dünyâyı
Muvâfık yâr ile bir kûşede def’-i gumûm eyler
Şeyhülislam Yahya
muvaffak: Tevfîk’ten; 1. Başarmış, başarılı. 2. Allah’ın yardımına ulaşmış, işi rast gitmiş.
Muvaffak oldu çünkim böyle vâlâ hayr-ı cârîye
Sezadır kim duâsı cümleye vird-i zebân olsun
Nedim
Muvaffak olmanın dünyâda yoktur başka bir sırrı
Kıyafet, bir de fevka’l-âde cür’etyâ
Resûlallah!
Halil
Nihat Bey
Sad şükr beni
Kerîm-ı Mutlak
Bu hizmete eyledi muvaffak
Ziyâ Paşa
muvaffak, muvaffaka: bk. muvâfakat.
muvâfık: bk. muvâfakat.
muvahhid: Ar. Vahdet > tevhîd’ten; Allah’ın birliğine inanan, tevhîd eden. c. muvahhidîn, muvahhidân.
Muvahhidlere kılma inkâr zâhid
Mey-i vahdeti sanma ümmü’l-habdis
Fuzûlî
Muvahhid bildi
Hak’tan gayrı şey’ şek
Onun-çün lâ’ya ne illd’ya düşmüş
Gaybî
Biz muvahhid askeriyiz şimdi serdengeçtiyiz
Hamdülillah önümüzde
Mansûr’dur serdârımız
Gaybî
Hak buyurdu zikrime ta’n eyleyen ziyânlı
Muvahhidin âvâzı münkire çıyân gelir
Ümmî Sinan
muvahhidîn, muvahhidân: Allah’ın birliğine inananlar.
Muvahhidîn ile birliktedir gönüllerimiz
Teferruk etse de eczâsı hdk-ddnımızın
Muallim Naci
muvahhid-zâd: Doğuştan Allah’ın birliğine inanan kimse.
Lâkin aldanma sakın, üstâdım
Ben de bir parça muvahhid-zâdım
Tevfik Fikret
muvakkar: Ar. Vakâr> tevkîr’den; 1. Ağırlanmış, saygı gösterilmiş. 2. Ağırbaşlı, vakarlı.
Zâirin olsun muvakkar dâimâ
Şâm-teg olsun muhakkar ddimd
Muallim Naci
muvakkit: Ar. Vakt > tevkît’ten; 1. Vakit tayin eden kimse. 2. Tam ayarlı saat.
Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yıgama sor kim geceler kaç sdat
Sâbit
muvânis: Ar. Üns >muvânese’den; 1. Ünsiyet peydâ eden, birbirine alışıp birlikte yaşayan. 2. İnsandan kaçmayan, insana alışan.
muvânis-i dîdâr: Yüzünün yakınlığı.
Şerm eyliyor muvânis-i dîdâr gözlerim
Bir katl etmek istiyor ihzdrgözlerim
Muallim Naci
muvaşşah: Ar. Vişâh’ten; 1. Süslenmiş, süslü giyinip kuşanmış. 2. ed. Mısraların ilk harfleri bir kelime meydana getiren manzume, akrostiş.
Şi’rin muvaşşah eyle sanâyi’le
Kamiyâ
İster edâ-yı tâze vü hem nev-zemîn zemân
Kâmî (Edirneli)
muvâzî: Ar. Vezy > muvâzât’ten; 1. Bir hizada ve karşı karşıya olan, 2. mat.
Paralel.
muvâzî-i zirve-i eflâk: Feleklerin zirvesine eşit.
Ulüvv-işânı muvâzî-i zirve-i eflâk
Vücûd-ı pâki makarr-ı merâsim-i icldl
Cinanî mûy: bk. mû.
mûyî, mûyin: Far. Kıldan yapılmış.
Eylesin bâl-ı Hümâ’dan kalem-i mûyînin
Sûret-i esbin eğer etse musavvir tasvîr
Bâkî
muzaffer: Ar. Zafer’den; 1. İsteğine kavuşan, maksadına eren. 2. Savaşta galip gelen.
Leşker-i hûbâna sen şâhı muzaffer eyledi
Kalb-i uşşâka sipâh-ıgussayı mansûr eden
Âhi
Şu cân kim oldu onun ışkı dârına
Mansûr
Vücûd leşkerinin kahrına muzafferdir
Hamdullah Hamdi
muzaffer-fer: Zafer bulmuş aydınlık.
Her ne mülke azm edersen feth ü nusrettir karîn
Maşrık u mağrib senin sensin muzaffer-fer güneş
Lamiî Çelebi
muzâhî: Ar. Zahy > muzâhât’tan; benzeyici, benzeyen.
Derdim ey rûzum sana rûz-i ahîr-i ömrüm ol
Nûr-ı vech-i yâre bir yüzden muzahî olmasan
Muallim Naci
mûze: Far. Çizme.
Bir siyeh mûzeli sûdâ-ger-i bahr ü berdir
Sahttır kâdime-i sâhire-peymây-ı kalem
Nâbı
Gözümden ayrılan kirpiklerim kâr eyleye şâyed
Ölürsem mûzesizgeçme benim hâk-i mezârımdan
Behiştî
Her nücûma basmazdı ger yerde senin
Kebkeb-i mûzen görüp reşk etmeseydi âsumân
Hayâlî Bey
mûze-i pâ: Ayağının çizmesi.
Sadr-ı Cem-i kevkebe kim na’lçe eyler bulsa
Mûze-i pâyına ebrûların rûyîn-ten
Nedim
muzırr, muzırre: Ar. Zarar > ızrâr’dan; zararlı, zarar veren, zararı dokunan.
Nâfi’ ol olma muzırr
Hakk’a mezahirdir kamu
Dâimâ rahmet-resân ol işte insânılk budur
Gaybî
Müslümanlık feyz ü âsâyiş için gâyet muzırr
Her husûmet millet-i cinnettir bu mülk ü millete
Ziyâ Paşa
Ve muzırr bir delisin; haddini aştın, artık
Seni iğmâz edemez, hazm edemez insânlık
Tevfik Fikret
muzî, muzîe: Ar. Zıyâ > ızâe’den; ışıklı, parlak, ışık veren.
Suda yorgun, mûzî tecellîler
Ediyor bir takarrübü işd
Ahmet Hâşim
Sanki bir halka-i muzîesidir
Unk-ı ruhunda bağlı zencîrin
Cenap Şahabeddin mûziyât: Ar. Mûzî’ler, pire, tahta kurusu ve sivrisinek gibi insanı rahatsız eden haşerat.
Mûziyât olmasın asâyiş-i hâle garre
Kahrına uğramadı, uğrasalar bir kerre
Ne tavanlarda gezer fare, ne dağlarda çakal
Ziyâ Paşa
muzlim, muzlime: Ar. Zulmet > izlâm’dan; 1. Karanlık. 2. Bilinmeyen, şüpheli. 3. Dehşetli, kara, uğursuz.
Bu leyl-i muzlimi tenvîre yok mu bir küçük şeb-tâb
Sen ol, ey şu’le-i âhım, benim-çün bir hazîn mehtâb
Hüseyin Sîret
Hep samt u ra’şe; saklı bu vâdî-i muzlimin
Her hatvesinde şüpheli bir hufre, bir kemîn
Tevfik Fikret
muzlime-i hâile-engîz: Acıklı olay meydana getiren karanlık.
Bilsek nerede şimdi
Hülâgû ile
Cengiz
Mâzîniz olan muzlime-i hâile-engîz
Abdülhak Hâmit
muzmahill: Ar. İzmihâl’den; yok olmuş, darmadağın olmuş, çökmüş.
Hilâfet zat-ı âlî-şânına mahsûstur şimdi
Sana nisbet mülûkun muhmahilldir rif’at-i şânı
Nedim
Altında zar ü hâsir iken acz-i muzmahil
Et sen rumûz-ı dîde-ı Atîye rabt-ı dil
Ahmet Hâşim
muzmer: Ar. Zımâr > ızmâr’dan; gizli, saklı, örtülü, içte saklı. c. muzmerrât.
Nite kim her dânenin zımnında muzmerdir şecer
Zerre-i hâk-i derinde şöyledir muzmer güneş
Ahmet Paşa
Cebîninde onun envâr-ı devlet zahir ü bâhir
Nibâdında bunun âsâr-ı isti’dâd muzmerdir
Nef’î
Lâmi’î medh eyleyip rûşen-zamîringüngibi
Oldu her bir beytinin tahtında bir muzmer güneş
Lamiî Çelebi
Hased kalb, adû lûtf ile olmaz zâil
Sengde muzmer olan âteşe âb etmez eser

muztarib: Ar. Darb > ıztırâb’dan; 1. Çalkanan. 2. Maddi ve manevi acı çeken, ıstırap içinde olan.
Havf-ı hatâda muztaribem var ümîd kim
Lûtfun vere beşâret-i afv-i hatâ bana
Fuzûlî
Bî-niyâz olsan ederler muztarib ehl-i niyâz
Sana arz ettikçe ahvâl-i dil-i gamperveri
Nazîm (Yahya)
Yaşar mıyız seni kaybetsek âh ben, kalbim
Bu kalb-i muztaribimTevfk
Fikret
muztarib-hâl: Rahatsız edici durum.
Kef kef geçer denizler aşk ile muztarib-hâl
Dağlar şikâyet eyler sabr u sükûn elinden
Nev’î
Yine bir muztarib enîn-i hayât
Duyulur en küçük şehîkından
Tevfık Fikret
muztarr: Ar. Zarûret > ıztırâr’dan; çaresiz kalmış, bir iş için zorlanmış.
Sarsar-ı kahrından etmiş şöyle şâhâ havf kim
Dem-be-dem titrer hazân bergi gibi muztarr güneş
Lamiî Çelebi
Hayâtın her zemân bî-zar hâl-i ıttırâdından
Vücûdun dâimâ muztarr kuyûd-ı bî-idâdından
Tevfik Fikret
Bizim diyâra biraz kar düşünce zor kalkar
Mahalle halk ı nihâyet kalırsa pek muztarr
Mehmet Akif
mübâhât: Ar. Behâ’dan; 1. Övünme.
Nazlanma.
Mübâhât eylemez rind-âne-meşreb her husûsunda
Meğer kim bâde-i gül-fâm ile sâğar husûsunda
Koca Râgıp Paşa
Var ise bir hünerin arz ile isbât eyle
Olamaz mahz-ı mübâhât bu dacvâya delîl
Koca Râgıp Paşa
Şâyestedir mülûka arz eylese mübâhât
Bâbü’s
Sa’dde’sinde her kim olursa der-bân
Ziyâ Paşa
mübâhât-ı kıyâmet: Kıyamet nazlanması.
İmdâd-ı nigâh ile cibân-gîrî-i fitne
Âşûb-ı hırâmiyla mübâhât-ı kıyâmet
Nef’î
mübâhî: Övünen, kendini öven.
Girişme dil-firîb-âne tegâfüllerle nâzende
Nigâh mest-âne katl-i bî-günâh ile mübâhîdir
Nef’î
Abd-i mahsûsu
Ziyâ târibi yazdı bî-bedel
Sâliha
Sultan mübâhî kıldı mehd-i şevketi
Ziyâ Paşa
Eyler keremin âteşi gül-zar
Halîl’e
Mağlûb olurpeşşeye
Nemrûd-ı mübâhî
Ziyâ Paşa
mübâhî: bk. mübâhât.
mübâlaga: Ar. Bülûğ’dan; 1. Bir şeyi
çok büyütme, abartma. 2. Çok fazla, pek aşırı.
Küçük bir şeyi büyük gösterme.
Gam yoktu içimde böyle gam yok
Hûrî mi dedim mübdlagam yok
Behçet
mübâlât: Ar. Bely’den; 1. Kayırma. 2. İtina, dikkat.
Dikmiş nazar-ı gayzını, bî-havf ü mübâlât
Eylerdi bu boş âleme îrâd-ı makâlât
Tevfik Fikret
mübârek: Ar. Bereket’ten; 1. Bereketli, feyizli. 2. Uğurlu, hayırlı. 3. Beğenilen, sevilen, kızılan, şaşılan kimse veya söz için söylenir.
Fuzûlî buldu genc-ı Afiyet mey-hâne küncinde
Mübârek mülkdür ol mülk vîran olmasın yâ Rab
Fuzûlî
Düşer bir böyle matbû’u hoş-âyende gazel işte
Mübârek ola subh u şâmının encâm u âgâzı
Nef’î
Şerî’atin ne mübârek nizâmdır ey Cem
Harâm olan meyi tecvîz eder mubâha kadar
Yahya Kemal
Bâri meyhâneye düştün, be mübârek dervîş
İçmeden geç ki desinler: Dede sultân ermiş
Mehmet Akif
mübârek-fercâm: Sonu mübarek.
Hüccet-i ıtk gibi etti ibâdı âzad
Nâme-i ahd-i hümâyûn-ı mübârek-fercâm
Nâbî
mübâriz: Ar. Bürûz’dan; kavgaya, pehlivanlığa karışan iki kişiden biri. c. mübârizân.
Bunca demdir dâv-yi sâhib-kırânî eylerim
Bir mübâriz yok mu meydân-ı sühan tenhâ mıdır
Nef’î
mübâşir: Ar. Beşr >mübâşeret’ten; 1. Bir işe başlayan. 2. Mahkemede evrak getirip götüren ve şahitleri mahkeme salonuna yüksek sesle çağıran kimse.
Gönül esbâb-ı dünyâya mübâşir ol ko dünyâyı
Sakın bâzîçeye meşgûl iken çok mâh u sâl oynar
behiştî
mübâyenet: Ar. Beyn’den; 1. Ayrılık, başkalık. 2. Zıddıyet; uyumsuzluk. mübâyenet-i âferîniş-i eşkâl: Şekillerin yaratılışındaki uyumsuzluk.
Nedir mübâyenet-i âferîniş-i eşkâl
Nedir tenâsüb-i endâm u hüsn-i nakş u nigâr
Ziya Paşa
mübdi’: Ar. Bid’at > ibdâ’dan; 1. İcat eden, yeni şeyler bulan, söyleyen. 2. Din işlerinde bidat ehlinden olan. 3. Benzeri görülmemiş şiir söyleyen.
mübdi’-i eşyâ: Eşyayı icat eden.
Hamd-i bî-had dem-be-dem ol mübdieşyâya kim
Hilkat-i imkân vücûd-ı Zât’ını îcâb eder
Fuzûlî
mübeccel: Ar. Bücûl > tebcîl’den; tebcil ve tekrim olunmuş, hürmet gösterilmiş.
Mahmûd ü Muhammed ü mübeccel
Mahbûb-ı Hudâ nebiyy-i mürsel
Ziyâ Paşa
Bir sânihanın olması hakk ıyle mübeccel
Olmakla olur sebk ü müeddâ’sı mükemmel
Muallim Naci
Mahsûd ü mübeccel
Gel toplayalım gel
Ben mısrâ’-i berceste sen ezbâr-ı mutarrâ
Tevfik Fikret
mübeddel: Ar. Bedel > tebdîl’den; değişmiş, değiştirilmiş, tebdil edilmiş.
Safâyile ere mi anda tîre-dil sûfî
Meğer mübeddel ede eylüğe hisâl-i şenî’
Avnî
Mübeddel kılmağa subh-ı visâle şâm-ı hicrânı
Benim
Ahım elidir subh u şâm ü çarh dâmânı
Fuzûlî
Terbiyet-gerde-i hulk-ı hüsnî olsa tıbâ’
Hüsn-i ahlâka mübeddel olur ef’âl-i zemîm
Nazîm (Yahya)
müberhen: Ar. Bürhân’dan; delilleriyle ispat edilmiş.
Eğerçi cûy-i sîmîn hâk-mâl-i sahn-ıgül-şendir
Velîkin gül-şen ondan feyz-cûy olmak müberhendir
Nâbî
Hakîkat sence mechûl olsa da aklen müberhendir
Güneş a’mâlarapinhân ise bînâya rûşendir
Namık Kemâl
müberrâ: Ar. Berâ’et > teberri’den; temiz, arı, pak, tenzih edilmiş, münezzeh.
Tekellüften müberrâyız ne ucb u ne riyâmız var
Bir iki şâh-meşreb ehl-i dillerle safâmız rnar
Nef’î
Ne âbîyim ne hâkîyim ne nârî ne hevâîyim
Ale’l-ıtlâk bir nûrum müberrâyım anâsırdan
Esrar Dede
Yedi tamu sekiz uçmaktan müberrâyım bugün
Çün nasîbim aşka erdi kısmetim budur hemân
Ümmî Sinan
Meâl-i nazm u nesri anlaşılmaktan müberrâdır
Mücedded şâirin tarz-ı beyânı sâdedir sözde
Muallim Naci
mübeşşer, mübeşşere: Ar. Beşâret > tebşîr’den; müjdelenmiş, sevindirilmiş.
Aşv ile mübeşşer midir eshâb-ı merâtib
Kânûn-ı cezA âcize mi hâs demektir
Ziyâ Paşa
mübeşşir, mübeşşire: Müjde veren, sevindiren. c. mübeşşirât, mübeşşirîn.
yanda ka: file-i müjde
Aver-i ihvân
Kamîs-ı Yûsuf’u hâmil mübeşşir ü şâdân
Tevfik Fikret
mübeyyen: Ar. Beyân > tebyîn’den; meydana çıkarılmış, açıkça söylenmiş, açıklanmış.
Çün mübeyyendir beyâna hâcet olmadı velî
Bir ayândır bu ayân kim her nibân şerh eylemez
Muradî (Sultan II. Murat)
mübhem, mübheme: Ar. Behm > ibhâm’dan; 1. Belirsiz, örtülü, kapalı, ibham olunmuş. 2. gr.
Belgesiz. c. mübhemât.
Ondan ne sûd kim ola mübhem ibâreti
Her yerde istimâın edenler melûl ola
Fuzûlî
Fikr-i çâlâkine esrâr-ı kazA nâ-mestûr
Akl-ı derrâkine âsâr-ı kadr nâ-mübhem
Nâbî
Her şey o kadar gamlı, soluk mübhem ü bî-fer
Gûyâ ki ölür hüzn-i sevâhildeperîler
Ahmet Hâşim
mübhemât: Mübhem’ler, belirsiz şeyler.
mübhemât-ı şuûn: Belirsiz işler. Beyân-ı ukde-güdâzınla mübhemât-ı şuûn
Yavaş yavaş açılıp bir vuzûh olur rûşen
Mehmet Akif
mübîn, mübîne: Ar. Beyn ve beyândan; 1. İyiyi, kötüyü, hayrı ve şerri ayırt eden. 2. Açık, besbelli.
Revâc-ı dîn-i mübîne muavin ü mukaddem
Umûr-ı şer’-işerîfe mukayyed ü münka. d
Nef’î
Zalâm-ı şirki yarıp fışkırınca dîn-i mübîn
Yayıldı sîne-ı Bathâ’ya bir hayât-ı nevîn
Mehmet Akif
Lâkin vicdân
büyük hâkim, o kânûn-ı mübîn
Veriyor hükmünü: La’net, nefrîn
Tevfık Fikret
mübrem: Ar. İbrâm’dan; kaçınılmaz, vazgeçilmez; önlenemez.
Şükûh ü satvet-i iclâl mahv eder fi’l-hâl
Ecell ecell denilen bir belâ-yı mübremdir
Ziya Paşa
mübrim: 1. Zorlayan, zorlayıcı. 2. Manasız sözlerle can sıkan kimse.
Donanma, ordu birer ibtiyâc-ı mübrimdir
O ihtiyâcı, fakat, öğreten muallimdir
Mehmet Âkif
mübtedâ: Ar. Bed’> ibtidâ’dan; 1. Baş, başlangıç. 2. gr.
Özne, fail.
mübtedâ-yı vahdet: Birliğin başlangıcı.
Gehî rûy-ı kaderden cilvesi gâhî kazadan lîk
Bu lafzın mübtedâ-yı vahdeti takdîr kabûl etmez
Esrar Dede
mübtedâ-yı vücûd: Var oluşun başlangıcı.
Cihân uyandı o neş’e ile kim haber verdi
Peyâm-ı bi’setin ervâha mübtedâ-yı vücûd
Nef’î
mübtehil: Ar. Dua ederek isteyen, yalvaran.
Muhabbetimle, firâkımla mübtehil, nâlân
Sönüpgiderlerken
Tevfık Fikret
mübtelâ: Ar. Belâ’dan; 1. Bir şeye düşkün ve tutulmuş olan. 2. Düşkün, aciz, zavallı. c. mübtelâyân.
Az eyleme inâyetini ehl-i derdten
Ya’nî ki çok belâlara kıl mübtelâ beni
Fuzûlî
Mübtelâ oldu gönül câm-ı şarâb-ı nâba
Ah kim zevrak-ı dil düşdü yinegirddba
Bâkî
Aşk mühlik, yâr gâfil, mübtelâlar neylesin
Birbirine derdini inkâr güç, ikrâr güç
Nef’î
Değildir âlem-i âsûdegî hengâme-i âlem
Cibânda herkesi bir gûne derde mübtelâ buldum
Hersekli Arif Hikmet
Bâkî-i haste-hâtırı inletme dostum
Makbûl olur duâsı sakın mübtelâların
Bâkî
mübtelâ-yı aşk: Aşk düşkünü.
Mübtelâ-yı aşkı yârin istemez şâd olmayı
Böyleşâha kul olan ister mi âzad olmayı
Riyazî
mübtelâ-yı belâ: Belaya düşkünlük.
Hoş ol zemân ki harîm-i visâle mahrem idim
Ne mübtelâ-yı belâ ne mukayyed-i gam idim
Fuzûlî mübtelâ-yı bend-i kemend-i belâ: Bela kement bağının bir tutkunu.
Zülfün esîri
Bâkî-i bî-çâre dostum
Bir mübtelâ-yı bend-i kemend-i belâ imiş
Bâk mübtelâ-yı câm-ı aşk: Aşk kadehinin düşkünü.
Mübtelâ-yı câm-ı aşkız âşık-ı dîvâneyiz
Yâr elindenpârelenmiş bir kırık peymâneyiz
Seferî mübtelâ-yı derd: Dert düşkünü.
Mübtelâ-yı derd olur elbet olanlar ten-dürüst
Gâh sıhhat, gâh illet.
Böyledir de’b-i felek
Naîm (Tezkirecizade Müverrih)
mübtelâ-yı derd ü gam: Gam ve dert düşkünü.
Dil-berâ ben nice arz edem niyâzım tapuna
Mübtelâ-yı derd ü gamdır cânımın fermânı yok
Lamiî Çelebi
Mübtelâ-yı derd ü gam olan tabîbe varmasın
Def’ine onun ilâc olmaz mey-i nâb üstüne
Behiştî
mübtelâ-yı derd-i hicrân: Ayrılık derdine düşen.
Merhem-i bibbûd-ı vaslınla tabîbim kıl devâ
Mübtelâ-yı derd-i hicrân olduğum bilmez misin
Halim
Giray
mübtelâ-yı firkat: Ayrılık düşkünü.
Şevkimiz yok gerçi dilde mübtelâ-yı firkatiz
Zevkimiz var lezzet-i gamdan haber-dârız biz
Nef’î
mübtelâ-yı ışk: Aşk düşkünü.
Gönlümü geh kahr-ı düşmendir yıkan geh cevr-i dost
Mübtelâ-yı ışka kanda ise belâ eksik değil
İbni Kemâl
mübtelâ-yı kâkül: Perçem düşkünü.
Siyeh bahtım eğilmiş kametim hâl-i perîşanım
Gören ârif bilir kim mübtelâ-yı kâkül oldum ben
Esad Erbilî
mübtelâ-yı nisvân: Kadınlara düşkün.
Hevâ-perest o biraz, mübtelâ-yı nisvândır
Ki bence bâis-i endîşe-i firârândır
Abdü1hak
Hâmit mübtelâ-yı zülf: Saça düşkün.
Kurtulur çâh-ı zenahtan düşen dil kayddan
Mübtelâ-yı zülfüne pâ-bend olur tûl-i emel
Şeyhülislam Yahya
mübtelâyân: Düşkünler.
mübtelâyân-ı seher: Sabahın düşkünleri.
Mübtelâyân-ı seher gıbta ile der târih
Bir gece daldı ecel uykusuna
Tiryâkî
Sürun mübtesim: Ar. İbtisâm’dan; gülümseyen.
Ağla, ey şi’r-i nâ-tüvân, ağla!
Öldü rûhumda mübtesim dmdl
Tevfik Fikret
mübtezel: Ar. Bezl’den; 1. Çok bol ve ucuz şey. 2. Orta malı, ortaya düşmüş. 3. Hor görülen, değersiz.
İhtilât etme fürû-mâye ile
Mübtezel zümresipes-pâye ile
Sünbülzade Vehbi
mübtezel-i cihân: Cihanın orta malı.
Hayf ola pîr-i nâ-tüvân mürteşî-i zemân ola
Hırs u tamahla her zemân mübtezel-i cibân ola
Avnî
müca’ad: Ar. Ca’d > tec’îd’den; kıvırcık, kıvrılmış, lülelenmiş.
Baş eğmez oldu bize ol turra-i müca’ad
Iklîm-i hüsn içinde olalı şâh-ı sermed
İbni Kemâl
Mâr-ı pîçîdedir ol zülf-i müca’ad ey dil
Sen sanırsın bu cefâ-pîşeyi tûmâr-ı vefâ
Hamdullah Hamdi
mücâhede: Ar. Cehd> cihâd’dan; 1. Savaşma, uğraşma. 2. Nefsi yenmeye çılaşma. 3. Din düşmanlarıyla savaşma. c. mücâhedât.
Devlet için mücâhede, cennet için duâ
Değmez bu renc ü zahmete dünyâ vü âhiret
Enderunlu Fazıl
Hayır hayât-ı vatandır umûm için gâye “Vatan” deyip giriyor her giren mücâhedeye
Mehmet Akif
mücâhid: 1. Savaşan, uğraşan. 2. Savaşçı. c. mücâhidîn.
mücâhidin: 1. Savaşanlar. 2. Savaşçılar.
Mücâhidîn arasından açıldım imdâda
Ağır yarayla uzaklarda kalmış fada
Mehmet Akif
Kat’î hücûmageçti nibâyet mücâhidîn
Mutlak bu harbe vermek için şanlı bir hitâm
Yahya Kemal
müctehid: 1. İctihat eden, gücü yettiği kadar çalışan. 2. Ayet ve hadislerden şeri hükümler çıkaran din âlimleri. (İmâm-ı Azam
Ebu
Hanife gibi.) c. mücdehidîn.
müctehidîn: Müctehitler.
Hâdî-i vâdî-i dîn bedreka-i ehl-i yakîn
Pîr ü müctehidîn hazret-işeyhü’l
İslâm
Nef’î
mücâlese, mücâleset: Ar. Cülûs’tan; birlikte, beraber oturma.
Nâ-dân ile mücâlesedir ehl-i dânişe
Dünyâda çâşnisi azâb-ı cehennemin
Nâbı mücânis: Ar. Cins >mücâneset’ten; aynı cinsten olan.
mücânis-ter: Daha cinaslı.
Nâbî kelâma vüs’at-i meydân verir cinâs
Çün teng ola zemîn mücânis-ter istemez
Nâbî
mücâvir: Ar. Civâr >mücâveret’ten; 1. Komşu. 2. Mabet veya tekke yakınlarına çekilip oturan. 3. Yurdunu terkedip
Haremeyn-ı Şerifeyn’de vaktini ibadetle geçirenler. c. mücâvirân.
Dediler
IKA’be mücavirleri dîdâr görür
Hamdulillâh ki ser-i kûyu bana meskendir■
Behiştî
mücâz: Ar. Cevâz > icâzet’ten.
Uygun görülmüş, caiz. 2. İcazetname, izin alınmış, ruhsat alınmış.
Ey merâhil kat’ edip kûy-ı mücâza uğrayan
Menzil-i maksûda bundandır sorarsan doğru yol
behiştî
mücâzât: Ar. Cezâ’dan; 1. Karşılık. 2. Bir suça karşılık ceza çektirme.
Mücâzatında hûb u ziştin etmez zerrece taksîr
Aceb sûret-nümâ-yı adildir âyîne-i âlem
Nâbî
mücâzât-ı afv: Affetmeye karşılık.
Kerîm odur ki mücâzât-ı afv ede hasma
Felek müsâade-i intikam verdikçe
Nahifi (Süleyman) mücâzât-ı kavm-ı Âd ü Semûd: Âd ve
Semûd kavminin cezalandırılması.
Vücûdu âleme rabmet değil midir fikr et
Ne gûne oldu mücâzât-ı kavm-ı Ad ü Semûd
Rızayi
mücâzât-ı umûr-ı nîk ü bed: İyi ve kötü işlerin karşılığı.
Mücâzât-ı umûr-ı nîk ü bed çün kim mürekkebtir
Hezârân hamd
Hakk’a afvim âzârımdan efhûndur
Nâbî
müceddid: Ar. Cedîd > tecdîd’ten; yenileyici, tecdid edici, yenilendiren.
Meâl-i nazm u nesri anlaşılmaktan müberrâdır
Müceddid şâirin tarz-ı beyânı sâdedir sözde
Muallim Naci
Müceddid havzlar anbarlar âlât yaptırdı
Bütün tersânenin ikmâl olundu neyse noksânı
Ziya Paşa
mücedded: Yenilendirilmiş, yeni, yepyeni.
Oyuncak ettiler aşk-ı zemânın aşk-bâzanı
Usûl-i devlet-i aşka mücedded bir nizâm ister
Nevres-i Kadim
mücehhez: Ar. Cihâz > techîz’den; donanmış, gerekli şeyleri almış.
Ve bütün kâfile taşlarla mücehhez, mabmûm
Ettiler “Hakkı” diyerek hakka hücûm
Tevfik Fikret
mücellâ: Ar. Cilâ > tecliye’den; cilalı, parlatılmış.
Müncelî âyîne-i dilde nukûş-ı kâinât
İş o mirat-ı musaffâya cilâ vermekdedir
Selimî (Yavuz Sultan Selim)
Sîne mir’ât-ı mücellâ gibi sâf olmazsa
Hüsn-i sûret mi bulur anda mezayâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
Ettik o kadar ref’-i taayyün ki
Neşâtî
Ayîne-ipür-tâb-ı mücellâda nihdnız
Neşatî
mücellâ-yı a’zam: En büyük ayna.
Dest-i kudret bizi mücellâ-yı a’zam eylemiş
Zâhir ü bâtında uymaz kimseye reftârımız
Gaybî
mücennah: Ar. Cenâh > tecnîh’ten; kanatlı, cenahlı.
Gözler, o bakırdan göğüs, atlar
Bir kaplanın evzaH kadar tîz ü mücennah
Tevfik Fikret
mücerreb: Ar. Tecribe’den; denenmiş, tecrübe edilmiş, sınanmış. c. mücerrebât.
Zamâne içre mücerrebdir intikâm-ı zemân
Hemîşe yahşiye yahşi verir, yamana yaman
Fuzûlî
(yahşi: iyi, güzel; yaman: kötü, fena)
Dü-bâlâ oldu aşkım hatt-ı anber-fâmdan sonra
Mücerrebdir cünûn efhân olur akşamdan sonra
Halim
Giray (Kırım Hanı)
Mücerreb bir meseldir ki, cibânda her ne zer’ etsen
Muhakkak öyle bir mahsûl alırsın âhir-i eyyâm
Abdülganî
Seni (Yurtman)
Şimden girü teshîr ederiz ol perîyi biz
Geldi hatı bir nüsha beyân etti mücerreb
Enverî
mücerrib: Tecrübe eden, deneyen. c. mücerribân.
Hem mücerrib ola hem ehl-i kitâb
Ola dânâ-yı havâss u a’sâb
Nâbî
mücerribân: Tecrübe edenler, deneyenler.
mücerribân-ı umûr: Tecrübe sahipleri.
Mücerribdn-ı umûrun kelâmı gerçek imiş
Yalan dedikleri dünyâyı böyle bilmez idim
Yenişehirli Avni
mücerred, mücerrede: Ar
Cered > tecrîd’den; 1. Çıplak, soyunmuş. 2. Tek, yalnız, bekâr. 3. Karışık ve katışık olmayan. 4. Cismi olmayan. 5. Soyut, yalın. c. mücerredât.
İşitmekle mücerred lutf-ı tabin
Edâ-yı medhin olmuştu musammem
Nef’î
Bir aceb feyz-i mücerred var ki tîğ-ı gamzede
Sıklet-i tekfînden etmiş şehîdân insilâh
Memduh Paşa
Ne semte kullanırsan at felek eyler sen âhir mat
Mücerred zehr ile kat kat dolu peymânedir dünyâ
Âşık Ömer
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım
O zemân yükselerek arşa değer belki başım
Mehmet Akif
mücerredât: Soyut kavramlar. mücerredât-ı kesîf: Yoğun soyut kavramlar.
Mukaddesâtını tesbîte uğraşıp durdu
Mücerredât-ı kesîfiyle bir cibân kurdu
Mehmet Âkif
mücessem, mücesseme: Ar. Cism > tecsîm’den; 1. Cisimlenmiş, tecessüm etmiş, cisimlendirilmiş, cisimli, üç boyutlu cisim. 2. Kabartma resim, şekil.
Verziş-i âh ederek âh-ı mücessem oldum
Çarha te’sîr ederim gönlüme te’sîr edemem
Nef’î
Sana ey nûr-ı mücessem nice teşbîh edeyim
Yoğ iken vech-i şebeh tâze nihâl çemeni
İbni Kemâl
Murâdî bizde aceb hâl var anlar isen
Gehîce lâgar u gâhî mücessemiz cânâ
Muradî (Sultan III. Murat)
mücevher: Ar. Cevher’den; 1. Elmas gibi kıymetli taşlarla süslenmiş ziynet eşyası. gr.
Yalnız noktalı olan harfler “ebced” hesabıyla ortaya çıkan tarihli beyit veya mısra.
Süsleme sanatı.
Basmazdı baştan ayağı taht-ı mücevhere
Olmasa şehr-i şevke eğer tâc-dâr şem’
Enverî mücevher-i tîğ-ı bürrân: Keskin kılıcın mücevheri.
Zebânım bir mücevher-i tîğ-ı bürrândır ki hem-vâre
Hırâş eyler hayâli sînelerde zahm-ı nâsûru
Nef’î
mücîb, mücîbe: Ar. Cevâb> icâbet’ten; icabet eden, teklifi kabul eden, istenileni yapan.
Eylesin zâtını
Mennân-ı mûcîb
Kasr-ı firdevste hem-bezm-ı Habîb
Muallim Naci
mücmel: Ar. Cümle > icmâl’den; kısa ve az söyle anlatılmış, icmal olunmuş söz.
Kim onu medh ede çün medhidir onun levlâk
Defâtir-i dü-cihân midhatinde mücmeldir
Adlî (Sultan II. Bayezid)
O mücmel noktanın tafsîl-i âsârın temâşâ et
Olur bir tobm-ı kem-terden diraht-ı bâr-ârer peydâ
Nâbî
mücrim: Ar. Cürüm’den; cürüm işlemiş, suçlu. c. mücrimîn.
Ne gam mücrim isem de bana bestir bu saâdet kim
Kapında bir kemîne hâk-ipâyim yâ
Resûlallah
Ziyâ Paşa
Kulun mücrim perîşândır kapında
Utancından günâh saçmaz
İlâhî
Şeref Yılmaz
müctebâ: Ar. Ceby> ictibâ’dan; 1. Seçkin, seçilmiş; ber-güzîde. 2. Hz. Peygamberin büyük torunu
Hz. Hasan’ın lakabı.
Yunus
Emre m der zî-safâ
Peygamberindir
Müctebâ
Çün
Hak dedi yâ
Mustafâ bağışladım ümmetini
Yunus Emre
Bi-hakk-ı Ahmed-ı Muhtâr ü Müctebâ ki odur
Vücûd-ı encüm ü eflâke illet-i îcdd
Nef’î
müctehid: bk. mücâhid.
müctemi’, müctemia: Ar. Cem’den; toplanan, toplu, toplanmış.
Sensin ol dâver ki olur bezminde dâim müctemi
Kahramânin tîğı
Sâmingürzü
Zâlİn hançeri
Nedim
müdâhane, müdâhanet: Ar. Dühn’den; koltuklama, dalkavukluk.
Dünyâ vü âhirette budur nakd-i kâr-sâz
Mahlûk için müdâhane Hallâk için namâz
Yenişehirli Avni
Hikmet, nizâm-ı âlem-i kevn ü fesâdı hep
İhlâl eden müdâhanedir, irtikâbdır
Hersekli Arif Hikmet
Râgıb müdâhaneyle riyâdır zemânede
Dünyâyı sanma cevr ü sitemdir harâb eden
Koca Râgıp Paşa
müdâhane-i âlimân: Âlimlerin dalkavukluğu.
Meşkûrdur ki fisk ile olmaz cihân harâb
Eyler onu müdâhane-i âlimân harâb
Keçecizade İzzet Molla
müdâhin: Dalkavukluk eden.
Hâin olamam çünkü müdâhin değilim ben
Evzaı dü-rûyânede kâhin değilim ben
Abdülhak Hâmit
Söyleme ey şâir-i kizb-ittisâf
Dinleyemem öyle müdâhince lâf
Muallim Naci
müdâm: Ar. Devâm > idâme’den; süren, sürekli, arası kesilmez.
Aklı olur mu müdâm mestin
İmânı olur mu büt-perestin
Fuzûlî
Rind-i mey-hârın elinden ne ola düşmezse müdâm
Gül-şen-i bezmin gülüdür
Rûhiyâ câm-ı şarâb
Bağdatlı Ruhi
Ben o
Cemşîd-i tarab-hâne-i feyzim ki müdâm
Hüsrevânî hum ile nûş ederim sahbâyı
Nef’î
Sensiz mey sohbeti bana harâm olsun müdâm
Zehr-i hicrinle sararmak hamr-ı hamrâdan lezîz
enverî
müdâm-kâre: Her zaman işleyici.
Müdâm-kâre-i sebv ü hatâya zâtındır
Kefîl-i lutf ü zâmin-i kerem dem-i mev’ûd
Sâbit
müdâmî: Sürekli olarak şarap içen.
Zdhidd sanma rümûz-ı aşkı kâmiller bilir
Bâdenin zevk ü safâsın müdâmîler bilir
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
müdârâ: Ar. Dery’den; yüze gülme, dost gibi görünme. c. müdârât.
Ammâ yine gamzeyle müdârâ nice mümkin
Tâ olmayıcak âşık-ı ser-bâz-ı mahabbet
Nef’î
Alemde gönül birliği güç yâr ile yoksa
Ağyâr-ı sitem-kâra müdârâ olagelmiş
Emrî (Edirneli Emrullah)
Etme zer ü sîm için müdârâ
Olmaz kadem-i ricâle ruh-sd
Ziyâ Paşa
Zâlimlere sen etme müdârâ-dedizîrâ
Zulmü çoğalır onların ettikçe müdârâ
Abdülhak Hâmit
müdârât: Yüze gülmeler.
Zu’m-ıpindâr-i cibillîsini te’kîd ederiz
Süfehâ kısmına izbâr-ı müdârât etsek
Nâbî
müdâvâ, müdâvât: Ar. Deva’dan; hastaya deva arama, ilaç verme.
Söz ile ben hasteye bin kez müdâvâ eyledin
Etmedin ey Îsî-şekker-leb ammâ bir yana
Necati Bey
Olurdum zahidâ çoktan dehen-şûy sâgar-ı meyden
Humâra olsa ümmîd-i müdâvâ gayrı bir şeyden
Nâbî
Bil illeti k ıl sonra müdâvâta tasaddî
Her merhemi her yâreye merhem mi sanırsın
Ziyâ Paşa
müdâvât-ı ilel: Hastalığın tedavisi.
Müddt-ı ilel nisbetledir abvâl-i ma’lûma
Asâdan özge, çeşm-i kûra mîl-i tûtiyâ olmaz
Hayrî (Vîranşehirli Reisülküttâb Mehmet)
müdâvâ-pezîr: İlaç, çare bulan.
Ne mümkün ola müdârâ-pezîr hîç
Râşid
Benim ki derd-i sühan gibi illetim var
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
müdbir: Ar. Dübûr > idbâr’dan; talihsiz, düşkün.
Arif kim ola müdbir ü nâ-dân ola mukbil
İkbâline yuf âlemin idbârına hem yuf
Bağdatlı Ruhi
Cümle erbâb-ı hiyel müdbir olur
Hîlesipek çoğa sürmez duyulur
Sünbülzade Vehbi
müddeâ: Ar. Da’vâ > iddiâ’dan; 1. Dava olunan şey, davacının isteği. 2. İddia olunan şey. 3. Aslı faslı olmadan ileri sürülen şey. c. müddeâyât.
Ümîd-i lutf u mürüvvet zemâne halkından
Husûle gelmeyecek müddeâ değil de nedir
Nâbî
Sitem kerem sayılır, cevr ile cefâ bir olur
Tarîk-ı aşk u mahabbette müddeâ bir olur
Riyazî
Mukaddemât-ı havâdis değil netîce-pezîr
Verâ-yı perdede bilsem ne müddeâ vardır
Şeyhülislam Ahmet Arif Hikmet
müddeî: 1. İddia eden, davacı. 2. Bir hükümde ayak direyen. 3. İnatçı. c. müddeiyân.
Müddeî bizden nice nâm ü nişândır sorduğun
Kim hevâya uyanın evvel nişânın yaktılar
Ahmet Paşa
Müddeî münkir olursa çekerim işhâda
Hak-şinâs, ehl-i nazar anladığım yârânı
Nef’î
Müddeî fâş etmesin ey dil-i muhabbet mihrini
Arz-ı hâl ettikte mahfî nâme-i cânâne bas
Şemsî Paşa
Ger sana efgânımı bî-hûde derse müddeî
Ol söze tutma kulak ben çektiğim efgâna tut
Fuzûlî
müddeiyân: Müddeiler.
Dök nakd-i sirişkin ser-i kûyunda nigârın
Tâ müddeiyân sana gedâdır demesinler
Nâbî
müddeî: bk. müddeâ.
müddet: Ar. Medd’den; 1. Zaman, vakit. 2. Zamanın bir parçası, bir miktarı. 3. Bir şeyin uzayıp sürdüğü zaman.
Müddet ile çün bu şehre eresin
Bu amûd üstinde şekli göresinTürk
Firdevsîsi müddet-i devr-i felek: Feleğin dönen zamanı.
Akıl oldur gelmeye dünyâ metâHndan gurûr
Müddet-i devr-i felek bir demdir âdem bir nefes
Bâkî
müddet-i eyyâm: Günler geçtikçe.
Artırır eyyâm-ı hicrânın sirişkim hiddetin
Müddet-i eyyâm mey keyfiyyetin eyler füzûn
Fuzûûâ müddet-i hüsn: Güzellik zamanı.
Ahir ey dil-ber cefâ kılmaktan usanmaz mısın
Müddet-i hüsnün nihâyet bula sen sanmaz mısın
nizami
müddet-i irdâ’: Yok olma zamanı.
Müddet-i irdâ’ bulup ihtitâm
Geldi hulûl eyledi vakt-i ftam
Nahfı müddet-i ömr: Ömür boyu.
Şddî-i mer’î-i adûdan cismim etti cânı terk
Müddet-i ömrümde bir şâd oldum ol da şâd-ı merg
Adlî (Sultan II. Bayezid)
müdebber: Ar. Dübûr>tedbîr’den 1. Tedbir alınmış, düşünce ile hareket edilmiş. 2. huk. Azat oluşu, efendisinin ölümüne bağlı olan köle. c. müdebbirân, müdebbirin.
Dedim vaslından ayırma dediğim
Müdebberdir müdebberdir müdebber
Ümmî Sinan
müderris: Ar. Ders > tedrîs’ten; 1. Medrese dersi veren. 2. Profesör.
Benim müderris-i ilm-i cünûn hani
Mecnûn
Ki bir murâd ala devrimde istifâde ile Fuzûlî
Bir tıflı iken mekteb-i ışkın dil-i âşık
Mollâya sebak verse olur nice müderris
Behiştî
müderris-i ilm-i cünûn: Delilik ilminin profesörü.
Benim müderris-i ilm-i cünûn hani
Mecnûn
Ki bir murâd ala devrimde istifâde ile Fuzûlî
müdevver, müdevvere: Ar. Devr > tedvîr’den; 1. Döndürülmüş, tedvir olunmuş. 2. Yuvarlak, değirmi, tekerlek.
Derûnu ol kadar rûşen ki cirm-i âfitâb anlar
Gören rûzenlerinde her müdevver câm-ı billûru
Nef’î
Ol kamer kim gün gibi şekl-i müdevver bağlamış
Lâle gibi ruhlarında la’l-i ahmer bağlamış
Hamdullah Hamdi
müdgam: Ar. Dagm >idgâm’dan; gr. idgam olunmuş, arka arkaya gelen iki kelimeden birincisinin son, ikincisinin ilk harflerinin aynı olması.
Gamıyla açar kapıları.
Münkalibtir cihân-ı bukalemûn
İnbisâtıgamiyle müdgamdır
İbni Kemâl
Vücûdum rîze rîze etseler tîğ-ı felâketle
Yine her rîzesinde hubb-ı Ehl-ı Beyt müdgamdır
Ziya Paşa
müdhiş: Ar. Dehşet>idhâş’tan; 1. Dehşet veren, ürküten, korkutan; korkunç. 2. Aşırı, şaşılacak. ne dehşetli terakkî, o ne müdhiş sür’at
Öyle bir hârıka gösterdi mi insâniyyet
Mehmet Akif
Bir kemiktir, hıncı lâkin yıldırımlardan şedîd
Bir şehîdin göğsüdür, lâkin ne müdhiş bir şehîd
Midhat Cemal Kuntay
müdrik, müdrike: Ar. İdrâk’ten; 1. Yetişen, ulaşan. 2. Anlayış vaktine gelen, olgunlaşan. 3. Ergin. c. müdrikât.
Kelîm-i müdrikeyi hîre-çeşm eder her şâm
Nahîl-ı Tûr-ı felekten bu âteşîn urcûn
Yenişehirli Avni
müdrike-i âcize: Zayıf kavrayışlı.
Sadr-ı millete vücûdun ulu bir mu’cizedir
Bunu fehm eylemeyen müdrike-i dcizedir
Şinasi müdrik-i feyz-i dîdâr: Sevgilinin feyzini kavrama.
Bî-basîret olamaz müdrik-i feyz-i dîdâr
Herkese nûr görünmez
Cebel-ı Mûsâ’da
Rahmi (Tersane Kâtibi Vak’anüvis Kırımlı Mustafa)
müeddâ’: Ar. Edâ’dan: 1. Eda olunmuş, tediye olunmuş. 2. Mana, mefhum.
Bir sânihanın olması hakk ıyle mübeccel
Olmakla olur sebk ü müeddâ’sı mükemmel
Muallim Naci
müeddeb: Ar. Edeb >te’dîb’ten; edeplendirilmiş, tedîb edilmiş, edepli, terbiyeli.
Hizmete bel bağlayıp durdu müeddeb serviler
Bûstânda gûyiyâ bûstâncı taçlı çâkerân
Nuri
müeddî: Ar. Eda’ >te’diye’den; 1. Eda eden, tediye eden. 2. Sebep olan, meydana getiren.
Hûbtur gerçi letâfetle mizâh
Olmaya lîk müeddî-i silâh
Sünbülzade Vehbi
Bâd-ı bürûdet ederdi füşürde bedenlerin
Nâr-ı tama’ müeddî-i germiyyet olmasa
Nâbî
müeddib: Ar. Edeb > te’dîb’ten; tedib eden, edep öğreten, edeplendiren. c. müeddibîn.
Ey müeddib sen edeb verme bu ehl-i vahdete
Ebkem ol zîrâ ki bilmez aşk âdâbın edîb

müekked: Ar. Ekedd > te’kîd’ten; 1. Sağlamlaştırılmış, te’kid edilmiş. 2. Tekrar edilmiş, bir daha haber verilmiş, tenbih edilmiş.
Ebvâb-ı iPirâzagüşâyiş verip tamâm
Etti edille ile müekked ibâreti
Nâbî
müekkil, müvekkil: Ar. Vekil veya vekâlet’ten; > te’kîl’den; tayin eden, vekil yapan, birini vekil kabul eden kimse. bk. müvekkel.
Sipihr medfenini müekkil etmiş insâna
Olur yine ten-i insângıdâsı insdnın
Ziyâ Paşa
müellef, müellif, müellefe: Ar. Ülfet> te’lîf’ten; 1. Yazılmış, toplanmış. 2. Kitap olarak meydana getirilmiş, telif edilmiş. c. müellefât.
Varıp olıcak hazret-i dil-dâra müşerref
Et dâmenini dürlü hayâ ile müellef
Vasfî (olıcak: olunca)
müellif: Telif eden, yazan.
müellim: Ar. Elem’den; elem veren, inciten, sızlatan, ağrıtan. çünkü pek müellim
Bir ihtisâs olacak; tahammül eyleyememTefk
Fikret
İle’l-ebed onu sevmek, ile’l-ebed, müellim
Fakat hayât-efzA
Bir ibtilâ ile sevmekti emelim
Tevfık Fikret müessir: Ar. Eser > te’sîr’den; 1. Tesir edici, eser eden, işleyen. 2. İşleyip eser bırakan.
Müessirdir muhabbet ol kadar kim reşk eder bâde
Lebin öptürse ger bir dil-ber-i mümtâz mest-âne
Nef’î
Pek müessirdi sadâ-yı hâtifi yâhûd ki ben
Hâl-i istiğrâk ile olmuş idim pek nâ-tüvân

Celâl ile cemâl olmaz müessir kalb-i uşşâka
Cihân-ı aşkta fa’âl olan esmâ-i diğerdir
Leskofçalı Galip
müevvel: Ar. Te’vîl’den; 1. Tevil edilmiş, başka anlam verilmiş. 2. Tabir edilmiş (rüya).
Olsa te’vîl-i ibâretle müevvel ma’nâ
Hâtıra gelmez idi lafzdan evvel ma’nâ
Nâbî
müeyyed: Ar. Eyd> te’yîd’ten; 1. Kuvvetlendirilmiş, te’yid edilmiş, sağlam. 2. Doğrulanmış. 3. Yardım gören.
Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Sen
Abmed ü Mahmûd ü Muhammed’sin efendim
Şeyh Galip
Nice
Mansûr olmaz ol şâh-ı müeyyed kim çeke
Hasm-ı dîn-ı Ahmed’e şemşîr-i âteş-tâb-ı kîn
Üsküdarlı Hakkı Bey
Tâ ki yükselsin ezânlarla müeyyed nâmın
Gâlib et, çünkü bu son ordusudur
İslâm’ın
Mehmet Akif
müezzin: Ar. Ezân’dan; ezan okuyan. c. müezzinin.
Behiştî
bezme gelmek va’de etti
Cum’adan sonra
Müezzin gelmeden kendim verem gibi salâyı ben
Behiştî
Gül-i riyâz-ı imâmet cenâb-ı Pendî kim
Müezzin olsa revâ andelîb ona her ân
Mantıkî (Ahmet)
Ah eylerim sadâ-yı bülend ile her seher
Halk uyanıp sanır ki müezzin ezan rerir
Sürûrî
müfâce, müfâcât: Ar. Füce’den; ansızın oluverme, erişme.
müfâce-i zemâne: Zamanın oluvermesi.
Bin türlü maraz etse isâbet zarâr etmez
Lutf ede meğer merg-i müfâce-i zemâne
Nef’î
müfahhar: Ar. Fahr’den övünmüş.
Eyâ cân issi cân sana müfahhardır
Müfahhardır müfahhardır müfahhar
Ümmî Sinan
müfâhir: Müfâhare’den; Övünen.
Şâyândır olur ise müfâhir
Methetti onu
Münîf işâir
Zıya Paşa müfârekat: Ar. Fark’tan; 1. Ayrılma, uzaklaşma. 2. Bir yerden ayrılma. 3. Kocasından boşanma.
Reng-i adem vücûdla
Nâbî be-hem yürür
Mümkün değil müfârekatı rûzdan şebin
Nâbî
müfâz: Ar. Feyz >ifâza’dan. bol, bereketli.
Bezm-gâh-ı câna sâkî feyz olur nemar-ı şevk
Olsa bir câm-ı safâ-bahşa mey-i sâfî müşdz
Behiştî
müfekkir, müfekkire: Ar. Fikir > tefkîr’den; düşünce gücü, düşünce kabiliyeti.
Zemân olur ki düşünmekten ihtirâz ederim
Müfekkirem o zemân bir nihâle benzer ki
Tevfik Fikret
Müfekkirem o zemân bir nihâle benzer ki
Alîl ü ra’şe-nümâ şâh-sâr-ı bî-bergi
Tevfık Fikret
müferrih: Ar. Ferah > tefrîh’ten; ferahlandıran, ferahlık veren.
Dâimâ böyle müferrih mi bu cây-ı dil-güşâ
Her zemân âb u hevâsı böyle rûh-efzA mıdır
Nef’î
Şarâb-ı dil-güşâ olmaz ol la’l-i cân-fezadan yek
Müferrib hâb bulunmaz hâl rû-yi dil-berden yek
Bâkî
Müferrih istesen esrâr-ı rûhânî tenâvül kıl
Bu bir terkîbtir hayrânını ömren melûl etmez
Behiştî
müferrih-i cân: Can rahatlatan.
Hâk-i derin müferrib-i cândır ilâc ona
Asâr-ı müşg-i hasiyet-i zaferân kodu
Şeyhi
müferrah: Ferahlatıcı.
Ne âlemdir ne hazzdır bir müferrah cây-ı hurremdir
Muvâfık bir iki yârân ile ayş u safâ etmek
Şeyhülislam Yahya
müfessir: Ar. Fesr > tefsîr’den; 1. Tefsir eden, açıklayan, kısa bir şeyi açıklayıp anlamını çıkaran. 2. Kur’an-ı Kerim’i yorumlayan din bilgini. c. müfessirân, müfessirîn.
İzâr ü lebin vasfın eyler
Fuzûlî
Ona hem müfessir derim hem mubaddis
Fuzûlî
müfesser: Tefsir edilmiş, açıklanmış, ortaya konulmuş.
Müfesser eyleye
Şeyhî
Zebûr-ı Dâvûd’u
Rivâyet etse yüzün mushafindan dyetler
Şeyhi müfettih: Ar. Feth > teftîh’ten; 1. Açan, açıcı. 2. Tıkanık bir yeri açan (ilaç.)
Yed-i inâyet ile şehr-bend-i âlemde
Der-i murâdını açsın müfedtihü’l-ebvâb
Nâbî
Açtı devletten müfettih bâblar
Karşı geldi hâcib ü berrâblar
Saadettin müfettihü’l-ebvâb: Kapıları açan.
Ey leşker-i müfettihü’l-ebvâb, vur, bugün
Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına
Yahya Kemal
müfettiş: Ar. Fetş > teftîş’ten; teftiş eden, araştıran; bir işin yolunda olup olmadığını araştıran görevli kimse.
Peykânı irer cânı keser hançeri bî-bâk
Gûyâ ki biri hâkim ü birisi müfettiş
Şeyhülislam Yahya
müfâd: Ar. Mana, kavram.
Kimlerin gûşuna lâyık yine senden gayrı
Şeb-ı MErâctaki cevher-i esrâr-ı müfdd
Nâbî
müfîd: Ar. Fevd > ifâde’den; 1. İfade eden, anlatan. 2. Faydalı.
Gül-i ra’nâ figân-ı bülbül-işeydâyıgûş etmez
Hezarân nâle vü feryâd eder
Yahyâ müfîd olmaz
Şeyhülislam Yahya
Ehl-i taklîde müfîd olmaz eğer olsa da feyz
Gül-i tasvîre tarâvet nice versin şeb-nem
Koca Râgıp Paşa
Vâlid-i mâcid ona kimdir edersen suâl
Deyem onu muhtasar ki ola cevâbım müfîd
Esrar Dede
Güzel yazılmış eserler ve şüphesiz ki müfid
Fakat, basılsa okurlar mı?
Bence azdır ümîd
Mehmet Akif
müflik: Ar. Birinci sınıf, usta şair.
Benim ol müflik ü münşî-i hadîsü’s-sinn kim
Müftehir zâtım ile pîr ü civân ihvân
Şinasi
müflis, müflise: Ar. İflâs’tan; İflas etmiş, parasız, züğürt. ticarette top atmış. c. müflisân, müflisîn.
Kâse-i metrûk-i mey reng-i lebinden bellidir
Müflisin evvelki hâli meşrebinden bellidir
Yüsrî
İki müflis sâil cerrâra benzer şübhesiz
Dest-i gevher başına nisbet eyle deryâ vü kân
Ziyâ Paşa
müflis-i hâk: Toprağı kalmamış.
Oldu her şâh-ı şükûfe âlî-himmet
Müflis-i hâke nisâr eyledi dinâr ü dirhem
Hayâlî Bey
müflis-i nâ-kâm: Maksadına erişmemiş müflis.
Felek her şeb nücûmu arz eder ahter-şinâs-âne
Tama’ erbâbı nakdin müflis-i nâ-kâm için saklar

müfred: Ar. Ferd’ten; 1. Tek, yalnız. 2. Basit (mürekkep olmayan.). 3. ed. Başı ve sonu olmayan tek beyit. c. müfredât.
Gönülden ferd ü cândan müfred olgıl
Yakına kalma dolanma kemdne
Elvan Çelebi
müfredât: Müfred’ler.
Müfredât olur mürekkeb hem mürekkeb müfredât
Bu tahavvüldür görünen gâh beka: vü gâh fenâ
gaybî
müfsid: Ar. Fesâd > ifsâd’dan; bozan, ifsat eden.
Kemâm-ı çeşmine bend eyle tîğ-ı gamzelerin
Rakîb-i müfsidi katle kuşan kuşan güzelim
Hâmî (Hâmî-ı Amidî)
müfsid-i leîm: Cimri ifsatçı.
Makbûl-i bezm-i sohbet olur müfsid-i leîm
Menfûr-ı tab’-ı âlem olur nâsıh-i musîb
Ziya Paşa
müft: Far. Bedava, beleş, ucuz.
Süfre-i satrançtır bu kevn ü fesâd
Bakılsa müft sana bir piyâde vermezler
Nâbî
Sâbit
, bize enfâsı hisâb üzre verirler
Bir müft soluk yok, ya bugavgâ ne belddır
Sâbit
Nef’î
bunu sanma müft bulmuş
Üç pâdişâhın nedîmi olmuş
Ziyâ Paşa
müft-i civânân: Gençlere beleş.
Aşka düştüm cân u dil müft-i civânân oldu hep
Sabr u tâkât-ı masraf çâk-ıgirîbân oldu hep
Nedim
müftehir, müftehire: Ar. Fahr > iftihâr’dan; 1. Övünen. 2. Şanlı, şerefli. 3. Fahri, parasız iş gören. hâlde olmalıyız müftehir karâbet ile
O hâlde nisbetimiz kalmasın rekabet ile
Abdülhak Hâmit
Benim ol müflik ü münşî-i hadîsü’s-sinn kim
Müftehir zâtım ile pîr ü civân ihvân
Şinasi
Şu nâdî-i niam, bakın kudûmunuzla müftehir
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir
Tevfik Fikret
müftehir-i bâb-ı intisâb: Bağlanma kapısının şereflisi.
Fakîr ü bây ü sıgâr ü kibâr el-hâsıl
Umûm müftehir-i bâb-ı intisâbı idi
Ziyâ Paşa
müftehir-i devlet-i yek-rûze-i dünyâ: Dünyanın bir günlük ikbali ile övünen.
Ey müftehir-i devlet-i yek-rûze-i dünyâ
Dünyâ sana mahsûs u müsellem mi sanırsın
Ziya Paşa
müftekır: Ar. Fakr > iftikâr’dan; 1. Fakir, züğürt. 2. Muhtaç.
Halîfendir ey ahkemü’l-hâkimîn
Onun lûtfuna müftekırdır zemîn
Muallim Naci
Şu soğuk toprağın hayâtı gibi
Solmayan bir hayâta müftek ırım
Tevfik Fikret
Ona, herkes, onun şeâmetle
Tasadduk ettiği ikbâle müftekır, müştâk
Tevfik Fikret
müfteri: Ar. Feryy’den; iftira eden, kara çalan.
Vay Dante sen misin koca dâhî-i müfterî
Hâk-i siyâh tîneti hâkister-i cahîm
Abdülhak Hâmit
müfteris, müfterise: Ar. Fers > iftirâs’tan; avını yakalayıp parçalayan, yırtıcı, yakaladığı başka hayvanları yiyen.
Saklı yüzlerce müfteris hevesât
Alnının çîn-i infiâlinde
TevSk
Fikret
Zavallı kız, seni karşımda döndüren de o bak
O, hep o, hep o mülevves, o mülevves kütle
Tevfik Fikret
Gâlibiyyet gösterirsin müfteris hayvânlara
Ya tufeyliyyâta mağlûbiyyet en sonra neden
İsmail Safa
müftü: Ar. Fetvâ > iftâ’dan; dinî işlerde kendisine danışılan, soru sorulan yetkili.
Lebinle câm-ı müdâmı harâm eder müftî
Halâl’duğuna akl ol şarâba şâhittir
Şeyhi
müftî-i cihân: Cihanın müftüsü.
Ta’n eyleyeni meşreb-i âşıklara sûfî
Müftî-i cibân olsa dahi taşlarız biz
Lamiî Çelebi
müftî-i ışk: Aşk müftüsü.
Bana keşf oldu bugün esrâr-ı âyât-ı cemâl
Her suâle müftî-i ışkam cevâbım var benim
İbni Kemâl
müftî-i derrâk: Çabuk kavrayan müftü.
Aşk ile mes’ele-âmûz-ı cibânız
Nev’î
Ne bilir müşkilimiz müftî-i derrâk bizim
Nev’î mühendis: Ar. Hendese’den; mühendislik öğrenimini yapmış olan, hendese, geometri bilen.
Vâz etti kaşın tâkını gönlünde
Behiştî
Su üzre binâ kılmazıken değme mühendis
Behiştî
müheyyâ: Ar. Hey’et > tehyi’e’den; hazırlanmış, amade.
Kam-ı cân istediği lezzeti sordum bildim
Hân-ı hüsnünde lebi şehdi müheyyâ olmuş
Avnî
Ey Fuzûlî
âhiret mülküne lâzımdır sefer
Böyle fâriggezme takvâdan müheyyâ kıl metâ’
Fuzûlî
Tevekkül ehliyiz hergiz bizim âmâlimiz yoktur
Müheyyâdır bizimçün devlet isti’câlimiz yoktur
Nef’î
Eşâr ü fünûn hep o dudaklarda müheyyâ
Çirk-âb-ı taarruzdan ederlerdi tahaşşî
Tevfik Fikret
müheyyâ-yı edâ: Yerine getirmeye hazır.
Verdi beşere karz ile
Hak nakd-ı hayâtı
İnde’t-taleb elbette müheyyâ-yı edâdır
Emrî (Edirneli Emrullah)
müheyyic: Ar. Heyecân > tehyîc’ten; heyecan veren, heyecanlandırıcı.
Görün görün bize ey nûr-ı çeşmi cânımızın
Nedir müheyyici bilmez misin figânımızın
Muallim Naci
Sükût-ı leyl ile hâbîde her taraf, her şey
Bu rûh-ı sâmiti etmez müheyyic ü nâlân
Ahmet Hâşim
mühimm, mühim: Ar. Hemm’den; 1. Önemli, ehememiyetli. 2. Lüzumlu, gerekli. 3. Düşündürücü, düşündüren. c. mehâmm, mühimmât.
Ne mühimm rind olan mansıb için gam çekmek
İki câm ile
Galata’nın olun dizddrı
Behiştî
mühimm-sâz: Önem ortaya koyucu.
mühimm-sâz-ı adâlet: Adaletin önemini ortaya koyucu.
Şeref-bahş-i serîr-i saltanat ser-mâye-i devlet
Mühimm-sâz-ı adâlet revnak-efzA-yı
Müselmânî
Nef’î
mühimmât: Mühimm’ler.
mühimmât-ı fünûn: Pozitif bilimlerin önemlileri.
Tıptır akvâ-yı münimmât-ı fünûn
Onu münkir değil illâ mecnûn
Nâbî mühimmât-ı hutûb-ı devlet: Devlet işlerinin mühimleri.
Umûr-ı saltanat hayfâ ki nâ-ehil ellere düştü
Mühimmât-ı hutûb-ı devlete geldi perîşânî
Ziya Paşa
mehâmm: 1. Ehemmiyetli, önemli şeyler. 2. Düşündürücü şeyler.
mehâmm-ı âlem: Dünyanın önemli şeyleri.
Mehâmm-ı âleme üss-i esâstır adlin
Mükâremenle usûl-i ümem olur mubkem
Şinasi
mehâmm-ı devlet: Devletin önemli şeyleri.
Ey nigeh-bân-ı makâlîd-i nizâm-ı devlet
Ve ey nesak-sâz-ı câzim-i mehâmm-ı devlet
Fehim (Hoca Süleyman)
mehâmm-ı râh: Yol için lâzım olan şeyler.
Çün kim tamâm oldu cümle umûr-ı hüccâc
Buldu mehâmm-ı râha dâir umûrpdydn
Nâbî
mühîn: Ar. Hevn >ihâne’den; 1. İhanet eden; tahkir eden. 2. Hakir, alçak, aşağı.
Akrebin sokması sanmam sana kînindendir
Bu redâat hep onun tab’-ı mühînindendir

mühlet: bk. mehl.
mühlik, mühlike: Ar. Helâk > ihlâk’ten; helak edici, telef edici, öldürücü, öldüren.
Çeşmimiz sakla gerd-i ma’rekeden
Cünd-ı İslâm’ı cümle mühlikeden
Sultan I. Murat (Hüdâvendigâr)
Aşk mühlik, yâr gâfil, mübtelâlar neylesin
Birbirine derdini inkâr güç, ikrâr güç
Nefâ
Gerçi mühlik bir teessür var dil-i hassâsta
İştikâ etmez
Acem tarzında sînem yaradan
Muallim Naci
İkmâle kadar fâcia-i devr-i hayâtı
Atlatmaya mahkûm ne mühlik akabâtı
Mehmet Akif
mühmel: Ar. Heml > ihmâl’den; 1. İhmal edilmiş, boşlanmış, bırakılmış. 2. Anlamsız, boş söz. c. mühmelât.
Ol ki etvâr-ı felekten ne görürse münker
Döndürür aksine ol an komaz onu mühmel
Nef’î
mühmelât: Anlamsız, boş sözler.

Arda mühmelâtı yoktur
Azdırpesti, bülendi çoktur
Ziya Paşa
mühr, mühür: Far. Üzerinde isim kazılmış olup mektuplara, senetlere ve diğer evraka basılan madenî veya taştan yapılmış baskı.
Kim mühr urdu leblerinin la’l-i dürcine
Kim arayıp nişâne-i hâtem bulunmadı
Şeyhi
Hükmeden gönlüme cânân oldur
Mühr kimdeyse
Süleymân oldur
Şinasi
La’lin üstüne hatt-ı müşgînin midir dedim dedi
Mûrlardır geldiler mühr-ı Süleymân öpmeye
Hayâlî Bey
mühr-i hümâyûn: Padişah mührü.
Götürüp mühr-i hümâyûn ile etti teşrîf
Mühr-veş mihr kodu sî-i çarh üzre kadem
Nâbî
mühr-i nübüvvet: Peygamberlik mührü.
Var ise mühr-i nübüvvet merdüm-i bînendedir
Ol tenipür-nûru lâyıktır desem ayne’l-yakîn
Nadirî (Ganizade)
mühr-i sükût: Sessizlik mührü.
Bir söz ile gönlümüz açmaz bizim ol gonca-leb
Urdu gûyâ ağzına hâl-i lebi mübr-i sükût
İbni Kemâl
mühr-i Süleymân: Hz. Süleyman’ın
mührü.
Bedel olmaz buna zîrâ ki senin nâmındır
Tutamaz mühr-ı Süleymân yerin âhir-i hâtem
Nâbî
mühre: Far. 1. Yumru, top gibi yuvarlak şeyler. 2. Fıkra, sırttaki omurga kemiklerinin her biri. 3. Parlak deniz böceği kabuğu. 4. Kâğıt vesaire cilalamak için kullanılan billur top.
Harfidir mecmûa-i esrâr-ı dîvân-ı Kemâl
Noktasıdır mühre-i dâg-ı derûn-ı Enverî
Nef’î
mühre-i dâg-ı derûn-ı Enverî
: Enverî’nin iç yarasının yumrusu.
Harfidir mecmua-i esrâr-ı dîvân-ı Kemâl
Noktasıdır mühre-i dâg-ı derûn-ı Enverî
Nef’î
mühre-bâz: Mühreci.
mühre-bâz-ı felek: Feleğin mührecisi.
Târ-ı mûyı çıkarır gâh siyeh gâh sefîd
Mühre-bâz-ı felek mesabesidir tenimiz
Nâbı
mühre-keş: Mühre çeken.
Olup
Hûrşîd ü mehden mühre-keş evrâk-ı eflâke
Hutût-ı rûz u şebden nüsha-i sun’ eylemiş inşâ
Nâbî
mühtedî: Ar. Hidâyet > ihtidâ’dan; hidayete eren, ihtida eden, İslam dinini kabul eden.
Pertev-i hüsnüyle rûşen mülk-i âlem
Bâkî yâ
Rdh-ı ışka mühtedî ol nûr-ı pâk eyler beni
Bâkî
müj: Far. Kirpik.
Hâlimi arz etmeğe yeter müjünden dil diler
Sîne-i mecrûhum üzre açtı niçe yâreler
Şem’î
Çelebi
müjd, müjde: Far. 1. Beşaret, sevinç haberi, muştu. 2. İyi haber getirene verilen bahşiş.
Saklarım nâmına bir pâdişâh-ı devrânın
Ki edem müjd ü beşâret kim ederse tebşîr
Nâbî
Etti nesîm müjde seher nergis ü güle
Erdi zemân-ı nefha-i hâk çeşm ü gûş olun
Şeyhülislam Yahya
Bir müjde bu kim cemîâmâl
Bir hâl ki mâ-verA-yı akvâl
Şeyh Galip
müjde-i feth ü zafer: Fetih ve zafer müjdesi.
Erişe müjde-i feth ü zafer etrâf u eknâfa
Tuta dünyâyı hep gül-bâng-ı kûs-ı nusret âvâzı
Nef’î
müjde-i hakîkat: Gerçek müjde.
Gözünde mütebessim ü girye-dâr hulyâlar
Butûn-ı âtiyeye müjde-i hakîkattir
Doktor Abdullah Cevdet
müjde-i hayât-ı ebed: Sonsuz hayatın müjdesi.
Erişti âleme ya müjde-i hayât-ı ebed
Ya oldu dehre berât müsellemi teslîm
Nef’î
müjde-i izzet: Değerli müjde.
Ey kılan izbâr-ı zillet müjde-i izzet sana
Kim bu der-gehde mukarrerdir azîz olmak
Fuzûlî
müjde-i zafer: Zafer müjdesi.
Mağlûb olursa yolladığım elli bin nefer
Feryâd olursa beklediğim müjde-i zafer
Abdülhak Hâmit
müjde-bâd: “Müjde olsun haberi.

İki târîhimle tebşîr eyleyeyim nâsı her ân
Müjde-bâd aldı
Arîş’i seyfle cenk-ârerân
Sürûrî
müjde-gâne, müjde-gânî: Müjde ile sevinip karşılığında verilen bahşiş.
Nef’î
yim endîşe-i na’tiyle oldum kâm-yâb
Nâ-murâdân-ı cibâna müjde-gânîdir sözüm
Nef’î
Nüvîd-i latîftir erbâb-ı şevka müjde-i ekber
O ekber müjdeye ervâh-ı kem-ter müjde-gânîdir
Muallim Naci
müjde-gânî-i kûy-i habîb: Sevgili köyünün bahşişi.
Âşık peyâm-ı vuslata versin ki nakd-i cân
Pâ-müzd-i müjdegânî-i kûy-i habîbdir
Nâilî
müje: Far. Kirpik, göz kapağı kılı. c. müjgân.
Gamzen suâle başlasa uşşâka her müjen
Gûyâ lisân-ı hâl ile bir tercümân olur
Nef’î
Müje hançerler
İbrâhîm’e dönmüş
Göz
İsmâ’îl-veş teslîme benzer
Hayâlî Bey
müje-i bî-bâk: Kormayan kirpik.
Niçin eyler dili hışm ol müje-i bî-bâkin
Sana göz baktı günâhı ne dil-i gam-nâkin
Behiştî
müjgân: 1. Kirpik. 2. Kirpikler.
Dem-â-dem kilk-i müjgân ile tıfl-ı merdüm-i çeşmim
Hat-ı sevdâ-yı hâlin meşk eder levh-i hayâl üzre
Fuzûlî
Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne
Urma zahm-ı sîneme peykân peykân üstüne
Râsih (Enderunî Balıkesirli Ahmet)
Gözüm üsturlâbtır hüsn-i irtifâ’m almağa
Ankebûdîperde müjgân ol suturlâb üstüne
İbni Kemâl
müjgân-ı çeşm-i eşk-feşân: Gözyaşı döken gözün kirpikleri.
Gül bergine batan ne tikendir?
Dedim.
Dedi: Müjgân-ı çeşm-i eşk-feşânındır senin
Fuzûlî
müjgân-ı sâye-perver: Gölgelik kirpik.
Müjgân-ı sâye-perveri setr eyliyor gibi
Takrîr-i gamzesinden meâl anlaşılmasın
Tevfik Fikret
müjgân-ı ser-tîz: Keskin kirpik.
Nigâhın fitne-pâş oldukça dest-efşân-ı simâ’ içre
Derûn-ı câna hançer-rîz olur müjgân-ı ser-tîzin
Fehim-ı Kadim (Uncuzade)
müjgân: bk. müje.
mükâfât: Ar. Kifâyet’ten; birinin çalışmasını takdir etmek için verilen şey. (para, nişan vb. şeyler).
Zâhid-i huşk kabûl eyleyüben özrümüzü
El verirse bir ayağ ile mükâfât edelim
Avnî (eyleyüben: eyleyerek)
Buna hengâm-ı mükâfât denilir ey Nâbî
Halkı bî-râhat eden kimse de râhat bulmaz
Nâbî
FFilime ukbâda
Mevlâ’dan mükâfât istemem
Kâniim emniyet-i vicdân ü irfânımla ben
Namık Kemâl
mükahhal: Ar. Kuhl ‘den; sürmeli, sürme çekilmiş.
Çehre gül sîne semen çeşm-i mükahhal nergis
Hat çemen gonca dehen ca’d-i muanber sünbül
Bâkî
Mükahhal olmayan gözler inâyet tûtiyâsından
Mukarrerdir ki olmaz ol münevver nûr-ı Mevlâ’dan
Hamdullah Hamdi
kudretten mükahhal çeşmine dil-beste âhûlar
Nigâhından okurlar nüsha-i efsûnu câdûlar
Enderunlu Vâsıf
mükâreme: Ar. El açıklığı, cömertlik.
Mehâmm-ı âleme üss-i esâstır adlin
Mükâremenle usûl-i ümem olur muhkem
Şinasi mükâşefe: Ar. Keşf ten; 1. Hakikat ehline Allah’ın sırlarının görünmesi. 2. Meydana çıkarma. c. mükâşefât.
mükâşefe-i râz: Sırları meydana çıkarma.
Bildirdi bir nigehle dile gamze kasdını
Ne keşfe ne mükâşefe-i râza başladı
Nef’î
mükedder: Ar. Keder ve küdûret> tekdîr’den; 1. Bulanık, bulandırılmış. 2. Kederli, üzüntülü.
Şarâb-ı nâba lutf et muhtesib kahr ile çok bakma
Mükedrer kılma aks-i tîreden câm-ı musaffâyı
Fuzûlî
Gelmez dil-i dânâsına âlâyiş-i dünyâ
Yek-müşt gubâr ola mı deryâ-yı mükedder
Rızayi
Gönüllerle berâber gönlümüz şâd u mükedderdir
Dil-i tevhîdimizde münferid hazz u azab olmaz
Abdullah
Cevdet
mükeffen: Ar. Kefen> tekfîn’den; kefene sarılmış.
Bak şu zulmette çehre-i kamere
Reng-i mevta kadar bükâ-engîz
Gizlenir hüzn ile sehâbelere
O mükeffen hayâl-i nazre-girîz
Hüseyin Sîret
mükemmel: Ar. Kemâl > tekmîl’den; 1. Kemal bulmuş, tam, olgun. 2. Güzel, âlâ.
Açım! demekle amel-mânde bir topal tilki, Ayağına gönderiyor rızk ın en mükemmelini
Mehmet Akif
mükerrem: Ar. Kerem > tekrîm’den; saygı değer, sayılan, ululandıran.
Düstûr-ı mükerrem ki
Hudâ zâtını etmiş
Envâ’-ı mekârimle kerem-güster-i dlem
Neşati
Işk ehli olan göze diken olsa gerektir
Hor baksa kayırmaz bize mollâ-yı mükerrem
Behiştî
Kibre ne sebeb yoksa vezîrim diye gerçek
Sen kendini destûr-ı mükerrem mi sanırsın
Ziya Paşa
mükerrer: Ar. Kerr > tekrîr’den; tekrarlı, tekrarlanmış, tekrar olunmuş. c. mükerrerât
Meğer ki bugönülüm ârzû-yı şekker eder
Ki dâimâ ağızımda lebin mükerrer ola
Kadı
Burhaneddin
Her zemân manzûr bir şûh-ı sitem-gerdir bana
Kanda olsam bir belâ
Hak’tan mükerrerdir bana
Fuzûlî
Sükker dökerdi bâğa mükerrer şitâda berf
Ebr-i bahâr geldi pür etti nebâtât ile Bâkî
Onun ki şükrü gönül tûtîsine şekkerdir
Senâsı şükr ona kim dilde uş mükerrerdir
Hamdullah Hamdi
mükevkeb: Ar. Kevkeb’den; yıldızlı, yıldızla bezenmiş.
Uyur fikr-i beşer, tıfl-ı muazzeb
Uyur hattâ şu pehnâ-yı mükevkeb
Tevfik Fikret
Bir intizâr-ı siyâh-renk içinde lerzende
Serin havalı, mükevkeb, o nâzenîn geceler
Hüseyin Sîret
Yahûd zalâm içinde mükevkeb müşâfehât
Manzûme-i avâlim ü manzûme-i hayât
fâik Âli Bey
mükevven: Ar. Kevn > tekvîn’den; yapılmış, vücut bulmuş, meydana getirilmiş. c. mükevvenât.
mükevven-i kâmil: Tam vücut bulmuş.
Zehî mükevven-i kâmil ki kudretindendir
Perî-likâlara lutfu tenâsüb-i a’zd
Fuzûlî
mükevvenât: Vücut bulmuşlar.
Âyîne-i ademde nukûş-ı mükevvenât
Sûret-sıfat nümûdu var ammâ ki bûdu yok
Nâbî
Mükevvenât ibâret ise ne ola
Zât’ından
Hasâisidir onun cevher-i anâsır-ı çdr
Ziyâ Paşa
mükevvenât-ı hudûs: Sonradan meydana gelmiş varlıklar.
Mükevvenât-ı hudûs ol Kadîm’dendir kim
Kemâl-i zâtına mümkin değil kabûl-i fenâ
Hayrî (Viranşehirli Reisülküttab Mehmet)
mükevver: Ar. Kevr >tekvîr’den; sarılmış (sarık).
Vechi var bulduğu eşcâra tevakkuf etse
Çünkü destâr-ı mükevverle zuhûr etti kedû
Nâbî
mükeyyef, mükeyyif: Ar. Keyf >tekyîften; keyif verici, keyif veren. c. mükeyyifât.
Hubb-ı zâtıyla mükeyyef ol ki mestânlık budur
Vâkıf-ı esrâr-ı Hak ol işte hayrânlık budur
Gaybî
mükeyyif: Keyiflenme. c. mükeyyifât.
mükeyyifât: Keyiflenmeler.
Dağıttı cünd-i aklımızı eyleyip fesâd
Meydân-ı meyde kükredi şâh-ı mükeyyifât
Enverî
mükrim, mükrime: Ar. Kerem >ikrâm’dan; ikram eden, ikramcı, ağırlayan.
Şeb-i neylî-ı Nîsân, pür-tarâvet
Açıp karşımda bir âgûş-ı mükrim
Okur bî-intihâ eş’âr-ı daet
TevTık
Fikret
Ey lemha-i mükrim, ne olurdu
Tedîbine olsaydı da imkân
Tevfık Fikret müksir: Ar. Kesret’ten; 1. Çoğaltan. 2. Malı çok olan.
Tarz-ı âdâbı gözet müksir ü nâ-dân olma
Kıllet-i dâniş olur kesret-i güftâra sebeb
Hersekli Arif Hikmet
mükteseb, müktesebe: Ar. Kesb’den; kazanılmış, elde edilmiş, iktisap olunmuş.
Şeyhî visâl-i yâr mukadder sa’âdedir
Sanma ki mükteseb ola dünyâ vü dîn ile
Şeyhi mül: Far. Şarap, bade, mey, çakır.
Remz eyle hûnî gözüne her kim diye sâkî hani
Göster lebini lutf ile her kim sora mül nicedir
Şeyhi
Ol gonca-i ser-mest sabâh oldu uyansın
Ayîne-i mül gül yüzünü görsün utansın
Pertev Paşa
Gül ü mül bezmine meyl etme sözüm tut
Yahyâ
Ne cefâ-dîde-i hâr ol, ne gam-âlûd-ı humâr
Şeyhülislam Yahya
mülâhaza: Ar. Lahz ‘dan; 1. Bir meseleyi en ince kısmına kadar düşünme. 2. Dikkatle bakma. c. mülâhazât.
Ne nâmedir bu ki keyf-i rahîk-ı mazmûnu
Verir mülâhazaya bir neşât-ı rûhânî
Nef’î
Arz etme bî-mülâhaza halka kelâmını
Nâ-puhte ictinâ olunan bâr saht olur
Nüzhet
mülâhaza-i yâr: Yâri iyice düşünme.
Ma’mûrdur mülâhaza-i yâr ile gönül
Hâlim harâb olurdu eğer ol şeh olmasa
Şeyhülislam Yahya
mülahham: Ar. Lahm’dan; şişman, etli, semiz.
Na’ralaşmış fışkırır, sarhoş, mülahham bir karı
Bir taraftan bir kızın yangınlaşan al saçları
Midhat Cemal Kuntay
mülâhid: Ar. Lâhd >mülâhade’den; hak mezheplerini bırakıp batıl mezhebe kayan.
Fırât ü Dicle kenârında eyleyip tuğyân
Mülâhid olmuş iken münteşir misâl-i cerdd
Nâbî
mülâkî: Ar. Lika > mülâkat’tan; buluşan, kavuşan; görüşen.
Fasl-ı bahâr erdi güle bülbül mülâkîdir yine
Meclis o meclis mey o mey sâkî o sâkîdir yine
Şeyhülislam Yahya
Olsan o ma’kûleye mülâkî
Ya meclise gelse ittifâkî
Şeyhülislam Vassaf Efendi
Tekrdr mülâkî oluruz bezm-i ezelde
Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler
Yahya Kemal
mülattaf: Ar. Lutf > taltîf’ten; taltif edilmiş, bir iyilikle gönlü alınmış.
Çün ede seni lutf-ı hümâyunu mülattaf
Tarf-ı küleh-i yâr ile oldukta mutarraf
Vasf mülâyemet: Ar. Le’m (düzeltme)’den; Uygunluk. 2. Yumuşak huyluluk, yavaşlık.
Hûbân-ı nerm-dil gibi bilmez muhâlefet
Olmuş mülâyemetlepesendîde hûy-i zer
Nâbî
Mülâyemet, eder âlemde âdemi bî-kadr
Kemân-ı mermi felek vakfeder kebâdeliğe

