İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Berceste Beyitler-2

hâl-i müşg-âgîn: Misk kokulu ben.

Hayâl-i hâl-i müşg-âgînden gayrı gıdamız yok
Nâbî

hâl-i müşgîn: Mis kokulu ben.

Çeşm ü ebrun üzre neyler hâl-i müşgîn ey sanem
Nokta konmaz sûre-ı Yâ
Sîn ü Tâ-hâ üstüne
Lamiî Çelebi

hâl-i ruh-ı cânâne: Sevgilinin yanak beni.

Hâl-i ruhunu gözler zülf-i siyâhın özler
Yahyâ sevâd-ı çeşm ü kalbimdeki süveydâ
Şeyhülislam Yahya
Bahş eyledim
İran’ı ben hâl-i ruh-ı cânâneye
Şîrâz ü Keşmîr ü Hoten olsun fedâ bir dâneye
Sünbülzade Vehbi

hâl-i ruhsâr: Yanaktaki ben.

Hâl-i ruhsârından anla hâlimi etme suâl
Aşıkın baht-ı siyâhı ahterinden bellidir
Vecdî

hâl-i siyeh: Siyah ben.

Derd çekmiş başım ol hâl-i siyeh kurbânı
Tâb görmüş tenim ol turra-i tarrârafdâ
Fuzûlî

hâl-i siyeh-dâne: Siyah taneli ben.

Ya’nî ol hâl-i siyeh-dâne kişeh-dâne-i müşg
Ona hindûsu olup kendüye sultân eyler
Hamdullah Hamdi

hâl-dâr: Benli, benekli, alacalı, rengârenk.

Kıl temâşâ
Lâmi’î ol hâl-dârın hattını
Benzer ol tûtîye kim başına üşmüş zâğlar
Lamiî Çelebi

halâ: Ar. Tehî, boş yer. 2. Hela, tuvalet.

Bahâr gül-şeni ezhâr ile kılıp memlû
Yakînim oldu ki mümkün değil vücûd-ı halâ
Fuzûlî
Bir bok sineği nağme ile çıktı halâdan
Kim uyduramaz ona sadâ bokluca bülbül
Sürurî
Şol dem ki dahı mülk-i zemâne halâ-y-ımış
Dil tal’at-ı cemâlin ile âşinâ-y-ımış
Cem Sultan

hâlâ: Ar. zf.

Şimdi, henüz.

Bilmezem bu hilkat-i âlemde mi insâf yok
Olmadım mı yoksa ben hâlâ sezâ-yı merhamet
Avnî
Yaşar hâlâ yaşar bî-çâre mahkûm-ı ezâ, ma’lûl
Yaşar zîrâ ölümden ba’zen en mehcûr olur menzûl
Kemalzâde Ekrem Bey
Burnumuzdan tuttu düşmân biz boğaz kaydındayız
Bir bak ın: Hâlâ mı hâlâ ihtiras ardındayız
Mehmet Akif

halâik, halâyık: Ar. Halîka’lar, mahluklar, yaratıklar. 2. Satın alınan kadın hizmetçi.

Rîze rîze cevher-i cân-ı halâiktir bütün
Sâhasında pây-mâl-i nâs olan rîk-i revân
Ziyâ Paşa
Şefâat eyle o rûz-ı belâda bendene kim
Halâikı behem-âgûş eder zebâna
Vdûd
Sâbit
Halâyıktan kadın olan kurnayı deler tas ile
Köleden müezzin minâreyi yıkar ses ile

halâs: Ar. 1. Kurtarma. 2. Kurtulma, kurtuluş.

Bende-i şöhret için yoktur halâs
Olsa
Mevlâ’dan meğer ihsân-ı hâs
Nahîfî
Bu gamdan beni eyle yâ
Rab halâs
Düşmenler kapından bulur hep halâs
Keçecizade İzzet Molla
Bulmaz halâs sâika-i intikamdan
Tahrîb eden hukûk-ı ibâdı harâb olur
Abdullah Cevdet Bey

halâvet: Ar. 1. Tat, tatlılık, şirinlik. 2. Zevk.

Lûtf ile hâsid-i bed-hâha nedâmet gelmez
Telh olan mîveye şekkerle halâvetgelmez
Nâbî
Mezâk-ı telhe verdiyâd-ı la’lin bir halâvet kim
Gamınla içtiğim bin kâse zehr-âbı unutturdu
Nâilî
Lezzet-i la’l-i lebi telhî-i âzâr iledir
Olmaz ol meyde halâvet ki merâret yoktur
İzzet Ali Paşa

halâvet-yâb: Tat alan, tadına varan.

Halâvet-yâb olur mu nimet-i elvân-ı dünyâdan
Dehen-şûy olmayanlar bûs-i dâmân-i müdâradan

koca Râgıp Paşa

hâle: Ar. Bazen güneşin ve ayın etrafında görünen ve bir çeşit ay ağılı.

Gün yüzünde hat belirse gözlerim giryân olur
Hâle görünse kenâr-ı mâhta bârân olur
Hoca
Dehhanî
Fark yerden göğe dek ulvî ile süflînin
Halka-i hâleyegirdâb berâber gelemez
Nâbî
Mahlûktan kuyûdu koparmak muhâldir
Seyr et semâda hâlesi bedr-i münîre bend
Memduh Paşa
(Ankara Valisi Mehmet)

hâle-i bezm: Meclisin hâlesi.

Sipihr-ipîr çürüttü hezâr kefş-i hilâl
O mâhı hâle-i bezme dadandırıncaya dek
Nâbî

hâle-i bî-mâh-tâb: Mehtapsız ay ağılı misali.

Misâl-i hâle-i bî-mâh-tâb kalmış idi
Derûn-ı milki hazîn, taht-ı saltanat mağdûr
Nâbî

hâle-i hunin: Kanlı hâle.

Gâhîşafakta hâle-i hûnîngibi hilâl
Gâhî kamer sabâha kadar arzeder cemâl
Kemalzâde Ekrem Bey

hâle-i mâh: Ay hâlesi.

Hâle-i mâh gibi sîneye çekmiş mihri
Bezm-i vuslatta o kim yâri der-âgûş eyler
Fıtnat

hâle-pirâ: Hâle donatıcı.

Felek imşeb hilâl-i hâle-pirâyı edip der-dest
Hemânâ ol dervîşe tutmuş bir kemer keşkûl
Kânî (Ebubekir)

hâle-teg: Hâle gibi.

Hâle-teg çıkmaz evinden mâh-tal’atler müdâm
Her kimin
Devr-ı Kamer’de tâli’i fîrûz olur
Fuzûlî

hâle-ver: Hâle ustası. hâle-ver-i âgûş-ı fitne: Fitne kucağında hâle yapan kişi.

Gird-i ruhunda hat ki siyeh-pûş-ı fitnedir
Mehtâb-ı hüsne hâle-ver-i âgûş-ı fitnedir
Sâmi halecân: Ar. Yürek çarpıntısı, titreme.

Bekliyordum ki senin belsem-i eltâfınla
Mütemâdî halecânım, hafakânım dursun
Doktor Abdullah Cevdet
Sâkî bize mey sun ki dil-i tecrübet-âmûz
Endîşe-i encâm ile vakf-ı halecândır

halecân-ı nihân: Gizli titreme.

Ammâ hemîşe baht-ı dagal-bâz neyleyim
Tab’-ı bülende halecân-ı nihân verir
Nedim

halef: Ar. 1. Babasından sonra kalan oğul. 2. Birinin yerine gelen, birinin ayrıldığı yere sonradan geçen. c. ahlâf.

Her kim eylerse hilâf-ı emr-i kânûn-ı selef
Nâ-halefdir nâ-halefdir nâ-halefdir nâ-halef
Nahîfî (Süleyman)
Hem o ser-mâye-i fazl u şerefin
Selef-i eşrâfina hayrü’l-halefin
Hakanî
Ol dürr ise dil ona sadeftir
Cânân ile cân halef seleftir
Şeyh Galip
ahlâf: Halefler, birinin yerine geçenler.

Ayrıldı bizimle çünki eslâf
Varsın bizi de ayırsın ahlâf
Ziyâ Paşa
Şükrânla vedâ’ ettiğimiz câm-ı fenâya
Son pendimiz ahfâda devâm olsun erenler
Yahya Kemal

halel: Ar. 1. Noksan, eksiklik, bozukluk. 2. İki şey aralığı, boşluk.

Hâdisât-ı ihtilâf-ı dûrdan görmez halel
Kime kim ma’mûre-i hıfzın ola hısn-ı hasîn
Fuzûlî
Bil kıl üzredir esâs-ı hüsnün etme âtimâd
Rûzigâr âyîne-ı İskender’e verdi halel
Necati Bey
Halel ere demesem dildeki sihirlerden
Yüreğe sokmak olur idi dost nâmesini
Hamdullah Hamdi

hâlet: Ar. Hâl, durum, suret, keyfiyet. c. hâlât. bk. hâl.

Derdin nedir gönül sana bir hâlet olmasın
Sad el-hazer ki sevdiğin ol âfet olmasın
Nedim-ı Kadim
Olmakta derûnunda hevâ âteş-i sûzan
Nâyın diyebilmem ki ne hâlet var içinde
Nedim
Ene’l
Hak çağırır çeng ü def ü ney
Ne hâlet lâ ile illâya düşmüş
Nizamî
Ben de ol hâlet ile hayrânım
Gâh handân ü gehi giryânım
Enderunlu Fazıl hâlet-i aşk: Aşk durumu.

Yâr ile hem-sohbet ol cisminde cânın duymasın
Hâlet-i aşkı hikâyet kıl zebânın duymasın
Hayâlî Bey
Hâlet-i aşkın safâsın ehl-i hâl olan bilir
Kim kemâlin kadrini ehl-i kemâl olan bilir
Selimî (Yavuz Sultan Selim)

hâlet-i azl: Azil hâli.

Mâ-hasal turfa perîşânlık imiş hâlet-i azl
Tutmasın kimselerin der-geh-i nasbında makam
Nâbî

hâlet-i cezbe: Cezbe hâli.

Hâlet-i cezbeye düş
Mecnûn misâli aşk ile
Âşık-ı dîdâr olup bul cân u dilde vuslatın
Âdile Sultan

hâlet-i isnâ aşer: On iki hâl.

Hâlet-i isnâ aşer evlâdı hem
Aşk ta’dâdı dile gördü ehemm
Âdile Sultan

hâlet-i kevn ü mekân: Mekân ve varlığın hâli.

Ammâ ne zikr ü fikr kim âgâh olanlara
Yâd-ı atâsı hâlet-i kevn ü mekân ü yerdir
Nedim

hâlet-i kevser: Kevser suyu hâli.

Çekîde olsa kemter reşha-i nîsân ihsânı
Bulur telh-âbe-i zehr-i helâhil hâlet-i kevser
Üsküdarlı Hakkı Bey

hâlet-i nez’: Canın tenden kopması, can çekişme.

Bulmasaydı dürc-i tedbîrinde dârû-yı salâh
Çoktan olmuş idi devlet hâlet-i nez’e karîn
Üsküdarlı Hakkı Bey

hâlet-i rûz-ı hesab: Hesap gününün durumu.

Tâ-be-gerden garka-i eşk oldu tâb-ı hecr ile
Nâbî’ye hem hâlet-i rûz-i hisâb ettin bu şeb
Nâbî

hâlet-i sahbâ: Şarabın niteliği.

Hem gül gibi rengînî-i ma’nâ ile zâhir
Hem neş’e gibi hâlet-i sahbâda nihânız
Neşatî

hâlet-i vecd ü semâ’: Vecd ve sema durumu.

Hâleti-i vecd ü semâ’ emr-i nihân
Yine anlar onu sâhib-i vicdân
Sünbülzade Vehbi

hâlet-ı Yahyâü’l-izâm: Büyük
Yahya’nın hâli.

Kevkeb-i bahtında bâhir nûr-ı mecîd bî-zevâl
Meşreb-i lûtfunda zâhir hâlet-ı Yahyâü’l-izâm
Üsküdarlı Hakkı Bey

hâlet-engîz: Hâl ortaya koyan.

Bu şi’r-i hâlet-engîzin bize kâr etti ey Yahyâ
Gazel olunca böyle sûz-nâk u hasb-ı hâl olsa
Taşlıcalı Yahya Bey

hâlet-fezâ, hâlet efzâ: İnsanı coşturan, hâlden hâle koyan durum.

Devr-i hüsnünde lebindir yüzüne revnak veren
Hâlet-efzâdır belî dil-ber yüzünde tâb-ı mül
Avnî

hâlât: Hâl’ler.

Pinhân idi gûne gûne hâlât
Deryâ-sıfat ugevher-zât
Şeyh Galip

hâlât-ı aşk: Aşkın hâlleri.

Hâlât-ı aşkı sanma ki bir hâle benzeye
Bir özge hâl imiş biline
Nuri hâl-i aşk
Nuri

hâlât-ı Şems ü Mevlânâ: Şems ve
Mevlâna’nın hâlleri.

Yeter hikâye-i hâlât-ı Şems ü Mevlânâ
Ne rütbe mihr-i dirahşân olur gönül gönüle
Yahya Kemal

halhâl: Ar. Bazı ülkelerde kadınların ayak bileğine taktıkları gümüş veya altından yapılmış halka, ayak bileziği. c. halâhil.

Hayâl-i bûs-i pâye dest-i ümîdim sarılmaktan
Gönülde halka halka âhlar halhâle dönmüştür
Nihat Bey

halhâl-i dakâyık: İncelikler halkası.

Çoktur sana üstâd-ı taleb-kâr velîkin
Dâî gibi halhâl-i dakâyık bulamazsın
Cinânî halhâl-i sâk-i arş-ı Rahmân: Allah göğünün ayağının halhalı.

Nice deryâ ser-i emvâcı ermiş evc-i eflâke
Ki her girdâbı bir halhâl-i sâk-i arş-ı Pahmân’dır
riyazî

hâli: Ar. Tenha, boş.

Ârızın ya lâle ya gül ikiden hâlî değil
La’l-i nâbın gonca ya mül ikiden hâlî değil
Mantıkî
Sâzın yere çalmıştı görüp meclisi hâlî
Nâhîd-i felek zemzeme-igûş-resâdan
Nâilî
Neden kâfî değildir halk için rehberliği aklın
Niçin hâmûn-ı hilkat kalmıyor güm-râhtan hâlî
İsmail Safa

hali’: Ar. 1. Soyulmuş. 2. Kovulmuş.

halî’ü’l-izâr: (Yüzü yırtık), edepsiz, ar damarı çatlamış.

Kaçmış bu gün baban, edecek intizâr yok
Zevcin
Hasan, o şahs-ı halîü’l-izâryok!
abdülhak Hâmit

halîde: Far. Dürtülüp batırılmış, saplanmış.

Dönerdi aksine sûfârı nısf-ı menzilden
Olurdupüşt-i kemâne halîdepeykânı
Nef’î
Bir rütbe ederdi nerm-i reftâr
Olmazdı halîde pâyına hâr
Şeyh Galip

halîfe: Ar. 1. Birinin yerine geçen kimse. 2. Padişah. 3. Resmî dairelerde kalem başının ikincisi. 4. Kalfa, ikinci usta. c. hulefâ.

Burûc-ı çerh-i kemâlâtın ahter-i sa’dî
Halîfeler halefi ma’rifet gülsitânı
Taşlıcalı Yahya Bey
Halîfendir ey ahkemü’l-hâkimîn
Onun lûtfuna müftekırdır zemîn
Muallim Naci
Ömer de kim?
Benim ondan daha kerîm adamdı babam
Ölür de yüz suyu dökmem sizin
Halîfenize
Mehmet Akif

halîfetü’l
İslâm: İslam’ın halifesi.

Yegâne sihr-i güzîn-i halîfetü’l
İslâm
Vezîr-i a’zam ü ekrem pâk-tebâr
Nedim

halîfetu’llah: Allah’ın halifesi.

Yardımcın olup
Cenâb-ı Allah
Binler yaşa ey halîfetü’l-lah

hulefâ: Halîfe’ler.

hulefâ-yı din: Din halifeleri.

Oldu dördüncüsü
Haydâr hulefâ-yı dînin
Kütüb-i münzelenin hazret-ı Kur’ân’ıgibi
Eşref Hâlik: bk. halk.

halîl, Halil: Ar. 1. Sâmimi, sadık dost. 2. Hz. İbrahim’in lakabı. c. ahillâ.

Çün ezelden bana aşk oldu delîl
Yanar isem ben yanayım ey Halîl
Süleyman
Ser-i şûrîdemizi eyledi vakf-ı mihrâb
Hey’et-i ham-şüde-i tâk-ı dü-ebrû-yı
Halîl
Nâbî
Kâ’be yüzünde
Halîl’im
Hacerü’l-esvedini
Gören önünde ölür kendüyü kurbân eyler
Hamdullah Hamdi
Halîl-i âzerest: Halîl bin
Âzer (Hz. İbrahim peygamber’in babası put yontucusu olduğu için söylenir.)
Kâ’be bünyâd-ı Halîl-i âzerest
Dil nazar-gâh-ı Celîl-i ekberest

halîlu’l-lah: Allah dostu. (Hz. İbrahim).

Hz. İbrahim ateşe atıldığında
Cebrail onu havada tuttu ve isteğini sordu.

da: “Ben ancak ondan isterim. nasıl isterse öyle yapsın.

” dedi. Allah da ona ‘Halîlu’llah’ dedi ve böylece onun dostu oldu.

Her
İbrâhîm izzet
Kâ’besinde
Halîlullah yâhûd
Edhem olmaz
Necati Bey

halîm: bk. hilm.

hâlis: Ar. Pak ve safi olan; karışık olmayan, hilesiz şey.

Sâf u berrâk u ziyâ-güster idi
Ya’nî hâlis gümüşe benzer idi
Hakanî
Ancak o zemân hâlis olur niyyet-i heycâ
Ben yoksa bu gavgâya derim şûriş-i bî-câ
Abdülhak Hâmit
Cenâb-ı Kibriyâ el-hakk sezâ-vâr ibâdettir
İbâdet ona zikr ü fikr-i hâlisten ibârettir
Şinasi hâlisü’l-ıyâr: Ayarı saf.

Bulmaz cihânda sikke-ı Cem i’tibârmı
Sen hâlisü’l-ıyâr o ganî ma’den olmasın
Yahya Kemal

hâliyâ: Ar. Aslı “hâliyye”dir.

İbadet esnasında el çırpma ve raks gibi şeyleri helal sayan tarikatın hâlleri.

Ol ne âfettir vücûdu hâliyâ ihfâdedir
Menzili esfelde ammâ meskeni bâlâdadır
Âşık Ömer
Berfrîz olsa elem dehre yine gül-şen biziz
Hâr-ı gamdan hâliyâ âsûde-pîrâmen biziz
Esrar Dede
Sâliki meczûb-ı râh-ı Mevlevî’yim ârifim
Hâliyâ akl u cünûn nâ-cins-i sohbettir bana
Esrar Dede

halk: Ar. 1. Yaratma, yaratılma. 2. İcat, buluş. 3. İnsanlar; insanlardan bir bölük.

Tanrı bir hükümdâr-ı âdildir
Feyzi mecmû’ halka şâmildir
Fuzûlî
Misli yok mânendi yok bir mâha gönlüm müncezib
Kâinâtı halk eden Allah’a gönlüm müncezib

Şeb-i hicrân yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı
Fuzûlî
Kimse görmesin diye düşte hayâlini senin
Halkı uyutmamağa âh u figânım var benim
Âhî

halk-ı âlem: Dünya insanları. Hak Ta’âlâ’nın resûlü hem şefâat kânıdır
Halk-ı âlem rûz-ı mahşerde kamu muhtâc ona
Muhibbî, Meftûnî (Kanunî Sultan Süleyman)
Muhtâc ona cümle halk-ı âlem
Onunla bulur hayâtı âdem
Şeyh Galip
Halk-ı âlem ser-te-ser bîmâr-ı derd-i ihtiyâc
Zehir bir dârü’ş-şifâ lûtfun tabîb-i mihr-bân
Nef’î

halk-ı cihân: Dünya halkı.

Kâşkî sevdiğimi sevse bütün halk-ı cihân
Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa
Taşlıcalı Yahya Bey
Seçilmez âşık ile şimdi zâhid-i bârid
Gözünde halk-ı cihânın ne eşk kaldı ne hâb
Esrar Dede
Âşık ta keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânındır
Şeyh Galip

halk-ı kâinât: Kâinatın insanları.

Eyledi kesb-i hayât-ı tâze halk-ı kâinât
Doldu envâr-ı meserretle kulûb-ı müminîn
Ziya Paşa

halk-ı Rûm: Anadolu halkı.

Mûrgibi emrine kılmış itâat halk-ı Rûm
Râm oluptur nitekim
Mûsâ’ya ey şeh sihr-i mâr
Lamiî Çelebi (mûr: karınca, Rûm: Anadolu, râm: boyun eğme, mâr: yılan kelimeleri anlamlı bir şekilde birbirlerinin tersinden okunabilir.)

halk-ı Sa’dâbâd: Sadabat insanları.

Halk-ı Sa’dâbâd iki sâhil boyunca fevc fevc
Va’de-i teşrîfine alkış tutarken dûrdan
Yahya Kemal

halk-ı zemâne: Zamanın insanları.

Zemân-ı lâtû safâ geldi mevsim-i şâdî
Demidir eylese halk-ı zemâne def’-i melâl
Cinânî
Hâlik: Halk eden, yaratan, Allah (c. c.).

Hâlık’ın nâ-mütenâhî adı var en başı: Hak
Ne büyük şey kul için
Hakk’ı tutup kaldırmak
Mehmet Akif
Bunu bir hâlık irtikâb etmez
Halk eden mahv eder, harâb etmez
Tevfik Fikret
Yine ol
Hâlık-ı zemîn ü zemân
Kıldı bâğ-ı cihânı haşr-nişân
Vücûdî

hâlık-ı Yezdân: Cenab-ı Hak (c. c.).

Hikmet ü kudreti çok
Hâlık-ı Yezdânâmın
Münkirin kalbinde lâsı müminin illâsı var
ümmi Sinan

halka: Ar. Ortası boş daire şeklinde olan şey.

Salarsa zülfün ucu halka halka zencîri
Hezâr zâhid-i huşku keşân keşân iletir
Şeyhî
Bu halka olup görünen felek değil
Bir ejderhâymış ol yedi başlı hâzır-bahş
Necati Bey
Hayâl-i bûs-ı pâye dest-i ümîdle sarılmaktan
Gönülde halka halka âhlar halhâle dönmüştür
Nihat Bey

halka-i âgûş-ı hâle: Hâlenin etrafındaki halka.

Mahviyyet eyler âdemi âzâde kayddan
Düşmez hilâl halka-i âgûş-ı hâleye
Lâ halka-i cem’iyyet-i peymâne-keşân: İçki içen topluluk halkası.

Biz mest-i mey-i mey-gede-i âlem-i cânız
Ser-halka-i cem’iyyet-ipeymâne-keşânız
Bağdatlı Ruhi

halka-i cevher: Cevher halkası. halka-i cevher ile bir cerîdedir tîgi
Ki sahîfesindedir a’mâr-ı düşmenân-ı mestûr
Nâbî

halka-i çeşm-i gazale: Dişi geyiğin gözünün halkası.

Mecnûn güsiste eylemedi bî-niyâz iken
Târ-ı nigâhı halka-i çeşm-igazaleden
Fuzûlî

halka-i dâm-ı belâ: Bela tuzağının halkası.

Nâveki tîr-i kazâdır gözünün her müjesi
Halka-i dâm-ı belâdır saçının her şikeni
Nizâmî

halka-i dürr: İnci halkası.

Bir işâret ola kurb-ı âsitânından diye
Yolda kaldı halka-i dürr gibi çeşm-i intizâr
Nazîm (Yahya)

halka-i gîsû-yı anber-bâr: Anber saçan saçın kıvrımı.

Yetirdi başını gerdûn ayağa bâr-ı mihnetten
Hayâl-i halka-i gîsû-yı anber-bâr yetmez mi
Fuzûlî

halka-i hâle: Ay ağılının halkası.

Fark yerden göğe dek ulvî ile süflînin
Halka-i hâleye girdâb berâber gelemez
Nâbî

halka-i ham: Eğri halka.

Satmağa deyr-i fenâda halka ışkın bâdesin
Halka-i hamdır sütûn-ı âhım üstünde hilâl
Behiştî

halka-i Kâ’be: Kâbe’nin etrafı.

Halka-iKâ’be’yi terketse ne olaKays-misâl
Dile zencîr yeter urve-i vüska-i cünûn
Namık Kemâl

halka-i muzîe: Işıklı halka.

Sanki bir halka-i muzîesidir
Unk-ı ruhunda bağlı zencîrin
Cenap Şahabeddin halka-i peymâne-keşân: Kadeh kaldıranlar halkası.

Girmem der idin halka-ipeymâne-keşâna
Bir bezme mi vardın yine ibrâma mı düştün
Nâbî

halka-i rindân: Rindler halkası.

Olaldan halka-i zülfünle
Nev’î bî-ser ü sâmân
Muhabbet bezminin ser-halka-i rindânıyız cânâ
Nev’î

halka-i şeh-per: Kuş kanadı halkası.

Kurtulur pây-i tarab yerden o dem kim melekût
Yere gökten süzülüp halka-i şeh-perle döner
Yahya Kemal

halka-i tevhîd: Birlik halkası.

