İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“BİR ŞÛH-İ SİTEMKÂR YİNE SALDI BENİ DERDE” TÜRKÜSÜNÜN AÇIKLAMASI VE TÜRKÜDE BİR DÜZELTME

Efendim müzik terminolojisi ile konuşacak kadar bilgim olmamakla birlikte kendine has bir tavrı olan bu Harput uzun havasını seviyorum. Fakat dinlerken tahammül edemediğim bir nokta var ki sırf bu hususu düzeltmek için bu yazıyı klavye ettim. Aşağıda anladığım kadar arz etmeye gayret edeceğim.

Bir şuh-i sitemkâr yine saldı beni derde
Koydu nitekim başımı bin türlü kederde
Ağlar gezerim her gece, her vakt-i seherde

Sevdim seveli terk edemem hayr ile şerde
Bîmisl-i melek, zat-ı peri hüsn-ü beşerde

Malum divan edebiyatına ilgi duyanlar bilir sevgili aşığa karşı hep bir sitem içerisindedir. Yok yok yanlış yazdım öyle değildi maşuğun aşığa sitemi dahi bir “muhtap alma” olarak addedildiği için çok kıymetlidir aşık için… Aşık, maşuğu yani sevgilisi kendisine küfür etse dahi kendisini muhatap aldığı için göklere uçar. Uzatmayayayım “Bir şûh-ı sitemkâr yine saldı beni derde” mısraından sevgilinin biraz açık saçık, öyle değilse bile hareketlerinde serbest davranarak maşuğu aşka düşürdüğünü “şuh” kelimesinden anlıyoruz. Malumu ilam olacak ama yazmak zorundayım iki ihtimal var: 1. Kız gerçekten açık saçık ve serbest hareket eden bir tip 2. Hanım kız kendi halinde biraz özgüveni yüksek ama âşık buna alışık olmadığından kızın bu hareketleri ona “şuhluk”muş gibi geliyor.
Her iki durumda da gerçek her ne olursa olsun âşığın gözünde hanımefendi bir “şûh”tur ve onun bu şûh hal ve tavırları aşığı derde salmaktadır. Üstüne üstlük sitem oklarını da âşığa fırlatarak ona zulmetmektedir. Ya da aşığa öyle geliyor…

“Koydu nitekim başımı bin türlü kederde” derken bu şuha müptelalığının bedelini ödediğini söylüyor ki âşığın bu şûha meyli dolayısıyla kendi anne ve babasından yediği zılgıt, kızın diğer âşıkları yani âşığın rakipleri ile olan husumetler, âşığın kendi iç dünyasında yaşadığı buhranlar… Bu listeyi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz, zira bin türlü derde tutulmuştur artık âşık…

“Ağlar gezerim, her gece her vakt-i seherde” burada tam manası ile “Leylâ’nın peşinde dolaşan bir Mecnun tiplemesi” vardır. Leylâ’nın kûyu etrafında, kervanının peşince ceres çanlarını dinleye dinleye, başına kuşlar yuva yapacak kadar dünyadan kopmuş bir Mecnun tipidir bu mısra ile çizilen portre… Birinci ve ikinci mısrada vurgulanan “dert ve keder” burada derecesini göstermiştir ki geceler ta seher vaktine kadar dertler depreşir ve tahammül edilemez bir hâl alır. Dertleri depreşen aşık her gece tâ seher vaktine kadar Mecnun gibi gezer durur.

“Sevdim seveli terk edemem hayr ile şerde” “İnsan iki hâl içindedir: Hayır ya da şer. Müslümanın yemesi, içmesi, uyuması, düşünmesi sırat-ı müstakim üzere ise hayırdadır. İstikameti terk ettiğinde ise şerdedir. Bu insanın aklı ile yaptığı tercihlerin bir neticesidir. Bir de küllî iradenin murat ettiği hayır ve şer vardır ki bu dünyanın bir imtihan dünyası olmasının gereğidir. Burada “cüz’î irade” gayr-ı ihtiyarî bir şekilde bu iki hâlin muhatabıdır. Seni sevdim seveli her hâl ü kârda sevmeye devam ediyorum, diyor aşık maşukuna.

Yukarıda bahsettiğim düzeltme bu mısradadır. “Bir misl-i melek, zât-ı peri, hüsn-ü beşerde” olarak yanlış yazılan ve söylenen mısra budur. Herkes bunu “bir melek gibi, perinin kendisi ve güzel insan gibi” vb. derleyip toparlaması mümkün olmayan bir anlam vermişler ki bu mana birçok hususta soru işareti doğuruyor. Haydi “bir melek gibi, peri gibi” anlamını oturttuk peki “hüsn-i beşerde” tamlamasındaki bulunma hal eki “+de”ne olacak?