mülâyim, mülâim: 1. Uygun, muvafık.
Yumuşak, nerm, durgun. 3. Pekliği olmayan.
Nedir bu tâli ile derdi
Nef’î-i zarın
Ne şûhu sevse mülâyim dedikçe âfet olur
Nef’î
Saçın durur dil-i bî-çâreye hemîşe makam
Garîbe şehr-i mülâim sevâd-ı a’zamdır
Hamdullah Hamdi
Ettim demîn de râlide fenzinde câ-nişîn
Gâyet mülâyim oldu o bir merd iken haşîn
Abdülhak Hâmit
mülâyim-dil: Yumuşak huylu.
Meskenet hiFatin eyle i’dâd
Ol mülâyim-dil ü dervîş-nihâd
Nâbî
mülâyim: bk. mülâyemet.
mülâzım: Ar. Lüzûm > mülâzemet’ten; 1. ask.
Teğmen. 2. Bir yere veya bir şeye sarılıp ayrılmayan. 3. Stajyer, bir yerde maaşsız çalışan. c. mülâzımân, mülâzımîn.
Müderris aşk-durur ilm-i ledünnî dersine ey cân
Mülâzım ol o der-gâha haber-dâr ol hakîkatten
Gaybî
Yazılsın nukat-ı harf ile târîh
Mülâzımdir
Sürûrî
-i hüner-ver
Sürun
mülâzım-i câm-ı cihân-nümâ: Cihanı gösteren kadeh; içinde dünyayı seyrettiren kadeh.
Cihân fütûhuna
Cem câmdır demiş miftâh
Gelin mülâzım-i câm-ı cibân-nümâ olalım
Şeyhi
mülâzımân: Mülâzım’lar. mülâzımân-ı kadîmü’z-zemân: Zamanın eski mülazımları.
Zihâm o gûne cevâmi’de rûz-ı rûzede kim
Mülâzımân-ı kadîmü’z-zemânayer kalmaz
Nâbî
Mülcem: Ar. 1. Gemli, yularlı. 2. Hz. Ali (r. a.)’yi şehit eden
Haricî kâfir (Abdurrahman bin Mülcem).
Çok riyâ-kâr var velî görünür
İbn-ı Mülcem ile
Alî görünür
Osman
Nuri Paşa
(Diyarıbekirli)
mülevven: Ar. Levn > telvîn’den; 1. Renkli, renk renk, türlü türlü. 2. Boyalı, boyanmış.
Mülerven yürüme sûfî özünü ışka ver kim ol
Vücûdun câmesin pâk etmeğe üstâd-ı zûr-kâr
Behiştî
Bir aks-i mülervendir onunjçin
Arzın bana ahcâr u nebâtı
Ahmet Hâşim
Bir leyl-i serâir ki bütün şûh u mülevven
Güllerle, güneşlerle, emellerle müzeyyen
Tevfik Fikret
mülevves: Ar. Levs > telvîs’ten; 1. Kirli, pis, telvis edilmiş. 2. Karışık, intizamsız. c. mülevvesât.
Ta’n-ı adû
Behiştî
ye sanma keder verir
Bahrı mülevves eyleyemez her zerre kelâb
Behiştî
Küfrün o mülevves eli âyâtını sildi
Binlerce cevâmi yıkılıp hâke serildi
Mehmet Âkif
Beyoğlu’nun o mülevves muhît-i fâhişine
Dalar gider, takılıp bir sefîlenin peşine
Mehmet Akif
mülevvesât: Mülevves’ler.
Neden mefâhir-i eslâfe kahredip, yalnız
Mülevvesâtına mâzimizin sarılmadayız
Mehmet Akif
mülhak: Ar. Lühûk >ilhâk’tan; 1. İlhak edilmiş, sonradan takılmış, katılmış. 2. Askerlikte emir subayı yardımcısı. c. mülhakât.
İmdâd kılıp inâyet-ı Hak
Kıldı onu maksadına mülhak
Fuzûlî
Türkî’de
Nef’î
ile
Bâkî ye bak
Gayrı dîvânları da et mülhak
Nâbî
Kim ki hamyâze-i sa’yi çeker, elbet çü kemân
Tîr-i âmâli nişân-gâhına eyler mülhak
Şeyh Galip
Gün gibi
Aşikâresin
Ariflere ayne’l-yakîn
Ehl-i tuğyânın özünde kahr-ı mülhak el-gıyâs
Ümmî Sinan
mülhem: Ar. Lehm >ilhâm’dan; ilham edilmiş, birinin içine doğmuş.
Dediler cümlesi ahsentü zehî nûr ü nazar
Pâdişânın olur kalb-i şerîfi mülhem
Nâbî
mülhid: Ar. Lâhd > ilhâd’dan; Allah’ı inkâr eden, dinsiz.
Hak kul olmaz kul
Hak olmaz mülhid olma sûfiyâ
Gayrı isbât eyleyenler şirk ilegargâdadır
Gaybî
Bize mülhid diyenin kendüde îmân olsa
Dahleden dînimize bârî
Müselmân olsa
Bahayî
Küfrî (İstanbullu Hasan Çelebi)
Bir mülhidi lâkin kim eder tesliye heyhât
Sığmaz, bunun âfâkına ferdâ-yı mükâfat
Mehmet Akif
mülhid-i bî-mezheb: Mezhepsiz mülhid.
Arif ol, ehl-i dil ol, rind-i kalender-meşreb ol
Ne Müselmân-ı kavî, ne mülhid-i bî-mezbeb ol
Nef’î
mülhid-i fâcir: Fitneci mülhit.
Gaybe îmân getir ey mülhid-i fâcir ki sana
Ahiretten hatt-ı ta’lîk ile hüccetgelmez
Sâbit
mülhik: Ar. Lühûk >ilhâk’tan; ilhak eden, katan.
Kâh düşerim mutlaka kâh asıl ki mülhika
Bakıp kamudan
Hakk’a çağırırım dost dost
Niyazi
Mısrî
mülhik-i nûr: Nur katan.
Vücûdun ayn-ı zevk et sûretâ hecri tutup
Esrâr
Bilir erbâb-ı dil zevkinde mesrûr olmayan bilmez
Esrar Dede
mülk, milk: Ar. 1. İnsanın sahip ve malik olduğu taşınmaz ve gelir getiren malları. 2. Bir devletin ülkesi. c. emlâk.
Fuzûlî buldu genc-ı Afiyet mey-hâne küncinde
Mübârek mülkdür ol mülk vîran olmasın yâ Rab
Fuzûlî
mülk-i adem: Yokluk ülkesi.
Ne belâdır süfehâ-yı hademe
Gönderir âdemi mülk-i ademe
Sünbülzade Vehbi
mülk-i beka: Kalıcılık ülkesi.
Sâhib-kırân-ı arsa-i iklîm-i saltanat
Ol dem ki kıldı mülk-i bekaya azmeti
Bâkî
mülk-i belâgat: Söz ülkesi.
Behiştî
nice saf asker çekip şi’rim sütûrundan
Yine mülk-i belâgatte bugün bir kal’a aldım ben
behiştî
mülk-i Çın: Çin ülkesi.
Yâ cihân-ı nazm-ı âlem-gîrdir olmuş ona
Vasf-ı bûy-ı hulkunu yâd ettiğim yer mülk-ı Çîn
Nef’î
mülk-i İslâm: İslam ülkesi.
Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm
Dolaştım mülk-ı İslâm’ı bütün vîraneler gördüm
Ziyâ Paşa
mülk-i bî-pervâ: Pervasız mülk.
Eğer vermişse bir millet bütün bir mülk-i bî-pervâ
Alan sensin, veren sensin senin hükmündedir dünyâ
Mehmet Akif
mülk-i câvidân: Ebedî ülke.
Görünce küşte-gân-ı tîğ-ı çeşmin mülk-i câvidân
Mesîhâ da hayât-ı câvidânın verdi yağmâya
Esrar Dede
mülk-i cihân: Cihan ülkesi.
Ey demar-ı zemâne ki âb-ı adâletin
Mülk-i cibâna revnak-ı bâğ-ı cinân verir
Nef’î
mülk-i dil: Gönül ülkesi.
Acep mi mülk-i dile salsa gamzeler âşûb
Harâb-ı işve-nigeh çeşm-ipür-fiten mahmûr
Neşati
Görüp hâl-i perîşânım benim bî-hûde ta’n etme
Bu emri bir de gel mülk-i dile sultân olandan sor
Şeyh Nazif
Dede mülk-i dünyâ: Dünya ülkesi.
Arifi ma’nâ isen kılma tehâlük âleme
Mülk-i dünyâ kimseye mâl olmamış olmaz yine
Leskofçalı Galip
İ’tibâr etme mülk-i dünyâya
İ’tibâr-ı ulüvv-i şândangeç
Fuzûlî
mülk-i ezelî: Ezelî mülk.
Hâstır zat-ı İlâhîsine mülk-i ezelî
Bî-hudûd anda olan kevkebe-i lem-yezelî
şinasi
mülk-i fenâ: Yokluk ülkesi.
İncinmemek istersen eğer mülk-i fenâda
Bir kimseyi incitmemeye hasr-ı merâm et
Ziyâ Paşa
Üç beş sene seyretmek için mülk-i fenâyı
İnsân çekiyor inleyerek bâr-ı kazâyı
Kemalzâde Ekrem Bey
mülk-i garb: Batı ülkesi.
Ateş urup mezra’-ı eflâke ser-tâ-ser yine
Mülk-i garba akın etti gönderip leşker güneş
Lamiî Çelebi
mülk-i hâver: Doğu ülkesi.
Nitekim zulmet sipâhından sipihri almağa
Mülk-i hâverden çeke envardan leşker güneş
Hayâlî Bey
mülk-i hüsn: Güzellik ülkesi.
Kullarından vuslatın gencin diriğ etme şehâ
Mülk-i hüsnün vakt ola gönlüm gibi rirân ola
behiştî
mülk-i ıtlâk: Yüce makama ulaşmak isteyen.
Demidir kim tene bed-rûd ede cân ile gönül
Mülk-i ıtlâk özenen bend ile zindânı nejder
Lamiî Çelebi
mülk-i isti’dâd: Kabiliyet mülkü.
Asım’a nâ-refte râh açmış
Nedîm’e
Aferin
Kûçe-i teng-i kalemden mülk-i istüdâda dek
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
mülk-i kanâat: Kanaat ülkesi.
Kime kim mülk-i kanâatte riyâzet ola kût
Odur ol mürg-i dilin bülbül-i bâğ-ı melekût
Behiştî
mülk-i lâ-mekân: Mekânsız mülk.
Safâ-yı ittisâ-ı kalb ile ol cevher-i ferdim
Ki mülk-i lâ-mekân bir noktadır kevn ü mekânımdan
Palaslı
Galip
mülk-i melâhat: Güzellik ülkesi.
Şâhsın mülk-i melâhatte sana kullar çok
Bir oldur ki varıp
Mısr’da sultân olmuş
Fuzûlî
Her zemân sanma kapında âh eder üftâdeler
Ey şeh-i mülk-i melâhat böyle kalmaz rûzigâr

mülk-i nazm: Nazım ülkesi.
Dönseşemşîr hatîbe ne olaşemşîr-i zebân
Mülk-i nazmım hutbe-i emn ü emândır sözüm
Nef’î
mülk-i sühan: Söz ülkesi.
Mülk-i sühan kalem-rev-i tab’-ı kerîmidir
Bahreyn-i nazm u nesirde cârî hükûmeti
Akf Paşa
mülk-ı Süleymân: Hz. Süleyman’ın mülkü.
Künc-i fakr içre süren iki cihân devletini
Genc-ı Kârûn’u değil mülk-ı Süleymân’ı nejder
Lamiî Çelebi
mülk-i şühûd: Görülen mülk.
Ona teshîr olunup mülk-i şühûd
İzz ü devletle gelip buldu vücûd
Hakanî
mülk-i tecrîd: Herşeyden elini eteğini çekme ülkesi.
Mülk-i tecrîddir ferâğat evi
Terk-i mâl eyle hânumândangeç
Fuzûlî
mülk-dârân: Padişahlar. mülk-dârân-ı izâm: Büyük padişahlar.
Mülk-dârân-ı izâmın a’zamı
Lutf-kârân-ı kirâmın ekremi
Ziyâ Paşa
mülket: Mülk.
Hânümân-ı dil yıkıldı kalmadı taş üzre taş
Dest-i cevr-i devr ile rirân olan mülket gibi
Ebussuud Efendi
Kûy-ı dile bilmem yine bir relrele düştü
Baştan başa cân mülketine zelzele düştü
Esrar Dede
mülket-i akl: Akıl ülkesi.
Bu Murâd’ın mülket-i aklın alıp yağmâ eden
Bir sitem-kâr-ı cefâ-cû dil-ber-i dil-sûzdur
Muradî (Sultan IV. Murat)
mülket-i devlet: Devlet ülkesi.
Felek şatrancını üttün saâdet mülkünü tuttun
Ne mülket mülket-i devlet ne devlet devlet-ı Kayser
Ahmed-ı Dâi
mülket-i Osmânî: Osmanlı ülkesi.
Mükedder kılmasın gerd-i küdûret çeşme-i cânı
Bilirsin âb-ı rûy-ı mülket-ı Osmânîyiz cânâ
Bâkî
mülket-i Rûm: Rum ülkesi.
Mülket-ı Rûm’da hem şâirler
Ehl-i dilpîrleri mdhirler
Sünbülzade Vehbi
mülket-i vîrâne: Yıkık ülke.
Mihnet-âbâd-ı cihân bir mülket-i vîranedir
Şenliği ancak içinde kûşe-i mey-hdnedir
Riyazî
emlâk: Mülk’ler, temellük olunan bina ve araziler.
Bakmıyor kimse onun emlâkine

emlâk-i dehr-i dûn: Alçak dünyanın mülkleri.
Aldanma
Bâkıl olup emlâk-i dehr-i dûna
Alûd eder serini bil kim gubâr-ı hûna
Fârisî (Sultan II. Osman)
memleket: Ülke, bir hükümetin idare ve tasarrufunda bulunan yerler; eyalet, vilayet, yurt. c. memâlik.
Hâris-i memleket ü devlet ü ikbâlin ola
Mâlikü’l-mülk
Hudâvend-i cibân azze ve cell
Bâkî
memleket-i Hıtâ: Hıta ülkesi.
Sâye-i zülfü düştüğü yerleri
Nâilî
gören
Fark edemez diyâr-ı Çin memleket-ı Hıtâ mıdır
Nâilî
memleket-ârâ: Memleketi süsleyen.
memleket-ârâ-yı cihân: Cihan ülkelerini
süsleyen.
Adli kim memleket-ârâ-yı cibândır etse
Emn ü âsâyiş için âleme fermân amîm
Nef’î
memâlik: Memleket’ler.
Ol kad-bâlâ vü zülf eğri diyâr-ı hüsn pür-âşûb
Memâlik fitne şeh zâlim âlem serkeş sipâh eğri
Âhi
Biri tedbîr-i hazain biri ta’mîr-i bilâd
Birisi hıfz-ı memâlik biri tertîb-i haşem
Nâbî
Söyletip başka memâlikteki mahkûnîni
Hâkimiyyet ne imiş, öğreniniz, kıymetini
Mehmet Akif
mültecâ: Ar. Lece’ >ilticâ’dan; sığınacak yer.
Ol menba’-ı cûy-i merâm ol muksim-i rızk-ı enâm
Olsun ilâ-yerme, l-kıyâm şâhân-ı dehre mültecâ
Seyyit Vehbî
mültecâ-yı hâs u âm: Halk ve ileri gelenlerin sığındığı yer.
Der-gehe devlet-penâhî mültecâ-yı hâs u âm
Hâk-i pâk-i âsitânı bûse-cây-ı ins ü cdnn
Nef’î
mültecâ-yı yevm-i hulûd: Kıyamet gününe sığınma.
Murâd u maksad âlem-penâha ümem Ümîd rûz-ı nedem-i mültecâ-yı yevm-i hulûd
Sâbit
mültecâ-yı vüzerâ: Vezirlerin sığınacak yeri.
Mültecâ-yı vüzerâ sadr-ı kibâr-ı ulemâ
Kâm-kâr-ı fuzalâ fahr-i mevâlî-i izdm
Nef’î
mülteci: Siyasi, dinî ve ırki sebeplerden dolayı yurdunu terkedip başka bir ülkeye giderek sığınmış olan ve kabul edilen durumdan faydalanmış olan kimse.
Şu’le-i bî-ziyâyı hüzn-i kamer
Mülteci sanki sâde ellerine
Ahmet Hâşim
mültefet: Ar. Left > iltifât’tan; 1. Bakılmış, iltifat edilmiş. 2. Güler yüz gösterilmiş, hoş davranılmış. 3. Ehemmiyet verilmiş.
Tahsîl edersin ma’rifet buldun erenlerden sıfat
Hak’tan olursun mültefed dinle sadâ-yı “’bi’ş-nev’i”
Esrar Dede
mültefit: 1. İltifat eden, yüzünü çevirip bakan. 2. Hoş davranan, güler yüz gösteren. 3. Ehemmiyet veren.
Mîzân-ı Hakkta bu dahi bir özge ma’delet
Menfûr olur hüner-ver ü cühhâl-i mültefit
Ziya Paşa
mültemes: Ar. Lems’ten; iltimaslı, kayırılan. c. mültemesât.
Dîdâr-ı dosttur iki âlem netîcesi
Yok ondan özge âşıka âlemde mültemes
Fuzûlî
Ko kurursa kurusun mezra’a-i âmâlin
Tek hemân dökme yere âb-ı ruhun mültemesin
Nâbî
Kasd-ı âşık iki âlemde cemâl-i dosttur
Yoktur ondan özge âşık âleminde mültemes
Âdile Sultan
Ey nesîm-i subh sensin kâsıd-i müşgîn nefes
Hâlim ol meh-rûya arz et senden oldur mültemes
Lamiî Çelebi
mültemes-i subh: Sabahın iltimaslısı.
Onu nefes-i haclet ile münkesif etme
Senden budur ey mibr-cebîn mültemes-i subh
Nâbî
mültezim: Ar. Lüzûm > iltizâm’dan; 1. İltizam eden, bir şeyi veya bir kimseyi lüzumlu sayıp ona taraflık gösteren. 2. İltizamcı, kesimci; devlete ait bir geliri toplama iznini üzerinde taşıyan kimse. c. mültezimin.
Bir iki mültezimi eyledi havâle bana
Ki iştirdkle etmişler iltizâm-ı sitem
Nef’î
Vücûd-ı hükmün için muktezA vücûd-ı beka
Beka-yı şer’in için mültezim beka-yı vücûd
Nevres-i Kadim
Nizam-ı halk-ı âlem mültezimdir ind-ı Bârî’de
Hudâ kâdirdir ammâ sîmi zer leyli nehâr etmez
Ziya Paşa
mülûk: bk. melik.
mülzem: Ar. Lüzûm >iltizâm’dan; 1. Baskın çıkarak susturulan, ilzâm eden. 2. Lüzumlu gören, gerektiren.
Sana her meclisinde söyleriz sen mülzem olmazsın
Değil kürsiye vâiz arşa çıksan âdem olmazsın
Sâbit
Cibânda çarh-ı lübet-bâz oyunlar oynamıştır kim
Hezârân
Bû Alî
Sînâ onun oynunda mülzemdir
Huffî
Mülzem olmaz her nice ilzâm edersen seg rakîb
Haylî müşkildir belî dânâya nâ-dân ile bahs
cinânî
mümâsil: bk. misl.
mümâşât: Ar. Meşy (yürüme)’den; 1. Beraber gitmek, yoldaşlık etmek. 2. Kavuk sallamak.
Halk ile hâzımdır oldukça mümâşât eylemek
Ger bana uymazsa eyyâm uyarım eyyâma ben
Rıza Paşa
Halk ile lâzımdır oldukça mümâşât eylemek
Ger bana uymazsa eyyâm uyarım eyyâma ben
Nevres-ı Cedid (Osman.)
mümâşât-ı zemân: Zamanın dalkavukluğu.
Feyz ise maksad mümâşât-ı zemâne mâ’il ol
Fırka-i yağmâ-gerân-ı asra sen de dâhil ol
Ziya Paşa
mümessek: Ar. misk > temsîk’ten, misklenmiş, misk kokulu.
Mânend-i mihr mümessek olur hande-rûlar
Ebrin atâsı âleme giryânlığındadır
Nâbî
mümeyyiz: Ar. Meyz > temyîz’den; 1. Seçen, ayıran. 2. Bir dairedeki yazıcıların yazılarını düzelten kâtip. 3. Bir imtihanda talebenin bilgisini yoklayan kimse.
Hûblar kaddine harf etme mümeyyiz geçinip
Be bu fende dahı sen doğru elif bilmezsin
Behiştî
mümidd: Ar. Meded’den; 1. Yardım eden, imdad eden. 2. Uzatan, uzatıcı.
Günâh-kâra mümidd ol-durur kıyâmet olıncak
Bu hâle dâl-durur harf-i mîm ü dâl-ı Muhammed
Hamdullah Hamdı (olıncak: olunca)
mümidd-i hayât: Ömür uzatıcı.
Gönül diler leb-i yâkûd u zülf-i müşgînin
Ki bu mümidd-i hayât oldu ol müferrib-i zat
Lamiî Çelebi
mü’min, mü’mine: Ar. Emn >îmân’dan; iman eden, inanan, kalp ile tasdik ve dil ile ikrar eden. c. mü’minât (mü’mine’nin c.); c. mü’minîn: (mü’min’in c.)
Kasd etti beni pîr-i mugandan kese ağyâr
Müminlere şeytân olur elbette müvesvis
Behiştî
Sicn-i mümin cennet-i kâfir-dürür dünyâ demiş
İşiten ağyâr-ı bî-dîn ile destânım benim
Necati Bey
Me’yûs ola mı mümin olan rahmet-ı Hak’tan
Ol günde şefâat olacak kâr-ı Muhammed
Nuri
mü’min-i âgâh: Uyanık mümin.
Mümin-i âgâh
Hak’tangayre etmez ser-fürû
Sâcid-i vahdet-pereste kıble-gâh olmaz iki
Namık Kemâl
mü’minîn: Müminler.
Esâs-ı dîn-ı Hak bünyâd-ı tahkîk
Emîrül
Müminîn
Bû Bekr-ı Sıddîk
İbni Kemâl
mümkin, mümkün: Ar. İmkân’dan; kudret dâhilinde, yapabilme kudretinde olan, yapılabilen şeyler. c. mümkinât.
Nakş-ı Şîrîn’i giderdi seng-i hârâdan felek
Mümkin olmadı gidermek hâtır-ı Ferhâd’tan
Hamdullah Hamdi
Seni sayd eyleme mümkin mi dedim dil-dâra
Dedi bin nâz ile sîm ü zere sor sorma bana
Enderunlu Vâsıf
Ne mümkün zulm ile bî-dâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen, âdemiyyetten
Namık Kemâl
mümkinât: Yapılabilen şeyler, imkân dahilinde olanlar.
Ptilâ etsem semamümkinâtın üstüne
İrtika etmek diler, durmaz, dil-i âlî-cenâb
Tahirü’l Mevlevi
Mümkinâtın her biri âyîne olup kendüye
Rû-yı kesretten cemâlingösteriptir şeş-cibât
gaybî (gösteriptir: göstermiştir)
mümsik: Ar. Mesk > imsâk’ten; 1. Eli sıkı, pinti. 2. Bir şeyden el etek çekip nefsine hâkim olma.
Sehâdan addolur izzet, ayb ise de isrâf
Kibârın müsrifi yeğdir hele mümsik hisâbîden
Nev’î
Cihânda merd-i mümsik mâlik olsa genc-ı Kârûn’a
Fenâdan göz yumunca mâlın eller kendisin yer yer
bağdatlı Ruhi
mümtâz: Ar. Meyz >imtizâc’tan; 1. İmtiyazlı, ayrı tutulmuş, üstün tutulmuş. 2. Seçkin.
Belki
Yûsuf da seni görse olurdu âşık
Ol kadar hüsn ile mümtâz ü dil-ârâsın sen
Nef’î
Olsa ne kadar hüsn ü melâhatle ser-efrâz
Öykünmeye sen dil-ber-i mümtâza güzeller
Şeyhülislam Yahya
(öykün-: özenmek, taklit etmek)
Ab-âver ile bir idi ol sebû-şiken
Mümtâzdır zemânede destî kıran dahi
Keçecizade İzzet Molla
mümtâz-ı âkıl: Akıllı seçkin.
Mesken etmezsem kanâat mülkünü
Mecnûn-misâl
Halk-ı âlem içre bir mümtâz-ı âkıl olmazam
behiştî
mümtâz-ı âlem: Âlemin seçkini.
Mümtâz-ı âlem olmamağa çâre var mıdır
Zîrâ senâ-yı şâh-ı ser-efrâzdır sözüm
Nef’î
mümtedd: bk. memdûd.
mümtelî: Ar. Melâ’dan; 1. Mide dolgunluğuna ulaşmış. 2. Dolgun, dolu, dolmuş.
Hâk etti şimdi onları zulmetle mümtelî
Hâlâ nücûm tarz-ı kadîm üzre müncelî
Muallim Naci
mümteni’: Ar. Men’ > imtinâ’dan; 1. İmtinâ eden, çekinen. 2. İmkânsız, olamaz. c. mümteni’ât.
MümtenTdir vasfının tahkîkı gelse âleme
Urfî vü Selmân gibi sat şâir-i zor-âferîn
Üsküdarlı Hakkı Bey
Çok değildir mazhar-ı sırr-ı kadîm olmak bana
MümtenTdir feyz-i ilminden adîm olmak bana
Leskofçalı Galip
mümteni’ât: Mümteni’ler.
Erişti evc-i kemâlâta nûr-ı idrâkât
Yetişti rütbe-i imkâna kısm-ı mümteniât
sadullah Paşa
münâcât: Ar. Necât’tan; Allah’a yakarış.
Hum-ı meyden götürüp âlemi seyrân edelim
Tûr-ı aşka çıkalım yine münâcât edelim
Avnî
Yine rind-âne gelin azm-i harâbât edelim
Pîr-i mey-hâne ile zikr ü münâcât edelim
Şeyhi
Yok yerim kûy-ı münâcâtta havfüm bu beni
Bu melâmetle harâbât kabûl eylemeye
Hayâlî Bey
Diz çöküp mermerin üstünde yalın kat hasıra
Bekliyor hepsi münâcâtı: Onun jmdi sıra
Mehmet Akif
münâdâ: Ar. Nidâ’dan; 1. Nida edilmiş, çağrılmış. 2. gr.
Başına nida harfi getirilmiş kelime.
Nedimâ: “ey
Nedim” anlamında.
Kelime sonundaki “â” nida harfidir.
Biz münâdânın münâdî idügin fehm edeli
Her nefeste
Hak’tan âgâh olmada ezkârımız
gaybî (idügin: olduğun)
münâdî: 1. Nida eden, tellal. 2. Müezzin.
Biz münâdânın münâdî idügin fehm edeli
Her nefeste
Hak’tan âgâh olmada ezkârımız
Gaybî
Hem münâdî vü nidâyım hem atûfum hem raûf
Hem kulum hem kulların rezzakı ve gayyûruyum
Mesihi
münâdeme, münâdemet: Ar. Nedim’den; eğlence meclisinde arkadaş olarak oturup sohbet ve ülfet etme.
münâdim: Nedimlik eden, meclis arkadaşı, sohbet arkadaşı. c. münâdimîn.
Mes’ûda nazîre-i mün’adimdir
Eş’ârı cevâmiü’l-kelîmdir
Ziyâ Paşa
Lâkin tesâdüf.
Ah o kavîler münâdimi
Acizlerin, zavallıların hasm-ı ddimi
Tevfık Fikret
münâdimîn: Münâdim’ler.
münâdimîn-i tarab: Eğlence arkadaşları.
Açın şu perdeyi: Bir bezm-gâh-i nûş-â-nûş
Münâdimîn-i tarab ser-be-ser şetâret-pûş
Tevfik Fikret
mün’adim: Ar. Adem > in’idâm’dan; yok olan.
Mes’ûda nazîre-i mün’adimdir
Eş’ârı cevâmiü’l-kelîmdir
Ziyâ Paşa
Bî-çdreyi medhûş ederek her nefesinde
Muztarr bırakır mün’adim olmak hevesinde
Mehmet Akif
münâdim: bk. münâdeme.
münâfaka, münâfakat: bk. münâfık.
münâfât: Ar. Nefy’den uymama, birbirine zıt olma.
münâfât-ı esâlîb: Üslupların zıt oluşu.
Cümle bir kâidedir mes’ele-i hicr ü visâl
Fenn-i hikmette münâfât-ı esâlîb olmaz
Nâbı münâfese, münâfeset: Ar. Nefs’ten; kin, haset, çekememezlik gibi gizli düşmanlık.
Ney-zen bezimde mutriba hem-vâre geç bakar
Bilmem miyânlarında nedir bu münâfese
Nedim
münâfık: Ar. Nifâk’tan; 1. Nifak sokan, iki yüzlülük eden, iki yüzlü davranan. 2. Hz. Peygamber zamanında, İslam’ı kabul ettiği hâlde iki yüzlülüğe devam eden kişilere verilen isim. c. münâfıkîn.
Ne mihrinden sefâ kesb et ne mâhından saâdet um
Sakın aldanma bu dehre iki yüzlü münâfıktır
Hayâlî Bey
Kelâm-ı Hakk’ı işitse hücûm eder cühelâ
Nişân-ı seng-i münâfık olursa tan mı
Bildl
Bâkı
Çok kana girer gamzen uyup kavl-i rakîbe
Gammâze muvâfık görünür rây-ı münâfık
Nizamî
münâfık-âne: Münafıkçasına.
Sâdık muhibbe arz-ı şefkat ederler ammâ
Zâhid münâfık-âne pîr-i mugân derûnî
Behiştî
münâfaka, münâfakat: Münafıklık.
Münâfakat o kadar etti âleme te’sîr
Ki oldu hep alınıp verilen selâm-ı dürûg
Nâbî
mün’akis: Ar. Aks > in’ikâs’ten; 1. Tersine dönmüş, çevrilmiş, in’ikâs etmiş. 2. Bir yere çarpıp geri dönmüş.
Mün’akis âyîne-i tab’ımda nakş-ı kâinât
Sûret-i ma’nîde bir sırr-ı nihân olmaz bana
Ziya Paşa
münakkaş: Ar. Nakş >tenkîş’ten.
Nakışlı, resimli, işlemeli. 2. Renkli dokuma kumaşlarındaki işleme.
Olmasa ferş-i münakkaş dâmen-i sahrâ yeter
Bulmasam sakf-ı mukarnes kümbed-i mînâ yeter
Necmi
Münakkaş oldu bisât-ı çemen şükûfe ile
Nazîri lücce-i eflâk oldu tahta-i hâk
İbni Kemâl
münâsib: Ar. Nisbet > münâsebet’ten; 1. Uygun, yerinde. 2. Yaraşır, yakışık.
Cân mürgine gıdâ-yı ruh olmaya münâsib
Hâl-i ruhun halîlim şeh-dâne bir adestir
Behiştî
Arzû eylerdi bir mahbûb-ı müstesnâyı dil
Bir münâsib dil-ber-i mümtâz buldum kendime
Şeyhülislam Yahya
Münâsibtir sana ey tıfl-ı nâzım hüccetin al gel
Beşiktaş’a yakın bir hâne-i vîrânımız vardır
Nedim
mün’atıf: Ar. Atf >in’itâftan; sapan, bir tarafa doğru dönen, meyillenen.
Mazbar olmuş iltifât
Hazret-ı Peygamber’e
Mün’atıftır dîde-i takdîs-i ümmet güllere
Vasfı (Şeyh)
Mün’atıftır bir mübârek fi’le her bir lâhzası
Münhasırdır bir umûmî hayra her bir sâati
Ziyâ Paşa
Her yanda bir nigâh ki tâ rûha mün’atıf
Her yanda bir dehân ki eder rûhlar nisâr
Tevfik Fikret
münâzaa: Ar. Nez’ ve niza’dan; ağız kavgası, çekişme. c. münâza’ât.
Olmazdı ittihâd nihâd-ı vücûdda
Ser-rişte-i münâzaa müstahkem olmasa
Nâbî
münbasit: Ar. Bast > inbisât’tan; 1. Yayılan, açılan, inbisat eden. 2. Şen, gönlü açık.
Mesâib etmeye görsün zavallı mülkü zebûn
Asık suratlıların hepsi münbasit, memnûn
Mehmet Akif
müncelî: Ar. Cilâ > incilâ’dan; 1. Açılıp parlak olan, ayan, açık, incila eden. 2. Meydana çıkıp besbelli olan.
Ref’ edince mâsivâyı nûr-ı Hak eyler zuhûr
Maksad ancak kalbe böyle incilâ vermektedir
Selimî (Yavuz Sultan Selim)
Müncelî âyîne-i dilde nukûş-ı kâinât
İş o mir’ât-ı musaffâya cilâ vermektedir
Selimî (Yavuz Sultan Selim)
Bak ınca dîde nûruna ziyâ bulur bu cism ü cân
Mir’ât-ı kalbi müncelî kıl sırr ile dîdârı gör
Âdile Sultan
müncemid, müncemide: Ar. Cümûd > incimâd’tan; 1. Donmuş, donuk. 2. Buz hâlinde olan.
Gûyiyâ tîğ-ı celâlinden bu çerhe damlamış
İki katre müncemid hûn-ı ciger hurşîd ü meh
Esrar Dede
Bir dûd-ı müncemid gibi âfâk-ı bî-hayât
Pîşinde canlanır mütehâşî nazarların
Tevfik Fikret
Bir ıztırâr-ı serd ile titrer mükevvenât
Altında karların
Bir dûd-ı müncemid gibi âfâk-ı bî-hayât
Tevfik Fikret
müncerr: Ar. Cerr’den; 1. Bir tarafa çekilip sürüklenen, sürülen, kayıp bir tarafa giden. 2. Varıp sona eren. 3. Neticelenen.
Câm-ı ışkın cür’asın kılsan bu bezm ehline feyz
Sulha müncerr olsa bu bî-hûde gavgâ kâşkî
Bâkı
Müncerr olur umûr-ı cihân bir nihâyete
Sayfnşitâya meyli, bahârın hazanadır
Ziyâ Paşa
Neye müncerr ola hâlim bu televvünle benim
Dil-i peşîmdn yine tevbeye varmaz dehenim
Şeyh Galip
müncezib, müncezibe: Ar. Cezb > incizâb’tan; incizap eden, beriye çekilen.
Ol sebük-rûhum ki dûş-ı mevcde bâr olmazam
Müncezib tâ kulzüm-i envâra bir ben bir habâb
Esrar Dede
Parlıyor alnı uzaktan ayın on dördü gibi
Gülüyor; işvesinin câzibeler müncezibi
Mehmet Akif
Misli yok mânendi yok bir mâha gönlüm müncezib
Kâinâtı halk eden Allah’a gönlüm müncezib

mündemic: Ar. Dümûc >indimâc’tan; bir şeyin içinde gizli olan, saklı.
Endîşeden gönülleri hâlî değildi hîç
Olmuştu bir şitâ bu gönüllerde mündemic
Tevfik Fikret
münderic: Ar. Derc >indirâc’tan; bir şey içinde mevcut ve dâhil olan. c. münderecât, mündericât.
Hâkan-ı Osmânî neseb kim münderic zâtında hep
İslâm-ı fârûk-ı Arab ikbâl-ı Pervîz-ı Acem
Nef’î
Ne ma’nâlar ne sözler münderictir safha-i dilde
Eğerçi sûret-i zahirde hâmuşum kitâb-âsâ

münebbih, münebbihe: Ar. Tenbîh’ten; 1. Uyandıran, uykudan kaldıran. 2. Dalgınlıktan kurtaran. 3. Uyuşukluğu gideren. c. münebbihât.
Durmayıp geçmektedir sâat-be-sâat dehr-i dûn
Ra’d ile ona münebbihtir bu tâs-ı ser-nigûn
bekayî
müneccim: Ar. Necm’den; 1. Yıldızları gözleyen, yıldız bilgini. 2. Yıldızlarla fala bakan, falcı. c. müneccimin.
Tâli’in tutup müneccim ey meh-ı Mirrîh-çeşm
Dedi kim bunun ucundan günde yüz bin kan olur
Zâti
Yaşım aktığına niçin lutf u yâ kahr eylemez
Çün müneccim hayr u şerri cümle encümden tutar
Nizamî
Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim
Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde
Ziya Paşa
münekker: Ar. Nekr’den; bilinmeyen, belli olmayan bir şeye delalet eden.
Bana sen vehle-i ûlâdagöründün ma’rûf
Çeşm-i dikkatle bakıldıkça münekkersin sen
Cûdî
münevver, münevvere: Ar. Nûr > tenvîr’den; ışıklı, nurlu, aydınlatılmış.
İzzetim şemmünevver tâliim azm-i kavî
Devletim hükm-i revân ayşım evi ma’mûr idi
Fuzûlî
Bâkî şafakda mihr-i münevver sanır gören
Aks-i izar-ı sâkîyi câm-ı şarâbda
Bâkı
Mükahhal olmayan gözler inâyet tûtiyâsından
Mukarrerdir ki olmaz ol münevver nûr-ı Mevladan
Hamdullah Hamdı münevvim: Ar. Nevm > tenvîm’den; Uyku veren, uyutucu.
Bir münevvim ses değil yer yer hurûşân revele
Fevc fevc akmakta insânlar bütün müstakbele
Mehmet Akif
münezzeh: Ar. Nezâhet >tenzîh’ten; tenzih edilmiş, arı tutulmuş; temiz; uzak.
İktizâ etti münezzeh zâtı
Sebeb-i hilkat mevcûdâtı
Hakanî
Müşâhid olamaz olsa mücerred mâdde sırru’llah
Münezzehtir diyen mahcûb oluptur
Hakkı rü’yetten
Gaybî
(oluptur: olmuştur)
Zât-ı bîçûnun mekânlardan münezzehtir senin
Pes seni ya kanda bulsun ağlayıp feryâd eden
Aziz
Mahmut
Hüdayî (Üsküdarlı)
İnancım tam münezzehsin kusurdan
Akıl âlet
Seni ölçmez
İlâhî
Şeref Yılmaz
münfail: Ar. Fi’l > infı’âl’den; ; 1. İnfial eden, gücenen, gücenmiş. 2. gr.
Edilgen.
Hande-i hacletle ister ki ede def’-i infial
Gonca gül-şende görüp gül yüzün olmuş münfail
İbn-ı Kemal
Sende kalmıştı münfail, kırgın
Muztarib gönlümün son ümîdi
Tevfik Fikret
Zannım, bize münfail ki
Mevlâ
Bir bâdiye halkı yandı.
Hâlâ
Bir damla su inmiyor semâdan
Mehmet Akif
münfekk: Ar. Fekk > infıkâk’ten; ayrılan. ayrılmış olan, infikâk eden, çıkmış; sökülmüş.
Sanma tenhâ künc-i halvette dil-i bî-çâreyi
Senden ayrı sîneden bir an gamın münfekk midir
Şeyhülislam Yahya
Nesl-i pâkinden olmasın münfek
İzzet-i dîn ü devlet-i dünyd
Şeyhülislam Yahya
Sıfat ü zât yek-diğerden olmaz bir zemân münfek
Ziyânın inkişâfı şemsden, şemsin ziyâdandır
nevres-i Kadim
münfik: Ar. Nafaka >infâk’tan; nafaka veren, besleyen.
Ah ben âcizenin münfikı olan pederim
Deşt-i hasrette kodu bizleri böyle tenhâ
leyla Hanım
münharif: Ar. İnhirâf’tan; 1. Sapan, doğru yoldan ayrılan, inhiraf eden. 2. Çarpık, eğri. 3. Sağlam olmayan.
Münhariftir sâkiyâ endûh-ı dünyâdan mizâc
Bâde tut kim illet-i endûhagaflettir ildc
Fuzûlî
Tîrine
Yahyâ nişân eylerse olma münharif
Göz ucuyla yârdan yetmez mi bir kerre nigâh
Şeyhülislam Yahya
Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten
Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten
Namık Kemâl
münhasır: Ar. Hasr > inhisâr’dan; 1. Sınırlanmış, her tarafı çevrilmiş, inhisar altına alınmış. 2. Yalnız bir şeye veya bir şeye mahsus olan.
Gül hazâna muntazır, bülbül figâna münhasır
Çeşm-i ibrette gülistan ayn-ı şîve-gâhdır
Haşmet
Mün’atıftır bir mübârek fi’le her bir lâhzası
Münhasırdır bir umûmî hayra her bir sâati
Ziyâ Paşa
Mütefennin tanınan üç kişinin kıymeti de
Münhasır anlamadan, dinlemeden taklîde
Mehmet Akif
münhasif: Ar. Husûf > inhisâftan; 1. Sönükleşme, sönmüş gibi olma, kör olma. 2. Ayın sönükleşmesi.
Mensûh ü münhasif, mütenahnih, ateh-lika: Bir varlık.
İşte çebre-i mâzî-i zî-beka
Tevfık Fikret
Pek münhasif duran o muazzez cebînine
Rahşân hâleler örecekler ve sen yine
Şarkın melek perîsi, mübârek melîkesi
Pîşinde nağme-hîz edeceksin güneş gibi
Tevfik Fikret
münhedim: Ar. Hedm > inhidâm’dan; yıkılan, yıkılmış, inhidam edilmiş, harap olmuş.
Ah kim vardı ele girmedi bir yâr-i vefâ
Münhedim oldu bu devr içre meğer dâr-ı vefâ
Hamdullah Hamdi
münhemik: Ar. Hemk > inhimâk’ten; Bir işin üstüne çok düşen, inhimak eden.
Kötü şeylere düşkün.
Denirse kendine, milletlerin ekâbirini
Sayardı göstererek hepsinin kebâirini “Falan içerdi.
Filân fuhşa münhekmikti.
” diye
Mehmet Akif
münhezim: Ar. Hezîmet > inhizâm’dan; hezimete uğrayan, inhizam eden, bozguna uğrayan.
Işkın kıtâli geldi vü sabr oldu münhezim
Bir meklekette fitne olur olsa ikişdh
Ahmet Paşa
Münhezim eyleyeler gayret ile küffârı
Cünd-ı İslâm’a vere fırsat u nusret o
Gayûr
Bahtî (Sultan I. Ahmet)
Aldı hamd olsun
Arîş’in kal’asın ehl-i cihâd
Münhezimdir ceyş-i mel’ûn kaçtı gelmez ba’d-ezîn
sürûrî
münhî: Ar. Nehy’den; haberci, haber ulaştıran. c. münhiyân.
münhî-i ma’rifet: Marifet habercisi.
Münhî-i ma’rifeti hâl diliyle dâim
Kılar ehl-iHakk’a esrâr-ı hakîkat inhd
Fuzûlî
mün’im: Ar. Ni’met > in’âm’dan; 1. Nimet veren, yedirip içiren. 2. Velinimet.
Gamze peykânın eder âşıka çeşmim sadaka
Eyle kim merdüm-i mün’im vere muhtâca zekât
Fuzûlî
Ol amîmül-feyz-i mündmsin ki feyz-i şâmilin
Rızk taksîminde kılmaz imtiyâz-ı küfr ü dîn
Fuzûlî
En fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün’im
Bir fıtrata makrûn iken, aç âtıl ü âkım
Tevfik Fikret
Mün’im oldum yoksul iken benim oldu kevn ü mekân
Yerden göğe mağrib maşrık yire göğe doldum ahi
Yunus Emre
mün’im-i vakt: Vaktin zengini.
Fuzûlî
âlem-i fakr ü fenâda mün’im-i vaktim
Diyâr-ı meskenet nakd-i kanâat mülk ü ma’lûmdur
Fuzûlî
münîr, münîre: Ar. Nûr > inâre’den; nurlandıran, ziya veren, parlak, nurlu olan.
Eşiğin üftâdesi kem-ter gedâ mihr-i münîr
Pençe-i hurşîd-i âlem-tâba hüsnün destgîr
Fuzûlî
İntizârım sanadır subha dek ey mihr-i münîr
Berg-i hâtırda olan şeb-nem-i ümmîd gibi
Nâilî
Ey şems-i münîr, kim zuhûrun
Tenvir ile çehre-i hayâtı
Pür-hande kılar şu kâinâtı
Tevfik Fikret
münkâd: Ar. Kıyâdet > inkıyâd’dan; boyun eğen, inkıyat eden; muti.
Revâc-ı dîn-i mübîne muavin ü mukaddem
Umûr-ı şer ‘-i şerîfe mukayyed ü münka. d
Nef’î
Biz kelâm-ı naklîyiz nerde o sâhib-i güftâr
Ona teslîm edelim emrine münkâd olalım
Muradî (Sultan IV. Murat)
Münka. d edip serîrine maşrıkla mağribi
Bir devlet ermagân edecektir
İlâhına
Yahya Kemal
münkalib, munkalib: Ar. Kalb >inkılâb’tan; başka bir hâle dönen, değişen, çevrilen, inkılap eden.
Dense
İskender hemâlindir olur her âyîne
Münkalib timsâl-i ihmâle hümâlin sûreti
Nevres-i Kadim
Hep sevgililer girmede bir şekl-i mahûfa
Eşkâl-i dehâ münkalib olmakta tuyûfa
Abdülhak Hâmit
Olsa cehûl-âne cihân düşmânım
Münkalib olmaz yine fikrim benim
Muallim Naci
münkatı’: Ar. Kat’ > inkıtâ’dan; kesilen, inkıta edilen, kesilip ardı olmayan.
Öyle müstesnâ güzelsin kim sana yoktur bedel
Senden ey cân münkatükılmaz beni illâ ecel
Fuzûlî
münkesif: Ar. Küsûf >inkisâftan, inkisaf eden, tutulan, tutulmuş (Ay, Güneş).
Onu nefes-i haclet ile münkesif etme
Senden budur ey mihr-cebîn mültemes-i subh
Nâbî
münkesir: Ar. Kesr> inkisâr’dan; 1. Kırılan, inkisar eden, kırılmış, kırık. 2. mec. Gücenmiş, kırgın.
Sîneme geldikçe gamzen tîri cânâ korkarım
Münkesir ola erip peykânı peykân üstüne
Hamdullah Hamdi
Emel bir münkesir peymânedir saff-ı niâlinde
Boğulmuş rûh-ı insânî şarâbın mevc-i âlinde
Mehmet Akif
münkesirü’l-bâl: Gönlü kırık, kanadı kırık; gücenmiş.
Yine gül-şende bugün bülbüle bir hâl olmuş
Gülü hâr ile görüp münkesirü’l-bâl olmuş
Behiştî
münkeşif: Ar. Keşf> inkişâftan; 1. Açık, görünen, meydanda. 2. Yeni bulunmuş.
Münkeşif olması ezdâd iledir eşyânın
Şîve-i mağfirete cürm ü günehdir bâis
Pertev Paşa
(Mülkiye Nazırı
Mehmet Said)
Bir temâs-ı nesîm-i fecr ile hep
Münkeşif gördüğün bu ezhdrı
Ahmet Hâşim
münkir: Ar. Nekr >inkâr’dan.
İnkâr eden, öyle değildir diyen, kabul etmeyen, tanımayan. 2. Dinsiz. c. münkirin.
Devrân ne bilir kadr-i dürr-i nazmımı zîrâ
Ol devr edeli münkir erbâb-ı beyândır
Nef’î
Girândır âşıka erbâb-ı aşkın ta’nı münkirden
Ehafftır seng-i a’dâ zabm-ıgülden cism-ı Mansûr’a
Beliğ
Zevk-ı vicdânı bulup cân ile kıl dilde semâ
Dinleme münkir sözünü kavl-i dervîşâna gel
Âdile Sultan
münkir-i Âl-i Abâ: Ehl-ı Beyt’i inkâr eden.
Münkir-ı Al-ı Abâ’ya tîğdir her nutkumuz
Kâhir-i a’dâ-yı dîniz seyf-ı Mevlânâ biziz
Ağazâde Şeyh Mehmet
Dede
münkir-i aşk: Aşkı inkâr eden.
Münkir-i aşka eder mu’ciz-i hüsnün ızbâr
Ateşîn câme miyânındagül-i rûy-ı Halîl
Nâbî
münkir-i erbâb-ı beyân: Beyan sahiplerinin inkârcısı.
Devrân ne bilir kadr-i dürr-i nazmımı zîrâ
Ol devr edeli münkir-i erbâb-ı beyândır
Nef’î
münkir-i keyfiyet-i erbâb-ı harâbât: Harabat ehlinin niteliğini inkâr eden.
Her münkir-i keyfiyet-i erbâb-ı harâbât
Öz aklı ile hakkı diler kim bula heyhât
Bağdatlı Ruhi
münkir-i nûr-ı Muhammed: Muhammed nurunun inkârcısı.
Câhil-ı Bû
Cehl-meşreb bendini eyler helâk
Münkir-i nûr-ı Muhammed kahr olur bulur ziyâ
Esrar Dede
münkir Nekîr: Mezarda insanları sorguya çekecek olan meleklerin ismi.
Bu iki melek insana
Rabb’in kim?
Kitabın ne?
Peygamberin kim?
Kıblen neresi gibi soruları soracak olan meleklerdir.
İman ehli cevap verdiği hâlde günahkârların dili tutulup cevap veremeyecekleri söylenir.
Bunun için de mezarın başında hocalar bunları hatırlatır.
Soru hisâb olmayısar dünyâ âhıret kovana
Münkir ü Nekir ne sorar terk olıcak cümle murâd
Yunus Emre
(olmayısar: olmayacak; olıcak: olunca)
münker: 1. Kabul olunmayan. 2. Beğenilmeyen, inkâr olunan.
Seninçin münker olmak nûr-ı hikmet pek tabiîdir
Ne görmüştür dimâğım zulmet-i evhâmdan başka
Muallim Naci
Biz sevişmiyorsak eğer
Kalır gözümde sevişmek ilelebed münker
Tevfik Fikret
münkir Nekîr: Mezarda ölüleri sorguya çekecek olan iki melek.
Cismi kabridir onun bed hulkudur
Münker
Nekîr
Dâimâ kabrin azabın çektiği hâlâ budur
Gaybî
münsedd: Ar. Sedd > insidâd’dan; tıkalı, tıkanmış, kapalı.
Etti adlin o kadar râh-ı dalâli münsedd
Hâtıra yol bulamaz vesvese-i şeytânî
Nef’î
münselih: Ar. Serh > insirâh’tan; 1. Sıyrılıp çıkan, soyunan, insilah eden, derisi çıkarılmış. 2. Son gününe ermiş.
Sohbetinde bunların eyle vücûdun münselih
Ma’rifet zann ettiğin cehlin usûlün durma kes
gaybî
münselik: Ar. Silk’ten; yola giren, bir tarikata, bir yola girmiş. münselik-i şâh-reh-i hazret: Büyük yol gösterenin yoluna girmiş olan.
Avâzelerin gûlların etmeyiz ısgâ
Biz münselik-i şâh-reh-i hazretipîriz
Muallim Naci
münşeât: Ar. Neş’et
> inşâ’dan; kaleme alınmış şeyler; nesir ve mektuplar. münşeât-ı dehr: Dünya münşeatı.
Münşeât-ı dehrde her lafz bir ma’nâyadır
Biz de bu inşâ-yı kevnin tâze bir mazmûnuyuz
Nâbî
münşi: 1. İnşa eden, yapan. 2. Yazı ve üslubu güzel olan kâtip.
münşî-i ahkâm: Hükümleri yapan.
Dîvân-ı celâlinde kazA münşî-i ahkâm
Eyvân-ı şükûhunda felek perde-serâdır
Nef’î
münşî-i hadîsü’s-sinn: Çok genç kâtip.
Benim ol müflik ü münşî-i hadîsü’s-sinn kim
Müftehir zâtım ile pîr ü civân ihvân
Şinasi
münşî-i kadr: Değerli kâtip.
Benim ol Hüsrev ü sâhib-kırân-ı mülk-endîşe
Ki münşî-i kadr yazmış berâtımda bu menşûrı
Nef’î
Yazsa ger mahmidete zâtını münşî-i kadr
Zîver-ı ser-varak-ı defteri imkân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)
münşî-i sath-ı sühan: Sözün dış yüzünü yapan.
Dinlemem ey münşî-i sath-ı sühan
Her sühanın bence ke-en-lem-yekün
Muallim.
Naci
münşî: bk. münşeât.
müntahab: Ar. Nahb > intihâb’dan; seçilmiş, seçkin, intihap edilmiş. c. müntahabât.
Ol nüshadır tapun ki risâlet cerîdesi
Onu beyân hakkıçün olmuştu müntahab
Hamdullah Hamdi
Zannetme ki müntahab o sözler
Dîvânı da böyledir ser-d-ser
Ziyâ Paşa
Bülbül gibi terennüm ederken ogonce-leb
Sabr u tahammülüm yanar ey şûh-ı müntahab
Recaizade Ekrem
Zîrâ iki müntahab eserdir
Emsâli görülmemiş güherdir

müntahiren: Ar. İntihâr’dan; intihar suretiyle, intihar ederek.
Hüsnüm olunca sonra benim dîdeden nihân
Aşkımla oldu müntahiren târik-i cihân
Abdülhak Hâmit
müntakil: Ar. Nakl> intikâl’den; 1. Bir yerden başka bir yere geçen. 2. Yol. 3. mec. Ölen, dünyadan ahirete göçen. müntakil-i hufre-i heder: Yok olma çukuruna ulaşma.
Bir örtü dizlerinde bu ma’lûl-i derd-i yâr
Hâr u şikeste müntakil-i hufre-i heder
Tevfik Fikret
müntakim, müntakime: Ar. Nakm > intikâm’dan; öc alan.
Olmasa ruhsat eğer nev-ummâ
Müntakim olmaz idi nâm-ı Hudâ
Sünbülzade Vehbi
Lâkin zemân zemân o heyulâ-yi müntakim
Mâziye kalbedipgeçecek büsbütün
Tevfık Fikret müntec: Ar. Nitâc’dan; 1. Netice vermiş. 2. Sebebiyet vermiş, meydana getirilmiş.
Nedir ey dil âh u zarın neye müntec oldu kârın
Acabâ bilir mi yârin kime mübtelâ imişsin
şeyh Galip
müntecim: Ar. Necm’den; yıldızlı, mükevkep.
Akseylese envâr-ı dili hâk-i siyâha
Her zerresini bir felek-i müntecim eyler
Yenişehirli Avni
müntefî: Ar. Nef >intifâ’ dan; yok olan, mahv olan, sürülen, nefy olan.
Olmazdı müntefî o bürûdet bütün bütün
Gittikçe yâda gelmemeğe başladı düğün
Tevfik Fikret
müntehâ: Ar. Nihâyet>intihâ’dan; 1. Nihayet bulmuş; son derece, son kerte. 2. Son uç.
Sidreye benzettiğin ayb etme cânâ kaddini
Ki onu benzetmekte bundan müntehâsın bilmedim
Ahmet Paşa
Zülfüne müşg-ı Hatâ demek hatâdır dostum
Sidreden kaddin nihâli mühtehâdır dostum
Nizamî
müntehâ-yı emel: Emelin sonucu.
Müntehâ-yı emel ü matlab-ı a’lâ mı olur
Serv-kadler var iken sidre vü Tûbâ dediğin
Şeyhülislam Yahya
müntehâ-yı hübûb: Rüzgâr esintisinin son bulması.
Ey kıble-gâh-ı ehl-i fenâdan esen sabâ
Havfim bu, müntehâ-yı hübûbun olur hebâ
Abdülhak Hâmit
müntehâ-yı Şark: Doğu’nun son ucu.
Hulâsa, attığı kollar, mühît-ı Garbî’den
Cihân cihân dolaşıp, müntehâ-yı
Şark’agiden
Mehmet Akif
müntehî: 1. Sona eren, biten, nihayet bulan. 2. Son, en son. 3. Bir şeyi tamamlayan.
Müntehî şer’ine edyân-ı temâmî-i rüsül
Bahrsen sâ’ir-i erbâb-ı risâlet emvâc
FvzûM
Ne yerde bir kadd-i bâlâsı müntehî görsem
Belâsı âşık-ı miskîne bî-nibâyettir
Hamdullah Hamdi
müntehî-i aşk: Aşkın sonu.
Bir dem ondan hâlî olmaz nüktedânân-ı zuhûr
Müntehî-i aşk sanma gâh gâh eyler semâ’
Esrar Dede
münteseb: Ar. Nisbet > intisâb’dan; girmiş, kapılanmış, intisap etmiş.
Ey âsmân-ı hıyre-ser olmuşsan aşka münteseb
Bir âftâbın şevkine sen de gezersin rûz u şeb
Esrar Dede
müntesib: 1. İntisap eden, giren, kapılanan. 2. Alakası, ilgisi olan. c. müntesibîn.
Ben müntesibim der-gehine
Şeyh Nazîf’in
Bir zerre-i nâ-çîziyim ol mihr-i latfzn
Nâilî
Her kim ki belâya mürtekibdir
Elbet o ocağa müntesibdir
Şeyh Galip
müntesib-i meslek-i mevhûm: Kuruntuya dayanan mesleği seçen.
Yok şübhe ki her müntesib-i meslek-i mevhûm
Evhâma uyar “istemezük” vak’ası ma’lûm
Muallim Naci
müntesir: Ar. Nesr > intisâr’dan; dağınık, dağılmış, saçılmış.
Meşcerin sîne-i sükûnunda
Müntesir iltimâ’-ı sâf-i kamer
Tevfik Fikret
münteşir: Ar. Neşr > intişâr’dan; intişar eden, yayılan, dağılan. 2. Gazete, dergi vb. yayımlanmış, çıkmış.
Ger olsa münteşir fermân-ı adli kûh u sahrâya
Uyur âhû-bere zanû-yı şîr-i jiyân üzre
Nef’î
Hande-i gülle değil gül-şende âh-ı andelîb
Münteşirdir kûşe kûşe dâstân-ı hüsn-i aşk

münzel, münzele: Ar. Nüzûl> inzâl’den; aşağı indirilmiş, inzal olunmuş, gökten indirilmiş.
Ey kelâmın vahy-i münzel gibi nâfi’ sağ u sol
Hîç çıkmazlar sözünden iki pâşâlar bu gün
Necati Bey
Oldu dördüncüsü
Haydâr hulefâ-yı dînin
Kütüb-i münzelenin hazret-ı Kurankgibi
Eşref
Eyâ muîn-i beşer rabm kıl fütâdelere
Şefâat âyeti şânında çünkü münzeldir
Adlî (Sultan II. Bayezid)
mürâât: Ar. Riâyet’ten; 1. Saklama, hıfz etme. 2. Göz ucuyla bakma. 3. Koruma, gözetme.
Elbette murâât olunur şart-ı liyâkat
Mebzûl değil herkese semmûr-ı inâyet
Nâbî
mürâât-ı edeb: Edebi koruma.
Ne ola küstâh olursa pîş-igülde bülbül ey Nâbî
Mürâât-ı edeb dest ü dil-i mest-âneden gelmez
Nâbî
Mürâât-ı edeb şartıyle gir
Nâbî
bu der-gâha
Metâf-ı kudsiyândır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu
Nâbî
mürâât-ı nazîr: Bakış koruması.
Eyleyip gâhî mürâât-ı nazîr
Gâhî ezdâdla kıldım ta’bîr
Sünbülzade Vehbi
mürâdif: Ar. Redf > mürâdefe’den; 1. Bir manada olan (kelime), eş anlam. 2. Arkadaş.
Neş’e-i ikbâl-i dünyâya mürâdifdir humâr
Her akib-i câhda idbâr kendin gösterir
Leskofçalı Galip
mürâdif-i terkîb: Terkibin eş anlamlısı.
Düşme ümîd-i sayd ile dünyâda mihnete
Afet olur mürâdif-i terkîbi şöhretin
Celaleddin Paşa
(Abdullah)
mürâhik: Ar. Bülûğ yaşına gelmiş.
İdrîs-i sebak-hânı henüz hâve-i aşkın
İlyâs o debistânda bir tıfl-ı mürâhik
Esrar Dede
mürâî, mürâyî: Ar. Rü’yet’ten; iki yüzlü, dönek.
Sûfî diyen mürâîye vermek değil zekât
Ben kâdir olsam ondan alırdım hele bardc
Behiştî
Deme koyun gibi mazlûmdur mürâîye
Başın sallarsa da mânend-i büz-ı Ahfeş
Nâbî
Câhile nâ-dân, mürâyî sofuya sâlûs de
İffet ehlipâk-dâmen ehl-i takvâpârse
Sünbülzade Vehbi
mürâyâ, mürâyât: 1. Gösteriş. 2. İki yüzlülük.
mürâyâ-yı füsûn: Güzellik gösterisi.
Öyle takrîr ki her bir sözü dürr-i meknûn
Öyle bir nüsha ki her satırı mürâyâ-yı füsûn
Ziyâ Paşa
mürâyâ, mürâyât: bk. mürâî.
mürde: Far. Ölmüş, canı çıkmış, ölü, meyyit. c. mürdegân. (Farsça çokluk.)
Ten-i hâkîde kalb-i feyz-cû pejmürde olmuştur
bir mâhî-i kudsîdir ki berde mürde olmuştur
Esrar Dede
Şemsiyâ mürde eder ihyâ
Lutufla söylese o
İsî-dem
Şemsî Paşa
Kûşe-i hicrânda kalmış kâlıb-ı bî-rûh edip
Eyledi cân mürdelerden cânına rağbet yine
Behiştî
mürde-i dil: Gönlü ölmüş, duygusuz, ölü yürekli.
Her nefes bu mürde-i dil bulur hayât-ı câvidân
Mesîhâ-demlegül-geşt-ı Galata eylesem
Aşkî
Fart-ı eltâfıyla oldu der-gehi cây-ı emân
Feyz-i enfâsıyla buldu mürde-diller tâze cdn

mürde-i gam: Gam ölüsü.
Hayât efzA-yı âlem rûh-bahş-ı mürde-i gamsın
Hemân ben hastanın cânı değilsin cân-ı âlemsin
Ulvî
mürde-i hicrân: Ayrılık ölüsü. (ayrılıktan tükenmiş.)
Enfâs-ı Mesîhâ gibidir rûh-ı kelâmın
Her mürde-i hicrâna lebin âb-ı bekadır
Hakanî
mürde-i sad-sâle: Yüz senelik ölü.
Bulsa câm-ı la’li cân-babş-i lebinden cür’a hâk
Hâk içinde mürde-i sad-sâle cisme cân gelir
Bâkî
mürde-dil: Gönlü ölü; hissiz, duygusuz, cahil.
Fart-ı eltâfıyla oldu der-gehi cây-ı emân
Feyz-i enfâsıyla buldu mürde-diller tâze cdn

Mağlûb-ı hâb-ı gaflet olan mürde-dillere
Tâ subh olunca eyledi dün gece hande şem’
Hayâlî Bey
mürdegân: Ölmüşler.
Neşâtından çıkarlar rûy-ı dünyâya kefen-ber-dûş
Okunsa bu kasîdem mürg-zar-ı mürdegân üzre
Ziya Paşa
mürebbâ: bk. mürebbî.
mürebbî: Ar. Reby >terbiye’den; 1. Terbiye eden, çocuk terbiye eden kimse. 2. Besleyen.
Mâhiyyeti ger olsa cemâdâta mürebbî
Tasvîr-i hacer kesb-i kemâl-i beşer eyler
Nef’î
Yazmış eltâf-ı şehen-şâhı mürebbî sühane
Şâh-ı Üveys ile yazan menkabet-ı Süleymân’ı
Nef’î
mürebbî-i akl-ı küll: Mükemmel aklın terbiyecisi.
Vücûdun hânesinde beslenir kâmil olunca ol
Mürebbî-i akl-ı küll olup eder hem nefs-i küll irsâ’
Nuri
mürebbâ: Terbiye görmüş, terbiye olunmuş.
Mürebbâ hamrı müselles diye satar zâlim
Şarâbın üstüne hürmet biraz da hîle katar
Nedim
müreccah: Ar. Rüchan > tercîh’ten; tercih edilen, üstün tutulan.
Yine kıldı
Hudâ zıll-ı zalîl-i refetin memdûd
Müreccah kıldı zâtın
Hüsrev ü Cemşîdiyân üzre
Nedim
Muhill-i tavr-ı uzlettir kabûl-i şîve-i ülfet
Müreccahdır yanımda merhabâdan dest-i red şimdi
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
Kemend-i cdn-güdazı ejder-i kahr olsa cellâdın
Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten
Namık Kemâl
Emîn im, hem de hoşnûdum bugün ben idizâlimden
Müreccahtır dedim olmak uzaktan bir temâşâ-ger
Abdülhak Hâmit
mürecceb: Ar. Rücûb > tercîb’den; mübarek, kutlu.
Cihân içinde bu sözdür mürecceb
Ki kuldan erlik um umma mürüvvet
Mehmet
mürekkeb: Ar. Rükûb > terkîb’den; 1. Yazı yazılan renkli sıvı. 2. Karışık. c. mürekkebât.
Daha nev-âmededir tıfl-ı nazm ey Nâbî
Aceb mi hâneden eylerse merkeb-i çûbîn
Nâbî
Hem anâsır, hem tabâyi hem mürekkeb hem basit
Cümlenin aslı vü fer’i
Kâdir’in makdûrudur
Nesimi
bir cehl-i mürekkebtir mürekkeb satmadır kârı
Cibânda
Enverî gibi siyâh-kâr olmasın kimse
Kıyasî
Ben bir kitâb okudum kalem onu yazmadı
Mürekkeb eyler isem yetmeye yedi deniz
Yunus Emre
Ammâ pek hırpaladın şiri
Evet, hırpaladım.
Çünkü merkeb değilim, ben de mürekkeb yaladım
Mehmet Akif
müretteb: Ar. Retb ve rütbe> tertîb’den; 1. Tertib olunmuş, dizilmiş, yerli yerine konulmuş. 2. Bir yer veya bir şey için ayrılmış. 3. Sonradan kurulmuş. 4. Danışıklı, uydurma, yalandan tertip olunmuş. c. mürettebât.
Müretteb eyledi bir bezm-i gül-şen içre bahâr
Ki verdi zevk-ı temâşâ-yı neş’e-i sabbd
Fuzûlî
Emr eyledi şâh-ı şûh-meşreb
Bir bezm-i mey ettiler müretteb
Nâbı
Dîvânını görmedim müretteb
Buldum bir iki gazel ki agreb
Ziya Paşa
mürg, murg: Far. Kuş. c. mürgân.
Avâre dil ki zülfün ile hem-cenâhtır
Bir âşiyândan iki mürg perîdedir
Nâilî
mürg-i aşk: Aşk kuşu.
Sabâ eser, gusûn-i ter
Ki mürg-i aşka lânedir
Tevfik Fikret
mürg-i bî-dil: Gönülsüz kuş.
Her kimin aşk ile sûz ü sâzı yok
Mürg-i bî-perdir onun pervâzı yok
Nahifi
mürg-i bî-idrâk: İdraksiz kuş.
Mâl için nâ-dân olurpâ-beste-i dâm-ı belâ
Hırs-ı dâne mürg-i bî-idrâki ilter dâme dek
Şeyhülislam Yahya
(dek: kadar)
mürg-i cân: Can kuşu.
Halk-ı âlem andelîbi mürg-i cânım sandılar
Ettiği nâlişleri âh u figânım sandılar
Hayâlî Bey
Uçurdum mürg-i cânı âşiyân-ı âlem-i tenden
Halâs oldum gam-ı cânân ile gavgâ-yı düşmenden
Şeyhülislam Yahya
mürg-i cefâ-perver-i aşk: Aşk cefası çekmeye alışmış kuş.
Ol mürg-i cefâ-perver-i aşkız biz kim
Dâme düşeriz kafesten âzad olsak
Hâletî (Azmizade)
mürg-i dem-keş: Bülbül gibi uzun uzun öten kuş.
Gûş-ı câna subh-dek her şeb sadâ-yı
Hû gelir
Burc-ı tende dil değil bir mürg-ı dem-keş var gibi
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
mürg-i dil: Gönül kuşu.
Bâğ-ı senâ vü gül-şen-i medhinde mürg-i dil
Bu nazm-ı ruh-bahşî okur su gibi revân
Bâkı mürg-i dil-i nâlân: İnleyen gönül kuşu.
Beş on günlük misdfirdir teninde cdnını hoş tut
Kafeste çırpınan mürg-i dil-i nâlânını hoş tut
Kânî (Ebubekir)
mürg-i giriftâr: Tutkun kuş.
Sad-çâk olurdu mürg-i giriftâr görmese Ümmîd-i fürce rahnelerinden kafeslerin
Nâbı mürg-i hevâ: İstek, arzu kuşu.
Deşt-i fenâda mürg-ı hevâ durmayıp döner
Tîgin
Hudâ yolunda sebîl etti cânları
Bâkî
mürg-i heves: Heves kuşu.
Âşiyân-ı sîneden pervâz edip mürg-ı heves
Kondu bir gül dalına mest oldu bûy-ı goncadan