Bedîd gerdiş-i germinde halka-i tevhîd
Çeker sabâha dek ism-ı Vedûdpervâne
Şeyh Galip
Tasâvîr ile tezyîn eylemiş sûret-ger-i hikmet
Döner şem’-i mahabbetle fenerdir halka-i tevhîd
Nâbî

halka-i uşşâk: Âşıklar halkası.

Işk tâcına urursan çâr-unsur terkini
Hırka-i zülfün giyip ser-halka-i uşşâk ol
İbni Kemâl

halka-i zincir: Zincir halkası.

Kays-ı nâ-kâmım esîr-i nükhet-i gîsû-yı dost
Halka-i zincîr, mevc-i bûy-ı sünbüldür bana
Leskofçalı Galip

halka-i zülf: Saçın halkası.

Olaldan halka-i zülfünle
Nev’î bî-ser ü sâmân
Muhabbet bezminin ser-halka-i rindânıyız cânâ
Nev’î halka-i zülf-i mu’anber: Mis kokulu saçının halkası.

Akıl irşâdiyle bulmak kâm mümkindir velî
Dâm-ı râh ol halka-i zülf-i mu’anberdir bana
Fuzûlî

halka-be-gûş: Kulağı halkalı, kulağı küpeli; köle.

Hâdim-i halka-be-gûş dürrü sâdât-ı kirâm
Bende-i bar-gehi cûdî hezârân çelebi
Nazîm (Yahya)

halka-dâr: Halkası olan, halka biçiminde olan şey.

Nedir o sislile-i halka-dâr rûyunda
Behişt içinde olur âlet-i azabgarîb
Nâbî

halka-veş: Halka gibi.

Mecnûn güsiste eylemedi bî-niyâz iken
Târ-ı nigâhı halka-i çeşm-igazeleden
Fuzûlî
Zîb-i gûş etmeye âvâz-ı cûsun
Bâb-ı erbâb-ı kerem halka-veş açmışgûşun
Nâbî

hall: Ar. Çözme, çözülme; tereddüte mahal kalmayacak surette bir meselenin içinden çıkma.

Hall et yine müşkillerim iy
Hâce-i âlem
Hâk-i derine eyleyeyim arz-ı havâtır
Rızâyî
Enâmil-i keremin hall eder ümîdim odur
Olursa rişte-i kârımda sad kerre makûd
Sâbit
Ukde-i hâtırı biz halle şitâb ettikçe
O büt-i ser-keşin ebrûları pür-çîn oldu
Nedim

hall-i İlâhi: İlahî çözüm.

Olmayan hall-ı İlâhîye karîn eylemez
Dil-i pür-ukde ile keşf-i mezâyâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

hall-i işgâl: Meşguliyeti çözme.

Bi’t-terâzî edicek bast-ı makâl
Belki ol eyleye hall-i işgâl
Sünbülzade Vehbi

hall-i işkâl-i tılsımât-ı umûr-ı mülk: Ülke işlerinin tılsımlı şekillerini çözme.

Hall-i işkâl-i tılsımât-ı umûr-ı mülke
Etmiş üstâd-ı ezel lûtfunu miftah-ı merâm
Nâbî

hall-i müşkil: Zorluğu çözme.

Sabâ ukd-ı ser-i zülfünü hall etmekte âcizdir
Belî her kişiye âsân değildir hall-i müşkiller
Avnî

hall-i zer: Altını eritme.

Bir lâciverdî kâsede her subh mihr altın ezer
Vasf-ı cemâlin yazmağa cânâ gerektir hall-i zer
Şeyhülislam Yahya

hall-gerde: Halledilmiş, çözülmüş.

Tâb-ı ruhun ki aksini sâgarda gösterir
Mevc-işarâbı şu’le-i hall-gerdegösterir
Esrar Dede

hall ü akd: Çözüp bağlamak.

Zabt u rabt u hall ü akd kişverin edip murâd
Etti ol düstûru sadre zîver-i mecd ü celâl
Üsküdarlı Hakkı Bey

hall ü akd-i nükte: Nükteyi çözüp bağlama.

Belki kânûn-ı sühanda, hall ü akd-i nüktede
Hikmet-ifikr ü hayâlinfeylesof-ı ekberi
Nef’î

hallâl: Halleden, çare bulan, çözen.

hallâl-i müşkilât: Zorlukları çözen.

Hallâl-i müşkilâtı oldum cihâniyânın
Müşkil budur ki kaldım ben müşkilât içinde
Sâdî (Sâdîi Cem Çelebi)

hall: Ar. Sirke.

Bir midir ikisi de şîre-i engûr iken
Neşve-i bâde-i gül-gûnla keyfiyyet-i hall
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

hall-i pâk: Temiz sirke.

Verir kendi emri ile hûşe tâk
Kimin bâde eyler kimin hall-i pâk
Keçecizade İzzet Molla
Hallâc: Ar. 1. Pamuk, yatak, yorgan lifi atan kimse. 2. Hallâc-ı Mansûr: “Ene’l
Hak” (Ben Hak’ım sözünden dolayı
M.S. 920 yılında asıldığı söylenen ünlü sufi.)
Penbe-i ebr ile doldurmağa çarhın pisterin
Yay edip kavs-i kuzahtan oldu hallâc âfitâb
İbni Kemâl
Aldıkta şaka tokmağını destime hicvi
Hallâc osuruğu gibi aralığa gitti
Sürûrî

hallâc-ı Mansûr: Asılarak idam edilen sufi.

Eğer ârif isen etme hakîkat sırrını ifşâ
Kelâm-ı Hak çıkardı baştan
Hallâc-ı Mansûr’u
Vâlih-ı Kadim (Kurtzade Edirneli Şeyh)

hallâf: Ar. Çok yemin eden.

Böyle nâ-hakk yere da’vâ gören mahkemenin
Kâdı vü muhzır ü hallâfina mahlûfuna yuf
Aynî

hallâk: Ar. Devamlı halk eden, yaratan Allah (c. c.).

Hamd o
Hallâk’a ki kıldı ihsân
Bir avuç toprağa şekl-i insân
Sünbülzade Vehbi
İşte en zorlu hasmın ey Hallâk
Seni arşında eyleyen ihnâk
Tevfik Fikret
Hallâk-ı âlem: Dünyanın yaratıcısı.

Cefânı nâ-resîde tıfl iken çektim bilirdim kim
Seni
Hallâk-ı âlem böyle fettân-ı cihân eyler
Bağdatlı Ruhi

hallâk-ı cihân: Cihanın yaratıcısı. (c. c.).

Hallâk-ı cihân âleme kıldıkta tecellî
Her şahsı birer hâl ile kılmış mütesellî
Celal
Çelebi (Manastırlı Hüseyin)
Hallâk-ı dâim: Devamlı yaratan.

Pinhân ü peydâ, nevvâr ü muzlim
Etmekte zikr-ı Hallâk-ı dâim
Tevfik Fikret

hallâk-ı ezel: Ezelin yaratıcısı. (c. c.).

Eylemişti onu
Hallâk-ı ezel
Hüsn-i ahlâk ile bî-misl ü bedel
Hakanî

hallâk-ı maânî: Manaların yaratıcısı (c. c.).

İşte
Hallâk-ı maânî şimdi geldi âleme
Gûş edin âsârmı kim tercümânıdır sözüm
Nef’î

hallâl: bk. hall.

halt: Ar. 1. Katıp karıştırma, katılıp karıştırılma. 2. Âdi, fena, galiz, hoşa gitmeyen söz söyleme.

Bir nice zarftan almak gibidir nice ta’am
Eylemek halt sözünde diğerin eş’ârm
Nâbî
Mantıka eyle velîkin ikdâm
Halt eder dinleme kim derse harâm
Sünbülzade Vehbi

halt-ı kelâm: Hezeyan, saçma sapan söz, karıştırma.

Etti sözün âmîhte-i şekve-i hicrân
Mest olmak ile halt-ı kelâm eyledi bülbül
Nâbî
Ekserî halt-ı kelâmın hezeyân-ı mahmûm
Acebâ tuttu mu şâirleri hummâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

haltiyyât: Hezeyan kabilinden sözler.

Kimisi kendüsin
Firdevsî-ı Tûsî kıyâs eyler
Verir zu’mıla haltiyyâtına
Şeh-nâme unvânı
Seyyit Vehbî

halûk: Ar. Güzel ahlaklı, iyi huylu.

Edîb ü nutûk vazâif-şinâs
Lebîb ü halûk u letâif-şinâs
Keçecizade İzzet Molla

halvâ, helvâ: Ar. Helva, irmik veya undan yapılan tatlı.

Lâleyi bir iki gün anmayalım şimdi hele
Kâmlar sohbet-i halvâ ile olsun şîrîn
Nedim
Hüsnüne nev-hat lebin kim şekl-i çâr ebrû verir
Âşık ı öldürmeğe halvâ ile dârû verir
Behiştî
TabHma feyz-ı Hudâ zâika-bahş ilhâm
Kand-i ma’nî leb-i endîşeme hâzır halvâ
Nazîm (Yahya)
Cânâ ne bilir zehr-i gamın zevkını sûfî
Çün gönlünü ol lezzet-i helvâya düşürdü
Hamdullah Hamdi

halvâ-yı nefsânî: Nefse ait helva.

Dimâğ-ı hâle lezzettir yerim halvâ-yı uşşâkı
Dehânım buldu zevkin ben yemem halvâ-yı nefsânî
Âdile Sultan

helvâ-yı Şîrîn: Şirin’in helvası.

Tatlı sözüne arûs-ı dehrin aldanma er ol
Ayş-ı Ferhâd’ı sakın helvâ-yı
Şîrîn etti telh
Sühâyî (Siruzlu) halvâ-yı uşşâk: Âşıkların helvası.

Dimâğ-ı hâle lezzettir yerim halvâ-yı uşşâkı
Dehânım buldu zevkin ben yemem halvâ-yı nefsânî
Âdile Sultan

helvâ-fürûş: Helva yapan ve satan; helvacı.

Bu çâr-şûda fark olunmadı kaldı
Riyâ-fürûşla helvâ-fürûş-ı sâbûnî
Nâbî

halvet: Ar. Yalnızlığa çekilme, tenha kalma, yalnızlık, tenhalık.

Halvetine bizi nâ-mahrem eder zâhidi gör
Duhter-i rezle varıp biz dahi mahrem olalım
Avnî (Sultan II. Mehmet Fâtih)
Nûr-ı çeşmimperdelendi
Kâ’be-i ulyâgibi
Kûşe-gîr-i halvet oldu dîde-i bînâgibi
Nâbî
Tarîk-ı halvete ta’nın komaz cihânda hasûd
Adâvetin komaz
İslâm’a nitekim kefere
Behiştî

halvet-i cânâne: Sevgilinin bulunduğu yalnız yer.

İffet ol mertebedir halvet-i cânânede kim
Pertev-işem’ edemez taşragüzer revzenden
Nâbî

halvet-i hammâm: Hamamın tenha yeri.

Zâhide germî-i uryân-ı aşkı sorsan
Püşt-mâliyle, fakat halvet-i hammâmı bilir
Nâbî

halvet-i hâs: Özel tenhalık yeri.

Yâr ile halvet-i hâs eylemeye kesrette
Her nefeste yürü nehy-i sıfat-ı gayr eyle
Hayali halvet-i kurb-ı Hudâ: Allah’a yakın yalnızlık yeri.

Makamı halvet-i kurb-ı Hudâ’da cem’ü’l-cem’
Cemâli âyîne-i kibriyâda nûru’n-nûr
Yenişehirli Avni

halvet-gâh, halvet-geh: Halvet yeri, gizli görüşülecek yer.

halvet-geh-i lâhût: Uluhiyet âleminin halvet yeri.

Ogûne zâhir ol kim şâhid-i halvet-geh-i lâhût
Cemâlin sûret-i insânda izhâr etti sansınlar
Yenişehirli Avni

halvet-hâne: Halvet yeri, yalnız kalma yeri.

Künc-i halvet-hânesinde ilm ü irfân münzevî
Kûşe-i bâbında ikbâl ü saâdetpâs-bân
Nef’î

halvet-nişîn: Yalnızlıkta, halvette oturan.

halvet-nişîn-i hicr: Ayrılığın halvetinde
olma.

Halvet-nişîn-i hicre hayâlin enîs olur
Cebrîl olursa meclisine mahrem istemez
Leskofçalı Galip

halvet-serâ (y): En güzel halvet yeri. halvet-serây-ı kurbiyet: Yakınlığın en güzel halvet yeri.

Hudâ yegâne-i halvet-sarây-ı kurbiyet
Hıdîv-i milk-i nübüvvetşeh-i ferişteh cünûd
Sâmi

halvet-serây-ı sırr u vahdet: Vahdet ve sırrın en güzel halvet yeri.

Eylemez halvet-serây-ı sırr u vahdet mahremi
Âşıki ma’şûktan ma’şûku âşıktan cüdâ
Fuzûlî
Halvetî: Ar. tas.

Şeyh Ebî
Abdullah
Sirâceddin
Ömer
İbn-ı Eş-Şeyh Ekmelüddinü’-lEhci tarafından 15. yüzyılda kurulmuş olan bir tarikat.

İbadetlerini yalnız kalarak yapan kişilere denir.

Divan edebiyatında da yalnız kalan âşık sevgilisinin kaş ve yanağını düşünür.

Biz tarîk-ı Halvetî âşıkların handânıyız
Cân-ıla baş vermeğe dost yolunun merdânıyız
ümmi Sinan

hâm: çlf) Far. 1. Çiğ, pişmemiş, olmamış.

İşlenmemiş, sanatkâr elinden geçmemiş. Beyhude, boş, faydasız.

Göreyim ol hayâl-i hâm olsun
İltifâtım sana harâm olsun
Fuzûlî
Itr-ı hûbile pür olurdu meşâmm
Bûy-ı müşg idi yâhûd anber-i hâm
Hakanî
Itırsız olmak için bezm-i güle dahi nesîm
Hâven-i lâlede sahk etmez idi anber-i hâm
Nef’î

hâm-ı mey: Olmamış içki.

Gelsin sürâhi ağzı açılsın hâm-ı meyin
Tutsun cihânı na’ra-i mestân-ı mey-güsâr
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

ham: () Far. 1. Eğri, bükülmüş. 2. Büklüm, kıvrım.

Olup kameti nev-civânlıkta ham
Bahânn hazâna eriştirdigam
Keçecizade İzzet Molla
Ham kılmış idi kaddimi çenber gibi zülfün
Olmamış idi çarha dahi çenber-i fitne
Hamdullah Hamdi
Veh ne zâlimdir kaşın kim götürür bî-ictinâb
Ol kadar bâr-ı tazallum kim belini ham tutar
Nizamî
Çekip visâdemi kıldım külâh-ı kûşemi ham
Garîm-i gamdan edip nîm-lâhza istimhâl
Nedim ham-ı çevgân-ı gerdûn: Feleğin çevgeninin kıvrımı.

Arsa-i sîmîn-i subh üstinde dâim gûy-i zer
Tâ ham-i çevgân-ı gerdûn içre ser-gerdân gelir
Bâkî

ham-ı destâr: Sarığın kıvrımı.

Gönlüm gibi ey nâme gidip yârda kaldın
Baş üzre serin var ham-ı destârda kaldın
Nâilî

ham-ı ebrû: Kaş büklümü (kavis, mihrabın kıvrımı).

Ol ham-ı ebrûya kılsam secde her sâat ne ola
Kıble ile ol ham-ı ebrû berâberdir bana
Fuzûlî

ham-ı ebrû-yı dil-ber: Sevgilinin kaşının kıvrımı.

Zâhidâ sen kıl teveccüh kûşe-i mihrâba kim
Kıble-i tâat ham-ı ebrû-yı dil-berdir bana
Fuzûlî

ham-ı ebrû-yı latîf: Güzel kaşınının büklümü.

Mihrâbda şekl-i ham-ı ebrû-yı latîfin
Vâcib bu cihetten kamuya secde-i mihrâb
Fuzûlî

ham-ı gîsû: Saçın bükülmüşü, büklüm büklüm saç.

Âşık ol ammâ alâikden berî et gönlünü
Ne ham-ıgîsûya meftûn, ne esîr-i gabgab ol
Nef’î

ham-ı kemend-i emel: Emel kemendinin büklümü.

Çıkardı gûşe-i bâm-ı visâle dil ammâ
Ham-ı kemend-i emel küngür-i recâda değil
Nâbî

ham-ı kullâb-ı ümîd: Ümit çengelinin kıvrımı.

Gâhî ki eder turrası dâmânını çîde
Bin dil sarılır her ham-ı kullâb-ı ümîde
Cevrî (İbrahim Çelebi)

ham-ı vücûd: Vücudun kıvrımı.

Ham-ı vücûd, henüz ihtizâz-peymâdır
O gunneden ki gelir kâf u nûn hitâbından
Cûdî (Muallim)

ham-be-ham: Büklüm büklüm.

Ey zülf-i ham-be-ham dökülüp sînem üstüne
Zencîr-i pây-ı ömr-i şitâbânım ol benim
Nedim
Zevkı o rind eyler tamâm kim tuta mest ü şâd-kâm
Bir elde câm-ı lâle-fâm bir elde zülf-i ham-be-ham
nefi

ham-der-ham: Büklüm büklüm, kıvrım kıvrım.

Saklasın cânâ nikâb-ı zülf-i ham-der-ham seni
Âlemi seyr eyle sen, seyr eylesin âlem seni
Makalî
Işk nâ-gâh oldu peydâ tuttu müstahkem beni
Saldı yüz sevdâya ol gîsû-yı ham-der-ham beni
Fuzûlî

ham-ender-ham: Büklüm büklüm, kıvrım kıvrım.

Ey zülf-i ham-ender-ham-ı kullâb-ı muhabbet
Hep sana çekildi dil-i erbâb-ı muhabbet
Şeyhülislam Yahya
Çîninde olur ârız-ı pür-tâbı nümâyân
Ol zülf ham-ender-ham imiş leyle-i mukmir
rızayî

ham-geşte: Eğrilmiş, bükülmüş.

Kameti ham-geşte elde kâse-i deryûzesi
Sâ’il-i der-gâhı etmişpîr-i çarh ahdarı
Nazîm (Yahya)
Eyler kadd-i ham-geştemi gerdîde çü dolâb
Küh-sâr-ı serimden dökülen cûy-i muhabbet
Nedim

ham-şüde: Eğilmiş bükülmüş.

Ser-i şûrîdemizi eyledi vakf-ı mihrâb
Hey’et-i ham-şüde-i tâk-ı dü-ebrû-yı
Halîl
Nâbî

ham-zede: Bükülmüş, eğrilmiş.

Hep bilirsiniz kadd-i râstımı hâme gibi
Etti engüşt gibi ham-zede bâr-ı tahrîr
Nâbî

hamâil: Ar. Himâil’ler veya hamîle’ler; 1. Boyuna asılan muska, tılısım, yazı. 2. Kılıç kayışı, kılıç bağı.

Takdımsa da bir demir hamâil
Olmaz şerefim bununla zâil
Abdülhak Hâmit

hamâil-vâr: Hamail gibi.

Bürîde-i süm-i esbin eder hamâil-vâr
Temîme bend-i cinân-ı hûriyâna zîb-i nühûr
Nâbî

hamâil-veş: Hamail gibi.

Kolun sal boynuna ol gül-beden ağyâra dâg olsun
Hamâil-veş benim sen hırz-ı cânım sîne-bendimsin
Necip (Sultan III. Ahmet)

hamâm, hamâme: Ar. Güvercin, kumru.

Sen kâsıd imişsin ey hamâme
Benden hem ilet nigâre nâme
Fuzûlî
Tullâb-ı bâdın olduğuna eyle idimâd
Urdukça takla evc-i hevâda hamâmeler
Nâbî
Bulsa ger zîr-i cenâh himmetinde perveriş
Nâz ederdi kerkesân-ı çarha bir kem-ter hamâm
Üsküdarlı Hakkı Bey

hamâkat: Ar. Ahmaklık, bönlük.

Keyf-i cân-bahşın ki cism ü câna râhat bundadır
Hikmetin inkâr eder vâiz hamâkat bundadır
Nef’î
Kaddine ermek diler lutf ile serv-i bûstân
Doğru derler bî-nasîb olmaz hamâkattan tavîl
Nizamî
Cihânda şimdi zarâfet müdâhaneyle olur
Hamâkat olmaza olmaz demekten olmuştur
nihat Bey

hâmân: Ar. Hz. Musa zamanındaki
Mısır firavunun veziri. (Kur’an: Mü’minînş24; Kasas 6, 8; Ankebûdş39; Gâfirş24, 36).

Belâ girdâbına salsın adûnu nâ-bedîd edesin
Fenâ deryâsınagark eyleyen
Fir’avn ü Hâmân’ı
Bâkî
Kevkeb-i âlîsin idrâk eylemez erbâb-ı fen
Etseler vaz’-ı rasad tâ tarh-ı Hâmân üstüne
Nedm hamd: Ar. İnsanın üzerine düşen nimet iyiliğini eda etmesi demektir.

Ser-firâz ettin
Livâül-hamd dîn-ı Ahmed’i
Kâfire gösterdin el-hakk dest-bürd-ı Haydar’ı
Nef’î

hamdele: “Elhamdülillah” kelimesinin kısaltılmışı.

Evvelâ hamdeleden salveleden başlayarak
Girmeden maksada dîbâceyi serdim çabucak
Mehmet Akif

hamdülillah: Allah’a hamd olsun.

Tab’ımı feyz-i nuûtun eyledi
Hassân-ı Rûm
Hamdülillah şâirân-ı dehrin oldum eş’arı
Nazîm (Yahya)

hâmid: Hamd ve şükreden. c. hâmidîn, hâmidûn, hummâd.

Felekler âyet-i sun’ ile hâmid
Zemîn seccâde-i âb üzre sâcid
Atâyî (Nev’izade Atâullah)

hâme: Far. Kalem, yazı yazmaya mahsus kamış veya demir alet.

Hep bilirsiniz kadd-i râstımı hâme gibi
Etti engüşt gibi ham-zede bâr-ı tahrîr
Nâbî
Ol ân alıp eline hâme
Yazdı o da bir cevâb-nâme
Şeyh Galip
Hasta-i nâtıkaya rûh-fezâdır hâmem
Zât-ı İî gibi i’câz-nübâdır hâmm
Koca
Reşid Paşa

hâme-i bî-mağz: Beyinsiz kalem.

Bu secde-i bî-hûde nedir her kademinde
Ey hâme-i bî-mağz lika: : dan mıgelirsin
Nâbî

hâme-i Erjenk: Erjenk’in kalemi.

Ne bu nev nakş-ı tir-endâze
Nedîmâ yoksa Üstâd-ı kalemin hâme-ı Erjenk midir
Nedim

hâme-i cünbân: Oynayan kalem.

Dedim lâyık değildir kâle böyle ol eser-i nâkıs
Bu resm üzre onu tezyîle kıldım hâme-i cünbânı
reşid

hâme-i hâtır: Gönül kalemi.

Aceb mi kâmet-i ma’nâya
Nâbî
olsa nâ-çesbân
Gubâr-âlûde olmuş hâme-i hâtır kühenlenmiş
Nâbî

hâme-i hüner: Hüner kalemi.

Zemâne etti tehî-dest öyle
İzzeti kim
Elimde mâl olarak hâme-i hüner kaldı
Keçecizade İzzet Molla

hâme-i izzet: Değerli kalem.

Rencûr-ı kelâl olmuş idi hâme-ı İzzet
Bâlin-çe-i hokkaya bir pâre dayanmış
Keçecizade İzzet Molla

hâme-i kudret: Kudret kalemi; Tanrı iradesi.

İster isen almağı hikmet kitâbından sebak
Hâme-i kudret ne yazmış safha-i âsâra bak
Naîm (Tezkirecizade Müverrih)

hâme-i ma’nî: Mana kalemi.

Câmi vasfında her satır beyânım çekti saf
Hâme-i ma’nî sarîrim es-salâ-hân-ı minâr
Nazîm (Yahya)

hâme-i mu’ciz-beyân: Mucize söyleyen kalem.

Ol Süleymân-ı zemân kim vasf-ı pâkin sebt eder
Safha-i dehre bu resme hâme-i mu’ciz-beyân
Üsküdarlı Hakkı Bey

hâme-i münakkaş: Süslü kalem.

Nemîka-dih eser-i hâme-i münakkaşımız
Olur nümûne-ber-i hâtır-ı müşevveşimiz
Nâbî

hâme-i müşgîn: Mis kokulu kalem.

Siyâh-rûy-ı hatâyım çü hâme-i müşgîn
Baîd-i nûr-ı sevâbım misâl-işu’le-i dûd
Sâmi hâme-i müşgîn-rakam: Mis kokululu yazı kalemi.

Dem-i tahrîr-i eltâfında âlem
Tufeyl-i hâme-i müşgîn-rakamdır
Bâk

hâme-i nâkıs-beyân: Eksik açıklama yapan kalem.

Ey hâme-i nâkıs-beyân başla duâ-yı seyyide
Etsen de sarf-ı iktidâr durma senâ-yı seyyide

hâme-i nakkâş: Süslü kalem.

Böyle bir kasr-ı zer-ender-zerpür-san’at kim
Reşk eder hâme-i nakkâşına sûret-ger-ı Çîn
Nef’î

hâme-i pîçîde: Bükülü kalem.

Lâl olur elbet zebân hâme-i pîçîde mûy
Kılca gamdan tab’-ı erbâb-ı sühan illetlenir
Koca Râgıp Paşa

hâme-i ser-keş-i sebük-hîz: Çok hızlı koşup baş çeken kalem.

Ey hâme-i ser-keş-i sebük-hîz
Vakt oldu ki olasıngüher-rîz
Fuzûlî

hâme-i sihr-azmâ: Sihir denemiş kalem.