Aslında bu mısranın aslı şöyle olmalı: “Bî-misl-i melek, zât-ı peri, hüsn-i beşerde” Yani diyor ki “Sevgilimin misli menendi melekte, peri kızlarında ve insanların güzellerinde dahi yoktur ve olmayacaktır.” Türkünün açıklamasına bakanlar hep zat kelimesinin hep birinci anlamına bakmışlar aslında kelimenin sözlükteki ikinci anlamı “kadın, kız” anlamındaki zâttır buradaki… Dolayısı ile “peri kızı” anlamında geliyor. Gerçi “bî-” ön takısının “bir” olarak kullanımı galat-ı meşhurdur artık: “Koştur koştur bir hâl oldum…” aslı “Koştur koştur bîhâl oldum.”

Şimdiye kadar beşerî aşk odaklı açıkladık türkünün güftesini şimdi bütün mısraları birer cümle ile “ilâhî aşkla” açıklamaya gayret edelim:

“Bizi bu dünya imtihanına gönderip kullarına türlü sitemler yapan Yüce Yaratıcı beni yine başka bir derdi ile imtihan ediyor. Nitekim bin türlü derde salarak imtihanını çetin bir hâle getirdi. Geceleri teheccüd namazlarında, seher vaktine kadar göz yaşı dökerek af ü mağfiretimi niyaz ediyorum. Sevdim seveli yani “gâlu belâ”dan beri “hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine iman ederek” ona olan kulluğumdan asla vaz geçemem. Ey Allah’ım sen yarattığın hiçbir mahlukata benzemezsin. Senin menendin meleklerde, cin ve perilerde ve insanlarda yoktur ve olmayacaktır”

Burada tanrılarını “tasvir” edenlere bir gönderme vardır. Siz şekle, resme, puta tapıyorsunuz ama Allah’ın misli menendi yoktur, diyor. Ya da sevdiği şeyleri tanrılaşatıranlara…
***
Gül bülbüle aşık mı nedir, zârını bekler
Pervane dahi yanmak için nârını bekler
Sevdalı gönül göz yorarak yarini bekler

Sevdim seveli terk edemem hayr ile şerde
Bî-misl-i melek, zat-ı peri hüsn-ü beşerde

İkinci kıtada: “Gül bülbüle aşık mı nedir, zârını bekler” “Gül ve bülbül” edebiyatımızın en çok işlenen mazmunudur. Bu mısra edebiyatımızdaki gül-bülbül mazmununun aksine söylenmiş istisna mısralardandır. Mazmuna göre “gül bülbüle değil” bülbül güle aşıktır ve sevgilisinin açışını görmek için ger gece sehere kadar başında bekler. Tam seher vakti gül açacakken bir lahza kuş uykusuna dalıverir ama gül tam da o vakitte açılır. Bu gafletinden mustarip olan gül başlar feryâd ü figana… Bu canhıraş feryadlar içerisindeyken ayağı gülün dikenine yani hârına batar ve gül de bu akan kandan rengini alır imiş… Bülbülün bütün bu ötüşü yani ah u zârı her baharda ve baharın her gününde başına gelen bu gafletin tezehürüdür. Tabi bu işin hikeyesi… İşin aslında bülbülün güle olan yakınlığı gülünden değil dikenindendir. Zira hem gece tüneme anında hem de yuva yapıp yavruladığında bu dikenler yılanlara izin vermediği için bülbül gülün dikenlisini sever. Büyüyü bozduğum için özür dilerim ama gül bülbülün umurunda bile değildir. Bunu bülbüllerin şeker ve deve dikenlerine olan düşkünlüklerinden de anlıyoruz. “Ah vatanım” dediği yer işte bu dikenli ortamdır bübülün… Bir de gülün içindeki gül bitlerini o sabah mahmurluğunda mideye aşırmak arzusu var ki ona hiç girmeyeyim… Neyse mısraya dönelim, Aşık diyor ki bana bu cevr ü cefalar eden sevgilim yani gül acaba bana aşık mıdır ki benim ağlayıp inlememi bekliyor. Beni ağlatmaktan zevk aldığına göre beni muhatap alıyor ve bu benim için çok iyi bir neticedir. Ben ağlamaya razıyım yeter ki muhatap alsın… Vallahi zarıl zarıl ağlarım, diyor aşık maşuka…

“Pervane dahi yanmak için nârını bekler” derken de döne döne aşık olduğu ışığın etrafında, ateşe düşen pervanenin hali ne ise ben de aşk ateşine düşüp yanmağa hazırım diyor, aşık. Bu aşkın onu yakacağını bile bile dönerek maşuğunun mekanının etrafında dolanır ve aşk ateşi ile yanıp kül olur gider.