mürg-i hoş-elhân: Güzel sesli kuş.
Kûy-ı dil-berde figânıma eder ta’n rakîb
Zâğ-ı nA-sazıgörün mürg-ı hoş-elhânageçer
Avnî
mürg-i kudsî: Kutsal kuş.
Na’t-i hüsnün söylesin bülbül gibi
Gâlib müdâm
Mürg-ı kudsî bir zemân lâl olmamış olmaz yine
Şeyh Galip
mürg-i pâ-beste: Ayağı bağlı kuş.
Mest ü dil-hasteyem ol nergis-i medhûştan uş
Mürg-i pâ-besteyem ol sünbül-igül-pûştan uş
nizami
mürg-i saâdet: Saadet kuşu.
Tâli’ligönüldür erişen zülfüneyârin
Zî mürg-i saâdet ki kona burc-ı hümâya
Hamdullah Hamdi
mürg-i seher: Seher bülbülü
Kimi bülbül dedi nâmına kimi mürg-ı seher
Andelîbin adı gül-şende hezar oldu meğer
Abdî
mürg-i sühan-dân: Güzel söz söyleyen
kuş.
Nâlemi işitmeyip zağ rakîbi gûş eder
Ol güle gelmez belî mürg-i sühan-dândan abes
Adlî (Sultan II. Bayezid)
mürg-i tîz-per: Hızlı uçan kuş.
Mâr-ı zemîne lokma olur mürg-ı tîz-per
Mürg-ı hevâya tu’me olur mâhî-i bibdr
Ziya Paşa
mürg-i varak: Yaprak kuşu.
İfşâ-yı harf-i bâdeye dâ’ir cevâbı var
Mürg-i varak
Peren
Peren eyvâh-hân olur
Esrar Dede
mürgân: Mürg’ler, kuşlar.
Âşiyân yapsa aceb mi tepesinde mürgân
Şecer bâğçe-i âlem-i irfân idi
Kays
Sürûrî
Yuvasın yapmış idi mihnet-ı Leylî onun
Zanneder ehl-i hevâ lâne-i mürgân idi
Kays
Faik
Memduh Paşa
(Esbak Dahiliye Nâzın)
mürgân-ı âteş: Ateş kuşları.
Başında od yanarken âşıkın
Yahyâ yine yanmaz
Ser-ı Mecnûndaki kuşlar meğer mürgân-ı âteştir
Şeyhülislam Yahya
mürgân-ı belâ: Bela kuşları.
Olmuş tutalım mîve-i ümmîd resîde
Mürgân-ı belâ kor mu onu etmeğe çîde
Faizî (Kafzade Abdülhay Çelebi)
mürgân-ı cân u dil: Can ve gönül kuşları.
Gökte efgân ederek sanma geçer hayl-i küleng
Çekilir kûyüne mürgân-ı dil ü cân safsaf
Bâkî
mürgân-ı devlet: Devlet kuşları.
Gerden-firâz-ı hâhişi mürgân-ı devletin
Evc-i himemde uçsa dahi yine kaz imiş
Neşet (Hoca Süleyman)
mürgân-ı hırs: Hırs kuşları.
Tutan mürgân-ı hırsı dânedir hâk-i mezellette
Sükûn bu âlem-i süflîde kayd-ı mâ-sivâdandır
Namık
Kemal mürgân-ı hırs-ı bâl-engîz: Kanat vurmayı arttıran hırslı kuşlar.
Şikâr-ı rızk mukadder tesâkut üzre iken
Ne hâcet olmağa mürgân-ı hırs-ı bâl-engîz
Nâbî
mürg-âne: Kuş gibi.
Bunların ortasında bir lâne
Bî-hazer bir hayât-ı mürg-âne
Tevfik Fikret
mürg-âb: Su kuşu, ördek.
Yapıştı hâke çü tasvîr-i kâse-ı Çînî
Konup kenârına havz-ı tehîlerin mürg-âb
Esrar Dede
mürg-veş: Kuş gibi.
Mürg-veş dûd-ı dilim her dem eder çarha suûd
Ya’nî sen mâha dil ilete haber döne döne
Lamiî Çelebi
mürg-zâr: Kuşu bol olan yer, kuş yatağı.
Bûy erse cân meşâmına fasl-ı bahârdan
Mürgân sadâsıgelse yine mürg-zârdan
Hakanî
mürg-zâr-ı mürdegân: Ölmüşlerin kuş
yatağı.
Neşdtından çıkarlar rûy-ı dünyâya kefen-ber-dûş
Okunsa bu kasîdem mürg-zar-ı mürdegân üzre
Ziya Paşa
mürîd: Ar. Revd > irâde’den; bir tarikat şeyhine bağlı olan kimse. c. mürîdân.
Sad âferîn o pîr-i harâbât-ı ışka kim
Her kim mürîd olursa ona bî-murâd olur
Hamdullah Hamdi
Mürîd oldur hakîkatte murâdından ola fânî
Yed-ipîre ede teslîm zimâm-ı cism ile cdnı
Gaybî
mürîd-i aşk: Aşk müridi.
Mürîd-i aşk isen incinme ser-gerdânlık el verme
Sipihri döndürür cûy-i irâdât âsiyâb-âsâ
Şeyhülislam Yahya
mürîd-i râh-ı rindân: Rintler yolunun müridi.
Mürîd-i râh-ı rindân olmağa tâlib isen âşık
Sana gösterdi
Gaybî
işte şâh-ı râh-ı merdânı
Gaybî
mürîd-i ma’rifet: Marifet emr eden.
Ne gördü ne görür tab’ım gibi bir mürşid-i tahkîk
Mürîd-i ma’rifet seccâde-i nazm u beyân üzre
Ziyâ Paşa
mürîd-i sâkî: Sakinin müridi.
Mürîd-i sâkiyem kim lûtfu ehl-i derde dâimdir
Ne hâsıl ehl-i zühdün şefkatinden kim müdâm olmaz
Fuzûlî
mürîd-i pîr-i aşk: Aşk pirinin müridi.
Mürîd-i pîr-i aşkım teyke-i mihnette bî-mânend
Yolumu eşk-i çeşm-i âb-dârım gibi pâk ettim
enverî
mürîdân: Mürîd’ler, bağlı kimseler.
Şeyhin ne rütbe olsa da zâhir kerâmeti
Ganî olur miyân-ı mürîdânda ihtilâf
Ziya Paşa
mürîdâ: Ey mürit.
Tut hayâlinde mürîdâ harekât-ı şeyhi
Vâdî-i vâhimedegül-i beyâbânyürürsün
Sürûrî
mürsel: Ar. İrsâl’den; 1. Gönderilmiş, yollanmış, irsal olunmuş. 2. Allah tarafından gönderilmiş elçi, peygamber. 3. Salıverilmiş saç. c. mürselîn.
Mihr-i eflâk-ı nübüvvet, mâh-ı burc-ı asfiyâ
Ahmed-ı Mürsel ki âlem na’tın eyler rûz u şeb
Fehim (Hoca Süleyman)
mürselîn: Mürsel’ler.
Resûl-i emîn-i efdali’l-mürselîn
Habîb-i güzîn-i ekmelü’l-ekmelîn
Muallim Naci
mürşid, mürşide: Ar. Rüşd > irşâd’dan; 1. Doğru yolu gösteren, kılavuz. 2. Müritlere yol gösteren şeyh. 3. Gafletten uyandıran. c. mürşidîn.
Olalı mürşid-i aşkın ey mâh
Tekkeden tekkeye koşmaktan usandım billâh
Muallim Naci
Haddini mürşid huzurunda bilip
Akıl-âne hep edep ile varıp
Âdile Sultan
mürşid-i bâd-ı bahâr: Bahar rüzgârının yol göstericisi.
Tekye-i bâğda ezbâr yetişti cümle
Mürşid-i bâd-ı bahâr eyledi var ise nefes
Şeyhülislam Yahya
mürşid-i kâmil: Olgun rehber.
Menba’-ı sırr-ı fenâda katı nâdir bulunur
Şimdi bir mürşid-i kâmil budâlâ şeklinde
Behiştî
mürşid-i küll: Tam kılavuz.
Nutk-ı pâk ile edip
Mesnevî’yi mürşid-i küll
Aleme
Hazret-ı Monlâ’dan erer feyz-i nefes
Esrar Dede
mürşid-i kûşe-nişîn: Köşede oturan mürşit.
Mürşid-i kûşe-nişîndir hum-ı mey ey zahid
Bâtın-ı sâfi onun eyledi hoş-hâl beni
Hayâlî Bey
mürşid-i pâk: Temiz mürşit.
Mürşid-i pâkin hemân pâyına düş var ey gönül
Cümle düşvâr işleri âsân eder ona ne güc
Şeyhülislam Yahya
mürşid-i râh-ı fenâ: Yokluk yolunun mürşidi.
Mürşid-i râh-ı fenâya olmaz rûşen delîl
Şem’gibi her kim eritmezse yüreği yağını
Hayâlî Bey
mürşid-i râh-ı necât: Kurtuluş yolunun mürşidi.
Nuri yâ
Mevlâ sırât-ı müstakîmin bildirip
Mürşid-i râh-ı necât olduk gelen gelsin beri
Nuri
mürşid-i tahkîk: Araştırıcı yol gösteren.
Ne gördü ne görür tab’ım gibi bir mürşid-i tahkîk
Mürîd-i ma’rifet seccâde-i nazm u beyân üzre
Ziya Paşa
mürtebit: Ar. Rabt> irtibât’tan; 1. Bağlanan, irtibat eden. 2. İlgili, bağlantılı.
Bestedir birbirine çenber-i dolâb-ı vücûd
Mürtebit birbirine âb ile hâk, âteş ü bdd
Nâbî
Ten mürtebit olsa da zemîne
Cân çıkmada
Rabbü’l-âlemîne
Muallim Naci
İntizam-ı âlemin kânûnudur mevt ü hayât
Mürtebittir hestî vü nistîye cümle kâinât
Lâ mürtebit-i sûzen-i tedbîr: Tedbir iğnesinin bağlanması.
Bir dahi mürtebit-i sûzen-i tedbîr olamaz
Dest-i ifşdya giren rişte-i esrârın ucu
Esat
Muhlis Paşa
mürtefi’: Ar. Ref > irtifâ’dan; yükselen, yükselmiş, irtifa etmiş; yüce, yüksek.
Başımızdan hîç hevâ-yı zülf-i yâr eksik değil
Mürtefi’ yerdir onunjçin rûzgâr eksik değil
İkbalî, Meftunî (Sultan II. Mustafa)
Vakt-i ikbâlinde kâsırdır ricâlin himmeti
Mürtefi’ oldukça şemsin sâyesi maksûr olur
Sait Paşa
(Diyarbekirli)
Olmadı hâlî başım bir-dem hevâ-yı ışktan
Mürtefi’ yerdir onunjçin rûzigâr eksik değil
cinânî
mürtekib: Ar. Rükûb > irtikâb’dan; kötü, yakışıksız iş yapan, irtikâp eden, rüşvet alan, rüşvet yiyen. c. mürtekibîn, mürtekebân.
Alemi sen yeniden feth ettin
Komadın mürtekib şugl-ı zemîm
Nef’î
Milyonla çalan mesned-i vâlâda ser-efrâz
Birkaç kuruşu mürtekibin câyı kürektir
Ziyâ Paşa
mürtekib-i har: Eşeklik yapan, eşekliği seçen.
Ey mürtekib-i har, bu ne zillet ki çekersin
Birkaç kuruşa müddet-i ömrünce hacâlet
Ziya Paşa
mürtesim: Ar. Resim > irtisâm’dan; resmi çıkan, resmedilmiş olan.
Gitmez kulûb-ı kâsiyeden nakş-i infial
Seng üzre mürtesim olan âsâr saht olur
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
mürtesem, mürteseme: Resmedilmiş, resimlenmiş. c. mürtesemât.
Zamîr-i sâdıka hâl-i dili i’lama hâcet ne
Olur mirata sûret-i mürtesem ressâma hâcet ne
Seyyit Vehbî
mürteşî: Ar. Rişvet veya rüşvet > irtişâ’dan; rüşvet alan, irtişa eden.
mürteşî-i zemân: Zamanın rüşvetçisi.
Hayf ola pîr-i nâ-tüvân mürteşî-i zemân ola
Hırs u tamahla her zemân mübtezel-i cibân ola
Avnî
mürûr: Ar. Merr’den; 1. Geçme, bir yandan girip öte yandan çıkma. 2. Gelip geçme. 3. Geçip gitme, sona erme.
Zevk-ı tîğında aceb yok olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ile bırakır rahneler dîvâre su
Fuzûlî
Aradan bin bu kadar sâl mürûr etmiş iken
Dil-i hassâsta hâkimdir o te’sîr henüz
Nev’î mürûr-ı dehr: Dünyanın sona ermesi.
Burc-ı hazîzi devletinin öyle yücedir
Ki ermez mürûr-ı debr ile ona gerd-i inkılâb
Şeyhi
Mahv olup gitmez mürûr-ı debr ile bâkî kalır
Hâme ile safha-i evrâkda mezbûr olan
Ebussuud (Şeyhülislam.
El İmâdî)
mürûr-ı devr-i zemân: Zamanın gelip geçmesi.
Bahâr-ı devleti olsun hemîşe tâze vü ter
Mürûr-ı devr-i zemân ile erdiğince şitâ
Taşlıcalı Yahya Bey
mürûr-ı rûzigâr: Zamanın sona ermesi.
Hem hilâfet hükmünü hem saltanat fermânını
Bundan etmiş âleme cârî mürûr-ı rûzigâr
Fuzûlî
mürûr-ı va’de-i yâr: Sevgilinin verdiği sözün geçip gitmesi.
Mürûr-ı va’de-i yâra inanma sen
Ahmed
Gama inan inanırsan ki eski yârındır
Ahmet Paşa
mürûr-ı vakt: Vaktin geçmesi.
Hemân bir nâmı kalmış kendi gûyâ mahv u fâniydi
Mürûr-ı vakt ile baştan başa olmuştu pek vîran
Esrar Dede
mürüvvet: Ar. Mer’ (adam, erkek)
‘den; 1. Mertlik, insanlık, âdemiyyet. 2. İnsanlık şanına yakışan iyiliklerde bulunma.
Derdini sînemde cânımdan azîz ister gönül
İhtirâm etmek mürüvvettir kişi mihmânına
Hayâlî Bey
Yâr-i kadîmin etmez imiş dostân fedâ
Yârânda mürüvvet, o da bir zemân imiş
Enderunlu Vâsıf
Mürüvvet dâimâ her kâl ü hâlinde nümâyândır
Fakat zulmün o fettân gamze-i hûn-hâra saklanmış
Kemalzâde Ekrem Bey
Affeyler isen olur mürüvvet
Reddeyler isen olur adâlet
Namık Kemâl
mürüvvet-mend: 1. İnsaniyetli. 2. Cömert, iyiliksever.
Muzaffer vakt-i fursatta adûdan intikam almaz
Mürüvvet-mend olan nâ-kâmî-i düşmenle kâm almaz
Koca Râgıp Paşa
Usanmaz kendini insân bilenler halka hizmetten
Mürüvvet-mend olan mazlûma el çekmez iânetten
Namık Kemâl
mürvârîd, mervârîd: Far. İnci.
Görüp bûselik mürvârîd pür-tâbı hicâbından
Acebdir hâke salmazsa felek ıkd-ı Süreyyâ’yı
Nef’î
Şâd-merg olsa görünce ne ola şimdi bâdenin
Müflisân-ı ıyşa mürvârîddir her katresi
Nâilî
Feyz-i ihsânı eğer eylese ebre te’sîr
Haşre dek katre-i bârânın eder mürvârîd
Kâzım Paşa
müsâadet, müsâade: Ar. Suûd’dan; 1. Yardım. 2. İzin. 3. Elverişli bulunma. c. müsâadât.
Müsâadet ede ömrüne dîn-i hakk-ı Resûl
Müsâraat ede emrine ihtimâm-ı ricdl
Necati Bey
Felek müsâade eylerse bir gün
Esrâr’a
Der-i inâyetine ilticâyı hûb bilir
Esrar Dede
Bu köhne âlem-i kevni fesâda vermek için
Nedir müsâade etmek kuvâ-yı amydya
Ferit Bey
müsâade-i intikâm: İntikam izni.
Kerîm odur ki mücâzat-ı afv ede hasma
Felek müsâade-i intikâm verdikçe
Nahifi (Süleyman)
müsâade-i rûzgâr: Zamanın izni.
Kalmaz miyân-ı lücce-i mihnette fülk-i rakîb
Hîleyle iş gören kişi mihnetle cân rebir
Neylî
müsâdif: Ar. Sudûf > tesâdüf’ten; rastlayan, tesadüf eden.
Bild-ta’ab olur efrûhte çerâg-ı ümîd
Gehi düşer geh nefes vaktine müsâdif olur
Nâbî
Bâriş-i bârân müsâdif düştü hicrân şâmına
Oldu sandım hâlime rahm eyleyip giryân sehâb
Muallim Naci
müsâdif-i nigâh: Bakış karşılaşması.
Akşam oluyor da olmuyor gâh
Bir karye müsâdif-i nigâhım
Muallim Naci
müsâfât: Ar. 1. Birbirine kötü muamele etme. 2. Hastayı iyileştirme.
Nâ-râsttır sipihr mümâşât ederse de
Sâf olmaz iddiâ-yı müsâfât ederse de
Nâbî
Mazrûfu tetâbu’-ı semâvat
Melfûfu tevâlî-i müsâfât
Abdülhak Hâmit
müsâferet: Ar. Sefer’den; bir yerden bir yere gidiş ve geliş; yolculuk, seyahat.
Kâm almadık müsâferetinden bu âlemin
Cânânla, meyle son günü ey mevt, sendeyiz
Yahya Kemal
müsahhar: Ar. Sihr > teshîr’den; 1. Büyülenmiş. (sihr’den). 2. Büyü ile kanmış.
Hele bir dem şehâ sabr eyle gör ol yeni câzû kim
Müsahhar olmadık kimse kalır mı kulda sultânda
Behiştî
müsahhar-ı kilk: Kalem büyüsü ile kanmış.
Mutî-i emrin olup çâr-kûşe heft iklîm
Ola müsahhar-ı kilkim bu kubbe-i derrâr
Nedlm müsahhar: Ar. Sahr > teshîr’den; 1. Ele geçirilmiş. 2. Boyun eğmiş, tutkun, itaat etmiş. 3. huk. Sanık için mahkemece tutulmuş avukat.
Cihânı nazm-ı pür-sûzum müsahhar eyledi düpdüz
Kemâl ehli görüp şirim dedi sibr-i helâl olur
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Bâkî müsahhar oldu bana kişver-i sühan
Geçtim serîr-i nazma bugün hüsrevâne ben
Bâkî
İlâhî
Hazret-ı Sultân
Murâd’a ömr-i sermed ver
Müsahhar ola ona tâ ebed dünyâ vü mâ-fihâ
Şeyhülislam Yahya
Kılıp zat-ı şerîfin mesned-i devlette
Hak dâim
Müsahhar eyleye etrâf ü enhâyı
Nedim
musahhar-ı humaka: Ahmaklara tutkun.
Gâhî muhakkar-ı cühelâ şâir-i belîğ
Gâhî musahhar-ı humaka fâzıl-ı edîb
Ziyâ Paşa
musahhar-ı râ: Re harfine tutkun.
Semend-i devlet ü rif’at musahhar-ı rânun
Zimâm-ı nâsıye-i dehr elinde şekl-i indn
Cinânî
müsâid: Ar. Suûd> müsâade’den; 1. Elverişli, uygun. 2. İzin veren, müsaade eden. 3. Yardım eden.
Rûzgârı oldu müsâid yine ber-vefk-i murâd
Cevr ü âzarı edinmişken ehemm-i eşgâl
Üsküdarlı Hakkı Bey
Sühûletle gelir sanma kenâra keştî-i ümmîd
Müsâid bahta dâir bir muvâfık rûzgâr ister
Kelîm-ı Eyyubî
Erer bir sâhil-i maksûda âhir fülk-i dil kalmaz
Olur bir gün müsâid rûzgâr ammâ zemân ister
Rüşdî (Ahmet)
Sakın ey nûr-ı dîdem, geçmesin beyhûde eyyâmın
Çalış hâlin müsaidken.
Bilinmez çünkü encamın
Mehmet Akif
müsâraat: Ar. Sür’at’ten; 1. Sürat ve acele etme. 2. Teşebbüs, girişim.
Müsâadet ede ömrüne dîn-i hakk-ı Resûl
Müsâraat ede emrine ihtimâm-ı ricdl
Necati Bey
müsâvî: Ar. Seviye (düz)’den > müsâvât’tan; eşit, denk.
Ferhâd’ı sûz-ı gamda bana müsâvî görmen
Yaktım onun gibi ben nice eser çerâgı
Behiştî
Bir nesne berâber ise gayra de müsâvî
Aynıyle mehâsin demenin zıddı mesâvî
Sünbülzade Vehbi
Mansıbda bir olsa ger âlim ü câhil
Zâhirde müsâviyse hakîkatde bir olmaz
İbni Kemâl
müsbet, müsbete: Ar. Sübût> isbât’tan; gerçeğe dayanan. 2. Denemelerle tespit edilmiş, pozitif. hâlde bizdekiler sadre hîç değil, şâfî
Fünûn-ı müsbeteden istifâdemiz menfî’
Mehmet Akif
müsbit, müsbite: İspat edici, ispat eden.
Lâ ile eşyâyı nefy et müsbit ol illâ ile
Dâimâ zevk üzre ol mahfîce müstesnâ ile
Gaybî
müsebbib: Ar. Sebeb > tesbîb’ten; 1. Sebep olan. 2. İcat eden, ortaya çıkaran.
Murâd edince müsebbib bir âdemin kârın
Yed-i teşebbüsünü cüst u cû eder esbdb
Nâbî
müsebbih: Ar. Subhân > tesbîh’ten; Allah’a şükredip “sübhanallah” diyen, tesbih eden. c. müsebbihân.
müsebbihân: Tesbih edenler.
müsebbihân-ı felek: Feleğin tesbih edicileri, melekler.
Tenezzül eylemem inşâya eylesem yoksa
Müsebbihân-ı felek vird ederdi inşâmı
Nef’î
müseccel, müseccele: Ar. Sicill > tescîl’den; 1. Tescil edilmiş, sicile, deftere geçirilmiş. 2. Mahkeme defterine geçirilmiş.
Müseccel saçı
Dâvûdî zırıhdır
Muanber zülfü
Abbâsî alemdir
Nizamî
Müeyyed eyledi ahkâmını mibr-i nübüvvet kim
Müseccel hüccetin zahriyyesinde hatm ü imzâdır
Sünbülzade Vehbi
müsekker: Ar. Sekr’den; sarhoş olmuş.
Visâlin şerbetin cân nûş edelden
Müsekkerdir müsekkerdir müsekker
Ümmî Sinan
müsellâh, müsellâha: Ar. Silâh> teslîh’ten; silahlanmış, silahlı.
Güldün, bu mehâbet seni güldürdü; o kaşlar.
Bir ok gibi
Ateşli nazarlarla müsellâh
Tevfik Fikret
Havf-ı a’dâ eylemez olan müsellah aşk ile
Yanmadan
Hakk’a erilmez pertev-i tevhîd gerek
Âdile Sultan
müsellem: Ar. Selm > teslîm’den; 1. Verilmiş, teslim edilmiş. 2. Doğru olduğu itiraf edilmiş, itiraz kabul edilmeyen. 3. Boyun eğilmiş. c. müsellemât.
Ol şeh-i hüsn ü cemâle çün kul oldun
Avniyâ
Sana olmuştur müsellem mülk-ı Osmân var ise
Avnî
Olmasa gamzen dem-â-dem yâr u hem-dem çeşmine
Milk-i fitne böyle olmazdı müsellem çeşmine
Cevrî (İbrahim Çelebi)
Işk etvârın müsellem eyledi gerdûn bana
Munca kim yeldi yügürdü yetmedi
Mecnûn bana
Fuzûlî
(munca: bu kadar, bunca; yel-: koşmak; yügür-: hızlı gitmek)
müselles: Ar. Selâse >teslîs’ten; 1. Üçlü, üç. 2. Üç kere imbikten geçirilerek çekilmiş şarap. 3. Üçgen.
Bugün bize ta’n eylemesin dün gece sûfî
Mecliste müselles içip okurdu murabba’
Bâkî
Leblerinden alsam üç bûse olur kanım helâl
Kim müselles olıcak derler harâm olmaz şarâb
İbni Kemâl
(olıcak: olunca)
Mürebbâ hamrı müselles diye satar zâlim
Şarâbın üstüne hürmet biraz da hîle katar
Nedim
Müselles bulunsa memâsil değil
Tesavî-i adlâı kâbil değil
Keçecizade İzzet Molla
müselles-i şürb: Üç kere arıtılmış şarap.
Kâdî meğer müselles-i şürbümden oldu mest
Kim mey-kede kapısını açtırdı darb-dest
Behiştî
Müselmân, Müslümân: Far. Müslüman, Müslim, İslam dinini seçen.
Kara kaşlar kara gözler cânım aldı canım aldı
Müselmânlar nedir bu kim bana geldi bana geldi
Sultan
Velet
Dem-â-dem cevrlerdir çektiğim bî-rabm bütlerden
Bu kâfirler esîri bir
Müselmân olmasın yâ Rab
Fuzûlî
Kapıma yüz sürmek ister misin dedi dedim
KMbe’ye yüz sürmeği hangi
Müselmân istemez
İbni Kemâl
Bize kâfir demiş
Müftî Efendi
Tutalım ben diyem ona
Müselmân
Varıldıkta yarın rûz-ı cezaya
İkimiz de çıkarız anda yalan
Nef’î
(Müfti Efendi:
Şeyhülislam Yahya
)
Müselmân-ı kavi: Sıkı Müslüman.
Arif ol, ehl-i dil ol, rind-i kalender-meşreb ol
Ne Müselmân-ı kavî, ne mülhid-i bî-mezbeb ol
Nef’î
müselsel: Ar. Silsile’den; 1. Zincirleme, ardı sıra, teselsül eden. 2. ed. Bütün mısraları kafiyeli manzume.
Dil müselsel zülfünün sevdâsı ile dîvânedir
Cân münevver hüsnünşem’inde bir pervânedir
Şeyhi
İki ejderdir ki bir genc üzre baş koymuş yatar
Ya müselsel ârızın devrinde gîsûlar mıdır
Fuzûlî
Bahâr âşüfte-gânın çekmeye kayd-ı leb-i cûya
Müselsel mevc-i enhârı gümüş zencîr eder mehtâb
Koca Râgıp Paşa
Müselsel bir esârettir zarûret her hükûmette
Ki sultân nâzıra, nâzır da hizmet-kâra tâbEdir
Ziya Paşa
müsemmâ: Ar. Sevm ve sümüvv > tesmiye’den; 1. Adlanmış, adı olan. 2. Belirtilmiş, muayyen (vakit). 3. Parası, sayısı, tutarı belirtilmiş.
Gördü yoktur merdüm-i âlemde âsâr-ı vefâ
Girdi ism-i bî-müsemmâ şekline
Anka: gibi
Nâbî
Şu söz kim söylene dilde müsemmâsı gerek elde
Kitâbın ma’nîsin anla gönül dersin sorarsan gel
Gaybî
Ya’nî esmâ vü müsemmâ yine âdemdir hemân ‘Men ‘aref nefseh fekad ‘ remzini duydunsa dilâ
gaybî
müsemmen: Ar. Semân > tesmîn’den; 1. Sekiz renkli, sekizli, sekiz parçadan meydana gelen. 2. geo.
Sekizgen. 3. fık.
Kıymet biçilmiş şey karşılığında satılmış şey. 4. ed. Sekizer mısradan meydana gelen nazım şekli.
Nitekim haddine her dem çemende rağm eder lâle
Müsemmen dişine dâim sadeften reşk eder lü’lü
şeyhi
müsevvif: Ar. Sevf > tesvîf’ten; atlatan, geciktiren, savsaklayan. c. müsevvifât.
Müsevvifler için dünyâda mahvolmak tabiîdir
Bu bir kânûn-ı fırsattır ki yok te’vîli kat’îdir
Mehmet Akif
müseyyeb: Ar. Seyb > tesyîb’ten; tenbel, üşengeç, ihmalci.
Müseyyeb ola geze idim cibânda hıdmetsiz
Duâya hâzır ola idim huzûr-ı Hazret için
Necati Bey
Aceb mi
Hamdî kılırsa yezîd-i nefsi zebûn
Taallukât-ı cihândan o kim müseyyebtir
Hamdullah Hamdi
müs’id: Ar. Sa’d > ıs’âd’tan; bahtiyar eden, mutlu, mesut kılan.
Gönlümü ma’nâ-şinâs-ı râz-ı rindân ettiler
Müs’id bir kâfire telkîn-i i’mân ettiler
Muallim Naci
müskir: Ar. Sekr > iskâr’dan; sekr eden, sarhoşluk veren. c. müskirât.
Gösterdiğin ahlâm-ı şegâf muğfil ü müskir
Ey nevm-i huzûzât
Tevfık Fikret müslim: Ar. Selâmet > islâm’dan; Müslüman. c. müslimîn, müslimûn, müslimât.
müslimîn: Müslümanlar.
Nice yıllar der ki olmuş secde-gâh-ı Müslim
în
Enderûnunda olan hâlât yetmez mi nişân
Hâzık
müsmir, müsmire: Ar. Semer ve semere > ismâr; 1. Yemişli, yemiş veren. 2. Yarar, faydalı. 3. Sonuç veren, etkisi olan.
Ehl-i istEdâdda pinhân kalır mı iktidâr
Müsmir eşcâr üzre berk ü bâr kendin gösterir
Leskofçalı Galip
Müsmir olmaz bir işe etme tasaddî nâ-mahal
Akıl ol her niyyetin sakla dem-i merhûnuna
Emirîzâde Emirî (Ali Emirî Efendi)
müsta’ceb: Ar. Aceb > isti’câb’tan; şaşılacak şey.
müsta’ceb-i âlem: Âlemin şaşılacak şeyi.
Hâricten eğer olsa temâşasına imkân
Müdhiş görünür hey’et-i müsta’ceb-i âlem
Ziyâ Paşa
müsta’cil: Ar. Acele > isti’câl’den; Acele eden, isti’câl eden, tez ve çabuk olmasını isteyen. 2. Acele giden.
Bezminde
Behiştî
nin destine sebû versen
Ol hıdmete ömrümce müsta’cil idim cdnd
Behiştî
Felekte mihr-i zâilyâr gâfil ömr müsta’cil
Nedir tedbîr bilmem câna yettim
M-vefalardan
Fuzûlî
müstagâs: Ar. Gays > istigâse’den; kendinden yardım istenen Allah’ın sıfatlarından biri.
Biz râzıyız cehenneme ey Rabb-i müstagâs
Ammâ onun içinde
Yahudî bulunmaya
Yenişehirli Avni
müstağni: Ar. Ganî
>istiğnâ’dan; 1. Gönlü tok, doygun, muhtac olmayan, istigna eden.
Çekinen, tenezzül etmeyen, nazlanan.
Müstağnîdir ahlâkı onun şerh ü beyândan
Muhtâc değilşem’ü çerâgaşeb-i kam-rdn
Nizamî
Bende müstağnî tabîat, nev-nibâlim sâye-dâr
Muallim Naci
müstağnî-i âlem: Âleme muhtac olmayan.
Alem ona muhtâc o müstağnî-i âlem
Bu mes’ele ma’lûm dil-i âlemiyândır
Nef’î
müstağnî-i ihsân: İhsanı bol.
Gehi ararım lûtfedecek bir kişi ammâ
Müstağnî-i ibsân görürüm halkı ser-â-pâ
Kemalzâde Ekrem Bey
müstağnî-i irşâd: İrşada ihtiyacı olmayan.
Müstağnî-i irşâd olur erbâb-ı basîret
Sükkân-ı Harem neyler imiş
Kıble-nümâyı
Seyyit Vehbî
müstağnî-i ülfet: Dostluğa ihtiyacı olmayan.
Fakr ayn-ı gınâ olmuş derd ayn-ı deva olmuş
Arif ikisinden de müstağnî-i ülfettir
Esrar Dede
müstağrak: Ar. Gark > istiğrâk’tan; dalmış, daldırılmış, batmış.
Nice bin zevrak-ı ser-geşte ona müstağrak
Cûş edip mevc urur bir ulu deryâgördüm
Zâti
Beni kudret eli bir hoş şikâristâna saldı kim
Kanadı nûra müstağrak uçarlar ördek ü kazı
Hayâlî Bey
Ez-cümle Nedîmâ kulun ey âsaf-ı devrân
Müstağrak-ı lûtf u kerem ü cûd u atddır
Nedim
müstağrak-ı hakîkat: Hakikata gark olmuş.
Merkezle âşnâ ol etme muhîte rağbet
Müstağrak-ı hakîkat meyl-i kenârı neyler
Nâbî
müstağrak-ı ihsân: İhsan görmüş.
Beni müstağrak-ı ibsânı etti hâliyâ dil-dâr
Hayâ eyler gönül matlab-gerî-i lutf-ı ferdâya
Esrar Dede
müstağrak-ı ihsân-ı firâvân: Bol ihsan görmüş.
Cümle müstağrak-ı ihsân-ı firâvândır
Ser-te-ser sınf-ı havâs ile avam-ı devlet
Münif
müstağrık: 1. Gark olmuş, dalmış, batmış. 2. Kendinden geçmiş derecede dalgın, düşüngen.
Nice ümmî ki kütüb-hâne-ı Hak
Oldu te’lîfî ile müstağrık
Hakanî
Bahr-i müstağrıktır dalınmaz bu bakragavvâs bulunmaz
Lâ-taayyündür bilinmez künh-i zâtın yâ Rabbenâ
Ümmî Sinan
müstahakk, müstahak: Ar. Hakk > istihkâk’tan; hak etmiş, hak kazanmış, layık. (müstahikk) c. müstahikkîn.
Behiştî
cennete biz müstahakkız irs ile kim
Adâvetin komaz
İslâm’a nitekim kefere
Behiştî
Tâc-ı mahabbetin giyemez müstahak değil
Şol kelleler ki itin önünde yalak değil
Enverî
müstahık: Müstahak.
Nefsine olduğunuz nazar-ı Hak’ta müstahık
Şeytân da nefret eylese sizden olur muhak
Abdülhak Hâmit
müstahîl: Ar. Havl > istihâl’den; olması imkânsız bulunan, boş, anlamsız bulunan şey. c. müstahîlât.
Ne gûne müstahîl emr ise îcâdın murâd etsen
Kemâl-i hikmetin fi’l-hâl ona esbâb eder peydâ
Basrî
Bütün ümmîd-i istikbâli artık müstahîl ettin
Rezîl olduk.
Sen ey kâbûs-ı hûnî, sen rezîl ettin
Mehmet Akif
müstahkar: Ar. Hakaret> istihkamdan; hakir, hor görülen, küçümsenen.
Germ-rev ol reh-i aşk içre soğuk tutma yürü
Gör ki serdlikte sefîl oldu ve müstahkar kar
Esrar Dede
müstahkem, müstahkeme: Ar. Hüküm > istihkâm’dan; 1. Sağlam. 2. Sağlamlaştırılmış.
Işk nâ-gâh oldu peydâ tuttu müstahkem beni
Saldı yüz sevdâya ol gîsû-yı ham-der-ham beni
Fuzûlî
Gör, Süleymân gibi peygam-ber-i âlî-şânın
Devleti olmuş idi
Asaf ile müstahkem
Nâbî
müstahric: Ar. Hurûc >istihrâc’tan; 1. Çıkaran, istihrâc eden. 2. Bir ibareden anlam çıkarma kudretinde olan.
Gönül tıflı dem-â-dem ders alır pîr-i vahdetten
Olur elbette müstahric bu esrârı hüvviyyetten
gaybî
müstahsen: Ar. Hasen’den; beğenilmiş, güzel bulunmuş.
Ey Fuzûlî menzil-i maksûda yetmek istesen
Hîç reh-ber yok-durur etvâr-ı müstahsen gibi
Fuzûlî
müstahzar: Ar. Huzûr >istihzâr’dan; 1. Hazırlanmış, huzûra getirilmiş. 2. Zihinde tutulmuş. c. müstahzarât.
Eylesin Allah her hâline tevfîkin refîk
Rıfkı her hâlinde müstahzar bilir bilmezlenir
Nâbî
müstaidd: Ar. Udde, uddet> isti’dâd’tan; 1. Kabiliyetli, istidatlı. 2. Akıllı, anlayışlı. c. müstaiddân, müstaiddîn.
İttikâya müstaidd olmaz kibâr-ı devlete
Bâliş-i zer-târ eğer huddâmapâ-mâl olmasa
Nâbî
Durursun pdy-mdçdn-ı rızada sıdk ile her dem
Olunca müstaidd ihsân-ı Mevlânâ’ya ey dervîş
Esrar Dede
müstaidd-i beka: Baki zannetme sureti.
Sehveyledin savâbı hatâ anladın gönül
Dünyâyı müstaidd-i beka anladın gönül
Nâilî
müstaidd-i izz: Değer anlayışlılığı.
Darb-ı sikkeyle olur zer nâmdâr-ı iştibâr
Müstaidd-i izz eder üstâd tezlîl ettiğin
Nâbî müstaidd-i kabûl-i kemâl: Gelişmeyi kabullenme kabiliyeti.
Bir katre, âba düşse eder kesb-i dâire
Her nokta müstaidd-i kabûl-i kemâl olur
Nüzhet (Rıdvan Paşazade. Efendi)
müstaidd-i leheb: Aleve elverişli.
Olup cismimiz müstaidd-i leheb
Yakardı bizi câhilân bî-taab
Keçecizade İzzet Molla
müstaidd-i merg: Ölüme yatkın.
Haste-i cân bir leb-i hicrâna cânân neylesin
Müstaidd-i merg olan bîmâra
Lokmân neylesin
Yeşişehirli Avni
müstaidd-i nazar: Bakışı akıllı.
Miyânın ile dehânın olup-durur bâis
Ki müstaidd-i nazar etti kîl ü kâle tama’
Necati Bey
müstaîn: Ar. Avn > isti’ân’dan; yardım isteyen, istiane eden.
Eyleye her müşkilin âsân
Hudâ-yı
Müsteân
Olmaya eksik cenâbından gürûh-ı müstaîn
Nef’î
müstaîn-i ism-i Celâl: Celal sahibi Allah’ın isminden yardım isteyen.
Şol müstaîn-i ism-ı Celâlim ki def’aten
Feth-i kelâma kudretimi
Müsteân verir
Sürurî
müsteân: Kendisinden yardım beklenen, yardım istenen (Allah’ın sıfatlarından).
Ne re’y eylerse hükmü mahz-ı tevfîk u isâbettir
Ne fermân eylese vefk-ı rızâ-yı
Müsteân üzre
Ziyâ Paşa
Uğrunda her gazaya atılmış mücâhidîn
Lâyık mıdır felâkete ey Rabb-ı Müsteân
Yahya Kemal
Ol kadar âlî revâk u tâk-ı kuds eyvânı kim
Soffa-i sîneden berk urur envar-ı arş-ı Müsteân
Üsküdarlı Hakkı Bey
müstakbel: Ar. Kabl > istikbâl’den; Karşılanan, istikbal edilen. 2. Önde bulunan, ileriki, gelecek. c. müstakbelât.
Fikr-i müstakbel ü mâzîyi bırak ârif isen
Böyledir hâl-i zemân bir var imiş bir yok imiş
Kânî (Ebubekir)
Ne müstakbel ne mâzî mülkü olmak yoktur insânın
Ömür bir lahzadır aklı olan hâlin bilir onun
Behiştî
Mâzî ile müstakbele sarf eyleme ömrü
Hâl ehli için hîç biri maksûd değlidir

Vakt-i mâzîden kıyâs et, Pertevâ, müstakbelin
Böyle dünyâ-yı denî gam-hârının vay hâline
Pertev Paşa
(Mülkiye Nazırı
Mehmet Sait)
Göz yaşından ne çıkarmış?
Neye ter dökmediniz
Bâri müstakbeli kurtarmağa bir azm ediniz
Mehmet Akif
müstakbil: 1. Karşılayan, istikbal eden.
Kıbleye dönen.
Müstakbilim eşk-i hurûşân ile fcrin
Muallim Naci
müstakbil: bk. müstakbel.
müstakırr: Ar. Karâr > istikrâr’dan; karar kılmış, yerleşmiş; sabit, durulmuş, istikrar bulmuş.
Devletin üss-i esâsın dîn ederken müstakırr
Kimseler
İslâm’ı istishâba olmaz muktedir
Ziya Paşa
müstakill: Ar. Kıllet ‘ten; 1. Kendi başına, bir yere bağlı olmayan. 2. Ayrıca, kendi kendine, bağımsız.
Ben etmek istesem seni sevmekten ictinâb
Sevmekte, sevmemekte gönül müstakil midir?
Cenap Şahabeddin müstakîm, müstakîme: Ar. Kıyâm > istikâmet’ten; 1. Doğru, düz. 2. Temiz, namuslu. c. müstakîmân.
Aşk derdinden olur âşık mizâcı müstakîm
Aşıkın derdine dermân etseler bîmâr olur
Fuzûlî
Aşıkı eyler tarîk-ı müstakîmin âgehi
Her gedâsın şâh eyler pür-atâdır
Nakşbend
Âdile Sultan
Erenler!
Şeyh Şa’bânî tarîk-ı müstakîmden
Açıldı
Aydınoğlu der-gâhı bu dîdeler rûşen

Dûzahîler çehresini seyr ise maksûd eğer
Çekme erbâb-ı cehilden çeşmini tut müstakîm
gaybî
müstazhir: Ar. Zahr >istizhâr’dan; arka veren, dayanan, destek olan, istizhar eden.
Cafer gibi çok mu zM’l-cenâhîn olsam
Müstazbirim Allah’ıma, peygam-berime
Muallim Naci
müsteân: bk. müstaîn.
müsteâr: Ar. Âriyet > istiâre’den; 1. Takma, eğreti, takma. 2. müz. İki veya üç yüzyıllık eski bir makam.
Nedir sûdu bu bâzar-ı fenâda celb-i emvâlin
Gınâ vermez metâ’-ı müsteâr dûş-ı dellâlin
Sâmi (Arpaeminizade Vakanüvis
Mustafa Bey)
Beş on günlük hayât-ı müsteârımdan peşîmânım
Hızır bilmem ne zevk almış hayât-ı câvidânîden
Üsküdarlı Tal’at Bey
müsteârî: Ödünç.
Hayâlî câme-i zer-beft ü atlastan olup fârig
Libâs-ı müsteârîden geçip belki bedenden geç
Hayâlî Bey
müstebân: Ar. Beyân >istibâne’den; 1. Beyan olunmuş. 2. Açık, meydanda, ayan olan.
Bu kelâm-ı hâtifi verdi küşâyiş zihnime
Hikmet-i bed-rengî-i âlemde oldu müstebân

müstecâb: Ar. Cevâb >isticâbe’den; kabul olunmuş, isticabe edilmiş.
Cân u dilden bana vâcibtir duân etmek senin
Hak’tan ümmîdim budur ede duâmı müstecâb
Nef’î
Ol tünd-hûy bir gün olur bezm-i visâle râm
Uşşâkının duâsı eğer müstecâb ise
Nâbî
Hûb teshîr etmek için bir duâsı müstecâb
İsm-ı A’zam okunur dînâr u dirhem üstüne
Behiştî
müstecâbü’l-da’ve: Duası kabul olan.
Asrda zmdîk-simâ şeyhler
Müstecâbü’d-da’velikle lâf atar
Nâbı müstecmi’: Ar. Cem’ > isticmâ’dan; toplayan, toplanan. müstecmi’-i cümle-i fazâil: Bütün faziletleri toplayan.
Müstecmicümle-i fazail
Bulmuştu riyâset-i kabâil
Fuzûlî müstecmi’-i haslet-i cemile: Güzel duygulan toplayan.
Kim vardı
Arab’da bir kabîle
Müstecmi’-i haslet-i cemîle
Şeyh Galip
müstedâm: Ar. Devâm> istidâme’den; 1. Devamı istenilen. 2. Devamlı, sürekli, sürüp giden.
Sen dururken dil-berâ gayriye değmez lâf-ı hüsn
Hey ala gözlüm güzellik müstedâm olsun sana
Necati Bey
Rûz-ı hicrinle beni tenhâ görelden dostum
Müstedâm olsun gamın her gece mibmândır bana
Hayâlî Bey
Bilip ayş-ı müdâma meylini bî-çâre-i aşkın
Şarâb-ı la’l-i nâbın sundu dil-ber müstedâm olsun
Şeyhülislam Yahya
müstefâd: Ar
Feyd >istifâde’den; 1. İstifade olunmuş, anlaşılmış. 2. Kazanılmış, kâr edilmiş.
Vezîr-i nükte-dân, düstûr-ı ehl-i ilm ü sâhib-i dil
Ki gâlibdir zekâda fikri akl-ı müstefâd üzre
Nef’î
müstefîd: İstifade eden, faydalanan.
Müstefîd olmaz
İmâm-ı A’zam olsa hâcesi
Bir kişi mahrûm olursa feyz-i isti’dâddan
Fuad (Alâiyeli Mehmet Bey)
Umûmu müstefîd etmez husûsun hakk ını ibtâl
Sakın bir ferdi ezme gayret-i efrâd lâzımsa
namık Kemâl
müstefîz: Ar. Feyz > istifâze’den; feyiz alan, feyizlenen.
Çeşme-sâr-ı devletinden
Ab-ı Hayvân müstefîz
Şeb-i çerâg-ı takatinden mâh-ı enver müstenîr
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
İzz ü rif’at şevketi şâhânesinden müstefîz
Feyz ü nusret himmeti pâkizesinden müstain
Ziya Paşa
müstefreşe: Ar. Firâş > istifrâş’tan; odalık, cariye.
Düşmânları müstefreşelerden yumuşakmış
On saltanat el pençe rikâbında uşakmış
Midhat Cemal Kuntay
müstehabb: Ar. Hubb istihâb’dan; 1. Sevilen, beğenilen. 2. Farz ve vacipten sonra sevap kazanılan iş.
Kaldır elin eyle duâ buldu kasîden intihâ
Şimdi duâ etmek sana hem müstehabbtır hem ehemm
Nef’î
müste’hir, müste’hire: Ar. İsti’hâr’den; geciken, teehhür eden.
Berk-ı hâtif gibi var mebde’ine eyle sefer
İstitâlât-ı nefestir yola müste’hir har
Esrar Dede
müstehlek: Ar. Helak > istihlâk’ten; yok olmuş, ortadan kalkmış.
Babr-i fenâda garka-i müstehlek olmuşuz
Biz
Nûh ile bün-i yem-i vahdette hem-demiz
Esrar Dede
müstehlik: Helak olan.
Müstehlik olup fakr u fenâ bahrine düştüm
Ne kayd-ı diğer kaldı ne hod fikr-i ser oldu
Esrar Dede
müstekinn: Ar. Kenn> istiknân’dan; saklanan, gizlenen.
Muhîtin nağmesin gûş eylemiş hengâm-ı cûşunda
O lezzet müstekinndir mevc-i bahrin dahi gûşunda
Nâbî
müstelzim: Ar. Lüzûm > istilzâm’dan; gerektiren, gereken; istilzam eden.
Eğer izhâr zilletse olur ızmârı da zillet
Kolay meksûf olur müstelzim hacletse bir illet
Abdülhak Hâmit
müstelzim-i ihsân: Bağış gerektiren.
Eğer müstelzim-i ibsân ise feryâd kâbildir
Kerem mebzûl olursa arz-ı istidâd kâbildir
Vecdî
müstemend, müstmend: Far. Kederli, mahzun; biçare, zavallı. c. müstemendân.
Hayâlî hâl-i ruhsârın gamından nâr-ı hicr ile
Şehîd-i müstemend olmuş ciğer dağlayı dağlayı
Hayâlî Bey
Bendeyim bir zâlime kendi efendimdir benim
Dâimâ cervâr-ı kalb-i müstmendimdir benim
Esrar Dede
Sâkî meded et ki müstemendim
Bâzar-ı belâda gam-pesendim
Şeyh Galip
Gel ey belâ-yı dil-i zâr-ı müstemendim gel
Beni esîr-i firâk eyleyen efendim gel
Halim
Giray (Kırım Hanı)
müstemendân: Zavallılar.
Ne nâmedir ki bu hüsn-i beyân unvânı
Eder güşâde dil ü tab’-ı müstemendânı
Nef’î
müstemend-âne: Mahzunlukla, zavallılıkla.
Kerem sende inâyet sende lutf ü merhamet sende
Fütüvvet sende refet sende haylî müstemend-âne
Üsküdarlı Hakkı Bey
müstemi’: Ar. Sem’ > istimâ’dan; dinleyen, dinleyici, kulak veren. c. müstemiîn.
Gûş edersen vasfını dinle denizden katrece
Müstemi ol bir nefes gel söyleyem ma’zûr ise
Ümmî Sinan
Memdûh ya kadrden gerektir
Söz gevher ü müstemi mehenktir
Ziyâ Paşa
müstemirr: Ar. Mürûr > istimrar’dan; 1. Bir düziye uzayıp giden. 2. Devamlı, sürekli. daima.
Nâ-müstemirrde zevk ü keder müstemirr değil
Hâcet yok âzmâyişe îydin Muharrem’in
Nâbî
Bir zemândan beri bu hâlet oldu müstemirr
Söyleyin Allah için bu milletin cürmü nedir
Ziyâ Paşa
gayr-ı meş’ûme
Müstemir bir sükût-ı ümmîdin
Sadme-i kabriyle in, in, in
Tevfık Fikret müstenîr: Ar. Nûr > istinâre’den; nur, ışık alan, parlak, istinare eden.
Çeşme-sâr-ı devletinden âb hayvân müstefîd
Şeb çerâg-ı takatinden mâh-ı enver müstenîr
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
Verse ger ser-çeşme-i nûr-ı zamîri terbiyet
Zerreden hurşîd-i âlem-tâb olurdu müstenîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
müstenid: Ar. Sened > istinâd’tan; 1. Bir şeye dananan, istinat eden. 2. Bir belge, senet olan.
Müsteniddir birine a’yânın
Hakkını iste var ise canın
Nâbî
müsterîh: Ar. Rahat > istirahat’tan; istirahat eden, gönlü rahat, kaygısız.
Senden ednâya nazar k ıl müsterih ol her zemân
İzzet ehline bakıp dâim getirme âh u dûd
Gaybî
müsteskal: Ar. Sıklet > istiskâl’den; ağır ve soğuk görülüp soğuklukla karşılaşan, böyle muamele gören.
Bütün âfâkı istiâb eden boşlukta nâliş-zen
Hayâletler gezer, hep birbirinden hâr ü müsteskal
Tevfik Fikret
müstesnâ: Ar. Seny > istisnâ’dan; 1. Başkalarına benzemeyen. 2. Üstün, benzerlerinden baskın. 3. Ayrık, üstün. c. müstesneyât.
Öyle müstesnâ güzelsin kim sana yoktur bedel
Senden ey cân münkatükılmaz beni illâ ecel
Fuzûlî
Sandım olmuş ceste bir fervâre-ı Ab-ı Hayât
Böyle gösterdi bana ol kadd-i müstesnâ seni
Nedim
Arzû eylerdi bir mahbûb-ı müstesnâyı dil
Bir münâsib dil-ber-i mümtâz buldum kendime
Şeyhülislam Yahya
müsteşâr: Ar. Şu’r > istiş’âr’den; 1. Kendisine danışılan. 2. Vekâletlerde vekilden sonraki amir.
müsteşâr-ı düvel: Devletlerin müsteşarı.
Hulâsa akl ile olmuştu müsteşâr-ı düvel
Misâli âleme gelmez vü gelmedi evvel
Ziya Paşa
müstetâb: Ar. Tayyib > istitâbe’den; hoş, güzel bulunan, istitabe edilen.
Evrâkı tayy edip kilk-i hoş-nevâ gel gel
Terâne-senc olalım na’t-i müstetâbında
Nâilî
Yazmış ey Yahyâ kitâb-ı hüsnünü kilk-i kazA
Hatt-ı la’li ol kitâb-ı müstetâbın hatmidir
Şeyhülislam Yahya
Cemâd cân bulur elhân-ı nâ-şinîdinden
Hayât dem çeker âheng-i müstetâbından
Muallim
Cûdî
Dostlar alışverişte hep bizi görsün diye
Zîb-i bâzar-ı hüner olsun bu nazm-ı müstetâb
Refî-ı Amidî
müstetâb-ı mahşer: Mahşerin hoş görüleni.
Dil şehîdi tîğ-ı aşkım kâm-yâb-ı mahşerim
Mazbar-ı lutf-ı hitâbı müstetâb-ı mahşerim
Leskofçalı Galip
müstevcib: Ar. Vücûb’dan; 1. Layık. 2. Gereken, icabeden. der-gâh-ı kerem kim hâki ibsân-hîz-i rahmettir
Ne kâdirdir amel-i müstevcib olmağa hâşâ
Nâbî
müstevlî: Ar. Vely > istilâ’dan; bir yeri yönetimi altına alan, istila eden ordu veya devlet.
Küfr müstevlî olup kılmıştı İslâm’ı hep
Cehl istîlâ bulup etmişti ilm ehlini hdr
Fuzûlî
müşâare: Ar. Şi’r’den; karşılıklı şiir söyleşme, şiir yarışı.
Safâlı aksi gibi gizli müşâarenin
Hazîn terâne-i billûru bir küçük derenin
Tevfik Fikret
müşâbih: Ar. Şebeh’ten; benzeyen, benzer.
Alnın kamerine yüzün ayına müşâbih
Bunca göz ile görmedi bu çarh-ı mu’allâ
Avnî
Hüsn-i yâre zerre mikdârı müşâbih olmaya
Sürme çekse meh gibi çarh âftâbın aynına
Behiştî
Reng ü bû (y)da zülf-i cânâne müşâbib olmasa
Kim bakar gül-zar-ı debrin sünbül ü şeb-bûsuna
Fıtnat
Hanım
müşâfehât: Ar. Müşâfehe’nin c. Ağız ağıza, yüz yüze, karşı karşıya konuşmalar.
Yahûd zalâm içinde mükevkeb müşâfehât
Manzûme-i arâlim ü manzûme-i hayât
Fâik Alî Bey
müşâhed, müşâhede: Ar. Şühûd’dan; görülmüş, görünen. c. müşâhedât.
Bâkî-veş âhir eyledi aczin müşâhede
Evrâkın etti defterinin târumâr gül
Bâkî
Bu cümle âşık olanlar ışk ile geldiler yola
Müşâhedeye gark olan düşmeyiserdir o ağa
Yunus
Emre (düşmeyiser: düşmeyecek)
müşâhid: Gören, bakan, müşahede eden. c. müşâhidîn.
Müşâhid olamaz olsa mücerred mâdde sırru’llah
Münezzehtir diyen mahcûb oluptur
Hakk’ı rü’yetten
Gaybî
müşahhas: Ar. Şahs > teşhîs’ten; 1. Tanınmış, teşhis edilmiş, cinsi anlaşılmış. 2. Şahıslanmış, şahıs şekline girmiş. c. müsahhasât.
Çün bildin esîrinim terahhum kıl kim
Tedbîr gerek müşahhas oldukta maraz
Fuzûlî
Vâdî-i vahdet hakîkatte makâm-ı ışktır
Kim müşahhas olmaz ol vâdîde sultândır gedâ
Fuzûlî
Sensin ol cûd-i müşahhas ki zuhûrunla senin
Buldu tomar-ı neseb-nâme-i himmet encâm
Nedim
müşâhid: bk. müşâhid.
müşa’şaa’: Ar. Şa’şaa’dan; 1. Parıltılı, parlak. 2. Göz alıcı, süslü, gösterişli, şatafatlı, debdebeli.
Haktadır, haktır en büyük kuvvet
Dün sönük titreyen bu şübhe yarın
Bir müşa’şa’ hakîkat
Tevfik Fikret
müşebbek: Ar. Şebeke > teşbîk’ten; ağ ve kafes gibi örülmüş olan.
Ravza-i ışkında cân mürgini ta’lîm etmeğe
Bu dokuz çarhı ona kıldın müşebbek bir kafes
Ahî
San beyt-i ankebûta dolaşmış meger-durur
Bu sîne-i müşebbek içinde ol hayâl-i hâl
nizami
Kâşâne-i iclâli için micmer olurdu
Sîmîn küre-i mâh eğer olsa müşebbek
Nedim
müşekkel: Ar. Şekl’den; 1. Şekil verilmiş. 2. Kılık, kıyafeti yerinde, gösterişli.
Sûretin tefrikası etmez eser ma’nâya
Olmaz eşkâl-i ibâretle müşekkel ma’nâ
Nâbî
Zenahddnın müşekkel sâgar-ı sîmîn-i dil-cûdur
Bir elmanın sanasın yarısı bu yarısı odur
Sâfî
müşemmes: Ar. Şems > teşmîs’ten; çok güneş gören, güneşli; mec. parlak, münevver, rahşan.
Nişîmen olmak için hüsn-i şir ilâhesine
Bu mavi
Akdeniz’in sîne-i müşemmesine
fâik Alî Bey
müşerrah: Ar. Şerh > teşrîh’den; şerh olunmuş, açılmış.
İbâretten ibâret kaldı şimdi
Kâmiyâ eşM
Müşerrah tâze mazmûn üzre yoktur bir gazel söyler
Kâmî (Edirneli)
müşerrih: Ölmüş kimsenin vücudunu veya bir uzvunu kurallara göre kesip parçalayan hekim. c. müşerrihîn.
Çehre-i girye-nikâbında hayât-ı beşerin
Bir müşerribgibi teşrîh-i nukûş ettinse
Tevfik Fikret
müşerref: Ar. Şeref > teşriften; kendisine şeref verilmiş, şereflendirilmiş, ululanmış.
Külbe-i ahzanımız gamla müşerreftir yine
Şâd ol ey dil şâd ki oldu dostlar mihmân-ı dost
Necati Bey
Feth edip makdem-i pâkiyle müşerref olıcak
Reşk-i firdevs-ı Berîn oldu sarây-ı Bağdâd
Şeyhülislam Yahya
(olıcak: olunca)
Her ne dem lûtf eyleyip bezmi müşerref eylesen
Ehl-i bezm ayağına yüz sürmeğe dmddedir
Nef’î
müşevveş, müşevveşe: Ar. şevâş > teşvîş’ten; belirsiz, karışık, teşviş edilmiş; karmakarışık. müşevveşat.
Hâlim müşevveş olduğuna dâldir saçın
Ol ayn-ı fitne oldu bu hâlin karînesi
Şeyhi
Mâdâm ola ol zülf-i siyeh-kâr müşevveş
Eksik mi olur şâne ile dilde keşâkeş
Şeyhülislam Yahya
müşg: Far. Asya’da yaşayan bir çeşit erkek ceylanın karın derisi altında bulunan bir bezeden çıkarılan siyah renkli ve güzel kokulu salgı, misk, “çîn-ı Huten” de denir.
Tonanıp ol büt-ı Çin atlas u dîbâlar ile
Deyr-i hüsnün bezemiş müşg çelîpâlar ile
Ahmet Paşa
Hatt u arakta ârızı bûy-ı gül ü semen midir
Nice muattar olmaya müşg ü gül-âb içindedir
Şeyhi
Itr-ı hûbile pür olurdu meşâmm
Bûy-ı müşg idi yâkûd anber-i hdm
Hakanî
müşg-i çîn: Saç büklüm(lüle)ünün kokusu.
Müşg-i çîn yazdım yanıldım zülf için kıldım hatâ
Ey gazal-i nâzenîn yazmaz yanılmaz bir
Hudâ
Nazîm (Yahya)
müşg-i Hoten: Huten miski.
Saçı çîn açtı mı ya nâfe-i âhû-yı
Hıtâ
Ki oldu pür müşg-ı Huten dâmen-i sahrâ bu gece
Şeyhi
müşg-i huşk-mizâc: Soğuk mizaclının kokusu.
Şemîm-i sünbülüne kanda öykünür nâfe
Benefş-i ter gibi olmaya müşg-i huşk-mizâc
Hamdullah Hamdı (kanda: nerede; öykün-: taklit etmek)
müşg-i kıymet-dâr: Kıymetli misk.
Dâmeninden kâkülün silker gubâr-ı pâyini
Müşg-i kıymet-dâra bildim
Çîn’de yoğimiş revâc
behiştî
müşg-i nâb: Saf misk.
Lebleri üzre gubâr-ı hatt-ı nev-hîhi değil
Nâfe-i âhû-yı çeşminden dökülmüş müşg-i nâb
Nef’î
müşg-i ter: Taze koku.
Haddin sahîfesine aceb kim yazar hat
Kim müşg-i ter gibi kokar ol müşg-bâr bat
Şeyhi
müşg-âgîn: Misk dolu.
Hayâl-i hâl-i müşg-âgînden gayrı gıdamız yok
Nâbî
Ey hoşa bârgeh-i tâze zemîn
Sâyesi hâki eder müşg-âgîn
Nâbî
müşg-âsâ: Misk gibi.
Gözümden merdüm-âsâ hâl-i rû-yı dil-rübâ çıkmaz
Süveyda-veş dilimden fikr-i zülf müşg-âsâ çıkmaz
Neylî
müşg-bâr: Misk yağdıran.
Rûyında zülf ham-be-ham ü hâl müşg-bâr
Sahrâ-yı
Çîn ü nâfe-i âhû-yı
Tttdr
Rızayi
Yârin ayağ tozuna uğrar meğer sabâ
Gül-zara armağanla gelir müşg-bâr eser
Şeyhülislam Yahya
Çîn ü Mâcîn’ün harâcın almağa hükm etdi yâr
Müşg-bâr olmuş ol iki anberîn tuğraya bak
Hayâlî Bey
müşg-bîd: Acem söğüdü.
müşg-bîd-i ser-nigûn: Başaşağı olmuş
Acem söğüdü.
Girân etsin ko diller târ târ-ı zülfün olsun tek
Ruhun bâğında nice müşg-bîd-i ser-nigûn peydâ
Nâilî
müşg-bû, müşg-bûy: Misk kokulu.
Terk etmek idi murâdım seni hemân
Ol zülf-i müşg-bû eğer olmasa bana bâğ
Farisî (Sultan II. Osman)
Rahmeyle bu müşg-bû gazale
Rahmetmez mi kişi bu hdle
Fuzûlî
Ol turra-i müşg-bûdan ayrı
Hicrân kara bağrın eylemiş su
Fuzûlî
müşg-efşân: Misk saçan.
Hâr isem de gül-şen-i hüsnünde hârım hâle ben
Hâk isem de bâri hâk-i rûh-ı müşg-efşânınam
Nedim
müşg-fâm: Misk renginde, kara.
EvzA’-i hıyâm-ı müşg-fâmı
Halka şeb-ı Kadr teggirâmî
Fuzûlî
müşg-nâb: Saf misk kokusu.
Zabm-ı hûn-geşte bâğ-ı sînemde
Gonca-i müşg-nâb-ı bicrindir
Leskofçalı Galip
müşg-rîz: Misk dökücü.
Nigâhın müşg-rîz oldukça verdi zahm-i sînemden
Gazal-i âf-tâb eyler hezârân dâgı hûn peydâ
Leskofçalı Galip
müşg-sâ: Misk gibi, güzel kolulu.
Gözümden merdüm-âsâ hâl-i rû-yı dil-rübâ çıkmaz
Süveydâ-veş dilimden fikr-i zülf-i müşg-sâ çıkmaz
Neylî
müşg-sâ-yı bâğ: Bağın misk saçanı.
Ayş ü safâya hâtırımız durmadan çeker
Sünbüller oldu silsile-i müşg-sâ-yı bâğ
Bâkî
müşg ü abîr: Abîr ve misk.
Hâk-i derinde micmeregerdân nesîm-i subh
Müşg ü abîr ü anber ona hâk-ipây imiş
Rızayî
müşgîn: Far. 1. Miskli, misk kokulu. 2. Siyah renkli, kapkara şey.
Müşgîn saçından bir girih boynuma tak kim müddeî
Görsün abîr ü müşgten zencîr ile gul nicedir
Şeyhi
Zîr-i la’linde o hâl-i müşgîn
Bir
Habeş dil-beridir câna yakın
Neylî
müşgîn-mergûl: Mis kokulu kıvrım saç.
Oldu gül-şen yine bir dil-ber-i müşgîn-mergûl
Şol kadar verdi ona zînet ü zîver sünbül
Bâkî
müşgîn-nikâb: Misk kokulu örtü.
Yaraşır dense sevâd-ı hatda bikr-i fikrime
Pâk dâmen şâhid-i meh-tal’at-ı müşgîn-nikâb
Nef’î
müşgîn-rakam: Mis kokulu kalem.
Dem-i tahrîr-i eltâfinda âlem
Tufeyl-i hâme-i müşgîn-rakamdır
Bâkı
müşgîn-târ: Mis kokulu.
Pây-bend-i aşktan bir dahi olur mu halâs
Kâkül-i pür-pîç-i müşgîn-târa düştü gönlümüz
Şeyhülislam Yahya
müşîr: Ar. İşâret’ten; 1. Emir ve işaret eden. 2. Mareşal. c. müşîrân.
Hem saff-ârâyidi hem âsaf-rây
Ne rehir ister idi vü ne müşîr
İbni Kemâl
müşîr-i efham: En ulu müşir.
Budur ol efdal-i emsâl-i müşîr-i efham
Nâbî
müşîr-i vahşet: Vahşet emiri.
Ahû-vane nigehler müşîr-i vahşettir
Nâbî
müşkil, müşkül: Ar. Şekl > eşkâl’den; 1. Güç, çetin, kolay olmayan. 2. Güçlük, engel. c. müşkilât.
Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi
Müşkil budur ki ölmeden evvel ölür kişi
Yahya Kemal
Avutan halkı bu gam-hânede oldur yoksa
Olmasa müşkil idi tesliyet-bahşâ-yı adem
Akif Paşa
Hükmün cerîdesinde zihnin teemmül etse
Sırr-ı kader içinde kalmaya kılca müşkil
Nizamî
müşkil-pesend: Zor beğenen. c. müşkilpesendân.
müşkil-pesend-i râz: Sırları zor beğenen.
Nazmım görüp der imiş o müşkil-pesend-i râz
Tarz-1. Nedîm-i tâze-edâmız budur bizim
Nedim
müşkil-pesendân: Güç beğenenler. müşkil-pesendân-ı cihân: Cihanın güç beğenenleri.
Husûsâ o sühan-perdâz-ı üstâdım ki eşMım
Yazar müşkil-pesendân-ı cihân evrâk-ı cân üzre
Nef’î
müşkil-ter: Çok güç, çok zor.
Ol büt-i tersâ sana mey nûş eder misin demiş
El-amân ey dil ne müşkil-ter suâl olmuş sana
Nedim
müşkilât: Müşkil’ler, güçlükler.
müşkilât-ı ışk: Aşkın zorlukları.
Müşkilât-ı ışkı benden sorsa ne erbâb-ı akl
Şimdi ol fenni cibânda bir benim zîrâ bilir
Behiştî
müşkilât-ı mesâ’il: Meselelerin zorlukları.
Ne ola mütâlaa-i safha-i cemâl etsem
Ki müşkilât-ı mesâ’il kitâb ile açılır
Şeyhülislam Yahya
müşrif: Ar. Şeref >işrâf’tan 1. Yükselen, çıkan. 2. Ölüme çok yakın bulunan. 3. Etrafa bakan, çevreyi gören.
Nâbîyâ meşhûddur pest ü bülend-i kâinât
Alem-i envâra müşrif kasr-ı rûşendir gönül
Nâbî
Olurduk bî-taab müşrif temâşâ-yı harâbâta
Dirigâ pâre-i mînâ-yı meydân dûr-bîn olmaz
Nâbî
müşrik: Ar. Şirk > işrâk’ten; Allah’a eş ve ortak koşan kişi. c. müşrikîn.
müşrikîn: Müşrikler.
Söyünürdü ol nefes kandîl-i rûh-ı müşrikîn
Her kamışgünçeler tokunsa nitekim bâd-ı sabâ
Yahya Bey (Taşlıcalı)
(söyün-: parlaklığı gitmek; günçe: güneşli yer)
müşt: bk. muşt.
müştail: Ar. Şa’l > işti’âl’den; yanan, tutuşan, ateş alan, alevlenen, iştial eden.
Edersin müştail toprakta nârı
Kılarsın
Nâbît âb içregiydhı
Recaizade Ekrem
Birşu’le mizâc-ı dil-fürûzun
Nâr hevesiyle müştailtin
Muallim Naci
müştâk: Ar. Şevk iştiyâk’tan; iştiyaklı, arzu sahibi, istekli. c. müştâkîn.
Ben lebin müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelir hûş-yâre su
Fuzûlî
Şimdi âlem sana müştâk olduğun bilmez misin Îddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum
Nedim
Misâl-ı KA’be eyâ nûr-ı dîde-i uşşâk
Gören cemâlini müştâk görmeyen müştâk
Hudai (Müezzin Hudai-ı Atik)
Ona, herkes, onun şeâmetle
Tasadduk ettiği ikbâle müftekır, müştâk
Tevfik Fikret
müştâk-ı behişt: Cennet isteklisi.
Belâ-yı aşk u derd-i dost terkin kılmazam zahid
Ne müştâk-ı behiştim sen gibi ne tâlib-i hûrum
Fuzûlî
müştâk-ı bûs-i la’l: Kırmızı dudağı öpme arzusu.
Müştâk-ı bûs-i la’lin olan mey-keşân-ı aşk
Rağbet eder mi sâkî-i bezmin sebûsuna
Feyzî
müştâk-ı rû(y)-mâl: Yüz süren istekli.
Süm-i semend-ı Hazret-ı Sultân
Abmed’e
Müştâk-ı rûy-mâl idi hakka ki şeyh ü şâbb
Şeyhülislam Yahya
müştedd: Ar. Şiddet’ten; şiddetlenen, artan.
Nedir gönülde bu sevdâ ki dâimâ müştedd
Benim gecem şeb-i yeldâ mıdır niçin mümtedd
İsmail Safa
müştehâ: Ar. Şehvet > iştihâ’dan; istenilen, arzu olunan, iştihayı gerektiren. c. müştehâyât.
Ma’rifedten hisse alıp kendini bildin ise
Ehl-i cennetsen senindir feyz-i zevk-ı müştehâ
gaybî
müştehir: Ar. Şöhret > iştihâr’dan; herkes tarafından tanınan, ün kazanmış, meşhur olmuş.
Mazmûnları var ki rûh u dildir
Bilmem niye müştehir değildir
Ziya Paşa
müştekî: Ar. Şekvâ >iştikâ’dan; şikâyet eden, yakınan, sızlanan.
Her şey vedîadır sana, ey genç, unutma ki
Senden de bir hisâb arar âtî-i müştekî
Tevfık Fikret
Hergün başında yıldırım, alnında zelzele
Mat’ûn u müştekî yaşadın, hep elem, hüzün
Tevfik Fikret
müşterek: Ar. Şirket >iştirâk’ten; 1. Ortaklaşa tasarruf edilen ve kullanılan şey. 2. Birkaç şeye veya şahsa ait.
Hükûmet hikmet ile müşterektir
Vezîr olan hakîm olmak gerektir
Kâmil Paşa
(Yusuf)
Hükümet hikmet ile müşterektir
Vezîr olan hakîm olmak gerektir
Fuat Paşa
müşterî: Ar. Şirâ > iştirâ’dan; 1. Bercis, Mars veya
Müşteri denilen gezegen ismi.
Diğer ismi
Sa’d-ı Ekber, Kadî-yı
Felek denir. 2. Satın alan, iştira eden. c. müşterîîn.
Aftâb ü Zühre’ye hüsnün metâın etme arz
Ona âlem müşterî lâzım değil dellâleler
Hayâlî Bey
Korkarım hem âftâb-ı kîmyâ-ger duymasın
Yoksa bin şevk ile olur ol dahi bir müşterî
Nef’î
Ma’rifet iltifâta tâbidir
Müşterîsiz metâ’ zdy’dir
Muallim Naci
Müşterî-rey: Müşteri fikirli.
Müşterî-rey ü Utârid-kalem ü mibr-âsâr
Arz-temkîn ü kazA-temşiyet ü çarhahkâm
Nef’î
mütâbaat: Ar. Teba’dan; birine tabi olma, arkasından gitme, ittiba etme.
Sana mütâbaat için kıyâma durdu şecer
Rükûa vardı sipibr ü sücûda indi cibdl
Necati Bey
Reh-i mütâbaatindir tarîk-ı fevz ü necât
Hevâ-yı merhametindir ümîd-i hayr ü halâs
Fuzûlî
mütâlaa: Ar. Tulû’ dan; 1. Okuma. 2. İnceleme, tedkik. 3. Düşünce. c. mütâlaât.
Fedâ edersem ona çok mu ben mütâlaamı
Sizin muâdil olur mu kitâb-ı hüsnünüze
Abdülhak Hâmit
mütâlaa-i safha-i cemâl: Güzellik safhasının incelenmesi.
Ne ola mütâlaa-i safha-i cemâl etsem
Ki müşkilât-ı mesâ’il kitâb ile açılır
Şeyhülislam Yahya
mütâli’: Okuyan.
Dil şark-ı tecellâdagörür şemş-i hüdâyi
Artık ona lâzım mı mütâlFle meşârık
Esrar Dede
mütâli’: bk. mütâlaa.
mütâreke: Ar. Terk’ten; ateşkes, savaşan iki tarafın bir müddet için ateşi durdurması.
Ateş ve kanla siler bir gün ordumuz lekeyi
Bu insân oğluna bir şeyn olan mütârekeyi
Yahya Kemal
Hayât-ı ceng-i maîşet, cihânsa mahrekedir
Zemân zemân bu sükûnlar birer mütârekedir
Mehmet Akif
müteaccib: Ar. Aceb > taaccüb’den; şaşakalan, taaccüp eden, şaşan.
Olma müteaccib ey dil-i nâdire-dân
Gördünse dil-i çenârda sûz-i nihdn
Nâbî
müteaddid: Ar. Aded >taaddüd’ten; çeşitli, birçok.
Âşûb-geh-i mihnet olur kûçe-i dil-ber
Böyle olıcak âşık-ı nâlân müteaddid
Nâbî
(olıcak: olunca)
müteâl, müteâlî: Ar. Ulüvv >
Ta’liye’den; yüce, ulu, yüksek, bülent.
Ne dedimse sözümü tuttu sipibr-i hod-ref
Ne murâd ettim ise verdi
Hudâ-yı mütedl
Nef’î
Nâzır olsan ona âyîne misâl
Görünür ârız-ı lutf-ı müteâl
Hakanî
Versin âmâlini
Rabb-i müteâl
Tâ ebed sönme, sen, ey şanlı hildl
Recaizade Ekrem
müteazzir: Ar. Özr > taazzür’den; 1. Özürlü, özürlü bulunan. 2. Mümkün olmayan, güç, zor.
Seni görmek müteazzir görünür böyle ki eşk
Sana baktıkta dolar dîde-i giryânımıza
Fuzûlî
Seyl-i bârân-ı belâ öyle harâb etmiştir
Müteazzirdir o vîranenin içinde sükûn
Cinânî
mütebessim: Ar. Besm> tebessüm’den; gülümseyen, gülen, tebessüm eden.
Gözünde mütebessim ü girye-dâr hulyâlar
Butûn-ı âtiyeye müjde-i hakîkattir
Doktor Abdullah Cevdet
Bir an ki, fakat çehreni gördüm mütebessim
Bir noktaya toplandı cihânlar dolu hissim
Midhat Cemal Kuntay
mütecellî: Ar. Culâ > tecellî’den; görünen, meydana çıkan, apaçık.
Çoktandır olmuyor mütecellî o mâh-rû
Yâ Rab cihânda ben ne tecellîsiz ddemim
Saf mütecessid: Ar. Cesed > tecessüd’den; ceset hâline gelen, vücut bulan.
Rûh-ı mütecessid gibi mînâ görününce
Sandım ki
Mesîh eyledi bir devre-i tekrâr
Esrar Dede
müteellim: Ar. Elem > teellüm’den; elemli, üzüntülü.
Ba’zen de sessizce olurdum müteellim
Zer-rişte, bu ismiydi onun, sanki haber-dâr
Tevfik Fikret
müteezzî: Ar. Eziyyet’ten; eziyet çeken, sıkılan, incinen, üzgün.
Gül bülbül ü bülbül de dikenden mütezzî
Bu bâğda hîç kayddan âzâde bulunmaz
Sâmi (Amidî Odası
Hulefasından Efendi)
mütefekkir: Ar. Fikr > tefekkür’den; filozof, düşünür, bilge. c. mütefekkirin.
Halkı irşâd edecek var mı ya sizden başka
Onu insân bile saymaz mütefekkir tabaka
Mehmet Akif
mütefelsif: Ar. Felsefe > tefelsüf’den; filozoflaşan, bilgelik taslayan, felsefe yapan.
Sabâhleyin mütefelsif, ikindi üstü fakîh
Sular karardı mı pek yosma bir edîb-i nezîh
Mehmet Akif
mütefennin: Ar. Fenn >tefennün’den; fen bilgini, teknik bilgi sahibi.
Mütefennin tanınan üç kişinin kıymeti de
Münhasır anlamadan, dinlemeden taklîde
Mehmet Akif
mütegâbî: Ar. Gabî’den; kendini gabi gösteren, kendini ahmak gibi gösteren.
Maksûda zafer-yâb olan ancak bu cihânda
Ya şahs-ı gabîdir, ya fatîn-i mütegâbîdir
Ziya (Adanalı)
mütegayyir: Ar. Gayr > tegâyür’den; 1. Değişen, başkalaşan. 2. Bozulmuş, bozuk.
Hasret-i al-ruhunla mütegayyir oldum
Rûy-ı ümmîdimize reng-i safâ gelmez mi
Esrar Dede
mütehâcim: Ar. Hücûm> tehâcüm’den; birbirine hücum eden, saldıran.
Her şey bizi bir korkulu rü’yayla sarardı
Zulmet ki müebbed, mütehâcim, mütemâdî
ahmet Hâşim
mütehâlif: Ar. Hulf > tehâlüf’ten; birbirine aykırı olan, birbirine uymayan.
Düşünceler mütehâiftir istikamette
Şu var ki hepsi nibâyet bulur sakâmedte
Mehmet Akif
mütehâlik: Ar. Helâk > tehâlük’ten; bir işe kendini tehlikeye atacak şekilde telâşla atılan.
Mütehâlik, samût bir mahşer.
Nâzil olmuş edîm-i arza kamer
Tevfık Fikret
Bakarsınız mütehâlik, münevver ü şeydâ
Bu şimdi neş’eli bir gamzedir behîc-i emel
Tevfik Fikret
mütehammil: Ar. Tahammül eden, dayanan; yük altında bulunup ses çıkarmayan.
Mütehammil ki gönül katlana göz görmeyicek
Bir nazar gözlerimin nûru nazardan gitme
enverî (görmeyicek: görmeyince)
mütehassıl: Ar. Husûl>tahassul’dan; meydana gelen, hâsıl olan.
Elhân duyulmadıkça belâgat girân gelir
Lâf ügüzâftan mütehassıl keselgibi
Yahya Kemal
mütehassir: Ar. Hasret> tahassür’den; hasret çeken, özleyen.
Ya iki rûh-ı mütehassire mev’id-i telâkî
Tevfik Fikret
mütehâşî: Ar. Haşyet > tehâşî’den; sakınıp kaçıcı olan.
Bir dûd-ı müncemid gibi âfâk-ı bî-hayât
Pîşinde canlanır mütehâşî nazarların
Tevfık Fikret
mütehaşşit: Ar. Haşd > tahaşşüd’den; aynı amaçla bir araya gelen, toplanan.
Mütehaşşid mezâhir-i zulemât
Göz açıldıkça rûh perdelenir
Tevfik Fikret
mütehayyil: Ar. Hayâl > tahüyyül’den; hayal kuran, dalgın.
Bir tâze bahâr âlemi seyretti felekte
Mevsim mütehayyil, vakit akşamdı
Bebekte
Yahya Kemal
mütehevvir, mütehevvire: Ar. Hevr > tehevvür’den; gözü dumanlı, kızgınlıktan sonunu düşünmeden saldıran.
Kudur, ey lücce-i zulmet, mütehevvir, çılgın
Gülerim kahkaha-i ye’s ile çığlıklarına
Tevfik Fikret
mütekâbil, müteka: Ar. Kabl > tekâbül’den; 1. Biri, ötekinin karşısında olan, yüz yüze bakan, tekabül eden. 2. mat. karşıt.
Telh olur zaika-i nazm-ı umûr-ı âlem
Olmasa sirke-i fürûşa mütekâbil kannâd
Nâbî
mütekâid: Ar. Kuûd > tekâüd’den; emekli.
Mütekâid paşalardan biri, üç beş sene var
Düştü bilmem ne taraftansa bizim semte kadar
Mehmet Akif
mütekâsif: Ar. Kesâfet > tekâsüf’ten; yoğun, koyulaşmış.
Onların rûhu şâm-ı muğberrden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdi sükûn u samtı arar
Ahmet Hâşim
mütekâtır: Ar. Katr, kutûr ve katerân’dan ; damlayan, katre katre dökülen.
Hep hâzır olan teşneleri eyledi irvâ
Destinden olup âb-ı firârân müteka: tır
Rızayi mütekebbir: Ar. Kibr > tekebbür’den; kibirlenen, kibirli, kendini beğenmiş.
Mütekebbirlere kibr etme tasadduk sayılır
Zâlime zulm ü ezA kılma ibâdet gibidir
Keçecizade İzzet Molla
mütekeddir: Ar. Keder > tekeddür’den; 1. Kederli, kederlenen. 2. Bulanan, bulanık.
Eyler mi dil-i sâfı havâdis mütekeddir
Gelmez keder âyîneye eşkâl ü suverden
Râşit (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
mütelezziz: Ar. Lezzet >telezzüz’den, lezzet bulan, hoşlanan, tat alan.
Dûr eylemesin sâyesin erbâb-ı recâdan
Her nahl ki ola neşv ü nemâdan mütelezziz
Nâbî
Uşşâk ki aşkın elemiyle mütelezziz
Abid dahi cennet ni’âmıyle mütelezziz
Âdile Sultan
Akıl ona derler ki cibânda yaşamaktan
Olmaz mütelezziz ki bilir mihneti vardır
haydar (Ali)
mütemâdî: Ar. Medy >temâdî’den; 1. Uzayan, süren. 2. Arasız, fasılasız.
Arız-ı hûy-gerde-i dil-ber gibi pür-âb ü tâb
Cûşiş-i şeb-nemle olmuş matmah-ı enzar gül
Seyyit Vehbî
Her şey bizi bir korkulu rü’yayla sarardı
Zulmet ki müebbed, mütehâcim, mütemâdî
Ahmet Hâşim
Nedir bu feyz-i teceddüd bu cûşiş-i mütemâdî
Cihân mı arşa safâ-gû
Hudâ mı âleme nâdî
Kemalzâde Ekrem Bey
mü’temen: Ar. Emn >i’timân’dan; güvenilir, emniyetli, inanılır.
Makâl-i râzı ketme meclis-i âlemde ey Nâbî
Varakla hâmedengayrı aransa mütemen yoktur
Nâbî
mütenâhî: Ar. Nihâyet > tenâhî’den; 1. Sona eren, biten. 2. “Nâve gayr” ekleri başa gelerek; bitmeyen, sona ermeyen anlamını kazanır.
Halıkın nâ-mütenâhî adı var en başı: Hak
Ne büyük şey kul için
Hakkı tutup kaldırmak
Mehmet Akif
Biter mi bitti denilmekle nûr-ı nâ-mütenâhî
Nefesle kâbil-i itfâ mıdır çerâg-ı İlâhî
Muallim Naci
mütenahnih: Ar. Nahnaha > tenahnuh’tan; boğazından hırıltılı ses çıkaran, tenahnuh eden.
Mensûh ü münhasif, mütenahnih, ateh-lika: Bir varlık.
İşte çehre-i mâzî-i zz-beka
Tevfik Fikret
mütenâsib: Ar. Nisbet > tenâsüb’den; ölçülü, birbirine uyan, orantılı.
Taayyüşü mütenâsibti kadr ü şânı ile
Hakîkaten şu demin a’zamı kibârı idi
Recaizade Ekrem
Mütenâsib eyledi feyz-ı Hak kalbimde kudret u şöhreti
Ne kadar talâkatı var ise o kadar celâlet şânı var
Muallim Naci
mütenekkir: Ar. Nekr > tenekkür’den; kıyafet değiştiren, takma ad kullanan, tanınmak istemeyen.
Dem gelir bir mütenekkirde olur âlet-i rızk
Uzuvv-ı maktû’ugibi sâil-i âfet-zedenin
Nevres-i Kadim
mütenevvir: Ar. Nûr >tenevvür’den; aydınlanan, parıldayan, parlayan.
Mahmûr ü müzehher, mütelevvin, mütenevvir
Bir fecr-i bahârî gibi zulmetler içinden
Reyyân-ı tebessüm doğuyor
Tevfik Fikret
müterâdif, müterâdife: Ar. Redf
>terâdüf’ten; 1. Birinin ardı sıra giden. 2. gr.
Yazılışı ayrı, anlamı bir olan kelime, eşanlamlı, anlamdaş. (şîr: 1. arslan. 2. süt. gibi).
Müterâdiftir sühanın feyzine âsâr-ı sükût
Oldu zann etme tehî
Hazret-ı Monlâ hâmûş
Esrar Dede
müterakkıb: Ar. Rükûb> terakkub’dan; bekleyen, gözleyen, uman, terakkub eden.
Hengâm-ı hazz-ı vasl için olma müterakkıb
Gündüz gör işin her ne ise geceye kalma
Beliğ müterakkıb-ı tevfîk: Uygunluk uman.
Muntazır hüsn-i icâbet, müterakkıb-ı tevfîk
Geldi hengâm-ı duâ eyleme tatvîl-i kelâm
Nâbı müterâkim: Ar. Rekm > terâküm’den; birikmiş, toplanmış, yığılmış.
Kendinin zarfına bir
Arıza eyler îrâs
Müterâkim olıcak sînede icrâ-yı garaz
beliğ (olıcak: olunca)
müterarssıd: Ar. Rasad’dan; dikkatle gözetleyen, kollayan. c. müterassıdîn.
Fırsat âvâreleridir müterassıd şeb ü rûz
Mihr ü meh bu feleğin başına çoktan dolanır
Neşet (Hoca Süleyman)
müterennim: Ar. Renim> terennüm’den; güzel sesle şarkı söyleyen.
Müterennim, güzel neler varsa
Cereyân-ı hayât-ı sevdâda
Uçmak ister bir ufk-ı şeydâda
Cenap Şahabeddin müteressib: Ar. Rüsûb > teressüb’den; göz önüne getirme, zihinde şekillendirme.
Müteressib muhît-i bâlimde
Sanki yüz yıllık ıztırâb-ı baydt
Tevfık Fikret mütesâvî: Ar. Seviyy > tesâvî’den; birbirine denk, eşit, müsavi olan.
Adl ü dâd ile iki âlemi memlû kıldın
Mütesavîşol iki keffe-i mîzan-şekl
Hayalı Bey
Mü’min ile kâfir mütesâvî tutulur mu
Sen müşg ilepüşkü berâber mi sanırsın
Muallim Naci
müteselli: Ar. Teselliden; teselli bulan, avunan; acıyı, kederi unutur gibi olan.
Hallâk-ı cihân âleme kıldıkta tecellî
Her şahsı birer hâl ile kılmış mütesellî
Celal
Çelebi (Manastırlı Hüseyin)
Lâkin ister misin oğlum, mütesellî olmak
İctimâî bütün âmillere kudretlere bak
Mehmet Akif
müteşâbih: Ar. Şibh > teşâbüh’ten; birbirine benzer. c. müteşâbihât.
Yarın düşüp ebediyyen türâb solacak
Ganî, fakîr müteşâbib, birer kadîd olacak
İsmail
Hikmet
müteşâir: Ar. Şi’r > teşâür’den; şair tavrı takınan, şairlik taslayan, şairlik iddiasında bulunan. c. müteşâirîn.
Yok münkir olur tab’ıma erbâb-ı sühande
Var ise bir iki müteşâir süfehâdan
Nef’î
müteşekkî: Ar. Şekvâ > teşekki’den; şikâyetçi, şikâyette bulunan, sızlanan.
Sohbet içre seni zikr etseler ey pîr-i mugân
Müteşekkî olur ol vaktte hemân her vdiz
Enverî
Ben bütün bir gecelik cûşiş-i ahzanımla
O hayâlât-ı perîşânımla
Müteşekkî, lâim
Karşıdan safvet-i mahmûrunu seyretmedeyim
Tevfik Fikret
müteşevvik: Ar. Şevk >teşevvuk’tan; çok istekli, çok arzulu, teşevvük eden.
Gördüğünce müteşevvik olsa
Hâsılı hüsnüme âşık olsa
Hakanî
mütevahhiş: Ar. Vahşet > tevahhuş’tan; ürkmüş, korkmuş.
Öyle bir hande-i perîşân ki
Mütevahhiş leb-i meserretten
Tevfık Fikret
mütevâlî: Ar. Verâ’>tevâli’den; birbirini takip eden, aralık vermeden devam eden.
Karşımda müselsel mütevâlî iki kûh-sâr
Her parçası bir nûr-ı siyâh eyliyor izbâr
Kemalzâde Ekrem Bey
mütevârî: Ar. Verâ’dan; gizlenen, gizli, saklı.
Güneş midir mütevârî sehâb-ı hâkinde
Felek mi pâyine inmiş nedir bu uluvviyyet
Namık Kemâl
mütevâzı’: Ar. Vaz’ > tevâzu’dan; alçak gönüllü, tevazu gösteren, kibirsiz. c. mütevâzıîn.
Kâbil-i feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât
MütevâzF olanı rahmet-ı Rahmân büyütür

müteveccih: Ar. Vech > teveccüh’ten; 1. Bir yere yönelen. 2. Yönelmiş. 3. Birine sevgisi olan.
Artar, beni ezdikçe belâ, hazz u huzûrum
Ben Rabb’ime doğru
Her an mütevekkil, müteveccih ve sabûrum
Tevfik Fikret
müteveffa: Ar. Vefât’tan; vefat etmiş olan, ölmüş, ölen.
Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine
Boğuyordum müteveffâyı bütün âferîne
Mehmet Akif
mütevekkil: Ar. Vekl > tevekkül’den; her işini Allah’a emanet eden, tevekkül gösteren.
Artar, beni ezdikçe belâ, hazz u huzûrum
Ben Rabb’ime doğru
Her an mütevekkil, müteveccih ve sabûrum
Tevfik Fikret
Tâ fetihten beri mümin, mütevekkil, yoksul
Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada
Yahya Kemal
mütevellî: Ar. Vely ve vilâyet’ten; bir vakfın idaresinde memur olan kimse.
Çünkü vakf eylemezdin cihet-i aşka tenin
Mütevellî k ızı almak nene lâzımdı senin
Muallim Naci
müteverrim: Ar. Verem> teverrüm’den; veremli, verem olmuş.
Müteverrim bahâr-ı hande-nikâb
Bütün eşyâda ihtizar-ı şebdb
Hüseyin Sîret
mütezâyid: Ar. Ziyâde >tezâyüd’den; artan, çoğalan.
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid
Bir zulmet-i beyzA ki pey-â-pey mütezayid
Tevfik Fikret
mütezelzil: Ar. Zelzele > tezelzül’den; zelzeleye tutulmuş gibi sallanan, sarsılan.
Artık yürürüm, üstüme volkanlar atsan, olmam mütezelzil
Ey gayz-ı mehîn lahzada bin korku yaratsan
Tevfik Fikret
müttakî: Ar. Vikâye > ittikâ’dan; günah ve haramdan sakınan.
Sanma rind-i meste ta’n eden fakîhi müttakî
Akıl isen ehl-i idrâk eğleme bu ahmakı
Behiştî
Düştüm hayâl-i zülfüne ey müttakî beni
Tesbîhe da’vet etme ki zünnâra düşmüşüm■
Nesimi
müttefik, müttefika: Ar. Vefk > ittifâk’tan; 1. Birleşmiş, anlaşmış. 2. Fikirce beraber olan.
Dem-i ülfet zemân-ı hazzla gâyet müttefiklerden
Nazar-nâ-âşnâya dâim estâr artar eksilmez
Esrar Dede
Müttefiktir halk eğerçi matlab ü maksûdda
Olmaz ammâ kavl ü fi’l ü dem-i etvâr bir
Şerfî müttehid, müttehide: Ar. Vahdet’ten; birleşmiş, birlik olmuş.
Müttehiddir ol kadar âlemde
Gâlib hüsn ü aşk
Ehl-i derdi sürseler dil-dâr kendin gösterir
Leskofçalı Galip
müttehim: Ar. Vehm > ittihâm’dan; töhmetli, kabahatli, suçlu görünen, suçlanan.
Bundan akdemce hıyânet sıdk ile derlerdi bir
Şimdi sâdık müttehim ehl-i hıyânet müftehir
Ziyâ Paşa
hükm etsin, bütün dünyâ vü ukbâya o hâkimdir
Cibân âgâh olur ma’sûm yâhûd müttehim kimdir
Abdülhak Hâmit
müttehem: Kabahatli, suçlu.
Çerhin hilâf-ı devri var ammâ senin gibi
Uşşâka kesr-i hâtır ile müttehem değil
Nâbî
Vâdî-i medhde tabr-i riyâ-gûne ile
Müttehemdir biliriz gerçi gürûh-ı şuarâ
Nâbı
Çünkü rdyın oldu şdhd
Kahramânı âlemin
Olmaya şimden gerü zulm ile gerdûn müttehem
nizami
müttehem-i âz: Açgözlülük suçlusu.
Erbâb-ı dili müttehem-i âz edemezsin
Ey çerh-i siyeh-kâse bize nâz edemezsin
Nâilî
müttekâ: Ar. Vekâ > ittikâ’dan; 1. Yaslanılacak, dayanılacak şey. 2. Koltuk altına dayadıkları değnek, asa veya yastık.
müttekâ-yı bülbül: Bülbülün yastığı.
Nihdl-i tdze-res-i gülbeni sabâ lutf et
Şikeste eyleme kim müttekâ-yı bülbüldür
Fasîh (Ahmet. Dede)
müttekâ-yı nûr: Nur desteği.
Fezayı dolduran eller ki
Hakk’ayalvaryor
Yarıp da loşluğu bir müttekâ-yı nûr arıyor
Lâ müttekâ-yı zer-keş-i câh: Yüksek mevkilerin altın işlemeli koltuğu.
Biz müttekd-yı zer-keş-i câha dayanmazız
Hakkın kemâl-i lûtfunadır istinâdımız
Bâkî
müvekkel, müekkel: Ar. Vekâlet > tevkîl’den; bir kimsenin vekilliğini üstüne almış kimse.
Uğramaz doğru adam semtine, lâkin, heyhât
Gece gündüz seni ıdlâle müvekkel haşerât
Mehmet Akif
Adem ile
Havvâ olamaz boş yere mihmân
Zürriyyeti îcâda müekkel iki sürgün
Abdülhak Hâmit
müekkil: Birini kendine vekil tayin eden kimse.
Sipibr medfenini müekkil etmiş insâna
Olur yine ten-i insân gıdâsı insdnın
Ziya Paşa
müvellâ: Ar. velî > tevliye’den; 1. Bir iş için görevlendirilen memur. 2. huk. Bir kazada belirli davaları gören hâkim.
Müvellâ eyledim ben de
Nedîm-i nükte-perdassı
Eğer boğmazsa mevc-i ıstılâha sakk-ı irfânı
Seyyit Vehbî
müvesvis: Ar. Vesvese’den; vesveseci, kuruntulu, kuruntu eden.
Kasd etti beni pîr-i mugândan kese ağyâr
Müminlere şeytân olur elbette müvesvis
Behiştî
müyesser: Ar. Yüsr > teysîr’den; kolay bulup yapılan, kolaylıkla olan, kolay gelen.
Zehî kerem ki nazar kılmayıp adâvetine
Müyesser eylemiş
İblîs’e i’tibâr-ı beka: Fuzûlî
Bilinmez hangi zülfün iftirâkıyla perîşânız
Müyesser olmuyor cem’iyyet-i efkâr bir türlü
Üsküdarlı Talat Bey
Müyesser olmamak olmaz mukadder ise visâl
Ki olmaz ey yüzü gün zerrece nasîbe zernâl
Behiştî
Lisânın olmalıdır bir vaka-ı millîsi
O olmadıkça müyesser değil taâlîsi
Mehmet Âkif
müzâb: Ar. Zevebân > izâbe’den; 1. Eritilmiş, erimiş, izabe olunmuş. 2. kim.
Ergimiş.
İbrîk-i zerden sâkiyâ la’l-i müzâbı kıl revân
Altın olur işin hemen kibrîtî-i ahmer kendidir
Bâkî
müzâb-ı câm: Kadehin erimişi.