Nâilî

inkâr edenler tab’-ı mu’ciz-gûyunu
İhtirâ’-yı hâme-i sihr-azmâ bilmez nedir
Nâilî

hâme-i sihr-âver: Sihir taşıyan kalem.

Yârâna nazîre demeyip gâhî
Neşâtî
Bilsem acabâ hâme-i sihr-âveri neyler
Neşatî

hâme-i şeker-rîz: Şeker saçan kalem.

Dil zinde-i feyz-ı Şems-ı Tebrîz
Ney pâre-i hâme-i şeker-rîz
Şeyh Galip

hâme-i şekvâ: Şikâyet kalemi.

Geh hâme gibi şekve-tırâz-ıgam-ı aşkız
Geh nâlegibi hâme-i şekvâda nihânız
Neşatî hâme-i takdîr: Takdir kalemi.

Ne mümkindir bula ey
Nâilî

hükm-i kaza tağyîr
Bozulmak mümteni’dir ser-nüvişt-i hâme-i takdîr
Nâilî

hâme-veş: Kalem gibi.

Nâfe gibi bir deriye sarılıp ettim sefer
Hâme-veş zülfün ucundan ağlayıp kan elvedâ
Lamiî Çelebi

hamel: Ar. 1. Kuzu. 2. astr.

Göğün kuzey yarımküresinde
Sevr burcu ile
Süreyya burcu manzumesinin yakınında bulunan burç ki güneş buraya
Mart’ın dokuzunda dâhil olur.

Vücûd-ı bî-bedeli âfitâbdır ammâ
Bir âfitâb ki dâim medârı ola
Hamel
Fuzûlî
Bu sâl-i ferrûh-fâlde hûrşid-i zîbâ-peykerin
Burc-ı Hamel’de yümn ile ruhsarı oldukta bedîd
Nedim

hademe: bk. hâdim.

lıâııu: Ar. Himaye edici, koruyan, koruyucu. c. humât.

hâmî-i adl-i Hudâ: Allah’ın adalet koruyucusu.

Ey büyük kavm-i ezel-hikmet ü âlem-fıtrat
Hâmî-i adl-ı Hudâ, nâşir-i rûh-ı kudret
Kemalzâde Ekrem Bey

hâmî-i beytü’l
Harem: Beytülharem’in

koruyucusu.

Hem hâmî-i beytü’l
Harem, hem hâdim-i şâh-ı ümem
Rûm ü Arab, milk-ı Acem mahkûmudur ser-tâbe-pâ
Seyyit Vehbî

hâmî-i dîn: Dinin koruyucusu.

Revnak-ı saltanat-ı memleket heft-iklîm
Hâmî-i dîn, ilm-efrâz cihân-ârâyî
Nef’î

hâmî-i hilâfet: Hilâfetin koruyucusu.

Sâhib-i devlet-i hâmî-i hilâfet sensin
Sadr-ı ıtlâk dururken sen olur gayre harâm
Nâbî

hâmî-i şer’-i mübîn: Meydanda olan dinin koruyucu.

Dâver-i sâhib-i adâlet şâh-ı fârûkî-sıfat
Mâhî-i zulm ü dalâlet hâmî-işer’-i mübîn
Ziyâ Paşa

hâmid: bk. hamd.

hamîde: Far. Eğrilmiş, bükülmüş.

Evzâ’-ı bâzgûneye mâil mizâc-ı aşk
Bunda kadd-i hamîde olur dtidâle dâl
Koca Râgıp Paşa

hamîde-kadd: Bükülmüş boy.

Velî ben olmuş idim târ-ı nâleye dem-sâz
Hamîdekaddim ile inlemekte niteki çeng
Hayâlî Bey

hâmil, hâmile: Ar. Taşıyıcı, taşıyan. c. hamele.

Eğer kim
Zühre-i zehrâyı da lâyık görürlerse
Olurdu hâmile olmak için menkûha Îsâ’ya
Nef’î
yanda kâfile-i müjde-âver-i ihvân
Kamîs-ı Yûsuf’u hâmil, mübeşşir ü şâdân
Tevfik Fikret

hâmil-i ervâh-ı mücerred-i erhâm: En
merhametli soyut ruhların taşıyıcısı.

Gelmeye âleme bir sencileyin zât-ı latîf
Olsa ger hâmil-i ervâh-ı mücerred-i erhâm
Nef’î

hâmile: Çocuğa yüklü kadın.

hâmile-i feyz-i Hudâ: Allah feyzinin hâ-milesi
Meryem fikrim olup hâmile-i feyz-ı Hudâ
Doğdu gehvâre-i tabımda Mesîh-i ma’nâ
Nazîm (Yahya)

hamîm: Ar. Ar. Hamm’dan; 1. Çok sıcak, kaynar su. 2. Soy sop.

Zâhidâ dîdârsız cennet cahîm olsun bana
Şehd-i la’l-i yârsız Kevser hamîm olsun bana
Zâti
Şerer-i nâire-i kahrı ma’âzallah eğer
Ab-ı Hayvân’a eser etse olur mâ’-i hamîm
Nazîm (Yahya)

hamîm-i nîrân: Cehennemin kaynar suyu.

Geçirir kâinât baygınlık
Sanki mest-i hamîm-i nîrândır
Tevfik Fikret

hamîr, hamîre: Ar. Hamur; maya.

Bâzû-yı latîf-i şâh-ı sîmîn
Gûyâ ki hamîri berg-i nesrîn
Şeyh Galip

hamîr-i mâye-i ma’nâ-yı dil: Gönül manasının mayasının hamuru.

Hamîr-i mâye-i ma’nâ-yı dil yapar yoğurur
Kalem dü-mısrâ’ ile beyti hep ikiz doğurur
Beliğ hamîre-i âdem: İnsanın mayası.

Nakş-ı safâ sahîfe-i âlemde kalmamış
Bûy-ı safâ hamîre-i âdemde kalmamış
Nâbî

hamîre-i nezâket: İncelik mayası.

Endâmı hamîre-i nezâket
Her cünbüşü cilve-i kıyâmet
Şeyh Galip

hamiyyet: Ar. Onur; insanlık, haysiyet, fazilet.

Esîr-i fursat olmak bâis-i nakz-i hamiyyettir
Güzer-gâh-ı adûda merd-i kâmil der-kemîn olmaz
Beliğ (Bursalı İsmail)
Sirkat çoğalıp lafz-ı sadâkat modalandı
Nâmûs tamâm oldu hamiyyet yeni çıktı
Ziyâ Paşa
İmân ile dîn akçedir erbâb-ı gınâda
Nâmûs ü hamiyyet sözü kaldı fukarâda
Ziya Paşa

haml: Ar. 1. Ana karnındaki çocuk. 2. Gebelik, gebe olma.

Bezmine geldim ise medh ü senâdan hâlî
Naks-ı idrâkime haml etme benim sultânım
Nef’î
Göstere hâmen eğer i’câz-ı ve’n
Şakku’l-kamer
Haml eder taglîz-i hisse onu erzâl-i zümer
NeVî
Haml ibtidâ dürûgunadır sonra adline
Şâhid ne denlü sıdk ile da’vâya gelse de
İzzet Ali Paşa

haml-i minnet: İyiliği taşıma.

Mihmân olsan çekilmez imtinân-ı mîz-bân
Mahvolurdu haml-i minnet çekse çarhı çenberi
Nazîm (Yahya)

hammâl: Yük taşıyan kimse.

Boğçasın etmez kumaşçı olsa da kaddi kemer
Yük değildir kendine sırtında hammâlın semer
Sürûrî
Tahammül mihnete ser-mâye-i emr-i taayyüştür
Olur nef’i füzûn bârı girân oldukça hammâlın
Sâmî (Arpaemînizade Vak’anüvis Mustafa Bey)

hamûl: Tahammüllü, sabırlı, dayanıklı (kimse).

Zaîf ü acz ile sıkl-i tekellüfâta hamûl
Zalûm ü cehl ile himl-i emânete hammâl
Şeyhi hamle: Ar. Saldırma, saldırış. c. hamelât.

Darb-ı tîğ-ı kadr-endâz-ı kazâ peygârı
Etti her hamlede düşmenlerini rû-be-kafâ
Nazîm (Yahya)
Eyledin bir hamlede berbâd milk-i düşmeni
Gerd-i rahşın gerçi kim sedd etti râh-ı sarsarı
Nef’î
Ölüm haberi gelmeden ecel yakamız almadan
Azrâil hamle kılmadan gel dosta gidelim gönül
Yunus Emre

hammâl: bk. haml.

hammâm: Ar. Hamam, banyo.

Kıldı ol serv seher nâz ile hammâma hırâm
Şem’-i ruhsârı ile oldu münevver hammâm
Fuzûlî
Hezâr zaf ile hammâma doğru azm ettim
Kemer-güsiste perâkende kûşe-i destâr
Nedim

hammâm-ı münevver: Aydınlık hamam.

Bâ-husûs böyle hammâm-ı münevver kim onun
Rûşenâ her mermer-i sâfî misâl-i mâh-tâb
Nedim

hammâr: bk. hamr.

hamr: Ar. Şarap, insanı sarhoş eden eskimiş üzüm şırası; içki.

Bir ayş ki mevkûf ola keyfiyyet-i hamra
Ayyâşına yuf hamrına hammârına hem yuf
Bağdatlı Ruhi
Bu işret-hâne-i fânîde hamr bî-humâr olmaz
Muallim Naci

hamr-ı aşk: Aşk şarabı.

Hamr-ı aşkı tâ ezel nûş eyleyen sekrân olur
Bahr-i safvet içre ol kalbi safâ-efşân olur
Âdile Sultan

hamr-ı bî-humâr: Baş ağrısı yapmayan şarap.

Bu işâret-hâne-i fânîde hamr-ı bî-humâr olmaz
Muallim Naci

hamr-ı hamrâ: Kırmızı şarap.

Sensiz mey sohbeti bana harâm olsun müdâm
Zehr-i hicrinle sararmak hamr-ı hamrâdan lezîz

enverî

hamr-ı mevt: Ölüm şarabı.

Mest eyler âdemîleri elbette hamr-ı mevt
Her kim gelir cihâna çeker sonra câm-ı fevt
Bâkî

hammâr: Şarap satıcı, hamr satıcı, meyhaneci.

Harâb-ı câm-ı aşkım nergis-i mestin bilir hâlim
Harâbât ehlinin ahvâlini hammâr olandan sor
Fuzûlî
Lâ-cerem bezm-i elestin meyine hammâr olan
Tâ ebed ayık değildir mest ü hayrân anladım
Ümmî Sinan
Ben ol Hızram ki zulmet-hâne-i hammârda sâkî
Benim ser-çeşme-ı Ab-ı Hayâtım bir hum olmuştur
behiştî

hamriyye: Şarap için söylenen kaside, manzume.

Okundukça hamriyyeler gâh gâh
Ederdik hum-ı bâde içreşinâh
Keçecizade İzzet Molla

hamrâ’: Ar. Humret’ten; kırmızı; çok kırmızı, kızıl.

Câm-veş kimdir bu bezm içre ciğer-hûn olmayan
Gonce-i gül-zârı seyret lâle-i hamrâya bak
Bâkî
Bâlâ-yı humda bâde-i hamrâ alev olup
Pür-âteş olsa mey-kede onagiremgibi
Behiştî
Kûşe-i mey-hânelerde câm-ı la’linşevkına
Bâde-i hamrâya düşmüştür niçe âvâreler
Şem’î
Çelebi

hams, hamse: Ar. 1. Beş. 2. mesnevî şeklinde yazılmış, beş kitaptan meydana gelmiş manzumeler.

Görmüş onu sonradan
Atâyî
Hamse yazıp etmiş iddiâyı
Atâyî (Nev’izade Atâullah)
Nizâmî
Hamsesiyle birpeleng-i kûh-ı nazm idi
Bugün beş beyt ile
Zâtî biz onun pençesin bulduk
Nef’î

hamse-i Âl-i Abâ: Ehl-ı Beyt’in hamsesi.

Hamse-ı Al-ı Abâ’nın başlasam ta’rîfine
Pençe-i hükm-i kazâ-yı
Lâ-yezâlidir sözüm
Yenişehirli Avni

hamûl: bk. haml.

hamûle: Ar. 1. Yük, gemi yükü.

Sen öyle bil ki cûşiş-i deryâ-yı ıztırâb
Cân-ı hamûle lenger-i kûh-i girân verir
Nedim

hâmûn: Far. Büyük sahra, düz ova.

Bezlini evvel bahârın kûha sor hâmûna sor
Mâl-i dünyâdan ne alıp gittiğin
Kârûna sor
Hayâlî Bey
Olan hem-vâre-tıynet ıztırâb etmez havâdisten
Ki hâmûn eylemez pâ-mâlî-i seylâbtan feryâd
Koca Râgıp Paşa
Ahterle döşenme sahn-ı hâmûn
Elmas çakıl taşından efzûn
Şeyh Galip
Biz hûn-ı beşer ser-mâye-i nasr u şecâ’attir
Sibâ’-ı deşt ü hâmûn kendi cinsinden şikâr etmez
Ziyâ Paşa

hâmûn-ı hilkat: Yaratılışın düz ovası.

Neden kâfî değildir halk için rehberliği aklın
Niçin hâmûn-ı hilkat kalmıyor güm-râhtan hâlî
İsmail Safa

hamûş: bk. hâmûş.

hâmûş, hamûş: Far. Susucu, susan. c. hâmûşân.

Eylesem mergûle-i zülfün görüp bir gulgule
Ey nice bülbülleri gül-şende hâmûş eyleyem
Hayâlî Bey
Olma mecliste ne pür-gû ne hâmûş
Vakt ile gâh zebân ol geh gûş
Nâbî
Fakr u rızâda hüsn-i sülûk-ı Muhammedî
Hâhiş-gerân-ı devleti hâmûş u lâl eyler
Nâilî

hâmûşân: Sessizler, susmuşlar. hâmûşân-ı edeb: Edebinden dolayı susanlar.

Siper-endâz-ı acze hasmı tîğ-ı hûn-feşân çekmez
Hâmûşân-ı edeb endîşe-i zahm-ı zebân çekmez
Köprülüzâde Esat Paşa

hâmûşî: Susmuşluk, sükût, sessizlik.

Cedel-kârâna hâmûşî gibi rengîn cevâb olmaz
Sükûtun merd-i dânâ hasmını ilzâm için saklar
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

hâmûşî-i edeb: Edep sessizliği.

Hâmûşî-i edeb ki güşâyiş-pezîr olur
Bir goncadır hadîka-i ahlâktan kopar
Nâilî
-ı Kadim (Mustafa)

hâmûşî-i emvât: Ölülerin susmuşluğu.

İkaz eder ekser bizi hâmûşî-i emvât
Bir makber olur nâkil tevbîh-i semâvât
abdülhak Hâmit

hamûş: Hâmûş’un hafifletilmişi.

Susan, susmuş, sessiz. c. hamûşân.

Birer ikişer bâde nûş eyledik
Leb-i bülbülânı hamûş eyledik
Keçecizade İzzet Molla
İ’tirâz eylerse bir nâdân
Ziyâ hâmûş olur
Çünkü bilmez kadr-i güftârın sühandân olmayan
Ziyâ Paşa
Bir mevsim-i bahâr yine geldin ki âlemin
Bülbül hamûş, havz tehî gül-istân harâb

hamûş-ı tahayyür: Hayrette kalmanın sessizliği.

Esrârfogamze-i sühan-efzâsı dûş olup
Hamûş-ı tahayyüre hasr oldu sohbetim
Esrar Dede

hamûşân: Sessizler, susmuşlar.

Dıhkı koysun zurefâ giryeden ursun dem kim
Oldu hem-bezm-i hamûşân o letâif kânı
Sürûrî

hamûşân-ı mahabbet: Muhabbet sessizleri.

Sühân-gûlar sühan-nâ-âşnâdır sırr-ı vahdette
Hamûşân-ı mahabbet söz verir mi akl-ıgûyâya
Esrar Dede

hamûş-âne: Sessizce.

Bâzen kocaman bir kelebektir ki müzehheb
Pervâz-ı hamûş-ânesi birlikte sürükler
Enzâr-ı temâşânızı
Tevfik Fikret
Var mı ilâcın etmeğe bir hâl ile hamûş
Olmaz müfîd herze-derây-ı makâle kâl
Koca Râgıp Paşa

hamyâze: Far. Esneme; uyuklama hâli.

Bir meclise geldik nemek-i sohbeti gitmiş
Hamyâzelemiş neş’esigermiyyetigitmiş
Nâbî
Gül gibi hurrem olup neşve vü âvâze ile
Bülbüle gonca kesel vermese hamyâze ile
Şeyhülislam Yahya
Nâle-i bîmâra döndü bülbülün âvâzesi
Pür-kesel âlem aceb mi goncanın hamyâzesi
Şeyhülislam Yahya

hamyâze-i âgûş: Kucak uykusu.

Bende hamyâze-i âgûş ü rakîb-i bed-reg
Sarılır gerdenine illet-i kuluncgibi
Nâbî

hamyâze-i azl: Azlin hamyazesi (nefret olunacak tavır).

Kimdir ol kim mey-i mansıbla olup şîrîn-kâm
Ona hamyâze-i azl olmaya âhir encâm
Nâbî

hamyâze-i hicrân: Ayrılık uykusu.

Alınmaz zevk-ı câm-ı vasl-ı bî-hamyâze-i hicrân
Alan firkat-keşândır lezzetin vakt-i mülâkâtın
Nâbî

hamyâze-i humâr: İçkiden sonraki esneme.

Hamyâze-i humâr bizi etti dil-şikest
Sâkî-i şîve-kâr ne âlemdedir aceb
İzzet
Ulvî Paşa

hamyâze-i sa’y: Çalışma yorgunluğu.

Kim ki hamyâze-i say’i çeker, elbet çü kemân
Tîr-i âmâli nişân-gâhına eyler mülhak
Şeyh Galip

hamyâze-keş: Esneyen, insan ruhunu sıkan. c. hamyâze-keşân.

Nice şemşîr o bir dil-ber-i uryândır kim
Oldu hamyâze-keş hasret-ipehlûsu niyâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)

hamyâze-keşân: Esneyenler.

Hamyâze-keşângurre-ı Şevvâli görünce Ümmîd edemem tevbede sâbit-kadem olmak
Nâbî

hamyâze-rîz: Esneme dağıtan.

Tarîk-ı aşktır pâ-deş-i mihnet-i saâdettir
bezm-i hâsta hamyâze-rîz olmak da işrettir
Nedim

hamza: Hz. Peygamberin amcası ve süt kardeşidir.

Hz. Hamza’nın
Müslüman olmasıyla
Müslümanlar çok kuvvetlendiler.

Bedir ve
Uhud gazalarına katıldı.

Uhud savaşında
“Vahşî” isimli bir bedevî tarafından şehit edildi.

Öldüğünde 57 yaşında idi.

Peygamberimiz ölümüne çok üzülde ve cenaze namazını kendisi kıldı.

Hem cefâdır hem safâ, Hamza’yı attı
Kâf’a
Aşk iledir
Mustafâ, devletlü nesnedir aşk
Yunus Emre

hân: Far. “okuyan, söyleyen” anlamlarıyla kelime sonuna gelerek birleşik kelimeler yapar. âferîn-hân: Aferin okuyan.

Aferîn-hân oldu âlem ol vezîr-i âkıle

beste-hân: Beste okuyan.

Beste-hânlık sana şâyeste değil
Silsilen onlarapeyveste değil
Sünbülzade Vehbi

ebced-hân: Ebcet okuyan.

Eb ü ceddiyle tefâhür eden ebced-hânın
Ehil olan redd ü kabûlüne verir mi ahkâm
Nef’î

es-salâ-hân-ı minâr: Minarede sela okuyan.

Câmi vasfında her satır beyânım çekti saf
Hâme-i ma’nî sarîrim es-salâ-hân-ı minâr
Nazîm (Yahya)

eyvâh-hân: Eyvah okuyan.

İfşâ-yı harf-i bâdeye dâ’ir cevâbı var
Mürg-i varak
Peren
Peren eyvâh-hân olur
Esrar Dede

gazel-hân: Gazel okuyan.

Kilâb-ı kûyun ile hem-sifâl olup hırıldaşmak
Varıp bezminde
Tahmâs’ın gazel-hân olmadan yeğdir
Bâkî
mehmidet-hân: Şükür ve hamd eden.

Mehmidet-hân sıfatı mihterîn ü gühterîn
Midhatinde pîr ü bernâ bî-inân-ı ihtiyâr
Nazîm (Yahya)
menâkıb-hân: Menakıp okuyan.

Ayet-i ruh-ı nûrun ol dem ki tertîl eylerim
Rûh-ı Dâvud’u menâkıb-hânı tebcîl eylerim
ali Ruhi
na’t-hân: Naat söyleyen.

na’t-hân-1 çemen: Yeşilliğin naat okuyucusu.

Dürler nisâr eder serine ebr-i nev-bahâr
Oldukça na’t-hân-ı çemen andelîbler
Nâbî
perî-hân: Büyücü, efsuncu, perileri davet eden.

Mücerreb nüsha-i eyyâm kim te’sîr hükmüyle
Cüvân-baht-ı meftûn perî-hân-ı temennâdır
Sabri-ı Şâkir
sebak-hân: Dersini okuyan.

sebak-hân-ı cefâ: Cefa dersini okuyan.

Sebak-hân-ı cefâdır şimdi ol şûh-ı sitem-güster
Hemân bî-hûde derdin ol cefâ-cûyâne söylersin
Sebkatî (Sultan I. Mahmut)
senâ-hân: Övgü yağdıran.

Eriştikçe seher-gâha münâcât eyle Allah’a
Devâm-ı devlet-i şâha duâ-gû-yı senâ-hân ol
Bâkî
sevâd-hân: Yazı okuyabilen, acemi.

Biziz
Nâilî
ol rû-siyâh-ı şerm ü haclet ki
Sevâd-nâme-i a’mâlimiz sehv ü hatâdır hep
Nâilî
şekve-hân: Şikâyet eden.

Gamzeler her bir bakışta kasd-ı cân eylerse de
Şekve-hân olmam o ebrûlar rızâ mihrâbıdır
Muallim Naci
varak-hân: Sayfa okuyan. varak-hân-ı mezâyâ-yı makâl: Söz meziyetlerinin sayfa okuyucu.

Ey varak-hân-ı mezâyâ-yı makâl
Sebak-âmûz-ı debistânı kemâl
Nâbî

hân: Far. 1. Yemek sofrası. 2. Taam, yemek.

Zîver-i hân iken evvel niam-ı gûnâ-gûn
Eyledi kesretini vahdete tebdîl eyyâm
Nâbî
Benzer mi onun der-gehi bâb-ı vüzerâya
Bir bir çekilir hân u simâtı fukarâya
Manastırlı
Nâilî
Rûh-ı ma’nî gıdâ-yı cânımdır
Feyz-i kudsî tıfl-hânımdır
Riyazî

hân-ı âfâk: Ufuklar sofrası.

Hân-ı âfâka keşîde niam-ı Hak
Nâbî
Sen dahi eyle tenâvül yürü bir yanından
Nâbî

hân-ı ârzû: İstek sofrası.

Zehr-âb-ı meskenet gibi bir ni’met isteriz
Kim hân-ı ârzûda hasûdu bulunmaya
Yenişehirli Avni

hân-ı bî-destûr: İzinsiz sofra.

Gönül teklîfsiz ol mest-i nâ-mestûra sunmazsın
Ezelden meşrebindir hân-ı bî-destûra sunmazsın
Nâbî

hân-ı cân-fezâ: Can bağışlayan sofra.

Yiyin, efendiler yiyin; bu hân-ı cân-fezâ sizin
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin
Tevfik Fikret

hân-ı cefâ: Cefa sofrası.

Sebak-hân-ı cefâdır şimdi ol şûh-ı sitem-güster
Hemân bî-hûde derdin ol cefâ-cûyâne söylersin
Sebkatî (Sultan I. Mahmut)

hân-ı ciğer: Ciğer sofrası.

Mihmân-ıgama hân-ı ciğer ver ısıcakla
Açtır bilirim onu o biryândan eder hazz
İbn-ı Kemal

hân-ı enbiyâ: Peygamberler sofrası.

Efsûs ömr-i telh-mezâkân-ı âleme
Cibrîl iken nevâle-keş-i hân-ı enbiyâ
Nâbî

hân-ı felek: Feleğin sofrası; dünya.

Nice ümmîd olunur hân-ı felekten in’âm
Ayda bir kerre görür mâh bile nân-ı temâm
Nâbî

hân-ı gam: Gam sofrası.

Çok yedik hân-ı gamın şükrünü bilmez değiliz
Bugünün yarını var böyle ne lâzım isrâf
İshak
Çelebi

hân-ı Halîlî: Hz. İbrahim (Halilullah)’in sofrası.

Şekkerî hân-ı Halîlîdurur onun deheni
Kanda kim olsa bile la’l nemek-dângötürür
Ahmet Paşa

hân-ı hayâl: Hayal sofrası.

Tabîatim bakalım hanginizle eğlenecek
Birer birer geçin ey güller hân-ı hayâlimden
Muallim Naci

hân-ı hüner: Hüner sofrası.

Okusun bu heft beyti dâstân-ı hân-ı hüner
Heft-hânı
Nâbîyâ fehm etmeden
Rüstem henüz
Nâbî

hân-ı hüsn: Güzellik sofrası.