“Sevdalı gönül göz yorarak yârini bekler”

Aşık maşuğunun yolunu gözler. “Gül hasretinle yollara tutsun kulağını / Nergis gibi kıyamete dek çeksin intizar” beyiti sanki ikinci kıtayı özetliyor.

“Sevdim seveli terk edemem hayr ile şerde
Bî-misl-i melek, zat-ı peri hüsn-ü beşerde”
burayı yukarıda anlatmıştık.

Çiçeklerin tamamı özelde ise gül Hz. Peygamberin remzidir. Gül-i Muhammedî diye özel bir türü dahi vardır güllerden… Birinci kısmı Hz. Allaha yakarış olarak yorumlamıştık, müsade ederseniz ikinci kısmı Hazret-i Resûl-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem, Sultânü’l Enbiyâ, Burhânü’l Asfiyâ, Habîb-i Hüdâ, Şefî-i rûz-i cezâ, iki cihân güneşi Ebe’l-Kâsım Muhammed Mustafâ sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz Hazretleri için yorumlayalım.

Gül yani Hz. Resul-i Ekrem Efendimiz Hira mağrasında kendisine Habibim diye hitap edecek olan Cenab-ı Allah celle celâlühü henüz kendisine hitap buyurmazdan evvel günlerce tefekkür ederlerdi. Bu inziva o kadar uzardı ki Annemiz Hz. Hatice kendisine bir çıkın azık hazırlar ve arz etmek için Hira’ya tırmanarak takdim ederlerdi. “Gül bülbüle aşık mı nedir, zarını bekler?” Mısraını şimdi şöyle bakalım: Hz. Resul kırk yaşına basmış, kendilerinde yüksek alametler peyderpey görülmeye başlanmış, Bahira gibi alimler çeşitli uyarılarda bulunmuş ve Hz. Resul ilahi mesaj için Hira’da tefekküre dalmış… Neyi bekliyor? Yüce hitabı bekliyor.

Ve ilk emir “İkra! Bismi Rabbikellezi halak” (= Yaratan Rabbinin adıyla oku!) Hz. Resul ilk kez Cebrail Aleyhisselamı görmüştür. Hz. İsa aleyhisselamdan sonra yeryüzü tekrar İlahi emirle muhatap olmaktadır. Bu ahval üzere iken mübarek dudaklarından “Ben okuma bilmem!” cümlesi dökülür. Bu ilk vahye muhatap oluşu sonrasında Annemiz Hz. Hatice’nin yanına gidişi ve “Üstümü örtünüz!” buyruğu ile yaşadıkları manzara size de bir pervanenin durumunu hatırlatmıyor mu?

“Pervane dahi yanmak için nârını bekler” Buradaki nâr bir teşbirtir. Zira Efendimiz Hz. Resul, Hz. İbrahim a.s. soyundandır ve nâr temiz nesilleri için “yakıcı bir varlık” değildir. Burada maksat vahyin tutuşturduğu gönül ateşidir, aşk ateşidir. Zira Habibullah ilk kez sevgili Rabbi kelam ile muhatap olmaktadır. Daha sonra inkıta-yı vahy denilen vahyin 40 gün boyunca gelmemesi hadisesi yaşanır. Hz. Resul ilahi emrin kesilmesinden müteessirdir.

“Sevdalı gönül göz yorarak yârini bekler” mısraının da veciz bir şekilde ifade ettiği gibi göz yorarak Yârini beklemektedir ve elbette Yâri, Habibini terketmemiştir. Bekleyişin kırkıncı gününde Hz. Cebrail şu ayetleri indirir: “Ey elbisesine bürünen! Kalk ve insanları Allah’ın azâbından sakındır. Rabbini büyük tanı. Elbiseni temiz tut. Azâba sebep olacak günahlardan uzak dur.” (Kur’an, Müddesir Suresi, 1-5 ayetler).

Allah bizleri de şefaatlerine nail eylesin.

Vesselam.

Mustafa KAYIHAN
20.06.2021
Ankara

Yorumlar kapatıldı.