Bezm-ı Elestî’den ben böylece haşr oldum
Bir elde müzâb-ı câm bir elde mey ü sâgar
Esrar Dede
müzâhame: Ar. Zahm’den 1. Sıkıntı verme, zahmet. 2. İtişe kakışa saldırma; kalabalık.
Nev-şehr-yâr-i kişver-i nâzım ki artırır
Dil-dâdeler müzahamesi şân u şevketim
Nâbı
müzâhim: Zahmet ve sıkıntı veren.
Zann etme ölüm şahsına bir kerre mühâcim
Bin kerre olur günde o düşmenle müzahim
Mehmet Akif
müzâheret: Ar. Zahr’dan; koruma, arka çıkma.
Sana müzâheret etmez mi evliyâ-yı kirâm
Ki cümle dâire-i devletindedir makbûr
Fuzûlî
müzâhir: Arka, taraflı çıkan, yardım eden, koruyan.
Müzahirden bedîd olmuştur ammâ bu tecelliyât
Görünmezler vücûda onların a’yânı yokluktur
Esrar Dede
müzâhir: bk. müzâheret.
müzahref: Ar. Zuhrûf’tan; 1. Yalancı, sahte yaldız, pul, para gibi şeylerle süslü. 2. Süprüntü pislik. c. müzahrefât
Gel ey gönül ki bu nakş-ı müzahrefe kalma
Sakîmi terk eder ol kim nazarda oldu selîm
Hamdullah Hamdi
müzahrefât: Sahte süslemeler.
Benim züğürtlük ile ellerim taş altında
Müzahrefâtın o dürr ügüher satar
Han’a
Nef’î
müzâyaka: Ar. Zıyk’tan; sıkıntı, darlık, parasızlık, yokluk.
Kevn ü fesâdın anladım îrâd ü masrafın
Dil-hâhına müzayakadan mâ-adâsı yok
Nâbî
müzd: Far. Ücret, kira; mükâfat; sevap.
Her kim ne amel k ılırsa bünyâd
Müzdünü verir amelince üstâd
Fuzûlî
müzd-i hammâm: Hamam ücreti.
Müzd-i hammâm
Fuzûlî veririm cân nakdin
Klmasın sarf-ı zer ol serv-kadd ü sîm-endâm
Fuzûlî
müzd-ver: Ücretle çalışan.
On iki ayı bilen hışt-ı mâh ü mibri taşır
Sarây-ı kadrini yapmaya çarh olup müzd-ver
Hayâlî Bey
Ne mümkün böyle bir âlî binâ bir dahi ger olsa
Kaza mümârı, sidre nerdübânı çarh müzderi
Nef’î
müzdâd: Ar. Ziyâde >izdiyâd’dan; artmış, çoğalmış, ziyadeleşmiş.
Bir rütbede zaf oldu müzdâd
Kim edemez oldu âh u feryâd
Şeyh Galip
Cefâsın gün-be-gün müzdâd eder o gamzesi cellâd
Vefâdan eylemez mi yâd onun hîç kalbi yanmaz mı
Nevres-i Kadim
müzdeham, müzdehim: Ar. Zahm> izdihâm’dan; kalabalık, sıkışık, izdihamlı.
müzdeham-âbâd-ı sitem: Zulüm çokluğunun bulunduğu yer.
Bu müzdeham-âbâd-ı sitemde ne çekerdik
Bir iki fürû-mâye-i zîbende-kabâdan
Nâiî müzebzeb, müzebzib: Ar. Zebzebe’den; Bir şeye karar veremeyen, elinden iş gelmez.
Karmakarışık.
Her gün biraz ölen bu hayât-ı müzebzebim
Tevfik Fikret
müzehheb: Ar. Zeheb’den; altın suyuna batırılmış, tezhip olmuş, yaldızlanmış.
Senindir fakat nûrlar hep senin
Şu’â’ât-ı necm-i müzehheb senin
Recaizade Ekrem
müzehher: Ar. Zühre’den; çiçeklenmiş, çiçek açmış.
Mahmûr ü müzehher, mütelevvin, mütenevvir
Bir fecr-i bahârî gibi zulmetler içinden
Reyyân-ı tebessüm doğuyor
Tevfık Fikret
Bir perî-i güşâde şeh-peridir
Şûh pervâne-i müzehheridir
Tevfık Fikret
müzekkâ: Ar. Zekât’tan; 1. Paklanmış, arılanmış. 2. Tezkiye olunmuş. 3. Zekâtı verilmiş. 4. Allah’ın adına kesilmiş hayvan.
El-kıssa ademden oldu peydâ
Bir tıfl-ı müzekker-i müzekkd
Fuzûlî
müzekker: Ar. Zeker > tezkîr’den; erkek, er.
El-kıssa ademden oldu peydâ
Bir tıfl-ı müzekker-i müzekkd
Fuzûlî
müzellef: Ar. Yüzünde yeni yeni tüyler
çıkan. (Far. zülf kökü alınıp
Ar. vezinle yapılan
kelimelerdendir.).
Övüp göklere çıkarma şeb olmaz diye cennâtı
Ki rûy-ı sâdeden yeğdir hakîkatte müzelleftir
Necati Bey
Hat geldi rûh-ı âline yâr oldu müzellef
Devr ile olur âlet-i tashîf musahhaf
Nâbî
müzerkeş: sırma ile işlenmiş. zer-endûd ü müzerkeş tepeler
Sanasın her birisi kubbe-i zer
Yenişehirli Avni
müzerkeş-târ: Sırma işlenmiş tel.
Kubbe-i iclâli üzre atlas-ı gerdûn mudur
Ya zemîni gök müzerkeş-târ bir dîbâ mıdır
Yenişehirli Avni
müzevver: Ar. Zever’den uydurulmuş, tezvîr edilmiş, düzme(haber, söz).
Hilâf inhâ rakîb ol âfeti tenfr edip benden
O sengîn-dü müzevver mübr kazmış nâme uydurmuş
Nâbî
Eyler rücû’ nakd-i müzevver gibi sana
Ey şeyh satma çok da metâkerâmetin
Nâbı müzeyyen: Ar. Zînet > tezyîn’den; süslü, süslenmiş, ziynetlenmiş.
Tabefkâr-ı füyûzata müzeyyen hacle
Kalb-i esrâr-ı İlâhîye muallâ micdel
Kâzım Paşa
Gönül şöyle müzeyyen oldu dîdârın görelden kim
Vücûdum gülsitânına cinân bâğı misâl olmaz
Behiştî
Çiçeklerle müzeyyen böyle renk-âmîz kisvenle
Güzelsin cennetin tâvûs-rengm şâh-bâlinden
İsmail Safa
müzeyyin: Süsleyen, tezyin eden. gecede güher-i şeb-çerâg doksan bin
Müzeyyin oldu nübüvvet kulağına fil-hâl
Necati Bey
müzhere, mezhere: Ar. Çiçekli yer, çiçek bahçesi. c. mezâhir.
Yok farkı bu reng-i inbisâtın
Bir müzhere-i hazâna âkis
Tevfik Fikret
mezâhir: Müzhere’ler.
Nâfi’ ol olma muzırr
Hakk’a mezahirdir kamu
Dâimâ rahmet-resân ol işte insânlık budur
Gaybî
Ey tecellî-geh-i âyîne-i cern-i mutlak
Görür âgâh-dilân cümle mezahirde seni
Muallim Naci
mezâhir-i ümmîd: Ümit çiçekleri.
Sensin kılan mezâhir-i ümmîd ü bîm edip
Mûsâ’nı ilm genc-i asâsını ejdehd
Fuzûlî
müz’ic: Ar. Za’c > iz’âc’tan; bıktıran, usandıran, can sıkan.
Şimdi hâtırım, fikrim
Hep şu müz’ic ümîd elinde zebûn
Tevfık Fikret
Bütün rûhumla müz’ic bir cemâdiyet olur nâim
Kesâfetten ibâret bir tecellî arz eder eşyâ
Tevfik Fikret
müzmin, müzmine: Ar. Zemân’den; 1. Eskimiş, üzerinden zaman geçmiş. 2. Eskiyerek yerleşmiş hastalık.
Sabâh olur, o bürûdetgeçer; fakat müzmin
Sükûn-ı mevkii bir nefha eyler ihlâl
Tevfik Fikret
müznib: Ar. Zenb > iznâb’tan; günah işlemiş, suçlu.
Kime müznib der isen cân-ı peder
O da bir zenbdir anlarsan eğer
Nâbî
Rütbeni bilmek ile tab’-ı cehennemde bile Ümmet-i müznib için yok heves-i istîkâd
Nâbî
müznibîn: Suçlular, günah işlemişler.
Merhabâ ey rabmeten li’l-âlemîn
Merhabâ sensin şefîü’l-müznibîn
Süleyman
Çelebi
Mevlid
N
nâ: Far. Başına getirilen kelimelerin anlamlarını olumsuzlaştırır.
nâ-âmâde: Hazır olmayan.
Çünkü nâ-kerde nigâha eder ol şûh itâb
Biz de nâ-âmâde derdin görelim dermânın
Nâbı
nâ-âsûde: Rahat, huzurlu olmayan.
Gınd bezmindeki mağrûr ü nâ-âsûde serverden
Fenâ bezminde hâb-âlûd olan mest-ânemiz yeğdir
Bâkî
nâ-âzmûde: Tecrübe edilmemiş.
Kim
Ftibâr eder bu şifâ-hânede bize
Ma’cûn-ı nev-sirişte-i nâ-âzmûdeyiz
Nâbî
nâ-bâliğ: 1. Yaşı on dörde basmamış. 2. Erişmemiş, yetişmemiş.
Câhil olan pîr nâ-bâliğ olur
Cehl gitmez çihil ile pencdhla
İbni Kemâl
nâ-becâ: Münasebetsiz, yolsuz, yersiz.
Edânîye temelluk âriyet bir ömr için değmez
Bu sûretle taayyüş fikrini pek nâ-becâ buldum
Hersekli Arif Hikmet
nâ-bedîd: Görünmez, belirsiz.
Aceb kimse etmez mi ibsân ümîd
Cihânda kerem oldu mu nâ-bedîd
Keçecizade İzzet Molla
Keştî-i akla olur her mevci bir girdâb-ı ye’s
Aşk bir deryâ-yı ummândır ki sâhil nâ-bedîd
Ziyâ Paşa
nâ-be-hengâm: Vakitsiz, mevsimsiz.
Iztırâb-ı nâ-be-hengâm istemez tahsîl-i kâm
Mevkiinde bî-tekellüf kâr kendin gösterir
Koca Râgıp Paşa
nâ-be-kâide: Kaideye uymayan, kurala aykırı.
Baktım sutûr-ı nüsha-i âfâka ser-te-ser
Yek harf-i nâ-be-kâideyoktur miyânede
Nâbî
nâ-be-kâr: 1. İşsiz, işe yaramaz. 2. Hayırsız, haylaz, yaramaz.
Bu da’vdmı benim inkâr eder yoktur ahâlide
Hasûd-ı nâ-be-kârı neyleyim söz anlamaz hardır
Nef’î
Dü-rûze gerdişi yoktur be-vefk-i hâtır-hâh
Tabîat-i felek-i nâ-bekârı biz biliriz
Nâbî
nâ-bekâr-ı siyeh-baht: Kara bahtlı hayırsız. nâ-bekâr-ı siyeh-bahtı var kıyâs eyle
Ki hem hasûd ola zât-ı habîsi hem dmî
Nef’î
nâ-be-mahal: Yersiz, yurtsuz, münasebetsiz.
Hemen bize düşecek vakt-i gülde işrettir
Figânî nâ-be-mahal meşreb-i hezara düşer
Nâbî
nâ-be-mevsim: Zamansız, çağında olmayan.
Ydsemenler, menekşeler, güller
Nâ-be-mevsim şekûfeler birden
Açılıryâd-ı muğberimde güler
Faik
Âli Bey
nâ-ber-câ: Münasebetsiz, yakışıksız.
Hande-sâz olmadadır hâlime her dem a’dâ
Ah aceb ne olsa gerek bu sitem-i nâ-ber-câ
Enderunlu Vâsıf
nâ-be-sâmân: Düzeni bozulmuş, rahatı kaçmış. mâr-ı zehr-pâşın dendân-ı satvetinden
Nice vezîr ü râlî olmuştu nâ-be-sâmân
Nâbî
nâ-bînâ: Anadan doğma kör, gözsüz. mec. basiretsiz.
Kalırdı tâ-be-mahşer dîde-i hurşîd nâ-bînâ
Felek kuhl almasa rûz-ı ezel hâk-i cenâbından
Leskofçalı Galip
Câhilin dâim murâdınca döner çarh-ı felek
İltifât eyler gedâ ferzend-i nâ-bînâsına
Beliğ
nâ-bî-sâmân: Züğürt olmayan.
Olurdu kazA-yı nâ-bî-sâmân
Hüsn’e dahi: gehvâre-cünbân
Şeyh Galip
nâ-bûd: 1. Yok olan, bulunmayan. 2. Sonradan yok olan. 3. İflas etmiş, perişan olmuş.
Mazhar-ı Hak iken ol sun’-ı Celîl
Dahi nâ-bûd idi
Cebrd’il
Hakanî
Nâme yazsam yâre destimde kalem nâ-bûd olur
Harf âteş nâme hâkister mürekkeb dûd olur
Nâbî
nâ-bûde: Yok olan.
Derd-i dili ol bî-gama tefhîm ne mümkin
Nâ-dîdeye nâ-bûdeyi ta’lîm ne mümkin
Nâbî
nâ-câiz: Caiz değil; yapılmaz.
Nazar âyîneye nâ-câiz iken şeblerde
Aksidir lîk bunun câm-ı leb-â-leblerde
Nâbî
nâ-cins: 1. Cinsi bozuk. 2. Aynı cinsten olmayan.
Sür kapından tek beni bir görme her nâ-cins ile
Bin kez ölmek yeğ cihânda bir yaramaz addan
Ahmet Paşa
Sûrette olursa da ne denlü mahrem
Nâ-cins ile ülfet olmaz müstahkem
Nâbî
nâ-cins-i sohbet: Farklı sohbet.
Sdlik-i meczûb-ı râh-ı Mevlevî’yim
Arifim
Hâliyâ akl u cünûn nâ-cins-i sohbettir bana
Esrar Dede
nâ-çâr: Çaresiz.
Çok
Hak dîni eylediler zulm ile ber-dâr
Bâtıl söze âgâz edelim biz dahi nâ-çâr
Bağdatlı Ruhi
Ne ola gittiyse karâr u akl u sabr u fikrimiz
Gam değil nâ-çâr isek aşkınla nâ-çârız hele
Nef’î
nâ-çesbân, nâ-çüsbân: Yakışık olmayan.
Aceb mi kâmet-i ma’nâya
Nâbî olsa nâ-çesbân
Gubâr-âlûde olmuş hâme-i hâtır kühenlenmiş
Nâbî
nâ-çîz: Değersiz, hiç hükmünde, ehemmiyetsiz, çok küçük.
Acz ile noksân ile bir zerre-i nâ-çîz iken
Gül gibi vasf-ı kemâlâtında buldum iştibâr
Nazîm
Dağılsın âleme terkîb-i bend-i hikmet-âmîzi
Bu rıhlet-gehde (Nâci)nin de kalsın nâm-ı nâ-çîzi
Muallim Naci
nâ-dân: 1. Bilmez. 2. Kaba, terbiyesi kıt.
Sadr-ı mey-hânede nâ-dân otura var mı cevâb
Sorsak ey pîr-i mugân vechini güstâh-âne
Şeyhülislam Yahya
Sohbet-i ehl-i riyâdan çek ayak ikrâh et
Hâl-i uşşâkı ne bilsin sûfî kim nâ-dândır
Âdile Sultan
nâ-dâne: Bilmemezlikten gelerek.
Bî-gâne gamzen âşıka nâ-dâne âşinâ
Ta key tegâfül ey büt-i bî-gâne âşinâ
Nedim
nâ-dânî: Bilmemezlik.
Şerm-i nâ-dânî olurdu mûris-i nakd-i helâk
Hod-pesendî tesliyet-bahşâ-yı cühhâl olmasa
Nâbî
nâ-derîde: Delinmemiş, delik açılmamış.
Her nâ-kabûle etmez zahm-i sitem teveccüh
Görmez cefd-yı sûzen kdld-yi nd-derîde
Nâbî
nâ-dîde: Görülmemiş, emsalsiz.
Zencîr-i hayâlât ile ârâm eder ancak
Dil nâmına nâ-dîde bu dîvâne kimindir
Nâbî
Hoş gelir ol reviş-i nâ-dîde
Ona âlem çalışır taklîde
Enderunlu Fazıl
nâ-dîde-misâl: Görülmemiş örnek.
Mefhar-i ehl-i dehâ ekber-i ashâb-ı nühâ
Feyz-bahş-ı ürefâ ekmel-i nâ-dîde-misâl
Muallim Naci
nâ-ehil: Ehil olmayan.
Nice nâ-ehil vügedâ-tıynet ü sâil-meşreb
Cerri ser-mâye eder eylese imlâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
nâ-fercâm: Sonu çıkmaz, faydasız, boş.
Geh esîr-i gurbet eyler, geh enîs-i gam beni
Şaşmışım bilmem ne yapsam baht-ı nâ-fercâme ben
Nevres-i Kadim
nâ-fermân: Söz dinlemez.
Fuzûlî hâli olmak câm-ı ayşım sâf sahbâdan
Nişân-ı baht-ı nâ-fermân ü ikbâl-i nigûnumdur
Fuzûlî
Ey Fuzûlî kalmışam hayrette bilmem neyleyim
Devr zâlim baht nâ-fermân taleb çok ömr az
Fuzûlî
nâ-gâh, nâ-geh: 1. Vakitsiz. 2. Ansızın, birdenbire.
Vâlih ü ser-mest ü hayrân nâ-geh eylerken güzer
Gördüm ki gonce-i ter bâğ-ı hüsn içre gezer
Cem Sultan
Ey Fuzûlî özünü kûşe-nişîn et hum-ı mey teg
Ola nâ-geh olasın kâşif-i hakâyık
Fuzûlî
Terahhum kıl bükülmüş kaddime vebm eyle âbımdan
Sakın çıkmaya nâ-geh yâydan ok ey kemân-ebrû
Fuzûlî
Bir pîr gelip nâ-gâh pend etti ale’l-âde
Al destine bir bâde derd ü gamı ver bâde
Şeyh Galip
nâ-gehân, nâ-gehâne, nâ-gehânî: Ansızın, birdenbire.
Oklar sibâm-ı kavs-i kazadan nişân verir
Peykân-ı tîr ise ecel-i nâ-gehân olur
Nef’î
Safâ-yı câvidânîdir neşât-ı lûtfu ahbâba
Belâ-yı nâ-gehânîdir hayâl-i tîğı addya
Nef’î
nâ-geh-res: Ansızın yetişen.
Çâbük-ter olduğun gam-ı nâ-geh-res-i heves
Sıklet-keş-i misâfir-i bîgâh olan bilir
Nâbî
nâ-gûş-zed: Duyulmayan.
Var ise zımnında bir nâ-gûş-zed ma’nî-i ter
IIt’a-i eş’âr hoştur kıt’a-i elmâstan
Nâbî
nâ-güfte, ne-güfte: Söylenmemiş.
Bildik ne imiş aslın aşk u dil ü dil-dârın
Ammâ ki bu esrârı nâ-güfte midir bilsek
Fehim-ı Kadim (Uncuzade)
Esrâr-ı kazA nühüfte kaldı
Güftâr-ı kazA ne-güfte kaldı
Recaizade Ekrem
nâ-güvâr, nâ-güvâre: 1. Midede zor hazmedilen (şey). 2. İçilmesi, yenilmesi acı olan (şey).
Câm-ı zehr-âb-ıgelû-sûz-ı firâkın sâkî
Nâ-güvâr öyle değildir ki demek mümkün ola
Nâbî
nâ-hâh: İstemeyerek, zorlanarak.
Hâh u nâ-hâh olur
Avîze-i gûş-ı ahbâb
Nâbîyâ her gazelin böyle hoş-âyende midir
Nâbî
nâ-hakk: 1. Haksız. 2. Boş, beyhude.
Korkarım ol hûnî gözün kasd eyleye bir gün bana
Dahi olursa gam değil nâ-hakk yere kan olmasın
Ahmed-ı Dâî
Ar eder Ariflere baş eğüben Hak görmeğe
Dahl eder dahhâlıgör nâ-hakk yere dacvâsı var
Ümmî Sinan
nâ-halef: Soyuna çekmeyen, hayırsız evlât.
Bir nâ-halefi cübbe vü destâr ile görsen
Eylersin onun cübbe vü destârına ikrâm
Bağdatlı Ruhi
nâ-hânde: Cahil, okumamış.
Ol nüsha-i mufassal-ı hüsnüm ki harf harf
Nâ-hândedir tamâm-ı kitâb-ı letâfetim
Nâbî
nâ-hem-vâr: Uygunsuz, uygun olmayan, uyuşmayan.
Yâr ser-keş, sîne pür-âteşgönül sevdâ-perest
Baht nâ-hem-vâr, tâlih ser-nigûn hâtır şikest
Nevres-i Kadim
nâ-hudâ: (Far. nâv “gemi” ve hudâ “sahip”, nâv-hudâ > nâ-hudâ “ gemi sahibi, kaptan”.
Gemi kaptanı.
Nâ-hudâ eylemese
Nûh’u bu keştîye
Hudâ
Mevc-ı Tûfân’a ne yelken dayanırdı ne seren
Keçecizade İzzet Molla
Mevc-i batardan olmadı âsâyişe medâr
Tâ yanına oturmuş idim nâ-hudâların
Nevres-i Kadim
Kalkıp
Hudâ’ya doğru açılmış sefînede
Erbâb-ı neşve mest gider, nâ-hudâ içer
Yahya Kemal
nâ-hudâ-yı hırs: Hırs gemisinin kaptanı.
Çeşm-i hansa cây-ı selâmet gelir hatar
Girdâba sevk-i zevrak eder nâ-hudâ-yı hırs
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
nâ-hem-vâr: 1. Düz olmayan, eğri. 2. Uygunsuz, uymayan.
Yâr ser-keş, sîne pür-âteş gönül sevdâ-pereset
Baht nâ-hem-vâr tâli ser-nüyûn hâtır şikest
Nevres-i Kadim
Verse dil ruhsat aceb mi âh-ı âteş-bârına
Çok tahammül etti çarhın vazH nâ-hem-vârına
Haletî (Azmizade)
nâ-kâbil: Mümkün olmayan. c. nâ-ka: bilân.
Nûr-ı hikmet kalb-i nâ-kâbilde işrâk eylemez
Çeşmin etmez merdüm-i hâbîdenin rûşen çerâg
Ali
Ruhi Bey
nâ-kâbil-i ıslâh: Islahı mümkün olmayan.
Feylesofun kendisi nâ-kâbil-i ıslâh iken
Kalkar ıslâh etmeye zu’mınca hâl-i âlemi
Vasf (Şeyh)
nâ-kâbilân: Kabiliyetsizlikler.
Bir hasta nâ-ümîd ise bakmaz tabîb olan
Nâ-kâbilânı terbiyet etmez lebîb olan
Esat
Muhlis Paşa
nâ-kabûl: Kabiliyeti olmayan, istidatsız.
Her nâ-kabûle etmez zahm-i sitem teveccüh
Görmez cefâ-yı sûzen kâlâ-yi nâ-derîde
Nâbî
nâ-kâm: Bedbaht, maksadına erişememiş.
Nâ-kâmlıkta ülfet eden kâm-rân olur
Nâ-kâm odur ki kâm-ver ü kâm-yâbtır
Yenişehirli Avni
Açıldı bahtı yine rüzgâr-ı nâ-kâmın
Göründü âyîne-i tâliminde nakş-ı murdd
Nef’î
nâ-kâmî: Bedbahtlık.
nâ-kâmî-i düşmen: Düşmanın mutsuzluğu.
Muzaffer vakt-i fursatta adûdan intikam almaz
Mürüvvet-mend olan nâ-kâmî-i düşmenle kâm almaz
Koca Râgıp Paşa
nâ-kerde: Yapılmamış, olmamış.
Çünkü nâ-kerde nigâha eder ol şûh itâb
Biz de nâ-âmâde derdin görelim dermânın
Nâbî
nâ-kes: 1. Cimri, pinti. 2. Alçak, insaniyetsiz. c. nâ-kesân.
Vay ona kim eyleye lâ-şeyden istimdâd-ı feyz
Yuf ona kim eyleye nâ-kesden ihsân iltimâs
Bağdatlı Ruhi
Nâ-kes bir âdem oğlu merâret verir
Kemâl
Nâ-merd olursa sîneye bir fazla dâg olur
Yahya Kemal
nâ-kes-i dûn: Alçak cimri.
Muhtasar her ne amel eyledim oldum nâdim
Hırs kıldı beni her nâ-kes-i dûne hâdim
Âşık
Tokatlı
Nuri
nâ-keşîde: Çekilmemiş; tartılmamış; olmamış.
Mahv ol ki zahir olsun hâsiyyet-i vücûdun
Vermez neşât-ı hâtır sahbâ-yı nâ-keşîde
Nâbî
nâ-magbût: İmrenilmemiş, gıpta edilmemiş.
Çü nâ-magbûttur der-kayd-ı aşk oldukta bir âşık
Onunjçin rişte-i temkîn tutup zencîr kabûl etmez
Esrar Dede
nâ-mahall: Yersiz, münasebetsiz.
Müsmir olmaz bir işe etme tasaddî nâ-mahal
Akıl ol her niyyetin sakla dem-i merhûnuna
Emirîzâde Emirî (Ali Emirî Efendi)
nâ-mahdûd: Sınırsız.
Kitâb-ı âlemin evrâkıdır eb’âd-ı nâ-mahdûd
Sutûr-ı hâdisât-ı debrdir âsâr-ı nâ-ma’dûd
hoca Tahsin
nâ-makdûr: Erişilmez.
Vasl-ı hâl-i lebini bilse idim nâ-makdûr
Arzûsunda kara bağrımı kan etmez idim
Fuzûlî
nâ-mahrem: 1. Mahrem olmayan. 2. Nikâh düşmeyen. 3. Yabancı erkek tarafından görülmesi caiz olmakla kendisinden kaçınılan. 4. Yabancı.
Halvetine bizi nâ-mahrem eder zahidi gör
Duhter-i rezle varıp biz dahi mahrem olalım
Avnî
Tut ki kanım karışır bezmde bensiz mey-i nâb
Tâze duhter gibidir meclis-i nâ-mahremde
Behiştî
Rûhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli
Değmesin ma’bedimingöğsüne nâ-mahrem eli
Mehmet Akif
nâ-ma’kûl: Akla uygun olmayan, akılca kabul ve cevaz verilmeyen.
Akil ol cânâ getirme bed rakîbi aklına
Terk-i nâ-ma’kûl eder ma’kûlü idrâk eyleyen
enverî
nâ-ma’lûm: Bilinmeyen, meçhul.
Hatâsıgayr-i muayyen, günâhı nâ-ma’lûm
Zehî saîd-i şehîd ü zehî şeh-i mazlûm
Taşlıcalı Yahya Bey
nâ-me’mûl: Umulmayan, beklenilmeyen.
İrâde etse bir emrin taalluk fethine
Nâbî
Ona etrâf-ı nâ-me’mûlden esbâb olur peydd
Nâbî
nâ-merd: Mert olmayan, yüreksiz, korkak.
Külâhın sat yine lâkin yokuncul olma nâ-merde
Cibânda kelle sağ olsun külâh eksik değil merde
Necip (Sultan III. Ahmet)
Belâya merd olanlar sabreder nâ-merd sabretmez
Tamâm olsa ayârı etmez altuna ziyân âteş
Hayâlî Bey
Nâ-kes bir âdem oğlu merâret verir
Kemâl
Nâ-merd olursa sîneye bir fazla dâg olur
Yahya Kemal
nâ-mestûr: Açık, örtülmemiş, meydanda.
Gönül teklifsiz ol mest-i nâ-mestûra sunmazsın
Ezelden meşrebindir hân-ı bî-destûra sunmazsın
Nâbî
nâ-mihribân, nâ-mihrbân: Vefasız, sevgisiz.
Aceb kim nermdir sînen a zâlim neyleyim ammâ
İçinde senge benzer bir dil-i nâ-mibr-bân vardır
Nedim
Sende yok insâf ü şefkat yoksa ey nâ-mibribân
Kâfir olsa merhamet eyler benim feryâdıma
Nesîb-ı Mevlevi (İki Bayraklızade Yusuf)
nâ-mihr-bânî: Sevmeme, vefasızlık. şûha töhmet-i nâ-mibr-bânî gerçi varidür
Ser-efrâzân-ı hüsnün sen bana bir mihribânın bul
Nâbî
nâ-murâd: Bedbaht, talihsiz.
Yine her nâ-murâdın zîver-i dest ü seri şimdi
Gül-efşân sâgar-ı Cemdir dirahşân tâc-ı Dârâ’dır
Sabri
Ey felek dâim beni sen nâ-murâd etmek neden
Beni gamgîn eyleyip ağyârı şâd etmek neden
Adlî (Sultan II. Bayezid)
nâ-murâdân: Talihsizler.
nâ-murâdân-ı cihân: Cihanın talihsizleri.
Nef’î’yem endîşe-i na’tiyle oldum kâm-yâb
Nâ-murâdân-ı cihâna müjde-gânîdir sözüm
Nef’î
nâ-muvâfık: Uygun olmayan, uymayan.
Bir hükm-i kazA-yı nâ-muvâfık
Hüsn oldu cemâl-i aşka âşık
Şeyh Galip
nâ-mübhem: Belli olmayan.
Fikr-i çâldkine esrâr-ı kazA nâ-mestûr
Akl-ı derrâkine âsâr-ı kadr nâ-mübhem
Nâbî
nâ-mülâyim: Yakışıksız, sert, kaba.
Kim şa’beze-i sipihr-i zâlim
Tarh eyledi nakş-ı nd-müldyim
Fuzûlî
nâ-müsâid: Uygun olmayan.
Nûr-ı harem şühûduna nâ-müsâid olan
Vakfeylesin dimâğını dûd-ı meşâile
Nâbî
nâ-müsellem: Doğruluğu herkesce kabul edilemeyen.
Eğerçi aybdır teslîm-i dest-i diğere rîşin
Bu ma’nâ nâ-müsellemdir velî berber husûsunda
Nâbî
nâ-müstemirr: Devamlı olmayan.
Nâ-müstemirrde zevk ü keder müstemirr değil
Hâcet yok âzmâyişe îydin
Muharrem’in
Nâbı
nâ-mütenâhî: Sonsuz, uçsuz, bucaksız.
Dilinde nâ-mütenâhî vü sermedî bir şeb
Nazar-gehinde bahîrât-ı bî-şümâr-ı serâb
Cenab
Şahabeddin
Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı
Hem için, hem getirin yurda o nâfi’ pınarı
Mehmet Akif
nâ-nümûde: Görülmemiş.
Olaydı âlem eğer rû-be-rû ederdi itâb
Bu nâ-nümûde cefâ olperî-veşimdendir
Nâbî
nâ-pâk: Pis, murdar.
Ayîne-i idrâkini pâk eyle sivâdan
Sultân mı gelir hâne-i nâ-pâke, hicâb et
Nâbî
nâ-pây-dâr: Geçici, süreksiz, durmaz.
Nâbî ko ıstırâbı ki peymâne-i murâd
Növbetledir bu meclis-i nâ-pây-dârda
Nâbî
Bir iki günde ne gaddârlıkların gördüm
Felek dedikleri nâ-pdy-ddrı benden sor
Nedim
nâ-pâyende: Desteksiz, dayanaksız.
Zûd-res devlet lezîz ammâ ki nâ-pâyendedir
Devletin ehl-i hıred memnûn olur te’hîrden
Nâbı
nâ-pesend, nâ-pesendîde: Beğenilmez.
Gel ağlatma ilâc-ı nâ-pesendinle bu miskîni
Tabîbâ hâk-i kûy-ı yârdendir eşk-i teskîni
Fuzûlî
nâ-peydâ: 1. Belirsiz, görünmeyen, gizli. 2. Kaybolmuş.
Erişti bir yere kim şeş-cibetle çâr-unsur yok
Zemîn ü âsümân nâ-bûd arş u ferş nâ-peydâ
Sâbıt
nâ-pezîrâ: Kabul etmez.
nâ-pezîrâ-yı imâret: İmaret kabul etmeyez.
Bunca evler yıktın ey seyl-i cünûn gördün mü hîç
Nâ-pezîrâ-yı imâret kalb-i vîranım gibi
Şeyhülislam Arif Hikmet
nâ-puhte: Pişmemiş, çiğ, ham. mec. tecrübesiz, toy, terbiyesiz.
Hoşgelir tab’a husûsâ
Ramazân ayında
Bâde-i nev ne kadar olsa da nâ-puhte vü ham
Nedim
nâ-pûşîde: Açık, örtülmemiş.
Lîk nâ-pûşîdedir ashâb-ı tab’ u dânişe
Kim bu dîvândır olur dîvân içinde hâs u âm
Nâbî
nâ-râst: Eğri, doğru olmayan.
Olmağın ekserî-i tabri riyâ-yı nâ-râst
Satrına mıstar urulmaz varak-ı mektûbun
Nâbı
nâ-pür-şûde: Doluluğu geçmeyen.
Bezm-i meyden olur erbâb-ı heves neş’e-rübâ
Çekmeden bâde-i nâ-pür-şûdenin fincânın
Nâbî
nâ-refte: Gidilmemiş, geçilmemiş (yer, yol).
Reh-i nd-reftede ceveldn edemez
Sapa vâdileri seyrân edemez
Nâbî
Bî-muhâba reh-i nâ-refteye gitsem de ne gam
Kahr-ı hasm eylemeye elde asâdır hâmem
Reşid Paşa
nâ-resâ: Yetişmemiş, ham, olgun olmayan.
Zebân nâ-resâ vasf-ı te’lîfme
Ukûl ermez a’dâd-ı tasnîfine
Keçecızâde İzzet
Molla
nâ-resîde: 1. Olmamış, ham. 2. Büluğa ermemiş.
Cefânı nâ-resîde tıfl iken çektim bilirdim kim
Seni
Hallâk-ı âlem böyle fettân-ı cihân eyler
Bağdatlı Ruhi
nâ-savâb: Doğru ve uygun olmayan, yanlış.
Adli drdyiş-fezA-yı şeş-cihdt-ı kâinât
Kahrı berkı harmânı âşûbu zulmü nâ-savâb
Üsküdarlı Hakkı Bey
nâ-sâz: Uymaz, uygunsuz.
Bu günden ahdim olsun kimseyi hicv etmeyim illâ
Vereydim ger icâzet hicv ederdim baht-ı nâ-sâzı
Nef’î
Pek rengine aldanma felek eski felektir
Zîrâ feleğin meşrebinâ-sâzı dönektir
Ziyâ Paşa
nâ-sâz-ı felek: Feleğin uygunsuzluğu.
Abestir devr-i nd-sdz-ı felekten bî-kuzûr olmak
Gam ü şâdiye bakma zevke bak
Muhlis cihândır bu
Esat
Muhlis Paşa
nâ-sâz-kâr: Uygun ve muvafık olmayan, yakışıksız.
Cefâ-yı tâli’-i nâ-sâz-kârı benden sor
Amân amân sitem-i rüzgârı benden sor
Nedim
nâ-sezâ: Yakışmaz.
Çemende nâ-sezâlarla o şûhun
Harâm olsun hırâm-ı nâzı bensiz
Neylî
na-sere: Kalp, değersiz (para).
Yek-ayâr olmuş idi âhen ü zer
Nâ-sere kalmış idi nakd-i hüner
Sünbülzade Vehbi
nâ-sûhte: 1. Yanmamış, pişmemiş.
Çiğ-
Lezzet-i sûzişile hîme-i nâ-sûhteye
Terbiyet-hâne-i külhânda eder gül hande
Nâbî
nâ-süfte: Delinmemiş.
Saldı deryâya sabâ hançer-i gamzen vehmin
Ki çıkarmaya dahigevher-i nâ-süfte sadef
Fuzûlî
nâ-şâd: Üzüntülü, gamlı, kaygılı.
Beni şâd eylemedin seni dahi nâ-şâd olasın
Şu’le-i âh-ıgarîbângibi ber-bâd olasın
Nâbî
nâ-şekîb-âne: Sabırsızlıkla, aceleyle.
Pey-rev-i rûzgdr-ı köhne bahâr
Olarak bir zemân havâlarda
Nâ-şekîb-âne etti geşt ü güzâr
Cenap Şahabeddin
nâ-şinîd, nâ-şinîde: İşitilmemiş, duyulmamış. kâfir mâcerâyı
Müslümanlar gûş edin benden
Diyâr-ı aşkta bir nâ-şinîde dâstândır bu
Keçecizade İzzet Molla
Cemâd cân bulur elhân-ı nâ-şinîdinden
Hayât dem çeker âheng-i müstetâbından
Cûdî (Muallim)
nâ-şüküfte, nüşküfte: Açılmamış, kapalı. gonca-i nüşküfte olur gül gibi handân
Şeb-nem gibi eşk-i dil-i şeydâ dökülünce
Fıtnat
Hanım
Nd-şüküfte zanbak-ı sîmîn önünde la’l-iyâr
Nev-şüküftegoncadır kim hattı sebzî bergdir
İbni Kemâl
nâ-şüstenî: Yıkanmamış, kir, pis.
Çirk-igünâhı lekke-i nâ-şüstenî sanır
Cûş u hurûşun anlamayan bahr-i rahmetin
Nâbı
nâ-tamâm: Bitmemiş, tamamlanmamış.
Ümîd kâtib-i takdîrden müsâadedir
Cerîde-i emelim nâ-tamâm kalmıştır
Nâbî
nâ-tırâşîde: Yontulmamış. mec. kaba, terbiyesiz.
Nâ-tırâşîde olur bed-girdâr
Her biri sanki diraht-ı küh-sdr
Enderunlu Fazıl
Bakma tel kırmasına mîr-i hat-âver
Simon’un
Nâ-tirâşîde olur çâre ne berber dediğin
Muallim Naci
nâ-tırâş-ı zemân: Zamanın yontulmamışı.
Hefte başı giderek berbere baş eğmez isem
Nâ-tırâş-ı zemân içre kalırdım kem-nâm
Yenişehirli Avni
nâ-tüvân: Kuvvetsiz, zayıf.
Gören bezm-i muhabbette vücûdum nabl-i gül sandı
Ser-â-pâ tâze dağımdan bu cism-i nâ-tüvân üzre
Bâkî
Nâ-tüvânlık o kadar etti sirâyet tene kim
Kalkamaz ârız-ı hûbâna düşünce nigehim
Nâbı
kadar nâ-tüvân ki gizli sesin
Kendi derdinle kendin ağlarsın
Ahmet Hâşim
nâ-ümîd: Ümitsiz.
Zulmet içre
Nâbîyâ
Hızrdan aldım haber
Ab-ı çeşm-i nâ-ümîdi
Çeşme-ı Hayvân imiş
Nâbî
nâ-yâb: Bulunmaz, ender, benzeri olmaz.
Nice mânend-i sadef sînemi çâk etmeyeyim
Çıktı destimden o mehgevher-i nâ-yâbgibi
Nahifı
Zebân-ı bülbül ü tûtî bilir nâ-yâbtır
Nâbî
Sükûtum sanma aczimden zebân-dânsuzluğumdandır
Nâbî
nâ-yâfte: Bulunmamış.
Nice hükm etsek olur yine nakîsı zâhir
Kâinâtın katı nâ-yâftedir zabıtası
Nâbı
nâ-yâfte-i merhem: Merhemi bulunmamış.
Pençe-i saht-ı gelû-gîr-i fenâdan gayrı
Yoktur ol zahm ki nâ-yâfte-i merhemdir
Nâbı
nâ-zâd, nâ-zâde: 1. Olmayacak. 2. Doğmamış.
Tıfl-ı nâ-zâde için hâtırı şâdân etmek
Yapmadan ücrete vermek gibidir dükkânın
Nâbî
nâb: Far. Saf, halis.
Lebleri üzre gubâr-ı hatt-ı nev-hîzi değil
Nâfe-i âhû-yı çeşminden dökülmüş müşg-i nâb
Nef’î
Peymâneden döküldü mey-i nâb bir yere
Nûr indi sandılar gören ahbâb bir yere
Nâilî
Nâz olur dem-beste çeşm-i nîm-hâbından senin
Şerm eder reng-i tebessüm la’l-i nâbından senin
Nedim
Nâbît: bk. nebât.
nabz: Ar. 1. Atar damar. 2. mec. Ruh hâli, psikoloji; mizac, huy.
İki parmağı arasında ecel
Verir sıklet-i dest-i nabza halel
Keçecizade İzzet Molla
Sekiz gün oldu harâret devâm edip duruyor
Bakın nabızları bî-çârenin nasıl vuruyor
Tevfik Fikret
nabz-ı sühan: Söz hâli.
Olur ne mısrâ’-ı ber-cestelerde sekte bedîd
O dem ki nabz-ı sühan dest-i intibâba gelir
Şeyh Galip
nabz-âş(i)nâ: Nabızdan anlayan; mizac bilen, karşısındakinin zayıf tarafını bilen.
Nabz-âşinâ hekîmin o nesnâs-ı nâ-mizac
Çirkinliğiyle ben onun etmiştim imtizâc
Abdülhak Hâmit
nabz-âşnâ-yı derd-i dil: Gönül derdinin huyunu bilen.
Ey tabîb-i hâzık-ı nabz-âşnâ-yı derd-i dil
Hasta-i hicrim bana bir çâre Allah aşkına
İshak (Ebû İshak İsmail)
nabz-gîr: Nabız tutan. nabz-gîr-i kalb-i mahzûn: Hüzünlü kalbin nabzını tutan.
Gerçi her bir derde vardır bir tabîb-i çâre-sâz
Nabz-gîr-i kalb-i mahzûn ol ki
Lokmânlık budur
Nazîm (Yahya)
nabz-şinâs: 1. Nabız bilen, iyi hekim. mec. Adamını tanır.
Sensin ol nabz-şinâs-ı lebi tab’-ı umûr
Dürc-i re’yindedir eczâ-yı kıvam-ı devlet
Münif nâdî: bk. nidâ.
nadim: bk. nedâmet, nedem.
nadîr: Ar. Taze, parlak, latif, güzel.
Bâd-ı âbımla gül-istân-ı felâket hurrem
Eşk-i çeşmimle çemen-zar-ı belâ sebz ü nadîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
nâdir: Çil;) bk. nedret.
nâdire: bk. nedret.
nâf: Far. 1. Göbek. 2. Vasat, orta.
Ruhsâr-ıgül gül olmuş destinde câm-ı lebrîz
Tâ nâfe teg dökülmüş gîsû-yı tdrümdrı
Ziyâ Paşa
Nehr-i şîr üzre nâfler girdâb
Oldu pistânlar o cûda habâb
Vâhid
nâf-ı gazâl: Ceylanın göbeği.
Sevdâ-yı hâl ü Arızı dil-berle
Nâilî
Nâf-i gazali mihr-i girîbân derîdedir
Nâilî
nâf-ı Haleb: Halep’in ortası.
Zülkfün kokusu müşg olup nâf-ı Haleb’te
Rağbet mi kodu anbere eknâf-ı Haleb’te
Şeyhülislam Yahya
nâf-ı zerrin: Altın gibi sarı göbek (güneş).
Nâf-ı zerrîni serper etrâfa
Acı bir nefha, bir şemîm-i hazdn
Tevfik Fikret
nâfe: Far. 1. Misk âhusu denilen hayvanın göbeğinden çıkan misk. 2. Sevgilinin saçı.
Derisinden kürk yapılan hayvan postlarının karnı altındaki değerli kısım.
Nâfe gibi bağrımı hûn eyleyiptir intizâr
Arz ederken hâlimi zülf-i abîr-efşânın öp
Hayâlî Bey
(eyleyiptir: eylemiştir)
Görüp cisminde nâfen dedim ak gül goncasıdır bu
Ya öpmüş onu bir gonce-dehen cây-ı dehânıdır
Emrî
Ruhsâr-ıgül gül olmuş destinde câm-ı lebrîz
Tâ nâfe teg dökülmüş gîsû-yı tdrümdrı
Ziyâ Paşa
nâfe-i âhû: Ceylanın kokusu.
Her kime kim hem-dem olduysa hevâ-yı zülf-i dost
Kaldı bir kuru deride nâfe-i âhû gibi
Hamdullah Hamdi
nâfe-i âhû-yı çeşm: Ahu gözlünün kokusu.
Lebleri üzre gubâr-ı hatt-ı nev-hîzi değil
Nâfe-i âhû-yı çeşminden dökülmüş müşg-i nâb
Nef’î
nâfe-i âhû-yı Çîn: Çin ceylanının kokusu.
Muzmer olmuş mağz-ı enfâsımda tâ rûz-ı ezel
Nükhet-i lutf-ı abîri nâfe-i âhû-yı
Çîn
Üsküdarlı Hakkı Bey
nâfe-i âhû-yı Hıtâ: Hıta ülkesi ahusunun kokusu.
Saçı çîn açtı mı ya nâfe-i âhû-yı
Hıtâ
Ki oldu pür müşg-ı Huten dâmen-i sahrâ bu gece
şeyhi
nâfe-i bağır: Bağrın kokusu.
Ey çeşm-i âhû hicr ile tenhâlara saldın beni
Çün nâfe-i bağrım hûn edip sahrâlara saldın beni
riyazi
nâfe-i Çîn: Çin nâfesi.
Bûy-ı zülfünü sabâdan işitip nâfe-ı Çîn
Dedi ben
Rûm’a varıp neyleyeyim bu olıcak
Necati Bey
(olıcak: olunca)
nâfe-i Hoten: Hoten kokusu.
Rengîn ruhun safâsı yok verd-i nesterende
Şîrîn lebin edâsı yok nâfe-ı Hoten’de
Cinânî
nâfe-i şemîm: Güzel kokan sevgilinin saçı.
Aled-devâm ola ol buk’a-i mübârekenin
Gubârı nâfe-i şemîm ü hevâsıgâliye-süd
Sâbıt nâfe-i Tâtâr: Tatar kokusu.
Hemân hitâb edip ey âfitâb-ı nâz dedim
Ki ey fedâ o siyeh zülfe nâfe-ı Tdtdr
Nedim
nâfe-güşâ: Koku saçan.
Nev-bahâr erdi havâ gâliye-sây oldu yine
Nefes-i bâd-ı sabâ nâfe-güşâ oldu yine
Nef’î
nâfe-güşâ-yı çemen: Çemen kokusunu açan.
Nükhet-i nâfe-güşâ-yı çemen hulkunuger
Etseler gâliye-sayân-ı bahâr istişmâm
Nef’î
nâfe-rîz: 1. Koku saçma. 2. Göbek dağıtma.
Müşg-sây etti dimâğı bâd-ı gîsûlar yine
Nâfe-rîz oldu bu sevdâlarla âhûlar yine
Nâbî
nâfe-sıfat: Nafe sıfatlı.
Her ki leylî saçın âşüftesidir nâfe-sıfat
Post-pûş olur ü Mecnûn gibi sahrâya düşer
Nizamî
nâfe-şemîm: Güzel koku saçan.
Rûy-ı bahtıyla cibân manzara-i hûr-nişîn
Bûy-ı hulkıyla felek micmere-i nâfe-şemîm
Nef’î
nâfî: Ar. Nefy’den; 1. Red ve inkâr edici. 2. Ortadan kaldıran, sürüp uzaklaştıran. 3. Olumsuzlaştıran. nâfî-i isbât-ı illet-i ûlâ: İlk hastalık sebebinin isbatının reddeyleyen.
Verip teselsüle kuvvet tabîat-i kec-i âb
Olurdu nâfî-i isbât-ı illet-i ûld
Fuzûlî
nâfi’: Ar. Nef’den; 1. Faydalı, menfaatli. 2. Şifalı, yarar. 3. Allah’ın güzel isimlerindendir.
Eğer dünyâ vü dîn emrinde nâfi’ bir amel dersen
Duâ-yı devlet-i sultân muizz-i dîn ü dünyâdır
Bâkî
Olur tahzîre bâis düşmen ammâ dost ta’zîre
Bana nâfigelir tedkîk olunsa dosttan düşmen
Nâbî
Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı
Hem için, hem getirin yurda o nâfiepınarı
Mehmet Akif
nâfice: Ar. Nâfe’den; mis göbeği.
nâfice-i müşg-i Tâtâr: Tatar kokusunun mis göbeği.
Hâlin edeli gamze-i hûn-hâre takarrüb
Hûn etti dilin nâfice-i müşg-ı Tâtâr’ın
Şeyhülislam Yahya
nâfih: bk. nefh.
nâfile: Ar. 1. Vacip olmayan ve isteğe bağlı olarak yapılan ibadet. 2. Beyhude, boş, fayda ve menfaati bulunmayan. c. nevâfil.
Şerr-i nifâk u hıkdı bu ervâh-ıgâfile
Anlar.
Fakat ne çâre ve hayfâ ki nâfile
Faik
Âli Bey
Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler
Yahya Kemal
nevâfil: Boş, faydasız şeyler.
Aşk-ı Hak’tan gayrı tâat nâfiledir cümle hep
Gaybiyâ gel farz edâ et kıl nevâfilden güzer
Gaybî
nâfiz: bk. nefâz.
nâ-gâh: bk. nâ-.
nagam: bk. nağme.
nağme: Ar. Ezgi, âhengi güzel ses, ezgili ses. c. nagam. c. c. nagamât.
Deldi yüreğim nağmemi hancer mi nedir bu
Seyyit Vehbî
Ben de âşıktım ezân namesine
Bir koşardım ki o Allah sesine
Tevfik Fikret
Boşlukta gezen saf, ebedî gölge dudaklar
Gözlerdeki rü’yâlara bir nağme fısıldar
Ahmet Hâşim
yerlerde sabâ bir beste-kâr-ı serserîdir ki
Perîşân nağmeler perrân olur gûyâ enîninden
Rıza Tevfik
nağme-i bâd-ı bahâr-ı kerem: Cömertlik baharının rüzgârının nağmesi.
Nağme-i bâd-ı bahâr-ı keremin ettikçe
Andelîbân-ı riyâz-ı hüner-i nağme-serâ
Veysî nağme-i bülbül-i ferah-bahş: Ferahlık veren bülbülün nağmesi.
Nağme-i bülbül-i ferah-bahş ü server-i encâm iken
Gam-fezA oldu sadâ-yı bûm-ı pür-nekbet gibi
Ebussuud (Şeyhülislam El İmâdî)
nağme-i büt-perest: Puta tapan nağme.
Nağme-ı Cebre’îl’dir nağme-i büt-perestleri
Şenşene-ı Kerûbiyân reZvele-i derâları
Esrar Dede
nağme-i çeng ü ney: Çeng ve neyin nağmesi.
Hûn-âbe değil bâdesi zehr-i gam-ı hicrân
Her nağme-i çeng ü neyi feryâd ü figândır
Nef’î
nağme-i eşvâk: Arzuların nağmesi.
Öyle yükseldi semâvata ki âvâz-ı cenân
Dinliyor nağme-i eşvâkımızı kalb-i cihân
Kemalzâde Ekrem Bey
nağme-i giryende-i sevdâ: Sevda ağlayıcısının nağmesi.
Bir nağme-i giryende-i sevdâ
Her neş’eli, her nazlı kitdbın
Tevfik Fikret
nağme-i gulgul: Gürültü, şamata nağmesi.
Ben sürâhî-veş ele aldıkça
Sabrî câmeyi
Gûş eden bezm-i sühanda nağme-i gulgul sanır
sabri
nağme-i nây: Neyin nağmesi.
Ber-kâide îş eyleyelim vakt-i safâdır
Kânûna hemen uyduralım nağme-i «Myı
Rızayi nağme-i rebâb: Rebabın nağmesi.
Ses almayayım mı daha nağme-i rebâbından
Tevahhuş eyliyorum hâl-i ibticâbından
Recaizade Ekrem
nağme-i tanbûr: Tambur ezgisi.
Sadâ-yı âlem-ı Lâhût’ı istimâ’ eyle
Nedir bu şîven-i nây ile nağme-i tanbûr
Hayâlî Bey
nağme-hîz: Türkü söyleyen.
Olsun şeb-i kıyâmete dek hem-sürûdumuz
Bir cûy-i nağme-hîz
Cenap Şahabeddin
nağme-perdâz: Nağme düzenleyen.
Döner bir hâfız mahfil-nişîn-i nağme-perdâza
Ser-âgâz eyledikçe andelîbân âşiyân üzre
Nef’î
nağme-sâz: Nağme yapan, nağme söyleyen.
Bâde-hâr-ı câm-ı aşkım bulsa feyzimden eser
Haşre dek bezminde
Zühre nağme-sâz-ı çeng olur
Leskofçalı Galip
nağme-serâ: Türkü, şarkı söyleyen.
Etti teşrîf kudûmuyla büt-i nağme-serâ
Mutrib-i def-zeni bî-tâb u mecâl-i bâzû
Esrar Dede
Nağme-i bâd-ı bahâr-ı keremin ettikçe
Andelîbân-ı riyâz-ı hüner-i nağme-serâ
Veysî
nağme-şinâs: Nağme bilen.
Lîk gâyetle olur nağme-şinâs
Mûsikîye gelicek efhem-i nâs
Enderunlu Fazıl (gelicek: gelince)
nagam: Nağme’ler. c. nagamât.
Dolsun yine peymâneler olsun tehî hum-hâneler
Raks eylesin mest-âneler mutribler ettikçe nagam
Nef’î
Olunca dil-i keder bu fitrat-semâ-hârem
Dolar sımâh-ı rûha bî-nibâye ubrevî nağam
Kemalpaşazâde Ekrem Bey
nagamât: Nagam’lar.
Anâdil etti beyân-ı merâtib-i nagamât
Kumâr oldu terâne-keş ü sürûd-i senM
Fuzûlî
nagamât-ı nevâ-yı feyz: Bereket sesinin nağmeleri.
Feyz-i nefesten al nazar-ı aşkı dem-be-dem
Dilden zuhûr ede nagamât-ı nevâ-yı feyz
Esrar Dede
nagamât-ı rengîn: Renkli nağmeler.
Andelîbân-ı hoş-elhân-ıgül-istân-ı senâ
Ederler medhin ile hoş nagamât-ı rengîn
Bâkı nagamât-ı sühan: Söz nağmeleri.
Bülbül-i nâdire-gûyum nagamât-ı sühanım
Berg-i gûş-ı gül-i firdevse olur cevher-i tal’
Kâzım Paşa
nagam-perver: 1. Nağme seven, nağme düşkünü. 2. Nağmeci, türkücü. c. nagam-perverân.
Öter şu yanda nagam-perverânın en güzeli
Dudaklarında
Nedîm’in o günkü bir gazeli
Tevfik Fikret
nagam-perverân: Nağme sevenler.
Öter şu yanda nagam-perverânın en güzeli
Dudaklarında
Nedîm’in o günkü bir gazeli
Tevfik Fikret
nagam-sâz: Türkü söyleyen, güzel sesler çıkaran.
Ümmîdime îmânım olur şeh-per-pervâz
Bin tevbe eğer ye’s ile oldumsa nagam-sâz
süleyman Nazif
nahçîr: Far. Av, şikâr, sayd.
Neyl-i matlab hâtır-ı âzâde-i der-kayd eder
Bestedir kârı kemendin gerden-i nahçîrde
Nedim
Zihn-i pâkindir o şâhîn-i mele’-perver kim
Evc-i fazl içre ne dem eylese kasd-ı nahçîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
Kaldı gönlüm şu dâm-gâhında
Dâm-ı zülf-i hevâ-penâhında
Ebedî bir esîr-i nahçîrin
Cenap Şahabeddin nâhîd, nâhîde: Far. 1. Yeniyetme kız. 2. Venüs yıldızı.
Ma’nî-i çengle baş koşmaz oldu bîm-i kahrından
Meğer nâhîd kim sâzende-i nüh-kasr-ı mînâdır
Sabri
Müşterî oldu harîdâr-ı metâ-ı Nâhîd
Oldu der-beste idbâr-ı dükkân-ı Behrâm
Nâbî
Pür etti kûçe-i sît-ı feşâfeş-i dâmân
Erişti zirve-ı Nâhîd’e çınçın-ı halbal
Nedim
Ey gıbta-i nâhîd, ki zîr ü bem-i sâzın
Eflâkı da, ecrâmı da inletse revMdır
Tevfik Fikret
Nâhîd-i felek: Feleğin
Venüs’ü.
Sâzın yere çalmıştı görüp meclisi hâlî
Nâhîd-i felek zemzeme-igûş-resâdan
Nâilî
nahîf: Ar. Nahâfet’ten; zayıf, arık.
Aceb mi olsa vücûdum nahîf ü benzim zerd
Gamın ki câna geçiptir ziyâde müşkil-i derd
behiştî (geçiptir: geçmiştir)
Bu karanlıkta bir vücûd-ı nahîf
Eğilip kalkıyor telâş ediyor
Tevfık Fikret nahl: Ar. 1. Hurma ağacı. 2. Eskiden gelinlerin ellerinde taşıdıkları gümüş veya mumdan yapılmış süs ağacı. 3. mec. Sevgilinin boyu.
Goncelerle zeyn olmuş nahle döndü kametim
Şöyle gark etti hadeng-i yâr peykân zahmına
Bâkî
Behre-dâr olur niamdan ziyneti terk eyleyen
Nahl olunca bî-şükûfe bâr kendin gösterir
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
nahl-i bülend: Ulu ağaca benzer boy.
Nahl-i bülendini göricek sâye-dâr olup
Cân düştü bir yere, dil-i bî-tâb bir yere
Nâilî
(göricek: görünce)
nahl-i dil-cû: Gönül çeken ağaç.
Gül-istân-ı dehre geldik renk yok bû kalmamış
Sâye-endâz-ı kerem bir nahl-i dil-cû kalmamış
Nâbî
nahl-i emel: Emel dalı.
Nahl-i emel ne denlü dırâz olsa hûb idi
Dest-i hayât u kadd-i beka kûteh olmasa
Şeyhülislam Yahya
nahl-i gam: Gam dalı.
Seng-i mihnet sahn-ı sînem eylemişken seng-lâh
Nahl-i gam yine eliflerden salıptır nice şâh
Şeyhülislam Yahya
(salıptır: salmıştır)
nahl-i gül: Gül ağacı.
Gören bezm-i muhabbette vücûdum nahl-i gül sandı
Ser-â-pâ tâze dağımdan bu cism-i nâ-tüvân üzre
Bâkî
nahl-i himmet: Himmet fidanı.
Ben hem ol rûh-fezâ râhı dökem sâgara kim
Nahl-i himmet reşehâtından ala neşv ü nemâ
Fuzûlî
nahl-i hod-ârâ: Kendini süsleyen dal.
Ey bî-vefâ güzelliğin eyyâmı tîzgeçer
Neşv ü nemâ o nahl-i hod-ârâya bir gelir
Esrar Dede
nahl-i huşk: Kuru dal.
Edip sarf âb-ı rûyun umma lütf erbâb-ı hissetten
Ne denlü âb versen nahl-i huşke mîve-dâr olmaz
Fıtnat
Hanım
nahl-i hüner: Hüner dalı.
Cefâ taşın ne gam, atsa
Hayâlî sana alçaklar
Belâgat meyvesin hâsıl eden nahl-i hünersin sen
Hayâlî Bey
nahl-i işve: İşve dalı.
TabHmın ne lâzım bilmek evc-pervâz olduğun
Var o nahl-i işvenin seyret ser-efrâz olduğun
Nâbî
nahl-i kâmet: Boy ağacı.
Sdyesin dervîş-i bî-berg ü nevddan dûr eden
Saklasın ârâyiş-i tâbûta nahl-i kametin
Mantıkî (Ahmet)
nahl-i mercân: Mercan dalı.
Nahl-i mercân gibi minnet-keş-i bârân değiliz
Zîrden feyz alırız almaz isek bâlâdan
Nâbî
nahl-i mevzûn: Ölçülü boy.
Erişilmez sanırdı bMğ-bân serve bi-hamdüllâh
Letâfet gülsitânında yetişti nahl-i mevzûnum
Şeyhülislam Yahya
nahl-i mîve-dâr: Meyve veren ağaç.
Elbette kad-hamîde olur nahl-i mîve-dâr
Eşcâr-ıgayr-ı müsmire eflâke ser çeker
Adlî (Sultan II. Bayezid)
nahl-i nâz: Nazlı boy.
Nahl-i nâzım bilemem doğrusunu hangisi râst
Serve benzetti
Acem kaddini urbân bana
Sürûrî
nahl-i nâz-perver: Naz seven dal (sevgili).
Cefâ gördük o nahl-i nâz-perverden vefâ derken
Bizimle âkıbet bîgâne çıktı âşinâ derken
Nâbî
nahl-i pür-gurûr: Gururlu ağaç.
Azm eyleyende bâğ a dün ol nahl-i pür-gurûr
Ezbâr-ı gül-istâne verip tâze bir sürûr
FuzûM nahl-i rengîn: Renkli dal.
Bezmine bir nahl-i rengîn bağladı kim yaraşır
Andan etse lutf yollarını istifsâr gül
Necati Bey
(andan: oradan)
nahl-i sanevber: Çam fıstığı dalı.
Benzetti serv kaddini nahl-i sanevbere
Bağlandı târ-ı zülfüne kalb-i sanevberi
Şeyhülislam Yahya
nahl-i Tûbâ: Tûba ağacı.
Hâsıl olmaz berk ü bâr-ı Arzû ehl-i dile
Gül-bün-ı Bâğ-ı İrem’den, Nahl-ı Tûbâ’dan bile
Cevrî (İbrahim Çelebi)
nahl-i ümîd: Ümit dalı.
Nahl-i ümîde el sunar handân ol giryân ben
Esnâ’-yı ekl-i dânede
Adem güler ben ağlarım
Esrar Dede
nahl-bend: 1. Ağaç budayarak düzelten kimse. 2. Balmumundan süslü ağaç yapan kimse. 3. mec. servi boylu olan güzel.
Nahl-bend oldu meğer şehr-i gül-istâna nesîm
Durmayıp dizmededir bir nice dal üstüne gül
Şeyhülislam Yahya
nahl-istân, nahl-zâr: 1. Hurmalık. 2. Fidanlık, ağaçlık. nahl-istân-ı dûra-dûr-ı ma’nâ: Mananın uzun uzadıya ağaçlığı.
Yine seyr eyle nahl-istân-ı dûrâ-dûr-ı ma’nâyı
Gül-istân-der-gül-istândır hıyâbân-derhıyâbândır
riyazi
nahle: 1. Bir fidan. 2. Bir tane hurma ağacı.
nahle-i kâmet: Boyunun fidanı.
Haste-i zar u zebûnem bana dermân eyle
Nahle-i kametinin mîvesin özler cdnım
Behiştî
nahs: Ar. Uğursuzluk, talihsizlik.
Aldanma onun sa’dine nahsından alınma
Nahsında deme mihnet ü sa’dinde safâ var
Bağdatlı Ruhi
Çarhın ki ne sa’dinde ne nahsinde beka: var
Dehrin ki ne hâsında ne âmmında vefâ var
Bağdatlı Ruhi
Olunca bahtımın nahsi hüveydâ
Ahibbâ sandığım hep oldu add
Ziya Paşa
nahs-ı ekber: Zühal gezegeni.
Şuarânın da beli tâli’-i mes’ûd olmaz
Nahs-i ekberle tulû’etti
Süreyyâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
nahs-ı Kur’ân: Kur’an’ın talihsizliği.
Ne kaldı sa’d-i tavâli’ ne kaldı nahs-ı Kur’ân
Ne kaldı reml ü kehânet ne kaldı cefriyyât
sadullah Paşa
nahşeb: Mitolojiye göre, Maveraünnehir’de bulunan
Nahşep şehri civarında olan bir dağın eteğinde bulunan bir kuyudan gümüş renkle doğduğu söylenen ay ki, altmış gün boyunca her gece kuyudan çıkar ve dört saatlik bir mesafeyi aydınlatırmış.
Mâh-ı Siyâm da denilir. bk. çâh-ı Nahşeb, mâh-ı Nahşeb.
Nahşeb-i zenahdân: Çene çukuru.
Bak câme aksin alsın ol Nahşeb-i zenahdân
San’atla sonra andan bir âfitâb göster
Ziya Paşa
(andan: oradan)
nâ-hudâ: bk. nâ-.
nâhun, nâhûn: Far. Tırnak.
Eser-i nâhunu gamdır rûh-ı illiyyînde
Sanma âyîne-i gerdûnda hilâl-i şeb-i îd
Yenişehirli Avni
Okşayıp gabgabın el sürdüğüm insâf mıdır
Aşıkın dağına der-kâr ola nevk-i nâhun
Nedim
nâhun-ı derd: Dert tırnağı.
Hırâş-ı nâhun-ı derd ile hûn-âlûdedir dMgım
Ne gam şimden gerü bana benim dâg üstü bâğım var
Âşık
Çelebi
nâhun-ı engüşt: Parmak tırnağı.
Etse hezâr nâhun-ı engüşt ittifâk
Olmaz nazîri ukde-güşâlıkta şânenin
Nâbı nâhun-ı hâr: Dikenin tırnağı.
Semenin sîne-i sîmînin açıp bMd-ı seher
Çözdü gül-şende gülün tüğmelerin nâhûn-ı hâr
Bâkî
nâhun-ı fırsat: Fırsat tırnağı.
Hâris-i sîne-i mazlûm olacaktır yâ Rab
Düşmene kaşınacak nâhun-ı firsat verme
Hâmî (Hâmî-ı Amidî)
nahv, nahiv: Ar. 1. Yan, taraf, cihet. 2. Yol. 3. Gibi, benzer. 4. Sözdizimi, cümle.
Nabvdengeçtim kitâb-ı aşktan aldım sabâk
Hamdülillah nakd-i ömrü kılmadım yâbâna sarf
aşkî
nahv-ı rindî: Rintlik tarafı.
Nahv-ı rindî ne güzel fenn-i basendir ki anda
Râci’ olmaz cânib-i te’nise zamîr
Nâbî
nahvet: Ar. Kibir, gurur, ululanma, büyüklenme.
Adetin olsa tevâhu’ ehl-i kibr ü nabvetin
Bezmine varsan olursun her nazarda ahkarı
Münif
Düşerdi manzara-i çâr-tâk-ı nahvetten
Bu hüsn ile nazar etseydi âfitâb sana
Nâilî
nahvet-i ma’sûm: Masum büyüklenme.
Çırpınır bûse-i müştâkıma gönlünde emel
Saklanır nahvet-i ma’sûmuna vechinde mesârr
Kemalzâde Ekrem Bey
nahvet-i nâz: Naz kibiri.
Olurdu hasret-i hâb-ı humâr nahvet-i nâz
Bütân-ı âlem-i hüsnün nigâh-ı tannâzı
Nâilî
nahvet-i Nemrûd: Nemrut gururu.
Nedir bu nahvet-ı Nemrûd ü nefs-i emmâre
Değil mi en sonu bir kabzacık türâb oluruz
Andelib (Mehmet Esat Fâik)
nahvet-endâz: Mağrur.
Şâh-ı bâlâda olan mîve-i nahvet-endâz
Zahm-horende-i seng-i sitem olmaz da ne olur Akif Paşa
(Mısır Vâlisi Mehmet)
nâib: Ar. Nevb’den; 1. Vekil, birinin yerine geçen. 2. Kadı vekili. 3. Nöbet bekleyen, nöbetle gelen.
nâib-menâb-ı rûzigâr: Zamanın yerine geçen vekili.
Düşmân-ı erbâb-ı dil bir nice har-tab’ u leîm
Kim sitemde her biri nâib-menâb-ı rûzigâr
Nef’î
nâil: bk. neyl.
nâim, nâime: Ar. Uyuyan, uykuda bulunan.
Arz et nasıl olurmuş dünyâda fitne nâim
Çeşm-i cân-sitânın mahmûr-ı hâb olduğun göster
Recaizade Ekrem
Bîdâr olamaz bu rûh-ı nâim
Gittikçe olur o nûr muzlim
Abdülhak Hâmit
naîm: Ar. Ni’met’ten; 1. Bollukta yaşayış, huzur, bolluk içinde yaşayış. 2. Cennetin bir kısmına verilen isim. (dârü’n-naîm). 3. Tanrı’nın lütfu, cömertliği.
Garîb şehir diyâr-ı muhabbetin bir olur
Yanında külhan-ıgam, gül-şen naîm-i tarab
Nâilî
Nasîb-ipâkini al durma hân-ı kudretten
Helâl olur sana
Hakk’ın naîm ü lütfu bugün
Mehmet Akif
imâret rüknidür âyendeye huld-ı naîm
O saâdet dârı kim in’âm-ı Hak’tır bî-add
Türk
Firdevsîsi
naîm-i safâ: Temiz cennet.
Düştü cüdâ naîm-i safMdan
Ebü’l-beşer
Oldu
Halîl’e tecrübe-gehgerden-i püser
Ziyâ Paşa
nâir: Ar. Nâr’dan; 1. Yanan. 2. Parlayan.
Nâirdir anda bir edebî i’tikâd-ı dîn
Bir şems-i ma’nevî ki tapanlar muvahhidîn
abdülhak Hâmit
Ufukta nâir ü nâim sitâreler görünür
Leb-i tabîate bir bûse-i hafî sürünür
Tevfık Fikret
nâire: 1. Ateş, alev. 2. Sıcaklık. c. nevâir.
İsbâtı fenâ kılmada, ey Hâlık-ı zî-cûd
Bin nâire, bin mazlime, bin hâile mevcûd
Abdülhak Hâmit
nâire-i kahr: Kahır ateşi.
Şerer-i nâire-i kahrı ma’âzallah eğer
Ab-ı Hayvân’a eser etse olur mâ’-i hamîm
Nazîm (Yahya)
nâire: bk. nâir.
nâk: Far. İsimlere takılarak sıfat yapar ve -lı, -li anlamını verir. (derd-nâk: dertli gibi)
arak-nâk: Terlemiş yüz.
Dökülüp rûy-ı arak-nâkineşMd-âb oldu
Tâze sünbül gibi ol kâkülpür-çîn ü şiken
Nedim
Âteş-nâk: Ateşli, yakıcı.
Her yolu bir dMg-ı âteş-nâk olur mâhîlerin
Ger semûm-ı kahrî olsa rûy-ı deryâya revân
Nef’î
berf-nâk: Kış ve yaş kar duran yer.
Kat eyledi dest-i berf-nâki
Gördü o musîbet-i heldki
Şeyh Galip
çirk-nâk: Kir içinde, kirli.
Zevâl-i hüsnü hengâmında bastı hat
Sahîfe çirk-nâk oldukça âdettir rakam çekmek
Nâbî
dehşet-nâk: Dehşetli.
Bu, lücce lücce tekâsüf, bu sa’y-i dehşet-nâk
Belîğ sa’yidir îmân-ı kudretin, ezelî
Mehmet Akif
derd-nâk: Dertli.
Çâre-cû oldukça dermân derd-nâk eyler seni
Ey gönül bu derd-i aşk âhir helâk eyler seni
Ziya Paşa
ferah-nâk: 1. Sevinçli. 2. Musikide bir makam
Leb ü dendânına baktıkça gider gussa vü gam
Dürr ü yâkûta nazar cânı ferah-nâk eyler
Nizamî
gam-nâk: Gamlı.
Seni gördükçe kalbi şâd olur uşşâk-ıgam-nâkin
Reâyâ nitekim mesrûr olur hünkârı görmekten
cinânî
gazab-nâk: Gazaplı.
Çeşmin o kahraman-ıgazab-nâktir senin
Kim hışmı zâil olsa dahi bî-amân olur
Nef’î
gil-nâk: Balçıklı.
Sâlik
ân çoktan bulurdu kasr-ı ümmîde vusûl
Pîş-i rehte hufre-i gil-nâk-i ihmâl olmasa
Nâbî
girye-nâk: Ağlayıcı, ağlayan.
Bir nahle sarılmak için girye-nâk imiş
Mânend-i tâk tâze yetişmiş nibâl iken
Seyyit Vehbî
hatar-nâk: Tehlikeli, korkunç.
Bildim tarîk-ı ışk hatar-nâkdir velî
Ben dönmezem bu yoldan ölüm olsagdyeti
Fuzûlî
heves-nâk: Hevesli.
Ben bu hâletle tenezzül mü ederdim şi’re
Neyleyim kurtulamam tab’-ı heves-nâkimden
NeFî
ıtr-nâk: Kokulu, ıtırlı.
Ol kûy-ı arş-ı rütbet kim hâk-i ıtr-nâkin
Mâliş-geh eylemiş
Hak pîşânî-i kibâre
Şeyhülislam Asım
kesel-nâk: Uyuşuk, gevşek.
Aşık gam-ı dehr ile kesel-nâk olur mu
Çalınmadı mıgûşuna kânûn-ı mahabbet
Behiştî
nem-nâk: Nemli, ıslak, rutubetli.
Arızın yâdiyle nem-nâk olsa müjgânım ne ola
Zâyi’ olmaz gül temennâsıyla vermek hâre su
Fuzûlî
nemek-nâk: Tuzlu.
Leb-i hûbân gibi şûr-ı dü-cibânpinhândır
Çeşm-i nem-nâkim ile şi’r-i nemek-nâkimde
Nâbî
ra’şe-nâk: Titrek.
Geliyor dest-i ra’şe-nâkinden
Dökülür sâye pâre-i şerhMn
Kemalzâde Ekrem Bey
sûz-nâk: Yakan, yakıcı.
Bu şi’r-i hâlet-engîzin bize kâr etti ey Yahyâ
Gazel olunca böyle sûz-nâk u hasb-ı hâl olsa
Taşlıcalı Yahya Bey
şerer-nâk: Kıvılcımlı.
Vuslata vâsıta şevk-i dil-i çâldk yeter
Meş’al-i râh-ı heves âh-ı şerer-nâk yeter
Hersekli Arif Hikmet
şîve-nâk: İşveli.
Sâbûn-ı çirk-igamdır olşîve-nâklikler
Ma’cûn-ı renc-i dildir ol hande-rânlıcıklar
Nâbî
tâb-nâk: Parlak, ışıklı, ziyadar.
O denlü tâb-nâk etmiş o zerrîn şem’a etrâfin
Görünmez sâyesinde âfitâb subhun âsârı
Nef’î
ters-nâk: Korkak.
Düşmen-i mağrûrun olma satvetinden ters-nâk
Peşşe ■vîrân-sâz-ı mağz-ı nahvet-ı Nemrûd olur
Nâbî
zahm-nâk: Yaralı.
Zabm-nâk eylemedik tende ne dil kaldı ne cân
El-emân gamzelerinden senin ey şûh-ı cibdn
Nef’î
zehr-nâk: Zehirli.
Hem itâb-ı zehr-nâk eyler cihâna gamzesi
Gösterir hem la’line zevk-ı tekellüm n’eydügin
Nef’î
(n’eydügin: ne olduğunu)
nâka: Ar. Dişi deve, maya.
Kays’a sordum kadem-i nâkaya yüz sürdün mü
Şîve-i üştür edip der, deveyi gördün mü

nâka-i Leylâ: Leyla’nın devesi.
Nâka-ı Leylî, mahmilin çekmiş beyâbân seyrine
Eyle
Mecnûn’u bu hâletten haber-dâr ey ceres
Fuzûlî
Nâka-ı Leylî arak-rîz oldu sanman rabm edip
Her kılı
Mecnûn’a râh-ı ışk içinde ağlar
Figanı
Elinde nâka-ı Leylâ, başında mürg var
Kays’ın
Benim deşt-i cünûnumdan kuş uçmaz, kârbân geçmez
Faik
Memduh Paşa
(Esbak Dahiliye Nazırı)
nakarât: Ar. Nakr “kazılan, sabitleştirilen” anlamından; 1. müz. Güfteli eserlerde güftenin tekrar edilen kısmı. 2. mec. Bıktıracak kadar tekrarlanan söz.
Ey dalgaların en sâf ü tabîî nakarâtı
Tekrîr-i sürûdunla ağaçlar
Cûlar gibi çağlar
Tevfik Fikret
Kımıldamaz da durursun, işittiğin nakarat
Çalışmayanlar için yok cihânda hakk-ı hayât
Mehmet Akif
nakd: Ar. 1. Akçe, maden para. 2. Para olarak bulunan servet. 3. Peşin para. c. nukûd.
Kopardı merdüm-i çeşmim gönül binâsın kim
Habâb-ı eşk hevâ nakdine hizane yeter
Fuzûlî
nakd-i aşk: Aşk akçesi.
Ahiret bâzârına vardıkça eyler fâide
Nakd-i aşkından onun ki var ola ser-mâyesi
Zâtı nakd-i cân: (can parası.)
En kıymetli şey.
Neyle olsun gevher-i vaslın harîdârı gönül
Nakd-i câna çâr-sû-yı aşkta rağbet mi var
Fıtnat
Hanım
nakd-i dil: Gönül parası. (gönül verme)
Vermeden nakd-i dili girmez ele kâlâ-yı visâl
Çünkü teslîm-i mebî etmekledir bâzara şart
Nâbî
nakd-i dil-i uşşâk: Aşıklar gönlünün akçesi. (kıymeti)
Etmezdi vefâ aldığı nakd-i dil-i uşşâk
Ebrûlarının küştelerinde diyet olsa
Nâbî
nakd-i encüm: Yıldızların kıymeti, değeri.
Lûtfunu a’lA vü ednâgördüğün ilân eder
Asmânda nakd-i encüm, hâkdegenc-i deşîn
Nef’î
nakd-i eşk: Gözyaşı parası.
Nakd-i eşk-ile dolu bir kîsedir çeşmim benim
Kim basıptır mühr ona la’l-i dür-efşân senin
İbni Kemâl
nakd-i evkât: Vakitlerin parası.
Nakd-i evkâtı abes yerlere sarf etme sakın
Bir gelir bir dahi bu âleme âdem gelmez
Beliğ nakd-i gam-ı ışk: Aşk ıstırabının kıymeti.
Saklama nakd-i gam-ı ışkını ey cân zahir et
Kim verem habs-i bedenden çıkmağa ruhsat sana
Fuzûlî
nakd-i günâh: Günah parası.
Alalım gevher-i rahmet verelim nakd-i günâh
Dili sûdâ-ger-i bâzar-ı Mevlâ eyleyelim
Nâbı nakd-i hayât: Hayatın kıymeti.
Yoluna harc edeyim nakd-i hayât elde iken
Geh geçer fırsat ömr-i güzerân girmez ele
Ebussuud Efendi
nakd-i hıred: Akıl parası.
Bilinmez ârifin fevtinden evvel kadr-i âsârı
Mihekk-i hâk ile sencîdedir nakd-i hıred şimdi
Abdullah
Vassaf (Akhisarlı Şeyhülislam)
nakd-i hûn: Kan parası.
Bulmadı bir fels-i abmerce yanında i’tibâr
Nakd-i hûnu eşk-i çemşimyok yere ettim telef
Şeyhülislam Yahya
nakd-i ışk: Aşk parası.
Çıkarmayam ölünce nakd-i ışkı mahzen-i dilden
Cibân bâzar-gâhında verip onu ne alam ben
behiştî
nakd-i kanâat: Kanaat parası.
Fuzûlî
âlem-i fakr ü fenâda mün’m-i vaktim
Diyâr-ı meskenet nakd-i kanâat mülk ü ma’lûmdur
Fuzûlî
nakd-i kâr-sâz: İş yapanın parası.
Dünyâ vü âhirette budur nakd-i kâr-sâz
Mahlûk için müdâhane Hallâk için namâz
Yenişehirli Avni
nakd-i keder: Keder parası.
Hod-gâmların mâ-hasalı nakd-i kederdir
Ayîne-i hod-bîni şikest et heme-bîn ol
Nâbî
nakd-i nâkıs: Eksik para.
Nakd-i nâkıs gibi düştü çeşm-i gerdûndan kamer
Tâ ki na’linden nişân-gîr oldu
Arz-ı Rûm
Nâbî
nakd-i sirişk: Gözyaşı parası.
Cânân yoluna harcederiz nakd-i sirişki
Sarf eylemedi mâ-melekin
Hâtem-i aşkız
Tarzî nakd-i ömr: Ömür parası.
Nabvdengeçtim kitâb-ı aşktan aldım sabâk
Hamdülillah nakd-i ömrü kılmadım yâbâna sarf
aşkî
nakd-i ümîd: Ümit parası.
Geh ye’s deler kîse-i ümmîdimi yoksa
Fârig miyiz ol nakd-i ümmîdin talebinden
Nâbî
nakd-i vakt: Vaktin parası.
Nakd-i vakti işrete harc et bahâr eyyâmıdır
Dehr fânîdir esâs-ı ömre etme i’timdd
Behişti nakd-i vakt-i saltanat: Saltanat zamanının parası.
Nakd-i vakt-i saltanat ser-mâye-i emn ü emân
Dest-gîr-i dîn ü devlet kâm-bahş-ı serverî
Nef’î
nakd-i va’d: Söz parası.
Nakd-i va’di ile hemyân-ı zarûret leb-rîz
Zer-i nutku ile ceyb-i fukarâ mdl-d-mdl
Ziya Paşa
nakd-i visâl: Kavuşma kıymeti.
Ol şûh diriğ etmez idi nakd-i risâlin
Hâhiş-ker-i ibsânı hemân bir ben olaydım
Nâbî
nukûd: Nakd’ler.
Mânende-i berf yağmağa muhtMctır nukûd
Dil-germ-i hırsın etmeye def’ hareketin
Nâbı
Benzer diraht o tâcire kim nev-bahârda
Her nev’den metâ’ı var ammâ nukûdu yok
Nâbî
Toplar kimisi vâris-i hâdis için nukûd
Eyler kimisi servet için ömrünü bebd
Ziya Paşa
nukûd-ı aşk: Aşkın nakitleri.
Harîd-i aşkım ey hâce cibân bâzarına erdim
Nukûd-ı aşkı sarf ettim benim sûd u ziyânım yok
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
nukûd-ı eşk: Kıymetli gözyaşları.
Nukûd-ı eşkimi yolunda dökmeden kaçmam
Boğ ölsün ol kişi kim sana vermeye varın
Şeyhülislam Yahya
nukûd-ı eşk-i âşık: Âşıkın kıymetli gözyaşları.
Behâ-yı kâle-i vasl-ı dil-ârâ cevher-i cândır
Nukûd-ı eşk-i âşık sûk-ıgamda nM-revâdır hep
Seyyit
Mehmet
Nesip nukûd-ı eşk-i ruh-ı zerd: Parlak yanaklının kıymetli gözyeşları.
Kaldı nukûd-ı eşk-i ruh-ı zerd geçmeden
Gitti revâcı dirhem ü dînârı bozdular
Şeyhülislam Yahya
nukûd-ı sabr u dil: Sabır ve gönül paraları.
Nukûd-ı sabr u dil verdim metâ-ı derdine yârin
Görenler
Zâtiyâ cânlar verir bir yâdigâr aldım
zâti
nakdîne: 1. Peşin para. 2. Hazır ve peşin para.
Ahz-ı metâ’-ı lûtfuna sâhib-sehâların
Nakdînesi elinde duâdır gedâların
Hayrî (Viranşehirli Reisülküttâb Mehmet)
Sarf-ı nakdîne-i eşk ettiğimiz kaldı bize
Vermedi sûd harîdâr-ı visâl olduğumuz
Nâbî
nakdîne-i irfân: Bilim parası.
Nakdîne-i irfânını râyic sanma
Bâzar-ı hakîkatte onun hepsi züyûf
Ferid
Kam nakdîne-i tasarruf: Biriktirilen paranın sermayesi.
Nakdîne-i tasarrufu seng-i mezar iken
Câh ehlinin bu rütbe nedendir denâeti
Âsım (Arifzade Mahmut)
nâkıd: 1. Paranın sahtesini anlayan. 2. Bir şeyin iyisini kötüsünden ayıran. 3. Dinar, dirhem.
nâkıd-ı gevher: Cevherden anlayan.
Lisânım olsa ne var nâşir-i cevâhir-i hikmet
Selîka nâkıd-ı gevher, karîha kân-ı maânî
Muallim Naci
nâkıd-ı kâlâ-yı zemâne: Zamanın kumaşını anlayan.
Molla ne aceb bilmezse ammâ bu acebtir
Hîç olmaya bir nâkıd-ı kâlâ-yı zemdne
Nef’î
nakkâd: 1. Nakd eden, paranın gerçeğini sahtesinden ayıran. 2. Bir şeyin iyisini kötüsünden seçip ayıran, mahir.
Olur mu zat-ı şerîfin gibi bihamdillâh
Bu rûzigârda bir ehl-i dâniş ü nakkâd
Nef’î
Ben dahi şükrâna sarf etsem sezA evsâfına
Vâridât-ı tab’-ı nakkâdım ilâ-yevmü’l-harâb
Üsküdarlı Hakkı Bey
Ne ola nakkâd desek
Bâkî’ye insâf budur
Ki bizim nukre-i endîşemiz onunpuludur
Sâbit
nakkâd-ı kazâ: Kaza ustası.
Sensin ol âlem-bahâ cevher ki nakkâd-ı kazA
Zâtını gencîne-i fıtrattan etmiş intihâb
Üsküdarlı Hakkı Bey
nâkıd: bk. nakd.
nâkıs, nâkısa: bk. naks.
nakîse: () bk. naks.
nâkış: bk. nakş
nakîz: Ar. Nakz’dan; zıt, karşı.
Terâzû-yı tekâbül vaz’ edip bâzar-ı imkâna
Nakîzine tevâfukla tehâlüf eylemiş ilka
Nâbî
nakkâb: Ar. Nakb’dan; delik açıcı, delici. c. nakkabân.
nakkâb-ı çâbük-dest: Çabuk elli delici.
Gâh olur nakkâb-ı çâbük-dest fikri tab’ımın
Genc-ipür-gevher ararken bir tükenmez kân olur
Nef’î
nakkâd: bk. nakd.
nakkâre: Ar. Nakr’dan; dümbelek, davulun küçüğü.
Çalındı kûsler tabl ü nakkâre saldı âvâze
Düğün bayrâm idi gûyâ guzâta cenk meydânı
Bâkî
Gördü vücûdumpür-cidâl el vermedi sabra mecâl
Kurdu hümâyûn köşk ü taht çalındı kös nakkâresi
Ümmî Sinan
Bin şevk u tarab hezâr korku
Nâkûs u nakkâre bâng-ı Yâ