Hân-ı hüsnünden geçip mihmân olaydım ey gözüm
Hey bir iki gün bu çarh-ı bî-karâr eğler beni
Âhî
Meh ne lâf eyler seninle hân-ı hüsn açmakta kim
Gezmedik kapı komaz bulunca bir nânı dürüst
nizamî

hân-ı ihsân: Bağış sofrası.

Doyulmaz hân-ı ihsâna kanâat gelmez insâna
Kerem gördükçe ey Bâkî gedâlardan recâ artar
Bâkî

hân-ı iltifât: İltifat sofrası.

Ey beni mahrûm eden bezm-i visâlinden müdâm
Gayrı hân-ı iltifâtı üzre mihmân eyleyen
Fuıûlî hân-ı inâyet: Yardım sofrası.

Rûze-dâr-ı gama sultânımdan hisse-i hân-ı inâyet geldi
Vakt-i iftârda şimden sonra şekkimiz kalmadı sâat geldi
Sâbit

hân-ı iştihâ: İştah sofrası.

Yiyin, efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin
Tevfik Fikret

hân-ı kanâat: Kanaat sofrası.

Ol bûse-i lebten ki ola renc ile hâsıl
Şîrîn-ter imiş bûs-ı leb-i hân-ı kanâat
Nâbî

hân-ı kerem: Cömertlik sofrası.

Külçe-i mihr ü mehi az göre bir mûr-ı zaîf
Sofra-i lûtfunıla âmm ola ger hân-ı kerem
Cem Sultan

hân-ı kudret: Kudret sofrası.

Nasîb-i pâkini al durma hân-ı kudretten
Helâl olur sana
Hakk’ın naîm ü lütfu bugün
Mehmet Akif

hân-ı mu’cizât: Mucizeler sofrası.

Kestin külîçe-i mehi tennûr-ı çarhta
Çün hân-ı mu’cizâtına germ oldu iştihâ
Şeyhî

hân-ı pür-nevâ: Çok ses çıkaran (feryad eden) sofra.

Yiyin, efendiler yiyin; bu hân-ı pür-nevâ sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin
Tevfik Fikret

hân-ı rahmet: Rahmet sofrası.

Diledi
Hamdî yaza vasf-ı hân-ı rahmetini
Zebân-ı hâme onun lezzetinden oldu dü-nîm
Hamdullah Hamdi

hân-ı sehâ: Cömertlik sofrası.

Ne şehtir ol ki değilken ubeydine muhtâc
Hemîşe hân-ı sehâsıyla bende-perverdir
Hamdullah Hamdi

hân-ı siyâset: Siyaset sofrası (cezalandırma sofrası)
Bulmazdı kahrın açmasa hân-ı siyâsetin “Hel min mezid” lokmasına dûzah iştihâ
Fuzûlî (“daha var mı?”)

hân-ı şehân: Şehler, padişahlar sofrası.

Zîver-i hân-ı şehân olmağa şâyân olamaz
Gendüm etmezse tecerrüd ser ü sâmânından
Nâbî

hân-ı ümîd: Ümit sofrası.

Tehî kaldı nevâl-i vasldan hân-ı ümîd ammâ
Velîkin mi’de-i dilden de renc-i imtilâ’gitti
Nâbî

hân-ı vasl: Kavuşma sofrası.

Dehân-ı yâri ne ki benden evvel eyler bûs
Vesâit evvel olur hân-ı vasla lezzet-çeş
Nâbî

hân-ı vefâ: Vefa sofrası.

Hukûk-ı hân-ı vefâyı bilmedi hayf
Zihî nemek-be-harâm ol kadar melâhetle
Nâbî

hân-ı visâl: Kavuşma sofrası.

İstedim hân-ı visâli kapısından baş açıp
Yürü dervîş yoluna kim vere Allah dedi
Hayalî Bey

hân-ı yağmâ: 1. Allah’ın nimetleri. 2. Yoksullara dağıtılan yemek. 3.

Tevfik Fikret
’in hicviyesi.

Veliyyü’l-nimet-i âlem desem haktır sözüm zîrâ
Simât-ı cûdu dünyâya çekilmiş hân-ı yağmâdır
Nef’î

hân-ı yağmâ-yı seher: Seherin yağma sofrası.

Dehân âlûde olmaz ni’metş-i elvân-ı âlemde
Dimâğ-ı dilde lezzet hân-ı yağmâ-yı seherdendir
Nâbî

hân-ı zî-safâ: Eğlence dolu sofra.

Yiyin, efendiler yiyin; bu hân-ı zî-safâ sizin
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin
Tevfik Fikret

hân-sâlâr: Sofra donatan.

Nev-bahâr-ı lûtfu bezl etse kerem nimetinden
Sath-ı sebze sahn-ı çînî ola hân-sâlâr gül
Necati Bey

hancer, hançer: Ar. Ucu sivri, şekli eğri bıçak.

Müjen kanım döküp gamzen alır cânım aceb sanma
İşitir dökse kan ok âdetidir alsa cân hancer
Fuzûlî
Âşıkın bağrında zehr-âlûd hançer olduğun
Kabrim üstüne gelen bilir giyâhımdan benim
Necati Bey
 şıkın kâmetini cevr ile kim dal etti
Şu duran dil-ber-i dal-hançere sor sorma bana
Enderunlu Vâsıf

hancer-i be-kef-i fitne: Fitnenin eli hançerlisi.

Gamzenden emîn olmak mümkün mü
Neşâtî veş
Hançer-i be-kef-i fitne mest-âne değil mi yâ
Neşatî

hançer-i bî-dâd: Zulüm hançeri.

Hançer-i bî-dâd ile her dem urur zahm üzre zahm
Hîç bir dem görmedim onmuş onulmamış gönlümü
Fuzûlî

hancer-i bürrân: Keskin hançer.

Ahd-i adlinde onun hancer-i bürrân görünür
Çeşm-i şîrinde âhû berenin müşgânı
Nedim

hancer-i cân: Can hançeri.

Mâh-ı nev mi hançer-i cân mı denir ebrûsuna
Ders-i aşkın işte müşkil mebhası burasıdır
Ziyâ Paşa

hancer-i dil-ber: Güzelin hançeri.

Cân atar karşı çıkar izzet eder ey Yahyâ
Hancer-i dil-ber ile bir sakınan cân olsa
Taşlıcalı Yahya Bey

hancer-i fânûs-ı hayâl: Hayal fanusunun hançeri.

Benzer felek ol hançer-i fânûs-ı hayâle
Kim nakş-ı temâsîli serîü’l-cereyân
Ziya Paşa

hancer-i gam: Gam hançeri.

Hancer-i gam bula cânı ışkının maktûlüne
Dirlik el yete ki senden hûn-behâ kılar heves
nizami

hancer-i gamze: Gamze (yan bakış) hançeri.

Saldı deryâya sabâ hançer-i gamzen vehmin
Ki çıkarmaya dahi gevher-i nâ-süfte sadef
Fuzûlî

hancer-i hâbîde: Uykuya dalmış hançer.

El-hazer gâfil bulunma hancer-i hâbîdeden
Güft ü gû-yı kâtildir dâim onun efsânesi
Şeyh Galip

hancer-i hicrân: Ayrılık hançeri.

Hasret ile kanlar akıtıp çeşm-i terinden
Ur hançer-i hicrânı dile göz göz olunca
Âdile
Sultan hancer-i hûn-rîz: Kan akıtan hançer.

Kişte-i hancer-i hûn-rîzin edersin seveni
Eygül-i bâğ-ı letâfet seven olsun mu seni
Vasfî

hancer-i işve: Naz hançeri.

Elinde hancer-i işve o bî-emân geçiyor
Gören zemîne düşüp kendiden hemân geçiyor
Râsih (Enderunî Balıkesirli Ahmet)

hancer-i perend: Perend cevherli hançer.

Kaçan sirişk-igüher-pâş berk-ı âh olurum
Ne hûnlar saçılır hançer-iperendimden
Esrar Dede

hancer-i Rüstem: Rüstem’in hançeri.

Deşne-i gamzesi yetmez mi ki bir demde urur
Dil-i mecrûhuma bin hançer-ı Rüstem şâne
Nef’î

hancer-i ser-tîz: Ucu sivri hançer.

Beni eğri çıkarmasın yanında hancer-i ser-tîz
Yüzüne sürmesin alıp bir avuç kanım ol hûn-rîz
Figânî

hancer-i tegâfül: Gaflet hançeri.

Geh hancer-i tegâfül ü geh nîze-i itâb
Ol mest-i nâz mest-i mey-i nahvet olmasın
Nedim-ı Kadim

hancer-i tîz: Keskin hançer.

Hadeng-i gamzelerin üzre dilde cân oynar
Bu lu’bı hançer-i tîz üzre cân-bâz edemez
Hamdullah Hamdi

hancer-i uryân: Çıplak hançer.

Gördüm elinde hancer-i uryânın ol mehin
Bir âb-ı saftır ki kemerden zuhûr eder
Nâbî

hancer-be-kef: Eli hançerli. hancer-i be-kef-i fitne: Fitnenin eli hançerlisi.

Gamzenden emîn olmak mümkin mi
Neşâtî veş
Hancer-be-kef-i fitne mest-âne değil mi yâ
Neşatî

handân: Far. Gülen, neşeli.

Zîver-igül-şen-i âgûş olur ahir o perî
Gülerek açılarak gül gibi handân olarak
Şeyh Galip
Gül-i handâna dönüp açsa dehân
Neşr-i nûr eyler idi ol dendân
Hakanî
Ağlardı içi olursa handân
Handeyile ederdi setr-i hicrân
Abdülhak Hâmit
Handânı haşre dek ma’mûr olup ol hüsrevin
Zât-ı pâki ile fahr ede izâm-ı dûdmân
Üsküdarlı Hakkı Bey

hande: Far. 1. Gülme, gülüş. 2. Açma, açılma, patlama.

Handesi idi tebessüm o gülün
Ya’nî sultân-gürûh-ı rusülün
Hakanî
Ağlardı içi olursa handân
Handeyile ederdi setr-i hicrân
Abdülhak Hâmit
Bu çehre miydi ki titrerdi karşısında zemîn
Bunun mu handesi âfâka tarh ederdi enîn
Mehmet Akif

hande-i bî-câ: Yersiz gülüş.

Revzen-i hâneyi sermâdagüşâd etmektir
Serd-i bezm-i edeb hande-i bî-câdandır
Sâmi hande-i bî-hûde: Faydasız gülüş.

Subha dek giryân olup çün âh-ı âteş-nâk eder
Şem’-i bezmin handesi hep hande-i bî-hûdedir
Rızayi hande-i dil-ber: Dilberin gülüşü.

Gel surâhî kulkulu zevkın
Hayâlî’den işit
Hande-i dil-ber safâsın âşık-ı mahzûna sor
Hayâlî Bey

hande-i derûn: Kalp açılması.

Küre ihlâl-i sükûd etmek için
Hande-i derûnu bekler fecrin
Cenap Şahabeddin hande-i dîrîne: Eski gülüş.

Nev-bahâr-ı gamına bülbülüz ol gonce-femin
Ararız hande-i dîrîneyi giryân olarak
Şeyh Galip

hande-i gâret-ger: Yağmacı gülüş.

Her sûda, evet, manzaranın hüsnüne sâil
Bir fâcirenin hande-i gâret-geri vardır
Abdülhak Hâmit

hande-i gül: Gülün gülüşü, açılışı.

Seyreder eşk-igül-âbı hande-i gül goncada
Âkıbet-bîn eyleyenler dîde-i irfânını
Nedim

hande-i haclet: Utanma gülüşü.

Hande-i hacletle ister ki ide def’-i infiâl
Goncagül-şende görüp gül yüzün olmuş münfa’il
İbni Kemâl

hande-i kebûd: Mavi gülüş.

Zekî nazarlarının hande-i kebûdiyle
Tenevvür eyleyen ecfânı sankipür-şu’leTevSk
Fikret hande-i ma’sûme: Masum gülüş.

Rûhumdan uçar rûhuna meshûr u girîzan
Bir hande-i ma’sûmesi bir tıfl-ıgarâmın
AhmetHâşim

hande-i nerm: Yumuşak gülüş.

Reftâr-ı germi hande-i nerm ile kıl ki tâ
Ömrüm geçe ferahla geçer çün şitâb işe
Nef’î

hande-i nezâket: Nazik gülüş.

İnanmıyor musun buna niçin tebessüm eyledin
Bayıldım âh o hande-i nezâketiştimâline
İsmail Safa

hande-i nîm-i leb-i dil-ber: Dilberin dudağındaki yarım gülüş.

Zuhûr-ı hande-i nîm-i leb-i dil-berdeki zevkı
Çekip peymâne-i âzârı mahmûr olmayan bilmez
Esrar Dede

hande-i nûr: Nur gülüşü.

Ne seher-pâre-i san’at ki ezelden mahmûr
Leb-i deryâda uçan bir ebedî hande-i nûr
Mehmet Akif

hande-i perîşân: Perişan gülüş.

Öyle bir hande-i perîşân ki
Mütevahhiş leb-i meserrettenTevfk
Fikret

hande-i subh: Sabah gülüşü; güneşin doğuşu.

Gün gurûb eyler iken sen doğarak bezmimize
Eyle pür-hande-i subh ağlayan akşamımızı
Süleyman Nazif

hande-i şârık: Doğan gülüş.

Şevâhikten kopan bir hande-i şârıkle zulmettiler
Perîşân bir bulut hâlinde titrerken bevâdîde
Tevfik Fikret

hande-i şîrîn: Tatlı gülüş.

Ol şeker-leb nice şûr-engîz ü türüş-ebrû ise
Telh-ayş olman ki geh geh hande-i şîrîni var
Ahmet Paşa

hande-i tıfl-âne: Çocukça gülüş.

Hande-i tıflâna bak girye-i pîrâna bak
Cilve-i seyrâna bak kâbil-i haşr oldu îd
Esrar Dede

hande-i zehrin: Zehirli gülüş.

Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn
Ey nâtıka-i acz ü elem, nazra-i nefrînTevük
Fikret

hande-ber-leb: Gülüşü dudağında (hemen gülmeye hazır).

Zâhir neye böyle ye’stir hep
Bâtın neden öyle hande-ber-leb
Abdülhak Hâmit

hande-meşhûn: Çok gülen, hep gülen.

Zarîf bir sözü, bir nev-şüküfte mazmûnu
Yerinden oynatır eyvân-ı hande-meşhûnu
Tevfik Fikret

hande-nikâb: Gülüş örtüsü.

Müteverrim bahâr-ı hande-nikâb
Bütün eşyâda ihtizâr-ı şebâb
Hüseyin Sîret

hande-nümâ: Gülen.

Güneş de şimdi açılmış ufukta hande-nümâ
Eder gibiydi uzaktan benimle istihzâ
Tevfik Fikret

hande-nümûn: Gülüş gösteren.

Sen o âlî darabân-ı kalb-i zemânsın ki şuûn
Hûn-ı hürriyet cisminle olur hande-nümûn
Kemalzâde Ekrem Bey

hande-per: Gülüş kanatlı.

Cândır sücûd eder sana her nahl-i hande-per
Eldir duâ eder sana her berg-i şâh-sâr
Kemalzâde Ekrem Bey

hande-rânlıcık: Gülmeye devam ettirmecilik.

Sâbûn-ı çirk-igamdır olşîve-nâklikler
Ma’cûn-ı renc-i dildir ol hande-rânlıcıklar
Nâbî

hande-rû (y): Güler yüzlü.

Hâtır-ı ahibbâyı teshîr etmenin âsân-teri
Bî-tekellüf bî-tasannu’ hande-rûluklardır
Nâbî
Hande-rûluk eser-i rahmettir
Türüş-rûluk sebeb-i nefrettir
Nâbî

hande-sâz: Gülen, gülücük yapan.

Hande-sâz olmadadır hâlime her dem a’dâ
Ah aceb n’olsagerek bu sitem nâ-ber-câ
Enderunlu Vâsıf

hande-zebân: Tatlı dilliler.

Mesned-ârâ-yı beyânımladır ma’nâyı
Eyledim hande-zebân rûy-ı hasûda ta’lîk
Nazîm (Yahya)

hande-zen: Gülen.

Baktım o cebhe-i seherin inkişâfına
Bir levha seyr eder gibi lâ-kayd ü hande-zen
Tevfik Fikret

hâne: Far. 1. Ev. 2. Bir şeyin bölündüğü, ayrıldığı kısımlardan her biri. 3. Kelime sonuna gelerek birleşik isimler yapar.

Yâd-ı lebinle câm-ı mey-i la’l-fâm için
Kûy-ı mugânıgeşt ederim hâne hâne ben
Bâkî
İki kasîd okumuştu ekâbir-i cer için
Onunla doldu yine şehr içinde her hâne
Nef’î
Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir
Elbette olur ev yıkanın hânesi vîrân
Ziya Paşa

hâne-i ağyâr: Başkalarının evi.

Hâne-i ağyârdan gayre tenezzül eylemez
Bir hümâdır ol perî ammâ ki süflî âşiyân
Üsküdarlı Hakkı Bey

hâne-i âyine: Ayna evi.

Oldu mimâr-ı hüner şâhid-i endîşem için
Böyle bir hâne-i âyîneye bünyâd-fgen
Nedim

hâne-i ber-dûş: Berduşun evi.

Hâne-i ber-dûş ile eğlendirme rûhun bir nefes
Gird-bâd-âsâ reh-i hâk-i teninden hâneyap
Beliğ hâne-i dil: Gönül evi.

Hayâl-işem’-i ruhsârın ko yansın hâne-i dilde
Perin ol şem’a yakıp şevk ile pervâneler dönsün
Bâkî
Hâne-i dil yapmak eyâ nüktedân
Kâ’be binâ eylemedir bî-gümân
Azeri
Çelebi (İbrahim)

hâne-i dîn: Din evi.

Zulm ederse yıkılır hâne-i dîn
Etmese bulmaz umûru temkîn
Nâbî

hâne-i dost: Dost evi.

Giderler hâne-i dosta kadar külfetsiz
Adile
Gedâ sûrette ma’nen şâhtır uşşâkı incitme
Âdile Sultan

hâne-i dünyâ: Dünya evi.

Olsa temkîni eğer şâmil ecsâd-ı latîf
Sadme-i sarsar olur hâne-i dünyâya temel
Kâzım Paşa

hâne-i evbâş: Ayak takımının evi.

Ayn-ı uşşâka cihân hâne-i evbâş gelir
Encüm-i çarh-ı felek dâne-i haşhâş gelir
Taşlıcalı Yahya Bey

hâne-i hammâr: Şarapçının evi, meyhane.

Cân râh-ı mahabbette bir bûy-ı safâ aldı
Ol râyihadan buldum ben hâne-i hammârı
Şeyhülislam Yahya

hâne-i harâb: Harap ev. Beyt-i dilini dâniş ile etmeyen âbâd
Ma’mûr sanır sadrını her hâne-i harâbın

Bir yanda yanan lânesi bin hâne-i harâbın
Bir yanda söner lem’ası milyonla şebâbın
Mehmet Akif

hâne-i hûrşîd: Güneşin evi.

Safâ-yı nûr-ı sabûhu bulan siyeh-mestin
Gözüne hâne-i hûrşîd bir harâbe gelir
Şeyh Galip

hâne-i kalb: Kalp evi.

Günde sad hâne-i kalbi ede târâc hele
Nigehi çeşmine ser-mâye-dih-i zûr olsun
Nâbî

hâne-i külhân: Külhan evi.

Lezzet-i sûziş ile hîme-i nâ-sûhteye
Terbiyet-hâne-i külhânda eder gül hande
Nâbî

hâne-i maksûd: Kastedilen ev.

Ne yâr-i gârî-i tâli ne izz ü câh yapar
Yaparsa hâne-i maksûdunu
İlâh yapar
Aziz (Subhizade)

hâne-i ma’rifet: Mafiret evi.

Hâne-i ma’rifet çûb-ı ciğer-veş
İzzet
Garazı
Arnavudun dûşuna tahmîl gibi
Keçecizade İzzet Molla

hâne-i nâ-pâk: Temiz olmayan ev.

Ayîne-i idrâkini pâk eyler sivâdan
Sultân mı gelir hâne-i nâ-pâke, hicâb et
Nâbî

hâne-i nekbet: Bahtsızlık evi.

Der nazar eyleyen ey zâhid-i gamgîn kaşına
Hâne-i nekbetinin tâkı yıkılmış başına
Behişti

hâne-i rind: Rint evi.

Hâne-i rindi yıkar âb-ı tarab
Muallim Naci

hâne-i sâmân: Zenginlik evi.

Korkarım bir gün eder hâne-i sâmânı harâb
Eğer etmezse telâfisini ol fahr-i kirâm
Nâbî

hâne-i tahyîl: Hayal edilen ev.

Cûş-ı hayretten tecellî hâne-i tahyîlde
Lâl olur dil-i bînât-ı hüsnünü tertîlde
Muallim Naci

hâne-i tecrîd: Soyunma evi. (Maddiyattan kurtuluş yeri.).

Ger mey-kedede buldunsa yâr visâlin
Geç bu kamudan hâne-i tecrîd binâ et
Ahmet Paşa

hâne-i temkin: Tedbir evi.

Ademin hâne-i temkînin edermiş vîrân
İ’tibârât-ı keder-hîz ü gam-engîzi liâm
Nâbî

hâne-i ten: Vücut.

İncinmez idim çıktığına hâne-i tenden
Cân olsa eğer nâvek-i cânân ile hem-râh
Şeyhülislam Yahya

hâne-i vîrân: Yıkık ev.

Komasa genc-i gamı gayrı mahalde ne ola aşk
Dil-ı Cevrî gibi bir hâne-i vîrâne bilir
Cevrî (İbrahim Çelebi)

hâne-i vuslat: Kavuşma evi.

Afet-i firkatten olmaz hâne-i vuslat tehî
Bülbül onun için nihâl-i gülde yapmaz lâneyi
Esat
Muhlis Paşa

hâne-i zahm-ı dil: Yaralı gönül evi.

Zahm-ı bâtın yine bâtından olur vâye-pezîr
Giremez hâne-i zahm-ı dile merhem küstâh
Nâbî

hâne-i zenbûr: Arının evi.

Hem dîdeye hem mi’deye hem kîseye lâzım
Kaldı gözümüz hâne-i zenbûr-ı aselde
Nâbî

hâne-i zencîr: Zincir evi.

Hâne-i âyînede
Leylâ’yı çoktur seyreden
Sen gönül
Mecnûn’u seyret hâne-i zencîrde
Nedim

hâne-i zühd: Sofuluk evi.

Bâkî’yâ bozsa aceb mi hâne-i zühdü şerâb
Çün esâsından yıkar erişse bir dîvâre su
Bâkî

hâne-be-dûşân: Evi omuzunda olanlar; evsiz barkısızlar. hâne-be-dûşân-ı kûy-i gam: Gam köyünün evsiz barksızları.

Kanda konardı hâne-be-dûşân-ı kûy-ı gam
Vakfetmemiş ribâtı harâbâtı
Cem abes
Nâbî

hâne-ber-dûş: “Evi omuzunda”; yersiz, yurtsuz, serseri.

Alemin zevkın gedâ eylermiş el-hakk dünyede
Ol safâyı hâne-ber-dûş olmayınca bilmedim
Fehim (Hoca Süleyman)

hâne-ber-dûş-ı cihân: Cihanın yurtsuz barksızı.

Hâne-ber-dûş-ı cihânız evi sattık da yedik
Şimdilik her gece bir yerde misâfir oluruz
Sürûrî
Hâne-ber-dûş-ı cihânız, evi sattık da yedik
Şimdi bir külbe-i vîrân umarız ukbâda

hâne-ber-endâz: Ev yıkıcı.

hâne-ber-endâz-ı ferâğ: Ev yıkıcılıktan
vazgeçme.

Gidilir zevrak-ı işretle çemenden çemene
Cûş-ı mey hâne-ber-endâz-ı ferâğ oldu yine
Vecdî

hâne-gerd: Ev dolaşan.

hâne-gerd-i uşşâk: Aşıkların ev dolaşanı.

Girer mi dest-i dili hâne-gerd-i uşşâka
Sevâd-ıgîsû-yı cânânede şiken dediğin
Nâbî

hâne-gî: Evdeki, evde bulunanlardan; evcil.

Hâne-gî bir tavuğum vardır efendim tepeli
Gören âdem sanır olsaydı eğer iki eli
Tırsî
Bana hîç nefs-i emmâremgibi sû’-i karîn olmaz
Bu düzd-i hâne-gînin kimse şerrinden emîn olmaz
Hâmî (Hâmî-ı Amidî)

hâne-harâb: Evi yıkılmış. Beyt-i dilini dâniş ile etmeyen âbâd
Ma’mûr sanır sadrını her hâne-harâbın
Muallim Naci

hâne-nişîn: Evde oturan. c. hâne-nişîn.

hâne-nişînân: Evde oturanlar.

Makberleri mahv eylemesegerdiş-i devrân
Bir ev yapacak yer bulamaz hâne-nişînân
Kemalzâde Ekrem Bey
-hâne: Far. Kelime sonlarına gelerek “ev” anlamıyla birleşik kelimeler yapar. adâlet-hâne: Adalet evi.

adâlet-hâne-i hikmet: Bilgeliğin adalet evi.

Verip hakk-ı sarîhin kabz u bast u mahv u isbâtın
Adâlet-hâne-i hikmette etmiş cümlesin ırza
Nâbî
âteş-hâne: Ateş evi.

Mecusi tapınağı.

âteş-hâne-i sad: Yüz ateş evi.

Düşerse nâ-gehân bir katre-i berfi bu sermânın
Ger âteş-hâne-i sad sâle-i kibr ü mugân üzre
Ziya Paşa
berk-hâne: Şimşek evi.

berk-hâne-i sûz: Yakıcı şimşek evi.