Şeyh Galip
nakkâre-i devlet: Devletin dümbeleği.
Çalındı bâm-ı felekte nakkâre-i devlet
Pür etti debdebe-i müjde kûş-ı eyyâmı
Nef’î
nakkaş, nakkâş: bk. nakş nakl: Ar. 1. Bir şeyi başka bir yere götürme. 2. Taşıma, aktarma, nakletme. c. nukûl.
Etme ahvâl-i halkı istifsâr
Nakl edersem keder verir zîrd
Osmanzâde Tâip
Harâbâtı görenler her biri bir hâletin söyler
Safâsın nakl eder rindân u zâhid sıkletin söyler
Koca Râgıp Paşa
Görünür gerçi muvâfık akle
Ekser lîk muhâlif nakle
Sünbülzade Vehbi
nakl-i esrâr-ı maânî: Mana sırlarının nakli.
Aklın eyler nakl-i esrâr-ı maânî gaybdan
Akılân hayrân-ı hüsn-i intikâlindir senin
Muallim Naci
nakl-i mâ-cerâ: Macera nakli.
Skender-i seyr isen de sedd-i nutk et pîş-i kâmilde
Felâtûn-ı hakîkat-bîne nakl-i mâ-cerâ olmaz
Fennî-i Kadim (Cizye Kâtibi Mehmet)
nakl-i dem-i Rüstem: Rüstem zamanını aktarma.
Server-i ma’reke-ârâ ki dehân-ı tîri
Düşmene nakl-i dem-ı Rüstem destân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)
nakl-i kitâb: Kitabı nakletme.
Bu şem’a karşı gece subha dek okur bülbül
Gülün letâifi defterlerin çü nakl-i kitdb
Şeyhi nakl-i tevârîh: Tarihleri nakletme.
Tagayyür eylemiştir âlemin ol rütbe ahlâkı
Bize nakl-i tevârîhingelir gûyâ yalan şimdi
Ziya Paşa
naklî: 1. Akla değil, nakle dayanan, söylenen. 2. Taşıma ile ilgili.
Biz kelâm-ı naklîyiz nerde o sâhib-i güftâr
Ona teslîm edelim emrine münka: d olalım
Muradî (Sultan IV. Murat)
nukûl: Nakl’ler, türlü türlü rivayetler, hikâyeler.
İdrâk veren ukûle sensin
Eşkâl veren nukûle sensin
Abdülhak Hâmit
naks, nakıs: Ar. Noksan, eksik. c. nakısât.
Sanemâ gün yüzün âyîne-i cândır bilirim
Dücihân naksı kamu anda ayândır bilirem
Şeyhî
Febm eyleyen vücûb-ı vücûdun kemâlini
Naksın bilir levâzım-ı imkândan olduğun
Nâbî
Bilindi kendisi faraza bilinmeseydi fakat
Ne naks ederdi terettüb bununla
Mevlâ’yı
Ferit Bey
naks-ı idrâk: Kavrama eksikliği.
Bezmine geldim ise medh ü senâdan hâlî
Naks-ı idrâkime haml etme benim sultdnım
Nef’î
naks u ziyâd: Fazlalık ve eksiklik.
Olur sebük-serî-i cevre fark-ı naks u ziyâd
Ferâh-ı havsaladır tahrîr-i karâragelir
Nâbî
nakısât: Eksiği olanlar. nakısatü’l-akl: Akıldan noksan (kimse).
Her birisi eylediler meyl-i mâl
Nakısâtü’l-akla ne mümkün kemdl
Nahifı
nâkıs, nâkısa: 1. Tam değil, eksik. 2. Kusuru olan, kusurlu. 3. gr.
Yalnız son harfi harf-i illet olan kelime, sehv, remy gibi 4. mat.
Eksi işareti.
Nâkıs olmaz feyz-i zâtı telhî-i eyyâmdan
Bâde telh oldukça artar nefesi kuvvetlenir
Koca Râgıp Paşa
Nâkısadır sana şeb-gerdelik desem
Nâbî
Aceb bu sözden o mâh-ı tamâm alınmaz mı
Nâbî
Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar
Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan
Ziyâ Paşa
nâkıs-ıyâr: Eksik ayar.
Kemâl erbâbı kesr-i kadr ile bî-i’tibâr olmaz
Zer-i hâlis şikeste olsa da nâkıs-ıyâr olmaz
Sünbülzade Vehbi
nâkıs-nazar: Kısa görüşlü, uzağı ve derini görmeyen.
İki üç harf ile peydâdır
Nedîmâ zâr-ı aşk
Kim onu nâkıs-nazarlar geh çıra geh cîn okur
Nedim
nakîs, nakîsa, nakîse: Kusur, eksiklik; ayıp, kabahat. c. nekâis.
Hakîm-i kâmile kâr-ı abes nakîse verir
Hakîkat ehline terk-i mecâz lâzımdır
Nahifi (Süleyman)
Görmez nakîsa kadri avârızla kâmilin
Şemsin küsûf ile halel ermez ziyâsına

noksân: 1. Eksiklik, azlık. 2. Eksik, kusurlu. 3. Yokluk. c. nevâkıs.
Cürm ü noksdnını kayd eylemesem de elbet
Onu küttâb-ı amel deftere tekmîlyazar
Halm
Giray (Kırım Hanı) (küttâb-ı amel: sağ ve sol omuz melekleri)
Eder tenzîl ilmin kadrini ahlâk noksânı
Feldtûn olsa almaz kimse bir bed-sîreti kâle
İsmail Safa
Çeşm-i insâf kadar kâmile mîzân olmaz
Kişi noksdnını bilmek gibi irfân olmaz
Tâlib-ı Kadim (Bosnalı)
nakş, nakış: Ar. 1. Resim. 2. Duvar ve tavanlara yapılan yağlı ve sulu boya resim, süsleme sanatı. 3. İpekle, sırma ile işleme. ç. işaret c. nukûş.
Şimdiden nakş et şu pendi kalbine
Sâde ismin olmasın oğlum aliyy
Muallim Naci
Nakş etti bir tehekküm için baht-ı bî-şuûr
Târîh-i zulme bir yeni dîbâce-igurûr
Tevfik Fikret
Düşmezde sehâib-i kederden
Bir gölge bu nakş-ı nâzenîne
Tevfık Fikret
nakş-ı ber-âb: Su üzerindeki resim. (mec. devam ve bekası olmayan)
Hulûs-ı âlemi nakş-ı ber-âbdır derler
Vefâ zemânede ayn-ı serâbdır derler
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
nakş-ı cebin: Alın yazısı.
Yalınız safha-i mecmûalara olmasa kayd
Levha-i mibr ü mehe nakş-ı cebîn olsa gazel
Nâbî
nakş-ı diğer: Diğer resim.
Gösterir her nigehimde bana bir nakş-ı diğer
Kederimden elem ü hüzn ile şeb tâ-be-seher
Enderunlu Vâsıf
nakş-ı dil-ber: Sevgilinin resmi.
Reng-i gam-ı cibândan eğer olsa dil berî
Levh-i vücûda yazar idi nakş-ı dil-beri
Hamdullah Hamdi
nakş-ı dil-firîb: Gönül aldatan resim.
Şekl-i izar-ı yâr gibi nakş-ı dil-firîb
Levh-i zamîre yazmadı sûret-ger-i haydl
Bâkî
nakş-ı dil-keş: Gönül çalan resim.
Hüsn-ı Leylidir veren
Mecnûn’a
Mevlâ’dan haber
Nakş-ı dil-keş ma’rifet ehline nakkâş andırır
Nizamî
nakş-ı dü-cihân: İki cihanın süsü.
Nakş-ı dü-cihân oldu ıyân gün gibi cânâ
Işkınla cilâ vereli âyîne-i cdna
İbni Kemâl
nakş-ı erbâb-ı vefâ: Vefa sahiplerinin sureti.
Işk devrânı bana tapşurdu
Mecnûn nevbetin
Hâlî olmaz nakş-ı erbâb-ı vefâdan bu bisât
Fuzûlî
(tapşur-: verilmek, teslim edilmek)
nakş-ı fenâ: Fanilik resmi (süsü)
Gözünü aç kim yapıldıkta serây-ı kâinât
Yazdılar nakş-ı fenâ ünvânını bâb üstüne
Behiştî
nakş-ı gayr: Başka resim.
Cilve-gâh-ı yâr olan dil, nakş-ı gayr etmez kabûl
Sûret-i diğer muhâl âyîne-i tasvîrde
Nihalî (İbrahim)
nakş-ı hat-ı muhtasar: Kısa çizginin resmi.
Vâiz bilir mi kıssa-i zülf-i mutavvelin
Onun hayâli nakş-ı hat-ı muhtasardadır
Beliğ nakş-ı hayâl-i suver: Suretlerin hayali resmi.
Kâr-ı fermâsını bil nakş-ı hayâl-i suverin
Sen bu bâzîçeye aldanma, temâşâsına bak
Şeyh Galip
nakş-ı hestî: Boş resim.
Bakılsa çeşm-i basîretle nakş-ı hestiye
Verir birbirine irtibât-ı istikrâr
Ziyâ Paşa
nakş-ı hitâm: Son resim.
Ehl-i hâcâta olurken eser-i ayn-ı hayât
Dağdır deyn ü temessükleryine nakş-ı hitdm
Nâbî
nakş-ı infiâl: Gücenme işareti.
Gitmez kulûb-ı kâsiyeden nakş-ı infiâl
Seng üzre mürtesem olan âsâr saht olur
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
nakş-ı kadem: Ayak izi.
Aşk ile germ-rev ol bûd nebûdu terk et
Yürü berf üzre bedîd eyleme nakş-ı kademin
Seyyit Vehbî
nakş-ı kâinât: Kâinatın resmi.
Mün’akis âyîne-i tab’ımda nakş-ı kâinât
Sûret-i ma’nîde bir sırr-ı nihân olmaz bana
Ziyâ Paşa
nakş-ı kemhâ: İpek kumaşın süsü.
Libâsında değildir nakş-ı kemhâ pençe şeklinde
Benim dest-i ümîdimdir ki dâmânında kalmıştır
Lisanî
nakş-ı müzahref: Sahte resim.
Gel ey gönül ki bu nakş-ı müzahrefe kalma
Sakîmi terk eder ol kim nazarda oldu selîm
Hamdullah Hamdi
nakş-ı nigâr: Sevgilinin resmi.
Cem etdi âb u âteşi aks-i izar-ıla
Nakş-ı nigârda hele sibr eyler âyîne
Rızayi nakş-ı pây: Ayağının resmi.
Dil oldu tâze bir bütün ebrû-peresti kim
Cibrîle nakş-ı pâyı olur secde-gâh-ı nev
Nâilî
nakş-ı safâ: Temiz resim.
Nakş-ı safâ sahîfe-i âlemde kalmamış
Bûy-ı vefâ hamîre-ı Mdemde kalmamış
Nâbî
nakş-ı Şîrîn: Şirin’in resmi.
Nakş-ı Şîrîn! giderdi seng-i hârâdan felek
Mümkin olmadı gidermek hâtır-ı Ferhâd’tan
Hamdullah Hamdi
nakş-ı temâsîl: Suretlerin resmi.
Benzer felek ol hançer-i fânûs-ı hayâle
Kim nakş-ı temâsîli serîü’l-cereyân
Ziyâ Paşa
nakş-ı tir-endâz: Ok atan resim.
Ne bu nev nakş-ı tir-endâze
Nedîmâ yoksa Üstâd-ı kalemin hâme-ı Erjenk midir
Nedim
nakş-ı utrûfe: Tuhaf nakışlar.
Şekli u’cûbe vü nibâdı hafîf
Nakşı utrûfedir vü mezakı latîf
Nâbî
nakş-ı zâil: Kaybolan resim.
Nakş-ı zaildir umûr-ı dehre kılma i’tibâr
Olsa hâsıl fakrdan hüzn ügınâdan ibtibdc
Fuzûlî
nakş-ı zer-kâr: Sırma işlemeli nakış.
Tâk divârıyla reşk kubbe-i fîrûze-renk
Nakş-ı zer-kârıyla âzerm-i behişt-i câvidân
Üsküdarlı Hakkı Bey
nakş-ı zîbâ: Süslü resim.
Aceb şâh-âne tasvîr eylemişler nakş-ı zîbânı
Yanınca ben gedâyı haylî dervîş-âne yazmışlar
Şeyhülislam Yahya
nukûş: Nakş’lar, işlemeler.
Dil-i feyz-âşnâ-yı maPifet ziynet-fürûş olmaz
Harîm-ı KA’be-i vahdette âsâr-ı nukûş olmaz
Namık Kemâl
Derûn-ı sîne-i âşıkda jengâr-ı sivâ yoktur
Dil-i âyînede timsâlden gayri nukûş olmaz
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
nukûş-ı bukalemun: Bukalemun nakışları.
Görülse sahîfe-ı Erteng çarh-ı âyîne-gûn
Gelir zuhûra hezârân nukûş-ı bûkalemûn
Yenişehirli Avnî
nukûş-ı encüm-i vahdet: Birlik yıldızlarının nakışları.
Bütün bizim-çündür
Nukûş-ı encüm-i vahdetle işlenen bir tül
Gibi üstünde titreyen bu semâ
Ahmet Hâşim
nukûş-ı kâinât: Kâinatın nakışları.
Müncelî âyîne-i dilde nukûş-ı kâinât
İş, o mir’ât-ı musaffâya cilâ vermektedir
Selimî (Yavuz Sultan Selim)
nukûş-ı kevn: Evrenin nakışları.
Bilir hakîkati bir nokta olduğun ilmin
Nukûş-ı kevni gören nokta-i süveydâda
Nâbî
nukûş-ı suver-i âlem: Dünya suretlerinin nakışları.
Mest-âne nukûş-ı suver-i âleme baktık
Her birini bir özge temâşa ilegeçtik
Nâilî
nâkış: Nakş eden, boyayan.
Nâkışımgerçi reh-i aşkta ey pîr-i mugân
Mey verip bâri tamâm eylesen olmaz mı beni
Esrar Dede
nakkâş: Yağlı boya ile işleyen, boyacı.
Olmuşum derd-i firâkınla zaîf şol hadde kim
Kim getirmezler hayâle nakşımı nakkâşlar
Nesimi
Hüsn-ı Leylîdir veren
Mecnûn’a
Mevlâ’dan haber
Nakş-ı dil-keş ma’rifet ehline nakkâş andırır
Nizamî
Yazmadı nakkâşlar böyle temsîl-i acîb
Vermedi vassaflar ayn ü nazîrinden haber
Nevî nakkâş-ı ezel: Ezelin boyacısı.
Meyl eder cennete âlem, meğer hûr-lika: Anda nakkâş-ı ezel hüsnünü tasvîr etti
Zâti nâku: r: Ar. Nakr’dan; 1. Düdük. 2. Boru.
Esrâr’ı haşr etti semâ’ içre mutribâ
Sît u sadâ kudûmuna nâku: rdan mıdır
Esrar Dede
nâkûs: Ar. Hristiyanlık dininin ibadet vakitlerini bildiren çan. c. nevâkîs.
Aldın hezâr büt-kedeyi mescid eyledin
Nâkûs yerlerinde okuttun ezdnları
Bâkî
Cezbedir tahrîk edip sûfiye feryâd ettiren
Deyr oluptur iş bu âlem aşk ona nâkûs olur
Gaybî
Deyr-i aşkın o berhemenleriyiz kim el-hakk
Bâng-ı yâ
Rab ile nâkûsunugûyâ ederiz
Fâik (Manastırlı)
Ne zillettir ki; nâkûs inlesin beyninde
Osmân’ın
Ezan sussun, fezalardan silinsin yâdı
Mevlâ’nın
Mehmet Akif
nakz: Ar. Bozmak, kırmak, iptal etmek. c. enkâz.
Zevk-ı dünyâ şevk-i cennet nakz eder yekdiğerin
Olma müşkildir dil-i meftûn bir sevdâ iki
Şinasi nakz-ı ahd ü peymân: Söz ve ahdi bozma.
Sen ki şâh-ı hüsn ü ânsın elverir mi sevdiğim
Dil-şikenlikler bu nakz-ı ahd ü peymânlar sana
Ziyâ Paşa
nakz-ı hamiyyet: Namuslu olmama.
Esîr-i fursat olmak bâis-i nakz-ı hamiyyettir
Güzer-gâh-ı adûda merd-i kâmil der-kemîn olmaz
Belig (Bursalı İsmail)
nâkıyz, nâkîz: Zıt, karşı.
nâkıyz-ı seyr: Seyretme zıttı.
Devrân ile ben nakıyz-ı seyrim
Devr elinden meğer ki gayrim
Fuzûlî
enkâz: Nakz’lar, yıkıntılar.
Baktım ki yalan saltanatım, satvetim, ordum
Ferydd edip enkâhının üstünde oturdum
Nihat
Cemal Bey
Biz harâb olduksa da enka’-zımızdan kâr edip
Kâr-gâh-i köhne-i dünyâyı ta’mîr ettiler
Yenişehirli Avnî
enkâz-ı hayât: Hayat yıkıntıları.
Sarsılmayan îmânıma mev’ûd olan
Atî
Canlandırır elbette bu enkâz-ı hayâtı
süleyman Nazif
na’l: Ar. 1. Nal, ağaç ayakkabı, pabuç. (halk dilinde “nal”)
2. Oturacak yerlerin en aşağısı. 3. ed. Sevgilinin saç ve kâkülü nal şeklinde olduğu için benzetilir. c. niâl.
Götürüp başta atın na’lin ne fahr eyler rakîb
Çünkü efsâr ehlini ettiği yok efser azîz
Nizamî
Na’ller kesmeden ebrûların fikriyle ey meh-rû
Tenimde oldu fânî dehr içinde bir kabâ peydâ
Yahya Bey (Taşlıcalı)
(nal kesmek: damga vurmak)
na’l-i esb: Atın nalı.
Ar eder çiğnetmekten bâri muhallâ eyleriz
Na’l-i esbin eyleye tâ kim misâl-i rûy-mâl
Şeyhülislam Yahya
na’l-i sîmîn: gümüş renkli nal.
Atına bir na’l-i sîmîn kapına bir halka mâh
Cünnene zerrîn gılaf ü tablına çenber güneş
Lamiî Çelebi
na’l-kes: Pabuçsuz; çulsuz, zavallı. (?)
Na’l-kes der yâr nice dinlemez âdem sözün
Kâşkî olsa vücûdum baştan ayağa şem’
Şeyhülislam Yahya
niâl: “Na’l” ler, ayakkabılar.
Sensin ol zîşân ki eyler suffa-i ikbâlde
Bezminin saff-ı niâlin ârzû baht-ı bülend
Bağdatlı Ruhi
Vâkıf olmaz bârgâh-ı âlemin tertîbine
Bilmeyen saff-ı niâli mesned-i izzet gibi
Ebussuud (Şeyhülislam.
El İmâdî)
na’lçe: Nalça; kabara çivisi, kebkeb.
Ebr
Ahım na’lçen şekl-i kamer sâyen melek
Çarh kûyundur habâb-ı eşk-i çeşmim ahterân
Enverî
Meh-i nev na’l-çenle menzilette edeli da’vâ
Süreyyâ’nm görünür handeden beher gece dendânı
Hayâlî Bey
nâl: Far. 1. Düdük, kamış. 2. Kamış kalemin içindeki saz. 3. İnleyen, inleyici.
Nâle kılmaktan tenim oldu karîn-i inhilâl
Öyle zafa uğradım ki herkes beni zannetti ndl

Ol kadar muğberdir âyinem ki düşse hâmeden
Kalbime ney gibi eyler nâle nâlin sûreti
nevres-i Kadim
nâlân: Far. İnleyen, inleyici.
Bâkî nice bir fâhte-veş bâğ-ı belâda
Nâlân olam ol serv-i hırâmânın elinden
Bâkî
Derd-i ışkı gayrıdan sorman ne bilsin çekmeyen
Onu yine âşık-ı nâlâna söylen söylesin
Bâkı
Bülbül olmağı seversen gördüğün gül yüzlüye
Ey gönül mürgü hevesin gibi nâlân olmağa
Behiştî
Sükût-ı leyl ile hâbîde her taraf, her şey
Bu rûh-ı sâmiti etmez müheyyic ü nâlân
Ahmet Hâşim
Derd-i aşk ile bugün nâlân ü hem giryân olur
Vuslat-ı yâr ile yarın hurrem ü şâdân olur
Âdile Sultan
na’lçe: bk. na’l.
nâle: Far. Feryat, inilti, inleme.
Ne nâleye ne âh-ı seher-gâhe ser-fürû
Etmem tarîk-ı aşkta hem-râha ser-fürû
Ziyâ Paşa
Her kaçan sürsen kapından nâleler eyler gönül
Vâdî-i âlemde yüksekten uçan su çağlar
Behiştî
Gâh girye gâh nâle gâh muhabbet gâh gam
Bana bunlar ne belâdır vâz geldim sevmezin
Muîdî (vâz geldim: vaz geçtim; sevmezin: sevmem)
nâle-i âh u enîn: İnleme ve feryat iniltisi.
Kapladı deryâyı şevk u şâdumâni âlemi
Zâil oldu yer yüzünden nâle-i âh u enîn
Ziya Paşa
nâle-i aşk: Aşk inlemesi.
Tutarsa gül gibi gûş-ı kabûlu nâle-i aşka
Eşiğinde varıp bülbül gibi feryâdtan kaçma
Şeyhülislam Yahya
nâle-i âteş-feşân: Ateş saçan, ateşli inleme.
Ey andelîb nâle-i âteş-feşânı ko
Terdir mizâc-ı nâzik-i gül sıklet olmasın
Nedim-ı Kadim
nâle-i bî-ihtiyâr: Elinde olmayan feryat.
Bî-ibtiyâr ışkın olup dil figân eder
İncinme çünki nâle-i bî-ibtiyârdırRızayi
nâle-i bî-i’tidâl: Haddinden fazla ağlayıp inleme.
Hevâdan mevce gelmiş babr-i derdim şâhid-i hâlim
Dil-ipür-ızdırâb ü nâle-i bî-i’tidâlimdir
Fuzûlî
nâle-i cân-gâh: Canevi iniltisi.
Etmedi gitti eser nâle-i cân-gâh sana
Merhamet vermedi mi
Hazret-ı Allah sana
Senih nâle-i cân-sûz: Can yakan inilti.
Pek müessirdir nevM-yı ehl-i dil ehl-i dile
Nâle-i cân-sûz-ı bülbüldür yakan pervâneyi
Esat
Muhlis Paşa
nâle-i çâr-gâh: Gök kubbenin iniltisi.
Söylemem derdimi hem-derdim olan âh’a bile
Belki sînemdeki şu nâle-i çâr-gâha bile
Hızır
Ağazâde Sait
nâle-i dil-sûz: Gönül yakan ağlama.
Seher bülbüller efgânı değil bî-hûde gül-şende
Fuzûlî nâle-i dil-sûzuna âheng dutmuşlar
Fuzûlî
nâle-i Ferhâd: Ferhat’ın iniltisi.
Her sadâ kim zahir oldu tîşe-i üstâddan
Bir eserdir taşta kalmış nâle-ı Ferhâd’tan
İbni Kemâl
nâle-i hâmûş: Susmuş inilti.
Bakma kabristâna ancak sâha-i medhûşuna
Dur da bir müddet kulak ver nâle-i hâmûşuna
Mehmet Akif
nâle-i hasret: Hasret iniltisi.
Memât çekmede pîşinde meş’al-i tekbîr
Hayât kılmada ardında nâle-i hasret
Abdülhak Hâmit
nâle-i lâzım: Gereken inleme.
Sağlı sollu âteşîn güller dizip gül-zarına
Nâle-i lâzım getirdin andelîb-i zdrına
Behiştî
nâle-i mürg-i dil-i dîvâne: Divane gönül kuşunun inlemesi.
Bî-huzûrum nâle-i mürg-i dil-i dîvâneden
Fark olunmaz cism-i bîmârım bozulmuş lâneden
Sultan
Abdülaziz
nâle-i şeb-gîr: Gece uyumayanın inleyişi.
Her sînede kim mihr ü mahabbet eseri var
Hoş nâle-i şeb-gîr ile âh-ı seheri var
Nizami nâle-i uşşâk: Âşıkların iniltisi.
Tutalı yâr kuş dilinde makam
Evc-gîr oldu nâle-i uşşâk
Muallim Naci
nâle-senc: İnleyen, inildeyen.
Vecdimi tezyîd eden hem-derdler elhânıdır
Nâle-senc oldukça ney eyler enînim izdiyâd
Muallim Naci
nâle-senc-i köhne-bahârân-ı hasret: Eski baharlara hasretten dolayı inleyen.
Biz nâle-senc-i köhne bahârân-ı hasretiz
Gül-zârda hezâr ne âlemdedir aceb
İzzet Ali Paşa
nâle vü efgân: Figan ve inleme.
Hicrinin cefâsı ile yakıptır bu gönlümü
Her şeb kapında nâle vü efgân yeter bana
hataî (yakıptır: yakmıştır)
nâle vü feryâd: Ağlayıp inleme.
Mürg ü mâhî uyumaz nâle vü feryâdımdan
Bahtım olmaz dahi bîdâr elimden ne gelir
Ahmet Paşa
nâle vü zâr: İnilti ve feryat.
Tün ü gün nâle vü zâr ile kıyâmetler edip
Arsa-i kûyun etmişti zemîn-ı Arasât
Bağdatlı Ruhi
(tün ü gün: gece ve gündüz)
nâlende: Far. İnleyen, nâlân.
Demezem
Vâsıf-ı nâlende gibi zâr olasın
Bed-duâ eylemezem sağ olasın var olasın
Enderunlu Vâsıf
Nâlende bir sürûd ile bir yMd-ı pür-hazen
Ba’zen olur buhayre-i kalbimde mevc-zen
Tevfik Fikret
Niçin nâlendesin böyle
Gönül derdin nedir söyle
Ziyâ Paşa
nâliş: Far. İnleme, inilti, inleyiş.
Nâlişlerini derd ile bî-çâre bülbülün
Bâd-ı sabâ eliylegül-istâna yazmışam
Ahmet Paşa
Halk-ı âlem andelîbi mürg-i cânım sandılar
Ettiği nâlişleri âh u figânım sandılar
Hayâı Bey
Bütün dfdkı istiab eden boşlukta nâliş-zen
Hayâletler gezer, hep birbirinden hâr ü müsteskal
Tevfik Fikret
nâliş-i bülbül: Bülbülün iniltisi.
Mevsim-i gül, nâliş-i bülbül zemânında aceb
Sû-yı
Sa’d-âbâd’a benzer var mıdır cây-ı safâ

nâliş-i dühûr: Dünyaların iniltisi.
Manzûme-i sükût u adem nâliş-i dühûr
Hîç bir sadâya benzemeyen bir nidâ-yı dûr
Faik
Âli
nâliş-i hasret: Hasret iniltisi.
Ser-tâ-be-kademgül gibi ol gûş-ı hakîkat
Bülbülden işit nâliş-i hasret neye derler
Koca Râgıp Paşa
nâliş-kâr, nâliş-ker: İnleyen, inildeyen.
Mânend-i andelîb nâliş-ker eder
İnsânı
Nâimâ’da olan hüsn-i edd
Nâbî
nâliş-zen: İnildeyen.
Bütün dfdkı istiab eden boşlukta nâliş-zen
Hayâletler gezer, hep birbirinden hâr ü müsteskal
Tevfik Fikret
nâm: Far. 1. İsim, ad. 2. Şöhret, şan, ün. 3. Bir hizmet veya memuriyet için ismi anılıp birinin yerine vekillik etme.
Merâm-ı ibka: -yı nâm etmekse bir mısrâ’ da kâfidir
Aceb hayretteyim ben sedd-ı İskender husûsunda
Koca Râgıp Paşa
Vermek istersen cibânda nâm mânend-i nigîn
Merkezinde göster istihkâm mânend-i nigîn
Hâmî (Hâmî-ı Âmidî)
Halk esîr-ı şöhret oldu eylemez im’ân-ı zat
Nâme-i hoş-harfe bakmaz zeylde nâm olmasa
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
nâm-ı dil-ber: Dilberin ismi.
Saklar âşık sînede cân gibi nâm-ı dil-beri
İsm-i ma’şûk yâd olursa mahv olur cân ü tenim
Âdile Sultan
nâm-ı eşher: En şöhretli ismi.
Şeb-ı Mi’râc nâm-ı eşheridir
En mukaddes leyâlin ekberidir
Muallim Naci
nâm-ı Hudâ: Allah’ın ismi.
Ba’zılar nâm-ı Hudâ dedi
Bedûh
Yürümek tarz-ı nezâketle budûb
Sünbülzade Vehbi
nâm-ı nâ-çîz: Değersiz ismi.
Dağılsın âleme terkîb-i bend-i hikmet-âmîzi
Bu rıhlet-gehde (Nâci)nin de kalsın nâm-ı nM-çîzi
Muallim Naci
nâm-ı şerîf: Şerefli isim.
Minnet
Hudâ’ya iki cihânda kılıp saîd
Nâm-ı şerîfin eyledi hemgâzî hem şehîd
Bâkı nâm-ı temkîn: Yerleşmiş isim.
Nâm-ı temkîni cibândan kaldırırdı cûşişim
Bâis-i zabtım nigâr-ı hûş-mendimdir benim
Esrar Dede
nâm-ı vâlâ: Yüce isim.
Aceb tevfîka mazbar oldun ey sadr-ı kerem-güster
Ki sana
Hak müyesser kıldı böyle nâm-ı râlâyı
Nedim
nâm ü nişâne: Nam ve nişan.
Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
Düştü çemende berg-i diraht i’tibârdan
Bâkı
Ağyâr nihân yâr nihân dil dahi nâ-bûd
Ne resm nümdydn idi ne nâm ü nişâne
Sâmi
nâm-âver: Nam taşıyan, ünlü. c. nâmâverân.
Selb edip aklı geçen nâm u nişân kaydından
Defter-i aşkda
Mecnûn gibi nâm-ârer olur
Neşati
Nâm-âver etti kerr ü fer erbâb-ı zahiri
Semmûrun iştibârına bâis derisidir
Neşet
nâm-âver-i hüsn: Güzelliğin nam salmışı.
Ey pâdişeh-i hüsn sana dâd gerektir
Nâm-ârer-i hüsne güzel ad gerektir
İzzet Ali Paşa
nâm-âverân: Ünlüler.
Vezîr-i sâf-zamîrâ vekîl-i pâdişehâ
Eyâ sütûde-i nâm-ârerân-ı pâk-nijdd
Nâbî
nâm-ver: Ünlü, meşhur, adlı sanlı.
Şehriyâr-ı nâm-ver
Sultân-ı İskender-siyer
Pddişdh-ı bahr ü ber dâd-âver ü dâniş karîn
Ziya Paşa
nâm-zed: 1. Sözlü, nişanlı, yavuklu. 2. Aday.
Benim bu saltanata nam-zed asâletle
Nasıl hükûmet olurmuş görün adâletle
Abdülhak Hâmit
nâm ü nişâne: Hiçbir iz.
Nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
Düştü çemende berg-i diraht idibdrdan
Bâkî
namâz: Far. Müslümanların beş vaktinde edası farz olan ibadeti, salat.
Meydâna geldi na’ş-ı rakîb-i nemîme-sâz
Kıldım huzûr-ı kalb ile ömrümde bir namdz
Sâbit
Ne evâmir, ne nevâhî, ne namâz ü ne niyâz
Asrımız sâye-i şâh-ânede
Cennet gibidir
Nâilî
-ı Cedid
Bir kez gönül yıktın ise bu k ıldığın namâz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil
Yunus Emre
Müslümânam diyen kişi şartı nedir bilse gerek
Tanrının buyruğun tutup beş vakt namâz kılsa gerek
Yunus Emre
namâz-ı şâm: Akşam namazı.
Sûre-i ve’l-ley okudum dün namâz-ı şâmda ben
Zülfün andım dil-berim ne ettim ne kıldım bilmedim
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
namâz-ı penç-gâne: Beşli namaz, beş sayısından ibaret olan namaz.
Rumûz-ı marifetten mâ-hasal mihrâb vechinde
Namâz-ı penç-gâne nükte-i tekbîr içindir hep
Esrar Dede
nâme: Far. 1. Mektup. 2. Sevgi ve aşktan bahseden mektup. 3. Kitap mecmuası.
Dü elinden kimlere sunsun şikâyet nâmesin
Görmez oldu
Aşk-i dîvâne dîvân yolların
Aşkî
Geldi bir nâmesi mahdûm-ı şerefmenkabetin
Müşg-i elfâzı devâ-bahş olarak
Edirne’den
Keçecizade İzzet Molla
nâme-i ahd-i hümâyûn-ı mübârek-fercâm: Padişahın son mübarek söz mektubu.
Hüccet-i ıtk gibi etti ibâdı âzad
Nâme-i ahd-i hümâyûn-ı mübârek-fercâm
Nâbî
nâme-i âmâl: Emeller mektubu.
Safha-i hattını hüsnü mahşerinde der gören
Nâme-i âmâle bak dürlü vebdl ile dolu
İbni Kemâl
nâme-i a’mâl: Ameller kitabı.
Gerçi yüzüm karadır nâme-i a’mâl gibi
Umaram kim yuya lûtfun suyıla onu kerem
Cem Sultan
nâme-i berg-i gül-i ra’nâ: İki renkli gül yaprağının mektubu.
Sâî-i bâd-ı sabâ gonca-i cerâbını açıp
Bülbüle nâme-i berg-i gül-i ra’na gösterir
Rızayı nâme-i cânân: Sevgilinin mektubu.
Müddeî fdş etmesin ey dil-i muhabbet mibrini
Arz-ı hâl ettikte mahfî nâme-i cânâne bas
Şemsî Paşa
nâme-i ecel: Ecel mektubu.
Hattın görünce dedi budur nâme-i ecel
Sanma
Behiştî
’yi güzelim anlamaz sevMd
Behiştî
nâme-i hicrân: Ayrılık mektubu.
Eczâmızı hep rîg-i beyâbân-ı gam etsek
Cânâna giden nâme-i hicrâna dökülsek
Nâilî
nâme-i hoş-harf: Güzel harfli mektup.
Halk esîr-ı şöhret oldu eylemez im’ân-ı zat
Nâme-i hoş-harfe bakmaz zeylde nâm olmasa
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
nâme-i ikbâl: Talih kitabı.
Ömr-i hasmın ere târih gibi pâyâna
Nâmını nâme-i ikbâl elde unvân-ı kerem
Ahmet Paşa
nâme-i mergûb: Rağbet edilen mektup.
Bu hatt-ı dil-âşûbla bir nâme-i mergûb
Dil-dârdan olsaydı eğer âşıka mektûb
Nef’î
name-veş: Mektup gibi.
Eyle rîk ol nâmeye bu hâk-i rûy-i zerdimi
Nâme-veşyazıp şikeste hâtırım rahm et bana
Zâtı
Ndme-veş olma iki yüzlü gel ol defteri dür
Resm edinme iki dilliliği mânend-i kalem
Hayâlî Bey
nâmiye: Ar. Nâmi’den; yetişme, yerden bitme kuvveti.
Gül-zârı feyz-i nâmiye encüm-i nazîr edip
Döndü nibâl ile meşcer-işu’le-bâragül
Nâilî
İfâza-bahş-ı hayât olmasaydı nâmiye
Kururdu ırkı mevâlidi ümmehâtı çehdr
Ziyâ Paşa
nâmiye-bâr: Hayat verici.
Günün birinde ki bir tûde ebr-i nâmiye-bâr
Verip harâlî-ı Ken’âna incilM-yı bahâr
Tevfik Fikret
nâmûs: Ar. 1. Edep, ırz, hayâ. 2. Temizlik, doğruluk. 3. Allah’a yakın olan büyük melek, Cebrail. 4. Kanun, nizam.
Sensin ol ser-mâye-i bâzar-ı sûk-ı ehl-i aşk
Düştü feyzinle kesâda cevher-i nâmûs u neng
Nef’î
Kişi esrâr-ı gamı akılla fehm etmez imiş
Bırağup câme-i nâmûsumu âbdâl olayım
NeVî
Çaldım taşa ben şîşe-i nâmûs ile nengi
Mutrib kerem et sen dahı çal ber-bat-ı çengi
Sâmı
Asım’ın nesli.
Diyordum ya.
Nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek
Mehmet Akif
nâmûs-ı aşk: Aşk namusu.
Nâmûs-ı aşka kesr verir hâhiş-i visâl
Bir lokma ile bozmayalım iştihâmızı
Nâbî
nâmûs-ı dil-berî: Dilberlik namusu.
Râzî değilse ger buna nâmûs-ı dil-berî
Uşşâka derse böyle ihânet yaman olur
Nef’î
Nâmûs-ı Ekber: Cebrail.
Târid-i der-geh-ı Nâmûs-ı Ekber olsa dahi
Olur derîçe-i dehliz-i kurbtan merdûd
Sâbit
Mest olup sırr-ı kazayı gamzen ettikçe ayân
Haşre dek
Nâmûs-ı Ekber ser-be-pîş-i neng olur
Namık Kemâl
nâmûs u âr: Ar ve namus.
Ne mümkin pençe-i bâd-ı bahâra pây-dâr olmak
Benim pîrâhen-i gül perd-i nâmûs u ârımdır
Nâbî
nân: Far. Ekmek.
Tende kudret nerden olsun ni’met-i cdn şükrüne
Bin dilim olsa yetişmez bir dilim nân şükrüne
Sürûrî
Taşlar yedirdi nân yerine bir zemân felek
Nân verdi şimdi âh ki dendâne kalmadı
Ziyâ Paşa
Nân için medheyleme nM-dânı nâ-dânlık budur
Hayber-i nefsin helâk et şâh-ı merdânlık budur
Seyfullah (Seyyid Kasım-ı Halvetî)
nân-ı cevîn: Arpa ekmeği.
Ey hâce-i ser-âmede mümkün değil midir
Maksûd def’-i cûd ise nân-ı cevîn ile
Nâili nân-ı fatîr: Olmamış, pişmemiş ekmek.
Olur musâhibi kimde görürse nân-ı fatîr
Silivri kelbine benzer harîs-i mâl-i hakîr

nân-ı huşk: Kuru ekmek.
Nân-ı huşk ile kanâat gibi bir ni’met mi var
Künc-i istiğnâ gibi bir kûşe-i râhat mı var
Şeyhülislam Yahya
nân-ı kerem: Cömertlik ekmeği.
Îd-i ferhundene kurbân ede a’dânı felek
Sen ahibbâna buyur âb-ı sehâ nân-ı kerem
Ahmet Paşa
nân-ı nücûm: Yıldızların ekmeği.
Olmuşuz bir hîle-perdâzın esîr-i mekri kim
Sufra-i eflâkten nân-ı nücûmu çaldırır
Nâbî
nân-ı temâm: Olmuş, pişmiş ekmek.
Nice ümmîd olunur hân-ı felekten in’âm
Ayda bir kerre görür mâh bile nân-ı temâm
Nâbî
nân-hor: Ekmek yiyen; dilenci.
Düşelden jâle-veş bu hâk-dâne ey dil
Dikip göz süfre-i gerdûne nân-hâre sunmazsın
Nâbî
nân-kör: Gördüğü iyiliği unutan, tuz ekmek hakkını bilmeyen.
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz
İnsânda şu nân-körlüğe tel’în eden âvâz
Tevfik Fikret
nân-pâre: Ekmek parçası.
Ağlar beriden bir sürü âvâre-i tâli
Nân-pâre için eyleyerek ırzını zdyi’
Mehmet Akif
nân-pâre-i hayât: Hayatın ekmek parçası.
Felek bir öyle felektir ki cân alır yerine
Ederse her kime nân-pâre-i hayât i’td
Ziyâ Paşa
nân-pâre-i huşk: Kuru ekmek parçası.
Şüphesiz nân-pâre-i huşke kanâat mümteni
Arzû-yı nefs ile meyl-i harâm etmek degüç
Sâbit
nâr: Ar. 1. Ateş, od. 2. Cehennem. c. nîrân.
Verdi berka sehâb içinde karâr
Sanki hâkister içre sakladı ndr
Haletî (Azmizade)
Gör dâimâ önünde esâtîr-i evvelîn
Gökten dehâ-yı nârı çalan kahramânını
Tevfik Fikret
nâr-ı âh: Ah ateşi.
Nâr-ı âhım tuttu dehri yine mahv olmaz felek
Ber-karâr olmak acebtir âteş üstünde habdb
Nef’î
nâr-ı aşk: Aşk ateşi.
Nâr-ı aşkınla duhân-ı Ahım aştı baştan
Kanda kim âteş ola dûd-ı siyâh eksik değil
Bâlî Çelebi (Edirneli)
nâr-ı beyzâ: Beyaz ateş.
Nâr-ı beyzA kesilip öyle zemânındagüneş
Tepesinden döküyor beynine âfâkın ateş
Mehmet Akif
nâr-ı cahîm: Cehennem ateşi.
Ahirü’l-emr olıcak rûz-ı kıyâm
Cismine nâr-ı cahîm ola hırâm
Hakanî
nâr-ı ciger-sûz-ı iftirâk: Ayrılığın ciğer yakan ateşi.
Yâ Rab nedir bu nâr-ı ciger-sûz-ı iftirâk
Abımdan âsümâna düşer havf-ı ihtirâk
Ziyâ Paşa
nâr-ı dalâl: Sapıklık ateşi.
Ol Habîb’in hakkıçün kim nûr-ı hüsnünden onun
Yandı kandîl-i hidâyet söyünüp nâr-ı dalâl
Hayâlî Bey
(söyünmek: söndürmek)
nâr-ı dûzah: Cehenem ateşi.
Nâr-ı dûzahtan bu ateşle ne bâkim var benim
Aşk derler bir söyünmez nârdır gönlümdeki
Enderunlu Vâsıf
nâr-ı elîm: Elemli ateş.
Sohbet-i câhil yeter
Ariflere nâr-ı cahîm
Ahirette görmesin isterse hîç nâr-ı elîm
Gaybî
nâr-ı firâk: Ayrılık ateşi.
Nazar et hâl-i perîşânıma bir kerre benim
Yanıyor nâr-ı firâkınla ser-â-pâ bedenim
Enderunlu Vâsıf
nâr-ı firkat: Ayrılık ateşi.
Döne döne inleyip yansam yakılsam ger ne ola
Nâr-ı firkatte dirîgâ oldu bu bağrım kebdb
Enverî
nâr-ı gam: Gam ateşi.
Nâr-ı gam nûr-ı safâ hep bir çerâgın pertevi
Çeşm-i irfân ile baksan arada bî-gâne yok
Âlî (Edirneli)
Nâr-ı gamdan ola bir gün
Behiştî
çıkasın
Ki müselmânı cehennemde komazlar ebedî
Behiştî
Nâr-ı gamdan tal’atin gül-zar-ı mahlastır bana
Bil ki anun-çün
Behiştî
dediler adım benim
Behiştî
nâr-ı gayret: Gayret ateşi.
Bu cefâdan ki kadeh ağzın öper döne döne
Nâr-ı gayrette kebâb oldu ciğer döne döne
Necati Bey
nâr-ı hased: Haset ateşi.
Nâr-ı hasedi âb-ı mürüvvetle et itfâ
Kim nâr-ı hased kalbi yakar özge şererdir
Rifat (Manastırlı)
nâr-ı harîk: Yangın ateşi. Beytini mâlını yaktı ise eğer nâr-ı harîk
Kârgirini binâ eyler onun Beytül-mâl
Ziya Paşa
nâr-ı hasret: Hasret ateşi.
Sanma kan ağlamadan germ oldu nâr-ı hasretin
Dûddur müjgânlarım bu dîde-ipür-nem yanar
Hayâlî Bey
Kzl güller yaratsın câm-ı gül-gûn nâr-ı hasretten
Bu cûşiş âteş-ı Nemrûd’u gül-zar etti sansınlar
Yahya Kemal
nâr-ı hicrân: Ayrılık ateşi.
Eylese te’sîr dûzah nâr-ı hicrânın gibi
Ehl-i mahşer mahvolur uşşâk-ı nâlânıngibi
Leskofçalı Galip
nâr-ı ışk: Aşk ateşi.
Aşık-ı haste-dilin niteki fânûs-ı hayâl
Nâr-ı ışkınla yanupdur ciğeri döne döne
Bâkî
nâr-ı mâtem: Matem ateşi.
Gam değil yanmazsa şimdi nâr-ı mâtemle dilin
Sabr et ey bî-derd âhir menzilin nîrân olur
Kemalzâde Ekrem Bey
nâr-ı ruh: Yanağın ateşi.
Nâr-ı ruhun âhım dütünün göğe çıkardı
Od düştü gönül şehrine gel eyle temâşâ
İbni Kemâl
nâr-ı sûzân: Yakıcı ateş.
Diler ağyâr zevk-ı vuslatı uşşâk hicrânı
Meges cüllâb arar pervâne ister nâr-ı sûzânı
Sehâbî (Hemedanlı)
nâr-ı şafak: Şafağın kızıllığı.
Bu hamîde kadd ile yandım mahabbet oduna
Bana nisbet mâh-ı nev nâr-ı şafakta kem yanar
Hayâlî Bey
nâr-ı tama’: Hırs ateşi.
Bâd-ı bürûdet ederdi füşürde bedenlerin
Nâr-ı tama’ müeddî-i germiyyet olmasa
Nâbî
nîrân: Nâr’lar, ateşler; cehennem, tamu, dûzah.
Gam değil yanmazsa şimdi nâr-ı mâtemle dilin
Sabr et ey bî-derd âhir menzilin nîrân olur
Kemalzâde Ekrem Bey
Sevdiğim vaslın kadar vermez bana lezzet cinân
Ateş-i hicrân kadar yakmaz hele nîrân beni

nîrân-ı belâ: Belâ cehennemi.
Ben o nîrdn-ı belâyım kimgünâh-ı aşk ile
Sûzişim gördükçe dûzah tâlib-i gufrân olur
Namık Kemâl
nîrân-ı gam: Gam ateşleri.
Ey şi’r-i terim eşkim ile hem cereyân ol
Sînemdeki nîrân-ı gama reşha-feşân ol
Muallim Naci
na’ra, na’re: Ar. Yüksek sesle bağırma, nara.
Cân ilegûş eyle eşyâda ene’l
Hak na’rasın
Dîde-i ibretle bak her zerre bir
Mansûr’dur
Zekâî (Şeyh Mustafa)
Adûya na’ra çeker görse nîze-dârların
Ki neyistânda eder şîrlerin gırivv ü gâreng
Hayâlî Bey
Na’ralar müşte-zen-i tabl-ı sımâh-ı gerdûn
Sadmeler, zelzeleler hadşe-res-i kalb-i menûn
Tevfik Fikret
na’ra-i Allahüekber: Allahüekber sesi.
Sen k ıyâm etsen varıp câmide ol sâat kopar
Her taraftan na’ra-i “Allahüekber”
Cum’agünü
Aşkî
Na’ra-ı Allahüekber ile zabt eyleyin her yerleri
Enbiyâ ervâhıdır gâzîlerin reh-berleri

na’ra-i bülbül: Bülbül şakıması.
Her kaçan seyr ede bâğa ol gül-i ra’nâgelir
Na’ra-i bülbülle bâğın başınagargâgelir
Avnî
na’ra-i cân-sûz: Can yakan nara.
Urup bir na’ra-i cân-sûz “Yâ
Hak” mâsivâyı yak
Nedir te’sîr-i âteş-tâb-ı berk-ı âhıgörsünler
Sırrı Paşa
(Giritli)
na’ra-i mestân: Sarhoşların narası.
Îd ü gül hem-sohbet oldu câm-ı zer sundu hilâl
Göklere çıksa yeridir na’ra-i mestân eğer
Bâkî na’ra-i mestân-ı mey-güsâr: İşret sahiplerinin sarhoşluk narası.
Gelsin sürâhi ağzı açılsın ham-ı meyin
Tutsun cibânı na’ra-i mestân-ı mey-güsâr
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
na’ra-i mest-âne: Sarhoşça nara.
Neş’e-i bâda eyle gerdiş-i çeşm etse o şûh
Mest olur onu gören na’ra-i mest-âne çeker
Beliğ
Düzdü fasl-ı sayf işret-hânesin bülbüllerin
Dinlesin gül na’ra-i mest-ânesin bülbüllerin
Nedim
nârenc: Far. Turunç, portakal. nârenc-i kabâ-yı zer-nigâr: Altın işlemeli elbisenin turunc rengi.
Zemâne giydi nârenc-i kabM-yı zer-nigâr üzre
Cevâhir tüğmelerle bir çiçekli anberîn hârâ
Sâbit
nârgile: Nargile.
Yâd-ı la’liyle eğer içsem olur tenbakû
Nargile şîşe-i mey sünbül-i müşgîn lûle
Sâmi narh, nark: Far. Çarşıda, pazarda satılan şeyler için hükümet tarafından konulan fiyat.
Narhı altmışlığa indi hele târihlerin
Pek ucuzlandı bu bâzârda kâlâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
narh-ı metâ’-ı derd ü belâ: Dert ve bela kaynağının fiyatı.
Sen böyle nâz ü şîve satınca gedâlara
Narh-ı metâc-ı derd ü belâ râygân olur
Nef’î
nârin: Far. İnce yapılı, zayıf, nazik.
Yeter hayâlimi tahdîşe ba’zı en nârin
İhtizâz, ufacık bir teheyyüc-i ilhdm
Tevfik Fikret
nârven: Far. bot.
Karaağaç.
Ol lâle ise bu nesrîndir
Şimşâd ise bu nârvendir
Fuzûlî
Etmiş bahâr hamdele-gûyâ çemenleri
Olmuş sücûd-ı şükre fürû nârvenleri
Nâbî
Anda her şimşâd bir
Azrâ-yı
Vâmık sûz-ı dehr
Anda her bir nârven
Leylâ-yı
Mecnûn dâstân
Üsküdarlı Hakkı Bey
nârven-i ser-be-hevâ: Havaya ser çekmiş karaağaç.
Elim ermez sana yetmez gücüm âhir ne diyem
Yer pek ey nârven-i ser-be-hevâ gök yüksek
Hâtem
nâs: Ar. İnsân’dan; halk, insanlar.
Var ise aklın sakın kûy-ı cünûndan çekme pâ
Sehl-terdir seng-i tıflân seng-i ta’n-i nâstan
Nâbı
Alemde ak ıllı kişinin nedreti vardır
En âkıl-ı nâsın yine bir cinneti vardır
Haydar (Ali)
nâs-sıfat: İnsan sıfatı.
Eyleme inkâr gizli nice bin vardır velî
Nds-sıfat ile sıfatlanır bilinmez evliyâ
Âdile Sultan
nasb: Ar. Nasb’dan; 1. Dikme, saplama. 2. Bir memurluğa tayin. 3. gr.
Harfin üstün (e) okunuşu.
Gerçi kim kişver-i vîrane-i kalbimde benim
Azl ü nasb eylemez icrâ-yı rüsûm-ı ahkâm
Nâbı
Kesr oldu haclet ile a’lâmı her emîrin
Nasb oldu nusret ile çün kim livM-yı
Abmed
Hamdullah Hamdi
nasb-ı hiyem: Çadırlar dikme.
Odur ol şems-i münîr-i ufk-ı devlet kim
Görmedi mislini çarh eyleyeli nasb-ı hiyem
Nâbî
nâsere: Far. Ayarı bozuk (para).
Biz ol metd’-ı ndsereyiz
Nâbîyâ ki olur
Kaht-ı ricâle beste zemân-ı revâcımız
Nâbî
nâsıh, nâsıha: bk. nush.
nâsır: Çzl;) bk. nasr.
nâsıye: Ar. Nasâ’dan; alın, yüz; alında bırakılan saç, perçem. c. nevâsî
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk ü dırahşân
Tevfik Fikret
Ülül-ebsdre karşı nâsıyen mir’ât-ı kalbindir
Delâlet eylemez ca’lî beşâşet-i safvet-i bâle
İsmail Safa
Gürz-i girân-ı zulmünü ey kanlı nâsiye
Eyvân-ı zer-cidârına as ziynetin diye
Midhat Cemal Kuntay
nâsıye-sâ (y): Yere yüz ve alın süren.
Hudâvend-i muazzam ki olur hem-vâre
Pâdişâhân-ı cibân der-gehine nâsıye-sâ
Nef’î
Olalım hâk-i der-i ravzasına nâsıye-sây
Cebhemiz maşrık-ı hurşîd-i hüdâ eyleyelim
Nâbı nasîb: Ar. 1. Hisse, behre, kısmet, pay. 2. Talih, baht, uğur.
Ettin bizi âşinâ dehâya
Fâniye nasîb olan bekâya
Tokadîzâde Şekip Bey
Gönül, dirâz-ı dest-i recMdan eyle hazer
Nasîb olan gelir elbet bizim ayağımıza
S&im (Defterdar Kethüdası
Gölpınarlı Hasan Efendi
zade Mustafa)
Kişiye her taraftan rüzgâr elvermek olmazmış
Nasîb olmayıcak maksûda şâhım ermek olmazmış
Nâmî
Cânı terk edene cânân olur elbette nasîb
Terk-i cân et bulasın vuslat-ı dil-dâr bu şeb
Âdile Sultan
nasîb-i Cem: Cem’in nasibi.
Erişmek ister idi han vaslına lîkin
Hemân nasîb-ı Cem âhir duâ imiş ey dost
Cem Sultan
nasîb-i nâr: Ateşin payı.
Sezâdır olsa feryâdında sâbit bülbül-igam-hâr
Tecellî-gâh-ı hikmetten nasîb-i nâra düşmüştür
Abdülaziz
Mecdi Efendi
nasîb-i ömr: Ömrün payı.
Nasîb-i ömrün olan nekbet ü saâdet de
Gelir vücûda bütün kedd-i ihtiyârımla
Tevfik Fikret
nisâb: 1. Asıl, esas. 2. Sermaye, mal. 3. Bir malın zekâtım vermek için gereken miktar. 4. Hisse, pay.
Şükr kim bir der-geh-i ikbâle kıldım istinâd
Kim olur himmet nasîbi feyz-i cûdundan nisâb
Nef’î
Kurtar bu lây-hâriyi pes-mânde bâdeden
Yâ Rab fakîr-i mey-kede-gerde nisâb ver
Esrar Dede
nisâb-ı ayş u işret: Zevk ve eğlence ölçüsü.
Süzülmüş bâde hâtırlar güşâde meclis âmâde
Nisâb-ı ayş u işretten ahibbâ igtinâm üzre
Nâilî
nisâb-ı ferah: Ferahlık veren sermaye.
Zekâtı yok, zarar etmez, tükenmez, eksilmez
Olur mu âdeme hulyâ gibi nisâb-ı ferah
Şeyh Galip
nisâb-ı hüsn: Güzelliğin zekâtı
Verirdi her ruhı bûseyle âşıka bir gül
Nisâb-ı hüsne eğer yüzde bir olaydı zekât
Lamiî Çelebi
nisâb-ı kâm-yâb: Talihlinin sermayesi.
Olanlar rûy-mâl-i sûy-ı der-gâh-ı tevekkül hîç
Nisâb-ı kâm-yâbından
Hanîfâ bî-nasîb olmaz
hanif Efendi
nâsih: bk. nesh.
nasîhat: bk. nush.
nasîr: bk. nasr.
nâsir: bk. nesr.
nasr: Ar. Yardım, yardımda bulunma.
Nasr u tevfîk sana âlem-i ma’nâdandır
Olsun âyîne gibi kalb-i şerîfin hurrem
Nâbı. nasrun min’Allahi ve fethün karîb: “Yardım Allah’tandır ve fetih yakındır (Sâfş13)”
Okur lisân-ı adûya karşı durup
Sevâd-ı âyet-i “Nasrun min Allah” ezber
Nev’î
nâsır: Yardımcı, yardım eden. c. nâsırîn, nussâr, ensâr.
Gâh bir harf sükûtuyla eder nâsırı nâr
Gâh bir nokta kusûruyla gözü kör eder
Fuzûlî
ensâr: Nâsırlar.
Yezîd’in âline ensârına acvânına dâim
Hemîşe sad hezârân la’net eyle cânına dâim
behiştî
nasîr: Yardımcı, yardım eden. c. nusarâ.
Ehl-ı İslâm’a ol muîn ü nasîr
Dest-i a’dayı eyle bizden kasîr
Sultan I. Murat (Hüdavendigâr)
Kaldı hayrette görüp hâce-i nasîr
Gördü kim perdelidir çeşm-i basîr
Sünbülzade Vehbi
nusarâ: Yardımcılar.
O dem ki dest-i zebânî-i dûzaha verile
Tugât-ı kıbt-i nusarâ bugât-ı kavm-ı Ykûd
Sâbit
nusret: 1. Yardım. 2. Allah’ın yardımı. 3. Üstünlük, başarı.
Cibân hasm olsa
Hak’tan nusret iste
Erenlerden duâ vü himmet iste
Sultan
Çelebi
Mehmet
Erişe müjde-i feth ü zafer etrâf u eknâfa
Tuta dünyâyı hep gül-bâng-ı kûs-ı nusret âvâzı
Nef’î
Bârekallah zehî devlet-i feth ü nusret
Levhaş Allah zehî
Atıfet hayy-ı kadîr
Nef’î
nusret-i âhâd: Birlerin yardımı.
Vücûd-ı mülke efrâd-ı raiyyet cüz’-i lâzımdır
Nasıl cemulûfa nusret-i âhdd lâzımsa
Ziya Paşa
nasrânî: Hristiyan. (Hz. İsa’nın doğduğu
Nasıra köyüne mensup demektir. c. nasârâ.
Kara giymiş kara yası var imiş
Rimpapanın
Ziyâde oldu nasrânîlerin ruhbân-ı buhrânı
Taşlıcalı Yahya Bey
KazA-yı remle de reml ile fehm edip kıra bahtın
Yakayı aldı hayfâ gazzeden geçti o nasrânî
Enderunlu Vâsıf
Hamdülillah çok şükür doğdu saâdet şems ü mâh
Bir kula kılsa hidâyet dâimâ nasrânîdir
Ümmî Sinan
nasârâ: Hristiyanlar.
Gâh şemşîr-i sitem gâhî azab-ı âteş
Küşte-i kavm-i nasârâ gibidir tenbâkû
Nâbî
nass: Ar. 1. Açıklık, sarihlik, kat’îlik. 2. Anlamında açıklık bulunan
Kur’an ayetlerinin delil olarak gösterilmesi. c. nusûs.
Güzellik olduğuna sana muhtass
Şeha ebrûn ile çeşmin yeter nass
Şeyhülislam Yahya
nass-ı kâtı’: Kesin delil. (ayet-i kerimeler için kullanılır.)
Eylemişti onun el-hakk sâni
Tîğ-ı müjgânını nass-i kâtı’
Hakanî
Hükm-i sâtı’gâlibdir nass-ı kâtı’kuvvetin
Bak cidâl-i kâinâta başka bürhân istemez
Abdülaziz
Mecdi Efendi
Nass-ı kâtı’olalı âleme tîğ-ışer’î
Edemez âdemi devrinde şeyâtîn idlâl
Taşlıcalı Yahya Bey
nass-ı Kur’ân: Kur’an’ın haberi, Kur’an’ın bildirdiği.
İtin yolunda hûblar sürseler yüz ne ola emrinle
Melek hayli sücûd-ı Adem etmek nass-ı Kurandır
Fuzûlî
nasûh: bk. nush.
nâsûr: Ar. Basur deliği, fıstül.
Zebânım bir mücevher tîğ-ı bürrandır ki hem-vâre
Hırâş eyler hayâli sînelerde zahm-ı nâsûru
Nef’î
Bihbûdî-i ümîdime sa’y etme ey felek
Rüsvây eder cerâhat-i nâsûr merhemin
Nâbî
nâsût: Ar. İnsanlık, insanlık topluluğu, insanlığa ait şeyler.
Ey Sindn Ümmî ömür harc etme nâsût ehline
Arif-âne yek nazar kıl sırr-ı pinhân eylegil
Ümmî Sinan
Taht-gâh oldu bana çünki sarây-ı nâsût
PMdişâhem ki benim oldu cibân-ı melekût
Nesimi
Bûy-ı enfâsın mutayyeb etti nâsut ehlini
Doldu âlem rûh ile reyhân
Muhammed
Mustafâ
Nuri
Nâsût idi bir zemân maka: mın
Lâhuta mı şimdi idizdmın
Muallim Naci
na’ş: Ar. İçinde ölü bulunan tabut, cenaze, ceset, kefenlenmiş ölü.
Besîrine benât-ı na’ş bende
Pervîn’e ederdi nazmı hande
Nâbî
Buluyor na’şın üzre evlâdın
Her cerîhanda bir gıdâ-yı haydt
Abdülhak Hâmit
na’ş-ı rakîb-i nemîme-sâz: Ara bozucu rakibin cenazesi.
Meydânageldi na’ş-ı rakîb-i nemîme-sâz
Kıldım huzûr-ı kalb ile ömrümde bir namdz
Sâbit
nâşir: bk. neşr.
nâşize: Ar. Nâşiz’den; itaat etmeyen, itaatsizlikte direnen (kadın).
Bazlar yazdı azab-nârı
Nâşize ateşe benzer karı
Sünbülzade Vehbi
na’t: Ar. 1. Bir şeyi medhederek anlatma. vasıflandırma. 2. ed. Hz. Muhammed’i övmek
için yazılan şiirler. c. nuût.
Rızâ dîvânının tabHyla revnak geldi âfâka
Basıldıpenç defter na’t u nutkı ibn-i neccârın
Şeyh Zâik
Mibr-i eflâk-ı nübüvvet, mâh-ı burc-ı asfiyâ
Ahmed-i mürsel ki âlem na’tın eyler rûz u şeb
Fehim (Hoca Süleyman)
na’t-i Mustafâ: Mustafa’nın (Hz. Muhammed s. a. s.) naati.
Fakîr-ı Mcize ser-mâye-i necât olsun
Her ol sühan ki ede na’t-ı Mustafâ vürûd
Sâbit
na’t-i müstetâb: Hoş, güzel naat.
Evrâkı tayy edip kilk-i hoş-nevâ gel gel
Terâne-senc olalım na’t-i müstetâbında
Nâilî
na’t-i nebî: Hz. Peygamber’in naati.
Ferdd olur o şâire dûzah harâm ki
Na’t-i nebîde nazmını sihr-i helâl eder
Nâilî
na’t-i şahenşâh-ı evreng-i nübüvvet: Peygamberlik tahtının en büyük padişahı
Hazret-ı Muhammed’in naati.
Na’t-işahenşâh-ı evreng-i nübüvvet kim onun
Feyz-i medhiyle dilin cân-ı cibânıdır sözüm
Nef’î
na’t-ı zât: Zatının naati.
Na’t-i zâtında zebânım yine deng ü lâl olur
TabHmın feyz-i dem-i kudsî olursa yaveri
Üsküdarlı Hakkı Bey
na’t-gû(y): Naat söyleyen.
Cân-ı âlem fahr-i âlem
Ahmed-ı Mürsel ki tâ
Haşrolunca na’t-gûy u na’t-hânıdır sözüm
Nef’î
na’t-hân: Naat söyleyen.
nah-hân-ı çemen: Yeşilliğin naat okuyucusu.
Dürler nisâr eder serine ebr-i nev-bahâr
Oldukça naâ-hân-ı çemen andelîbler
Nâbî
nuût: Na’t’ler.
Ale’l-husûs ki ilhâm-ı vâridat-ı nuût
Derûne aşk ile oldu şeref-pezîr-i vürûd
Sâmi
TabHmı feyz-i nuûtun eyledi
Hassan-ı Rûm
Hamdülillah şâirân-ı debrin oldum eş’ârı
Nazîm (Yahya)
nat’: Ar. 1. Yaygı, sofra bezi. 2. Meşinden yapılan döşek. mec. yeryüzü.
nat’-ı felek: feleğin yaygısı.
Ferzîngibi kec-revliği ko nat’-ı felekte
Çerh etse gerektir seni bir lu’b ile şeh-mât
Hayâlî Bey
nat’-ı hâre: Menevişli kumaş yaygı.
Sanırlar bir gülü zer-dûz dürr bir nat’-ı hârede
Ruhâmında görenler aks-i hurşîd-i pür-envârı
Nef’î
nat’-ı jengârî: Bakır yeşili yaygı.
Bahâr erdi yine bâğa döşendi natjengârî
Yine sultân gül etti müşerref taht-ı gül-zarı
Nef’î
nat’-ı sipihr: Gökyüzünün yaygısı.
Ruhların üstüne kâkül salsa ol meh nâzdan
Mât eder nat’-ı sipibrin şâhını açmazdan
Behiştî
nat’-ı zemîn: Yeryüzü.
Nat’-ı zemînde oldum ferzanesi cibânın
Ferzin olur oyunda süre sürepiydde
Hayâlî Bey
nat’-ı zer-dûz: Sırma işlemeli yaygı. sâhib-sadr-ı âlîşân ki lâyıktır eğer olsa
Felek ferş-i harîm-i câhına bir nat’-ı zer-dûzu
Nef’î
nat’-ı zümürrüd-fâm: Zümrüt renkli yaygı.
Döşedi yine çemen nat’-ı zümürrüd-fâmın
Sîm-i hâm olmuş iken ferş-i harîmi gül-zâr
Bâkî
nâtık: bk. nutk.
nâtır, nâtur: Ar. Natr’dan; 1. Bağ bekçisi. 2. Natır, hamamların soyunma yerlerinde hizmet eden kadın, natur.
Ah o pâkize beden nâturlar
ayak üzre olan billûrlar
Enderunlu Fazıl
nâ-tüvân: bk. nâ
nâûre: Ar. Büyük su dolabı. c. nevâir.
nâûre-i çarh-ı vârûn: Uğursuz feleğin su dolabı.
Cûy-bâr-ı dil-i râlâ-himemim üzre döner
Rûz u şeb çenber-i nâûre-i çarh-ı vârûn
Münif nâv: Far. 1. İçi oyuk şey, içi kovuk. 2. Küçük gemi; kayık.
nâv-dân: Dam oluğu, mizap, değirmene su gelen tahta mecra.
Burnundan ettiğini getirdi adûların
Kan aktırıp su yerine ol nâv-dâna tîğ
Hayâlî Bey
Dilim beyt-i maânîdir midâdım hâmede gûyâ
Zülâl-i feyz-ı Bârî’dir akar zer nâv-dân üzre
Ziyâ Paşa
nâv-dân-ı zer: Altın oluk.
İşimiz eylesin altın dü cibânda
Mevlâ
Nâv-dân-ı zerin altında duâ eyleyelim
Nâbî
nâv-dân: bk. nâv.
nâvek: Far. Ok, tîr.
Ger dile bir nâvek ursa ol kemân-ebrû sakın
Zahm-ı tîrin görmesin bağrında kanın duymasın
Hayâlî Bey
Himmetle tayy-i menzil-i maksûd eder kişi
Yoksa varır mı nâvek nişâne dek
Seyyit Vehbî
Def’ eylemeğe nâvekini tîr-i kazanın
Bî-şübhe, tevekkül gibi muhkem siper olmaz

nâvek-i âh: Ah oku.
Ah-ı âşık der idim tîrine ger nâvek-i âh
Delse eflâki geçip küngüre-i keyvânı
Nef’î
Nâvek-ı Aha kipeyveste oluryâd-ı ruhun
Tutuşur bâm-ı felek şu’le-i peykdnından
Nâilî
nâvek-i cânân: Cananın oku.
İncinmez idim çıktığına hâne-i tenden
Cân olsa eğer nâvek-i cânân ile hem-râh
Şeyhülislam Yahya
nâvek-i dil-dûz: (seherde edilen)
Beddua oku.
Amâde iken âh gibi nâvek-i dil-dûz
Kadir mi felek geçmeğe pîrâmenimizden
Nâbî
Eyleye gürz-igirdnı nice
Sdm-ı ser-sdm
Setire nâvek-i dil-dûzu nice
Zâl’e zevâl
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
nâvek-i gam: Gam oku.
Şâne-veş yüz nâvek-i gam sancılıptır cânıma
Tâ esîr-i halka-i gîsû-yı müşg-efşânınım
Fuzûlî
nâvek-i gamze: Gamze oku.
Nâvek-i gamze diriğ eyleme âşıklardan
Kesme erbâb-ı vefâdan nazar-ı ihsdnın
Fuzûlî
Nâvek-i gamzelerin şöyle geçer tenden kim
Nevk-ipeykân-ı ciger-dûzu bulaşmaz kane
Nef’î
nâvek-i gamze-i dil-dûz: Gönül delen gamze oku.
Heves-i tîr ü kemân çıkmadı dilden aslâ
Nâvek-i gamze-i dil-dûz ile ebrû yerine
Gazi Giray
nâvek-i mihnet: Sıkıntı oku.
Ya kemân-ı kabza-i kudrettir ehl-i âleme
Atmağa tîr-i kazayı nâvek-i mihnet gibi
Ebussuud Efendi
nâvek-i müşgîn-i kemân-ı ebruvân: Keman kaşların mis gibi kokan oku (kirpiği)
Ol kadar dil-dûzdur gûyâ ki bir şûh-ı âfetin
Nâvek-i müşgîn-i kemân-ı ebruvânıdır sözüm
Nef’î
nâvek-i perrân: Uçan ok.
Kulağın dik tutup pertâb edince fart-ı süriatten
Döner ol nâvek-i perrâna kim çift ola peykânı
Nef’î
nâvek-i şevk: Şevk oku.
Ey nâvek-i şevkin siperi sîne-i ahbâb
Zülfün hamı erbâb-ı vefâ saydına kulldb
Fuzûlî
nâvek-i şûh: Güzelin oku.
Nâvek-i şûhu ne ola olsa ayân sînemde
Siper-i gamze-i cellâd ki derler o biziz
Nâbî
nâvek-i ta’n: Ayıplama oku.
Figân etsem gelir her kûşeden bir nâvek-i ta’ne Üşermiş üstüne kuşlar işitse savt-ı Dâvûd’ı
Behiştî
nâverd: Far. 1. Hızla koşma, yürüme. 2. Savaş, döğüş, cenk.
Ki ey bâdiye-gerd-i bâd-ı nâverd
Nâzik beden ile naz-perverd
Fuzûlî
nây, nâ, ney: Far. Kamıştan yapılan üflemeli çalgı aleti.
Nâyın ki çıkar zemzeme sûrâhlarından
Bülbüller öter sanki gülün şâhlarından
Nâilî
Bir çemenden yaratıp
Hazret-ı Mevlâ nâyı
Halka bildirmek için
Hazret-ı Mevlânâ’yı

Derd-i aşka mübtelâ bir nây bir ben bir gönül
Zâreden subh u mesâ bir nây bir ben bir gönül
Saffet Paşa
Ney gibi bir âşık-ı dem-sâz buldum kendime
Sırr-ı aşkı söylerim hem-râz buldum kendime
Şeyhülislam Yahya
Ney ü santûr u rebâb u deff ü tanbûr ile çenk
Nağme-i bülbül ü kumruya olup hem-âheng
Nedim
nây-ı aşk: Aşk neyi.
Nây-ı gülûsu nây-i aşkın elindedir
Hakk-ı edâ terennüm-ı Mansûr’dan mıdır
Esrar Dede
nây-ı gülû: Boğazdan çıkan ney sesi.
Nây-ı gülûsu nây-i aşkın elindedir
Hakk-ı edâ terennüm-ı Mansûr’dan mıdır
Esrar Dede
nây-ı Mevlânâ: Mevlana’nın neyi.
Feleklerde meleklerde semâ’ etmez mi kalmıştır
Aceb âvâze saldı nây-ı Mevlânâ bu nüh tâka
şeyhülislam Yahya
ney: Kamıştan yapılmış üflemeli çalgı aleti.
Dinle neyden kim hikâyet etmede
Ayrı lıklardan şikâyet etmede
Nahifı
ney-i bezm-i gam: Gam meclisinin neyi.
Ney-i bezm-i gamem ey mâh ne bulursan yele ver
Oda yanmış kuru cismimde hevâdangayrı
Fuzûlî
ney-enbân: Ney heybesi, ney çantası.
Sadâ-yı bâd çıkar mahbes-i ney-enbândan
Ki bir zemân ne kadar bî-karâr idim ben de
Nâbî
ney-istân: Ney kamışının yetiştiği yer; sazlık.
ney-istân-ı gam: Gam sazlığı.
Nevâ-sâz olmadı bir dem havâsından mıdır bilmem
Ney-istân-ı gamın mahsûlü şimdi hamdır hamdır
cevrî
ney-şeker: Şeker kamışı.
Saçıldı cür’a-i câm-ı mahabbet bâğ-ı Rıdvan’a
Suyun kevser nebâtın ney-şeker hâkin abîr etdi
Bâkî
Her hâme kanda vasf kılar kand-ı la’lini
Alemde her kamış ki bite ney-şeker değil
İbni Kemâl
ney-şeker-ı Mısr-ı belâgat: Sözün
Mısır’dan çıkan şeker kamışı.
Hâmem ol ney-şeker-ı Mısr-ı belâgat ki verir
Zikri bin lezzet-i bûs-ı leb-i cânâne halel
Kâzım Paşa
ney-şeker-i kilk-i ter: Yeni kalemin şeker kamışı.
Sonra alıp elime ney-şeker-i kilk-i teri
Olayım vasf-ı cihân-dâver ile şîrîn-kâm
Nedim
ney-zen, nây-zen: Ney çalan.
Çalma öyle düdüğü
Mevlânâ
Ki dene adına ney-zen molla
Sünbülzade Vehbi
Ney-zen bezmde mutribe hem-vâre geç bakar
Bilmem miyânlarında nedir bu münâfese
Nedim ney-zen-i kec-nigeh: Eğri bakışlı neyzen.
Etme mecmûaya tevcîh-i nazar gül var iken
Ney-zen-i kec-nigehi dinleme bülbül var iken
Nâbî
nâz: Far. Şive, işve, eda.
Mest-i nâzım kim büyüttü böyle bî-pervâ seni
Kim yetiştirdi bu gûne servden bâlâ seni
Nedim
Tegâfül eyledi gittikçe âh-ı bî-hicâbımdan
Eser hep hâb-ı nâz olmakta âvâz-ı zebânımdan
Rızayi
Bütün
İstanbul’un ağzında gezen elleriniz
Bize nâz etmese olmaz mı, efendim ?
Veriniz
Mehmet Akif
nâz-ı etibbâ: Tabiplerin nazı.
Rencûr-ı aşka kayd-ı müdârâ da bir maraz
Cân-ı alîle nâz-ı etıbbâ da bir maraz
Sâbit
nâz-ı melek-hande: Melek gülüşlü naz.
Gül-şen-serây-i vahdete mir’ât-ı lem’a-bâr
Agûş-ı nâz nâz-ı melek-hande bir bahâr
Kemalzâde Ekrem Bey
nâz-ı nâzenînân: Nazlıların nazı.
Bülbül-i şûrîde-dil kıldı niyâz-ı âşıkân
Gonce-igannâcı nâz-ı nâzeninân eyledi
Bâkı
nâz-âşinâ: Naz bilen.
Varmaz mı hâk-ipâyine dek cûy-ı Arzû
Çün gördü serv kaddini nâz-âşinâ imiş
Faruk K. Timurtaş
nâz-perver: Nazlı, naz eden.
Her hayâlim bir arûs-ı naz-perverdir benim
Kim bu âlemden değil esbâb-ı zîb ü zîrneri
Nef’î
nâz-perverd: Naz içinde büyütülmüş.
Ve lîk hissolunur kim o naz-perverdin
Derûnu içre bir endîşe vü bir âteş var
Nedim
nâz ü naîm: Şımarıklık ve bolluk içinde yaşayış.
Bir durdukça bulur kevkebe-i rûz-efzûn
Biri gittikçe olur muğtenim-i nâz ü naîm
Nef’î
nâz ü niyâz: Naz ve niyaz.
Ne ben niyâz eder oldum ona, ne ol bana nâz
Havâya münkalib oldu arada nâz ü niyâz
Şeyhülislam Yahya
nazâir: bk. nazar. nâzân: Far. Nazlanan, nazlı.
Bu kâinât-ı nefâisde bir ketîbe-i nâz
Birer bedîa-i hulyâ-nüvâz u his-engîz. kadd ü kâmet-i nâzanla her zemân mümtâz
Birer hayâl-igirizan-ı şi’r ü handesiniz
Faik
Âli Bey
Ufuktan her bulut oldukçaperrân
Sarar her kabri bir âgûş-ı nâzan
Kemalzâde Ekrem Bey
nazar: Ar. 1. Bir şeye bakma. 2. Bakma, bakış. 3. Düşünme. 4. İltifat. 5. Yan bakış. c. enzâr.
Hâline ayn-ı inâyetle nigâh eyler isen
Göz açıp ede nazar nite ki ahber sünbül
Bâkî
Sûretd doğrulara fâik olur kec-nigehân
Nazar et tavrına, fevkinde minârın, alemin
Edhem (İbrahim Efendi)
Nazar etsen yer ü gök dûzah u cennet sende
Arş u kürsî-i melek sendedir elbet sende
Şeyh Galip
Tehî görme kimseyi hîç kimsene boş değil
Eksikliğ ile nazar erenlere hoş değil
Yunus Emre
nazar-ı ârifân: Ariflerin nazarı.
Nazar-ı ârifânda yeksândır
Düşmen-i marifetle düşmen-ı Hak
Muallim Naci
nazar-ı âşık: Âşıkın bakışı.
Hattın nazar-ı âşıka elbette girândır
Kıldan ağır ey şûh terâzû-yı mahabbet
Nedim
nazar-ı dânâ: Bilgin bakış.
Bu kühen dâr-ı şifânın nazar-ı dânâya
Çarh-ı atlas dediğin köhne firâşıgörünür
Nâilî
nazar-ı fakîr: Fakirin bakışı.
Nazar-ı fakîre kıl ey pâdişâh hüsn ü cemâl
Ki devlet-i ezelî hüsn-i i’tibârındır
Ahmet Paşa
nazar-ı gayz: Kin bakışı.
Dikmiş nazar-ı gayzını, bî-havf ü mübâlât
Eylerdi bu boş âleme îrâd-ı makâlât
Tevfık Fikret
nazar-ı ihsân: İhsan bakışı.
Nâvek-i gamze diriğ eyleme âşıklardan
Kesme erbâb-ı vefâdan nazar-ı ihsdnın
Fuzûlî nazar-ı nergis-i fettân: Fitneci gözün bakışı.
Kurtarmağa yağmâ-yı gamından dil ü cânı
Sa’yim nazar-ı nergis-i fettânın içindir
Fuzûlî
nazar-ı terbiyet: Terbiye edici bakış.
Değse hâşâk-i hakîre nazar-ı terbiyeti
Kâbe
Kavseyn’e olur kadr ü meziyyetle hadeng
Ziyâ Paşa
nazar-ı vifâk-ı ahibbâ: Dostların münasip bakışı.
Nazar-ı ‘vifâk-ı ahibbâda
Nâilî
yoksa
Nifâk-ı bed-güherân-ı cesûru neylerler
Nâilî
nazariyye: Teori. c. nazariyyât.
nazariyyât: Nazariyeler.
Nazariyyâta boğulmakla geçen ömre yazık
Amelî kıymetidir kıymeti ilmin artık
Mehmet Akif
nazar-bâz: Bakan, seyreden.
Ayîne-ı Hak’tır ruhun ey mâh-ı füsûn-sâz
Bu yüzden ona şifte uşşâk-ı nazar-bâz
Lamiî Çelebi
nazar-endâz: Bakan, atf-ı nazar eden.
Nazar-enddz olan âyîn-i ulviyyetine
Doyamaz câzibe-i cûşiş-i hürriyyetine
Kemalzâde Ekrem Bey
nazar-gâh, nazar-geh: Bakılan, bakılacak yer.
Her yerde ki bildi bir nazar-gâh
Varıp ona oldu hâk-i der-gâh
Fuzûlî
Revân-ı pâkine olmuş ayân sipibr-i ezel
Nazar-gehinde açılmış cihân-ı müstakbel
Faik
Âli Bey
nazar-rübâ: Nazar kapıcı. mec. güzel, dilber.
Evinde nâ-mütenâhî nazar-rübâ safahât
Enîn-i rûhunu bir türlü etmiyor iskât
Mehmet Akif
enzâr: Nazar’lar.
Nâz ile edince bezme reftâr
Lagzîde olurdu pây-ı enzar
Nâbî
nâzır: 1. Bakan, nazar eden, nezaret eden. 2. esk.
Vekil, bakan. 3. Bir yüzü bir tarafa olan. c. nuzzâr.
Sırr-ı kitâb-ı kevne ibretle nâzır olsan
Bî-gdnede yok ammâ hep âşinâ değildir
Nâbî
Şehlâ gözü gözetmeyeli oldu dil harâb
Vay ol imâretin ki alîl ola nâzırı
Hüdai (Müezzin Hüdai-ı Atik)
Nâzır olsan ona âyîne misâl
Görünür ârız-ı lutf-ı müteâl
Hakanî
nuzzâr: Bakanlar, görenler.
Bî-râh-ı teng ü târ ele girmez fezA-yı nûr
Rûşen eder bu ma’nîyi nuzzâra dûr-bîn
Nâbî
nazîr: Benzer, eş, örnek, mânend. c. nazâir.
Gül-zarı feyz-i nâmiye encüm nazîr edip
Döndü nihâl ile şecer şu’le-bâra gel
Nâilî
Nigâh-ı mestinizi ref edin semâvata
Nazîr olur mu bak ın âfitâb hüsnünüze
Abdülhak Hâmit
nazîr-i ma’dûm: Yok olan gibi. Beynim yanıyor, bu bence ma’lûm
Mechûle derim; nazîr-i ma’dûm
Tokadizâde Şekip Bey
nazîre: Bir şairin şiirine benzer olmak üzere aynı vezin ve kafiyede söylenilen manzume. c. nazâir.
Engüşt-i hatâ uzatma öyle
Beş beytine bir nazîre söyle
Şeyh Galip
Eyledin lutf ile bir böyle kasîde teklîf
Ki nazîre diyemez bir yere gelse şuarâ
Nef’î
Gökten nazîre indi
Sihâm-ı KazA’sına
Nef’î
diliyle uğradı
Hakk’ın belâsına

nazîre-i gerdûn: Feleğin naziresi.
Nedir o kasr-ı muallâ kenâr-ı deryMda
Ki aks-i kubbesi olmuş nazîre-i gerdûn
Nef’î
nazîre-i mün’adim: Yok olan nazire.
Mes’ûda nazîre-i mün’adimdir
Eşarı cevâmiü’l-kelîmdir
Ziyâ Paşa
nazra, nazre: Bir tek bakış.
Manzûr oluyor bir yerden âfâk
Her nazrede nûrdan da parlak
Abdülhak Hâmit
nazra-i çemen-zâr: Çemenlik yere bir bakış.
Fasl-ı bahâr geldi seyreyle lâle-zarı
Gül-zârı et temâşâ kıl nazra-i çemen-zar
Ziyâ Paşa
nazra-i mahmûr-i semâvî: Semavi mahmur bakış
Ey nazra-i mahmûr-i semâvî
Zulmetlere mahûfolamazsın
Tevfık Fikret
nazra-i şehvet: Bir anlık şehvet bakışı.
Heves-kârân eder ruhsâr-ı yâre nazra-i şehvet
Cenâbet şüst ü şûsu için döker dîde-i terden
Nâbî
nazre-i dîdâr: Sevgilinin tek bakışı.
Kanâat eylemezken nazre-i dîdârına evvel
Değil mektûba şimdi bir selâma hasret oldum ben

nazre-gâh: Bir tek bakış yeri.
nazre-gâh-ı hayret: Şaşkınlığın tek bakış
yeri.
Nazre-gâh-ı hayretimde dîn ü dünyâ bî-nişân
Alem-i mahviyetimde küfr ü îmân nM-bedîd
Namık Kemâl
nazre-girîz: Tek bakış kaçırma.
Bak şu zulmette çehre-i kamere
Reng-i mevtâ kadar bükâ-engîz
Gizlenir hüzn ile sehâbelere
mükeffen hayâl-i nazre-girîz
Hüseyin Sîret
nâzekî: Far. incelik, nâziklik. (aslı nâzü-
kî’dir.)
Şûh-ıgül çehre-i pejmürde kazadır ma’nâ
Eğer olmazsa karîn nâzikî-i ta’bîre
Nâbî
nâzende: Far. Nazlanan, nazlanıcı.
Cihân ârâyiş-i ezbâr-ı gül-zar ile nâzende
Zemîn feyz-i letâfetle sipihre imtinân üzre
Nef’î
Değil kâbusun artık, devr-i devlet intibâbındır
Gel ey nâzende hürriyet ki cânlar ferş-i râhındır
Mehmet Akif
Bekliyordum ki senin müşfik ü nâzende elin
Benim isyân-ı firârânıma zencîr ursun
Doktor Abdullah Cevdet
nâzende-i cihân: Cihanın nazlanıcısı.
Nedir bu renciş-i bî-mûcib-i pey-ender-pey
Dirîğ bizden o nâzende-i cihân geçiyor
Râmi
Mehmet Paşa
nâzende-hırâm: Nazlı yürüyüşlü.
Kameti olsa dahi hoş-endâm
Hani reftâr ile nâzendehırâm
Enderunlu Fazıl nâzenîn: Far. 1. Cilveli, oynak. 2. Çok nazlı yetiştirilmiş, şımarık. 3. İnce yapılı, narin.
Dest-i berhem-zen olursan ne kadar şiddet ile
Kâmet-i nâzenîne etmez yine teklîf-i kıyâm
Nâbî
Bilen hdk-ı Stanbul’dur rüsûm-ı şîve vü nâzı
Kenârın dil-beri nâzik de olsa nâzenîn olmaz
Nâbî
Gerer beyâz kuğular nâzenîn boyunlarını
Füsûn-ı nevm ile görmez bu âteşîn ravza
Yahya Kemal
nâzım: bk. nazm.
nâzır: bk. nazar. nâzik, nâzük: Far. 1. İnce.
2. Terbiyeli, saygılı. 3. Güzel, zarif.
Ammâ yine bir söz ne kadar nâzik olursa
Dahli ona erbâb-ı hased ol kadar eyler
Nef’î
Boydan hoş, renkten pâkîzedir nâzik tenin
Beslemiş koynunda gûyâ kim gül-i ra’nâ seni
Nedim
Hudâ gûyâ ki cism-i nâzikin bir resme halketmiş
Katıp bûy-ı gülü reng-i şarâba erguvân üzre
Nedim
nâzik-meyân: Nazik bel.
Tîr-i müjen atma bana etti bedenden hep güzer
Nâzik-miyânım tâzesin eyle figânımdan hazer
Fârisî (Sultan II. Osman)
nâzik-tab’: Nazik huylu.
Def’ eder seng-âsyâ gibi girânın sıkletin
Ab nâzik-taKdır ammâ ki çokgayretlidir
Nâbı
nâzik-tabîat: İnce düşünceli.
Değildir tdze-gû ydrdna pey-rev
Nâilî
ammâ
Yine inkâr olunmaz şâir-i nâzik-tabîattir
Nâilî
nâzik-ter: Fazla nazik.
âfetin kadd-i nâzik-terine sarf edelim
Ne mertebe sühân-ı nâzikânemiz var ise
Nâbî
nâzik-terîn: Pek nazik, çok zarif ve latif olan.
Görmemişti hacle-gâh-ı ma’rifet görmez yine
Bikr-i fikrim gibi bir dûşîze-i nâzik-terin
Üsküdarlı Hakkı Bey
nâzil: bk. nüzûl.
nazîm: bk. nazm.
nazîr: bk. nazar. nazîre: bk. nazar. nâziş: Far. Naz, işve.
Ey bihişt etmedesin dûzaha nâziş ammâ
Gâlibâ senden onun tâlibi bisyârcadır
Nâbî
Çîn-i ebrûdan hemân maksad nâziştir bize
Yoksa bilmez mi itâ etmek nüvâziştir bize
Nedim
nazm: Ar. 1. Dizme. 2. mevzun, vezinli söz veya yazı.
Sâfdır âb-ı revân gibi o denlü nazmım
Ki yazarken kalem çâbük ü zîbende hırâm
Nef’î
Nazmımızla ne ola kılsak gamı şevka tebdîl
Zehri ey Nef’î biz efsûn ile tiryâk ederiz
Nef’î
Ben eyler iken bu nazmı tezyîn
Rencûr idi cism ü cângam-âgîn
Abdülhak Hâmit
nazm-ı bülend: Yüce nazım.
Yine bu nazm-ı bülend ile Nedîm ümmîdin
Zîver-ı silk-i emeldir dürr-i manzûmgibi
Nedim
nazm-ı dil-âviz: Cazip bir nazım.
Ya nazm-ı dil-ârizle bir cûy-i müselsel
Ya ma’nî-i rengînle bir lâle-sitândır
Nef’î
nazm-ı dünyâ: Dünya nazmı.
Nazm-ı dünyâ sebeb-i saltanat-ı âdildir
Adel-i halkını
Hak nâzım-ı eşyâ eyler
Fuzûlî
nazm-ı eşhâs: Şahısların nazmı.
Nazm-ı eşhâsa kıyâs eyleme
Bâkî şi’rin
Ola mı her girye-i huşke berâber sünbül
Bâkî
nazm-ı garrâ: Parlak nazım.
Şi’r-ı Bâkî seb’a-i iklîme oldukça revân
Okunursa yeridir bu nazm-ı garrâ semt semt
Bâkî
nazm-ı güzîn: Seçkin nazım.
Ol nazm-ı güzîn durur ser
M-ser
Ateş-kedede misâl-i abker
Ziyâ Paşa
nazm-ı Hayâlî
: Hayali’nin nazmı.
Ey nazm-ı Hayâlî gibi rengîn söze tâlib
Her ma’nî-i hâsın mesel-âmîz söz olsun
Hayâlî Bey
nazm-ı kudemâ: Eski nazım sahipleri.
Nazm-ı kudemâ vü fenn ü târîh
Gül-nahl-i fasâhata bün ü bîb
Ziyâ Paşa
nazm-ı Kur’ân: Kur’an nazmı.
Nazm-ı Kur’an gibi ey encüm-i rahşân-ı hüdâ
Sizi üstâd-ı felek etmedi tanzîr henûz
Muallim Naci
nazm-ı milk: Ülke nazmı.
Ehl-i hükme tâ ebed ef’âli destûrü’l-amel
Nazm-ı milke vaz’-ı kânûnı esaspdyiddr
Fuzûlî
nazm-ı neşât-efzâ: Sevinç arttıran nazım.
Ne dâniş etti tahsîl
Sebkatî tab’-ı seher-pîşen
Ki her nazm-ı neşât-efzayı sen şâh-âne söylersin
Sebkatî (Sultan I. Mahmut)
nazm-ı Türkî: Türkçe nazım.
Câme-i gayrı bozup entari yapmak gibidir
Nazm-ı Türkî’ye çevirmek
Acem’in güftârın
Nâbî
nazm u nesr: Nazım ve nesir.
Kim şimdi nazm u nesre eder
Vâsıf i’tibâr
İnşâ vü şi’re rağbet o da bir zemân imiş
Enderunlu Vâsıf
nazm-gûyân: Nazm-gû’lar, manzum yazanlar, söyleyenler.
Bâkî’ye gelince nazm-gûyân
Oldu kudemâ-yı ehl-i irfân
Andan
Nâbî’ye dek evâsıt
Eş’âr henüz değildi sdkıt
Ziya Paşa
(andan: orada)
nâzım: 1. Nazm eden, dizen, tertibe koyan, sıralayıp nizam veren. 2. Şiir söyleyen, şair. c. nâzımîn.
Ey silsile-i vücûda nâzım
Rezzak-ı erâzil ü edzım
Fuzûlî
nâzım-ı dîn ü devlet: Din ve devletin düzenleyicisi.
Hem odur nâzım-ı dîn ü devlet
Buldu vaktinde cihân emniyyet
Sünbülzade Vehbi
nâzım-ı eşyâ: Eşyanın düzenleyicisi.
Nazm-ı dünyâ sebeb-i saltanat-ı âdildir
Adel-i halkını
Hak nâzım-ı eşyâ eyler
Fuzûlî nâzım-ı silsile-i emn ü emân: Korkusuzluk ve eminlik silsilesinin nâzımı.
Rafi’-i râyet-i dîn ü îmân
Nâzım-ı silsile-i emn ü emdn
Hakanî
nazîm: Sıra sıra, dizi dizi olan şey.
Aferîn ol sühan-ârâ-yı
Nizâmî taba
Ki ola fikri bu gûne dürr-i i’caz-ı nazm
Nef’î
nazm-gûyân: (Ljö®.
bk. nazm.
nâz-perver: bk. nâz.
nâz-perverd: bk. nâz.
nazra: bk. nazar. nâzük: bk. nâzik.
neam: Ar. e. Evet, pek güzel, hay hay, öyledir. 2. Deve, öküz gibi dört ayaklı hayvan (. c. en’âm).
Sun’-ı Hak âzade-i lâ vü neamdır, hoşça bak, Gördüğün noksan senin çeşm-igalat-bînindedir
Âgâh
Osman Paşa
(Trabzonlu)
Dediler cümle-i âfâk-ı mübârek bâdâ Allahül-hamd
Hudâ eyledi itmâm-ı neam
Nâbî
nebâhat: Ar. Güzellik.
Benim ol husrev-i evreng-i nebâgat ki eder
Düşmenân-ı hüneri tîğ-i zebânım tersdn
Şinasi nebât: Ar. Yerden biten her çeşit ot, sebze, çalı ve ağaç. c. nebâtât.
Hep akîm ola mevâlîd-i selâs-i âlem
Ne nebât ola ne ma’den ne de hayvân olsun
Enderunlu Fazıl
En kısır toprak doğurmuş, emzirir bir çok nebât
Fışkırır bir damlacık ottan, tutup sıksan hayât
Mehmet Akif
nebât-rîz: Bitki saçan.
Bulmuş hayât-ı tâze şeker-hand şükrden
Olmuş nebât-rîz nebâtın dehenleri
Nâbî
nebâtî, nebâtiyye: Bitki ile ilgili, bitki cinsinden.
Olsa eltâfinla ger nefs-i nebâtî şehd-kâm
İktibâs eylerdi hanzal lezzet-i gül-şekkeri
Nedim
nebâtât: Nebât’lar.
Sükker dökerdi bâğa mükerrer şitâda berf
Ebr-i bahâr geldi pür etti nebâtât ile Bâkî
Nâbît: Yerden biten, neşv ü nema bulan.
Mânend-i şecer
Nâbît olur sâbit olanlar
Her hangi işin ehli isen onda devâm et
Ziyâ Paşa
Edersin müştail toprakta nârı
Kılarsın
Nâbît âb içregiydhı
Recaizade Ekrem
Mânend-i şecer
Nâbît olur sâbit olanlar
Her hangi işin ehli isen onda devâm et

nebâtât: bk. nebât.
nebâtî: bk. nebât.
nebbâş: Ar. Nebş’ten; mezar soyucu. kefen soyucu.
Harem-ı KA’be’de de halkı soyarsın hâcı
Söyle nebbâşa nedir fâidesi ihrdmın
Sâbit
neberd: bk. neverd.
nebî: Ar. Nübüvvet’ten; peygamber, Allah tarafından kullara hükümleri tebliğ eden şerefli kişi. c. enbiyâ.
Heybet-i debdebe-i kûs-ı Nebî
Kesti ırk-ı neseb-ı Bû
Leheb’i
Hakanî
nebî-i Arabî: Arap’tan olan nebî. nebî-ı Arabî kim hâs ü hâşâk deridir
Taht ü tâc-ı haşem ü kevkebe-ı Kayser-ı Rûm
Yenişehirli Avni
nebevî, nebeviyye: Peygambere mensup, onunla ilgili. (Hz. Muhammed)
Cümle a’zA-yı şerîf-i nebevî
Biri birinden idi tünd ü kavî
Hakanî
nübüvvet: Nebilik, peygamberlik.
Olalı taht-ı nübüvvette mukîm
Cilve-gâhıydı onun arş-ı azîm
Hakanî
Mibr-i eflâk-ı nübüvvet, mâh-ı burc-ı asfiyâ
Ahmed-ı Mürsel ki âlem na’tın eyler rûz u şeb
Fehim (Hoca Süleyman)
Kılmak için tâze gül-zâr nübüvvet revnakın
Mu’cizinden eylemiş izbâr seng-i hâre su
Fuzûlî
Olalı taht-ı nübüvvette mukîm
Cilve-gâhıydı onun arş-ı azîm
Hakanî
enbiyâ: Nebiler.
Cibrîl var haber ver
Sultân-ı enbiyâya
Düştü
Hüseyn atından sahrâ-yı
Kerbelâ’ya
Kâzım Paşa
Sakın pM-mâl-i akdâmı mezellet eyleme hâki
Vücûd-ı enbiyâ vü evliyâdan arta kalmıştır
Cûdî
necâbet: Ar. Soyluluk, soy temizliği.
Bed asla necâbet mi verir hîç üniforma
Zer-dûz palan vursan eşek yine eşekdir
Ziya Paşa
necât: Ar. 1. Kurtulma, halas olma.
Selamet, kurtuluş.
Cismi lerzân edince bâr-ı hayât
Mahv olurken ümîd-i sabr u necât

Küfr ü îmân neydügün fehm eylemez yoktur necât
Fdsıkın kalbinde her dem
İblîs’in iğvâsı var
Ümmî Sinan
neccâr: Ar. Necr’den; 1. Dülger. 2. Marangoz.
Yıkar bir günde neccâr ettiği bünyâdı bir yılda
Gücü ta’mîr-i dildir sehldir hâtır-şikenlikler
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
Rızâ dîvânının tab’ıyla revnak geldi âfâka
Basıldıpenç defter na’t u nutkı ibn-i neccârın
Şeyh Zâik
necd: Ar. 1. Yüksek yer. 2. Yiğitlik hâli.
Gamlılık. 4. Yol. 5. Arap yarımadasının orta bölgesi.
Ümmî idi gerçi kıldı kendi
Aciz-ı bülegM-yı necd ü kendi

Necd dağının sibâHna çekermiş hûn-ı dil
Kâsesinden çeşminin
Mecnûn-ı bî-pervâya bak
Hayâlî Bey
necdet: Ar. Kahramanlık, yiğitlik, gözüpeklilik.
Gösterdiğim iktidâr ü necdet
Etmişti bütün cibânı hayrdn
Namık Kemâl
necef: Ar. Kûfe civarında
Hz. Ali’nin türbesinin bulunduğu yer.
Edebiyatta
Hz. Ali için kullanılır.
Bağdad sadeftir güheri dürr-ı Necef’tir
Yanında onun dürr ü güher seng ü hazeftir
Bağdatlı Ruhi
Çün düştü aks-i gamzesi mânend-ı Zülfekâr
Mahv oldu gitti bahr-ı Necef gibi cû-yı dil
Faizî (Kafzade Abdülhay Çelebi)
necîb, necîbe: Ar. Necâbet’ten; soylu, asil.
Hani milletlere meydân okuyan kavm-i necîb
Görmedim bir kişi tek bir kişi meydânda.
Garîb
Mehmet Akif
Bir nezâket leb-i hitâbında
Tekellümâtına bir nükhet-i necîbe verir
Tevfik Fikret
Necîbi derd-mend: Dertli
Necip
Necîbi derd-mend kem-ter kuludur bâb-ı lutfunda
Kerem kılmak kadîmi ona lutf-ı hûyudur ancak
Necip (Sultan III. Ahmet)
necl: Ar. Oğul, evlat.
necl-i asîl: Asil evlat.
Ona bir necl-i asîl etti kerem-ı Rabb-ı Celîl
Kıldı gül-deste ile san onu tayyib-i hâtır
behçet
necl-i bülend: Uzun boylu evlat.
Amid o şehr-i nûr öğünsün ile’l-ebed
Fazl ü fazîletiyle bu necl-i bülendinin
Yahya Kemal
necl-i pâk: Temiz evlat.
Olmuş
Cenâb
Şükrü bir necl-ipâke nâil
Rabb-i şekûr kılsın ikbâl ile muammer
Muallim Naci
necm: Ar. Yıldız. c. nücûm.
Ber-murâd olmayıcak ben yere geçsin âlem
Necm ü mihr ü mehi olsun eser-pâ-yı adem
Akif Paşa
Kesret-i reng-i mezahir mâni’-i vahdet değil
Sad hezârân necm olur ammâ ki mâh olmaz iki
Namık Kemâl
necm-i baht: Talih yıldızı.
Necm-i bahtın rûzgâra yâdigâr-ı âsümân
Hâk-ipâyin çeşm-i çarha ber-güzâr-ı rûzigâr
Akif Paşa
necm-i gîsû-dâr: Kuyruklu yıldız.
Uzaktan seyr edip de ehl-i sa’yi etme istisgâr
Küçüktür sanma zîrâ necm-i gîsû-dâr âlîdir
Muallim Naci
necm-i hidâyet: Hidayet yıldızı.
Gün gibi tulû’ etti bu şeb necm-i hidâyet Îd etti şeb-ı Kadr’e erip ehl-i velâyet
Şeyhülislam Yahya
necm-i pür-nûr: Işık dolu yıldız.
Nedir gurûbuna bâis şu necm-i pür-nûrun
Değer mi tâbına?.
Hâşâ!. çeşm-i mabmûrun?
Recaizade Ekrem
necm-i rehâ-kâr: Kurtarıcı yıldız. rîg-istâna batmış, çalkalanan seyyâh-ı âvâre
Nasıl müştâk ise bir nûra, bir necm-i rehâ-kâre
Mehmet Akif
necm-i seher: Sabah yıldızı.
Şeb mahv olur hemîşe ki necm-i seher doğar
Encâm-ı inhizâmda mihr-i zafer doğar
Rahmî
necm-i Sühâ: Süha yıldızı.
Mâhiyyeti ma’lûm olan eşhâs-ı erâzil
Bâlâ-ter idi mertebede necm-ı Sühâ’dan
Nâilî
necm-i târ: Karanlık yıldız.
Cânıma sibr etti necm-i târı âlemsûz-i aşk
Cenap Şahabeddin
nücûm: Necm’ler, yıldızlar.
Nücûm birle felek bîşe-zar-ı kadrinde
Peleng-i sayd-figendir hilâl ona çengâl
Hayalı Bey
Olmuşuz bir hîle-perdâzın esîr-i mekri kim
Sufra-i eflâkten nân-ı nücûmu çaldırır
Nâbî
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü
Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Mehmet Akif
nücûm-ı bî-meh: Aysız yıldızlar.
Olup numûne-ipervânegângüm-şüdeşem’
Nücûm-ı bî-mehe dönmüştü asker-ı Mansûr
Nâbî
nücûm-ı çarh: Feleğin yıldızları.
Niçe kim bu nücûm-ı çarh üşüp pervâneler gibi
Alalar ortaya her şeb çerâg-ı mâh-ı tâbânı
Hayâlî Bey
nücûm-ı felek: Gök yıldızları.
Eğer nücûm-ı felek sad-i ekber olsa tamâm
Verilse hem dahi her rûza revnak-ı aydd
Nef’î
nücûm-ı nâ-mütenâhî: Sonsuz yıldızlar.
Nücûm-ı nâ-mütenâhî bütün çalışmakta
Sükûn-ı tasavvuru kâbil mi bu’d-ı mutlakda
Mehmet Akif
nücûm-ı sâbit ü seyyâre: Dolaşan ve sabit yıldızlar.
Zemîn-i bisât-ı kadr-i çarh hayme-i azamet
Nücûm-ı sâbit ü seyyâre meş’al-i kudret
Nâbî
nedâmet: () bk. nedem.
nedân: Far. “Bilmez, bilmeyen” anlamına gelen birleşik kelimeler yapar. muhabbet-nedân: Muhabbet bilmez.
PM-mdl-i esb-i nahveti olmuş bir âfetin
Bir tıfl-ı nev-süvâr-ı muhabbet-nedân iken
Sünbülzade Vehbi
nedem: Ar. Pişman olma, pişmanlık, nedamet.
Nigârâ sensiz olan dem ne demdir
Dem-i derd ü gam u vakt-i nedemdir
Nizamî
Doğar elemle, geçer derd ile, ölür gamla
Bilinse âh nedemdir safâsı insdnın
Ziyâ Paşa
Bilmez misin ki câlib-i ta’zîm olur kerem
Efal-i zalim-âneyi ta’kîb eder nedem
Muallim Naci
nedâmet: Pişmanlık, pişman olma.
Lûtf ile hâsid-i bed-hâha nedâmet gelmez
Telh olan mîveye şekkerle halâvet gelmez
Nâbî
Tarîk-ı isyâna esîriz bize çâre
Ey âh-ı seher-gâh nedâmet sana kaldı
Nâbî
Nedâmettir kusûrundan hicâb eylerse bir âdem
Salâh-ı nefse isti’dâdına
Aid beşdrettir
İsmail Safa
nedâmet-geh: Pişmanlık yeri.
Bir nedâmet-gehtir el-hakk sûk-ı âlem âkıbet
Müşteri vü bâyi’in eyvâhtır ser-mâyesi

nâdim: Pişman olan, nedamet duyan. c. nâdimân.
Sönüp gitmiş ocaklar yükselir gûyâ gubârından
Giren bir kerre nâdimdir hayât-ı müsteârından
Mehmet Akif
Muhtasar her ne amel eyledim oldum nâdim
Hırs kıldı beni her nM-kes-i dûne hddim
Âşık
Nedîm, nedîm: Ar. Nedm’den; 1. Sohbet ve içki arkadaşı, meclis arkadaşı. 2. Eskiden büyükleri fıkra ve hikâyelerle eğlendiren. 3. Güzel konuşan, hikâye anlatan. 4. XVII. yüzyıl şairlerinden olan
Nedim. c. nüdemâ.
Saâdet ile nedîm olalı peder hâne
Ne mercimek görür oldu gözüm ne tarhâne
Nef’î
Nigârım dil-berim yârim nedîmim mûnisim cânım
Refîkim hem-demim ömrüm revânım derde dermânım
Nesimi
nedîm-i dâhil: Giren sohbet arkadaşı.
Meclislerine nedîm-i dâhil
Olmuş idi zümre-i efdzıl

Nedîm-i dil-şüde-i bî-karâr: Kararsız âşık
Nedim.
Henüz neş’esini görmeden humâr çeker
Nedîm-i dil-şüde-i bî-kararı benden sor
Nedim
nedîm-i ismet: Namuslu sohbet arkadaşı.
Tal’atin meş’ale-efrûz-ı harîm-i ismet
Nigehin bezm-i tegâfülde nedîm-i ismet
Nâilî
nedîm-i meclis-i zühhâd: Zahitler meclisinin sohbet arkadaşı.
Ne deyre eder oldu ne hânka: ha henüz
Nedîm-i meclis-i zühhMd gördüğün gönlüm
Nazîm (Yahya)
nedîm-i şâh: Sultanın sohbet arkadaşı.
Hayâlin hem-demi yaşım düşüp ruhsâra yasdanmış
Nedîm-i şâhtır kim bâliş-i zer-kâra yasdanmış
Hayâlî Bey
nedîm-i zâr: İnleyen
Nedim.
Nedîm-i zârı bir kâfir esîr etmiş işitmiştim
Sen ol cellâd-ı dîn ol düşmen-i îmân mısın kâfir
Nedim
nedîme: 1. Kadın Nedim. 2. Zengin ve itibarlı kadının arkadaşı.
nedîme-i heyecân: Heyecan arkadaşı.
Ey nedîme-i heyecân
Sen ağla; ben de bütün sûzişimlegirye-efşân
Tevfik Fikret
nedret; Ar. Nadir olma, az bulunma, azlık.
Nedretin şundan olur ki ma’lûm
Yerde de gökte de mislin madûm
Abdülhak Hâmit
Alemde akıllı kişinin nedreti vardır
En âkıl-ı nâsın yine bir cinneti vardır
Haydar (Ali)
Ammâ dedigim sühan sühandır
Nedrette çü dürr-i bî-semendir
Ziyâ Paşa
nâdir: Seyrek, az, ender bulunur (şey). c. nevâdir, nâdirât.
Nâdir bulunur tıynet-i kâmilde kusûr
Kem-mâyeden eyler ne ki eylerse zuhûr
Ziyâ Paşa
nâdire: Nadir olan, benzeri az olan şey.
Nâzdan çeşmini hâmûş gören her müjesin
Tercümân nigeh nâdire perdâz sanır
Nâilî
nâdire-i nükte-dân: Nükte bilen ender şey.
Ah o bedîü’l-cemâl sâhib-i kalb ü zekâ
Ah o feyz-ı Hudâ nâdire-i nükte-dân
Kemalzâde Ekrem Bey
nâdire-dân: Bilgili, ince, nazik.
Olma müteaccib ey dil-i nâdire-dân
Gördünse dil-i çenârda sûz-i nihdn
Nâbî
nâdire-gû, nâdire-senc: Nükteli, espirili söz söyleyen.
Hâsılı şimdi benim nâdire-senc âlemde
Eder ikrâr buna kâmil olan izânı
Nef’î
nâdire-gûyân: Nadir olan şeyler.
nâdire-gûyân-ı dehr: Dünyanın nadir olan şeyleri.
Elinde hâmesi biryâr-i nükte-dândır kim
Yanında nâdire-gûyân-ı dehr olur ebkem
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
nâdire-perdâz: Güzel ve ince söz söyleyen.
Nâzdan çeşmini hâmûş gören her müjesin
Tercemân-ı nigeh-i nâdire-perdâz sanır
Nâilî
nâdire-perdâz-ı beyân: Açıklayıcı güzel söz söyleyen.
Ol nâdire-perdâz-ı beyânım ki kalemim
Darbü’l-mesel-i nükte-şinâsân-ı cihândır
Nef’î
nâdire-perdâz-ı mahabbet: Sevginin güzel sözleri.
Kim söyleşir ol çeşm-i füsûn-sâz ile zîrâ
Her bir müje bir nâdire-perdâz-ı mahabbet
Nef’î
nâdire-perdâz-ı belîğ: Belagatlı güzel söz söyleyen.
Ol nâdire-perdâz-ı belîğim ki kelâmım
Darbü’l-mesel-i nükte-şinâsân-ı cihândır
Nef’î
nâdire-perver: Ender terbiye edici.
Hakka benim o nâdire-perver ki her sözüm
Bir tuhfegibi elden ele ermagân olur
Nef’î
nâdire-senc: Güzel fıkralar anlatan, nükteli söz söyleyen; zarif kimse.
Hâsıl şimdi benim nâdire-senc âlemde
Eder ikrâr buna kâmil olan izan
Nef’î
nâdire-senc-i âlem: Âlemin nüktecisi.
Hâsılı şimdi benim nâdire-senc-i âlem
Eder ikrâr buna kâmil olan izanı
Nef’î
nâdire-sencân: Nükteli söz söyleyen kimseler.
Köhne resmi kalemi
Veysîi sibr-ârâdır
Tâze tarz-ı sühanı nâdire-sencân-ı Acem
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
nef: Ar. Menfaat, fayda, kâr.
Çünkim zararında gördüler nef
Azm eylediler ki edeler df
Fuzûlî
Derdin oldukça devâ olHâlık’ından iste kim
Nef’i yoktur sana halkın kıldığı tîmârinun
Kemal Ümmî
nef’-i küfr: Küfrün faydası.
Darr ü nef’-i küfr ü dîn âhir olur
Aid sana
Sâniâlem ganîdir küfr ü dîninden senin
Muallim Naci
nef’-i menâsıb: Pâyelerin, mansıbların faydası.
Yirmi dört senedir kim kulun tarîka girip Ümîd-i nef’-i menâsıbla bâd-peymâdır
Beliğ
nef’-i şahsî: Şahsi fayda.
İhtirâsât-ı husûsiyyeyi söyletmeyerek
Nef’-i şahsîyi umûmunkine kurbân etmek
Mehmet Akif
nefâis: bk. nefîs.
nefâz: Ar. Nefz’den; 1. Nüfuz etme, bir taraftan öbür tarafa geçme. 2. Sözü geçme.
nefâz-ı hükm: Hükmünün geçmesi.
Nefâz-ı hükmü o gâyette kim murâd etse
Kemâl-i hüsn-i irâdetle ülfet-ı ezdMd
Nef’î
nâfiz: Nüfûz eden, geçen, işleyip tesir eden.
Tıfl-âne sohbetindeki ciddiyet-i edâ
Çeşminde rûha nâfiz olanşu’le-i nazar
Tevfik Fikret
nâfizü’l-hükm-i şerîat: Şeriat hükmünün nüfuz edeni.
Nâfizü’l-hükm-i şerîat ki urur dest-i kazA
Sûret-i hüccet-i ahkâmına mübr-i te’kîd
Nef’î
nefehât: bk. nefha.
nefes: Ar. 1. Ciğerlere girip çıkan hava, dem, soluk. 2. Söz, nutuk, kelâm. 3. An, zaman, çağ. c. enfâs.
Bizimle bir nefes insânlık eyle soruşalım
Gel ey perî nicesin hoş musun safâca mısın
Ahmet Paşa
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cibânda bir nefes sıhhat gibi
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Kâmil odur her nefes âkıbet-endîş ola
Sonunu fikr etmeyen sonu peşîmân olur
Nahifi (Süleyman)
nefes-i âteşin: Ateşli nefes.
Şâyed eser ede nefes-i âteşîni hayf
Söylen
Nedîm-i zâr ilegerm-ülfet olmasın
Nedim-ı Kadim nefes-i bâd-ı sabâ: Sabah rüzgârının nefesi.
Nev-bahâr erdi havâgâliye-sây oldu yine
Nefes-i bâd-ı sabâ nâfe-güşâ oldu yine
Nef’î
nefes-i lûtf: İhsan nefesi.
Ger dokunsa nefes-i lûtf u dem-i ibsânın
Gidere dûd-ı kebûdı vere âzer sünbül
Bâkî
nefes-i Rahmânî: Rahmani nefes.
Doldu dfdka o demde nefes-ı Rabmânî
Oldu ervâh-ı rusül gulgule-senc-i tekbîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
nefes-i serdî: Sert nefes.
Nefes-i serdîni gûş ettim imâm-ı şehrin
Getir ol bâdeyi çün âteş-i teb geldi bana
Esrar Dede
nefes-veş: Nefes gibi.
Ayînelerde jeng nefes-veş bedîd olur
Reng-i telâş çibre-i ümmîd-vârda
Nâbî
enfâs: Nefes’ler.
Leb-i cdmında nühüfte dem-i enfâs-ı Mesîh
Mey-i nâbında ayân nûr-ı Hudâvend-i vâhid
Kâzım Paşa
enfâs-ı hayât-efzâ: Hayat bahşeden nefesler.
Dem-ı İsî gibi enfâs-ı hayât-efzası
Ede bir nutk-ı revân-bahşile ihyâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
enfâs-ı Rûhullah: Allah ruhunun solukları.
Alem hayât-ı nev bulur cânlar bağışlar dem-be-dem
Enfâs-ı Rûlullah, tır gûyâ nesîm-i subb-dem
Bâkî
nefh, nefha: Ar. 1. Ağızla üfleme, üfürme. 2. Bir şeyi üfürüp şişirme.
Ey kemâl-i kudretin nefhinde âlem bir nefes
Ve ey celâl-i izzetin bakrından dünyâ keff-i has
Hamdullah Hamdi
Sûrette ne ola zerre isek ma’nîdeyohuz
Rûhü, l-kuds, ün
Meryem’e nefh ettiği rûhuz
Bağdatlı Ruhi
Onun lisân-ı semavîsi rûha söylerse
Bununki rûh-ı maâlîyi nefheder bisse
Mehmet Akif
Sabâh olur, o bürûdetgeçer; fakat müzmin
Sükûn-ı mevkii bir nefha eyler ihlâl
Tevfik Fikret
nefh-i İsî: Hz. İsa’nın nefesi, üfürmesi.
Lebin düşnâmıyıla dil hayât-ı câvidân buldu
Neden bir lahzadır derler dirilmek nefh-ı İsîden
İbni Kemâl
Eyleyip feyz-i vücûdun nefh-i Îsâ’dan zuhûr
Mürde-i sad-sâle-i nâbûdu ihyâ eyledin
Yenişehirli Avnî
nefh-i pâk-i Mevlâ: Mevla’nın temiz üfürmesi.
Görünce zinde bütün mahşer-i heyûlâyı
Mezara rûh veren nefh-i pâk-ı Mevlâ’yı
Mehmet Akif
nâfih: Üfleyen, üfüren, nefes veren.
Anâsırdan müşâhiddir o mutlak
Bilir misin nedir ol rûh-ı nâfib
Gaybî
nefh, nefha: Ar. 1. Güzel koku. 2. Bir esimlik yel, bir kere rüzgârın esmesi. c. nefehât.
nefha-i anber: Anber kokusu.
Nefha-i anber mi ya zülf-i benefşe cân veren
Ya dem-i Îsâ gibi bâd-ı muattar devridir
Şeyhi nefha-i bâzâr-ı Çin: Çin pazarının bir esimlik rüzgârı.
Bûy-ı hulkundan eserdir nefha-i bâzar-ı Çin
Fasl-ı cûdundan varaktır dâver-i ezbâr gül
Hayâlî Bey
nefha-i cân: Sevgilinin kokusu.
Küfr-i zülfinden perîşân olma yârin ey gönül
Cem’-i hâtır nûr-ı îmân nefha-i cân bundadır
Lamiî Çelebi
nefha-i kâm: Mutluluk kokusu.
Nefha-i kâm ü şemîm kâm-ı dil-i mevkûftur
Zülf-i anber-bârına, gîsû-yı müşg-efşâne
N&iH nefha-i Mesîhâ: Mesîha kokusu.
Bâd-ı seher mi yâ
Rab yâ nefha-ı Mesîhâ
Ya feyz-i kalb-i ârif ya mevc-i âb-ı cdrî
Ziyâ Paşa
nefha-i Rahmân: Rahman’ın kokusu.
Bin nibâl-i pür-şükûfe kaplamış etrafinı
Nefha-ı Rabmân’a döndürmüş hevâ-yı sâfinı
Muallim Naci
nefha-i rahmet: Rahmet kokusu.
Bir nefha-i rahmet de mi esmez? diye sînem
Yandıkça, semâdan boşanıp durdu cehennem
Mehmet Akif
nefehât: Nefha’lar.
Rengîn nefehât ü nagamât ile bu gül-şen
Ecrâm u şümûsuyle şu füshat-geh-i rûşen
İsmail Safa
nefehât-i aşk: Aşk kokuları.
Bir nefes hâlî değil dilde nesîm-i lâhût
Cân dimâğını muattar edeli nefehât-i aşk
Nuri
nefehât-i bî-intihâ: Sonsuz üfleyişler.
Bir kerre zahir âleme bin kerre nâzır âdeme
Bin kerre yüz bin bu deme ver nefehât-i bî-intihâ
Esrar Dede
nefehât-ı cemâl: Güzel kokular.
Bir hisse alagör nefehât-ı cemâlden
Hakkın nesîm-i rahmeti leyl ü nehâr eser
Şeyhülislam Yahya
nefehât-ı cennât: Cennet kokuları.
Erişir bâd-ı seherden nefehât-ı cennât
Mevsim ürd-i behişt erdi behişt oldu zemîn
Bâkî
nefîr: Ar. 1. Cemaat, topluluk; savaş giren bölük. 2. Eskiden derviş ve fukaranın bellerinde taşıdıkları boynuz boru, yuf borusu. 3. Bağırtı, çağıltı.
Geh def-i ta’n çaldı gâh nefîr
Dest-bırehmen-zen oldu mîr ü fdbir
Vâhit
Bunca kim kûyunda feryâd u nefirim vardır
Demedin bir gün benim de bir esîrim vardır
cinânî
nefîr-i âm: Bütün bölük.
VMdî-ı Nîl’i tuttu anûd-âne ser-te-ser
Ordu-yı fethe karşı sürülmüş nefîr-i âm
Yahya Kemal
nefîr-i guzât: Gaziler topluluğu.
Tuttun cibânı bâng-ı nefîr-i guzattan
Avâze-i beşâret-i fethi hüceste-fâl
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
nefîr-i satvet: Saldırı borusu.
Eğer bâng-ı nefîr-i satvetin inletse kûh-sârı
Eğer dâmân-ı lutfun sâye salsa gülsitân üzre
Nedim
nefîs, nefîse: Ar. Nefâset’ten; hoşa giden, çok beğenilen. c. nefâis.
Olıcak her biri câyında celîs
Çektiler at’ime-ipâk ü nefîs
Nâbî
(olıcak: olunca)
nefâset: Güzellik, hoşluk, nefislik.
Hayrân-ı nefâsetindir elvâh
Muallim Naci
nefâis: Nefî s’ler, nefîse’ler.
nefâis-i emvâl: Nefis mallar.
Mânend-i muhît havsala lâzımdır
Hazm eylemeye nefâis-i emvâli
Nâbî
nefr: Ar. 1. Ürkerek kaçma, 2. Tiksinme, iğrenme.
nefûr: Ürkerek kaçan.
Şükûh-ı kevkeb-i dîn şân ü şevket-ı İslâm
Olur mu pâ-zede-i firka-i anûd u nefûr
Nâbî
nefret: Ar. 1. Bir şeyden ürkme, kaçınma. 2. Bir şeyi çirkin, iğrenç görüp çekinme, tiksinme.
Sanki nefretle âlem-i beşere
Felek-ârM-yı irtihâl olmuş
Abdülhak Hâmit
nefrîn: 1. Beddua, ilenç. 2. Lanet okuma, beddua etme.
Yazık ki çehre-i memsûha döndü çehre-i dîn
Bugün kuşatmada
İslâm’ı bir nazar: Nefrîn
Mehmet Akif
Ey nehr-i mutalsam! ki uçar mevcelerinden
En rûh-firîb, en güzel, en şûh ü münevver
Bir bûsiş-i nefnn
Tevfık Fikret
nefrîn: bk. nefret.
nefs, nefis: Ar. 1. Can, hayat, ruh.
İnsanın biyolojik ihtiyaçları. 3. Şahıs, kendi. c. nüfûs, enfüs.
Aybdır âkıle şeytân beni aldattı demek
Kendi nefsimdir eden nefsimi ilka-yı fesâd
Nâbî
Nefsini derk et ki oldur matlab-ı âsâr-ı sun’
Sanma hilkatten ki bu şekl ü şemâildir garaz
Namık Kemâl
Kevser havzına dalanlar ölmezden öndin ölenler
Nefsini düşmen bilenler konar
Tûbâ dallarına
Yunus Emre
(öndin: önce)
nefs-i allâk: Dönek nefis.
Merhamet merhamet ey dâd-res-i haste-dilân
Beni dûçâr-ı kuyûd eyledi nefs-i alldk
Aynî
nefs-i bed: Kötü nefis.
Pek celâl yüzünde makhûr olmayınca nefs-i bed
Neylesin n’itsin şu kul kim bed-hûdan olmaz halâs
Gaybî
nefs-i bü’l-heves: Maymun iştahlı nefis.
Ey nefs-i bü’l-heves hazerin yok mudur senin
Yoksa netîceden haberin yok mudur senin
Râmiz
nefs-i büt-perest: Güzele tapan nefis.
Etmişiz gafletle nefs-i büt-peresti terbiye
Düşmen-i bed-hâha bilmezlikle fursat vermişiz
Nâbî
nefs-i cüz’î: Küçük nefis.
Nefs-i cüz’î varlığın akl-ı külle ulaştır
Varlığın yoğa değşir kalmasın sende heves
Yunus Emre
nefs-i emmâre: (Çok zorlayan nefis), insanı kötülüğe sürükleyen nefis.
Nefs-i emmâre fesâda turmayıp da meyl eder
Nâra yak onu halâs et bu adâvetten beni
Âdile Sultan
nefs-i gavî: Sağlam nefis.
Sanman bizi kim beste-dil-i nefi-i gavîyiz
Hâk-i kadem
Al-ı Abâ
Mustafavî’yiz
Şeyh Galip
nefs-i küll: (Tam nefis), arş-ı âlâdan kinaye.
Vücûdun hânesinde beslenir kâmil olunca ol
Mürebbî-i akl-ı küll olup eder hem-nefi-i küll irsâ’
Nuri
nefs-i ma’âş: Geçim nefsi.
Akl-ı ma’âş der işlesem nefs-i ma’âş der ki yesem
Hırs eydür ki şöyle kosam özge cidâldir arası
Ümmî Sinan
nefs-perest: Nefsini seven, nefsine düşkün.
Ey nefs-perest-i cism-perver
Olma gam-ı hırsla mükedder
Fuzûlî
nefsânî, nefsâniyye: 1. Canlılığın uyandırdığı arzularla ilgili. 2. Kin ve garazla ilgili.
Dimâğ-ı hâle lezzettir yerim habM-yı uşşâkı
Dehânım buldu zevkin ben yemem halvâ-yı nefsânî
Âdile Sultan
Kdş akl-ı madd yerine kâş
Olsa akl-ı ma’âş-ı nefânî
Fehm (Hoca Süleyman)
enfüs: Nefis’ler.
Rûhdur maksûd olan, sûret değildir
Nâbîyâ
Vâsıl-ı enfüs olan meyl etmez âfâkîlere
Nâbî
nefsânî, nefsâniyye: bk. nefs.
neft: Far. nâ-kes’ten; cimri, hasis, eli sıkı.
Dil gerçi zevk-ı vaslına yârin heveslenir
Ammâ fedâ-yı câna gelince nekeslenir
Nâbî
Dehânın küşâd eylemez nâ-kese
Meğer kim bir ehl-i maârif-kese
Keçecizâde Ekrem
nekkâre: bk. nakkâre.
nem: Far. Rutubet, yaşlık, ıslaklık; çiğ.
MurMdımgiryeden kesb-i gubâr-ı reh-güzârındır
Gözüm yaşı dem
M-dem çihremi bî-hûde nem kılmaz
Fuzûlî
Pür-keder olma buluttan nem kapıp âhengibi
Abdülkadır
Hamidî nem-i çeşm-i eşk-bâr: Gözyaşı saçan gözün ıslaklığı.
Ne bâd-ı sarsar âh cüz-i hâk-i beden
Ne sûz-i dil ne nem-i çeşm-i eşk-bâr kalır
Nâilî
nem-i ebr-i bahâr-ı lûtf: Lütuf baharının bulut nemi.
Düşse ger hâke nem-i ebr-i bahâr-ı lûtfu
Kesb-i rûh eyler idi zîr-i zemînde ecsâm
Nef’î
nem-çekân: 1. Göz yaşı akıtan. 2. Islak.
Tür eder nisân-ı lütfün söyle kim dür pûş olur
Çeşm-i âşık nem-çekân oldukça dâmân üstüne
Nedim
nem-keşîde: Nemli, ıslak.
Bakardı cûşişine çeşm-i nem-keşîdemiz
Nâbî
nem-nâk: Nemli, ıslak, rutubetli.
Arızın yddiyle nem-nâk olsa müjgânım ne ola
Zâyi olmaz gül temennâsıyla vermek hâre su
Fuzûlî
Gam câme-i sabrın eyleyip çâk
Sâgar gibiçeşmi oldu nem-nâk
Nâbî
nemâ: Ar. Artma, çoğalma, büyüme.
Ben hem ol rûh-fezA râhı dökem sâgara kim
Nahl-i himmet reşehâtından ala neşv ü nemâ
Fuzûlî
Tek hemân eyleme pejmürde nihâl-i emelim
Geçtim ey ebr-i kerem neşv ü nemâdangeçtim
Nâbî
Ey bî-vefâ güzelliğin eyyâmı tîz geçer
Neşv ü nemâ o nahl-i hod-ârâya bir gelir
Esrar Dede
nemâ-pezîr: Artma kabul eden.
Nemâ-pezîr değil tohm-ı ârzû
Nâbî
Sirişk-i neyl-i reviş bir karâra gelmedi mi
Nâbî
nemat: Ar. 1. Usül, tarz. 2. Örtü, ihram, keçe. c. nimât.
Vakt-i sMat kadr-i tâat hep mezâyâsı onun
Lezzet-i şevk u şereften gayrı yazmadı nemat
gaybî
nemed: Far. Keçe, kebe.
Benim o rind-i cibân kim yanımda yeksândır
Nemed külâhıgedâ ile tâc-ı Efridûn
Nef’î
Saykal-i aşkınla pâk ettim gönül âyînesin
Şâhid-i hâlimdir ey gül-çehre eğnimde nemed
Bağdatlı Ruhi
Cibân mahrûmdur hep kâle-i zer-târ-ı servetten
Libâsı fâhir-i erbâb-ı devlettir nemed şimdi
Namık Kemâl
nemed-pâre: Keçe parçası.
Bu nemed-pâre külâh-ı “fakru fahri”m sâyesi
Efser-i efsürdegî-i mülk ü devlettir bana
Esrar Dede
nemed-pûş: Abalı.
Hor bakma her nemed-pûşe sakın ey muhteşem
Her gedâyı
Hızr gör her şahsa dervîş-âne bak
Usulî (Yenice Vardarlı)
Terk edip tâc u kabâyı şevk-i şem’-i hüsnüne
Kendimi pervâne-âsâ bir nemed-pûş eyledim
Bâkî
nemed-pûş-ı melâmet: Ayıplama keçesini
gıyen.
Sûrette gedâyân-ı nemed-pûş-ı melâmet
Ma’nMda selâtîn-i melek havl ü haşemdir
Sâmi nemek: Far. 1. Tuz, milh. 2. Tat, lezzet.
Bî-derd-i ta’nı ko dil-i bî-çârem üstüne
Merhem yerine koyma nemek yârem üstüne
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
Lebi câma dokunsun tek hemân la’l-i nemek-rîzin
Katarsan bâde-i nâbe nemek kat helâl olsun
Enis
Dede
Kim tatlı sohbetindegözetmesze hakk-ı nân
Acıya vü ezile nitekim suda nemek
Şeyhi nemek-i âlem: Âlemin tuzu.
Aleme hubb-ı İlâhî’dir esâs-ı îcâd
Şûr-ı deryM-yı mahabbet nemek-i âlemdir
Nâbî
nemek-i hüsn: Güzellik tuzu.
Bâis-i rağbet olur dil-berin istiğnâsı
Nemek-i hüsndür insâf edecek şîve vü nâz
Şeyhülislam Yahya
nemek-i meclis: Meclisin lezzeti; tuzu, biberi.
Derler ağyârı mezemmet nemek-i meclistir
Biz de gıybet edelim meclise lezzet gelsin
Nâbî
nemek-i sohbet: Sohbet tuzu.
Bir meclise geldik nemek-i sohbeti gitmiş
Hamydzelemiş neş’esigermiyyetigitmiş
Nâbî
nemek-be-harâm: Tuz haini, nankör, tuz ekmeği inkâr eden.
Hukûk-ı hân-ı vefâyı bilmedi hayf
Zihî nemek-be-harâm ol kadar melâhetle
Nâbî
nemek-çeş: Tadına bakma, tatma.
Biz ol nevâl-i gamız
Nâbîyâ ki olur dil-serd
Lezâiz-i ni’am-ı çerhten nemek-çeşimiz
Nâbî
nemek-dân: Tuzluk; mec. sevgilinin dudağı.
Şekkerî hân-ı Halîlîdurur onun deheni
Kanda kim olsa bile la’l nemek-dân götürür
Ahmet Paşa
nemek-dân-ı leb: Sevgilinin dudağının tuzluğu.
Bu ne ândır ki melâhetle nemek-dân-ı lebin
Hindû-yı dâg-keş-i fülfül-i hâl etti beni
Nevres-i Kadim
nemek-dân: Tuzluk, tuz kabı.
Olur endîşe nemek-lîs nemek-dânından
Su çeker târ-ı nigeh çâh-ı zenahdânından
Nâbî
nemek-dân-ı ümmîd: Ümit tuzluğu.
Tehî kalmış nemek-dân-ı ümmîdin
Nâbîyâ bilmem
Niçin dest-i niyâz ol piste-i pür-şûra sunmazsın
Nâbî
nemek-feşân, nemek-efşân: 1. Tuz serpen. 2. Tat veren.
Her kim ki verir âşık-ı bî-tâba tesellî
Gûyâ nemek-feşânlık eder lahm-ı kadîde
Nâbî
nemek-lîs: Tuz yalayıcı.
Olur endîşe nemek-lîs nemek-dânından
Su çeker târ-ı nigeh çâh-ı zenahdânından
Nâbî
nemek-perver: Tuz seven.
Râşid kusûr zabm-ı nemek-perverindedir
Te’sîr-i nef sanma ki merhemde kalmamış
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
nemek-rîz: Tuz döküp saçan.
Lebi câma dokunsun tek hemân la’l-i nemek-rîzin
Katarsan bâde-i nâbe nemek kat helâl olsun
enis Dede
nemek-rîzî: Tuzlama; tat verme.
Hezâr pâre dile leblerinden et sâkî
Eğer düşerse nemek-rîzî kebâb sana
Nâm
nemekîn: 1. Tuzlu. 2. Tadı yerinde. 3. Tuzlu (göz yaşı). 4. Dudak. Beyt-i nemekîndir hat-ı püşt-i lebi ammâ
Çıkmazsa eğer ye’se onun dahi medli
Nâbî
Şûh olsa güzel gâyet ilepür-nemek olsa
Sevmem nemekîn olmayanı ger melek olsa
Nef’î
nemîka: Ar. Nemk’ten; mektup, name.
Nemîkada eser-i hâtem-i münakkaşımız
Nâbî
nemîka-dih: Mektup veren.
Nemîka-dih eser-i hâme-i münakkaşımız
Olur nümûne-ber-i hâtır-ı müşevveşimiz
Nâbî
nemîm, nemîme: Ar. Nemm’den; 1. Fısıltı. 2. Dedikodu etme. c. nemmâm.
nemîme-sâz: Dedikoduculuk yapan.
Meydâna geldi na’ş-ı rakîb-i nemîme-sâz
Kıldım huzûr-ı kalb ile ömrümde bir namâz
Sâbit
nemmâm: Nemîm’ler, dedikodu yapanlar.
Sirke tulumuna benzer nemmâm
Çatlar etmezse eğer nakl-i kelâm
Nâbı
nemmdmın bize kahr-ı makamı lutf u mennoldu
Dü-çeşmimgarka-i eşk olmadan kurtuldu havf-ile
süleyman Paşa
nemmâm: bk. nemîm.
nemr: bk. nimr.
Nemrûd: Babil’in kurucusu olarak bilinen hükümdar. (M.
Ö.
2640) olup
Hz. İbrahim’i ateşe attırmıştır.
Babil kulesinin onun zamanında yaptırıldığı söylenir; mec. mağrur, inatçı, anut.
Hâli bir bed-aslın ikbâle tahavvül etmesin
Çünki müstakbelde ya Firâm veyâ
Nemrûd olur
Nevres-i Kadim
Aks-i ruhsârınla mirat-ı Sikender dediler
Ben HalîFim âteş-ı Nemrûd derdim bMdeye
Şeyhülislam Yahya
Kapına karşı rakîbin âh eder eydür gören
Gören ol Nemrûd durmuş âsumâna ok atar
İbni Kemâl
KThılgüller yaratsın câm-ı gül-gûn nâr-ı hasretten
Bu cûşiş âteş-ı Nemrûd’u gül-zar etti sansınlar
Yahya Kemal
nemrûd-ı mübâhî: Övünen
Nemrut.
Eyler keremin âteşi gül-zar-ı HalîPe
Mağlûb olurpeşşeye
Nemrûd-ı mübdhî
Ziyâ Paşa
Nemrûd-ı pelîd: Murdar
Nemrut.
İltifât eylese erbâb-ı şekâya keremi
Süedâdan sayılırdı koca
Nemrûd-ı pelîd
kâzım Paşa
neng: Far. 1. Namus, ar, hayâ. 2. Şöhret, ün.
İçip mahabbet câmını hoş-hâl olayım bir zemân
Nâmûsu nengi terk edip âbdâl olayım bir zemân
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Sensin ol ser-mâye-i bâzar-ı sûk-ı ehl-i aşk
Düştü feyzinle kesâda cevher-i nâmûs u neng
Nef’î
Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü neng
Tâ-key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng
Bâkı
Çaldım taşa ben şîşe-i nâmûs ile nengi
Mutrib kerem et sen dahı çal ber-bat-ı çengi
Sâmi neng-i zindân: Zindan şöhreti.
Vüs’at-âbdd-ı saMdetde olur elbet azîz
Pâk-dâmen mübtelM-yı neng-i zindân olsa da
Basirî (Musullu Halil)
ner: (y) Far. Er, erkek.
Ol kadar âsûde âlem sâye-i adlinde kim
Hâb-gâh eyler gazale pehlû-yı şîr-i neri
Nef’î
Olup sahrâlara hıfz-ı nigeh-bân ahd-ı lûtfunda
Künâm-ı şîr-i ner âhûlara cây-ı karâr oldu
fıtnat Hanım
nerd: Far. Tavla, tavla oyunu.
Nerd oynadık o şûh ile bir bûse kavl edip
Ammâ dedim şu şart ile cânâ ki dest ola
Şeyhülislam Yahya
Nerde gördüm ise nerd ü satranç
Mübtelâsında hüveydâ sad-renc
Sünbülzade Vehbi
nerd-i ışk: Aşk tavlası.
Nerd-i ışkıla üter sabr u karârım nakdin
Şeşder-i gamda ser-i zülfü edip zâr beni
İbn-ı Kemal
Nerd-i ışkında gönül gâh üter ü gâh ütülür
Alemin hâli budur gâh bana gâh sana
İbni Kemâl
nerd-i ikbâl: Talih tavlası.
Arifin baht girip gönlüne pul kondurmaz
Nerd-i ikbâlde ağyâre döner zâr ütülür
Nâilî
nerd-i mahabbet: Muhabbet tavlası.
Gönül baş oynatır bâzîçe-i nerd-i mahabbet
Misâl-i zâr kendin hâsılı ortaya atmıştır
Rızayi nerdübân, nerdbân: Far. >
Nerd-bân’dan; merdiven.
Meskenetten buldular kimde erlik var ise
Nerdübândan iterler yüksekten bakar ise
Yunus Emre
Nerdübdn ile bagal-gîrliğe sür’at eden
Nerdübân üzre eder sebkate şimdi ikddm
Nâbî
Ermişem mirâc-ı vasla dediği sözün rakîb
Vâküin bilmek dilersen uş eşek uş nerdübân
Nizamî
Nerdübânlar bûsiş-i nermîn-i dâmâniyle mest
İndi bin işveyle bir kâşâne-ı Fağfûr’dan
Yahya Kemal
nerdübân-ı ışk: Aşk merdiveni.
Evvel kademde başını ver yâra ey gönül
Kim nerdübân-ı ışka çıkılmaz ayak ayak
Necati Bey
nerd-bân: Merdiven.
Nerd-bân oldu ecel kasrına zafile tenim
Pâyelerdir ona gûyâ görünen her eyeği
Behiştî
nergis: Far. 1. Soğanı zehirli ve şemsiye şeklinde olup sarı veya beyaz renkte olan süs çiçeği. 2. mec. Sevgilinin gözü.
Baştan ayağa göz oldu yüzünü görmek için
Ey yüzü gül, saçı sünbül, boyu ar’ar nergis
Nizamı
Tut imdi sâgar-ı zerrîn kem olma nergisden
Benefşe gibi gözetme gam-ı perîşânı
Şeyhi
nergis-i bostân-ı kerem: Cömertlik bostanının nergisi.
Mihr-i cûdun çemen-i lutfa zer-efşân olalı
Gül-şen-i dehri bezer nergis-i bostân-ı kerem
Ahmet Paşa
nergis-i gül-gûn: Gül renkli nergis.
Nergis-i gül-gûn beyâzı sanma sürh etmiş remed
Gamze-i zalim yine kan eylemiş kan üstüne
Nedim
nergis-i mahmûr-ı nîm-hâb: Yarı uykulu içkiden sonraki sarhoşluğun nergis bakışı.
Cihânı etmeğe bir lâhzada harâb sana
Yeter o nergis-i mabmûr-ı nîm-hâb sana
Nâilî
nergis-i medhûş: Dehşet saçan nergis.
Mest ü dil-hasteyem ol nergis-i medhûştan uş
Mürg-ipâ-besteyem ol sünbül-i gül-pûştan uş
nizami
nergis-i mest: Sarhoş nergis, yani mahmur göz.
Aceb ne bezmde şeb-zinde-dâr-ı sohbet idin
Henüz nergis-i mestinde bûy-ı hâb kokar
Nedim
nergis-i mestâne: Sarhoş nergis.
Ey bâde eğer yârim içerse seni bensiz
Ver neş’e fakat nergis-i mest-âne dokunma
Âşık Ömer
nergis-i şehlâ: Şehla nergis, şehla, hafif baygın bakışlı göz.
Ed. nergis şehla göze benzetilir.
Kûşe-i mibrâb dutmuştum reh-i zühd ü salâh
Koymadı öz hâlime ol nergis-i şehlâ beni
Fuzûlî
Nerîmân: Far. 1. Rüstem’in dedesi olan
Sam’ın babasıdır.
İran mitolojisinde
Kahraman oğlu
Sam’la beraber adı anılır.
Pehlivanlıkla ünlüdür. 2. Yiğit, cesur.
Değil mi nazm u nesr-i kıssa-ı Vassâf ü Firdevsî
Koyan dünyâda resm-ı Rüstem ü nâm-ı Nerîmân’ı
aşkî
nerm: Far. Yumuşak, latif, mülayim.
Başı serd olmayan, yumuşak başlı at
Bister-i nerm üzre hâb-ı hiffet-gân-ı sengîn olur
Koca Râgıp Paşa
Hangi şeb kim taş eşiğin hâkine pehlû koyam
Berg-i gülden nerm olur billâh bana mefreşim
behiştî
nerm-i reftâr: Salına salına yumuşak yürüyüşlü.
Bir rütbe ederdi nerm-i reftâr
Olmazdı halîde pâyına hâr
Şeyh Galip
nerm-dil: Yufka yürekli.
Hûbân-ı nerm-dil gibi bilmez muhâlefet
Olmuş mülâyemetlepesendîde hûy-i zer
Nâbî
nerm-nihâdân: Yumuşak huylular.
Saht-rûyâna olur nerm-nihâdân muhtâc
Düşmesin rişte çalışsın nazar-ı sûzenden
Nâbî
nermî: Yumuşaklık.
Nermî vü sahtî telâzüm etmeğin vâ-bestedir
Kâr-gâh-ı câme-dûzî penç pâre âhene
Nâbî
Harf-i nermîden ibârettir bizim terkîbimiz
Eyler isbât-ı huşûnet mûma seng-i hâremiz
Nâbî
nermîn: Yumuşak.
Cibdnda pister-i nermîni hûrun anmaktan
Ferâğat etper-i mürg ilepür-firâşın için
Behiştî
Ne bu akşamda bir gam-ı nermîn
Ne de durgun denizde bir muğberr
Ahmet Hâşim
nermîn-i dâmân: Eteğinin yumuşaklığı.
Nerdübânlar bûsiş-i nermîn-i dâmâniyle mest
İndi bin işveyle bir kâşâne-ı Fağfûr’dan
Yahya Kemal
nermîn: bk. nerm.
nerrâd: Ar. Arap kaidesine göre tavla
oyununda mahareti olan.
Zârdır kârı olur mu dil-şMd
Kalmadı mühre be-şeştir nerrâd
Sünbülzade Vehbi
nerrâd-ı felek: Feleğin en iyi tavla oyuncusu.
Zâr edip şey-der-i dehr içre verir renc ü keder
Gâh nerrâd-ı felek âdemi bir pulluk eder
Feyzi nesak, nesk: Ar. Tarz, usul, üslup, yol.
Resmidir âşıka gelmek kaşı yaylardan oh
Işk peydâ olalı böyle kurulmuş bu nesak
Fuzûlî
nesak-ı asl-ı vücûd: Var olmanın temel yolu.
Kâim olmazdı nizâm ü nesak-ı asl-ı vücûd
Vermeseydin eser-i adl ile dünyâya rernMr
Fuzûlî
nesak-sâz: Nizam veren, tertip eden.
Her saltanat ki hükm-i nesak-sâz ola ona
Kânûn-ı dâdı devlet-ı Nûşirevân rnerir
Nef’î
nesak-sâz-ı câzim-i mehâmm-ı devlet: Devletin önemli işlerini kestirip atarak düzenleyen.
Ey nigeh-bân-ı makâlîd-i nizâm-ı devlet
V’ey nesak-sâz-ı câzim-i mehâmm-ı devlet
Fehim (Hoca Süleyman)
nesc: Ar. 1. Dokuma, örme, dokunuş. 2. anat.
Doku. c. ensâc.
Harîr-i esmer-i rü’yâ ki nesc eder meh-tâb
Sarardı cismimi bir muhteşem ridâ gibi, âb
Ahmet Hâşim
nesc-i rakîk-i san’at: Sanatın ince dokuması.
Evet, nasıl veriyorsam bu nazma şimdi emek.
Şu cümlelerde, şu nesc-i rakîk-i san’atte
Tevfik Fikret
nesîc: Dokunmuş, nesc olunmuş.
nesîc-i fitne: Fitne dokunmuş.
Nesîc-i fitneye nakşolmak ister ol tannâz
Aceb mi zülfünü peyveste etse şânesine
Nedim
nesîc-i gayr: Başka dokunmuş.
Nesîc-i gayre verdi kıymetin sevdâ-ger-i gerdûn
Benim
Nâbî kumâş-ı nev-zuhûrum bî-bahâ kaldı
Nâbî
nesîc-i işve: Nazla dokunmuş. nâzenîn vücûd ü o kâmet-i bâlâ
Nesîc-i işve vü efsûn-ı nâza çespândır
Nedim
nessâc: 1. Çulha. 2. Dokumacı.
nessâc-ı aşk: Aşkın dokumacısı.
Nessâc-ı aşka cân ü dili târ ü pûd eden
Anlar metâvaslı ne gûne kumâş olur
Mir
Hasib (Müminzade Ahmet)
nessâc-ı dîbâ: Süslü çulha.
Tez elden perde çekmek kasdı ile çeşm-i uâvâna
Anâkib-dâr ü pûd-ı şevkile nessâc-ı dîbâdır
Seyyit Vehbî
neseb: Ar. Nesil, soy. c. ensâb.
Hâkan-ı Osmânî neseb kim münderic zâtında hep
İslâm-ı fârûk-ı Arab ikbâl-ı Pervîz-ı Acem
Nef’î
Hakka minnet o şeh-i zül-hasebin
Ya’nî peygam-ber-i âlî-nesebin
Hakanî
nesem, neseme: Ar. 1. Soluma, soluk alıp verme. 2. Nefes. 3. Rüzgârın hafif hafif esmesi. c. nesme, nesemât.
nesme: Nesem’ler.
nesme-i bâd-ı sabâ: Sabah rüzgârının hafif esmesi.
Nesme-i bâd-ı sabâ estikçe ondan sakınıp
Kaddinin üstüne titrer kâkül-i müşgîn-i dost
Hamdullah Hamdi
nesme-i kûy: Köyde esen rüzgâr.
Nesme-i kûyun ile cûşa gelir bülbül kim
Almazam şemmesine bûy-ı gül-istânı ivâz
Hamdullah Hamdi
nesh, nesih: Ar. 1. Fesih ve lağvetme, kaldırma, hükümsüz bırakma. 2. Bir şeyin suretini, aynını çıkarma, kopya etme. 3. Kur’an-ı Kerim’in sonda gelen bir ayetinin, önce gelmiş bir ayetteki hükmü kaldırması.
Ol ince belinin vasfın nice tahrîr edem çün hatt
Muhakkaktır ki nesh olur kalem diline gelse mû
Nizamî
hükmün neshine kim kayd eder hatt-ı hümâyûnu
Eğer
Esrâr emr-i vasl-ı dil-ber der-kenâr olsa
Esrar Dede
nâsih: 1. Nesh ve iptal eden, boşa çıkaran. 2. İstinsah eden, kopya çıkaran.
Rütbe-i i’câzı ibrâz etse tab’ım çok mudur
Rûzgârın nâsibi sihr-i helâldir sözün
Yenişehirli Avnî
nâsih-i edyân-ı ûlâ: İlk dinleri iptal eden.
Ecell-i mu’cizâtınya’nîKuran-ı azîmü’ş-şân
Ki hükmü muhkemât-ı nâsibi edyân-ı ûlâdır
Seyyit Vehbî
nüsha: 1. Yazılı, yazılmış şey, yazılı bir şeyden çıkarılan suret. 2. Gazete ve dergi sayısı. 3. Muska. c. nüsah. nüshadır tapun ki risâlet cerîdesi
Onu beyân hakkıçün olmuştu müntahab
Hamdullah Hamdi
Öyle takrîr ki her bir sözü dürr-i meknûn
Öyle bir nüsha ki her satırı mürâyâ-yı füsûn
Ziyâ Paşa
Nüshan maraz-ı aşka ilâc eylemedi hîç
Ey şeyh-i kerâmât-fürûş ez de suyun iç
Sâbit
nüsha-i câmi’: Toplanan nüsha, kitapların toplamı.
Zikr ü fikrin âdem olsun âdemi bil sen hemân
Nüsha-i câmi’dir âdem ya’nî
Kur’ân devridir
gaybî
nüsha-i cân: Can kitabı.
Geçti elime çün nüsha-i cân
Madbû’ bir iki köhne dîvân
Ziya Paşa
nüsha-i dehr: Dünya kitabı.
Ser-â-ser çeşm-i ibretten geçirdim nüsha-i dehri
İçinde ma’nî-i ârâma dâir bir ibâret yok
Nâbî
nüsha-i devlet: Devlet nüshası.
Bî-râbıta-i emn ü emân nüsha-i devlet
Olmuştu ibâret bir iki ehl-i hevMdan
Nâilî
nüsha-i duâ: Dua kitabı.
Tefrîk için kimisi okur rukye-i füsûn
Teshîr için kimisi yazar nüsha-i dud
Ziyâ Paşa
nüsha-i gül-zâr: Gül bahçesinin sureti.
Kat edip fasl-ı hazân âb-ı revân şîrâzesin
Nüsha-i gül-zârın evrâkınperîşân eylemiş
Fuzûlî
Bir mülûkî gülsitândır nüsha-i gül-zârı kim
Câ-be-câ mühr-ı Süleymân resmidir ona nişân
Nef’î
nüsha-i hikmet: Hikmet nüshası.
Eyledim gül-şende tahkîk riyâzat-ı sun’
Oldu evrâk-ı gül-istân nüsha-i hikmet bana
Neylî
nüsha-i hüsn-i yâr: Yârin güzellik kitabı.
Katı çok bakmadasın nüsha-i hüsn-i yâre
Gâlibâ mes’ele-i vasldan işkâlin var
Nâbî
nüsha-i kâmûs: Sözlük nüshası.
Ey şi’r miyânında satan lafz-ıgarîbi
Dîvân-ı gazel nüsha-i kâmûs değildir
Nâbî
nüsha-i kem-yâb: Az bulunur nüsha.
Bulur elbette bir gün rişte-i zülfünle cemdyyet
Gönül bir nüsha-i kem-yâbtır şîrâzesiz kalmaz
Nâbî
nüsha-i kübrâ: tas.
Olgun kimse, insan-ı kâmil
Kalbinde görüp ma’şer-i ecnâs-ı vücûdu
Adem denilen nüsha-i kübrâyı düşündüm
Abdülaziz
Mecdi Efendi
Sırr-ı insândır sevâd-ı nüsha-i kübrâyı gör
Şekli elfâzı ser-â-pâ muhtelif, ma’nâsı bir
Leskofçalı Galip
nüsha-i kübrâ-yı aşk:
Aşkın büyük nüshası.
Nüsha-i kübrâ-yı aşkım mM-hasal tevkvînden
Çok mudur âyîne-i râz-ı alîm olmak bana
Leskofçalı Galip
nüsha-i levh-i ezel: Ezel levhasının kitabı.
Nüsha-i levh-i ezeldir hatt-ı müşgînin senin
Ne geliser başa bir bir anda hep mestûrdur
İbni Kemâl
nüsha-i satr-ı cebîn: Alın yazısının kitabı
Sevdd-ı çeşm alır hurşîd hâl-i anberînînden
Duâ-yı
Nûr okur meh nüsha-i satr-ı cebîninden
Nâbî
nüsha-i sun’: Sanat nüshası.
Lezzet-i gam nüsha-i sun’un temâşâsındadır
Kem-hıreddir çekmeyen evzâ’-ı dünyânın gamın
Nâbî
nüsha-i şifâ: Şifa nüshası.
Derd-i dile nüsha-i şifâsın
Alemde bir âyet-ı Hudd’sın
Fuzûlî
nüsha-i vahdet: Birlik nüshası.
Nüsha-i vahdet benim maksûdu benden iste gel
İstivâ-yı zât olan arş-ı muallâ bendedir
Gaybî
nüsha-i ye’s ü ümîd: Ümit ve üzüntü kitabı.
Nüsha-i ye’s ü ümîd olduğun anla âlem
Ya ser-i ye’s ü eliftir ser ü sâmân-ı ümîd
Nâbî
nüsah: Nüsha’lar. nüsah-ı kevn ü mekân: Kâinatın nüshaları.
İki kâğıttan olur bu nüsah-ı kevn ü mekân
Biri ibka: -yı vücûd ü biri ifnâ-yı adem
Akif Paşa
nesîc: bk. nesc.
nesil, nesl: Ar. 1. Zürriyet, evlad u ahfad, kuşak. 2. Soy, döldaş. c. ensâl.
Nesil ile olur beka: -yı insân
Nazm-ı beşer ü nizâm-ı derrân
Fuzûlî
nesl-i cebin: Ön nesil. kahramân babalardan doğan bu nesl-i cebîn
Ne gîrûdâr-ı maîşet bilir, ne kedd-i yemîn
Mehmet Akif
ensâl: Nesil’ler.
Sahrâ-yı adem semtine her baktıkça
Yok bir gelen ensâli gider görmedeyim
Yahya Kemal
Safha-i târîhe meddettim nigâh
Fıtrat-ı ensâli kıldım iktinâh
Kemalzâde Ekrem Bey
nesîm: Ar. Nesm’den; 1. Rüzgârın hafif, latif esmesi. 2. Hoş ve yumuşak esen rüzgâr.
Hecrin cehenneminde yanan mübtelâlara
Kûyun nesîmi bâğ-ı cinândan haber verir
Ahmet Paşa
Bir burcu makam tutmuş ol mâh
Kim olmaz ona nesîm hem-râh
Fuzûlî
İ’tidâl üzre esip sayf ü şitâsında nesîm
Ki gül ü goncasını hurrem ü handân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)
nesîm-i âh: Ah rüzgârı.
Soğuk rakîb ile biz bülbül-i şitâ-zedeyiz
Nesîm-i âh ile ammâ bahâr dek gideriz
Esrar Dede
nesîm-i anber-feşân: Amber kokusu saçan rüzgâr.
Bûy-ı zülf-i yâr mıdır ya dem-i rûhü’l-kudüs
Ey sabâ bFl-lâh nesîm-i anber-efşânın senin
Lamiî Çelebi
nesîm-i aşk: Aşk rüzgârı.
Meftûn-ı zülf-i dil-ber olursan gönül gibi
Her dem gelir meşâm-ı safâya nesîm-i aşk
Esrar Dede
nesîm-i âtıfet: İyilik severlik rüzgârı.
Geldi nesîm-ı Atıfetin gûş-ı câne dek
Kâr etti tîr-i derd ü gamın üstühâne dek
Hanif Efendi
nesîm-i bahâr: Bahar rüzgârı.
Bâd-ı hazân serve nesîm-i bahâr gelir
Azedegâna cevr-i felekten ne gam gelir
Âsım (Bursalı Seyyid
Mustafa Çelebi)
nesîm-i dil: Gönül rüzgârı.
Tabımız hicr ile dem-beste-i efkâr bu şeb
Gül gibi açtı nesîm-i dile dil-dâr bu şeb
Âdile
Slutan
nesîm-i dil-nüvâz: Gönül okşayan rüzgâr.
Okşa etfâl-i bahâr ey nesîm-i dil-nüvâz
Babri tanzîr eylesin olmakta sahrâ mevc mevc
Muallim Naci
nesîm-i eshâr: Sabahları esen hafif rüzgâr.
Ab ü gil müşg ü gül-âb ola çemen sahnında
Bûy-ı hulkiylegüzar etse nesîm-i eshdr
Bâkî nesîm-i gâliye-i zülf-i müşg-bâr: Misk saçan saçın güzel kokulu maddesinin rüzgârı.
Dem-i bahârın ile dü-cihânı hurrem eden
Nesîm-i gâliye-i zülf-i müşg-bârındır
Ahmet Paşa
nesîm-i kûy-ı dil-ber: Sevgilinin mahallesinin rüzgârı.
Hulûl-i nev-bahâr ile gönül hevâ-perest olur
Nesîm-i kûy-ı dil-berin tenessümüyle mest olur
Muallim Naci
nesîm-i lutf: Lütuf rüzgârı.
Nesîm-i lûtfunadır intizârı fülk-i dilin
Çok oldu sâhil-i mihnette rüzgâre bakar
Şeyhülislam Yahya
nesîm-i merhamet: Merhamet rüzgârı.
Nesîm-i merhametinden olup ifâde-i cûd
Cibânı reşk-i cinân eylemiş nesîm-i sabd
Nef’î
nesîm-i müşg-bâr: Misk kokusunu getiren rüzgâr.
Yeni cân buluban duram hevâna başlayam yine
Ererse kabrime zülfün nesîm-i müşg-bârından
Ahmet Paşa
nesîm-i nev-bahâr: İlkbahar rüzgârı.
Esti nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem
Açsın bizim de gönlümüz sâkî meded sun câm-ı Cem
Nef’î
nesîm-i rahmet: Rahmet rüzgârı.
Bir hisse alagör nefehât-ı cemâlden
Hakkın nesîm-i rahmeti leyl ü nehâr eser
Şeyhülislam Yahya
nesîm-i rûh-bahş: Can sunan rüzgâr.
Geldi nesîm-i rûh-bahş buldu çemen tâze hayât
Oldu hevâlar mudedil zevk etsin erbâb-ı safa
râmi
nesîm-i sabâ: Sabah rüzgârı.
Gel ey nesîm-i sabâ kûy-ı yârden ne haber
Gelir mi kâfile-i müşg-bârdan ne haber
Nef’î
nesîm-i sebük-pâ: Ayağına çabuk, hızlı esen rüzgâr.
Açıldığın haber verir ağyâra gül gibi
Dâim bize nesîm-i sebük-pâ gelir gider
Nâbî
nesîm-i seher: Seher rüzgârı.
Hubûb eder gibi reftârınız ne hâlettir
Aceb nesîm-i seherden mi dferîdesiniz
Abdülhak Hâmit
nesîm-i seher-hîz-i âh vâh: Ah vahın erken uyanan rüzgârı.
Biz ol nesîm-i seher-hîz-i âh vahız kim
Verâ-yı perde-i zülf-i nigâra dek gideriz
Esrar Dede
nesîm-i subh: Sabah rüzgârı.
Hevâ-yı aşka uyup kûy-ı yâre dek gideriz
Nesîm-i subha refîkız bahâra dekgideriz
Nâiü
Hâk-i derinde micmeregerdân nesîm-i subh
Müşg ü abîr ü anber ona hâk-ipây imiş
Rızayı nesîm-i subh-dem: Sabah vaktinin rüzgârı.
Dehdn-ı gonceden ümmîd-i nîm-hande ile
Nesîm-i subh-demin cüst ü cûların biliriz
Nâbî
Mey âteş-i seyyâledir mînâ kadehle lâledir
Ya gonce-i pür-jâledir açmış nesîm-i subh-dem
Nef’î
Nesîmî
: Ar. Seyyid
Nesimi.
XIV. yüzyılda yaşamış
Türk şairlerinden biri.
Hurifi akidesine bağlıdır.
Rivayete göre
Bağdat’ın
Nesim kasabasından olduğu için
Nesimi mahlasını kullanmıştır.
Asıl adı
Ömer
İmameddin’dir. da
Mansur gibi “Ene’l
Hak” (Ben Hak’ım) sözünü cezbe hâlinde söylediği için ulemanın verdiği fetva üzerine derisi yüzülerek öldürülmüştür.
Mekâna sığmadı zâtım, ezeldendir bidâyâtım
Nesîmî teg bu ma’nîden mekânı lâ-mekân oldu
Nesimi
Daim
Ene’l
Hak söylerem
Hak’dan çün
Mansûr
Kimdir beni ber-dar eden bu şehre meşhûr olmuşam
nesimi
nesme: bk. nesem.
nesnâs: Ar. 1. Yarım insan şeklinde, bir ayaklı ve tek gözlü hayal edilen mahluk. 2. Goril, şempanze, urangutan gibi büyük maymun cinslerinin adı.
Bizim cenâh budur gördüğün şu mahşer-i nâs
Sizinki de kaçıyor işte bir alay nesnâs
Abdülhak Hâmit
nesnâs-ı nâ-mizâc: Mizaçsız goril.
Nabz-âşinâ hekîmin o nesnâs-ı nâ-mizac
Çirkinliğiyle ben onun etmiştim imtizac
Abdülhak Hâmit
nesr, nesir: Ar. 1. Saçma, dağıtma. 2. Manzum olmayan söz veya yazı.
Feth ile cihân nazm u nesri
Ol Hüsrev-i kâm-kâr-ı ma’nî
Ünsî nesr-i felek: Feleğin saçtığı.
Ar eder almağa çengâline nesr-i feleği
Sayd için eylese şeh-bâz-ı hayâlim pervâz
Nef’î
nesr-i tâir veya nesrü’t-tâir: Batı tarafında görülen en parlak yıldız.
Şevk ile sevâbit oldu sâir
Uçtu bu havâda nesr-i tdir
Nâbî
nâsir: 1. Yayan, saçan. 2. Nesir yazan.
Şu son demlerde bir nâsir zuhûr etmiş diye duyduk
Sen ol cellâd-ı nesr ü kâtil-i evzan mısın kâfir
Fazıl
Ahmet
Aykaç nesrîn: Far. 1. Van gülü. 2. Mısır gülü. 3. Yaban gülü. 4. Ağustos gülü.
Çü irdi
Bîsütûn’a serv-i sîmîn
Bu sengîn dağı kıldı bâğ-ı nesrîn
Şeyhi
Bâzû-yı latîf-i şâh-ı sîmîn
Gûyâ ki hamîri berg-i nesrîn
Şeyh Galip
nesrîn ü reyhân: Nesrin ve reyhan.
Ne izzet buldu ise şemme-i lutfunla bulmuştur
Bu gül-zârın eğer verdi eğer nesrîn ü reyhânı
Şeyhülislam Yahya
nessâc: bk. nesc. nester, nesteren, nesterîn, nesterûn: Far. 1. Yabani gül. 2. Güllük, gülistan, gülzar.
Esti nesîm-i cân-fezA canlandı erbâb-ı çemen
Güller giyip gülgûn kabâ güldü açıldı nesteren
Nef’î
Bir gül eline girmez iken bâğ-ı ruhundan
Hem nergis ü hem sünbül ü hem nesteren ister
Bağdatlı Ruhi
Açılmış gül gül olmuş safha-i rûyu semenlenmiş
Letâfet kat kat olmuş
Arızında nesterenlenmiş
Nâbî
Perîşân olmuşsun hemen bir günde
Açılıp dökülen nesterengibi
Rtza
Tevfik
Bölükbaşı
nesteren-zâr: Gül bahçesi.
Etti ruh-ı hüsnü nesteren-zar
Ruhsâre-i aşk u aşk-ı ruhsâr
Şeyh Galip
neşât: Ar. Sevinç, neşe, şenlik.
Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gamın da rûzigârın görmüşüz
Nâbî
Geh sâz u tarab gehî âgânî
Eyyâm-ı neşât idi zemânı
Nâbî
Bir aceb neş’e tulû’ etti derûnumdan kim
Bülbül şevk u neşât etti dil-i ndldnı
Nalanî neşât-ı âlem: Âlemin neşesi.
Febm olunmazdı neşât-ı âlemin eksikliği
Görmesen renc-i humârı işret-i dûşînede
Nedim
neşât-ı lutf: Lütuf neşesi.
Safâ-yı câvidânîdir neşât-ı lûtfu ahbâba
Belâ-yı nâ-gehânîdir hayâl-i tîğı addya
Nef’î
neşât-ı mey: Şarap sevinci.
Neşât-ı mey gibi cevrinde bir tabîat olur
Zahmların dile dâg üstü bâğ olur giderek
Sâmi neşât-ı rûhânî: Ruhani neşe.
Ne nâmedir bu ki keyf-i rahîk-ı mazmûnu
Verir mülâhazaya bir neşât-ı rûhdnî
Nef’î
neşât-ı vasl: Kavuşma sevinci.
Güzeller devlet-i vaslın bulup mağrûr olan âşık
Neşât-ı vasldan endûh-ı hicrân olduğun bilmez
Fuzûlî
neşât-ı vuslat: Kavuşma sevinci.
Bu meclis-i münâfese-âmîz-i âlemin
Değmez neşât-ı vuslatı hüzn-i vedâına
Nâbî
neşât-ı zevrak-ı mey: İçki kadehinin sevinci.
Neşât-ı zevrak-ı meyle bu şeb hisâra değin
Ya el verir bize o şûh ya çeker gideriz
Dâniş (Dâniş-ı Atîk; Dâniş-ı Kadim)
neşât-âver: Sevinç getiren, sevindiren.
Bir devr-i safâ-bahş ile devretmede gerdûn
Kim her demi olmakta neşat-âver-i âZem
Neşatl
Senin vasfında cânâ bir neşat-âver güzel gördüm
Olursa tâze eşM öyle pâk ü âb-dâr olsa
Nedim neşât-âver-i âlem: Âlemin sevindireni.
Bir devr-i safâ-bahş ile devretmede gerdûn
Kim her demi olmakta neşat-âver-i âZem
Neşatl
neşât-efzâ, neşât-fezâ: Sevinç arttıran.
HabbezA cây-i neşât-efzA ki
Rıdvan görse ger
Hayretinden derdi bu cennet midir dünyâ mıdır
Nef’î
Ol bâde-i neşât-fezayız ki bâğ-bân
Etmiş nişânede hum yerine tâkimiz bizim
Nâbî
Ne dâniş etti tahsîl
Sebkatî tab’-ı seher-pîşen
Ki her nazm-ı neşât-efzayı sen şâh-âne söylersin
Sebkatî (Sultan I. Mahmut)
neşât-engîz: Sevinç uyandıran.
Bir gül-istândır kasîdem kim safâ vermiş ona
Bu neşât-engîz ü cân-perver gazel mânend-i âb
Nef’î
neşât-mend: Sevinçli, neşeli. neşât-mend-i mey-i i’tibâr: Değer verilen
şarabın neşelisi.
Gönül senin gibi hem-bezm-i yâr idim ben de
Neşât-mend-i mey-i i’tibâr idim ben de
Nâbî
neş’e: Ar. 1. Yeniden meydana gelme. 2. Keyif, neşe, sevinç. 3. Çakırkeyf, az sarhoşluk.
Bir nîm-neş’e say bu cihânın bahârını
Bir sâgar-ı keşîdeye tut lâle-zarını
Nedim
neş’e-i aşk: Aşk neşesi.
Neş’e-i aşkınladır
Mecnûn sürûdı derd-nâk
Pertev-i hüsnünledir
Leylî cemâli «Azenîn
Fuzûlî
neş’e-i bâd: Rüzgârın neşesi.
Neş’e-i bâda eyle gerdiş-i çeşm etse o şûh
Mest olur onu gören na’ra-i mest-âne çeker
Beliğ neş’e-i devlet: Devlet neşesi.
Neş’e-i devletle n’olsun fahrin ey mest-i gurûr
Sen misin bâdi bu bezm-i âlemin îcâdına?
Namık Kemâl
neş’e-i dü-kevn: Her iki dünyanın neşesi.
Birdir basîret ehline hep neş’e-i dü-kevn
Bâdâm-ı tev’emin iki olmaz şükûfesi
Beliğ neş’e-i gül: Gül neşesi.
Neş’e-i gül mevc urur leb-rîz olur reng-i safâ
Düşse ger âyîneye ol rûy-ı âlin sûreti
Nevres-i Kadim
neş’e-i hikmet-i rûz-ı ezelî: Ezelî günün hikmet neşesi.
Mâye-i feyz-i hayât-ı ebedî neşve-i mey
Neş’e-i hikmet-i rûz-ı ezelî gerdiş-i cdm
Nef’î
neş’e-i idrâk: Kavrayış neşesi.
Lezzeti etkimede, râhatı cisminde arar
Ne bilir neş’e-i idrâki nedir ehl-i şikem
Koca Râgıp Paşa
neş’e-i ikbâl-i dünyâ: Dünya ikbalinin neşesi.
Neş’e-i ikbâl-i dünyâya mürâdifdir humâr
Her akib-i câhda idbâr kendin gösterir
Leskofçalı Galip
neş’e-i kalyân: Nargile neşesi.
Ah eylediğim neş’e-i kalyânın içindir
Kan ağladığım kahve-i fincânın içindir
Sâbir neş’e-i sahbâ: Şarap neşesi.
Müretteb eyledi bir bezm-i gül-şen içre bahâr
Ki verdi zevk-ı temâşM-yı neş’e-i sabbd
Fuzûlî
neş’e-i san’at: Sanat neşesi.
Dolaşıp neş’e-i san’atla gülen dîdelerin
Çehre-igirye-nikâbında hayât-ı beşerin
Tevfik Fikret
neş’e-i şevk: İstekli neşe.
Neş’e-i şevk ile âyâtına tapmak dilerim
Anla var
Hâlık’ıma gayri ne yapmak dilerim
şinasi
neş’e-i ülfet: Dostluk neşesi.
Ey cân gelip bu gül-şene mahrem ol anda sırlara
Dilde sürûr ü neş’e-i ülfet zuhûr etti bu şeb
Âdile Sultan
neş’e-âbâd: Neşe dolu yer.
Olan mest ü harâbî cümleden ma’mûrdur
Esrâr
Harâbât-ı mahabbettir bu bezmin neş’e-âbMdı
Esrar Dede
neş’e-hâh: Neşe isteyen.
neş’e-hâh-ı aşk: Aşkın neşesini isteyen.
Neş’e-hâh-ı aşk dâim derd-nûş olmak gerek
Sâliki râh-ı fenâ bî-hîş ü hûş olmak gerek
Esrar Dede
neş’e-mend: Neşeli, keyifli.
Neş’e-mend-i câm-ışâdîyim ne ola eyler isem
Bir gazelle ben de küstah-âne tezyîl-i kelâm
Üsküdarlı Hakkı Bey
neş’e-rübâ: Neşe kapan.
Bezm-i meyden olur erbâb-ı heves neş’e-rübâ
Çekmeden bâde-i nM-pür-şûdenin fincânın
Nâbî
neş’e-ver: Neşeli.
Bî-sûziş-i dil çeşnî-i aşk bilinmez
Ser-mest-i hevâ neş’e-ver-i âh değildir
Nâilî
neş’e-yâb: Neşeli, keyifli.
Kabrime gamgîn gelen ahbâb olur hep neş’e-yâb
Rîze rîze üstühânımdan gelir bûy-ı şarâb
Nazîm (Yahya)
neş’et: bk. neşv.
neşîde: Ar. Neşd’ten; inşad edilen ve toplulukta okunan şiir. c. neşâid.
Nedir samîmî sükûnette böyle bir feryâd
Neşîde
Hâlık’ın ammâ kim eyliyor inşâd
Mehmet Akif
Neşîdeler okudun bi’l-akis saâdetime
Gücenme hayret edersem bu mazhariyetime
Mehmet Akif
Ey kulûbun sürûd-ı şeydâsı
Ey kebûterlerin neşîdeleri
Cenap Şahabeddin neşîde-i ekvân: Âlemlerin şiirleri.
Bizzat onun sadâsı: Sürûd-ı leb-i kader
Mahfî, ayân, neşîde-i ekvânı nazmeder
Fâik
Âli Bey
neşîde-serâ: Manzum söz söyleyen.
Bu arz-ı pür-mibanın
Oldum üstünde hep neşîde-serâ
Cenap Şahabeddin
neşâid: Neşîde’ler.
neşâid-i melekût: Meleklerin şiirleri.
Zemîne ra’şe verirken neşâid-i melekût
Ne manzaraydı
İlâhî o makber-i mebhût
Mehmet Akif
neşr: Ar. 1. Yayma, dağıtma, saçma. 2. Herkese duyurma. 3. Gazeteye yazma, yazdırma.
Kıyamette bütün insanların dirilmesi. c. nüşûr.
Neşr et kemâlin âleme ehl-i kemâl isen
Rûşendir iştihâr-ı ziyâ âfitâbda
Hersekli Arif Hikmet
Şi’ri ile fahr eder cihâna
Yok humkunu neşr eder cihdna
Ziyâ Paşa
Yazdığı mersiyeyi neşr edemez şerminden
Var iken mersiye-i muhteşem-i kâşânî
Muallim Naci
neşr-i füyûzât: Feyizlerin yayılması.
Tâ kim dil-i envârına mişkât ederiz biz
Hûrşîd-sıfat neşr-i füyûzât ederiz biz
Namık Kemâl
neşr-i nûr: Işık yayılması.
Gül-i handâna dönüp açsa dehân
Neşr-i nûr eyler idi ol denddn
Hakanî
nüşûr: Neşir’ler.
Ale’l-husûsgeçip leyl-i tîre-fâmı fenâ
Eşi’a-güster olur âfitâb-ı subh-ı nüşûr
Yenişehirli Avni
Nev-bahârın rûhu teg etsin de bizlerden zuhûr
Yoksa, artık
Sûr-ı İsrâfîl’e kalmıştır nüşûr
Mehmet Akif
nâşir: 1. Neşreden, dağıtan, saçan. 2. Yayımlayan.
nâşir-i rûh-ı kudret: Kudret ruhunu yayan.
Ey büyük kavm-i ezel-hikmet ü âlem-fitrat
Hâmî-i adl-ı Hudâ, nâşir-i rûh-ı kudret
Kemalzâde Ekrem Bey
nâşir-i şân u şeref: Şan ve şeref yayan.
Nâşir-i şân u şeref münşî-i evsâf-ı selef
Mâlik-i rûh-ı ahaff nâil-i inşâ-yı kerem
ahmet
Hamdî
neşşâf: Ar. 1. Çok neşfeden, somuran, emen. 2. Bir şeyi kendine çeken.
Bize bir vech ile mektûb tahrîrine imkân yok
Sehâb-ı kasvetimden nem kapar neşşâftır kâğıd
Sâbit
ne-şüküfte: Far. (>nâ-şüküfte)
Açılmamış (gonca).
Bülbül figânı kesme ki ne-şüküftegoncenin
Düzd-i nesîm girmeye tâ câme-hâbına
Nâbî
neşv: Ar. Canlının büyümesi, boy atması; yeniden peyda olma.
Sen ey kişt-i emel neşv ü nemddan dûrsun ammâ
Sehâb-âsâ dökülmek âb-rûlar hep seninçindir
Nâbî
Nergisin düşmez idi câm-ı zeri destinden
Bulsa ger feyz-i nem-i cûdu ile neşv ü nemd
Nef’î
neşv ü nemâ: Yetişip büyüme.
Nergisin düşmez idi câm-ı zeri destinden
Bulsa ger feyz-i nem-i cûdî ile neşv ü nemd
Nef’î
Her tohum buldu neşv ü nemâ lîk bulmadı
Tohm-ı ümîd hâtır-ı ümmîd-vârda
Nâbî
Tek hemân eyleme pejmürde nibâl-i emelim
Geçtim ey ebr-i sitem neşv ü nemMdan geçtim
Nergısî
neş’et: 1. Meydana gelme, ileri gelme. 2. Çıkma, yetişme.
Dîni tedkîk edeceksek, dönelim haydi geri
Alalım neş’et-ı İslâm’a yakın bir devri
Mehmet Akif
İkbâl-i felek teveccüh ederse her kime Beyz-i kebûter durur veted üzre
İdbârı da ikbâli gibi ger ederse neş’et
Kelb-i habâset bevl eder esed üzre