Bîm kahrın cân u mâl hasma berk-hâne-i sûz
Lûtf-ı tab’ın lâle-zâr milke ebr-i dürfşân
Fuzûlî
büt-hâne: Put evi.

büt-hâne-i hüsn: Güzelliğin put evi.

Büt-hâne-i hüsnünde hat zülfü eder tefsîr
İncîlyazar künc-i kamâmede
Yohannâ
Esrar Dede

devlet-hâne: Devlet evi. devlet-hâne-i erbâb-ı ikbâl: Talihli kimselerin devlet kapısı.

Hudâ dîvâr-ı devlet-hâne-i erbâb-ı ikbâli
Gehî bir lâne-i güncişk-i bî-ârâm için saklar
Râzî

dîvân-hâne: Toplantı yeri.

dîvân-hâne-i kısmet: Kısmetin toplandığı
yer.

Budur atiyye-i dîvân-hâne-i kısmet
Gehîpalâs-ı kühengâhî hil’at-i samûr
Nâbî

genc-hâne: Hazinenin saklandığı yer. genc-hâne-i güher-i gayb: Bilinmeyen
cevherin saklandığı yer.

Çün genc-hâne-i güher-i gaybtır dilin
Mâl u menâl-ı âleme meyletmesen ne ola
Lamiî Çelebi

hum-hâne: Meyhane.

Yâ Rab olayım bende-i dîvân-ı mahabbet
İrgür beni hum-hâneye hayrân-ı mahabbet
adile Sultan (irgür: ulaştır!)

ibâdet-hâne: İbadet yeri. ibâdet-hâne-ı İslâmiyân: İslamların ibadethanesi.

Gönül sâf olsa sevdâ-yı cihândan pâk olur zîrâ
İbâdet-hâne-ı İslâmiyânda büt-perest olmaz
Beliğ (Bursalı İsmail).

işâret-hâne: İşaret edilen ev. mec. dünya.

işâret-hâne-i fânî: Geçici dünya.

Bu işâret-hâne-i fânîde hamr-ı bî-humâr olmaz
Muallim Naci

kahve-hâne: Kahve evi.

Zu’munca sühan-ver-i zemâne
Seccâde-nişîn-i kahve-hâne
Şeyh Galip

kâr-hâne: 1. İş görülen yer, fabrika. 2. Fâhişelerin bulunduğu ev. (kerihhane)
Kâr-hâne gezerek ol mekkâr
Oldu bir hâne-be-dûş-ı bî-kâr
Sünbülzade Vehbi
mehter-hâne: Mehter çalınan yer.

mehter-hâne-i çarh: Feleğin mehterhanesi.

Dem-i sûr-nâ sadâ salmış bu mehter-hâne-i çarha
Döğülür kûslar güm güm kurulmuş taht-ı sultânî
Hayâlî Bey
mey-hâne: İçki içilen yer.

Gehî mey-hâne yolunda gehî mesciddedir
Ahî
Harâb-ı mest-i ışk olmuş yürür geh doğru gâh eğri
ahî
mihnet-hâne: Sıkıntı evi; dünya.

Bunca derd ü mihnete katlandığım ayâ neden
Terk-i cân etsem de kurtulsam şu mihnet-hâneden
Sultan
Abdülaziz
mînâ-hâne: Mine evi. mînâ-hâne-i çerh-i muallâ: Yüce feleğin mineli, billur evi.

Dil-i şeydâsına seng-i cünûnu attı derd ehli
Sakınsınlar bu mînâ-hâne-i çerh-i muallâyı
Hâletî (Azmizade)
nihân-hâne: Gizlenme yeri. nihân-hâne-i pâyân-ı kâr: İşin varılacağı
son saklanma evi.

Sülûk-ı mahvımızı hârice çıkarmayarak
Nihân-hâne-i pâyân-ı kâra dek gideriz
Esrar Dede
ni’met-hâne: Nimet evi.

Bu ni’met-hâne-i hikmette aceb hâlettir
Biri sultân-ı cihân biri gedâ-yı bî-zâd
Nâbî
rasad-hâne: Gözetleme evi.

rasad-hâne-i dünyâ: Dünya gözlem evi. rasad-hâne-i dünyâ, o
Semerkand bile.

Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle
Mehmet Akif
sanem-hâne: Put evi. sanem-hâne-i aşk-ı ezel: Ezelî aşkın put evi.

Turfa kıssîs-i sanem-hâne-i aşk-ı ezeliz
Bâng-ı Hakkı fem-i nâkustan ısgâ ederiz
Üsküdarlı Hakkı Bey
şifâ-hâne: Şifa evi.

Nâilî
nahvet ü câh ehli muammer olmaz
Kimse zehri bu şifâ-hânede tiryâk edemez
Nâilî
tarab-hâne: Eğlence yeri.

tarab-hâne-i feyz: Feyzin eğlence yeri.

Ben o
Cemşîd-i tarab-hâne-i feyzim ki müdâm
Hüsrevânî hum ile nûş ederim sahbâyı
Nef’î
tasavvur-hâne: Düşünce evi.

tasavvur-hâne-i fikret: Düşüncenin hayal

evi.

Tasavvur-hâne-i fikrette kesb-i incimâd eyler
Heyülâ-yı maânî bulmadan sûret beyân üzre
Ziyâ Paşa
tecellî-hâne: Görüntü yeri.

Cûş-ı hayretten tecellî-hâne-i tahyîlde
Lâl olur dil-i bî-tâb-ı hüsnünü tertîlde
Muallim Naci
terbiyet-hâne: Terbiye evi.

terbiyet-hâne-i külhân: Külhanın terbiye

evi.

Lezzet-i sûziş ile hîme-i nâ-sûhteye
Terbiyet-hâne-i külhânda eder gül hande
Nâbî
tıb-hâne: Tıp evi.

Her nefs mey-i mevti tadar illet-i merge
Tıb-hâne-i âlemde devâ bulmadı
Lokmân
Muallim Naci
ziyâfet-hâne: Ziyafet yeri.

ziyâfet-hâne-i cûd: Cömertliğin ziyafet evi.

Gedâ-yı bî-nevâyem bî-tekellüf gark-ı ni’met kıl
Ziyâfet-hâne-i cûdunda mihmân eyle sultânım
cinânî
zulmet-hâne: Zulmet evi.

zulmet-hâne-i hammâr: Meyhanenin karanlık yeri.

Ben ol Hızram ki zulmet-hâne-i hammârda sâkî
Benim ser-çeşme-ı Ab-ı Hayâtım bir hum olmuştur
behiştî

hânende: Far. Okuyucu; şarkı söyleyen.

Misâl-i bülbül ü şeydâ olup hânendeler gûyâ
Okunsun fasl-ı şevk-efzâ tutup âfâk-ı dünyâyı
Enderunlu Vâsıf

hânende-i gül-istân: Gül bahçesinin okuyucusu.

Lübb ile kışrın eder farkını iş’âra
Hakîm
Dürr ü sübha def’-i hânendeye zînet sadefin
Nâbî
Hânende-i gül-istân idin sen
Vecd-âver-i âşıkân idin sen
Muallim Naci

hânis: Ar. Ettiği yemini yerine getirmeyen.

Hak insâf budur nefy-i nazîrinde senin
Hânis olmam eğer etsem dahi tekrîr-i kasem
Nâbî

hân-kâh; hân-gâh: Ar. Tekke, dergâh. Far. hân-gâh
Ne rind-i bâde-keşiz
Nâilî
ne zâhid-i huşk
Bize ne mey-kede ne hân-gâh lâzımdır
Nâilî
Meş’aleler yandı derûn u bîrûn
Nâr-ı tecellî olup ol hân-gâh
Şeyh Galip
Sürûd-ı nevha-i şevkındır ancak
Eden lebrîz deyr ü hân-kâhı
Recaizade Ekrem hân-geh-i âlem-i hayret: Hayret âleminin tekkesi.

Bâkî’yâ hân-geh-i âlem-i hayrette hemân
Hergelen kimse bu esrâr ile hayrân ancak
Bâkî

hân-kâh-ı aşk: Aşkın tekkesi.

Hân-kâh-ı aşka kulluk eyleyen merdânlar
Alemin sultânlığından kurtulup âzâd olur
Dukakinzâde Ahmet hân-kâh-ı dil: Gönül tekkesi.

Bir civân-ı nâzenînin sûz u sâz-ı aşkıdır
Hân-kâh-ı dilde hergün raks-ı devrân eyleyen
Esrar Dede

hân-kâh-ı sîne: Gönül tekkesi.

Sanma ben ettim bu feryâd u figânı hod-be-hod
Hân-kâh-ı sînede aşk-ı fakîrân etti cûş
Esrar Dede

hânmân, hânümân: Far. Evbark, ocak.

İşbu dünyâya gelenler bir dem eğlenmediler
Hânümânın döktü gitti yağıdan kaçmış gibi
Âşık Paşa
(yağı: düşman)
Milk-i tecrîddir ferâğat evi
Terk-i mâl eyle hânmândangeç
Fuzûlî
Bugün bir yemyeşil vâdî, yarın bir kıpkızıl gül-şen
Gezersin hânümânın şen, için şen, kâinâtın şen-
Mehmet Akif

hânmân-ı neş’e: Neşe ocağı.

Nev-be-nev her câmda mest-i harâb-ı şevk olup
Hânmân-ı neş’eden âvâre bir ben bir habâb
Esrar Dede

hannâs: Ar. şeytan.

Uydun irşâdına nefsin sen meğer hannâs-ıla
Aleme rahmet kılan
Rahmân’dan oldun bî-haber
ümmi Sinan

hanzal: Ar. Ebucehil karpuzu denilen bitki ki bazı hastalıklara faydalıdır. c. hanâzıl.

Giderdi telhî-i kahrın fesâd tuğyânın
Kılar mazarrat-ı balgam izâlesin hanzal
Fuzûlî
Olsa eltâfınla ger nefs-i nebâtî şehd-kâm
İktibâs eylerdi hanzal lezzet-i gül-şekkeri
Nedim

hâr: Çlf) Far. Diken.

Ol nihâl-i gül-şen-i devlet ki şâh-ı gül gibi
Lûtf u kahrından verir ahbâbagül, a’dâya hâr
Fuzûlî
Bülbül ne aceb terk-i vatan eyledi şimdi
İklîm-i çemen yoksa gene hâre mi kaldı
Ahmet
Rasim
Yâr için ağyâre minnet ettiğim ayb eyleme
Bâğbân bir gül için bin hâra hizmetkâr olur
Fıtnat
Hanım

hâr-ı aşk: Aşk dikeni.

Ol lebi gonca nigâra bülbül edelden beni
Kıldı cümle âlemi bu gözlerime hâr-ı aşk
Muradî (Sultan III. Murat)

hâr-ı cefâ: Cefa dikeni.

Hâr-ı cefâda bağrını kan etti bülbülün
Ey boyu serv ey yüzü gül-zâr kaçmagel
Ahmet Paşa

hâr-ı cevr: Eziyet dikeni.

Hâr-ı cevrinden yüzüne karşı inlersem ne tan
Var mı bir gül kim onun bir bülbül-i nâlânı yok
Âhî

hâr-ı elem: Elem dikeni.

Güller gamınla hâr-ı elem oldu çeşmime
Gül-zâr-ı dehr külhân-ıgam oldu çeşmme
Ziya Paşa

hâr-ı firâk: Ayrılık dikeni.

Hâr-ı firâkı nişîni nûş eyleyip cân bülbülü
Her dem hezârân gam çeker ol ârız-ıgül-reng için
nizami

hâr-ı firkat: Ayrılık dikeni.

Hâr-ı firkatle
Neşâtîi hazînin vâ hayf
Dâmen-i ülfeti çâk oldu girîbânı bile
Neşatî

hâr-ı gam: Üzüntü dikeni.

Hâr-ı gamdan
Lâmi’î zâr olsa bülbül-veş ne gam
Kana gark ettin yaşımdan ey gül-i hod-rû beni
Lamiî Çelebi

hâr-ı huşk: Kuru diken.

Belâ zımnında râhat olduğun izhâr eder halka
Felek bî-hûde hâr-ı huşktan gül-berg-i ter vermez
Fuzûlî

hâr-ı mugaylân: ‘Mugaylân’ isimli dikenli ağacın dikeni.

Olur rüsvây subh-ı mahşer ol kim şâm-ıgaflette
Bu bâğın gül sanıp hâr-ı mugaylânını devşirmiş
Nâilî

hâr-ı müje: Kirpik dikeni.

Gözümde mesken et hâr-ı müjemden ihtirâz etme
Gül-i handâna her dem hâra yâr olmak zarar vermez
Fuzûlî

hâr-ı vefâ: Vefa dikeni.

Sen gülün yâd eyleyip hâr-ı vefâ vü mihnetin
Andelîb-âsâ kılıp feryâd u efgân ağladım
Lamiî Çelebi

hâr u has: Çörçop, ot kırıntısı.

Mesken ey bülbül sana geh şâh-ı güldür geh kafes
Nice âşıkın ki âhından tutuşmaz hâr u has
Fuzûlî
Bu fenâ gül-şeninin hâr u hasından göçerip
Kurdular bâr-gehin ravza-ı Rıdvân üzre
Bâkî
Ateş içre cilve etmek şîve-i pervânedir
Sen var ey bülbül çemende hâr u hastan hâne yap
beliğ

hâr-çîde: Diken toplayan.

Ol gonceden dermedeyiz gayrı
Rûhiyâ
Bu gül-şen-i zemânede biz hâr-çîdeyiz
Bağdatlı Ruhi

hâr-istân: Dikeni çok olan yer, dikenlik.

Gonca-i tab’-ı latîfinden alırsa nükhet
Gül-şen-i cennet-i a’lâya döner hâr-istân
Şinasi
Yok dikensiz bir gül ammâ var gülsüz çok diken
Bâğ-bân bilmem neden vermez su hâr-istânın
Halil
Nihat
Böztepe

hâr-istân-ı dehr: Dünyanın dikenlik yeri.

Niceleri bu menzili cây-ı ikâmet sandılar
İşbu hâr-istân-ı dehri bâğ-ı cennet sandılar
Nuri

hâr-istân-ı ışk: Aşkın dikenlik yolu.

Kış erişti câme-hâb olmak için derd ehline
Pister-i sincâbtır her gece hâr-istân-ı ışk
Enverî

hâr: Far. “yiyen, yiyici” anlamına gelen birleşik sıfatlar yapar. bâde-hâr: İçki içen.

Hum-ı felek gibi bir gün olur bu kûçe tehî
Ne pîr-i bâde-fürûş vü ne de bâde-hâr kalır
Nâilî
bâz-hâr: Kuş yiyen.

Güncişk-i zârı bâşe-i perrân helâk eder
Eyler tezerviyi pençe-i gadrinde bâz-hâr
Ziyâ Paşa
ciğer-hâr: Ciğer yiyen.

İç mey-i nâb ki bağrından eder cümle kebâb
Ateş-i ışk ile uşşâk-ı ciğer-hâr sana
Fuzûlî

gam-hâr: Gam yiyen.

Benim jçin kimse gam yer yok dil-i gam-hârdan gayri
Döner yok üstüme bu çarh-ı kec-reftârdangayri

kudsî

gûn-hâr: Kan içen.

Sana yetti ecel peymânesin nûş etmeye nevbet
Hevâ-yı çeşm-i mest ü gamze-i hûn-hâr yetmez mi
Fuzûlî

herze-hâr: Saçmasapan konuşan.

herze-hâr-ı menhûs: Uğursuz saçmasapan konuşan.

Tiryâkî-i herze-hâr-ı menhûs
Ateşler içinde pîr-i kaknûs
Şeyh Galip

lâşe-hâr: Leş yiyen.

Tuyûr-ı lâşe-hâre ki salar bir nazra-i tehdîd
Sehâba yalvarır, ağlar, güler, bir şey eder ümîd
Abdülhak Hâmit

latme-hâr: Tokat yiyen. c. latme-hârân.

latme-hârân: Tokat yiyenler.

latme-hârân-ı cefâ: Eza ve cefa tokadını
yiyenler.

Latme-hârân-ı cefâ vîrâneden vîrâneye
Bahtiyârân-ı safâ kâşâneden kâşâneye
Ziya (Adanalı)

lây-hâr: Şarap tortusu içen; ayyaş.

Mest-i harâbâtî-i nâ-hûş-yâr
Nâmı onun
Külhânî-ı Lây-hâr
Nâbî

leked-hâr: Tekme yiyen.

Gubâr-âsâ beni böyle leket-hâr ettiği çerhin
Nigâh-ı itbâr-ı yârda hâr olduğumdandır
Nâbî
mey-hâr: İçki içen.

Zikr-i na’tin derdini dermân bilir ehl-i hatâ
Öyle kim def-i humâr için içer mey-hâre su
Fuzûlî
mîrâs-hâr: Miras yiyen, mirasyedi.

Ne denlü saklasan ey köhne pîr-i nâ-bâlig
Tecemmülün yine mîrâs-hâra değmez mi
Nâilî
ribâ-hâr: Yüksek faizle para işleten, tefeci.

Nâ-dânlık ile zehr yiyip şişti ribâ-hâr
Sen sanma
Behiştî

ki harâm onu semrdir
Behiştî
rîze-hâr-ı mam: Nimetleri parça parça yiyen.

Bûse-gâh-ı kademi küngüre-i arş-ı azîm
Rîze-hâr-ı niamı dâire-i seb’-işidâd
Nâbî
şarâb-hâr: Şarap içen.

Yeğdir şu kasrdan ki ola onun sonu harâb
Rind-işarâb-hâreye câm içre bir habâb
Hayâlî Bey
şikem-hâr: İşkembe yiyen. c. şikemhârân.

şikem-hârân-ı âlem: Âlemin işkembecileri.

Eğer hâk-i siyeh bast eylemezse hân-ı ihsânı
Olur kâr-ı şikem-hârân-ı âlem âh u vâveylâ
Nâbî
zahm-hâr: Yaralı, yaralanmış.

Ne denlü zahm-hâr-ı hâr ise gül bâğ-ı âlemde
Yine mânend-i dâg-ı sîne handân gösterir kendin
Nâbî

hâr: Çlf) Far. Hor, hakir, zelil.

Dimezem dahi sana âşıkım ey gül zîrâ
Sana âşıklığım izhâr edeli hâr olurum
Fuzûlî
Şâh-ı şehân âlemi hâr u kakîr eder
Lutfu gedâya saltanat-ı câvidân verir
Nef’î
Bugubâr-ı kadem-ı Al-ı Abâ
Mûrdan hârdır el-hakk ammâ
Hakanî

hâr u hakîr: Hor ve bayağı.

Şânı şehân âlemi hâr u hakîr eder
Lûtfu gedâya saltanat-ı câvidân verir
Nef’î

har: (f) Far. Eşek.

Hem eder ta’ne hem olur ser-cünbân
Düşmâna har mı desem ya büz-ı Ahfeş mi desem
Münif
Bir ehl-i kemâl eliyle heyhât
Bir har ola dâhil harâbât
Namık Kemâl
Sen yine eski har vü eski palan
Kaçan adam olacaksın be hayvân
Kânî (Ebubekir)
Dehri arasan binde bir âdem bulamazsın
Adem görünen harları âdem mi sanırsın
Ziyâ Paşa

har-ı lâ-yefhem: Anlayışsız eşek.

Mehcûr-ı Adn-i maksad olur âdemim diyen
Dünyâda kâm alır har-ı lâ-yefhemim diyen
Faik (Manastırlı Salih)

har-be-güsiste-i inân: Yuları boş bırakılmış eşek. mec. serseri.

Taklîd ile seccâde-nişîn olmuş oturmuş
Tahkîkde ammâ har-be-güsiste-i inândır
Ruhi

har-bende: Seyis, hayvan bakıcısı.

Bana da bahs-i mübâhât ile at tut derdi
Olsa har-bende kadar bende de sa’d-i eyyâm
Yenişehirli Avni

har-gele: Eşek sürüsü, başıboş gezen hayvan sürüsü. (Anadolu’da „hergele-ci“ şeklinde kullanılır.)

har-gûş: Eşek kulaklı, tavşan.

Har-gûşgibi gözü açık uykuya varmış
Ermezse ne tan devlet-i bîdâra benefşe
Necati Bey

har-meniş: Eşek tabiatlı.

Etmiş sıla derdi ile
Yahyâ
Bir har-menişi
Mesîha hemtâ
Ziyâ Paşa

har-meşrebân: Eşek huylular.

Külâh u hırka ile bir alay har-meşrebân gördüm
Helâk-ı hayf hayf oldum elimden irâdetim gitti
Esrar Dede

har-mühre: Katır boncuğu denilen ufak deniz böcekleri kabuğu ki ekseriya yük hayvanlarına takılan başlıkların yanlarına dikilir.

Lîk har-mühre kadar kıymetini bilmezler
Nef’î

har-nijâd’: Eşek huylu.

Eder bir har nijâdı şeh-süvâr-ı âlem-i ikbâl
Yıkar görse beni bir esb-i be-güsiste inân üzre
Ziya Paşa

har-tab’: Eşek tabiatlı.

Kûyuna gayrıları çekme rakîb-i har-tab’
Seyl-i eşkimle döner kadd-i dü-tâ dolâba
Bâkî

hâr: Ar. Yıkılmış, yıkık, harabe.

Bir örtü dizlerinde bu ma’lûl-i derd-iyâr
Hâr u şikeste müntakil-i hufre-i heder
Tevfik Fikret

hâr u hâk-sâr: Toprakla bir, yıkılmış.

İhânetimde nedir bilmezem murâdın kim
Azîz-i âlem iken hâr u hâk-sâr ettin
Fuzûlî

hârâ, hâre: (ojlfJjlf) Far. 1. Çok sert taş, mermer. 2. Üzeri menevişli kumaş.

Ümîdim bu vefâdan ola gönlünde eser peydâ
Hudâ kâdirdir eyler seng-i hârâdan güher peydâ
Hüdayî (Müezzin)
Nûr-ı mevvâc mâni mi sözümde berk uran
Ya libâsı nazmımın bir âteşîn hârâ mıdır
Nef’î
Kılmak için tâze gül-zâr nübüvvet revnakın
Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hârâ su
Fuzûlî
Gümüş renginde bir dîbâ biçmiş
Cedvel-ı Sîmîn
Velâkin hâre gibi mevci var şeffâf u nûrânî
Nedim

harâb: Ar. 1. Viran, perişan, yıkık. 2. Sarhoş, geçgin. c. harâbât.

Dilâ cihânı sirişkimle pür şarâb ettin
Behey harâb olası âlemi harâb ettin
Nâbî
Gam-ı humâr ile sâkî pür-ıztırâb oldum
Behey harâb olası gel yetiş harâb oldum
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
Beni öldürmede oğlum bu harâb ıssızlık
Hangi vîrâneyi eşsen kopuyor bin çığlık
Mehmet Akif

harâb-ı aşk: Aşk sarhoşluğu.

Ey bâde-i hevesten olan neşve-yâb-ı aşk
Ser-kûçe-i ümîdde mest-i harâb-ı aşk
Nâilî

harâb-ı bâde: Şarap sarhoşluğu.

Dürd-veş ser-geşte-i câm ü harâb-ı bâde(y)em
İtibârım yok ayak toprağı bir üftâde(y)em
Fuzûlî

harâb-ı câm-ı aşk: Aşk kadehinin harabı.

Harâb-ı câm-ı aşkım nergis-i mestin bilir hâlim
Harâbât ehlinin ahvâlini hammâr olandan sor
Fuzûlî

harâb-ı gaflet: Gaflet sarhoşluğu.

Bir câm-ı vâj-gûn ile çarh-ı desîse-kâr
Mest-i harâb-ı gaflet eder ehl-i devleti
Nâbî

harâb-ı gam: Gam yıkıntısı.

Biz râzıyız derûnumuz olsun harâb-ı gam
Ol mest-i nâza mâye-i zevk u sürûr ise
Nâbî

harâb-ı işve-nigeh: İşveli bakış sarhoşluğu.

Acep mi mülk-i dile salsa gamzeler âşûb
Harâb-ı işve-nigeh çeşm-i pür-fiten mahmûr
Neşatî

harâb-ı kâviş: Kazma yıkıntısı.

Ser-tîşe-i talebten diller harâb-ı kâviş
Bir genc var nühüfte vîrâneler de bilmez
Nâbî

harâb-ı mest-i ışk: Aşk sarhoşluğunun haraplığı.

Gehî mey-hâne yolunda gehî mesciddedir
Ahî
Harâb-ı mest-i ışk olmuş yürür geh doğru gâh eğri
Âhî

harâb-ı mey-kede: Meyhane sarhoşluğu.

Mahmûr-ı bezm-i aşka şikeste kadeh yeter
Mest-i harâb-ı mey-kede câm-ı Cem istemez
Leskofçalı Galip

harâb-ı nergis-i gam: Fettan gözün harabı.

El çekip kat’-ı nazar kılmış ilâcımdan tabîb
Bildi gûyâ kim harâb-ı nergis-i fettânınem
Fuzûlî

harâb-ı şevk: Arzu sarhoşluğu.

Nev-be-nev her câmda mest-i harâb-ı şevk olup
Hânmân-ı neş’eden âvâre bir ben bir habâb
Esrar Dede

harâb-âbâd: Haraplıkla dolu yer, harabe.

Dağıttın hâb-ı nâz-ı yâri ey feryâd neylersin
Edip fitne ile dünyâyı harâb-âbâd neylesin
Şeyhülislam Bahayî (Mehmet)
Gerçi rif’atteyim ammâ ki harâb-âbâdım
Ca’d-ı menhûs-ı Zühal mürg-i ser-i bâbımdır
Fehim (Hoca Süleyman)

harâb-âbâd-ı gam: Gamın tam harabesi.