neşve, neşvet: Ar. Sevinç, hafif sarhoşluk, keyif hâli.
Osmanlı
Türkçesi’nde “neşe” şekli daha fazla kullanılır.
Her câmda bir bâde vü her bâdede bir şevk
Her şevkte bir neşve vü her neşvede bir zevk
Riyazî
Ey leyl nehârın olmasaydı
Ey neşve, humârın olmasaydı
Mehmet Akif
neşve-i bâde-i gül-gûn: Kırmızı şarabın neşesi.
Bir midir ikisi de şîre-i engûr iken
Neşve-i bâde-i gül-gûnla keyfiyyet-i hall
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
neşve-i câm: Kadeh neşesi.
Bilinmez kadri, mabmûr olmadıkça, neşve-i câmın
Şebâb eyyâmının keyfiyyetin pîr-i dü-tâdan sor
Fıtnat
Hanım
neşve-i câm-ı muhabbet: Sevgi kadehinin neşesi.
Neşve-i câm-ı muhabbetle gönül cûş eyler
Çekilen derd ü gamı cümle ferâmûş eyler
Fıtnat
Hanım
neşve-i rıtl-i girânî: Büyük kadehin neşesi.
Tâ sabâh-ı haşre dek bin mübtelâyı mest eder
Bezm-i aşkın neşve-i rıtl-igirânîdir sözüm
Nef’î
neşve-i ser-tâ-pâ: Baştan aşağı neşe.
Meyi peymâne-be-peymâne döken sâkîden
Yine peymâne diler neşve-i ser-tâ-pâyız
Yahya Kemal
neşve-bahş: Keyif veren, neşelendiren.
Bu iğbirâr-ı latîfin sirâyetiyle gönül
Neler tahattur eder neşve-bahş ü girye-fezâ
Tevfik Fikret
neşve-bâr: Neşe saçan.
Kalbimde incimâd eder âmâl-i neşve-bâr
Mecrûh nâlelerle dolar ömr-i intizâr
Kemalzâde Ekrem Bey
neşve-dâr: Neşeli, keyifli.
Neşve-dâr etmişti
Yahyâ’yı mey-i bezm-i elest
Dahı peydâ olmadan âlemde âdem neşvesi
Şeyhülislam Yahya
neşve-mend: Neşeli. neşve-mend-i câm-ı şâdî: Mutluluk kadehinin neşelisi.
Neşve-mend-i câm-ı şddîyim ne ola eyler isem
Bir gazelle ben de küstah-âne tezyîl-i kelâm
Üsküdarlı Hakkı Bey
neşve-rübâ: Neşe verici, neşe çekici.
Bezm-i meydân olur erbâb-ı heves neşve-rübâ
Nâbî
neşve-yâb: Keyifli, neşeli.
Bezm-i nûş-â-nûş-ı hestîde kalender-meşreb ol
Neşve-yâb eyler sabır erbâbını sahbâgibi
Âsâf
neşve-yâb-ı aşk: Aşk neşelisi.
Ey bâde-i hevesten olan neşve-yâb-ı aşk
Ser-kûçe-i ümîdde mest-i harâb-ı aşk
Nâilî
neşve-yâb-ı feyz: Bereketin neşeli hâli.
Câm-ı sahbM-yı lebinden neşve-yâb-ı feyz olan
Bâyezîd olsa harîm-ı Kâ’be’de mey-nûş olur
Leskofçalı Galip
neşve-zâr: Neşe yeri.
neşve-zâr-ı behiştî: Cennetin neşe yeri.
Sükûnlu bir gecenin ufk-ı naîminde
Kamer
Bu neşve-zar-ı behiştîye arz-ı hasret eder
Tevfik Fikret
netîce: Ar. 1. Son, sonuç, akıbet, nihayet. 2. Öz, özet.
Dîdâr-ı dosttur iki âlem netîcesi
Yok ondan özge âşıka âlemde mültemes
Fuzûlî
Umûruna karışan âharın vekîl gibi
Netîcesinde garâmet çeker kefîl gibi
Sâbit
netîce-i hûb: Güzel netice.
Vermez bu reviş netîce-i hûb
Şâyeste değil sana bu üslûb
Fuzûlî
netîce-i kalem: Kalemin sonu.
Hulâsa-i haber bîtereddüd eş’ârı
Netîce-i kalem bî-tekellüf ihsânı
Nef’î
netîce-pezîr: Son bulmuş, neticelenmiş
Mukaddemât-ı havâdis değil netîce-pezîr
Verâ-yı perdede bilsem ne müddeâ vardır
Şeyhülislam Ahmet
Arif Hikmet
neûzübi’l-lâh: Ar. 1. “Allah’a sığınırız”. 2. Allah korusun.
Düştü yola
Zeyd’e oldu hem-râh
Bir hâl ile kim neûzü-bi’l-ldh
Fuzûlî
Bir deşt bu kim neûhü-bi, l-lâh
Cinler cirîd oynar anda her gâh
şeyh Galip
nev: Far. Önüne geldiği kelimelere “yeni, taze, taravetli” anlamlarını veren ön ek.
nev-âmed, nev-âmede: Yeni gelmiş, yeni yetme.
Daha nev-âmededir tıfl-ı nazm ey Nâbî
Aceb mi hâneden eylerse merkeb-i çûbîn
Nâbî
nev-âmûz: Acemi, yeni alışan.
Nice uçmağa gönül ka: dir olur kûyundan
Rişte-i kâkülü ol mürg-i nevâmızdadır
Bağdatlı Ruhi
nev-arûs: Yeni gelin, henüz yeni evlenmiş kız.
Nev-arûs oldukta
Leylâ dürrile yâkûtunu
Çok mudur
Nevfel ne bilsin dîde-ı Mecnûn’a sor
Hayâlî Bey
nev-arûs-ı lâle: Yeni açmış lâle.
Gûş edip gül seyre çıktığın kabâ-yı al ile
Nev-arûs-ı lâle zeyn etmiş izare hâle ile
Behiştî
nev-âyîn: Yeni tarz, yeni üslup çıkaran.
Dil-ber deheninden bu nev-âyîngazel olsun
Nâbî yine yârâna hediye sühanımdan
Nâbî
nev-bahâr: İlkbahar.
Nev-bahâr oldu gelin azm-i gül-istân edelim
Açalım gonca-i kalbi gül-i handân idelim
Bâkî
Ey âlem-i misâlin seyyâh-ı hûş-yârı
Hîç kasr sûretinde gördün mü nev-bahârı?
Nedim
Esti nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem
Açsın bizim de gönlümüz sâkî meded sun câm-ı Cem
Nef’î
Esti bâd-ı subh-dem geşt ü güzâr eyyâmıdır
Gonce-veş diller açılsın nev-bahâr eyyâmıdır
Rızayi
nev-bahâr-ı âlem: Âlemin ilkbaharı.
Mevsim nev-bahâr-ı âlem idi
Rûy-ı âlem besîm ü hurrem idi
İsmet
nev-bahâr-ı gül-pûş: Gül örtülü, gülle kaplı ilkbahar.
La’l-i lebişu’le-işeker-nûş
Gül-ruhları nev-bahâr-ıgül-pûş
Şeyh Galip
nev-bahâr-ı işve: Nazın ilkbaharı.
Gâlib’i zencîr-i mevce çekmeden cûy-i cünûn
Vaktidir ey nev-bahâr-ı işve bu gül-zaregel
Şeyh Galip
nev-bahâr-ı ömr: Ömrün ilkbaharı.
An ol günü ki âhir olup nev-bahâr-ı ömr
Berg-i hazâna dönse gerek rûy-ı ldle-renk
Bâkı
nev-bâve, nev-bâre: 1. Turfanda yemiş. 2. Yeni yeşillik, 3. Hediye.
Bu subh-ı tâze, şu nev-bâre
Zühre-i dil-ber
Şu yavru kuş, bu nihâl-i zarîf-i nev-peydâ
Tevfik Fikret
nev-bâve-i hadîka-i ömr: Ömür bahçesinin yeni yeşilliği.
Nev-bâve-i hadîka-i ömrünle dâimâ
Zât-ı şerîfin eylesin Allah pâyidâr
Cinânî
nev-be-nev: yeniden yeniye.
Libâs-ı nev-be-nevle ey olan âldyişe mâil
Kemâlinden haber ver kimse senden ihtişâm almaz
Koca Râgıp Paşa
nev-bünyân: Yeni yapılmış, yeni yapı.
Bak
Sitanbul’un şu
Sa’dâbâd-ı nev-bünyânına
Ademin cânlar katar âb ü hevâsı cânına
Nedim
nev-civân, nev-cüvân: Taze, genç, delikanlı.
Bu civânlık âlemin tâ kim getirsin yâdına
Dahipek pîr olmadan bir nev-civân lâzım sana
Nedim
nev-demîde: Yeni yetişmiş, taze.
Bütün bu sâha-i hazrâ, bu nev-demîde çemen
Yeşil bir örtünün altında bir amîk mezâr
Mehmet Akif
nev-devletân: Yeni devletler.
Olsa aceb mi gaflet-i nev-devletân füzûn
Sengîn olur dimâğda vakt-i şebâb hâb
Sünbülzade Vehbi
nev-devletân-ı asr: Asrın yeni devletleri.
Sakın nev-devletân-ı asrdan himmet hayâl etme
Abesdir dürr ümîdin eylemek bahr-i tasavvurdan
Esat (Şeyhülislam)
nev-hatt: Sakalı yeni çıkmaya başlamış genç.
Meğer ki sîne-i uşşâkı tâze nev-hatlar
Duhân-ı âh ile eyler benefşe-zar-ı ümîd
Nâilî
nev-heves: 1. Bir işe yeni hevesle başlayan. 2. Çabuk hevesi geçen, maymun iştahlı. c. nev-hevesân.
İhyâ eden endîşeyi feyz-i nefesimdir
Endîşe benim tıfl-ı dil-i nev-hevesimdir
Nef’î
Nev-hevesler ne aceb etse onunla da’vâ
Kendi asrında da bâzîçe-i tıflân idi
Kays
Şeyh Galip
nev-hevesân: Bir işe başlayıp aşırı istek gösterenler.
Gâh ruhsâra, gehî zülfe bakar nev-hevesân
Ehl-i tahkîka göre leyl ü nehâr ikis bir
halim Giray
nev-hırâm: Yeni yeni salınanarak yürümeye başlayan.
Ol nev-hırâm kûçe-i bî-dâdın ettiğin
Ömründe cevr işitmedi bî-dMd görmedi
Nâbı
nev-hîz: 1. Yeni yetişmiş, yeni çıkmış. 2. Genç, taze.
Gonce-veş ol yüzü gül geç güler tîz açılır
Gülicek nâz-ıla san gonca-i nev-hîz açılır
İbni Kemâl
(gülicek: gülünce)
Lebleri üzre gubâr-ı hatt-ı nev-hîz değil
Nâfe-i âhû-yı çeşminden dökülmüş müşg-i nâb
Nef’î
nev-nahl: Yeni yetişmiş dal.
nev-nahl-i gül: Gülün yeni dalı.
Dikiş tutsun mu çâk-i gonce seyrettikte ruhsarın
Tutalım diktiğin nev-nahl-i gül ey bâğ-bân tutmuş
Nedim
nev-nihâl: 1. Taze fidan, yeni sürgün. 2. mec. Uzun boylu sevgili.
Güzelsin cennetin en rûh-perver nev-nihâlinden
Güzelsin mâhın en sevdâlı en parlak cemâlinden
Kemalzâde Ekrem Bey
nev-nihâl-i çemen-istân-ı cemâl: Güzel çemenliğin yeni taze fidanı.
Nev-nihâl-i çemen-istân-ı cemâl
Gonca-i tâze-res bâğ-ı risâl
Sünbülzade Vehbi
nev-niyâz: yeni niyaz.
Sen yine bir nev-niyâz âşık mı peydâ eyledin?
Kûyuna yer yer dökülmüş âb-ı rûlar var idi
Nedim
nev-peydâ: Yeni hâsıl olan ve beliren.
Benzemez bunlara ol turfedir onun tarzı
Reviş ü cünbüşü ser-tâ-be-kadem nev-peydâ
Nef’î
nev-râh: Yeni yolcu.
Merd ona denir ki aça nev-râh
Erbâb-ı vukûfu ede âgâh
Şeyh Galip
nev-res, nev-reste: Yeni yetişen, taze, körpe. c. nev-restegân.
Dehr vakf etmiş beni nev-res cevânlarr ışkına
Her yeten meh-veş esîr-i hatt u hâl eyler beni
Fuzûlî
Durmuş iki yanına katârın
Nev-reste benâtı nev-bahârın
Muallim Naci
nev-resm: Yeni moda, yeni çıkma.
Şimdi yapılan âlem-i nev-resm-i safânın
Evsâfı hele başka kitâb olsa sezddır
Nedim
nev-reste, nev-rüste: Yeni bitmiş, taze.
Kâmet-i mevzûnu kim bir mısrâ’-ı ber-cestedir
Mâni’-i rengîn-i lafz anda hat-ı nev-restedir
Leskofçalı Galip
Bana dil uzatır ey gonce-i nev-rüste her bir hâr
Varıp seyrân edersem sensiz ben sahn-ı gül-istânı
Hayâlî Bey
nev-resîde: yeni yetişmiş, yeni olmaya başlamış, taze.
Her nev-resîde şâh-ı gül aldı eline câm-ı mül
Lûtfet açıl sen dahi gül ey serv-kadd ü gonce-fem
Nef’î
nev-rûz: 1. Yeni gün. 2. Güneş’in
Koç burcuna girdiği gün ve
Rumi
Mart’ın dokuzu.
İlkbahar’ın başlangıcıdır.
Celali takvimine göre de yılbaşıdır.
Miladi takvime göre de
Martın 21’i veya 23’üdür ve geceyle gündüzün eşit olduğu gün 3. müz. Eski
Türk müziği makamlarından biridir.
Niçin kim zât-ı pâkin mazhar-ı feyze adâlettir
Bu mülkün her günün nev-rûz ü her faslın bahâr eyler
Fuzûlî
Yılda bir olur bu dem-i ferhunde aceb mi
Olmazsa her eyyâmda ger âlem-i nev-rûz
Nef’î
Günü günden yiğ olsun rûze-dârân-ı gam-ı aşkın
Demezler kim bizim de îdimiz nev-rûzumuz vardır
Nef’î
nev-şahne: Yeni inzibat memurunun kırmızılığı.
Açılır gönlüm gehî kim girye-i telahhum görüp
Açar ol gül-ruh tebessüm birle la’l-i nev-şahnedir
Fuzûlî
nev-şüküfte: Yeni açılmış (çiçek).
Bülbül gül-zar-ı aşkım sîne-i pür-dâgla
Nev-şüküfte gonca-i dil âşiyânımdır benim
Nef’î
nev-tarz: Yeni tarz, yeni sistem.
Nakş-ı nev-tarzı verir dîdeye nûr
Tarhı eyler dili leb-rîz-i sürûr
Nâbî
nev-ummâ: Bir suretle, bir derece.
Olmasa ruhsat eğer nev-ummâ
Müntakim olmaz idi nâm-ı Hudâ
Sünbülzade Vehbi
nev-zemîn: Yeni tarz, yeni çeşit.
Şi’rin muvaşşah eyle sanâyi’le
Kamiyâ
İster edâ-yı tâze vü hem nev-zemîn zemân
Kâmî (Edirneli)
nev’: Ar. 1. Çeşit, türlü. 2. Cins. 3. Sınıf.
Sahn-ı âlem bir saâdetzâr olurken adl ile
Ekser-i ebnâ-yı nev’in rağbeti bî-dMda, hayf
Ziya (Adanalı)
nev’-i beşer: İnsan soyu, insanlar.
Sühan ol denlü hoş-âyende gerektir ki onu
Edine nev’-i beşer belki melâik ezber
Nâbî
nev’-i harîr: İpek çeşidi.
Kıymet ü kadrin o demlerde bilir nev’-i harîr
Ki geçe tâcirin endâze vü mîzânından
Nâbî
nev’-i insân: İnsan cinsi.
Nev’-i insân, haşredek, ta’zîm ederler adına
Kim fedâ-yı nefs ederse cinsinin imdâdına
Ziya Paşa
nev’an: 1. Çeşit bakımından, cins bakımından. 2. Biraz.
Erbâb-ı feyze mevhibe-i evvelîdir aşk
Ferydd u nâle sonrası nev’an bahânedir
Esrar Dede
nevâ(y): (Ç) Far. 1. Ses, seda, makam, aheng. 2. Zenginlik, kuvvet, refah. 3. Bir makam.
Sâyesin dervîş-i bî-berg ü nevMdan dûr eden
Saklasın ârâyiş-i tâbûta nahl-i kametin
Mantıkî (Ahmet)
Ben ki uşşâkın nevâsını nühüfte kıluram
Bu sipâhân perdesinde ne revâdır çalalar
Kadı
Burhaneddin nevâ-yı andelîbân-ı cihân: Cihan bülbüllerinin sesi.
Bu meclis kim füyûzât-ı Huda’nıngülsitânıdır
Yakar kalbi nevM-yı andelîbân-ı cibândır bu
Âdile Sultan
nevâ-yı aşk: Aşk sesi.
Gûş etse nây-ı kalbimden nevâ-yı aşkımı
Mutrib ü tanbûr u sâz ol şevk ile nâlân olur
Âdile Sultan
nevâ-yı bülbül: Bülbülün sesi.
Şöyle gül-şenpür-tarab kimgûşlar fark eylemez
Kahkahâ-yı hande-i gülden nevâ-yı bülbülü
Nedim
nevâ-yı çeng: Çeng sazının sesi.
Şâhid-i maksad nevâ-yı çeng teg perde-nişîn
Sâgar-ı işret habâb-ı sâf-ı sahbâ teg nigûn
Fuzûlî
nevâ-yı hâme: Kalemin sesi.
Gûş edelden nağme-i âteş nevM-yı hâmeni
Bülbülân
Ragıp ferâmûş eylemişler cehcehe
Koca Râgıp Paşa
nevâ-yı nâle: İnleme sesi.
Fenn-i nevâ-yı nâlede uydum hezâra ben
Olsam aceb mi bâğ-ı cibânda hezar-fenn
Nazîm (Yahya)
nevâ-sâz: Çalgıcı, okuyucu.
Ey mutrib-i cân-efzA ey tûtî-i şekker-hâ
Lutf eyle nevâ-sâz ol yetmez mi bu istiğnâ
Esrar Dede
Nevâ-sâz olmadı bir dem havâsından mıdır bilmem
Ney-istân-ı gamın mahsûlü şimdi hâmdır hamdır
Cevrî (İbrahim Çelebi)
nevâ-sâz-ı felek: Feleğin çalgıcısı.
Zübre’dir duhter-i pür-nâz-ı felek
Bezm-i ulyâda nevâ-sâz-ı felek
Sünbülzade Vehbi
nevâdir: ÇiÇ) bk. nedret.
nevâfil: bk. nâfile.
nevâhî: bk. nehy.
nevâib: Ar. Nâibe’den; belalar, musibetler.
nevâib-i eyyâm: Günlerin belaları.
Sen zanneder misin ki benim hep elemlerim
Heyhât ben nevâib-i eyyâmı inlerim
Tevfik Fikret
nevâl: Ar. Nevl’den; 1. Behre, nasip; talih, kısmet. 2. Lütuf, ihsan, atâ, kerem.
Muttasıf eyleye dest-i kerem ü ihsânı
Alemi câize-i lûtfila memnûn nevâl
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
Ümîd-vâr-ı nevâlin tüvan-ger ü dervîş
Dahîl-i bâb-ı emânın gedâ vü bay-ı vücûd
Nevres-i Kadim
Ehl-i hikmet dedi cememvâl
Kesb-i ser-mâye-i esbâb-ı nevâl
Nâbî
Cibrîl nevâline haberci
Mîkâîl onun vekilharcı
Şeyh Galip
nevâl-i ârzû: Arzu nasibi.
Geçirdi çâşnî-gîr-i felek ol denlü vaktin kim
Nevâl-ı Arzû meydana geldi iştihâgitti
Nâbî
nevâl-i ayş: Eğlence nasibi.
Nevâl-i ayşı bu mibnet-serMda ey Nâbî
Felek verirse de bî-kayd-ı imtinân mı verir
Nâbî
nevâl-i dehr: Dünya nasibi.
Sunma nevâl-i debre sakın dest-ı Arzû
Mâhîyegayre tu’me eder iştihâ-yı hırs
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
nevâl-i sofra-i bezm-i cihân: Dünya meclisinin sofrasındaki yiyecekler.
Sakın telh etme vaz-ı bî-nemekle kimsenin ayşın
Nevâl-i sofra-i bezm-i cibândan lezzet istersen
Fıtnat
Hanım
nevâl-i vasl: Kavuşma nasibi.
Tehî destân künc-i gurbetiz berg ü nevâmız yok
Nevâl-i vasıldan gayri nevâle iştibâmız yok
Nâbî
nevâl-i zâhir: Görünen ihsan.
Nevâl-i zâhir ü bâtınla etti perverde
Benimle çekti zuhûr-ı cemâline perde
Nâbî
nevâle: 1. Nasip, kısmet. 2. Yiyecek, yiyinti.
Tehî destân künc-i gurbetiz berg ü nevâmız yok
Nevâl-i vasıldan gayri nevâle iştibâmız yok
Nâbî
nevâle-keş: Yiyecek çeken, yiyecek taşıyan. nevâle-keş-i hân-ı enbiyâ: Nebiler sofrasına yiyecek taşıyan.
Efsûs ömr-i telh-mezakân-ı âleme
Cibrîl iken nevâle-keş-i hân-ı enbiyâ
Nâbı nevâle: bk. nevâl.
nev’an: bk. nev’.
nevâsî: bk. nâsiye.
nevâz: bk. -nüvâz.
nevâzende: (ojjjlj.
Far. Okşayan, okşayıcı.
nevâzende-i her-hâtır: Her hatırda kalan okşayıcı.
Lutf-ı tabHnla nevâzende-i her-hâtırsın
Hüsn-i reyinle tirâzende-i her-kişversin
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
nevâziş, nüvâziş: İltifat, okşama.
Yine her birine mahsûs edip in’âm
Maddince
Nevâzişlerle memnûn eyledin a’lâ vü ednâyı
Nedim
Sem’-i âzâra edip şehd-i nevâzişle ivaz
Hüner oldur sana zehr olana sen tiryâk ol
Sâbit
Çîn-i ebrûdan hemân maksad nâziştir bize
Yoksa bilmez mi itâ etmek nüvâziştir bize
Nedim
Yaldızlanmış akdâh-ı harâbât-ı cibân Ümîd ile, bûseyle, nevâzişle tabîat
Cenap Şahabeddin nevâziş-i kerem: Cömert iltifat.
Nevâziş-i kereminle zemâne olmuştur
Misâl-i hâtır-ı gül-şen güşâde vü hurrem
Nedim
nevâziş-gûne, nüvâziş-gûne: İltifata benzeyen, lütuf gibi görünen.
Değildir mürg-ı zeyrek hîle-i sayyâddan gâfil
Nevâziş-gûne, âkıl, mekr-i düşmenden emîn olmaz
beliğ
nevâzil: Ar. Nâzile ve nezle’den; 1. Belalar. 2. Nezle.
Nevâzil olmuşum
Abmed, bırak, sesim yok hîç
Sesin mi yok ?
Açılır şimdi; bir imâm suyu iç
Mehmet Akif
nevâziş, nüvâziş: bk. nevâzende.
nevbet: Ar. 1. Devir, sıra. 2. Sıra ile yerine getirilen vazife, hizmet. 3. Bir hizmete sıra ile birkaç kişinin devam etmesi. 4. Hizmet zamanı. 5. Fırsat. 6. Bazı hastalıklarda ara sıra gelen sıkıntı (sıtma nöbeti gibi.). 7. Karakol, nokta hizmeti.
Mülk-i sühanda nevbetimiz çaldı rûzigâr
Afâkı tuttu relrele-i kûs-ı iştihâr
Bâkı
Câm-ı ikbâli felek şimdi rakîbe sunsun
Dil-i nM-kâma da nevbet gelir inşMallah
Ahmet
Cevdet Paşa
Öğünme kendimin diye bu âsiyâ, ki mevt
Etmez, çü nevbetin gele, asla dakika fevt
Cinânî (Müverrih Bursalı Mustafa)
Asyâb-ı kadehin kâide-i devri budur
Sen de sabr eyle biraz da sana növbet gelsin
Nâbî
Tıkanıp durmadayım; baksana, nevbet nevbet
Zâten a’sâbıma hâkim değilim, merhamet et
Mehmet Akif
nevbet-i tahammül: Tahammül, sabır sırası.
Erişip bahâra bülbül yenilendi sohbet-igül
Yine nevbet-i tahammül dil-i bî-karâra düştü
Şeyh Galip
-neverd, neberd: Far. “dönen, dolaşan, gezen” anlamına gelerek birleşik sıfatlar yapar.
Zahm-ı iksîr-i ışkım rûy-ı zerdim var benim
İşim altın eyledim kimden ne derdim var benim
Âhî
neberd-i ışk: Aşk savaşı.
Tan mı gam öldürse meydân-ı melâmette beni
Bu neberd-i ışktır anca dil
Averler düşer
Bâkı
reh-neverd: Yolda gezen gibi.
reh-neverd-i himmet: Himmet yolunda
gezen.
Ne hıyre-pd-yı şevk ol ey reh-neverd-i himmet
Ne dâmen-i heveste gerd-i şitâb göster
Nâilî
deryâ-neverd: Denizde yol alan, denizde dolaşan.
Eşk-i revân ü dil-ipür-dûd ile
Olmadadır şimdi de deryâ-neverd
Muallim.
Naci
neberd-âzmâ: Cenk görmüş, çok savaşlarda bulunmuş.
Gönder livM-yı saltanatın düşmân üstüne
Merdân-ı cenk-cûy-u neberd-âzmâ ile
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
Nevfel: Ar. 1. Leyla ile
Mecnun hikâyesinde
Leyla’yı
Mecnun için kabilesinden isteyen kahramanın ismi. 2. Deniz.
Nev-arûs oldukta
Leylâ dürrile yâkûtunu
Çok mudur
Nevfel ne bilsin dîde-ı Mecnûn’a sor
Hayâlî Bey
nevh, nevha: Ar. Nevh’ten; ölüye sesli ağlama. c. nevhât.
Duyduğum en acıklı nevhaların
Kalbi dilsizdir, ufku rûhu sağır
Midhat Cemal Kuntay
nevha-i feryâd-bahş: Feryat eden ağlama.
Fakat Allah için kes nevha-i feryâd-bahşını
Bırak sâkin hayâlâtımla ben hâtır-perîşânı
Tevfik Fikret
nevha-i husrân: Hüsran ağlaması.
Cûş eyleyedursun geriden nevha-i husrân
Yâdında onun şimdi ne mâtem, ne de hicrân
Mehmet Akif
nevvâh: 1. Ağlayan, çığlık koparan. 2. Para ile tutulmuş ölü ağlayıcısı.
Giryân olup oldu
Nûh-ı nevvâh
Deryâ-yı meldhatinde melldh
Şeyh Galip
nevîn: Far. Yepyeni, yeni şey.
Buldu ahvâl ü umûr-ı memleket feyz-i cedîd
Geldi erbâb-ı fütûr ü ye’se hep sevk-i nevîn
Ziyâ Paşa
Fevk ımda bağteten açılup bir derin semâ
Şeffâf perde çekti ona bir nevîn seher
recaizade Ekrem
nevk: Far. Sivri uç.
Ey gül-nibâl doğrusu sâyende hâr-ı gam
Geçti derûne nevk dikenden ziyâdece
Enderunlu Vâsıf
nevk-i aklâm: Kalemlerin sivri ucu.
Re’yi bir mertebet rûşen ki yazarken vasfın
Şem’a gâlib görünür şu’le-i nevk-i akldm
Nef’î
nevk-i benân: Parmak uçlarının sivriliği.
Zehî allâme-i mu’ciz-beyân kim meyl-i nazm etse
Alıp kilk-i güher-efşânını nevk-i benân üzre
Ziyâ Paşa
nevk-i kalem: Kalemin sivri ucu.
Vasf-ı şemşîrini kim yazsa mürekkep yerine
Dökülür kâğıda nevk-i kaleminden hûn-db
Nef’î
Birisi pençe-i fermân birisi sahh-ı sahîh
Birisi safha-i telhîs biri nevk-i kalem
Nâbı nevk-i müjgân: Kirpiklerin sivri ucu.
Mest-i hâb-ı nâz edip cem’ et dil-i sad-pâremi
Kim onun herpâresi bir nevk-i müjgânındadır
Fuzûlî
nevk-i nâhun: Tırnağın sivri ucu.
Okşayıp gabgabın el sürdüğüm insâf mıdır
Aşıkın dağına der-kâr ola nevk-i ndhun
Nedim nevk-i peykân-ı ciger-dûz: Ciğeri delip geçen okun sivri ucu.
Nâvek-i gamzelerin şöyle geçer tenden kim
Nevk-i peykân-ı ciger-dûzu bulaşmaz kane
Nef’î
nevk-i tîr: Okun sivri ucu.
Dîdelerdir zâhir ü bâtını cemâlin seyrine
Dilde zahm-i nevk-i tîrin tende dâg-ı hûn-feşân
Nef’î
nevm: Ar. Uyku, hab.
Gerer beyâz kuğular nâzenîn boyunlarını
Füsûn-ı nevm ile görmez bu âteşîn ravza
Yahya Kemal
nevm-i gaflet: Gaflet uykusu.
Olup ârif uyan bu nevm-i gafletten ki aldanma
Derûnun aşk ile ey Adile ma’mûr ede gör
Âdile Sultan
nevm-i huzûzât: Hazlar uykusu.
Gösterdiğin ahlâm-ı şegâf muğfil ü müskir
Ey nevm-i huzûzat
Tevfık Fikret
nevmîd: Far. >“nâ-ümîd” den, ümitsiz, ümidi kırık.
Şâhid-i ümmîdden nevmîd idim gördüm meğer
Perveriş-yâb-ı verA-yı perde-i nisyân etmiş
Nâbî
FerdM-yı sükûn-perveridir sdl-i ciddlin
Nevmîd düşen kalbe ümîd-âver-i cândır
Mehmet Akif
Dırâz etsin felek şimdengerü dâmân-ı maksûdu
Ki ben nevmîd olup kat eyledim dest-i temennâyı

nevmîd-i vakâyi’: Ümitsiz vakalar.
Nevmîd-i vakâyi’sürünen aczime la’net
Eyyâm-ı musîbet geçecektir yine elbet
Süleyman Nazif
nev-reste: bk. nevnev-rûz: bk. nevnevvâh: bk. nevh.
nevvâr: bk. nûr.
ney: bk. nây.
neyl: Ar. 1. Nail olma, matluba erişme, maksada erme. 2. Ulaşılan şey.
Nedir cürmüm?
Demiş hûbâne (Neylî)
Alan siz gönlümü hem vermeyen siz
Neylî
Dallar bu hazan-dîde hıyâbânda birer ney
İnler geceler derd-i firâkınla pey-â-pey
Hüseyin Sîret
neyl-i her-murâd: Her murada nail olma.
Şîve-i tedbîrdir esbâb-ı neyl-i her-murâd
Menzil-i maksûda varmaz kimse hîç ihmâl ile
Leskofçalı Galip
neyl-i ifdâl: Lütuf ve bağışa nail olma.
Bahr-i zehhâr-i mürüvvet kim kef-i dür-pâşânın
Her benânı neyl-i ifdâl ü atâ mikydsıdır
Nedim
neyl-i kemâl: Kemale erişme.
Aşk dâmenin elden koma kim neyl-i kemâl
Heves-i bî-kesel ü himmet-i üstâd ister
Şeyhülislam Yahya
neyl-i matlab: Talep edilen maksat.
Neyl-i matlab hâtır-ı âzâde-i der-kayd eder
Bestedir kârı kemendin gerden-i nahçîrde
Nedim neyl-i visâl-i yâr: Yâre kavuşma maksadı.
Gelir şevke kesel neyl-i visâl-i yârden sonra
Olur ârızgirânlık sâime iftârdan sonra
Nâbî
nâil: Muradın, arzusuna erişen, istediğini elde eden.
Olmuş
Cenâb
Şükrü bir necl-ipâke nâil
Rabb-i şekûr kılsın ikbâl ile muammer
Muallim Naci
nâil-i bûs-ı dâmân: Etek öpmeye ulaşan.
Olamaz nâil-i bûs-ı dâmân
Geçinen taşrada sâhib-i unvân
Nâbî
nâil-i câh: Mevkiye ulaşma.
Bu dehr-ipür-taabda nâil-i câh olmağa lâ-büdd
Utanmaz yüz, tükenmez söz, işitmez bir kulağ ister

nâil-i cennet: Cennete kavuşma.
Dediler halk-ı cihân fevtine onun târîh
Nâil-i cennet ola
Nâilî
-i nâdirefn
Muallim Naci
nâil-i çeşm-i inâyet: Yardım gözüne ulaşan.
Zerrîn-sitâne devlet ile eyleyip nazar
Nergisler oldu nâil-i çeşm-i inâyeti
Nâbı nâil-i emel: Emeline ulaşan.
Ne kûşe-gîrleri nâil-i emel gördük
Cihânda terk-i metâlible cüst ü cû birdir
Keçecizade İzzet Molla
nâil-i ihsân-ı enbiyâ: Nebiler ihsanına ulaşma.
Her kim olursapey-siper-i ittibâ’ olur
Ser-menzilinde nâil-i ihsân-ı enbiyâ
Nâbî
nâil-i maksûd: isteğine kavuşma.
Ey terakkî isteyen dünyâda sen zann etme kim
El etek öpmekle insân nâil-i maksûd olur
Tahirü’l Mevlevi
nâil-i merâm: Meramına ulaşma.
Olduk mu biz bugün acaba nâil-i merâm
Kalbin değil mi yoksa senin kâil-i merâm
Abdülhak Hâmit
nâil-i neyl-i murâd: İsteğine kavuşma.
Nâil-i neyl-i murâd olmaksa maksûdun eğer
Hakk’a tefvîz-i umûr et fârig ol tedbirden
Hersekli Arif Hikmet
nâil-i sâmân: Servete erişme.
Esâfil olmasa olmaz eâlî nâil-i sâmân
Veren zîrâ ki sûret câme-i zer-târa sûzendir
Nâbî
neyyir: bk. nûr.
neyzen: bk. nây.
nez’: Ar. 1. Bir şeyi yerinden söküp koparma, sökme. 2. Yok etme, kaldırma. 3. Can çekişme.
Dil leb-i cânândan artık zikrini terkeylesin
Hâlet-i nez’e eren bîmâre söylen dostlar
Dukakinzâde Ahmet
Bulmasaydı dürc-i tedbîrinde dârû-yı salâh
Çoktan olmuş idi devlet hâlet-i nez’e karîn
Üsküdarlı Hakkı Bey
nez’-i hayât: Canlı hayatı yok etme.
Nezhayât-ı hayy eder emvâta cân verir
Eyler gubârı âdem ü cismi gubâr eder
Ziya Paşa
nezâfet: Ar. Temizlik, paklık.
Ehl-i îmâna nezafet lâzım
Câmede ya’nî tahâret
Zâzım
Sünbülzade Vehbi
nezâhet: Ar. Nezh’ten; temizlik, saflık.
Bir nezâhet leb-i hitâbında
Tekellümâtına bir nükhet-i necîbe verir
Tevfik Fikret
nezâket: Ar. Nezaket.
Naziklik, zariflik, incelik. 2. Terbiye. 3. Ehemmiyet. (yapma kelimelerdendir.)
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı al olmuş sana
Nedim
Nezâketle dokun zülfüne ey bâd-ı sabâ yârin
Sakın dilden olur zîrâ dil-i erbâb-ı gam nâzik
Nef’î
Bir bakışla ne nezâketler eder
Kâlegelmez ne işâretler eder
Sünbülzade Vehbi
Yaktı nice canlar o nezâketle tebessüm
Şîrin dahi kasdetmesi câna gülerektir
Ziyâ Paşa
nezâre, nezâret, nezzâre: Ar. Nazar’dan; bir şeye bakma, temaşa.
Ruhsârına bu kesret-i nezarede bilmem
Bir nîm-nigâh-ı hevese ruhsat olur mu
Nâilî
Efendi
fasl-ı bahâr oldu lâle-zâre buyur
Nigâh-ı lutf ile nergislere nezâre buyur
Sâbit
Derd-i dile sabreylemeğe kalmadı çâre
Def’-i gam için eyledim etrâfa nezâre
Namık Kemâl
nezâret: 1. Bakış, bakma. 2. Gözetme.
nezâret-i hüsn: Güzellik bakışı.
Cemâli hass idi hattiyle vakfedip
Nâbî
Verildi anber ağa destine nezâret-i hüsn
Nâbî
nezzâre: Seyreden, bakan.
Çeşmi gâhî mest olur ruhsat verir nezzareye
Durmaz ammâ gamze ol ahd ü karâra nâz eder
Nef’î
rütbe mürtefi’dir kasr-ı bünyMd-ı tevâhu’kim
Riyâz-ı Cennet’e nezzare kâbil tâ zemîninden
Faizî (Kafzade Abdülhay Çelebi)
Gâh iltifât u gâh tenâfür eder beyân
Remz-i bedî’-i gamze ile her nezzâreden
Münif
Olsa bir bezmde nezzareye şâyeste kalîl
Öyle bezme varanın bir gözü pûşîdegerek
Nedim nezzâre-i âşık: Âşıkın seyretmesi.
Gamzen gibi hem nükte-i râz-ı dile mahrem
Nezzâre-i âşık gibi hem râz-ı küşâsın
Nâilî
nezzâre-i dîdâr: Sevgiliyi seyretme.
Ref’ eyle gönülden hücüb-i zulmet u nûru
Nezzâre-i dîdâra değiş cennet u bûrî
Sâmi
nezzâre-i germ: Hasretin sıcak ateşiyle bakma.
Nezzâre-i germ ettikçe ey çeşm
Ateşle âbı yek-sân edersin
Şeyh Galip
nezzâre-i gül-şen: Gül bahçesini seyretme.
Başta bir serv-i semen-ber vaslının sevdâsı var
Sûd kılmaz bâğ-bân nezzare-i gül-şen bana
Fuzûlî
nezzâre-i ruhsâr: Yanağı seyretme.
Sûzum der idim şem’sana eylese rûşen
Nezzâre-i ruhsârına yok şem’de hem tdb
Fuzûlî nezzâre-i zaf-ı beden-i mûy-misâl: Kıla benzeyen bedene bakma.
Sınmış müje teg halk gözünden akıtır yaş
Nezzâre-i zaf-ı beden-i mûy-misâlim
Fuzûlî
(sın-: kırılmak)
nezd: Far. Yan, ind, huzur, ön.
nezd-ii câhil: Cahilin önü.
Sakın nâdâna izhâr eyleme esrârı ey dânâ
Sükût et nezd-i câhilde hamûş ol hem kitâb-âsâ

nezd-i Hudâ: Allah’ın yanı.
Vâsıl-ı nezd-ı Hudâ eyleyemez kîl ile kâl
Künc-i vahdette hemân sâkit ü kâil birdir
Keçecizade İzzet Molla
nezd-i kemâl: Tam önü.
Bahs etme bana dağdağa-i ye’s ü emelden
Ol tecrübeden nezd-i kemâldegınâ var
Abdülhak Hâmit
nezdîk, nezdîkî: Yakınlık, kurbet.
Hele çok cür’et ü çok terk-i edeb
Eylemek dâvâ-i nezdîkî-ı Rab
Nâbî
nezdîk, nezdîkî: bk. nezd.
nezih: Ar. Nüzhet’ten; saf, temiz, pak. hoş, latif, güzel (yer).
Evveld beynine bir fikr-i nezib aşılayarak
Hang
Müslümânın göğsüne tuttumsa kulak
Mehmet Akif
nezîh: Temiz, pak.
Koca ilmiyyeyi aktar da bul üç tane fakîh
Zevk-ı fıkhîsi bütün, fikri açık, rûhu nezîh
Mehmet Akif
Ma’sûmu nezîh etmedi bir ân bilepM-mâl
Ulviyyet-i hulyâmı o süfliyyet-i âmâl
Fâik
Âli Bey
Firâş-ı nâzı melâik kadar nezîh ü dil-âyîn
İner mazahir-i kevne sehâib-i dürer-dgîn
Kemalzâde Ekrem Bey
nezle: bk. nüzûl.
nezr, nezir: Ar. Nezr’den; adak, adama. c. nüzûr.
Tutalım arayarak bulmuşum onu ammâ
Kabûl kılmayıp eylerse nezrim istihkâr
Nedim
Cânımı cânânımın dîdârına nezr eyledim
Alma yâ
Rab cânımı göstermeden cânânımı
Nevres-i Kadim
nüzûr: Nezir’ler.
Vücûd-ı pâkini ekdârdan sıyânet için
Eder felekte melekler tasaddukât ü nüzûr
Nâbî
nezzâre: bk. nezâret.
nısf, nısıf: Ar. 1. Yarım, yarı. 2. Bir yazı
sitili.
Karşıdan tentesinin nısfı hasır, nısfı abâ
Bir, tekerlekleri alçak, yana yatmış araba
Mehmet Akif
nısf-ı fezâ: Fezanın yarısı.
Düşmüştü şevâhik-ı cibâlin
Tâ nısf-ı fezaya dek zılâli
Hâlâ o cibâlin, ol zılâlin
Pîş-i nazarımdadır haydli
Muallim Naci
nısf-ı menzil: Menzilin yarısı.
Dönerdi aksine sûfârı nısf-ı menzilden
Olurdu püşt-i kemâne halîde peykânı
Nef’î
nısf-ı nehâr: Gündüzlerin yarısı.
Sokakta kar yağadursun, odanda fasl-ı bahâr
Dışarda leyle-i yeldâ, içerde nısf-ı nehâr
Mehmet Akif
nısf-ı şeb: Gecenin yarısı.
Bürür bir soğuk gölge etrâfı hep
Nümâyân olur gündüzün nısf-ı şeb
Tevfik Fikret
nısfü’l-leyl: Gecenin yarısı.
Bir mükevkeb âsumân altında nısfü’l-leylde
Gölgeler salmış iken etrâfa bir âlî diraht
Tahirü’l Mevlevi
niâl: bk. na’l.
niam: bk. ni’met.
nidâ: Ar. Bağırma, seslenme, ünleme, ses, seda. Allah Allah nidâsıyile muhâcim ahrâr
Tepelerden boşalıp sâika-vâr ü kahhâr
Yahya Kemal
Cihânı titretiyorken nidM-yı “men kezebe”
İşitmiyor mu nedir, bir bakın şu bî-edebe
Mehmet Akif
nidâ-yı dûr: Uzak ses.
Manzûme-i sükût u adem nâliş-i dühûr
Hîç bir sadâya benzemeyen bir nidâ-yı dûr
Faik
Âli
nidâ-yı müjde-i vasl: Kavuşma müjdesinin sesi.
Karbân-ı ışkıla seyr eyle mihnet deştini
Kim nidM-yı müjde-i vasl eyler anda her ceres
İbni Kemâl
nidâ-yı nefret: Nefret sesi.
Rûhunuzdan ne kadar gelse nidM-yı nefret
Oradan ayrılamaz dikkatiniz bir müddet
Tevfik Fikret
nidâ-yı ney: Ney sesi.
Nidâ-yı neyde rûh-efzA olur uşşâka bir dem var
Dilâ ney gibi nâlân olmada bir özge âlem var
Selimî, Tâlibî, Sarı
Selim (II. Selim)
nâdî: 1. Nida eden. 2. Meclis, encümen, toplantı.
Nedir bu feyz-i teceddüd bu cûşiş-i mütemâdî
Cibân mı arşa safM-gû
Hudâ mı âleme nâdî
Kemalzâde Ekrem Bey
nâdî-i niam: Nimetler meclisi, nimetler sofrası.
Şu nâdî-i niam, bakın kudûmunuzla müftehir
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir
Tevfik Fikret
nifâk: Ar. Münafıklık, kötülük, din hususunda iki yüzlülük gösterme.
Nifâk âsârınıgör kim ne denlü etseler te’lîf
Değil kâbil ki ola lafz ile ma’nî vişâk üzre
Nâbî
Bahâne-cû-yı vuslat olduğum yâre duyurmuşlar
Nifâk etmişler ammâ ma’nevî himmet buyurmuşlar
Hoca Vehbi (
Şeyhülislâm Yahya
?)
Dürüst-gûy olanın kimse yârı olmaz imiş
Nifâk bilmeyenin
Ttibârı olmaz imiş
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
nifâk-ı bed-güherân-ı cesûr: Cesur kötü huyluların nifakı.
Nazar-ı vifâk-ı ahibbâda
Nâilî
yoksa
Nifâk-ı bed-güherân-ı cesûru neylerler
Nâilî
nigâh, nigeh: Far. Bakış, nazar, görme.
Hâline ayn-ı inâyetle nigâh eyler isen
Göz açıp ede nazar nite ki ahber sünbül
Bâkî
Gark eyledikçe hüzne nigâhın nigâhımı
Ta’kîb ederdi girye vü feryâd âhımı
Muallim Naci
Safha-i târîhe meddettim nigâh
Fıtrat-ı ensâli kıldım iktinâh
Kemalzâde Ekrem Bey
nigâh-ı Ahmed: Ahmed’in (Hz. Muhammed) bakışı.
Rûz-ı cezada
Hamdî ümmîdimiz budur kim
Mahv ede bin günâhı bir dem nigâh-ı Ahmed
Hamdullah Hamdi
nigâh-ı çeşm: Göz ucu bakışı.
Var nigâh-ı çeşmine çeşm-âşinâlık sînede
Gamze-i dil-ber belM-yı nâ-gehân olmaz bana
Ziyâ Paşa
nigâh-ı fitne-engîz: Fitne çıkaran bakış.
Ol nigâh-ı fitne-engîze hezârân âferîn
Fenni sihri öğretir hem gamzene hem çeşmine
cevrî
nigâh-ı gazab: Öfkeli bakış.
Dil verdiğimiz yâra nigâh-ı gazabından
Tasrîhe mecâl olmadı îmâ ile geçtik
Nâilî
nigâh-ı germ: Sıcak bakış.
Ne dem ki dîde-i hûn-bâra la’lin kût olmuştur
Nigâh-ı germimiz fernan-i yâkût olmuştur
Esrar Dede
nigâh-ı hasret: Hasret bakışı.
Nigâh-ı hasrete vakf olmaz idi halka-i çeşmim
Benim de bir dür-i vâlâya intisâbım olaydı
Rami
Mehmet Paşa
nigâh-ı lutf: Lütuf bakışı.
Dil nigâh-ı lûtf umar bilmez ne bî-rabm olduğun
Merdüm-i çeşminden insâniyyet ümîdindedir
Nâilî
nigâh-ı merhamet: Merhamet bakışı.
Gayr çeşminden bulur her dem nigâh-ı merhamet
Ben ne kıldım kim nasîbim nâvek-i dil-dûz olur
Fuzûlî
nigâh-ı pâk-dâmen: Namuslu bakış.
Meh-i şeb-gird-i âlem ârız-ı dil-dâra benzer mi
Nigâh-ı pâk-dâmen şâhid-i bâzâra benzer mi
Nedim
nigâh-ı pür-celâl: Celal dolu bakış. nigâh-ı pür-celâli yanar âteş oldu eyvâh
Leb-ı Zü’l-feka’. r-ı Haydar ser-i câmı öptü hâlâ
Esrar Dede
nigâh-ı pür-fen: Hilekâr bakış.
Niyâz ü nâzda sibr-i helâl bilsem de
Nigâh-ı pür-fene etmem cedel beğendiremem
Şeyh Galip
nigâh-ı tannâz: Herkesle eğlenen bakış.
Olurdu hasret-i hâb-ı humârı nahvet-i nâz
Bütân-ı âlem-i hüsnün nigâh-ı tannâzı
Nâilî
nigâh-ı tegâfül: Gaflet bakışı, anlamamazlıktan gelen bakış.
Bu nâz ü bu nigâh-ı tegâfül ki sende var
Hızr olsa âşıkın sebeb-i terk-i cân olur
Nef’î
nigeh-i çeşm: Göz ucu bakışı.
Nigeh-i çeşmi eder terbiye-i çîn-i cebîn
Bir hatâ eylese mülkümde eğer şâh-ı Hoten
Keçecizade İzzet Molla
nigeh-i çeşm-i yâr: Sevgili gözünün bakışı.
Biz güft ü gûdayız nigeh-i çeşm-i yâr ile
Aşk olsun ol muâmelenin âşinâsına
Nef’î
nigeh-i mest: Sarhoş bakış.
Hışm ile çeker gamzesipeymâne-i nâhı
Âşûb-ı cihân olsa ne ola her nigeh-i mest
Nef’î
nigâh-bân, nigeh-bân: Gözcü, korucu, bekçi.
Sen de kendin gibi bir şûha nigeh-bân oldun
Gül iken böyle niçin bülbül-i nâlân oZdun
Nedim
Firâk-ı zülf-i siyâhınla olalı me’nûs
Nigeh-bânlık ederler leyâle dîdelerim
Halim
Giray (Kırım Hânı) nigeh-bân-ı pür-teessür: Teessür dolu bekçi.
Bugün başında nigeh-bân-ı teessürdür
Mezar gibi oda samt u sükûn ile pürdür
Tevfik Fikret
nigeh-bânî: Bekçilik.
nigeh-bânî-i nefs: Nefis bekçiliği.
Sûfîye sehl olurdu nigeh-bânî-i nefs
Noksânı zahir olmasa her bir şümârde
Nâbî
nigâr: ÇK;) Far. Nakış, resim, suret, sanem. 2. Resim gibi güzel, mahbube, sevgili.
Âstânında nigârıgörmesem ye’s etmezem
Bu mesel meşkûrdur kim çıkmadık cânda ümîd
Avnî
Eylemez îrâs-ı hüsn ârâyişi bed-tıynetin
Ziynet olmaz mâra endâmındaki nakş u nigâr
Koca Râgıp Paşa
nigâr-ı hûş-mend: Akıllı sevgili.
Nâm-ı temkîni cibândan kaldırırdı cûşişim
Bâis-i zabtım nigâr-ı hûş-mendimdir benim
Esrar Dede
nigâr-ı mihr-bân: Güler yüzlü sevgili.
Farz-ı ayn oldu onu görüp ziyâret eylemek
Karalar giymiş sanasın bir nigâr-ı mihr-bân
Taşlıcalı Yahya Bey
nigâr-istân: 1. Resim ve heykellerle süslü yer. 2. Puthane. 3. Güzelleri çok olan yer.
Mânî’nin meşhur resim mecmuasının ismi. (bk. erjeng)
Musavver bir nigâr-istâna benzer safha-i rûyun
Ruhunda hatt ü hâlin nakş-ı günâ-gûndur cânâ
Halim
Giray (Kırım Hanı)
Nigâr-istân-ı Çîn: Çin’in nigâristanı.
Cilve-gâh ettim hayâl-i rû-yi yâre sînemi
Eyledim vakf-ı nigâr-istân-ı Çin âyînemi
Nevres-i Kadim
nigâr-istân-ı mâni’: Mana nigâristanı.
Bozaldan sûret-ı Erjeng’i sen bu nakş-ı dil-keşle
Benim vasfımda her beytim nigâr-istân-ı mânidir
Hayâlî Bey
nigâşte: 1. Resmolunmuş. 2. Yazılmış.
Nûvişte levh-i zamîrinde nüsha-işefekât
Nigâşte varak-ı cebhesinde âyet-i nûr
Nâbî
nigâşte: bk. nigâr.
nigeh, nigâh: bk. nigâh.
nigerân: Far. Bakıveren, bakan, baka
kalan.
Zîrâ ne demektir bu ki rindân ile vâiz
Bir yerde durup câm-ı hilâle nigerândır
Nef’î
Kubbe-i âsumân altında ahterân
Hep olur iken nigerdn
Abdülhak Hâmit
nigîn: Far. 1. Mühür. 2. Yüzük.
Mekr-i düşmenden hazer yoktur dile nâ-kâm iken
Şerhadan fass-ı nigîn âzadedir bî-nâm iken
İzzet Ali Paşa
nigîn-i la’l: Kırmızı taşlı yüzük.
La’l-gûn meydir elinde sâgar-ı sîmîn ile
Ya nigîn-i la% dür reşk-i lebinden oldu db
Fuzûlî
nigîn-veş: Yüzük gibi.
Âlem el üzre gezdirir onu nigîn-veş
Her kim ki iyilik ile cihânda çıkarsa ad
Beliğ nigûn: Far. 1. Tersine dönmüş, altüst olmuş. 2. Ters, aksi, uğursuz.
Şâhid-i maksad nevâ-yı çeng teg perde-nişîn
Sâgar-ı işret habâb-ı sâf-ı sahbâ teg nigûn
Fuzûlî
Hangi
Hârut olup acîbe-nümûn
Eylemiş kubbe-i semâyı nigûn
Tevfık Fikret
nigûn-sâr: Başı aşağı.
Bozup bu encümen-gâh-ı fenâyı sâkî-i devrân
Nigûn-sâr eylesin nüh-câm-ı zer-endûd-ı hadrâyı
Yenişehirli Avni
nigûn-sâr-ı hısâm-ı devlet: Devlet düşmanlığının başaşağı dönmüşlüğü.
Dîde-i lutfü nigeh-dâr-ı hevâ-yı
İslâm
Sadme-i kahrı nigûn-sâr-ı hısâm-ı devlet
Nâbî
nihâd: Far. Huy, tabiat, yaratılış.
Birleşik kelimeler de yapar.
Cebîninde onun envâr-ı devlet zahir ü bâhir
Nibâdında bunun âsâr-ı istidâd muzmerdir
Nef’î
nihâd-ı gûre: Ham yaratılış.
Çınârı rabttan tedrîc ile tahsîl edip âteş
Nihâd-ı gûreden tedbîr ile terkîb eder halvâ
Nâbî
nihâd-ı vücûd: Vücudun yaratılışı.
Olmazdı ittihâd nibâd-ı vücûdda
Ser-rişte-i mizâc müstahkem olmasa
Nâbî
âzâde-nihâd: Kayıtsız, kaygısız.
Benim ol rind-i belM-dîde-i dzdde-nihdd
Kim eder kasdıma her kûşede bin fitne-i kemîn
Nef’î
dervîş-nihâd: Derviş yaratılışlı.
Meskenet hildtin eyle i’dâd
Ol mülâyim-dil ü dervîş-nihâd
Nâbî
kej-düm-nihâd: Eğri yaratılışlı, ahlaksız.
Kej-düm-nibMd olanlara ikbâl eder bu çarh
Ahkâm-ı vakti, bak sMate, akrebindedir
Sâlim (Trabzonlu)
nihâde: Far. Konmuş, konulmuş, koymuş, komuş.
Birleşik kelimeler yapar. fürû-nihâde: Aşağı konulmuş, hesaptan aşağı verilmiş.
Bida’a kalmaz idi iftihâr-ı mahdûma
Fürû-nibâde olunsa efendizâdeliği
Koca Râgıp Paşa
pâ-nihâde: Ayak basmış, ayak koymuş.
Kenâr-ı dest-i aşka pâ-nibMde olduğum günden
Cefâdan olmadım bir lâhza hîç âzad ey bî-dMd
Esrar Dede
nihâl: Far. Taze, düzgün fidan, dal. c. nihâlân.
Gül nibâlinde görüp haddin gibi rengîn gülü
Bir ser-âmed kametin boynunda kanım sandılar
Hayâlî Bey
Hulyâ-yı kametin bergeşte etti her birin
Bâğ-ı fikrimde nihâl ârzûlar var idi
Keçecizade İzzet Molla
Doğuver gönlüme bittim hele bir bak bu ne hâl
Açılır gonca güzeller göğe yükselse nibâl
Şeref Yılmaz
nihâl-i âh: Ah fidanı.
Bir nibâl-i âktır kaddin hevâsıyle gönül
Sahn-ıgül-şende hırâmân serv-i dil-cûlar gibi
Nâilî
nihâl-i bân: Bey
söğüdü denilen (sevgilinin boyuna benzetilen) ağaç dalı.
Nihâl-i bânı kadd-i yâre benzetmiştim incinmiş
Onu nice yetiştirmişler ol Şâh-ı cihân-bâne
Şeyhülislam Yahya
nihâl-i bâr: Meyve dalı.
Bir iki şeftâlû ruhsârından ey dil-dâr ver
Zînet-i gül-zardır zîrâ nibâl-i bâr ver
Şeyhülislam Yahya
nihâl-i çemen: Gül bahçesinin fidanı.
Geçmez yolundan öpmeyicek nakş-ı pâyini Üftâden ey nihâl-i çemen yollu izlidir
Nedim
(öpmeyicek: öpmeyince)
nihâl-i çemen-i cân: Can yeşilliğinin dalı.
Hâmdır meyve-i vaslım sana olmaz dersin
Olsun ey tâze nibâl-i çemen-i cân olsun
Nedim
nihâl-i erguvân: Erguvan dalı.
Salınır şâh-ı gül-i nâzik nibâl-i erguvân
Bâğ-ı cennetten nişân verdi bahâristân-ı îd
Bâkî
nihâl-i gül: Gül dalı.
Âfet-i firkatten olmaz hâne-i vuslat tehî
Bülbül onunjçin nibâl-i gülde yapmaz lâneyi
Esat
Muhlis Paşa
nihâl-i gül-şen-i derd: Dert bahçesinin dalı.
Ey Fuzûlî çok melâmetten beni men’ etme kim
Ben nibâl-i gül-şen-i derdim melâmettir berim
Fuzûlî
nihâl-i işve: Naz fidanı.
Oldu eşkim gül-şen-ârâ-yı heves cûlar gibi
Aktı gönlüm bir nibâl-i işveye sular gibi
Nâilî
nihâl-i kadd: Boyunun ince dal gibi oluşu.
Egerçi ar’ar-ı bâğın bülend kameti var
Nihâl-i kaddine nisbet letâfeti yoktur
Bâkî
nihâl-i kerm: Asma dalı.
Yek bîhten demîde olurken nihâl-i kerm
Düşâb ügûre sirke vü meh imtiyâzda
Nâbî
nihâl-i ma’rifet: Marifet dalı.
Nihâl-i ma’rifetin meyve-i teri
Ârif katında bir gazel-i db-ddrdır
Bâkî
nihâl-i nâz: Naz dalı.
Dil-i belâ-keşe nâz etmenin zemânı değil
Nihâl-i nâz dırâz etmenin zemânı değil
Nâbî nihâl-i serv-i ser-efrâz-ı nîze: Başı yüksek bir selvi fidanına benzeyen mızrak.
Gördü nibdl-ı serv-i ser-efrdz nîzeni
Serkeşlik adın anmadı bir dahi banları
Bâkî
nihâl-i Sidre: Sidre’nin dalı.
Sahdyifolsa felekler nibâl-ı Sidre kalem
Yazılmaya keremi defteri ale’l-icmâl
Bâkî
nihâlân: Nihâl’ler.
nihâlân-ı gül: Gülün dalları.
Dizilmiş nihdldn-ıgül sû-be-sû
Katdriyle gelmiş meğer reng ü bû
Nedim
nihân: Far. Gizli, saklı.
Aşk u misk olmaz nihân onu bilir halk-ı cihân
Âşık-ı bî-çâreye mümkün müdür ibfM-yı aşk
Hüdâyî (Üsküdarlı Şeyh Aziz
Mahmut Efendi)
Ammâ hemîşe baht-ı dagal-bâz neyleyim
Tab’-ı bülende halecân-ı nibân verir
Nedim
Ufukların nazarımdan nibân olup gideli
Bu hâk-dân-ı fenânın karardı her şekli
Süleyman Nazif
nihân-ender-nihân: Gizliden gizliye.
Cümleten bir kenz-i mahfîdir nibân-ender-nihân
Pes nihâd olgıl ki bu remzi ayân şerh eylemez
Muradî (Sultan II. Murat) (olgıl: ol!)
nihân-hâne: Gizlenme yeri. nihân-hâne-i pâyân-ı kâr: İşin varacağı
son saklanma evi.
Sülûk-ı mahvımızı hârice çıkarmayarak
Nibân-hâne-ipâyân-ı kâra dekgideriz
Esrar Dede
nihânî: 1. Gizlilik, saklılık. 2. Saklı, gizli.
Aşk-ı dilde yazılıp evsâf ü şânı söylenir
Nâzil olsa kalbe sırr-ı Hak nihânî söylenir
Âdile Sultan
nihâvend: Türk müziğinin en eski makamlarından birisi.
Bir turfa nevâya oldu peyvend
Âgâzesi gerçi kim nihâvend
Ammâ ki karârı
Isfahân’dır
Nedim
Geçip
Lâhûr ü Mâhûr’u
Acem’de söyledim vasfın
Nihâvend ü Irâk ü İsfahân’da nağme-sencâna
Sünbülzade Vehbi
nihâyet, nihâye: Ar. 1. Son, uç. 2. Son derece.
Şuûnât-ı tabîatte bidâyet yok nihâyet yok
Vukûât-ı zemânı bir müselsel mâ-cerâ buldum
Hersekli Arif Hikmet
Nihâyet oldu nazardan nihân o nûr-ı mübîn
Peyinde kaldı ufuklarda bir hayâl-i defîn
Mehmet Akif
Cûdun o bahrdir ki bulunmaz nihâyeti
Yoktur atân için dahi pâyân efendimiz
Faruk K. Timurtaş
nihâyet-i ihlâs: İhlâs sonucu.
Gönül kitâbına
Hamdî nazar k ılıp gördüm
Ki ışka hâtime imiş nibâyet-i ihlâs
Hamdullah Hamdi
nijâd: Far. Asıl, nesil, soy. bk. nejâd
Âlî nijâda zemzeme-i aşk eder eser
Kûh-ı bülend nâleden elbette seslenir
Câzim (Zeyrekzade)
nîk: Far. İyi, hoş, güzel, beğenilen. c. nîkân.
Vaktidir nîk ü bede tahvîl eden her sûreti
Vakt olur kim akbah-i şey’ ahsen-i mevcûd olur
Nevres-i Kadim
nîk-bahtân: İyi talihliler.
Nîk-bahtân ki bulur cevf-i sadefte dürr-i pâk
Şümûbahtla biz katre-i bârân buluruz
Nâbı
nîk-emr: İyi emir.
Ser-firâz u nîkemr ü nîk-rây u nîk-hûy
Server-i pâkîze-etvâr u pesendîde-hısdl
Fuzûlî
nîk-kâm: İyi emelli.
Cibânda her kime tahsîl-i nîk-kâm gerek
Hemîşe bezl-i mekârimde ihtimâm gerek
Besim (Kırımlı)
nîk-nâm: Adı iyiye çıkan; güzelliği şöhret bulan.
Vâlih-i esrâr-ı tab’ım rûh-ı Firdevsî-ı Tûs
Âşık-ı âsâr-ıpâkim
Enverîi nîk-nâm
Üsküdarlı Hakkı Bey
nîk ü bed: İyi ve kötü.
Nîk ü bed herkes bulur âlemde elbet ettiğin
Kendi bulmazsa cezâ mîrâs olur evlâdına
Ziya Paşa
nîkû: İyi, hoş.
Berg-i gül gibi olurdu nîkû
Terledikçe o izar-ı hoş-bû
Hakanî
nîkû-nâm: İyi nam salmış.
Tut perde-i ismet içre drdm
Rüsvdy benim sen ol nîkû-ndm
Fuzûlî
nîkû-haseb: İyi soy temizliği.
Bestir bu denlü himmetin şimden geri gör midhatin
Evvel duâ-yı devletin dinle gör ey nîkû-haseb
Nef’î
nikâb: Ar. Peçe, yüz örtüsü, yaşmak.
Türlü türlü imâret köşk ü sarây yapan ol
Kara nikâb tutunmuş girmiş külhân içinde
Yunus Emre
Nikâbın eylemesin ref’görmedik çoktan
O nûr-ı dîdeyeşâyed nazar isâbet eder
Seyyit Vehbî
Keşfet nikâbını yeri göğü münevver et
Bu âlem-i anâsırı firdevs-i enver et
Zeynep (Zeynünnisa Hanım)
Demir nikâbını kaldır mezar-ıpâkinden
Bu hasta rûhumu artık ayırma hâkinden
Mehmet Akif
nikâb-ı gayb: Gayp örtüsü.
Bir nigâr-ı anberîn-hattır gönüller almağa
Gösterir her dem nika: b-ı gaybdan ruhsâr söz
Fuzûlî
nikâb-ı gonca: Gonca örtüsü.
Nikâb-ıgoncadan arz-ı cemâl etti gül-i ra’nâ
Bir a’lâ perdeden sende gören ey bülbül-i şeydâ
Şeyhülislam Yahya
nikâb-ı zülf-i ham-der-ham: Büklüm büklüm saçın örtüsü.
Saklasın cânâ nikâb-ı zülf-i ham-der-ham seni
Âlemi seyr eyle sen seyr eylesin âlem seni
Makalî
nikâh: Ar. Kanuni evlenme töreni.
Eshâb-ı nikâh olup revâne
Kâbîni kesildi nakd-i câne
Fuzûlî
Evlenip dile teşkîli bugün zor geliyor
Görüyorsun ya, nikâhlar ne kadar seyreliyor
Mehmet Akif
nikât: bk. nükte.
nîkû: bk. nîk.
nîl: Far. 1. Çivit otu ve bundan çıkarılan renk. 2. Mısır’dan geçip
Akdeniz’e dökülen meşhur nehir.
Hayâl-i turrası çeşmimde raks urur sanasın
Ki başgötürüben oynaya
Nîl içinde neheng
Ahmet Paşa
(götürüben: götürerek)
Leblerinden şerm-sâr olalı
Mısr’ın şekeri
Gözlerimin çeşme-sârından hacîldir cûy-ı Nîl
Nizamî
Adl ü dâdı nitekim Nîl ü Furât
Kainâta gün gibi verir hayât
Taşlıcalı Yahya Bey
nîl-fâm: Mavi; lâcivert.
Bu reng-i libâs-ı nîl-fâmın
Endûh-ı melâmet-i müdâmın
Fuzûlî
nîl-gûn: Çividî, çivit renginde, lacivert.
Çehre-i zerdin
Fuzûlî’nin dutuptur eşk-i al
Gör ona ne rengler geçmiş sipibr-i nîl-gûn
Fuzûlî
(dutuptur: tutmuştur)
Hilâl-âsâ fürûzan oldu bahr-i nîl-gûn üzre
Şafaktan dem urur âb-ı şarâb-âlûdı deryânın
Bâkî
Nîl-gûn fûtaya sardı beden-i uryânın
San benefşe içine düştü mukaşşer bâdâm
Fuzûlî
nîl-gûn: bk. nîl.
nîlûfer: Far. Beyaz, sarı ve mavi çiçek açan suçiçeği, su lalesi.
Sen gülüp açılmada gül-şende verd-i ter gibi
Ben gözüm yaşına gark olmakta nîlûfer gibi
Şeyhülislam Yahya
Hemân ağlayu geldim âleme ağlayu gittim ben
Sen ol nîlûferim ki suda bittim suda yittim ben

nîlûfer-i dağ: Dağ nilüferi.
Şu’le-i nîlûfer-ı dağım olup tûtî-i reng
Tâb-ı derd-i rûy u hat mir’ât-ı sohbettir bana
Esrar Dede
nîm: Far. Nısf, yarı, yarım.
Bir şeker hande ile bezm-i şevka câm ettin beni
Nîm sunpeymâneyi sâkî tamâm ettin beni
Nedim
nîm-bâz: Yarı açık.
Nîm-bâz etmiş nûrun zîr-i nikâb-ı turradan
Rûyunu hem gördüm ol meh-pârenin hemgörmedim
Sâbit
nîm-bismil: Yarım kesilmiş.
Nîm-bismilken yed-i gadrinde, kurbân etmiyor
Etmiş olsa hakkı var ya iddiM-yı merhamet
Tahirü’l Mevlevi
nîm-cev: Yarım arpa.
Nîmcev hâsılı yok ehl-i dilin sâmânı
Bu tehî yelmeden ey esb-i tabîat bıktın
Beliğ
nîm-hâb: Yarım uyku.
Nâz olur dem-beste çeşm-i nîm-hâbından senin
Şerm eder reng-i tebessüm la’l-i nâbından senin
Nedim
Dâd-ı mahmûr-ı çeşm-i nîm-hâbından senin
El-amân şûhî-i ebrû-yı itâbından senin
Mahmut
Nedim
Paşa
nîm-hand: Yarım gülüş.
Rakîbe nîm-handin bâis-i efgân-ı uşşâktır
Olur peyveste ayyûka inildi ey mürüvvetsiz
Esrar Dede
nîm-hurd: Yarım lokma.
Nîm-hurd-ı la’lin olan lukma ey rûh-ı revân
Gâlib olur eylese hükmünde Lukmân ile bahs
behiştî
nîm-iltifât: Yarım iltifat.
Artık insâf eyle bir nîm-iltifât et gönlüme
Âşık-ı bî-çârenin makber gibi me’vâsı var
Kemalzâde Ekrem Bey
nîm-lahza: Kısa bir an.
Çekip visâdemi kıldım külâh-ı kûşemi ham
Garîm-igamdan edip nîm-lâhza istimhdl
Nedim
nîm-mest: Biraz sarhoş.
Ne gördüm ol büt-i nâzende nîm-mest olmuş
Kolunda dâmen-i kerrâke elde bir gül-i al
Nedim
nîm-muzlim: Yarı karanlık.
Nîm-muzlim kalan cidârında
İnce bir gölge irtiâş ediyor
Tevfik Fikret
nîm-neş’e: Az neşeli.
Bir nîmneş’e say bu cihânın bahârını
Bir sâgar-ı keşîdeye tut ldle-zarını
Nedim
nîm-nigâh: Göz ucuyla bakma.
Ruhsârına bu kesret-i nezârede bilmem
Bir nîm-nigâh-ı hevese ruhsat olur mu
Nâilî
nîm-perde: Yarım perde.
Hîç gelmiyor mu gûşuna âvâze-i ceres
Dağlarda bir maval okuyan nîm-perde ses
Kemalpaşazâde Ekrem Bey
nîm-res: Yarı yetişmiş, yarı ham olmuş.
Şâyân değiliz zaika-i hüsn-i kabûle Üftâde-i hâkiz semer-i nîm-resiz biz
Nâbî
nîm-şeb: Gecenin yarısı.
Figân-ı nîm-şebten nice mahrûm olmasın bülbül
Uyardı yine her gül bir çerâg-ı âlem-efrûzu
Nef’î
Nîm-şeb ol meh çıkıp halvet-geh-i ibdâ’dan
Tîregî-i kesret-i mevhûmu eyler indifâ’
Esrar Dede
nîm-ten: Mintan, gömlek.
Ten gül-reng gül-şen erguvânî nîm-ten gül-şen
Hezârân bârekallah gül-şen ender-gül-şen oldun sen
Muallim Naci
ni’met: Ar. 1. İhsan, iyilik, lütuf, bahşiş. 2. Azık, yiyecek, taam. 3. Saadet, mutluluk. c. niam, en’um, na’mâ.
Gerçi nimet çok, kifâyetten tecâvüz kılma kim
İmtilâ bâr-ı bedendir bî-huzûr eyler seni
Fuzûlî
Kanâat dâmenin elden bırakma nimet istersen
Koca Râgıp Paşa
Nân-ı huşk ile kanâat gibi bir nimet mi var
Künc-i istiğnâ gibi bir kûşe-i râhat mı var
Şeyhülislam Yahya
ni’met-i behişt: Cennet nimeti.
İktifâ eylerim şarâb ile ben
Cümleten nimet-i behişte bedel
Muallim Naci
ni’met-i cân: Can saadeti.
Tende kudret nerden olsun nimet-i cân şükrüne
Bin dilim olsa yetişmez bir dilim nân şükrüne
sürûrî
ni’met-i dünyâ: Dünya nimeti.
Şarâb-ı aşk ile
Nev’î gibi mest-i müdâm olmak
Bakıp bu nimet-i dünyâya hayrân olmadan yeğdir
Nevî
ni’met-i elvân-ı dünyâ: Dünyanın renkli nimetleri.
Halâret-yâb olur mu nimet-i elvan-ı dünyâdan
Dehen-şûy olmayanlar bûs-ı dâmân-ı müdârMdan
Koca Râgıp Paşa
ni’met-i Hak: Hakk’ın nimeti.
Bezl kıl mâlını muhtâclara
Nimet-ı Hak yeter açlara
Nâbî
ni’met-i irfân: İlim, bilim nimeti.
Olanlar nimet-i irfân ile dil-sîr ü perverde
Leîme arz-ı hâcetten olur vâreste her yerde

ni’met-i uzmâ: En büyük nimet.
Kanâat nimet-i uzmMdır ondan zevk-yâb olmuş
Gönül nân-pâre-i huşk üzre tercîh-igülâc etmez
Berrî
Dede
ni’met-i vasl: Kavuşma nimeti.
El vereydi nimet-i vaslın eğer bayrâmda
Gam yemezdi sâim-i hicrânın ol eyyâma dek
Şeyhülislam Yahya
niam: Ni’met’ler.
Yok fâide devlet ü niamdan
Yok menfaat efser ü haşemden
Ziya Paşa
niam-ı çerh: Feleğin nimetleri.
Bir dağdağa-i mihneti tertîbe sebebtir
Mesmû’değil bî-garezana niam-ı çerh
Nâbî
niam-ı gûnâ-gûn: Çeşit çeşit nimet.
Zîver-i hân iken evvel niam-ı gûnâ-gûn
Eyledi kesretini vahdete tebdîl eyyâm
Nâbî
niam-ı Hak: Hakk’ın nimeti.
Hân-ı âfâka keşîde niam-ı Hak
Nâbî
Sen dahi eyle tenavül yürü bir yanından
Nâbı niam-ı Hâlık: Allah’ın nimeti.
Doymaz niam-ı Hâlık’ı bel’ etse ser
M-ser
Bahşetse
Hudâ kendine bir âlem-i diğer
Kemalzâde Ekrem Bey
na’mâ: Ni’metler.
na’mâ-yı kanâat: Kanaat lokmaları.
Bir lokma için çekme sakın minnet-i dûnân
Güsterde iken sofra-ı na’mâ-yı kanâat
fıtnat Hanım
nimr: Ar. Kaplan, pelenk.
Harpte askerleri bebr ü pelenk
Harpte çâkerleri nemr ü nehenk
Ziyâ Paşa
nînân: bk. nûn.
nîrân: bk. nâr.
nîreng, nîrenk: Far. 1. Hile, düzen. 2. Efsun, büyü. 3. Resim, taslak.
Arapçası “nîrenc”
Halka nîreng geçer masbaga-i çerh-i kebûd
Kimisi sebz kimi sürh ü kimi zerd gider
Nâbî
Câmi’-i seyf ü kalem dâfi’-i şerr-i âlem
Kâmi’-ı bib ü sitem kâti-ı ırk-ı nîrenk
Üsküdarlı Hakkı Bey
Kılıp tağyîr-i sûret vesmeden yağmâ kılırlar dil
Harâmî kaşların resm ü reh-i nîreng dutmuşlar
Fuzûlî
nîreng-i hevâ: Arzu hilesi.
Âk ıl denilir mi bize kim hâli bilirken
Dil-dâde-ı Alâyiş nîreng-i hevâyız
Ziya Paşa
nîrû: Ç) Far. Zor, kuvvet, güç.
nîrû-yı bâzû: Pazu gücü.
Hüner dilden dile râh açmadır vâdî-i aşk üzre
Onu nîrû-yı bâhâsiyle hergiz
Kûh-ken açmaz
şerif
nîrû-yı cünbüş: Cümbüş gücü.
Sâidinde kalmadı tîr ü tüfenge iktidâr
Var ise nîrû-yı cünbüş, gerden-i hûbâna at
Koca Râgıp Paşa
nîrû-yı bâzû-yı zafer: Zafer gücünün kuvveti.
Hırz-ı cân-ı saltanat nîrû-yı bâzû-yı zafer
Rükn-i savlet unsur-ı haşmet esâs-ı saff-derî
Nedim
nisâ: Ar. Kadınlar.
Ricâl üzre nisâ kavvâme-i sâhib-nüfûz oldu
Eder ta’lîm-i âvâze horoza mâkiyân şimdi
Ziya Paşa
nisâb: bk. nasb.
nisâl: Ar. Nesl’in çokluğu.
Ok ve kargı gibi savaş aletlerinin ucundaki sivri demirler.
Tahmîn-i nisâl ettiğin âhenleri hasma
Âhen-ger-i takdîr yapar pâyına zencîr
Nâbî
Nîsân: Süryanice’den dilimize girmiştir.
Rumi senenin ikinci, Miladi senenin dördüncü ayı.
Halkın istidâdına vM-bestedir âsâr-ı feyz
Ebr-ı Nîsân’dan sadef dür-dâne ef’î semm kapar
Beliğ (Bursalı İsmail)
Tenezzül etmedikçe, cevher olmaz, katre-ı Nîsân
Bulur rûşen-zamîrân rif’ati oldukça efkende
koca Ragıp Paşa
nisâr: Ar. Nesr’den; 1. Saçma, serpme. 2. Düğünde serpilen para.
Cân nisâr etmektir evvel şart bezm-i aşkına
Mahrem olmaz bilmeyen âdâb-ı sohbet neydügün
Bâkî (neydügün: ne olduğunu)
Gül-zaragel ki kılmağıçün pâyına nisâr
Cem’ etti jâle dürlerini tabak tabak
Bağdatlı Ruhi
Oldu her şâh-ı şükûfe âlî-himmet
Müflis-i hâke nisâr eyledi dinâr ü dirhem
Hayâlî Bey
nisâr-ı dürûd: Dua saçma.
Bu cisri bir kulu yolunda etti pây-endâz
Derûn-ı dilden edip ol şehe nisâr-ı dürûd
Şeyhülislam Yahya
nisâr-ı gevher: Cevher saçma.
Kâmil nisâr-ı gevher ederken sükûnda
Câhil kemâl-i cehl ile eyler ibtihâc
Şeyhülislam Yahya
nisâr-ı hâk-i pây: Ayak toprağını saçma.
Nisâr-ı hâk-ipâyin lâyıkı bir gevher isterdim
Kamu gözden geçirdim katre katre eşk-igaltânı
Fuzûlî
nisâr-ı nakd-i niyâz: Niyaz parasını saçma.
Nisâr-ı nakd-i niyâz etmeğe şitâbım var
Benim o âfet ile başka bir hesâbım var
Nâilî
nisâr-ı şefkat: Şefkat saçma.
Nisâr-ı şefkatindir kim olur izbâr-ı hamdin çün
Fuzûlî tîre tab’ından kelâm-ı cân-fezapeydâ
Fuzûlî
nisâr-ı zer: Altın saçma.
Çenârı gör elin açık tut eyyâm-ı hazân erdi
Nisâr-ı zer bülend-âyînlerin bu demde kârıdır
behiştî
nisb, nisbet: Ar. 1. İlgi, bağlılık. 2. Kıyaslama, ölçü. 3. İnadına yapılan iş. 4. zf.
İnadına, ona rağmen.
Beni ağyâra nisbet eylersin
Âşık oldumsa kâfir olmadım d
Âşık
Çelebi
Ne ola eşkâl-i kıyâsât-ı umûr olsa akîm
Âlemin suğra vü kübrâsında nisbet kalmamış
Nâbî
İki müflis sâil cerrâra benzer şübhesiz
Dest-i gevher başına nisbet eyle deryâ vü kân
Ziyâ Paşa
nisbet-i abâ: Abâ ölçüsü.
Ona rif’at kâbiren an kâbirin mevsûldür
Nüh felek gûyâ nisbet-i abdsıdır
Nedim
nisbet-i dalâl: Sapıklık ölçüsü.
VM-bestedir hayâline ef’âli herkesin
Kimse umûruna edemez nisbet-i dalâl
Ziya Paşa
nisbeten: Kıyasen.
Bu müddetin ne ki akvâma, nisbeten hükmü
Bir inkılâba yetişsin?
Bu hîç görülmüş mü?
Mehmet Akif
nîstî: Far. Adem, yokluk.
nîstî-i gam: Gam yokluğu.
Kimisi nîstî-i gamla beka-yı cûy-i vücûd
Kimi hestî-i elemle taleb-efzay-ı adem
Akif Paşa
nisvân: Ar. nisâ gibi kadınlar.
Farkı yok merdânı mağlûb etmede nisvânına
Her kimin kim masrafı gâlip gelir îrâdına
Nâbî
Hüsnünün naksına şâhid yetişir nisvânın
Rûy u mûyunda olan gâliye vügâzeleri
Nâbî
Merd işine karışırsa nisvân
Çâresin görmelidir böyle hemân
Sünbülzade Vehbi
nisyân: Ar. Nesy’den; unutma, hatırdan
çıkarma.
Defter-i nisyânda kayd et ism ü resmim nâ-bedîd
Pençe-i dest-i ecel sayyâd-bâzda bul beni
Âşık Ömer
Nisyân ise garaz gam gününü bes hemân
Nûş etse bezm-i aşkda bir câm tâb-ı dil
Akif Paşa
Milliyeti nisyân ederek her işimizde
Efkâr-ı Freng’e tebaiyyetyeni çıktı
Ziya Paşa
nîş: Far. 1. İğne; biz. 2. Zehir, ağu.
Hoş kûşe-i zevk idi safâ ehline âlem
Nûş âhiri nîş olmasa sûr âhir-i mâtem
Bağdatlı Ruhi
Eğer nûş ister isen nîşe katlan
Ki nûş nîşsiz vermez bu zünbûr
Nesimi
nîş-i fassâd: Cerrahın iğnesi.
Derd-mend-i künhe hâr-ı rehin ndfi’dir
Ne kadar enfa’ ise hastaya nîş-i fassâd
Nâbî
nîş-i firkat: Ayrılık iğnesi.
Nîş-i firkat ye’si nûş-i vuslat ümmîdi müdâm
Zülf ile la’lin firâkında yeter em semm bana
Avnî
nîş-i gam: Gam iğnesi.
Çıktı elden nûş-ı vaslı kaldı dilde nîş-i gam
Gitti gül-zârın gülü kaldı kuru hârı dirîg
İbni Kemâl
nîş-i zenbûr: Eşek arısının iğnesi.
Akıbet vîran olur her tünd-rûyun hânesi
Kim belâ-yı nîş-i zenbûru yine kendi çeker
Beliğ nişân: Far. 1. İz, nişan, belirti. 2. Yara izi. 3. Amaç, hedef, vurulması istenen nokta.
Söz kesmeden sonra yapılan yüzüklü tören.
Tuğra. 6. Taltif madalyası. 7. Ferman.
Selb edip aklı, geçen nâm u nişân kaydından
Defter-i aşkda
Mecnûn gibi nâm-âver olur
Neşatî
Beyâbân-ı mahabbetde yitirdim nâgehân kendim
Ne cismimden nişân zahir ne çeşmim üzre ter peydâ
Hayâlî Bey
nişân-ı bûse-gâh: Buse yerinin nişanı.
Safha-i ruhsârına ol nokta-i hâl-i siyâh
Dest-i kilk-i sun’ ile konmuş nişân-ı bûse-gâh
Âhî
nişân-ı güm-geşte: Kaybolmuş nişan.
Aceb bir deşt-i hayrette hadenk-i endâz-ı aşkım kim
Nişân-ıgüm-geşte, şast-ı işkeste, tîr-i âh nâ-peydâ
Leskofçalı Galip
nişân-ı hulûs: Temiz nişan.
Gönül, murâdın ise etmek imtihân-ı hulûs
Hamûşluk kadar olmaz sana nişân-ı hulûs
Necati Bey
nişân-ı nâvek-i müjgân: Kirpik okunun nişanı.
Nişân-ı nâvek-i müjgân eder dil-zarı
Nişânladım hele ben de o çeşm-i bîmârı
Nâbî
nişân-ı seng-i münâfık: Münafık taşının nişanı.
Kelâm-ı Hakk’ı işitse hücûm eder cühelâ
Nişân-ı seng-i münâfık olursa tan mı
Bildl
Bâkî
nişân-ı tîr-i sitem: Zulüm okunun nişanı.
Bastıkta
Kerbelâfa kadem şâh-ı Kerbelâ
Oldu nişân-ı tîr-i sitem şâh-ı Kerbelâ
FuzûH nişân-ı zahm: Yara nişanı.
Nakş olup sînem nişân-ı zabmı sengîn yârda
Levh-i zerrîn üzre hatt-ı lâciverdim var benim
Âhî
nişâne: Emare, işaret.
Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
Düştü çemende berg-i diraht i’tibârdan
Bâkı
Bu kâr-gâh-ı sun’ aceb dershânedir
Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir
Ziyâ Paşa
nişâne-i hâtem: Mühür nişanı.
Kim mühr urdu leblerinin la’l-i dürcine
Kim arayıp nişâne-i hâtem bulunmadı
Şeyhi nişâne-i umrân: Mamurluk nişanı.
Her gûşesinde durmada bir heykel-i izâm
Yok başka bir nişâne-i umrân ü intizâm
Abdülhak Hâmit
nişânek-zen: Nişan tahtasını vurma. nişânek-zen-i meydân-ı kabûl: kabul edilen meydandaki nişan tahtasını vurma.
Olur elbette nişânek-zen-i meydân-ı kabûl
Pençe-i ma’siyet olmazsa inân-gîr-i dud
Nâbî
nişân-gâh: 1. Nişan tahtası, hedef yeri. 2. Silah namlusundaki nişan alınacak yer (gez, göz, arpacık).
Kim ki hamyâze-i sa’yi çeker, elbet çü kemân
Tîr-i âmâli nişân-gâhına eyler mülhak
Şeyh Galip
nişân-gîr: Çizgi çekmeye mahsus marangoz aleti.
Nakd-i nâkıs gibi düştü çeşm-i gerdûndan kamer
Tâ ki na’linden nişân-gîr oldu
Arz-ı Rûm
Nâbî
nişest, nişeste: Far. Oturmuş, oturan. c. nişeste-gân.
Bezm-i dünyânın
Hayâlî çekti seyrinden ayağ
Oldu dürd-i mey gibi mey-hânede ehl-i nişest
Hayâlî Bey
Bir kârvân-ı îş ü neşâtın gubârıdır
Olmaz nişeste hâtrına girdî-i gam abes
Nâbî
Ser-geşteleriz dûr olalı menbaHmızdan
Seylâb-ı sahârâ gibi bî-cây-nişestiz
Sâmi nişîb: Far. İniş, iniş aşağı.
Bu emvâc-ı belâ içre bulunca sâhil-i cûdu
Mekân-ı keştî-i dilgeh firâz ugeh nişîb oldu
Şeyhülislam Yahya
Firâz-ı kûha çıktıkça sanır onu görenler kim
Nişîbe rû-be-râh olmuş hemân bir seyl-ipûyândır
Riyazî
nişîb-i mezellet: Zelillik inişi.
Gûyâ sorar sevâhiline bahr-i nâle-gîr
Olmak neden nişîb-i mezellette bir esîr
Ahmet Hâşim
nişîb ü firâz: İniş yokuş.
Fikren kılar seyâhat-i edvâr dâimî
Bî-havf ü ictinâb nişîb üfrdzdan
Abdülhak Hâmit
nişîmen, neşîmen: Far. Oturacak yer.
Ben Süleymân’ım
Fehîmâ kişver-i eş’ârda
Arş-ı Belkîs-i sühan şimdi neşîmendir bana
Fehim (Hoca Süleyman)
Bir yanda makbere o derin muhît-i hayât
Ecdâdıma nişîmen olan buk’a-i memât
Kemalzâde Ekrem Bey
Zemân-ı ayş ü işret mevsim-i geşt ü güzar oldu
Nişîmen dil-berâna şimdi nahl-i sâye-dâr oldu
Fıtnat
Hanım
nişîmen-i devlet: İkbal evi.
Fuzûlî istemezem mesned-ı Cem ü Cemşîd
Bana nişîmen-i devletşarâb-hâne yeter
Fuzûlî
nişîmen-i sûr: Düğünde oturacak yer.
Olur bu menzil-i nM-ber-karâr süst-i esas
Gehî girîve-i mâtem gehî nişîmen-i sûr
Nâbî
nişîmen-gâh: Yurt edinilen yer.
nişîmen-gâh-ı bâkî: Daimi yurt edinilen yer.
“Ezel”den ayrılan rûhun nişîmen-gâh-ı bâkîsi “Ebed”ken yolda eşbâhın niçin olsun mülâkîsi
Mehmet Akif
-nişîn: Far. “Oturmuş, oturan” anlamıyla birleştiği kelimeleri sıfat yapar.
Hâr-ı firâkı nişîni nûş eyleyip cân bülbülü
Her dem hezarân gam çeker ol ârız-ıgül-reng için
nizami
bâlâ-nişîn: Yukarıda oturan.
Bâlâ-nişvn-i mesned-i şâhân-ı tâc-dâr
Vâlâ-nişân-ı ma’reke-i arsa-i keydn
Bâkî
câ-nişîn: Birinin yerine oturan.
Ettim demîn de vâlide fenzinde câ-nişîn
Gâyet mülâyim oldu o bir merd iken haşîn
Abdülhak Hâmit
dil-nişîn: Gönülde oturan.
Aşkınla nevâ-yı dil-nişîni
Raksân ediyor muvahhidîni
Muallim Naci
hâk-nişîn: Toprakta oturan. mec. fakir, düşkün, sefil.
Tohm olmayınca hâk-nişîn bulmaz irtfâ’
Olmaz cihânda kimse azîz, olmadan zelîl
Nâbî
kafes-nişîn: Kafeste oturan.
Dil-teng-i cevre şehd-i mükâfât eder zuhûr
Tûtî kafes-nişîn iken eyler şeker zuhûr
Sâmi (Arpaeminizade Vakanüvis
Mustafa Bey)
mahfil-nişîn: Yer tutan.
Döner bir hâfız mahfil-nişîn-i nağme-perdâza
Ser-âgâz eyledikçe andelîbân âşiyân üzre
Nef’î
perde-nişîn: Perdede oturan.
Ey dil-ber-i dûşîze hemân perde-nişîn ol
Rüsvây-ı cihân elbet olur perde-ber-endâz
Dâniş Sultanzâde
rasad-nişîn: Gözetleme yerinde oturan. rasad-nişîn-i makâm-ı himâyet: Koruma
makamının gözetleme yerinde oturan.
Olsun rasad-nişîn-i makâm-ı himâyeti
Avn-ı Hudâ vücûd-ı meâlî-nisâbının
Nâbî
reh-nişîn: Yolda oturan.
Kayırmaz olduğumuz reh-nişîn-i kûy-ı telâş
O şûh etmez ise zayi’ intizarımızı
Nâbî
sadef-nişîn: Sedeften çıkmış.
Bir dürr-i sadef-nişîn idim ben
Bir mevce ile kenâra düştüm
Recaizade Ekrem
sadr-nişîn: Başşehirde oturan, üst başta oturan (toplantıda).
İtse te’sîr dil-i sâmi’a-hâh ü nâ-hâh
Dil-nişîn sîne-nişîn sadr-nişîn olsagazel
Nabı
sahrâ-nişîn: Sahrada oturan.
Lâle gibi çünkü ben sahrâ-nişînler şâhıyam
Kırmızı eyvân yeter bu kanlı pîrâhen bana
Âhi
seccâde-nişîn: Seccadede oturan.
Cümle seccâde-nişîn vü hırka-pûş
Şeyh elinden kılmıştı cür’a nûş
Âşık
Beşe
taht-nişîn: Tahtta oturan, padişah.
Bir kudrete mâlik ki nice taht-nişînin
Alır kelle vü efserini der-beder eller
Nef’î
tenhâ-nişîn: Tenhada oturan.
Azîz-ı Mısr-ı vuslat sûziş-i firkat nedir bilmez
Onu tenhâ-nişîn-i külbe-i ahzan olandan sor
Nazif (Şeyh Hasan Dede)
nîşter, neşter: Far. Kan almak, çıban veya yara açmak için kullanılan küçük doktor bıçağı.
Yâ Rab beni âzâde-i derd ü keder etme
Her mûyumu cân ü dile bir nişter etme
Leskofçalı Galip
neşter-i fassâd: Cerrahın neşteri.
Azâr verir câna velî nef’i mukarrer
Gûyâ ki nasîhat dilidir neşter-i fassâd
Nâbî
neşter-i mesmûm: Zehirli neşter.
Gâh eder bir neşter-i mesmûm merhemden zuhûr
Gâh eyler nûş-ı dârû kâse-i semden zuhûr
Ziya Paşa
nitâk: Ar. Kuşak, kemer.
nitâk-ı mû-miyân: Kıl gibi belinin kemeri.
Öyle nâzik kim nitâk-ı mû-miyânı yâr-veş
Akd-i bendi rişte-i rûh-ı hayâlidir sözüm
Yenişehirli Avni
nitâk-ı pâk: Temiz kuşak.
Ne gûş-ı Zübre’sin menkûş edip hergiz ne vaz’ etmiş
Ola bir dânesin devrân nitâk-ı pâk Cevzâ’ya
Şerif niyâ: Far. Dede. c. niyâgân.
Ez-duhteri olursa ne ola uht-i mahremim
Pîr-i mugân olunca bize Zibniyâ niyâ
Zihni niyâm: (R) Far. Kın, kılıf.
Kaşların fikriyile mecrûh olmayıp nejtsingönül
Şehsüvârım iki şemşîre olur mu bir niyâm
Bağdatlı Ruhi
Gelir jeng-i hamûşîden küdûret tîz-güftâre
Niyâm şemşîr-i cevher-dâra çün tâbût olmuştur
Esrar Dede
Bir çelik parçası bir tîğ-ı mehîb olmak için
Sonra yatmakla geçer ömr-i niyâmında bütün
Ne hazîn işkence
Tevfik Fikret
niyâm-ı devlet: Devletin koruyuculuğu.
İttisâl üzre yemîninde yesârında ola
Fatk u retki kalem ü tîği niyâm-ı devlet
Münif niyâz: Far. 1. Rica etme, yalvarış. 2. Hacet, ihtiyaç, istek.
Azâde-gân-ı kayd-ı emel ser-firâz olur
Nâz eylesin sipibre o kim bî-niyâz olur
Koca Râgıp Paşa
Her metâın bir revâcı var bu bender-gâhda
Geh tahammül geh niyâz vü gâh istiğnâ yürür
Koca Râgıp Paşa
Olmadı çâre âh-ı hazîn etdi çok niyâz
Kasd etdi cân-ı zârıma çeşm-i siyah-mest
Rızayi
Sık ıntılar biter bahâr zamânına efendim
Koşar gedâ vü bende hüsn ü ânına efendim
Döner niyâzla yüz sürer mekânına efendim
Bin âh edip yanar döner günâhına efendim
Şeref Yılmaz
niyâz-ı âşıkân: Âşıkların niyazı.
Bülbül-işûrîde-dil kıldı niyâz-ı âşıkân
Gonce-i gannâcı nâz-ı nâzeninân eyledi
Bâkı niyâz-ı aşk: Aşk niyazı.
Niyâz-ı aşk âşıkından füzûn
Revân-ıpâk-i resûle ola selâm u dürûd
Sâmi niyâz-ı derd-mendân: Dertlilerin niyazı.
Ezelden nâz u istiğnâ verilmiş nâzenîn-âne
Niyâz-ı derd-mendân âşık-ı şeydâya düşmüştür
Şeyhülislam Yahya
niyâz-mend: 1. Yalvaran. 2. Muhtaç, ihtiyacı olan.
niyâz-mend-i visâl: Kavuşmaya muhtaç.
Niyâz-mend-i visâl ol ko şermi ey Nâbî
Ne var temennî-i vuslat hilâf-ı âde değil
Nâbî
niyet, niyyet: Ar. 1. Niyet, meram. 2. Namaz ve oruçtan önceki başlama sözü. 3. Kuş ve tavşanla çekilen fal yerine kullanılan kâğıt. c. niyyât.
Kemîne nemleyi pâ-mâle niyyet etmemişizdir
Bu arsa-gâhta hayyâl idik zemân ile biz de
Nâbî
Bir dahi bezme dönüp gelmek değildi niyyetin
Gittiğin vakt anladım ömrüm şitâbından senin
Nedim
Yaşanmaz böyle tek tek, devr-i hâzır: Devr-i cem’iyyet
Girmek istemezsen, yoksa izmihlâl için niyyet
Mehmet Akif
niyyet-i âb-ı zemzem: Zemzem suyu niyeti.
Tavâf-ı KA’be-i kûyun be-kavl-ı Bâkî-i merhûm
Derûn-ı dilde niyyet-i âb-ı zemzemden musaffâdır
Nef’î
niyyet-i heycâ: Savaş niyeti.
Ancak o zemân hâlis olur niyyet-i heycâ
Ben yoksa bu gavgâya derim şûriş-i bî-câ
Abdülhak Hâmit
niyyât: Niyet’ler.
niyyât-ı emn ü âsâyiş: Asayiş ve emniyet niyetleri.
Demek yalanmış o niyyât-ı emn ü âsâyiş
Demek siyâset-i âlem bütün desîse imiş
faik Âli Bey
nizâ’: Ar. Nez’den. kavga, çekişme, gürültü ve patırtı etme.
Cânı cânân dilemiş, vermemek olmaz ey dil
Ne nizA’ eyleyeyim, ol ne senindir ne benim
Fuzûlî
Dâmenin pür-hûn eden şemşîr-i mibrindir felek
Fârig ol bizden seninle yok nizal kimsenin
Nâilî
Ne hased var ne nizA’ vü ne cedel
Görmedim bezm-i safâ meclis-i tasvîr gibi

nizâm: Ar. 1. Dizi, sıra. 2. Düzen, usul, tertip, kaide. 3. Zamana göre konulan esaslar. c. nizâmât.
Kal’ edip bîh ü esâsından usûl-i fitneyi
Himmet-i şâh-ânesi vermekte devrâna nizâm
Üsküdarlı Hakkı Bey
nizâm-ı âlem-i kevn ü fesâd: Dünya nizamı.
Hikmet, nizâm-ı âlem-i kevn ü fesâdı hep
İhlâl eden müdâhanedir, irtikâbdır
Hersekli Arif Hikmet
nizâm-ı hâl: Hâlin durumu.
Zât olmadıkça fâide vermez nizâm-ı hâl
Lât ü Menât’a revnak ü zîb-i kabâ abes
Nüzhet (Rıdvan Paşazade Efendi)
nizâm-ı halk-ı âlem: Dünya halkının nizamı.
Nizam-ı halk-ı âlem mültezimdir ind-ı Bârî’de
Hudâ ka: dirdir ammâ sîmi zer leyli nehâr etmez
Ziyâ Paşa
nizâm-ı mümkinât: Mümkün olanların nizamı.
Fusûl-ı erba’a etse tecâvüz hadd-ipergârın
Nizam-ı mümkünâta ihtilâl eylerdi istîlâ
Nâbî
nizâm-ı şâne: Tarak düzgünlüğü.
Perîşdndır tecâvüz etmek ile haddi gîsûlar
Nizam-ı şâneye hâcet değil müjgân ü ebrûlar
Seyyit Vehbî
nizâm-ı te’yîd: Destekleme nizamı.
Zerrat-ı anâsır u mevâlîd
Emrinle bulur nizâm-ı te’yîd
Ziyâ Paşa
nizâmât: Nizam’lar.
Onlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât
Bin türlü teseyyüb bulunur hânelerinde
Ziya Paşa
nizâm-bend: Nizama bağlı.
nizâm-bend-i şühûd: Görülen nizama bağlı.
Nizâm-bend-i şühûd olalı bu bezm-i cibân
Ne rindler ne kadeh-keşler ettiler güzerân

nizâr: Far. Zayıf, zebun, ince, arık.
Yahyâ dolaşır cism-i nizarıyla cibânı
Bir köhne hasîre dil-i dîvâne sarılmış
Şeyhülislam Yahya
Tenim nizar görüp kaçma ey remîde gazal
Tasavvur et ki heyûlM-yı rûh-ı Mecnûnum
Nâilî
Ale’l-husûs ki bu bende-i kerem-dîden
Bu çâkerin bu kemînen bu abdi zâr ü nizâr
Nedim
nîze: Far. Mızrak, kargı, süngü.
Gördü nihdl-ı serv-i ser-efrdz nîzeni
Serkeşlik adın anmadı bir dahi banları
Bâkı
Mihr bir nîze-bülend olmuş idi ol demde
Nîze üzre ser-ı Sultân-ı Şehîdân-şekil
Hayâlî Bey
Nîzesidir o kalem cedvel-i takvîm-i zafer
Ki adûnun ona sürh olmuş ucunda kanı
Nef’î
Selâmı nîze ucuyla verir bize şimdi
gamze oldu karîn-i eşkıyâya hayf hayf
Hâzık
nîze-i dil-ber: Dilberin mızrağı.
Geldi cem’iyyet-i derd içre fitîl-i zahmım
Dik gelip geçti meded nîze-i dil-ber yerine
Enverî
nîze-i itâb: Azarlama mızrağı.
Geh hancer-i tegâfül ü geh nîze-i itâb
mest-i nâz mest-i mey-i nahvet olmasın
Nedim-ı Kadim
nîze-i zerrîn: Altın işlemeli mızrak.
Çarh meydânında sîmîn halkasını mâhînin
Nîze-i zerrîn ile kaptı şeh-i hâver güneş
İbni Kemâl
nîze-bâz: Mızrakla oynayan.
nîze-bâz-ı evhâm: Evham mızrağıyla oynayan.
Ebrûları hıyre-sâz-ı ifhâm
Müjgânları nîze-bâz-ı evhâm
Şeyh Galip
nîze-bülend: Mızrak yüksekliği.
Mihr bir nîze-bülend olmuş idi ol demde
Nîze üzre ser-ı Sultân-ı Şehîdân-şekil
Hayâlî Bey
nîze-dâr: Mızraklı, kargılı, süngülü.
Adûya na’ra çeker görse nîze-dârların
Ki neyistânda eder şîrlerin gırivv ü gâreng
Hayâlî Bey
Her hamlede hücûm-ı dilîrân-ı nîze-dâr
Hayl adûya ol kadar âfet-resân olur
Nef’î
nîze-güzâr: Mızraklı. c. nîze-güzârân.
Müje haylin dizer ol gamze-i fettân saf saf
Gûyâ cenge girer nîze-güzarân safsaf
Bâkî
noksân: bk. naks.
nokta: Ar. 1. Nokta. 2. Benek, leke. 3. Yer. 4. Mevzu, konu. 5. İncelik. c. nikât, nukat.
Gdh bir harf sükûtuyla eder nâsırı nâr
Gâh bir nokta kusûruyla gözü kör eder
Fuzûlî
Hâllerşekker lebinde noktalardır hüsrevâ
Aks-i dendânın oluptur gûyiyâ dendâneler
Hanmi
Hep maglata vü lâklâkadır bâtın u zahir
Bir nokta imiş asl-ı sühan evvel ü âhir
Bağdatlı Ruhi
nokta-i hâl: Noktaya benzeyen ben.
Nokta-i hâline bağlanmış idi cân ü gönül
Gezmeden dâire-i devrde pergâr henüz
Fuzûlî
nokta-i hâl-i siyâh: Siyah beninin noktası.
Safha-i ruhsârına ol nokta-i hâl-i siyâh
Dest-i kilk-i sun’ ile konmuş nişân-ı bûse-gâb
Âhi nokta-i mevhûm: Kuruntu noktası.
Dehânın ehl-i diller nokta-i mevhûma benzetmiş
Miyânın gibi bilsem ol da nâ-peydâ mıdır yoksa
cinânî
nokta-i nûn: Nun’un noktası.
Kalem destinde bir üstâd-ı Erteng-ı Mâni’dir
Eder tarh-ı gülistan nokta-i nûn hazân üzre
Ziyâ Paşa
nokta-i sevdâ: Kara nokta.
Dedim ey dil gün yüzünde nokta-i sevdâyıgör
Dedi kim bir gurre-i garrâda iki ayı gör
Lamiî Çelebi
nokta-i şekk: Şüpheli nokta, şüphe işareti.
Aynıyla döndü nokta-i şekke sevâd-ı dil
Hâl-i siyâhın olalı hâtır-nişânımız
Nâbî
nokta-i vahdet: Birlik noktası.
Nokta-i vahdete merkez dil-i feyyâzı-durur
Bu gül-i gül-şen-i tahkiktir olşeb-nemidir
Nef’î
nokta-i vehm: Vehim noktası.
Lebine nokta-i vehmi der iken ehl-i hayâl
Hak bilir utanırız hokka-dehândır demeğe
Ahmet Paşa
nokta-i zer: Altın nokta.
Kitâb-ı hikmetinde nokta-i zer kursa-i hûrşîd
Kitâb-ı izzetinden câm-ı revzen târem-i mînâ
Nâbî
nikât: Nokta’lar. nikât-ı râz-ı hüsn: Güzellik sırrının incelikleri. şûh âyînede aksile eyler güft ü gû
Nâbî
Bilen söyler nikât-ı râz-ı hüsnün bilmeyen söyler
Nâbî
nukat: Nokta’lar.
Yazılsın nukat-ı harf ile târih
Mülâzımdir
Sürûrî
-i hüner-ver
Süsûn
Rûy-ı dil-ber al kâğaz anberîn mû anda hat
Sâyesi müjgânının i’rMb benlerdir nukat
Şeyhülislam Yahya
növbet: bk. nevbet.
Nûh: Ar. Nuh peygamber.
Kur’an’daki sıraya göre, yirmi beş peygamberden üçüncüsü.
İkinci âdem de denir.
Nuh nice yıllar kavmini imana davet etti.
Fakat kavmi ona inanmadı.
Yalnız oğullarından
Sam, Ham ve
Yafes ile hanımı ve pek az kimse inandı.
Hatta oğullarından
Yâm bile inanmadı. Allah ona “gemi yap” dedi.
Gemiyi yaptı, inananları ve her hayvandan birer çift alarak gemiye bindi.
Tufan oldu.
Aylarca yağmur yağdıktan sonra gemi, bir rivayete göre
Cudi dağının üzerine oturdu.
Âlem yeniden kuruldu.
Ondan sonra insanlar
Hz. Nuh’un üç oğlundan türediler.
Kur’an’da
Hz. Nuh ve
Tufan’la ilgili pek çok ayet vardır.
Edebiyatta
Nuh tufanı âşığın gözyaşları ile beraber kullanılır.
Hücûm-ı gamda bana onu etti zevrak-ı mey
Kim etmedi onu tûfân olanda keştî-ı Nûh
Fuzûlî
Gark ederse eylesin tûfân-ı eşkim âlemi
Tek sana versin habîbim Hak Te’âla ömr-ı Nûh
behişti
nûh-ı nevvâh: Ağlayan
Nuh.
Giryân olup oldu
Nûh-ı nemaM
Deryâ-yı melâhatinde melldh
Şeyh Galip
nuhâs: Ar. 1. Bakır. 2. Bakır para.
Zer et nuhâsını iksîr-i ışk ile
Hamdî
Ki lâyık ola ona mz’-ı sikke-i şâhî
Hamdullah Hamdi
Nakş-ı yârin dil-i ağyârda yoktur farkı
Dâmen-i tas-ı nuhâsa kazılan imzâdan
Nâbî
nuhbe: Ar. 1. Herşeyin iyisi, seçkini. 2. Seçkin, seçilmiş. 3.
Sünbülzade Vehbi
’nin lügatinin ismi.
nuhbe-i efkâr: Fikirlerin seçilmişi.
Nice gelip olmaya küffâra ol şüc’ân kim
Her birinin nuhbe-i efkârıdır i’lâ-yı dîn
Üsküdarlı Hakkı Bey
nuhbe-i eş’âr: Şiirlerin seçkini.
Sânihâtı fikrine erdikçe feyz-i ma’nevî
Böyle
Mecdî sözlerin hep nuhbe-i eşM olur
Abdülaziz
Mecdi Efendi
Vehbî’ye lûğatte yoktur akrân
Tuhfe ile
Nuhbe iki bürhân
Ziyâ Paşa
nuhbe-i hilkat: Yaratılmışın seçkini.
Bugün doğan çocuğundan terâne beklerken
Figân duyan beşeriyyet, bu nuhbe-i hilkat
Nedir bilir misin oğlum?
Tevfik Fikret
nuhûset: Ar. Uğursuzluk, şeamet.
Bir gün bize saâdet-i vasl etmedin nasîb
Bizden götür nuhûsetin ey tâli’-i zebûn
Fuzûlî
Tâli’-i düşmen
Zühal gibi nuhûset bulmağa
Gösterir burc-ı şereften hoş saâdetler güneş
Lamiî Çelebi
Aleme heme derd-i aşk-ı ülfet
Keder ü elem-i nuhûset
Şeyh Galip
nuhust, nuhustîn: Far. İlk, birinci. evvel.
nuhust-ı nâme-i şevk: İstek mektubunun ilk satırı.
Satr-ı nuhust-ı nâme-i şevk olmadan tamâm
Dâmâna indişakk-i kalem iştiyâktan
Nâbî
nuhustîn: İlk, evvelki, birinci.
Bdkîye sezA olunsa ta’yin
Ta’bî-i müceddid-i nuhustîn
Ziyâ Paşa
nukl: Ar. Nakl’den; meze, çerez.
Ya meclis-i şarâbtır ay anda câm-ı Cem
Pervîn tabakta nukl düzer
Zühre sâz-ı çeng
Şeyhi
Leb-i la’li bana nukl olduğunu nakl etsem
Mey-i gül-reng ile câm-ı Cem’in ağzı sulanır
Şeyh Galip
Bezm-i meyde nukle el sunmaz hemân ancak
Nedîm
Dü-berin ünnâb-ı la’lin çeşm-i bâdâmın bilir
Nedîm
Nedim
nukl-i iftâr: İftar mezesi.
Bu tarik ile çöker sofra-i hubiyyâta
Nukl-i iftâra götürmüş gibi hurmM-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
nukl-i mey-i safâ: Temiz şarabın mezesi.
Ayîne-ı Hudâ’dır vech-i melîh-ı Abmed
Nukl-i mey-i safâdır nakl-i sahîh-ı Ahmed
Hamdullah Hamdi
nukre: Ar. Külçe hâlinde gümüş.
Ser-engüştümdeki nâhundan özge nukre girmez hîç
Benim ceyb-i ümîdim kîse-i dellâke dönmüştür
Nâbî
nukre-i ahter: Yıldız renkli gümüş.
Nukre-i ahter verir zer-hokka-i hurşîd-i subh
Hastedir çil nukreyi harc eyleyip dermân eder
Nâbî
nukre-i endîşe: Tasa duyulan gümüş.
Ne ola nakkâd desek
Bâkî’ye insâf budur
Ki bizim nukre-i endîşemiz onunpuludur
Sâbit
nukre-i eşk: Gümüş gibi dökülen gözyaşı.
Ruh-ı zerd akçe etmez nukre-i eşk ile iş bitmez
Civânın kalbini almak dilersen sîm ü zer göster
Şeyhülislam Yahya
nukre-i pîşîn: Peşin verilen gümüş.
İltizâm-ı girye bâkîdir zeminde yoksa eşk
Hıdmet-i maktû’-ı tâkin nukre-ipîşînidir
Nâbî
nukre-i sâf: Saf gümüş.
Değil sîne gencine-i sîm-i kâm
Yanında kalır nukre-i sâf ham
Keçecizade İzzet Molla
nukre-çîn: Gümüş toplayan.
Bir müsâid mülke sahiptir ki sehven hâkine
Her kim olsa dâne-rîz olur sonunda nukre-çîn
Ziya Paşa
nukûd: bk. nakd.
nukûş: bk. nakş.
nûn: Ar. 1. Osmanlı
Türkçesi’nde 28. harftir.
Şekli çanağı andırır.
Divan şiirinde kaş ve hilâl “nûn” harfine benzetilir.
Kur’an’da
Kalem suresinin ilk ayeti “Nûn ve’l-kalem: Nun ve
Kalem hakkı için.
” anlamında kullanılır. 2. Balık. 3. Kur’an-ı Kerim’in 68. suresinin
Kalem’den başka adı. c. nînân.
Aç hilâl ebrûnu
Nûn ve’l
Kalem tefsirini
Mâhî-i kilkim zebân-ı hâl ile takrir ede
Ahmet Paşa
Ham-ı vücûd, henüz ihtizaz-peymâdır
O gunneden ki gelir kâf u nûn hitâbından
muallim Cûdi
nînân: Balıklar.
Bî-karâr olmak nedendir ey dil-i divâne sen
Yana düştün bilmezem pervâne-veş nînâne sen
Nuri
nûr: Ar. 1. Aydınlık, parıltı, parlaklık. 2. Kur’an-ı Kerim. c. envâr, nîrân.
Doğru bak ahvâle, ey ahvel, olup vahdet-şinâs
Nûr birdir olsa da mısbâh-ıpertev-zA iki
Hasan
Hilmi (Kıbrıs Müftüsü)
Nûr istiyoruz, sen bize yangın veriyorsun “Yandık” diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun
Mehmet Akif
Nûrun ki etti âlemi rahşân efendimiz
Yoktur cihânda zulmete imkân efendimiz
Faruk K. Timurtaş
nûr-ı ârız: Yanağının ışığı.
Ahker-i nâr-ı firâk etti çü nûr-ı ârızın
Yeridir karşında yanmak eylesem sevdâ
Latîf
Âhı nûr-ı bâhir: Açık nur.
Lem’a eylerdi o nûr-ı bâhir
Şu’leler yer yer olurdu zdhir
Hakanî
nûr-ı basar: Göz ışığı; gören göz; keskin göz.
Böyle asırda azr-ı hünerden çi-fâide
Deycûr-ı şebde nûr-ı basardan çi-fdide
Haşmet
nûr-ı çeşm: Göz nuru.
Görme çok dirsem bu dem ân-ı kıyâmettir bana
Nûr-ı çeşmim geçti yanımdan kelemehin bi’l-basar
Muallim Naci
(kelemehin bi’l-basar: çok hızdan kinayedir.)
nûr-ı çeşm-i evliyâ: Evliya gözünün ışığı.
Sensin ol sultân-ı cümle enbiyâ
Nûr-ı çeşm-i evliyâ vü asşyâ
Süleyman
Çelebi
nûr-ı dîde: Göz nuru.
Sakın ey nûr-ı dîdem, geçmesin beyhûde eyyâmın
Çalış hâlin müsaidken.
Bilinmez çünkü encamın
Mehmet Akif
nûr-ı dîde-i uşşâk: Âşıkların gözünün nuru.
Misâl-ı KA’be eyâ nûr-ı dîde-i uşşâk
Gören cemâlini müştâk görmeyen müştâk
Hudai (Müezzin Hudai-ı Atik)
nûr-ı dil: Gönül ışığı.
Dil-penâh ü melce’in sensin senin ey nûr-ı dil
İşbu sırrı bilmeyen şâyân-ı istibkâr olur
Abdülaziz
Mecdi Efendi
nûr-ı hidâyet: Hidayet ışığı.
Subh-ı sâdık erişip zulmet-i leyli giderir
Küfrü isyânı ise nûr-ı hidâyet getirir
Keçecizade İzzet Molla
nûr-ı hüsn: Güzellik nuru.
Dün gece mihmânım ol mâh-ı cihân-efrûz idi
Nûr-ı hüsnünden dünüm
Kadr ü günüm
Nevrûz idi
Ahmet Paşa
nûr-ı İlâhî: İlahi nur.
Ko ölüm endîşesin âşık ölmez bâkîdir
Ölüm âşıkın nesi çün nûr-ı İlâhîdir
Yunus Emre
nûr-ı îmân: İman nuru.
Cümle imkân u vücûbu garka-i âşûb eder
Nûr-ı îmân cilve-i küffârdan zâhir olur
Esrar Dede
nûr-ı mahz: Tam ışık.
Nâbî eğerçi her biri bir nûr-ı mahzdır
Ammâ kipîşvâları sultân-ı enbiyâ
Nâbı nûr-ı mevvâc: Çok dalgalı ışık.
Nûr-ı mevvac mâni mi sözümde berk uran
Ya libâsı nazmımın bir âteşîn hârâ mıdır
Nef’î
nûr-ı mısbâh-ı selef: Eski kandil ışığı.
Rûşenâ-vicdân olan eyler mi ta’n eslâfi hîç
Feyz-i hâzır nûr-ı mısbâh-ı seleften muktebes
Ziya (Adanalı)
nûr-ı mübîn: Hz. Muhammed’in ruhaniyeti.
Ey nûr-ı mübîni kibriyânın
Sînem olamaz mı dsmdnın
Mehmet Âkif
nûr-ı pâk: Temiz nur.
Pertev-i hüsnüyle rûşen mülk-i âlem
Bâkî yâ
Rah-ı ışka mühtedî ol nûr-ı pâk eyler beni
Bâkî
nûr-ı ruhsâr: Yanağın ışığı.
Nûr-ı ruhsârındır ol maksad ki îmân ehline
Kılsa
Hak rûzî cehennem âteşi oldur sebeb
Fuzûlî
nûr-ı safâ: Parlaklık ışığı.
Nâr-ı gam nûr-ı safâ hep bir çerâgın pertevi
Çeşm-i irfân ile baksan arada bî-gâne yok
Âli (Edirneli)
nûr-ı sürûr: Sevinç ışığı.
Mevc mevc olsa ne ola lücce gibi nûr-ı sürûr
Bezme ikbâl ile ol mibr-i dirahşân geldi
Nedm nûr-ı şebâb: Gençlik ışığı.
Bet beniz kül gibi olmuş uçarak nûr-ı şebâb
O yanaklar iki solgun güle dönmüş bî-tâb
Mehmet Akif
nûr-ı tecellî: Tecelli nuru.
Matlafeyz-ı Hudâ’da hem kamer hem âfitâb
Tûr-ı kurb-ı Hak’ta hem nûr-ı tecellî hem cemâl
Yenişehirli Avni
nûr-ı vech: Yüzün parlaklığı.
Oldu mevcûdât nûr-ı vechin ileşu’le-dâr
Yâ Resûlullah sensin evvelîn ü âhirîn
Âdile Sultan
nûr-ı visâl: Kavuşma ışığı.
Müntehâ vü mebdeinde görmedim nûr-ı visâl
Devre-i âlem ser-â-pâ devre-i gamdır bana
Namık Kemâl
nûr-ı zâtî: Kendi kalbinin temizliği.
Başını nâra yakar sohbet-i gayr ile müdâm
Nûr-ı zâtîsini derk eylemeyen mûm gibi
Hızır
Ağazâde Said
envâr: Nûr’lar, ışıklar, aydınlıklar.
Bu âsumân belâg-ı mübînin envarı
İle’l-ebed tutacaktır lika-yı a’sârı
Kemalzâde Ekrem Bey
envâr-ı cemâl: Güzel ışıklar, parlaklıklar.
Kâkülü sünbül-i cennet deheni gonca-i nâz
Gören envâr-ı cemâlini getirir salarât
Taşlıcalı Yahya Bey
envâr-ı cihân-ârâ: Cihanı süsleyen ışıklar.
Sevmemek kâbil mi ol hûrşîd-i hüsn ü ismetin
Hak-nümâ vechinde envâr-ı cihân-ârâsı var
Kemalzâde Ekrem Bey
envâr-ı feyz: Bereketli ışıklar.
Envâr-ı feyze mazbar olur kalbi sâf olan
Almakda mâh mihr-i cihân-tâbdan fürûğ
Aynî (Ayıntablı Hasan Efendi)
envâr-ı hakîkat: Hakikat ışıkları.
Hûb sûretlerden ey nâsıh beni men’ etme kim
Pertev-i hurşîd envâr-ı hakîkattir mecdz
Fuzûlî
envâr-ı hayâl: Hayal ışıkları.
Kelîm-i lem’a-i bîniş ki envâr-ı hayâlinden
Devâtı tûr-ı feyz ü kilk-i nazmı nahl-ı Mûsâ’dır
sabri
envâr-ı hüsn: Güzellik ışıkları.
Tûr-ı Mûsâ döymedi envâr-ı hüsnün tâbına
Hey ne taştan yüreğim varmış Allah’ım benim
Âhi
envâr-ı kamer: Ayın ışıkları.
Zannetse revâdur ehl-i bîniş
Envâr-ı kamer tekâsüf etmiş
Muallim Naci
envâr-ı mağfiret: Mağfiret, bağışlama ışıkları.
Envâr-ı mağfiret eder imhâ-yı ma’siyet
Ehl-i kemâl zulmet-i gayzı kezîmdir
Nevşehirli Hikmet envâr-ı mahabbet: Sevgi ışıkları.
Farktan geçmez envâr-ı mahabbet doluyuz
Sevenin de kuluyuz sevmeyenin de kuluyuz
Esrar Dede
envâr-ı meserret: Sevinç ışıkları.
Eyledi kesb-i hayât-ı tâze halk-ı kâinât
Doldu envâr-ı meserretle kulûb-ı müminin
Ziyâ Paşa
envâr-ı sıfat: Güzellik ışıkları.
Gubâr-ı gayrden pâk eyle kalbim hem mücellâ et
Harîm-i zâta envâr-ı sıfatın şüle-bahşâ et
Âdile Sultan
nûr-â-nûr: Nur ile dopdolu.
Muazzam heykeli feyz-i tabîat cebhe-i mağrûr
Semâdan sâha-i emvâca düşmüş burc-ı nûr
M-nûr
Kemal Paşazâde Ekrem Bey
nûr-efşân, nûr-feşân: Işık saçan.
Gönlüm leyâl-i firkatin bîdâr yâ
Rab hânıdır
Fikr ettiğim bir âfetin dîdâr-ı nûr-efşânıdır
Muallim Naci
Bul riyâzâtın safâsında hayât-ı câvidân
Jeng-i kalbi pâk ü nûr-efşân eder cânân-ı aşk
Âdile Sultan
Aftâb-ı Kureyş olunca ayân
Zulümât üzre oldu nûr-feşân
Muallim Naci
nûrânî: Parlak, aydın, ziyalı, nurla ilgili.
Şöyle nûrânî oluptur kim yüzünden nûr akar
Hâk-i der-gâhıla tâ kim buldu zîb ü fer güneş
İbni Kemâl
Rûzigârım öyle âtıl geçti kim bilmem henüz
Rûz-i nûrânî midir ya leyle-i zalmâ mıdır
Yenişehirli Avni
Felek firûzeden bir taht-ı âlî kurdu şâh-âne
Ona bir âh dîbâ perde çekti subh-ı nûrdnî
Nef’î
nevvâr: Çok nurlu ve parlak.
Pinhân ü peydâ, nemar ü muzlim
Etmekte zikr-ı Hallâk-ı ddim
Tevfik Fikret
Mânend-i fürûğu mibr-i nemar
Aktâra ederdi neşr-i envâr
Ziyâ Paşa
nevvâr-ı Cemâlullah: Allah güzelliğinin çok parlaklığı.
Almış dgûşuna raksân ediyor ervâhı
Gösterir sîne-i nervâr-ı Cemâlullah’ı
Kemalzâde Ekrem Bey
nevvâr-ı şevk: Arzu edilen parlaklık.
Bezm-gâh-ı câna sâkî feyz olur nemar-ı şevk
Olsa bir câm-ı safâ-bahşa mey-i sâfî müşdz
Behiştî
neyyir: 1. Nurlu, aydın, parlak. 2. Işıklı cisim; cisimlenmiş nur. 3. Güneş. c. neyyirân.
Ah, o gözler, o kanlı meş’aleler
Hangi neyyirden ahz-ı nûr eyler
Abdülhak Hâmit
neyyir-i adl: Adalet güneşi.
Neyyir-i adli eğer salsa cihâna pertev
Zerreyi mihr-i cibân-tâb ile yeksân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)
neyyir-i a’lâ: Büyük güneş.
Ne bile hazret-i lâhûtu akl-ı nâsûtu
Ne göre neyyir-i a’lâyı dîde-i a’mâ
Hamdullah Hamdi
neyyir-i a’zam: En büyük güneş.
Nûr-ı hüsnün âlem-i enfüste feyz-efrûz idi
Olmadan âfâk-ı dâir neyyir-i a’zam henüz
Namık
Kemal neyyir-i ikbâl-i devlet: Devletin talih güneşi.
Tâli’ oldu neyyir-i ikbâl-i devlet subh-dem
Şu’le saldı âleme necm-i hidâyet subb-dem
Bâkî
neyyir-i rahşân: Parlak güneş.
Enveri-i rüzgârım kim şeb-istân-ı sühan
Şem-fikr ile ziyâ-yı neyyir-i rahşân bulur
Nef’î
nusarâ: bk. nasr.
nush: Ar. Öğüt, pend, nasihat.
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr
Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir
Ziyâ Paşa
Olur olmaz işe karışma diye
Nush u pend eylemişdi eslâfim
Şeyhülislam Arif Hikmet
nush u pend: Nasihat ve öğüt.
Cân boynuna bırağalı zülfün kemendi bend
Dîvâne gönlüme eser etmedi nush u pend
Şeyhi
nâsıh: Nasihat eden, öğüt veren. c. nussâh.
Hûb sûretlerden ey nâsıh beni men’ etme kim
Pertev-i envâr-ı hurşîd-i hakîkattir mecdz
Fuzûlî
Gel ey nâsıh ko pendi hâl-i dilden bî-habersin sen
Beni dîvâne etti ol peri bilmem ne dersin sen
Nihani
Şarâb-ı la’l-i dil-berden beni men’ etme ey nâsıh
Sana ne her kişi ne eder ise kendi cânına
Necati Bey
nâsıh-ı musîb: Yanılmayan nasihatçi.
Makbûl-i bezm-i sohbet olur müfsid-i leîm
Menfûr-ı tab’-ı âlem olur nâsıh-i musîb
Ziyâ Paşa
nâsıh-ı müşfik: Şefkatli nasihatçi.
Ey nâsıh-ı müşfik bize pend ü nasihat eyleme
Kimse ezelde yazılan yazıyı çün yumaz nejdem
habibî
nasîhat: Öğüt, pend. c. nasâyih.
Nasîhat eyledikçe ona lâlâ
Kabûl etmezdi sözü derdi: Lâ ld
Zâti
Benimpeymâne-i ışka düşüptür defter-i tab’ım
Nasihat nakşına kâbil değildir aklım evrâkı
behiştî
nasûh: 1. Nasihatçi, öğütçü. 2. Hâlis, temiz. 3. Tevbe-ı Nasuh: En büyük tevbe.
Buyurma tevbe bana ol şarâbdan nâsib
Ki görse onu tutar cezm-i terk-i tevbe-ı Nasûh
Fuzûlî
Fevt oldu pend-i vâiz ile fursat-ı sabûh
Nâsıh sözünü dinlemeyen tevbe-i nasûh
Hamdullah Hamdi
nusret: bk. nasr.
nûş: Far. 1. İçme. 2. Hayat. 3. İksir, içki.
Ey Muhibbî yâr elinden bir kadeh nûş eyleyen
Hızr elinden ger olursa
Ab-ı Hayvân istemez
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Ne iktizâ eder elmas u la’l-i âteş-gûn
Vuralım âteşe kâlâ-yı gam-ı devrânı
Yine nûş eyleyelim bâde-i âteş-gûnu
Nâbî
Sen ver bâde ben eyleyem nûş
Ben nazm okuyam sen ona tutgûş
Fuzûlî
nûş-ı âhir: Son içki.
Hoş kûşe-i zevk idi safâ ehline âlem
Nûş-ı âhiri nîş olmasa sûr âhir mâtem
Bağdatlı Ruhi
nûş-ı dârû: İlaç içme.
Gâh eder bir neşter-i mesmûm merhemden zuhûr
Gâh eyler nûş-ı dârû kâse-i semden zuhûr
Ziyâ Paşa
nûş-ı dârû-yı leb: Dudak ilâcını içme.
Nûş-ı dârû-yı lebindir haste-i aşka devâ
Şerbet-i raslından olur âşık-ı bîmâra hazz
Şeyhülislam Yahya
nûş-ı hicrân: Ayrılık içme.
Nûş-1 hicrân şöyle dûçâr-ı hüzal eyler beni
Kim gören bir kâse zehr içmiş hayâl eyler beni
Halil
Nihat Bey
nûş-ı mey: Mey içme.
La’lin ki rinde âlem-i meyden haber verir
Nûş-ı meye kadeh-be-kadehgül-şeker verir
Esrar Dede
nûş-ı sahbâ: Şarap içme.
Rızk-ı dünyâdan mezak-ı ehl-i dil mahrûmdur
Telh-kâmidir nasîbi nûş-ı sahbâdan bile
Cevrî (İbrahim Çelebi)
nûş-ı şarâb: Şarap içme.
Gâh engüşt-i muhannâsıngehî la’lin emip
Dâne-i ünnâb ile nûş-ı şarâb etmez misin?
Nedim
nûş-ı vasl: Kavuşma içkisi.
Çıktı elden nûş-ı vaslı kaldı dilde nîş-i gam
Gitti gül-zârın gülü kaldı kuru hârı dirîg
İbni Kemâl
nûş-â-nûş: İçtikçe içerek, tekrar tekrar içerek.
Bezm-i nûş-â-nûşda gam ber-taraf mey ber-taraf
Sâkiyâ gam kanda âlem ber-taraf mey ber-taraf

nûş-dârû: 1. Tiryak. 2. Panzehir. 3. Şarap.
İçerler ol meyi kim nuş-dârû-yı çamdır
Maâşirânı bu bezmin neşât bilmezler
Nâilî
nûş-hand: Tatlı gülüş.
Güftâregeldi nâ-geh açıp la’l-i nûş-hand
Bir piste gördüm anda döker rîze rîze kand
Fuzûlî
Telh etti ayşımı lebini nûş-hand eden
Kılmış seni tabîb beni derd-mend eden
Azeri
Çelebi (İbrahim)-nûş: Far. “içen, içici” anlamına gelen birleşik sıfatlar yapar. bâde-nûş: İçki içen.
Yıkılmaz dilpey-der-pey çekerken câm-ı âzarı
Bu bezmin bMde-nûşu mest olur ammâ harâb olmaz
Şeyhülislam Bahayi (Mehmet)
cür’a-nûş: Yudum içen.
cür’a-nûş-ı feyz: feyiz yudumunu içen.
Bakmaz nigâh-ı rağbet ile cür’a-nûş-ı feyz
Mest-i şerâb-ı nabvet olan ehl-i devlete
Vâhid
Mahdumî
kadeh-nûş: Kadeh içici.
Dâim ola hem-sohbet-i rindân-ı kadeh-nûş
Varın koya meydâne eğer bîş ü eger kem
Bağdatlı Ruhi
şeker-nûş: Şeker içen.
La’l-i lebişu’le-işeker-nûş
Gül-ruhları nev-bahâr-ıgül-pûş
Şeyh Galip
nûşâbe: Far. Ab-ı hayât, ebedilik suyu, bengisu.
Leylin emer emer leb-i sâfinda toplanan
Nûşâbe-i sükûnu leb-i teşne-i türdb
Tevfık Fikret nûşîn: Far. Tatlı, lezzetli.
Hûn-germ idi aşka la’l-i nûşîn
Ferhâd’ına cân verirdi
Şîrîn
Şeyh Galip
Nûşirevân: Far. İran’da m. s. 531579 yılları arasında hükümdarlık etmiş olan ve adalet ve doğruluğuyla tanınmış
Sasani şahı.
Edebiyatta adalet ve doğruluk simgesi olarak geçer.
Olsun ser-i benânına münkâd o hâme kim
Her harfi mülke dâniş-ı Nûşirevân verir
Nedim
Tezkîr olunur la’n ile
HaccMc ile
Cengiz
Tebcîl edilir
Nûşirevân ile
Süleymân
Ziya Paşa
nutfe: Ar. Duru, saf su. 2. İnsanın menisi. c. nitâf.
Nutfeden hâsıl etti insânı
Yazdı âb üzre sûret-i cdnı
Hâletî (Azmizade)
nutfe-i Kâbil: Kabil’in nutfesi.
Ne ola kan dökmekte mâhir olsa çeşmin merdümü
Nutfe-ı Ka’. bîPdürür gamzen gibi üstâdı var
Fuzûlî
nutfe-i nâ-çîz: Değersiz nutfe.
Zehî
Hâlik ki kem-ter nutfe-i nM-çîzden etmiş
Kıbâb-ı bârgâh-ı çarha sığmaz kimseler peydâ
Nâbî
nutk: Ar. 1. Söz, lâkırdı, konuşma. 2. Söyleyiş, söyleme. 3. Söylev. 4. ed. Eski dervişlerce büyük bilinen kimselerin manzum sözleri.
Hulku hoş vü nutku cân-fezasın
Böyle görünür ki âşinâsın
Fuzûlî
Nutkudur ser-mâye-i bahş-i eşrefiyyet âdeme
Bâis-i ihlâl-i şân-ı feyz-i insândır sükût
Hersekli Arif Hikmet
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz
İnsânda şu nân-körlüğe tel’în eden âvâz
Tevfik Fikret
nutk-ı beliğ: Düzgün söz.
Mevkiinde çünki bir nutk-ı belîğ
Arz-ı te’sîrât eder toptan şedîd
Eşref Paşa
(Bursalı Mustafa)
nutk-ı bî-zebân: Dilsiz konuşması.
Fikrim gibi nutk-ı bî-zebânsın
Hüsnün görünür de sen nihânsın
Abdülhak Hâmit
nutk-ı pâk: Temiz söz.
Nutk-ı pâk ile edip
Mesnevî’yi mürşid-i küll
Aleme
Hazret-ı Monlâ’dan erer feyz-i nefes
Esrar Dede
nutk-ı revân-bahş: Can ortaya koyan konuşma.
Herkese nutk-ı revân-bahş verilmez
Yahyâ
Himmet-ı Hızr gerek kim buluna
Ab-ı Hayât
Şeyhülislam Yahya
nutk-ı zebân: Dil konuşması.
Takrîr-i kemâl-i hüneri nutk-ı zebândır
Tahrîr-i medârı-ı şerefi kilk ü rakamdır
Nef’î
nâtık: 1. Söyleyici, nutk edici. 2. Beyan edici, bildirici.
Arif isen ver haber kim ma’nî-i mutlak nedir
Nâtık isen işbu yolda söyle kim el-hakk nedir
Ümmî Sinan
Her zerrede âheng-ı Celâlin duyulurken
Her nağmede binlerce lisân nâtık olurken
Mehmet Akif
nâtıka: 1. Düşünüp söyleme kuvveti. 2. Düzgün, dokunaklı söz söyleme.
Garaz arz-ı hulûs u bezl-i makdûr etmedir yoksa
Olur hakk üzre medhinde zebân-ı nâtıka ebkem
Nef’î
Gitmişti vatan, kalmış olan: Dağdı, denizdi.
Yer nâtıkasız, koskoca gök nâsiyesizdi
Mithat
Cemal
Kuntay
nâtıka-i insân: İnsan konuşması.
Medhinin gâyeti yok tayy-ı lisân ede meğer
Demeğe binde birin nâtıka-insânı
Nef’î
nâtıkıyet: Nâtık olma hâl ve sıfatı.
Bir dâ’-ı bî-devâ ki alıp nâtıkıyetim
Alâmımı bırakmadı takrire kudretim
Recaizade Ekrem nâtıka-perdâz, nâtıka-pîrâ: Söz tertip edici ve söz bezeyici.
Siz ey melekûtîler, olun nâtıka-perdâz
Cânîlere, kimdir olacak sâika-endâz
Abdülhak Hâmit
nâtıka-pîrâ: Söz düzücü.
Ne aşk nâtıka-pîrâ-yı rûy-ı rûh-ı insânî
Ne aşk sırr-ı heyûlâ-yı âdem-i mescûd
Sâmi nuzzâr: bk. nazar. nübûbet: Ar. Nebilik, peygamberlik.
Aks-i kaddinle gören dâire-i âyîneyi
Der meh-i bedrdir engüşt-i nübûbetden şak
Fuzûlî
nübüvvet: bk. nebî.
nücûm: (yü bk. necm.
nüfûr: Ar. 1. Ürküp kaçma, dağılma. 2. Hacıların hacda
Mina’dan
Mekke’ye doğru hızlı hızlı gitmeleri.
Şükûh-ı kevkeb-i şân ü şevket-ı İslâm
Olur mu pâzede-i utüvv ü fütûr
Nâbî
nüh: Far. Dokuz.
Böyle gazA eylesin şimdengerü elkâbına
Câmi nüh kubbe-i kevnin hatîb-i minberi
Nef’î
Nüh felek arş ile rif’at bulalı eylemedi
Taht-ı devlette cenâbın gibi bir şâh makam
Cevrî (İbrahim Çelebi)
nühâ: Ar. Nühye’ler, akıllar.
Mefhar-i ehl-i dehâ ekber-i ashâb-ı nühâ
Feyz-bahş-ı ürefâ ekmel-i nâ-dîde-misâl
Muallim Naci
nühûr: Far. Göz, ayn, basar.
Bürîde-i süm-i esbin eder hamdil-var
Temîme bend-i cinân-ı hûriyâna zîb-i nühûr
Nâbî
nühüfte: Far. Gizli, saklı, mahfi.
Cânâneden nühüfte tebessümde var ümîd
Eyler zuhûr-ı vuslata dâir karineler
Nâbî
Gerçi vîrân-şüde-i dest-i taaddî-i gamım
Lîk var dilde nühüfte nice kenz-i medşûn
Münif
nühür, nühûr: bk. nehr.
nükhet: Ar. Koku, rayiha, buy. mec. sevgilinin saçının kokusu.
Gonca-i tab’-ı latifinden alırsa nükhet
Gül-şen-i cennet-i a’laya döner hâr-istân
Şinasi nükhet-i cân: Can kokusu.
A’ddya medâr-ı kalemim reşha-i semmdir
Ahbâba şemîm-i sühanım nükhet-i cdndır
Nef’î
nükhet-i gisû: Saç kokusu.
Nükhet-i gîsû ile geldin bize âh ey nesîm
Turra-i sünbül-sıfat âşüfte-kâm ettin beni
Nedim nükhet-i gîsû-yı dost: Dost saçının kokusu.
Kays-ı nâ-kâmım esîr-i nükhet-i gîsû-yı dost
Halka-i zincîr, mevc-i bûy-ı sünbüldür bana
Leskofçalı Galip
nükhet-i gül-zâr-ı bahâr: Baharın gül bahçesinin kokusu.
Söylemez nükhet-i gül-zar-ı bahâr hilkatini
Dâmenin bâd-ı sabâ eylesepür müşg ü abîr
Nef’î
nükhet-i hûb: Güzel koku.
Dimâğım almıştır nükhet-i hûbıyla sahbânın
Meşâmm-ı bülbül-işeydâya bûyu verd-i ra’nânın
Şeyhülislam Yahya
nükhet-i hulk: Yaratılış kokusu.
Varsa ger nükhet-i hulkıyle sabâ gül-zare
Lâlede sünbül ügül gibi olurdu bûyd
Nef’î
nükhet-i hüsn: Güzellik kokusu.
Nükhet-i zülfünle geldikçe nesîm-i nev-bahâr
Turra-i sünbül-sıfat âşüfte-hâl eyler beni
Nedim nükhet-i kâkül-i müşgîn: Mis kokulu kâkülün kokusu. Bey’ edersen alalım nefhasını bin câna
Nükhet-i kâkül-i müşgîn eserin var mı sabâ
Fasih (Ahmet Dede)
nükhet-i ma’nâ-yı nazm-ı pâk: Temiz nazmımın anlamının kokusu.
Reng-i lafz ü nükhet-i ma’nâ-yı nazm-ıpâkime
Ne ola eylerse hased reng-i ül ü bûy-ıgül-db
Nef’î
nükhet-i necîbe: Asil koku.
Bir nezahet leb-i hitâbında
Tekellümâtına bir nükhet-i necîbe verir
Tevfik Fikret
nükhet-i sahbâ: Şarabın kokusu.
Safâ-bahş olmada gül-zardan mey-hâne eksik mi
Kalır mı bûy-ı gülden bâğ-bâna nükhet-i sahbâ
Şeyhülislam Yahya
nükhet-i ûd: Öd kokusu.
Tahayyül eylese dil rû-yi mâî-i hâkin
Meşâm-ı câna verir dûd-ı âh nükhet-i ûd
Sâmi nükhet-i zülf: Saç kokusu.
Nükhet-i zülfünle geldikçe nesîm-i nev-bahâr
Turra-i sünbül-sıfat âşüfte hâl eyler beni
Nedim
nükte: Ar. 1. Herkesin anlayamadığı ince anlam. 2. İnce anlamlı söz, zarif ve şakalı söz. c. nikât, nüket
Nüktede âlem harîf olmaz bana gûyâ benim
Her ne söylersem cevâb-ı “len terânî”dir sözüm
Nef’î
(len terânî: beni görmeyeceksin 7şA’rafş143)
Bu ser-gerdânlığa âzâdelik elbette der-peydir
Nedîmâ seyr kıl bu nükteyi seng-i felâhânda
Nedim
nükte-i çûn ü çirâ: Nasıl niçin nüktesi.
Bahr-i efkâre dalıp çekme emek
Nükte-i çûn ü çirâdan el çek
Hakanî
nükte-i hafî: Gizli nükte.
Her nükte-i hafî ki kelâmımda derc olur
Mazmûnu dest-i âleme bir dâstân rnerir
Nef’î
nükte-i peydâ: Açıkta olan nükte.
Ey sebak-hân-ı debistân-ı taleb ehl-i dilin
Ketm ü pinhân ettiği hod nükte-i peydâsıdır
Esrar Dede
nükte-i pinhân: Gizli nükte.
Dûr-bîn-i fikr ile hakka ki çeşm-i fitnatı
Vâsıl oldu âlemin her nükte-ipinhdnına
Nedim
nükte-i pür-feyz-i hidâyet: Hidayetin feyiz dolu nüktesi.
Kalbi ol nükte-i pür-feyz-i hidâyettir kim
Gökten âvîhte kandilidir onun ilhâm
Nâbî
nükte-i rengîn-meâl: Renkli anlamın nüktesi.
Dinmezde al-i teşne-firîb olmasa serâb Îmâ eder bu nükte-i rengîn-meâle al
Koca Râgıp Paşa
nikât: Nükteler.
Sessiz sessiz geçer hayâtı
Bir relrele-i nikât içinde
Tevfık Fikret
nikât-ı nazm: Nazım nükteleri.
Göstermek için nikât-ı nazmı
Ezmân-ı tahavvülât-ı nazmı
Ziyâ Paşa
nikât-ı tehniyet-i mukaddem: Önce kutlama nükteleri.
Sarîr-i âb-ı revân u safîr-i mürg-i çemen
Nikât-ı tehniyet-i mukaddem ettiler inşd
Fuzûlî
nükte-âmîz: Nükteli.
Her nigâh-ı nükte-âmîzinde rind-i aşk olan
Hem itâb-ı renciş ü hem müjde-i ibsân bulur
Nef’î
nükte-bîn: Nükteyi gören, zeki, anlayışlı.
Ol şehin-şâh-ı felek-rütbet ki böyle vasfeder
Nâm-ı pâkin yâd eden her nükte-dân ü nükte-bîn
Ziya Paşa
nükte-dân: Nükte söyleyen.
Sühan bir genc-i lâ-yefnA-yı esrâr-ı İlâhîdir
Ki tab’-ı nükte-dânımdır o gencin şimdi gencûru
Nef’î
Ma’lûmdur benim sühanım mahlas istemez
Fark eyler onu şehrimizin nükte-dânları
Nedim
Birşâir-ipâk-i nükte-dândır
Meydân-ı hünerdepehlûvândır
Ziyâ Paşa
nükte-fehmâ: Nükte anlayışıyla ilgili.
Şi’r kim tab’-ı bülendin hâmeye telkindir
Tâziyâne nükte-fehmânın ona tahsînidir
Nâbî
nükte-perdâz: Nükteli söz söyleyen.
Muhassal yok bir eğlence firâkında dil-i zâre
Meğer kilk-i hayâli nükte-senc ü nükte-perdâzı
Nef’î
nükte-perdâz-ı cihân: Cihanın nükteli söz
söyleyeni.
Nükte-perdâz-ı cihânım ki hayâlim her dem
Lutf-ı râz-ı dil-ı Cibrîli nümâyân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)
nükte-pîrâ: Nükteli söz söyleyen, nükte düzen.
Hudâvendd bana şimdi peyâmı geldi gerdûnun
Demiş kim ey çerâg-ı dûdmân-ı nükte-pîrâyi
Nedim
nükte-senc: Nükteli sözleri tartıp dengeleyen. c. nükte-sencân.
Muhassal yok bir eğlence firâkında dil-i zâre
Meğer kilk-i hayâli nükte-senc ü nükte-perdâhı
Nef’î
nükte-sencân: Nükte-sencler.
nükte-sencân-ı İlâhî: İlâhî nükte-sencânlar.
Bana sor
Nef’î
hemân kadr-i dürr-i güftârını
Nükte-sencân-ı İlâhî cümle hem-demdir bana
Nef’î
nükte-şinâs: Nükte bilen, zarif. c. nükte-şinâsân.
Çeke mazmûnunu febmetmede bir nükte-şinâs
Ne kadar dikkat ederse o kadar renc-i elîm
Nef’î
nükte-şinâsân: Nükte bilenler.
Söz müdür o kim nüshasını nükte-şinâsân
Haşv-i şikem-i rahne-i dîvâr ü der eyZer
Nef’î
nükte-ver: Nükte bilen, her nükteyi anlayan. c. nükte-verân.
nükte-ver-i sütûde: Övülmeye değer nükte bilen.
Bir nükte-ver-i sütûde etvâr
Hâfiz’dan okuttu haylî mikddr
Ziyâ Paşa
nükte-verân: Nükteli sözden anlayanlar.
Oldu devrinde be-kâm ü şâdân
Zümre-i ehl-i dil ü nükte-rerân
Sünbülzade Vehbi
nikât: Nükte’ler.
Şâir olursa da senin gibi
Nâbîyâ
Ta’bîri hoş nikâtı muhayyel beyânı şûh
Nâbî
Temâşâ kıl hatt-ı dil-dârı la’l-ipür-nikât üzre
Yapışmış mûya benzer câ-be-câ habb-i nebât üzre
Beliğ
Göstermek için nikât-ı nazmı
Ezmân-ı tehavvülât-ı nazmı
Zıya Paşa nikât-ı nazm: Nazım nükteleri.
Meğer oldun o mibrin zerre-i ihsdnına mazbar
Nikât-ı nazmın ey Esrâr a’lâ hurde olmuştur
Esrar Dede
nikât-ı nüsha-i hüsn: Güzel kitabın nükteleri.
Nikât-ı nüsha-i hüsne o kes ki vâkıf olur
Edeble bûse-zen-i dâmen-i mesâhif olur
Nâbî
nikât-ı râz-ı hüsn: Güzellik sırrının incelikleri. şûh âyînede aksile eyler güft ü gû
Nâbî
Bilen söyler nikât-ı râz-ı hüsnün bilmeyen söyler
Nâbî
nüket: Nükteler.
Agûş-ı nigâhımda görünmek hevesiyle
Ebkâr-ı nüket cilre ederpîş-gehimde
Muallim Naci
nümâ: Far. “bildiren, gösteren” anlamına gelerek birleşik sıfatlar yapar. reh-nümâ: yol gösteren gibi.
cihân-nümâ: Cihanı gösteren.
Cem komadı elinde içti müdâm câmı
Aks-i lebingörelden
Câm-ı cihdn-nümdda
Bâkî
âlem-nümâ: Dünyayı gösteren.
Gönül bir câm-ı reng-âlûde döndü köhne revzende
Zemân ile ona âyîne-i âlem-nümâ derken
Nâbî
âteş-nümâ: Ateş gösteren.
Dilde dâg dağ-ı hasret sûz-âşinâdır hep
Bugül-şen-gâh-ı aşkın gülleri âteş-nümâdır hep
haşmet
nümâyân: Far. Görünücü, ayân, zâhir.
Bedeni olsa nümâyân o şehin
Yüreği oynar idi mihr ü mehten
Hakanî
Olucak sırr-ı peder sende nümâyân dediler
Hem eşek, hem deli, hem câhil ü bî-mâye köpek
Haşmet
Senden şefMat isteyi
Fârûk geldi kim
Göz yaşlarında derdi nümâyân efendimiz
Faruk K. Timurtaş
(isteyi: isteyerek)
nümâyende: Gösteren, görünen. nümâyende-i erbâb-ı nazar: Bakış sahiplerinin görünen (eserleri).
Hurşîdi ne hâcet edelim nûr ile ta’rif
Asâr-ı nümâyende-i erbâb-ı nazardır

nümâyende: bk. nümâyân.
nümâyiş: Far. 1. Gösteriş, görünüş. 2. Yalandan göz koyma.
Müjgânı ki nîm-cünbüş eyler
Bin cünd-i belâ nümâyiş eyler
Şeyh Galip
Zannetme ki âzmâyiş etmiş
Ehl-i hünere nümâyiş etmiş
Ziyâ Paşa
Her yer denir ki haclesi olmuş musibetin
Hasm-âne bir nümâyişi aşkın, muhabbetin
Abdülhak Hâmit
nümâyiş-i handân-ı mefharet: Övünme gülüşünün görünüşü.
Her lâhza bir nümâyiş-i handân-ı mefharet
Yüzlerde, süngülerde, kılıçlarda berk urur
Tevfik Fikret
nümûd, nümûde: Far. “gösteren, görünen; benzeyen” anlamında birleşik sıfatlar yapar. girye-nümûd: Ağlar gibi görünen.
Bu yanda çamları örten buhâr-ı berrâkın
Kebûd-ı girye-nümûdunda bir yağın zerrât
Tevfik Fikret
nümûd-ı bî-bûd: Varlıksız görünen.
Eden nigâh-ı beka bu nümûd-ı bî-bûda
Girîve-gerd-i hatâ-der-hatâ değil de nedir
Nâbî
nümû-dâr: 1. Görünen, görünücü. 2. Örnek.
Asâr-ı tecellîdir sûrette nümû-dârı
Bî-sâyelerin
Esrâr isyânı itâattir
Esrar Dede
nümû-dâr-ı gam: Gam örneği.
Sinemdeki dâgım ki nümû-dâr-ıgamımdır
Bir yâftedir hokka-i attâra yapışmış
Nâbî
nümû-dâr-ı hayâl: Hayal örneği.
Eğerçi ser-be-ser bîdârlıktır şâm-ı hicrânın
Nümû-dâr-ı hayâl olmakta ammâ hâbdan kalmaz
Nâbî
nümûde: Gösterilmiş, görünmüş, gözükmüş.
Eyleyeşa’şaa-i fikret-i mânend-ı Kelîm
Ceyb-i ma’nâda nümûde
Yed-ı BeyzA-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
nümûn: “
Gösteren” anlamıyla birleşik sıfatlar yapar. reh-nümûn: yol gösteren gibi.
acîbe-nümûn: Acaiplik gösteren.
Hangi
Hârut olup acîbe-nümûn
Eylemiş kubbe-i semâyı nigûn
Tevfik Fikret
râh-nümûn: Yol gösterici.
Ol ki olmaz idi ma’nîye rehM-yâb-ı vusûl
Olmasa bedreka-i hâmesi ger râh-nümûn
Münif
hande-nümûn: Gülüş gösteren.
Sen o âlî darabân-ı kalb-i zemânsın ki şuûn
Hûn-ı hürriyet cisminle olur hande-nümûn
Kemalzâde Ekrem Bey
nümûne: Örnek, misal.
Tefhime mihnet-i şeb-i hicri nümûnedir
Gîsû-yı meh-veşânda değilpîç ü ham abes
Nâbî
Hind’in zehirli goncelerinden nümûnedir
Bâzen yanaklarındaki muhrik parıltılar
Tevfik Fikret
nümûne-i harem: Harem örneği.
Mesâbe-i dürrî bâb-ı hazîre-i firdevs
Nümûne-i haremi sahn-ı gül-istân-ı İrem
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
nümûne-i küre-i nâr: Ateş küresinin örneği.
Nümûne-i küre-i nâr aşk kâsesidir
Zebân-ı tâzene gûyâ zebâne-i tanbûr
Şeyh Galip
nümûne-ber: Örnek üzerine. nümûne-ber-i hâtır-ı müşevveş: Karışık
gönül örnekleri üzerine.
Nemîka-dih eser-i hâme-i münakkaşımız
Olur nümûne-ber-i hâtır-ı müşevveşimiz
Nâbı
nümûne-sâz: Örnek yapan.
Terkîb-i hüsn ü aşktan olmuş nümûne-sâz
Arâyiş-i merâtib-i nakz ü ziyâd eden
Nâbî
nümûde: bk. nümûd.
nümûn: bk. nümûd.
nümûne: bk. nümûd.
nüsg: Ar. bot.
Besisuyu.
nüsg-ı hayât: Hayatın besisuyu.
Fâni beşer, o çeşme-ı Hızr’ın zülâlini
Bir ân tecerru’ etmese her dem zevâlini
Ta’cîl eden şu nüsg-ı hayâtında mündemic
Tevfik Fikret
nüsha: bk. nesh.
nüvâz, -nevâz: Far. “okşayıcı, taltif edici” anlamlarında birleşik sıfatlar yapar. hulyâ-nüvâz: Hülya okşayıcı.
Bu kâinât-ı nefâisde bir ketîbe-i nâz
Birer bedîa-i hulyâ-nüvâz u his-engîz. kadd ü kâmet-i nâzanla her zemân mümtâz
Birer hayâl-i girizan-ı şi’r ü handesiniz
Faik
Âli Bey
dil-nüvâz, dil-nevâz: Gönül okşayıcı, güzel.
Dil-nüvaz olmaklagamze terk-i bîdâr eylemez
Olmaz ol kâfir
Müselmân
IKâ’be bünyâd etse de
Vecdî nüvâziş bk. nevâziş.
nüvîd: (j. 3. 0 Far. 1. Muştu, müjde. 2. Hayırlı haber.
nüvîd-i cânân: Sevgilinin müjdesi.
Hoş geldin eyâ berîd-i cânân
Bahş et bana bir nüvîd-i cdndn
Şeyh Galip
nüvîd-i feth: Fetih müjdesi.
Açıldı gül sen açılmazsın ey dükkânçe-i dil
Nüvîd-i feth dahi bu diyâra gelmedi mi
Nâbî
Yemîn ile yesârında ede feth ile nusret seyr
Nüvîd-i fethi gelsin der-geh-i sultâna
İrân’ın
Şeyhülislam Yahya
nüvîd-i latîf: Hoş müjde.
Nüvîd-i latiftir erbâb-ı şevka müjde-i ekber
O ekber müjdeye ervâh-ı kem-ter müjde-gânîdir
Muallim Naci
nüvîs: Far. “yazan, yazıcı” anlamına gelen birleşik sıfatlar yapar. tuğra-nüvîs: Tuğra yazan. tuğra-nüvîs-i hükm-ı Hudâvend-i ins ü cânn: İnsan ve can kavminin Allah’ımn hükmünü tuğraya yazan.
Dest urmuş idi kilk-işehâba
Debîr-ı Çarh
Tuğrâ-nüvîs-i hükm-ı Hudâvend-i ins ü cânn
Bâkî-nüvişt, nüvişte: Far. “Yazılı, yazılmış” anlamına gelen birleşik sıfatlar yapar.
Nüvişte levh-i zamirinde nüsha-i şefekât
Nigâşte varak-ı cebhesinde âyet-ı Nûr
Nâbî
ser-nüvişt: Başa yazılı.
ser-nüvişt-i ezelî: Ezelden başa yazılmış.
Çâre yok çalsan eğer başını taştan taşa
Ser-nüvişt-i ezelî hakk ile tağyir olmaz
Rüşdi-ı Kadim (Veliyyüddin Rüşdi Efendi)
nüvişte-i ezelî: Ezeli yazı.
Ne denlü eyler isen arz-hâl-i sûz u güdâz
Nüvişte-i ezelîden ziyâde rermezZer
Nâbî
ser-nüvişt-i hâme: Kalemin başa yazdığı.
Ne mümkindir bula ey
Nâilî
hükm-i kaza tağyir
Bozulmak mümtenüdir ser-nüvişt-i hâme-i takdîr
Nâilî
nüzhet: Ar. 1. Eğlence yerlerini gezip dolaşma. 2. Safvet, temizlik, sevinç, ferah.
Aşıka vermez tesellî kîl ü kâl-i medrese
Ey
Behiştî
nüzbet istersen fenâ kuyunda kal
behiştî
nüzhet-bahş: Sevinç sunma. nüzhet-bahş-i ehl-i zevk: Zevk ehlinin sevinç sunuşu.
Devr cevrin gör ki nüzbet-bahş-ı ehl-i zevk iken
Cûy-bâr ügül-şeni zencîr ü zındân eylemiş
Fuzûlî
nüzhet-gâh: Tenezzüh edilen yer, gezinti yeri.
Bütün mekân nazarımda o rûha nüzbet-gâh
Eğerçi yükselerek oldu lâ-mekânda mekîn
Mehmet Akif
nüzhet-efzâ, nüzhet-fezâ: Eğlenceli, gönül açacak (yer).
Zemânım nüzbet-efzA bir zemândır
Gül-endâmım bahâr-ı bî-hazandır
Muallim.
Naci
nüzûl: Ar. 1. Aşağı inme. 2. Konaklama, konağa inme. 3. hek. Nüzul inme.
Dil hdnesine kılsa hayâlin şehi nüzûl
Yüzüm bisâtı ayağına zer-nigârdır
Avnî
Her katre kim semâdan eder kabrine nüzûl
Bir âh olur da tâ melekûta bulur vusûl
Kemalzâde Ekrem Bey
gece vâk ıa gördü resûl
Tâ serâ-perdesine etti nüzûl
Hakanî
nüzûl-ı berk-ı firkat: Ayrılık şimşeğinin inişi.
Nüzûl-ı berk-ı firkat def’aten yaktı harâb etti
Kül oldu hecr ile pûlâd iken kalb-i metinim gel
Esrar Dede
nâzil: Yukarıdan aşağı inen, nüzul eden. c. nâzilât.
Ettikçe güzer berk-ı hayâlin nazarımdan
Bârân-ı belâ nâzil olur çeşm-i terimden
Namık Kemâl
Nâ-gâh olarak zemîne nâzil
Birlikte olur seninle cdil
Muallim Naci
nâzilât: İnenler.
nâzilât-ı arş-ı berin: Yüce gökten inenler.
Sütûn-ı merkadînin
Hakk’a yükselen tehlîl
Revâk-ı meşhedînin nâzilât-ı arş-ı berin
Mehmet Akif
nezle: Bir kere inme; burun ve göğüse inen hastalık. c. nevâzil.
Şimdi anlat bakalım neydi senin hastalığın
Nezle oldum sanırım, çünkü bu kış pek salgın
Mehmet Akif
nezle-i sadriyye: Göğüse ait nezle.
Sâde bir nezle-i sadriyye mi illet, nerede
Çocuğun hâli fenâlaştı şu son günlerde
Mehmet Akif
nevâzil: Nezle’nin çokluğu.
Fakat dilimizde teklik olarak kullanılır.
Nevâzil olmuşum
Abmed bırak sesim yok hîç
Sesin mi yok açılır şimdi bir imâm suyu iç
Mehmet Akif
nüzûr: bk. nezr.

Yorumlar kapatıldı.