Harâb-âbâd-ıgamdır bir zemân âbâd olan gönlüm
Firâkınla yanar vaslınla evvel şâd olan gönlüm
Ziyâ Paşa

harâb-ender-harâb: Haraplık içinde harap.

Varlığın cümle yıkıp eyle harâb-ender-harâb
Râh-ı maksûda açıp bâl ü peri tayrâna gel
Âdile Sultan

harâb-kârî: Haraplık. harâb-kârî-i zünnâriyân-ı âlem-i dil: Gönül âleminin kuşak kuşananlarının haraplığı.

Harâb-kârî-i zünnâriyân-ı âlem-i dil
O nâzenîn büt-i bî-gâne âşinâdandır
Nâilî

harâbât: Harâbe’ler, yıkılmış yerler; meyhaneler.

Harâbâtı görenler her biri bir hâletin söyler
Safâsın nakl eder rindân u zâhid sıkletin söyler
Koca Râgıp Paşa
Her münkir-i keyfiyet-i erbâb-ı harâbât
Öz aklı ile hakkı diler kim bula heyhât
Bağdatlı Ruhi

harâbât-ı dil: Gönül meyhaneleri.

Dün harâbât-ı dili seyr eyledim bir kûşede
Bir tehîpeymâne kalmış tâ zemân-ı neş’eden
Esrar Dede

harâbât-ı ışk: Aşk meyhanesi.

Sad âferîn o pîr-i harâbât-ı ışka kim
Her kim mürîd olursa ona bî-murâd olur
Hamdullah Hamdi

harâbât-ı mecâz-istân: Mecaz yeri meyhaneleri.

Alırsa deste sâkî-i hakîkat câm-ı ihsânın
Harâbât-ı mecâz-istânda bir hûş-yâre yer kalmaz
Nâbî

harâbâtî: 1. Dağınık, perişan. 2. İçkiye fazla düşkün insan.

Harâbîsin harâbâtî değilsin
Gözün mâzîdedir, âtî değilsin
Ziya
Gökalp
Ne harâbîyim ne harâbâtî
Kökü mâzide olan âtîyim
Yahya Kemal

harâbe: Eski binaların yıkıntısı; yıkık, yıkılmış.

Safâ-yı nûr-ı sabûhu bulan siyeh-mestin
Gözüne hâne-i hûrşîd bir harâbe gelir
Şeyh Galip
Ey harâbe mutâf-ı âhımsın
Merkez-i hayret nigâhımsın
Muailim
Naci

harâbî: Haraplık, viranlık.

Ne harâbî ne harâbâtîyim
Kökü mâzide olan âtîiyim
Yahya Kemal

harâbât: bk. harâb.

harabe, harâbe: bk. harâb.

harâm: Ar. Allah’ın emri ile dinen helal olmayan şey.

Mantıka eyle velîkin ikdâm
Halt eder dinleme kim derse harâm
Sünbülzade Vehbi
Çemende nâ-sezâlarla o şûhun
Harâm olsun hırâm-ı nâzı bensiz
Neylî
Zebân-ı nâsa düştüm gâh medh ü gâh zemm oldum
Meğer kim tâli’imde zevk-ı âlem hep harâm olmuş
Âdile Sultan

harâm-ı aşk: Aşk yasağı.

Ol Kâ’be-i revânız ki harîm-i harâm-ı aşk
Pür-şûr figân-ı ceres cerr-i mahallimizdir
Nâilî

harâmî: Yol kesen.

Kudemânın bulup âsârını gencine misâl
Ettiler cümle harâmî gibi yağmâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
Harâmî gibi yoluma arkuru inen karlı dağ
Ben yârimden ayrı düştüm sen yolumu bağlar mısın
Yunus Emre

harâm-zâde: Soysuz, ahlaksız.

Yürütmeyin arakı meclis içre bâde ile
Harâm-zâdeni koyman helâl-zâde ile Fuzûlî
Cenâb-ı şeyhi tasarruftan alıkomuş bâde
Helâl-zâd yapar işi bozar harâm-zâde
Hâtem

harâret: Ar. Sıcaklık.

Şem’e mecliste harâret vericek mihr-i ruhun
Mirvaha etti ona bâl ü perin pervâne
Behiştî
Sözüm etme füzûn hüsnüne ziynet verme
Ateşim bana yeter sen de harâret verme
Âgâh
Sekiz gün oldu harâret devâm edip duruyor
Bakın nabızları bî-çârenin nasıl vuruyor
Tevfik Fikret

harâret-i demevî: Kanlı sıcaklık.

Bahârda ten-igül-bünde eyleyip heyecân
Harâret-i demevî kıldı ukdeler peydâ
Fuzûlî

harâret-i sirişk-i âh: Ah gözyaşının sıcaklığı.

Teskîn bulur ciğerde harâret-i sirişk-i âh
Sûz-ı dil ile sînede râhat olur füzûn
Fuzûlî

harâret-i teb-i hicrân: Ayrılık sıtmasının ateşi.

Harâret-i teb-i hicrânı def“ eden dilden
Bu boynumuzdaki meftûl-i tâb-dârındır
Ahmet Paşa

harâret-âver: Hararet taşıyan.

Misâl-i zerre giyersin de mevc-i deryâyı
Harâret-âver olur misl-i ferve-i sincâb
Esrar Dede

harâret-dîde: Sıcaklık görmüş. harâret-dîde-i eyyâm-ı bâhûr: Sıcak günlerin en sıcağını görmüş.

Bahârın zîr-i minnet-i nevrûzu olmaktan
Harâret-dîde-i eyyâm-ı bâhûr olmamız yegdir
Nâbî

harb: Ar. Savaş, ceng. c. hurûb.

Harb oldu, bütün köydeki şübbân-ı hamiyyet
Serhadde şitâb eyledi
Tevfik Fikret
Bin gamlı tefekkür beni gark etti melâle
Düştüm yine âlemle bugün harb ü cidâle
Kemalzâde Ekrem Bey
Yapıldı himmet ile harb için çok âhenîn keştî
Ki her bir kıt’ası bir kal’a-ipûlâd-ı bünyândır

harb-i bî-hengâm: Vakitsiz savaş.

Açıldı cehl ile
Rusya üzre harb-i bî-hengâm
Ziya Paşa

hurûb: Harb’ler, savaşlar. hurûb-ı memdûd: Uzamış savaşlar.

Fikr edersen o hurûb-ı memdûd
Oldu serhad-i ekâlîm-i şühûd
Hakanî

harc: Ar. 1. Sarf, harcama, 2. Vergi.

Yoluna harc edeyim nakd-i hayât elde iken
Geh geçer fırsat ömr-i güzerân girmez ele
Ebussuud Efendi
Bu zîr-i günbed-igerdûnda harc et dirhem-i eşki
Behiştî
çünki hammâma giren terler budur temsîl
Behiştî
Harc eyle nakd-i cânı tutarsan reh-i visâl
Zâdında hısset eyleme maksad ıraktır
Behiştî

harc-ı âlem: Herkesin sarf ve harc edebileceği gibi.

Nakd-i vakti sarf edip gel cem’-i zâd-ı dâniş et
Harc-ı âlemdir ucuzdur şimdi vezn-i vakıyyesi
Süleyman Paşa

harc-ı râh: Yol masrafı (harcırah).

Bu günlerde afv etse de pâdişâhım
Vatan azmine kalmadı harc-ı râh
Keçecizade İzzet Molla

harçeng: Far. Yengeç.

Bulsa ger tertîb-i ma’deletin âteş ü âb
Bir olur tâb-ı semenderle mizâc-ı harçeng
Nef’î
Hût eyledi zîr-i hâke âheng
Girdâb-ı hafâya girdi harçeng
Şeyh Galip
Ar eder sayd u şikâr etmeye nesr-i feleği
Leb-i deryâ-yı celâlinde key ednâ harçeng

hardal: Ar. Hardal, sofrada iştahı açmak için kullanılan macunumsu madde.

Gözüm açtım bu seher bir ulu sahrâ gördüm
Anda bir dâne-i hardal gibi dünyâ gördüm
zâti (anda: orada.)
Şol kadar eyledi pervâz dil-i mürg bülende
Gözüne dane-i hardalca gelir âlem-i cev
Hayâlî Bey

harem: Ar. 1. Herkesin girmesine müsaade edilmeyen kutsal yer. 2. Kadınların bulunduğu yer. 3. Eş, karı. 4. Hac zamanında ihrama girilen yerden itibaren
Kâbe’ye doğru olan kısım.

Vâreste-i irşâd olur erbâb-ı hakîkat
Sükkân-ı Harem neyler imiş kıble-nümâyı
Sünbülzade Vehbi
Mesâbe-i dürrî bâb-ı hazîre-i firdevs
Nümûne-i haremi sahn-ı gül-istân-ı İrem
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
Kız, kadın hepsi haremlerde bütün gün mahbûs
Şu telâkkîye bakın en kötü vahşet: Nâmûs
Mehmet Akif

harem-i aşk: Aşk gizliliği.

Yahyâ harem-i aşka girerse ne ola bî-bâk
Meftûhtur erbâb-ı dile bâb-ı mahabbet
Şeyhülislam Yahya

harem-i bâğ-ı cihân: Dünya bağının haremi. zemân erdi ki bin şevk ile tâvûs-ı neşât
Ede sahn-ı harem-i bâğ-ı cihânda cevelân
Bâkî

harem-i câr: Komşunun haremi.

Tahte perde yarığından pinhân
Hârem-i câre olurdu ngrân
Sünbülzade Vehbi

harem-i derûn: Kalp gizliliği.

Olmaz harem-i derûnda makrûn
Ekmekçi telâşı ile mazmûn
Ziya Paşa

harem-i hâs: Özel harem.

İki elmas değildir harem-i hâsında
Cibrîl’ingözü kalmış edemez istirdâd
Nâbî

harem-i illiyyîn: Yücelik haremi.

Gökte olmuştu o rûy-ı rengîn
Şem-i cem’-i harem-i illiyyîn
Hakanî

harem-i Kâ’be: Kâbe’nin kutsal yeri.

Kûyün etrâfina uşşâk dizilmiş gûyâ
Harem-ı Kâ’be’de her cânibe erkân safsaf
Bâkî

harem-i Kuds: Kutsal
Kudüs.

Mukîm-i bâb-ı safâ-bahşına olur hâsıl
Ziyâret-i harem-ı Kuds ü tavf-ı Beyt-ı Harâm
Bağdatlı Ruhi

harem-i kûy: Mahallenin haremi.

Gittin harem-i kûyunu deryûzeye ey dil
Sen de haber-ı
Nâilî
-i zârda kaldın
Nâilî

harem-i lem-yezel: Yok olmayan gizlilik.

Ey harîm-i harem-i lem-yezelî
Mahrem-iperde-serây-ı ezelî
Nazîm (Yahya)

harem-i mülk-i nübüvvet: Peygamberlik ülkesinin haremi.

Şâh-ı kudsî harem-i mülk-i nübüvvet ki olur
Hâk-i der-gâhına
Cibrîl-ı Emîn nâsiye-sûd
Yenişehirli Avni

harem-i vasl: Kavuşma gizliliği.

Harem-i vasla reh-ı Râst mahabbet yoludur
Râh-ı Uşşâk’tan âheng-iHicâz eyleyelim
Bâkî

harem-i yâr: Yârin haremi.

Nâlesiz var harem-i yâre ki ey dil nâlen
Men’-i âsâyiş-i gül-bister-i hâb eylemesin
Nâilî
Haremeyn: Mekke-ı Mükerreme ile
Medine-ı Münevvere’ye verilen isim.

Şâh-ı kevneyn ü imâmü’l-haremeyn
Cedd-i sıbteyn ü Nebiyyü’l
Sakaleyn
Hakanî

harem-gâh: Harem yeri. harem-gâh-ı beka-bi’llah: Allah’ın kalıcılık yeri.

Harem-gâh-ı beka-bil-lâhta hükm-i fenâ yoktur
Kadem-i mülkinde hadd-i ibtidâ vü intihâ yoktur
Leskofçalı Galip

harem-serây: 1. Harem dairesi. 2. Cami

içi.

harem-serây-ı vahdet: Bir araya gelinen harem yeri.

Mekteb o harem-serây-ı vahdet
Cem’ oldular anda hicr ü vuslat
şeyh Galip (anda: orada.)

harîm: 1. Biri için kutsal olan şeyler. 2. Harem dairesi. 3. Evin içi gibi başkasına kapalı olan yer, avlu. 4. Hacıların hac zamanı büründükleri örtü. 5. Ortak, şerik.

Ya harîminde yatan şapkalı sarhoşlar kim
Yoksa yanlış mı?
Hayır, söyleme, bildim.

Bildim
Mehmet Akif
Sûde-i hâk-i kerîmi cevher-i terkîb-i hûr
Zerre-i gird-i harîmi nûr-ı çeşm-ı Ferkadân
Üsküdarlı Hakkı Bey

harîm-i arş-ı a’zam: En büyük arşın canevi.

Çün harîm-i arş-ı a’zam bulmağa feyz-i kabûl
Devr eder pîrâmenin şâm u seher-i kerrûbiyân
Üsküdarlı Hakkı Bey

harîm-i cân: Canın kutsal yeri; canevi.

Hem safvet-i rûh olan o âvâz
Oldukça harîm-i cânda dem-sâz
Mehmet Âkif

harîm-i encümen-i enbiyâ: Nebiler toplantısının kutsal yeri.

Hıdîv-i mülk-i risâlet ki zât-ı akdesidir
Harîm-i encümen-i enbiyâda sadr-ı sudûr
Yenişehirli Avni

harîm-i Hakk: Hakk’ın kutsal yeri.

Her şahsı harîm-ı Hakk’a mahrem mi sanırsın
Her tâc giyen çulsuzu
Edhem mi sanırsın
Ziyâ Paşa

harîm-i harem-i lem-yezel: Yok olmayan gizli kutsal yer.

Ey harîm-i harem-i lem-yezelî
Mahrem-i perde-serây-ı ezelî
Nazîm (Yahya)

harîm-i Kâ’be: Kâbe’nin kutsî yeri.

Olduk harîm-ı Kâ’be’ye Mecnûn-veş revân
Geçti duâ-yı hayrımız âsârıgörmedik
Şeyh Galip

harîm-i Kâ’be-i aşk: Aşk
Kâbesinin gizli ve kudsî yeri.

Dil kim harîm-ı Kâ’be-i aşkın tavâf eder
Hûn-âb-ı derd-i hasret içer zemzem istemez
Leskofçalı Galip

harîm-i kûy: Bulunulan yer.

Erbâb-ı aşka sabr u tesellî tarîkı yok
Varan harîm-i kûyuna nâ-şâd olup gider
Bâkî harîm-i meclis-i uşşâk: Âşıklar meclisinin harimi.

Tâ kim harîm-i meclis-i uşşâka mahremiz
Derd ile yâr-i cânî vü âh ile hem-demiz
Hamdullah Hamdi

harîm-i vasl: Kavuşma harimi.

Şimdi
Mecnûndan gam-ı ışk içre sanman kem beni
Yâr hod kılmaz harîm-i vaslına mahrem beni
Fuzûlî

harîm-i zât: Kişinin haremi.

Gubâr-ı gayrden pâk eyle kalbim hem mücellâ et
Harîm-i zâta envâr-ı sıfatınşu’le-bahşâ et
Âdile Sultan

harf: Ar. Bir dilin alfabesini meydana getiren şekiller. c. hurûf.

Gâh bir harf sükûtuyla eder nâsırı nâr
Gâh bir nokta kusûruyla gözü kör eder
Fuzûlî
Dehânında ne sûretle çıkar harf u sadâ bilsem
Cevâb-ı ye’si âmâde bilen hîn-i suâlinde
Nâbî
Hûblar kaddine harf etme mümeyyiz geçinip
Be bu fende dahı sen doğru elif bilmezsin
Behiştî

harf-i hâhiş-i vuslat: Kavuşma isteyen ağzın ilk harfi.

Dem-i vuslatta olan lerzeyi andan kıyâs et kim
Sudûr ettikte harf-i hâhiş-i vuslat dehen titrer
Nâbî

harf-i hatâ: Hata harfi.

Eyle her harf-i hatâya dü-hezâr istiğfâr
Vaktidir der-geh-ı Hakk’a açılır dest-i duâ
Nazîm (Yahya)

harf-i hasret: Hasret harfi.

Harf-i hasret sığmamıştır defter-i debîrde
Çâre ne mestûr imiş ser-levha-i takdîrde
Râsih (Enderunî Balıkesirli Ahmet)

harf-i hecâ: Hece harfi.

Çalışır hicve dahi harf-i hecâ bilmez iken
Sanki merd-âne olur dâhil-i heycâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

harf-i nermî: Yumuşaklık harfi.

Harf-i nermîden ibârettir bizim terkîbimiz
Eyler isbât-ı huşûnet mûma seng-i hâremiz
Nâbî

harf-i râst: Doğru harf.

Okumamışken muallimden gelip bir harf-i râst
Bilmezem cevr ü cefâ fennin o kimden öğrenir
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

harf-i vâhid: Tek harf.

Harf-i vâhid söylemek haddim değil
Esrâr lîk
Feyz-ı Mevlânâ’dan ermiştir bu cem’iyyet bana
Esrar Dede

harf ü şümâr: Harf ve sayı.

Vuslat ü firkati tev’em bilir erbâb-ı kemâl
Fark nedir harf ü şümârında emelle elemin
Edhem (İbrahim Efendi)

harf-endâz: Laf atan, söz eden.

Gâh küstâh-âne harf-endâz-ı vasl oldukça ben
Dest-i nâzın perde-i ruhsâr-ı al eylerdi yâr
pertev Paşa

hurûf: Harfler.

Çok tetebbu ede gördüm niçe dikkat ettim
Oldu tekrâr-ı hurûf olmadı mükerrer rer
Esrar Dede

hurûf-ı galat-ı lafz: Söz yanlışlığının harfleri.

Sensin ol nüsha-i pâkîze ki yoktur sende
Nokta-i sehv ü hurûf-ı galat-ı lafzı sekam
Nâbî

hurûf-ı kevn: Yaratılış harfleri.

Bir noktanın hakîkatidir çün hurûf-ı kevn
Ey hâce ârif ol varak u hâmeyi dağıt
Hayâlî Bey

hurûf-ı nifâk: Nifak harfleri.

Tenâfür etmez idi halk içinde böyle zuhûr
Makâl-i sıdka hurûf-ı nifâkı katmasalar
Nâbî

har-gâh: Far. Büyük çadır, otağ.

Gonca gibi ol latîf hargâh
Gül bergi gibi içinde ol mâh
Fuzûlî
Geçmeye peykân-ı hasret gibi sînem sadrına
Kalbimi sultân-ı rûhâniyyetin har-gâhı kıl
Behiştî

hargûş: Far. Tavşan.

Hargûşgibi gözü açık uykuya varmış
Ermezse ne tan devlet-i bîdâra benefşe
Necati Bey

hârhâr: Far. 1. Gönül üzüntüsü, sıkıntı. 2. Devamlı istek. 3. Sürekli kaşıntı.

Hep etti kenâre hârhâr
Sahbâdaki mevc-i hoş-güvârı
Nâbî
Ümmeti oldukça gülçîn sürûr-ı bâğ-ı sûr
Düşmeni olsun figâr-ı hâr zâr-ı hârhâr
Nazîm (Yahya)

hârhâr-ı ye’s: Üzüntü sıkıntısı.

Esîr-i şahne-i derd ü belâyız gamla dil-gîriz
Elîm hârhâr-ı ye’s olup mâtemle dil-gîriz
Üsküdarlı Hakkı Bey

harhara: Far. Hırıltı, horultu, horlama.

Düştü bî-çâreyıkıldı.

Kanı donmuş, nefesi
Bir derin harhara, gittikçe boğulmakta sesi
Kemalzâde Ekrem Bey

harhara-i muhtazır-âne: Can çekişmeye hazır hırıltı.

İnler, çıkıyormuş gibi a’mâk-ı zemînden
Her sâati bir harhara-i muhtazır-ânen
Tevfik Fikret

hâric, hârice: Ar. 1. Dış, dışarı. 2. Görünen dünya. 3. Dışarıya çıkan, dışta. 4. Hiç ilgisi olmayan. c. havâric.

Hazret-i kutbun olur dâiresinden hâric
İlmine olmak ile vâris kâmil-i efrâd
Nâbî
Sülûk-ı mahvımızı hârice çıkarmayarak
Nihân-hâne-i pâyân-ı kâra dek gideriz
Esrar Dede
Bir zerredir ki zerre-i nâ-müntehâ-yı hâk
Bir zerre hârice edemez ondan infikâk
Ziyâ Paşa

hâric-i ez-defter: Defter dışı.

Ezelden defter-i uşşâka hod-ı Ulvî’yi kayd ettin
Nedendir padişâhım şimdi olmak hâric-i ez-defter
Ulvî hâric-i hum-hâne-i imkân: Mekân tutulan meyhane dışı.

Sahbâ-yı hurûşân gibi mînâ-yı felekten
Tâ hâric-i hum-hâne-i imkâna dökülsek
Yenişehirli Avni

havâric: Hâric’ler, hârice’ler.

Necâtî’ye nacak derler velâkin gerçek eydürler
Havâric boynun urmağa
Ebû
Müslim nacağıdır
Necati Bey

haricî: 1. Dışa ait, dış ile ilgili. 2. Hz. Ali ve
Hz. Osman’ı inkâr edenler topluluğu.

Münkir
Hâricî’nin paslı cânına
Kantarlı küfürler atanlardanız
Ruhullah harîd, harîde: Ar. 1. Delinmemiş inci. 2. Kızoğlan kız.

harîd-i aşk: Aşkın delinmemiş incisi.

Harîd-i aşkım ey hâce cihân bâzârına erdim
Nukûd-ı aşkı sarf ettim benim sûd u ziyânım yok
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

harîdâr: Far. Satın alıcı, müşteri. Beyim bir bûseyi bin âna satma
Ko bâzârı harîdâr öldürürsün
Ahmet Paşa
Cânlar virüben yoluna sevdâ satın aldım
Bir bencileyin ışka harîdâr kimin var
Ahmed-ı Dâî
Zî-kıymet olunca n’idelim câh ü celâli
Yuf onu satan dûna harîdârına hem yuf
Bağdatlı Ruhi

harîdâr-ı metâ’-ı Nâhîd: Nâhid’in metaını satan.

Müşterî oldu harîdâr-ı metâ’-ı Nâhîd
Oldu der-beste idbâr-ı dükkân-ı Behrâm
Nâbî

harîdâr-ı visâl: Kavuşma müşterisi.

Sarf-ı nakdîne-i eşk ettiğimiz kaldı bize
Vermedi sûd harîdâr-ı visâl olduğumuz
Nâbî

harîdârân: Müşteriler.

Kesret-i uşşâktır ârâyiş-i bâzâr-ı hüsn
Nâ-harîdârân-ı hissete gül-ruhân kâil midir
Nâbî

harîf: Ar. Bir kimsenin iş ve eğlence arkadaşı. c. harîfân.

Sözde harîf olmaz bana ger olsa âlem bir yana
Bir tumturak u hoş-edâ ne hâfızım ne muhteşem
Nef’î
Nüktede âlem harîf olmaz bana gûyâ benim
Her ne söylersem cevâb-ı “len terânî”dir sözüm
Nef’î
(len terânî: beni görmeyeceksin 7
A’rafş143)
Kastı kavurdu bizi gerçi kim eyyâm-ı harîf
Esti savurdu şitâ da bizi âhir gûyâ
Enderunlu Vasıf (Vâsıf-ı Enderunî)

harîf-i bezm-i gam: Gam meclisinin adamı.

Harîf-i bezm-i gamem hûn-i dil şarâbım olup
Terâne-i tarabım âh-ı âşık-âne yeter
Fuzûlî

harîf-i bezm-i ışk: Aşk meclisinin insanına safa veren.

Dürd-i derdidir safâ-bahş-ı harîf-i bezm-i ışk
Sâkiyâ çok etme teklîf-i şarâb-ı nâb ona
Fuzûlî

harîf-ân: (Farsça -ân eki ile çokluk.)
Meslek arkadaşları.

Yine bir rûz-ı bâzâr safâ vü zevk u şâdîdir
Yine her kûşe-i cem’iyyet-geh bezm-i harîfândır
riyazi

harîfân-ı safâ: Eğlence arkadaşları.

Harîfân-ı safâ reşk ile kanın içmek isterler
Lebinden bûseler aldıkça bezm-i meydepeymâne
vahid Mahdumî

harîk: Ar. Yangın.

Ben ol âteş-dem-i nazmım ki olur hussâdın
Hırmen-i nâtıkası berk-ı hayâlimle harîk
Nazîm (Yahya)
Beytini mâlını yaktı ise eğer nâr-ı harîk
Kârgirini binâ eyler onun Beytü’l-mâl
Ziya Paşa

hârik: bk. hârika.

hârika: Ar. İnsanda hayret uyandıran şey.

Sâire benzer mi sühan-dânların
Her biri bir hârikadır onların
Muallim Naci
Mündemic olmasa rûhunda onun nâ-mahsûr
Bir tekâmül, o kadar hârika nerden doğacak
Mehmet Akif

hârik, hârika: Üstün, fevkalâde hâl.

hârik-i âdet: Alıkanlığın üstünde.

Bir kulda zuhûr etse kaçan hârik-i âdet
Mevlâ’nın odur kuvvetine mazhar-ı meclâ
Nuri

harîm: bk. harem.

harîr: Ar. İpek veya ipekten yapılmış her türlü kumaş.

Kıymet ü kadrin o demlerde bilir nev’-i harîr
Ki geçe tâcirin endâze vü mîzânından
Nâbî

harîr-i esmer-i rü’yâ: Rüyadaki esmer ipek.

Harîr-i esmer-i rü’yâ ki nesc eder meh-tâb
Sarardı cismimi bir muhteşem ridâ gibi, âb
Ahmet Hâşim

harîr-i meh-tâb: Mehtaba benzeyen kumaş.

Kalmadı teninde pûşişe tâb
Bâr olur idi harîr-i meh-tâb
Şeyh Galip

harîr-i pertev-i meh: Ayın parlak ipekten kumaşı.

Fürûğ-ı mihr mir’ât-ı dile zengârdır sensiz
Harîr-i pertev-i meh dûş-ı câna bârdır sensiz
Münif (Antalyalı)

harîr-i sarf: Harcanan ipekli kumaş.

Münâfık dostlardan âşikâre düşmenân yegdir
Harîr-i sarfı hoştur bu dükânıngerm-sûdundan
Nâbî

harîr-i şu’le: Parlak ipek.

Harîr-işu’leye tebdîl edip libâs-ı teni
Fenâda anladı zevk-ı hulûdpervâne
Şeyh Galip

harîr-i vuslat-ı hûbân: Güzellere kavuşma ipeği.

Iyâr-ı hüsnünü sîmîn-berânın anlar yok
Harîr-i vuslat-ı hûbânı hâm alır bulunur
Nâbî

harîs: bk. hırs.

hâris: Ar. Harâset’ten; koruyucu, bekçi, gözcü.

hâris-i istiklâl: Hürriyet bekçisi. çelik parçası bir gün bir ehemmiyet alır
Koca bir kavmin olur hâris-i istiklâli
Tevfik Fikret

hâris-i memleket: Memleketi koruyan.

Hâris-i memleket dîn ü medâr-ı İslâm
Mazhar-ı mekremet ü mevhibet-ı Sübhânî
Nef’î

hâris-i sîne-i mazlûm: Zulüm görmüş göğsü koruyan.

Hâris-i sîne-i mazlûm olacaktır yâ Rab
Düşmene kaşınacak nâhun-ı fırsat verme
Hâmî (Hâmî-ı Amidî)

hark: Ar. Yakmak.

Ateşe yansa cihân hark olmaz
Kopsa tûfân suya da gark olmaz
Sünbülzade Vehbi

hark: Ar. 1. Yarıp yırtma, yırtılma. 2. Su akacak yarık, ark. c. havârık.

hârık: Yırtıcı, yırtan.

Alem sıdk u safâ arş-ı azîm ma’nâ
Vâsıl-ı kurb-ı Hudâ hârık-ı estâr-ı felek
Yenişehirli Avni

hârık-ı âde: Adetin dışında; yalancı, hârikulâde.

Sâkî bu sene bastı şitâ hârık-ı âde
Mecliste gerek âteş-i seyyâle zyâde
Enderunlu Vâsıf

hârık-ı hüsn: Güzelliği yırtan.

Kâilim mu’cizât-ı aşka bütün
Bilirim hüsn ü ân ne kudrettir
Hele te’sîr-i hârık-ı hüsnün
Bir tecellî-i hâlıkiyyettir
Fâik Ali Bey

hârıka: Adetin haricinde olan, fevkalade, seçkin. c. hârıkât. ne dehşetli terakkî, o ne müdhiş sür’at
Öyle bir hârıkagösterdi mi insâniyyet
Mehmet Akif

havârık: Hark’lar.

Vücûd-ı vahdete mevhûm zerreler mîzân
Büyük küçük şu avâlim bütün havârıktır
Abdülhak Hâmit
Uçup duran o havârık bir ihtiyâc-ı şedîd
Piyâde harcı mı, hâşâ, bu imtidâd-ı medîd
Mehmet Akif

harmel: Ar. Üzerlik otu, dalak otu.

Yaktı yandırdı beni micmere-i aşkında
Eyleyen hâlleri taraf-ı ruhunda harmel
Kâzım Paşa

harman: bk. hirmen.

harr: Ar. Sıcaklık, hararet, sıcak. c. harûr.

Çekip sûz-ı firkatle bir âh-ı serd
Aceb imtizâc eyledi harr ü berd
Keçecizade İzzet Molla

hârr, hârre: Hararetli, kızgın, yakıcı, sıcak.

Açılır gonca-i ilhâmı leb-i hârrından
Berk ururşu’le-i endîşesi enzârında
Tevfik Fikret

hârr, hârre: bk. harr.

Hârûn: Ar. 1. Hz. Musa’nın büyük kardeşi. (Aron). 2. Meşhur
Abbasî halifelerinden birinin ismi (Harunü’r Reşîd). 3. Arapçada dost anlamına gelir.

Bir meâlî-i cihânîdir
Haydar
Özge
Hârûn bî-muâdildir
Muallim Naci
Hârût: Ar. Mârut isimli meleğin arkadaşı.

Sihirle uğraştıkları için kıyamete kadar
Babil’de bir kuyuya hapsedilmiştir. (Bakaraş102).

Divan şiirinde büyü ve sihir için zikredilir.

Sevgilinin gözleri, yan bakışı ve saçları
Hârut ve
Mârut isimli meleğin ustası sayılır.

“Çâh-ı Bâbil” de sevgilinin çene çukuru olarak değerlendirilir.

Zekanın çâhı ne sâhir-durur ey Zühre-cebîn
Ki suya iltür ü susuz getirir
Hârût’u
Nizâmî
Sanırlar
Yûsuf-ı üftâdedir çâh-ı zenahdânda
Değildir lîk hâlî fitneden
Hârût olmuştur
Esrar Dede
Çeh-ı Bâbil’de olan iki melek
Biri Hârût u birisi Mârût
Sünbülzade Vehbi
Hârût-ı fettân: Fitneci
Hârût.

Sihir talîm eylemektegamze-i câdû-yı dost
Çâh-ı Bâbil’de eder
Hârût-ı fettân ile bahs
Ahmet Paşa

hârût-ı kilk: Kalemin büyücüsü olan
Hârut.

Vasf-ı hatında mısrâ’-ı ber-ceste söylemek
Hârût-ı kilke âyet-i sihr ü beyân mıdır
Esrar Dede
Hârût-sitân: Harut ili, büyücü ülkesi.

Safha bir lâhzada
Hârût-sitân oldu yine
Turfa efsûn okudu bu kalem-i câdû-fen
Nedim

has: Far. Ot parçası, çerçöp.

Hâr’la beraber kullanılır.

Mesken ey bülbül sana geh şâh-ı güldür geh kafes
Nice âşıkın ki âhından tutuşmaz hâr u has
Fuzûlî
Yakar bir berk-ı âlem-sûz tîğın ser-be-ser onu
Misâl-i hâr u has tutsa adüvv ger rû-yıgabrâyı
Nef’î
Müheyyâ idi sînede hâr u has
Kodu bir şerâre ol âteş nfs
Keçecizade İzzet Molla

has ü hâşâk: Çerçöp.

Ziyâ, efkâr-ı ittibâ’ et râhat istersen
Has ü hâşâk zîrâ cûşiş-i enhâra tâbi’dir
Ziya Paşa

hasâd: Ar. 1. Ekin, çayır biçme. 2. Ekin biçme zamanı.

Kalemim vakt-i hasâd olsa ne ola sünbüleçîn
Nazîm (Yahya)
Hep ser-â-pâ-yı cihân mezra’a-i ibrettir
Cereyân etmededir kâide-i zer’ ü hasâd
Nâbî
Yok remi hasâd etmeğe hâcet ki cilâlı
Sahrâ-yı vücûdu adem-ender-adem eyler
Yenişehirli Avni

hasan: Ar. Hz. Ali’nin büyük oğlu ve
Peygamberimizin de torunudur.

Lakabı “Müctebâ”dır.

Beşinci İslâm halifesidir.

Hz. Muaviye kendisinden sonra yerine
Hz. Hasan’ı halife yapacağını ilan edince, bunu kıskanan oğlu
Yezid, Şam’dan gönderdiği zehirle
Hz. Hasan’ın karısını çeşitli vaatlerle kandırıp ona zehirlettirir.

Vefatında 46 yaşındadır.

Çocuklarına ve soyuna “Şerif” denir.

Edebiyatta adı, Hz. Hüseyin’le birlikte geçer.

Getirip yâda Hasan’la Hüseyin kıssasını
Başla feryâda dilâ cümleden akdemdir bu
Şeref Hanım
Kaçmış bugün baban, edecek i’tizâr yok
Zevcin Hasan, o şahs-ı halîü’l-izâr yok!
Abdülhak Hâmit
Mesmûmen etti zât-ı Hasan Adn’e intikâl
Mazlûmen oldu şâh-ı şehîdân bürîde-ser
Ziyâ Paşa

hasâret, hasâr: Ar. Zarar, ziyan.

Hep cehle çıktı ilm-i rüsûmun netîcesi
Ser-mâye-i hasâret imiş kâr saydığım
Halim Giray (Kırım Hanı)
Diğerler uğradıkça helâk u hasârete
Germi verirmiş onlar umûr-ı ticârete
Abdülhak Hâmit

hasâr-ı hüsn: Güzelliğin ziyan oluşu.

Duâ eder gibi titrer leb-i güneh-kârın
Hasâr-ı hüsnün içindir dumû’-ı nâ-çârın
Hüseyin Sîret

hasâset: Ar. 1. Hasislik, cimrilik, pintilik. 2. Alçaklık, bayağılık.

Hayır umma eğer sadr-i cihân olsa da bi’l-farz
Her kim ki hasâset ola ırk u güherinde
Ziya Paşa

hasb: Ar. Göre, nazaran, binaen, gereğince, cihetiyle.

hasbe’l-âde: Gelenek olduğundan.

Bahs-i cârîsini hasbe’l-âde
Gûş edip coştu
Suyolcuzâde
Sünbülzade Vehbi

hasbet-en-lillah: Allah rızası için, ecrini Allah’tan beklemek suretiyle.

Hasbet-en-lillah olur zannetme şeyhin himmeti
Kasdî istihlâftır
İblîs’i irşâd etse de
Namık Kemâl

hasb-i hâl: Görüşüp dertleşme (hâl gereği)
Ser-i ehl-i mecâz olan belâ-keş
Kays’ın ahvâli
Hakîkatte nazar olunsa
Yahyâ hasb-i hâlindir
Şeyhülislam Yahya
Güzel midir?
Değil, fakat latîf infiâli var
Hazîn ibtisâmı var, gönülle hasb-i hâli var
Kemalzâde Ekrem Bey

hasbî: Ar. Karşılıksız, parasız, bedava.

Ol mâh-pâreyi severiz aşk-ı pâkle
Hasbî cedir muhabbetimiz hep
Hudâ bilir
Bağdatlı Ruhi
Gehî eyler
Hudâ bir derde zıddıyle müdâvâyı
İki düzd-i muhâlif hâneye hasbî nigeh-bândır
Abdî (Akhisarlı Abdullah)
Kimi garbın yalınız fuhşuna hasbî simsar
Kimi, İran malı der, köhne alır, hurda satar
Mehmet Akif

haseb: Ar. Sülaleden olan şeref, asalet.

Hakka minnet o şeh-i zü’l-hasebin
Ya’nîpeygam-ber-i âlî nesebin
Hakanî
Vâlâ-neseb nîkû-haseb tavr-ı aceb ahlâkı hep
Her rûz u şeb sormaz sebeb sîm ü zeheb ihsân eder
cinânî

hased: Ar. Başkasının elinde olan nimet veya serveti çekememek.

Az belâ sanma efendi hasedi
Mahveder hâsidi kendi hasedi
Muallim Naci
Hased kalb, adû lûtf ile olmaz zâil
Sengde muzmer olan âteşe âb etmez eser

hâsid: Haset eden, kıskanan, kıskanç. c. hussâd.

Dâmen-i ikbâlime gerd-i taarruz yetmeyip
Çeşm-i hâsid çehre-i cemiyyetimden dûr idi
Fuzûlî
Ağniyâsı var ise kâsıd olur
Fukarâsı dahi pek hâsid olur
Sünbülzade Vehbi
Eyle taavvüz
Ehad ü Vâhid’e
Râh-ı sefer seddola tâ hâside
Nahîfî

hâsid-i bed-hâh: Kötülük isteyen kıskanç.

Lûtf ile hâsid-i bed-hâha nedâmet gelmez
Telh olan mîveye şekkerle halâvetgelmez
Nâbî

hussâd: Hâsid’ler, haset edenler.

Bir söz yaparlar ettiğimiz zevk-ı vuslatı Allah saklasın bunu hussâd işitmesin
Nâbî
Ta’n-ı hussâd ile dem-beste vü lâl oldum âh
Ebkem olsun beni hâmûş eden a’dâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
Tıynetlerindedir sokan ef’î-i mel’anet
Hussâdı bî-günâh sayıp kîne bilmedik
Yahya Kemal
Ben ol âteş-dem-i nazmım ki olur hussâdın
Hırmen-i nâtıkası berk-ı hayâlimle harîk
Nazîm (Yahya)

hussâd-ı asr: Asrın hasetçileri.

Hussâd-ı asrın etme nazar güft ü gûsuna
Şîr iltifât eder mi kilâbın gulüvvüne
Nahîf (Süleyman hasûd: Haset eden, kıskanç, çekemeyen, hasetçi.

Mesned-ârâ-yı beyânımladır ma’nâyı
Eyledim hande-zebân rûy-ı hasûda ta’lîk
Nazîm (Yahya)
Tarîk-ı halvete ta’nın komaz cihânda hasûd
Adâvetin komaz
İslâm’a nitekim kefere
Behiştî
Ateş-işirke düşüp olma mu’azzeb ey hasûd
Hakk’ı birle
Hakdan artık yok-durur hergiz vücûd

gaybî

hasene: bk. hüsn.

hâsıl: bk. husûl.

hâsid: bk. hased.

hasîf: Ar. Hasâfetli, aklı başında, olgun kimse.

hasîf-âne: Olgun adama yakışacak surette.

Kuvve-i akl-ı hasîf-ânesini
Eflâtun
İşitip fart-ı hasedten küpe binse şâyân
Şinasi

hasîm: bk. hasm.

hâsir: bk. hasret.

hasîr: Ar. Sazlardan örme döşeme.

Değildir kâr ü bâr-ı câh mâni kurb-ı Yezdân’a
Hasîrı âlet-i kurb etme zâhid bu riyâdan gec
Nâbî
Yahyâ dolaşır cism-i nizârıyla cihânı
Bir köhne hasîre dil-i dîvâne sarılmış
Şeyhülislam Yahya
Ahsentü ol gedâ-yı tahammül-be-dûşe kim
Yansa cihân içinde hasîri bulunmaya
Nâilî

hâsiyyet: Ar. Kuvvet, tesir (bir şeye mahsus olan); özellik.

Bu hâsiyyetle sen zahm-ı derûne merhem olmazsın
Sâbit
Mey-gûn lebi hâsiyyetini dil-bere sordum
Bu sâfî cevâbı dedi kim derde şifâdır
Hamdullah Hamdi

hâsiyyet-i âteş: Ateşin tesiri.

Kalır nâ-puhte zâhid düşse bin yıl âteş-i ışka
Zuhûr eyler mi hîç hâsiyyet-i âteş semenderden
Nedim

hâsiyyet-i germ ü serd: Soğuk ve sıcağın tesiri.

Mâhiyyet-i hüsn ü aşka ârif
Hâsiyyet-i germ ü serde vâkıf
Şeyh Galip

hâsiyyet-i hıfz-ı sirâyet: Bulaşmayı koruma özelliği.

Etse ger hâsiyyet-i hıfz-ı sirâyet âleme
Tarh olurdu safha-i âb üzre nakş-ı âzeri
Nef’î

hâsiyyet-i ışk: Aşkın tesiri.

Hâsiyyet-i ışkı bilemez kimse kemâhî
Mâhiyyet-i mâyı bilemez niteki mâhî
Hamdullah Hamdi

hâsiyyet-i kat’-ı hayât: Hayattan ümidini kesme tesiri.

Bes ki hicrânındadır hâsiyyet-i kat’-ı hayât
Ol hayât ehline hayrânım ki hicrânındadır
Fuzûlî

hâsiyyet-i muâlece: İlaç yapma özelliği.

Nâbî cihânda terk-i devâdır devâ-yı derd
Hâsiyyet-i muâlece merhemde kalmamış
Nâbî

hâsiyyet-i vücûd: Vücudun özelliği.

Mahv ol ki zâhir olsun hâsiyyet-i vücûdun
Vermez neşât-ı hâtır sahbâ-yı nâ-keşîde
Nâbî

haslet: Ar. İnsanın yaratılışındaki iyi veya fena huyu, mizacı, tabiatı. c. hısâl, hasâil.

Dedi bir âdem bana her ehremen bezmindedir
Ol perî-sîmâ melek-hasletle çoktur sohbetim
Enverî
Yâ Rab bu ne vahşiy-âne haslet
Ayâ bu mu bizdeki adâlet
Abdülhak Hâmit
Bulurlar tesliyet senden garîbân-ı şeb-i hasret
Bu haslet sıdkına yetmez mi her günde nişân ey subh
Ziyâ Paşa

haslet-i cemîle: Güzel huy.

Kim vardı
Arab’da bir kabîle
Müstecmi’-i haslet-i cemîle
Şeyh Galip

haslet-i nîgû-yı edeb: Edebin güzel huyu.

Etse sencîde kimi haslet-i nîgû-yı edeb
Ref’ eder hâkten elbette terâzû-yı edeb
Nâbî

hısâl: Haslet’ler, huylar, tabiatlar, ahlaklar.

Ser-firâz u nîkemr ü nîk-rây u nîk-hûy
Server-i pâkîze-etvâr u pesendîde-hısâl
Fuzûlî
İmâm-ı saff-ı efâdıl emîr-i hayl-i kirâm
Emîn-i dîn ü düvel hâce-i huceste-hısâl
Bâkî
Ekmelü’l-hulk idi o hûb-ı hısâl
Zül-celâl etmiş idi feyz-i cemâl
Hakanî
Her zemân ben senin hısâlinden
Senin esrâr-ı nâz-ı hâlinden
Bir lisân-ı hevesle bahsederim
Cenap Şahabeddin hisâl-i şenî’: Alçak huylar.

Safâyile ere mi anda tîre-dil sûfî
Meğer mübeddel ede eylüğe hisâl-i şenî
Avnî

hasâil: Haslet’ler, güzel huylar.

Görünce hakkı kabûl ahsen-i hasâildir
Kabîh hulk olamaz âdemin inâdı kadar
Âsaf (Nâfıa Nâzırı Mahmut Celâleleddin Paşa)

hasm, hasım: Ar. 1. Düşman, yağı. 2. Karşı taraf, c. husûm.

Dostu ger zehr-i mâr içse olur
Ab-ı Hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâre su
Fuzûlî
Ağyâr elemin çekme gönül nâfile gamdır
Hasmın sitemin anlamamak hasma sitemdir
Nef’î
Ol dem ki kasd-ı cenk eder sahrâları gül-reng eder
Dünyâyı hasma teng eder olursa
Sâm ü Güstehem
Nef’î
İstikamet şerr-i a’dâdan seni eyler masûn
Hak eder ashâb-ı sıdkın hasmını elbet zebûn
Ziyâ Paşa

hasm-ı bed-hâh: Kötülük isteyen düşman.

Hasm-ı bed-hâhın olsun bu cihânda dâim
Kârı eyvâh nejdem hâsılı zahm-ı şemşîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

hasm-ı bed-kîş: Dinsiz düşman.

Hasm-ı bed-kîşi oyunda ruh-be-ruh şeh-mât eder
Cengde at oynatır ferzâna bir er yok mudur ?
Hâfız Paşa

hasm-ı berg-verd: Yaprak gülü düşmanı.

Sabâyı sît-i ruhsârınla kim âlem-neverd ettin
Hazân-veş bülbülân-ı aşkı hasm-ı berg-i verd ettin
Nâbî

hasm-ı bî-ser ü pâ: Sefil düşmanın ayak
altı.

İsmet harem-serâsına hürmet revâ iken
Pâ-mâl-i hasm-ı bî-ser ü pâ kıldın ey felek
Fuıûlî hasm-ı cebân: Korkak düşman.

Benim ol saff-der-i ma’nî ki berk-ı tîğ-ı nazmımdan
Sehâb-ı tab’ım âteş yağdırır hasm-ı cebân üzre
Ziya Paşa

hasm-ı dâim: Devamlı düşman.

Lâkin tesâdüf.

Ah o kavîler münâdimi
Acizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi
Tevfik Fikret

hasm-ı dîn-i Ahmed: Hz. Muhammed dininin düşmanı.

Nice Mansûr olmaz ol şâh-ı müeyyed kim çeke
Hasm-ı dîn-ı Ahmed’e şemşîr-i âteş-tâb-ı kîn
Üsküdarlı Hakkı Bey

hasm-ı dirine: Eski düşman.

Duymasın zevk-ı ferâğ dil-i nâ-kâmı felek
Hasm-ı dîrînemizi vâkıf-ı râz etmeyelim
Cevrî (İbrahim Çelebi)

hasm-ı dûn: Alçak düşman.

Rûbeh-ipür-hîle-veş kaçtı mukâbil olmadan
Hasm-ı dûna çün hücûm-ı şîr-i garrân eyledi
Şeyhülislam Yahya

hasm-ı ekber: En büyük düşman.

Sense o gürûh ile berâber
Ancak bana karşı hasm-ı ekber
Abdülhak Hâmit

hasm-ı hâne-gî: Evdeki düşman.

Derûn-ı sînede dil adlı bir düşmen karâr etmiş

hasm-ı hâne-gîden bir dakîka dâdımız yoktur
Hâmî (Hâmî-ı Âmidi)

hasm-ı kavî: Güçlü düşman.

Savlet etmişti
Çanakkale’ye bahr ü berden
Ehl-ı İslâm’ın iki hasm-ı kavîsi birden
Sultan V. Mehmet
Reşat hasm-ı sitem-mâye: Zulüm sahibi hasım.

Zemân-ı devletinde sürdüğüm zevk u safânın hep
Alıp benden hisâbın bir bir ol hasm-ı sitem-mâye
Nedim

hasm-ı şer’ ü dîn: Din ve şeriat düşmanı.

Mahv eder bir darbe-i muştuyla bir demde kazâ
Hasm-ı şer’ ü dînin fulâddan olısar seri
Üsküdarlı Hakkı Bey
(olısar: olacak.)

hasm-ı tüvânâ: Güçlü düşman.

Husûsâ zümre-i ashâb-ı istidâd ü idrâke
Ki çarh ol fırkaya devr edeli hasm-ı tüvânâdır
Nef’î

hasm-âne: Düşmancasına.

Ya ol kişi kim tîr-i ciğer-dûz-ı kazâya
Hasm-âne çekip tîğ-ı zebânın siper eyler
Nef’î

hasm-efgen: Düşmanı düşüren (Haydar (Hz. Ali r. a.)
Server-i dîn-ipâdişâh-ı nâm-dâr
Haydar-ı hasm-efgen ü Düldül-süvâr
Nazîm (Yahya)

husûm: Hasm’lar, düşmanlar.

Ola kasdı meğer ıslâh-ı husûm
zemân belki değildir mezmûm
Nâbî

hasîm: Düşman 2. Muhalif, karşı taraf. c. husemâ.

husemâ: Hasîm’ler, düşmanlar, karşı taraflar.

Lisân-ı emrine tâbi teânuk-ı husemâ
Nigâh-ı hükmüne nâzır tevâfuk-ı azdâd
Nâbî

hasr: Ar. 1. Sıkıştırma, dar bir yerin içine alma. 2. Etrafım çevirme. 3. Vafkfetme, tahsis etme. 4. Zaman ayırma. 5. Konuşurken veya okurken tutulma. 6. Mahsus kılma.

Esrâr’agamze-i sühan-efzâsı dûş olup
Hamûş-ı tahayyüre hasr oldu sohbetim
Esrar Dede
Zemîni kendine hasr etmek isteyip çalışır
Şu var ki başka emellerde ansızın karışır
Mehmet Akif
Terk eyleye kibr ile inâdı
Hasr etmeye nefse iâimâdı
Ziyâ Paşa

hasr-ı merâm: Niyetini ortaya koyma.

İncinmemek istersen eğer mülk-i fenâda
Bir kimseyi incitmemeye hasr-ı merâm et
Ziya Paşa

hasret: Ar. Ele geçirilemeyen veya elden kaçırılan nimete üzülüp çekilen iç sıkıntısı, keder, özleyiş, eseflenme.

Kimseler garîb olmasın hasret oduna yanmasın
Hocam kimseler olmasın şöyle garîb bencileyin
Yunus Emre
Bir gûne zevk-yâb-ıgam-ı fürkat olmuşuz
Kim yâre hasretiz demeğe hasret olmuşuz
Nâbî
Sînemde aşkını tutalım etmişim nihân
Ammâ ki kanda saklayalım âh hasreti
Nedim

hasret-i al-ruh: Kırmızı yanağa hasret.

Hasret-i al-ruhunla mütegayyir oldum
Rûy-ı ümmîdimize reng-i safâ gelmez mi
Esrar Dede

hasret-i bâlâ-yı habîb: Sevgilinin boyuna duyulan hasret.

Ne belâ oldu bana hasret-i bâlâ-yı habîb
Ne garîb etti beni kûy-ı nigâr ayrılığı
Hamdullah Hamdi

hasret-i cânân: Sevgiliye hasret.

Hasret-i cânân ile devrâna kıldım el-vedâ’
Azim-i sûy-ı fenâyım câna kıldım el-vedâa
Namık Kemâl

hasret-i Cennet: Cennet hasreti.

Bir dil ki ola nâil-i dîdâr-ı hakîkat
Ferdâ elemi, hasret-ı Cennet mi çeker hîç
Âgâh
Osman Paşa
(Trabzonlu)

hasret-i dîdâr: Sevgili hasreti.

Hasret-i dîdâr içindir
Adile feryâdı hep
Nâr-ı aşkıla yakıp şem’-i derûnu dağladım
Âdile Sultan

hasret-i dîdâr-ı yâr: Yârin yüzüne hasret.

Gerçi yok tâkat
Neşâtî seyr-i dîdâr etmeğe
Kûşe-gîr-i hasret-i dîdâr-ı yâr olmak dagüç
Neşatî

hasret-i dil-ber: Sevgilinin hasreti.

Hasret-i dil-ber ile gönlüm o bustân gibidir
Kim tarâvet komadı anda bahâr ayrılığı
Hamdullah Hamdi
(anda: orada.)

hasret-i gurbet: Gurbet özlemi.

Melâl-i hasret-i gurbetle ufk-ı şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dil-bersin
Ahmet Hâşim

hasret-i hâb-ı humâr: İçkiden sonraki uyku hasreti.

Olurdu hasret-i hâb-ı humârı nahvet-i nâz
Bütân-ı âlem-i hüsnün nigâh-ı tannâzı
Nâilî

hasret-i hâl: Yanaktaki bene hasret.

Dem mi var kim zahm-ı gül derdinle hûnîn olmaya
Hasret-i hâlinle dâg-ı lâle müşgîn olmaya
Nedim

hasret-i hatt: Yanakta çıkan ayva tüyüne özlem.

Hasret-i hattinle mihrin benzini zerd eyledin
Reşkile mâhın kara bağrını pür-derd eyledin
behiştî

hasret-i la’l: Dudak hasreti.

Teb-i hicrânın ile cismimi bîmâr ettin
Hasret-i la’lin ile çeşmimi hûn-bâr ettin
Râmî

hasret-i mey: Şarap hasreti.

Kâse-i dil hasret-i meyden ko olsun münkesir
Nuri kesri iste mazmûm olasın cânâne sen
Nuri

hasret-i pehlû: Vücudun iki yanından birine hasret.

Nice şemşîr o bir dil-ber-i uryândır kim
Oldu hamyâze-keş hasret-ipehlûsu niyâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)

hasret-i peykân: Kirpik hasreti.

Sînelerde nigeh-i hasret-ipeykânın için
Oldu ser-tâ-be-kadem dîde-i giryân diller
Nâilî

hasret-i rûy: Yüze hasret.

Sîne-i aşk ne mümkün dâg-ber-dâg olmamak
Dûd-ı âh-ı hasret-i rûyunla ahger-sûzdur
Nâilî

hasret-i tûtî: Papağan hasreti.

Serverâ servi boyun hem-ser-ı Tûbî mi değil
Kâmet-i mudedilin hasret-i tûtî mi değil
Şeyhi hasret-i vuslat: Kavuşma hasreti.

Nice ber-aks olacak halbuki âtîde bu hâl
Hasret-i vuslatınızla güç olur şedd-i rihâl
Abdülhak Hâmit

hasret-i zülf: Saçın özlemi.

Boyanıp hasret-i zülfünle duhâna şeb ü rûz
Verziş-i âh ederiz dûd-ı muanber diyerek
Nâilî

hasret-âbâd: Hasret dolu.

Cihân-ı hasret-âbâda yetiştim ışka sataştım
Demen ey dostlar gurbette bîmâr olmasın kimse
Necati Bey

hasret-figen: Hasret gideren.

Olunca yâdıma hasret-figen fezâ-yı vatan
Semâ-yı
Şarkı suâl eylerim bulutlardan
Süleyman Nazif

hasret-keş: Hasret çeken, özlemiş.

Dil bu hâl ile hasret-keştir
Gece gündüz tutuşur âteştir
Enderunlu Fazıl

hasret-zede: Hasrete uğramış.

Vîrâne gönül mülkünü
Ferhâd ile gezdik
Hasret-zede bulbulgibi feryâd ile gezdik
Seferî

hâsir: Hasret çeken, istediğine kavuşamayan.

Yabancı ellere geçmiş, birer birer, hepsi
Kalan şu kubbede, hâsir bir ümmetin ye’si
Mehmet Akif

hâss: Ar. 1. Mahsus, özel. 2. Karışık olmayan, saf. 3. Saygın olanlar. c. havâss

hâss u âm: Herkes.

Der-geh-i devlet-penâhı mültecâ-yı hâss u âm
Hâk-i pâk-i âsitânı bûse-cây-ı ins ü cânn
Nef’î

hâssü’l-hâss: En has, en güzel.

Sensiz iki cihân benim zindân görünür gözüme
Senin ışkınla bilişen gerek hâssü’l-hâsstan ola
Yunus Emre

havâss: 1. Hâss’lar. 2. Bazı hastalıklara karşı okunan dualar.

Öpmemiş kimdir onun dâmen-i âlî-câhın
İşte efvâh-ı havâss işte şifâh-ı a’lâm
Nâbî
Sevâdında fürûğ-ı nûr-ı vahdet
Hurûfunda havâss-ı İsm-ı Azam
Nef’î

havâss-ı hâk-i pây: Ayak toprağının hususiyeti.

Havâss-ı hâk-ipâyinşerhini tahkîk eden merdüm
Gubâr ile beyâz dîde-i hûn-bâra yazmışlar
Fuzûd

hâsıyyet: Bir şeye mahsus olan hâl ve kuvvet; özellik.

Her zemân ü her mekânın başkadır hâsiyyeti
Ukde-i hâtır açılmaz varmayınca gül-şene
Nâbî
Yok o hâsiyyet dem-i nutk-ı Mesîhâ’da bile
Ki var ol rûh-ı revânın leb-i hâmûşunda
Manastırlı
Nâilî

hasîsa: Kendinde olup başkasında bulunmayan özellik, keyfiyet. c. hasâis.

hasîsa-i irfân: Bilme özelliği.

Biraz hasîsa-i irfân ile olan mecbûl
Nasıl e-d-dâî-i terâkibi görmesin makbûl
Kemalzâde Ekrem Bey

hasâis: Kötü, fena huylar.

Mükevvenât ibâret ise ne ola
Zâtımdan
Hasâisidir onun cevher-i anâsır-ı çâr
Ziya Paşa
Hassan: Ar. Hassan b.

Sâbit
: (Doğ.

M.

562)
Hz. Peygamberi düşmanlarına karşı şiirleri ile onu öven ve bu suretle
Müslümanlar arasında büyük şöhret kazanmış bir
Arap şairi.

Şiirleri divanda toplanmıştır.

Iztırârî eder eş’ârıma şimdi tahsîn
Söze geldikçe kabûl eylemeyen
Hassan’ı
Nef’î
Eşiğin
Kâ’be-i hâcât-ı âlem
Hayâlî
Kâ’be’de
Hassan’a benzer
Hayâlî Bey
Hassan-ı Rûm: Anadolu
Hassan’ı.

TabHmı feyz-i nuûtun eyledi
Hassan-ı Rûm
Hamdülillah şâirân-ı dehrin oldum eş’ârı
Nazîm (Yahya)

haste, hasta: Far. Hasta, rahatsız, sıhhati bozuk olan, keyifsiz, marîz. c. haste-gân.

Saldın ben hasteyi bu hâle
Derde beni eyledin havâle
Fuzûlî
Bilmedik zevk-ı visâlin çekmeyince firkatin
Hem yine şöyle haste görünür ki cân verir
Fıtnat
Artırdı cünûnun heves-i zülf-i siyeh-târ
Bir hastesin ey dil ki şeb-i târda kaldın
Nâilî

hasta-i hicr: Ayrılık hastası.

Ey tabîb-i hâzık-ı nabz-âşnâ-yı derd-i dil
Hasta-i hicrim bana bir çâre Allah aşkına
Ishak Efendi

hasta-i hicrân: Ayrılık hastası.

Gördü çün derd-i dil-i zârımı rahmetti tabîb
Dedi ey hasta-i hicrân sana dermân ağlar
İlhâmî, Selimî (Sultan III. Selim)

hasta-i hummâ: Humma hastası.

Yedirir hasta-i hummâye asel
Derd-i çeşme akıtır âb-ı basal
Nâbî

hasta-i nâtıka: Konuşma hastası.

Hasta-i nâtıkaya ruh-fezâdır hâmen
Zât-i Îsâ gibi i’câz-nümâdır hâmen
Koca Râgıp Paşa

hasta-i teb-zede-i kahr: Öfke sıtmasına tutulmuş hasta.

Hasta-i teb-zede-i kahr geh dermân bulamaz
Olsa da
İsî gibi bEl-cümle etıbbâhuzzâk
Yenişehirli Avni

haste-i aşk: Aşk hastası.

Kıl tecellî olam aşkın ile cânâ şeydâ
Haste-i aşka yine şâhım edersin tîmâr
Âdile
Sultan haste-i cân: Can hastası.

Haste-i cân bir leb-i hicrâna cânân neylesin
Müstaidd-i merg olan bîmâra
Lokmân neylesin
Yenişehirli Avni

haste-i derd: Dert hastası.

Haste-i derd ü gama âb u hevâsı sâz-kâr
Mübtelâ-yı kahr-ı dehre der-gehi kehfü’l-emân
Nef’î

haste-i derd-i firâk: Ayrılık derdinin hastası.

Cân acısını haste-i derd-i firâk olup
Dildâde-i nigâr-ı sitem-kâr olan bilir
Bâkî

haste-i gam-ı aşk: Aşk gamının hastası.

Dil-i zaîfe bir âfet güzel beğendiremem
O haste-i gam-ı aşka ecel beğendiremem
Şeyh Galip

haste-i gam: Gam hastası.

Gehî zîr-i serde desti geh ayağı koltuğunda
Düşe kalka haste-i gam der-i lutf-ı yâre düştü
Şeyh Galip

haste-i ışk: Aşk hastası.

Ten-i bî-câna müjen hançeri kim cânageçer
Haste-i ışka ecel şerbeti dermâna geçer
Avnî

haste-i mecrûh: Yaralı hasta.

Ne dil-i haste-i mecrûhuma merhem bulunur
Ne zemân-ı gussaları def’ine hem-dem bulunur
Rahmî

haste-i zâr u zebûn: Âciz ve inleyen hasta.

Haste-i zâr u zebûnem bana dermân eyle
Nahle-i kametinin mîvesin özler cânım
Behiştî

haste-gân: Hastalar. haste-gân-ı la’l: Dudak hastaları.

Haste-gân-ı la’line mey şerbet-i cân-bahş ise
Taabı bî-mârân-ı hâhe hâb-ı afyondur düşen
Nâbî

haste-gân-ı mihnet: Sıkıntı hastaları.

Perestiş-kârlık teklîfi uşşâka güzel ammâ
Hele o haste-gân-ı mihnetin tâb ü tüvânın bul
Nâbî

haste-dil: Gönlü hasta, hasta gönüllü. c. haste-dilân.

Fuzûlî haste-dil tâ ravza-i kûyunda sâkindir
Temennâ-yı behişt ü meyl-i gül-zâr-ı İrem kılmaz
Fuzûlî haste-dil ki ölür hadd ü hâl derdiyle
Gerek ki onun ola tâbûtu âbnûs ile âc
Hamdullah Hamdi

haste-dilân: Hasta gönüller.

Merhamet merhamet ey dâd-res-i haste-dilân
Beni dûçâr-ı kuyûd eyledi nefs-i allâk
Aynî

hâst-gâr: ÇloJjf) Far. İsteyen, isteyici.

hast-gâr-ı câm-ı visâl: Kavuşma kadehini isteyen.

Ne dilde tâb-ı sadâ-yı humâr-ı hasret var
Ne hâst-gârî-i câm-ı visâle cür’et varTâlip

hâst-gâr-ı leb: Dudak isteyen.

Eylerse hâst-gâr-i lebin secde-i niyâz
Etmek gerek çekîde-i yâkûttan vuzû’
Nâbî

hâst-gâr-âne: İsteyene yakışacak şekilde.

Hâst-gâr-âne mübârek olsun ancak
Âsımâ İstemem ben devlet-i dünyâyı zâildir diye
Âsım

hasûd: bk. hased.

hâşâ: Ar. Asla, katiyen, hiçbir vakit.

Tahsîl-i ıztırâb dahi bir nasîbtir
Hâşâ ki fevt-i matlab ede bî-şekîbler
Nâbî
Bir dilde ki aşkın odu ola peydâ
Hâşâ ki sevâyanmaya hâşâk-âsâ
Şeyhülislam Yahya
Uçup duran o havârık bir ihtiyâc-ı şedîd
Piyâde harcı mı, hâşâ, bu imtidâd-ı medîd
Mehmet Akif

hâşâk: Far. Çerçöp, yonga.

Dil cûş-ı aşkta ten sad-çâk bî-haber
Deryâ temevvüc etmede hâşâk bî-haber
Bağdatlı Ruhi
Nedir her gün ölüm bundan geçer görmez bu gamnâki
Nedir tûfân gelip sürmez bu vâdîden bu hâşâki
Abdülhak Hâmit
Ziyâ, efkâr-ı ittibâ’ et râhat istersen
Has ü hâşâk zîrâ cûşiş-i enhâra tâbi’dir
Ziyâ Paşa

hâşâk-ı hakîr: Zavallı çer çöp.

Değse hâşâk-i hakîre nazar-ı terbiyeti
Kâbe
Kavseyn’e olur kadr ü meziyyetle hadeng
Ziyâ Paşa

hâşâk-i taalluk: Başka bir şeye bağlanma (dünya ilgisi) çerçöpü.

Seylâb-ı sirişk ile hoşem ışk yolunda
Hâşâk-i taalluk koparır reh-güzerimden
Fuzûlî

hâşâk-ı zaîf: Kuru çalı çırpı.

Mecnûn dedi ey büt-i perî-veş
Hâşâk-i zaîfe urma âteş
Fuzûlî

hâşâk-âsâ: Çerçöp gibi.

Bir dilde ki aşkın odu ola peydâ
Hâşâ ki sevâyanmaya hâşâk-âsâ
Şeyhülislam Yahya

has ü hâşâk: Çerçöp.

Ziyâ, efkâr-ı ittibâ’ et râhat istersen
Has ü hâşâk zîrâ cûşiş-i enhâra tâbi’dir
Ziya Paşa

haşel: Ar. Bayağı, âdi; rezil olma; bayağılık.

Söylesem binde birin âleme bir renge girer
Vech-ipâkîze-i takvâ ile evzâ’-ı haşel
Kâzım Paşa

hâşe lillâh: Ar. Allah göstermesin; asla, katiyen.

Hâşelillâh kim kanâat gencinin sükkânına
Matrah-ı mekr ola der-gâh-ı inâyet-i dest-gâh
Fuzûlî
Hâşelillâh nedir ol kavl-i sahîf
Diyeler sâkıt olurmuş te’lîf
Sünbülzade Vehbi

haşem: Ar. 1. Maiyet, bir kimsenin yanında bulunanlar. 2. Aile. 3. Hademe, hizmet edenler. yegâne sipeh-endâz-ı zafer-i yâver kim
Cünd ü ervâh u melâiktir ona hayl ü haşem
Nef’î
Gerçi geldi nice sâhib-i haşem ü feth ü zafer
Kimseler olmadı bu feth-i mübîne mazhar
Ziya Paşa

haşere: Ar. Arı, karınca, örümcek gibi küçük hayvanlar. c. haşerât.

Yâ Rab bu ne şûriş-i kıyâmet
Hengâme-i haşere mi alâmet
Abdülhak Hâmit

haşerât: Küçük hayvanlar.

Şimdi kumlarda bir yağın haşerât
Nice bin engerek, çıyan, akreb
Tevfik Fikret
Uğramaz doğru adam semtine, lâkin, heyhât
Gece gündüz seni ıdlâle müvekkel haşerât
Mehmet Akif

haşhâş: Ar. Afyon çıkarılan bitki.

Sipihr-i pür-kevâkibten değil derde devâ mümkün
Hayâl etme vere tiryâk-i zehr-i gam haşhaşı
Fuzûlî
Ayn-1 uşşâka cihân hâne-i evbâş gelir
Encüm-i çarh-ı felek dâne-i haşhâş gelir
Taşlıcalı Yahya Bey

hâşi’: Ar. Alçak gönüllülük gösteren.

hâşi’-âne: Alçak gönüllüce.

Ol hükmüne hâşi’-âne münkâd
Etsin seni inkıyâdın âzâd
Tokadîzâde Şekip Bey

hâşiye: Ar. Ek, ilave. c. havâşî.

Zülf ü ruhun müellif-i hikmet-nüvîs-i sun’
Gösterdi devr-i hâşiyesinde teselsülün

havâşî: Hâşiye’ler, ekler, ilaveler.

Şekli zülfeynin havâşîsinde zîbâ hattının
Kayd-ı şâhtır ki hatın onsuz hatâlar gösterir
Ahmet Paşa

haşmet: Ar. Tantana, azamet, büyüklük, heybet.

Sipeh-i haşmetine avn-ı Hudâ yâver olup
O şehin ettiği dem azm-i çemen-zâr gazâ
Nazîm (Yahya)
Simât-ı haşmetinde âsmân meşgûl-i hurd ü mürd
Erem gül-şen-serây-i devletinde düzd-i berg ü sâz
Nedim
Hıtta-i haşmete sultân-ı gazâ câh u celâl
Âlem-i kudrete şâhen-şeh-i takdîr-i abîd

haşr: Ar. 1. Toplama, cem etme. 2. Ölüleri diriltip mahşere çıkarma, kıyamet. 3. Kur’an’ın 59. sûresi.

Hande-i tıflâna bak girye-i pîrâna bak
Cilve-i seyrâna bak kâbil-i haşr oldu îd
Esrar Dede
Umarım haşr eder ol Rabb-i ganî
Onu dünyâda görenlerle beni
Hakanî
Haşre dek yâ
Rab makâm-ı şer’a zîb-i efgen et
Bu duâdan gayrisi vird-i zebân olmaz bana
Ziyâ Paşa
Bir gün girip kanıma beni deli edersen
Vebâlimi haşre dek çeker misin söyle sen
Şeref Yılmaz

haşr-i ezhâr: Çiçeklerin toplanması.

Pür zemzeme bir bahâr-ı vuslat
Eylerdi önümde haşr-ı ezhâr
Tevfik Fikret

haşr-i ihyâ: Dirilme zamanı.

Gözün aç gör nice ihyâ oldu emvât-ı zemîn
Haşr-ı ihyâda o münkir ettiği inkâra bak
Adlî (Sultan II. Bayezid)

haşr-ı niyâz: Niyaz toplantısı.

Bende-i pîr-i aşk
Esrâr-ı garîb-i bî-nevâ
Haşr-ı niyâza dek gider bu dil-i mübtelâyile
Esrar Dede

haşr-engîz: Kıyameti karıştıran.

Değse ger dâmen-i temkînine berg-i nâ-çîz
Tünd-bâd-ı haşr-engîze olur sedd-i sedîd
Yenişehirli Avni

haşr-nişân: Toplanma yerinin işareti.

Yine ol Hâlık-ı zemîn ü zemân
Kıldı bâğ-ı cihânı haşr-nişân
Vücudî

haşre dek: Kıyamete kadar.

Haşre-dek gönlüm harâbın kimse ma’mûr edemez
Çünkü zülfün anda mimâr ola çeşmin mu’temed
Lamiî Çelebi (anda: orada.)

haşv: Ar. 1. Minder ve yastık gibi şeylerin içine doldurulan nesneler. 2. ed. Lüzumsuz ve faydasız söz veya yazılar.

Har diyemem belki sitemdir hara
Fazla-i haşv-i şikem-i rûzgâr
Nefi
Yazdı nice dil-nişîn kasâid
Kim yoktur içinde haşv u zâid
Ziyâ Paşa

haşv-i şikem-i rahne-i dîvâr ü der: Kapı ve duvar yarığının boşluğunu doldurma.

Söz müdür o kim nüshasını nükte-şinâsân
Haşv-i şikem-i rahne-i dîvâr ü der eyler
Nef’î

haşyet: Ar. Saygı ile karışık korku, ulululuğa karşı korku, çekinme.

Kulların Allah’tan, çocukların ebeveynlerinden korkması gibi.

Ol şeh-i sâhib-kıransın sen ki rûz-ı heybetin
Nice yüz bin kahramâna verdi havf u haşyeti
Enderunlu Vâsıf
Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi
Ne yalan söyleyeyim kalbime haşyet geldi
Mehmet Akif

haşyetu’llah: Allah korkusu.

Eylerdi teheccüd şebân-gâh
Kalbinde dururdu haşyetu’llah
Hakanî

hatâ, Hıtâ: Ar. Kuzey
Çin ülkesine verilen isim.

Aynın hatâsız ey büt-ı Çîn döktü kanımı
Türk-ı Hatâ’dır aslına varır hatâsı yok
Nesimi
Sâye-i zülfü düştüğü yerleri
Nâilî

gören
Fark edemez diyâr-ı Çin memleket-ı Hıtâ mıdır
Nâilî

hatâ’: Ar. 1. Yanlış, yanlışlık. 2. Kabahat, yanılma.

Günâhı bilmedim eylersem ne olaşefkat recâsından
Benim devletli sultânım hatâ benden, atâ senden
Ulvî
Çoğalsa zerre erişmez ziyâ-yı şemse zevâl
Hatâ ne olsa ruhunla gubâr-ı hat peydâ
Behiştî
Hatâ tîre teşbîh müjgânını
Alır koymadan âdemin cânını
Keçecizade İzzet Molla
Senden atâ bizden hatâ böyle kuruldu ibtidâ
Afv et bizim hatâmızı
Âdem
Safiyyullah için
Ümmî Sinan

hatâ-yı ehl-i kesret: Tek
Tanrıya inanmayanların hatası.

Hatâ-yı ehl-i kesret ol kadardır bahs-i vahdetde
Rakam kâfî değildir cümlesin ta’dâd lâzımsa
Namık Kemâl

hatâ-der-hatâ: Hata üstüne hata.

Eden nigâh-ı beka bu nümûd-ı bî-bûda
Girîve-gerd-i hatâ-der-hatâ değil de nedir
Nâbî

hatâ-pûş: Olan kusurları örten, görmemezlikten gelen.

Ağla
Muhibbî ağla andıkça her günâhın
Ola ki ol hatâ-pûş ede sana inâyet
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

hatâ savâb: Yanlış, doğru; hak, batıl.

Göstermek için hatâ savâbı
Herşîveden ettim intihâbı
Ziya Paşa

hatab: Ar. Odun.

Dem-i rûhü’l
Kuds olsa o şehin lâyıktır
Matbah-ı izzetinşu’le-fürûz hatabı
Nazîm (Yahya)

hattâb: Oduncu.

Ah eder miydim seni tahrîr ederken ey hattâb
Muhterik bir şâirin tefsîr-i âhı olmasan
Muallim Naci

hatar: Ar. Tehlike. c. hatarât.

Mahv olup defter-i dilden eser-i havf u hatar
Düştü peygûle-i idbâragumûm u âlâm
Nâbî
Kurtulmağa girdâb-ı hatardan zikr et
Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh
Fâmî-ı Amidî (İsmail.)
Çeşm-i harîse cây-ı selâmet gelir hatar
Girdâba sevk-i zevrak eder nâ-hudâ-yi hırs
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

hatar-ı mahv ü telef: Telef ve mahvolma tehlikesi.

Kesr ü noksân veremez bezl ü seref
Yoktur anda hatar-ı mahv ü telef
Sünbülzade Vehbi
(anda: orada.)

hatar-nâk: Tehlikeli, korkunç.

Bildim tarîk-ı ışk hatar-nâkdir velî
Ben dönmezem bu yoldan ölüm olsagâyeti
Fuzûlî

hatar-nâk-ı aşk: Aşkın korkunçluğu.

Dönmez olunca râh-ı hatar-nâk-ı aşktan
Yahyâ gibi şu kimseye ki bî-vehm ü bâk olur
Şeyhülislam Yahya

hatarât: Tehlikeler.

Kısa değildir hatarâtım makîs
Mahbes-i şâhîn-i belâdır serim
Muallim Naci

hatarât-ı tarîk: Yol tehlikeleri.

Nihâyet hatarât-ı tarîk me’mendir
Tevakkuf eyleme
Avnî aleyke avnu’l-lah
Yenişehirli Avni

hatâyî: Ar. 1. Hatay kumaşı. 2. Tezhipte bir çiçek motifi. 3. Çin’de yapılan ve güzel sanatlarda kullanılan bir kâğıt cinsi.

Akça etmez kumaşı temgasız
Ne
Hatâyî var anda ne hâre
Nedim
(anda: orada.)

hâtem: Ar. 1. Mühür, üstü mühürlü yüzük. 2. Son, en son.

Kim mühr urdu leblerinin la’l-i dürcine
Kim arayıp nişâne-i hâtem bulunmadı
Şeyhi
Bedel olmaz buna zîrâ ki senin nâmındır
Tutamaz mühr-ı Süleymân yerin âhir-i hâtem
Nâbî

hâtem-i devlet: Devletin yüzüğü, mührü.

Câm-ı hûrşîd-i cihân-tâba ziyâ feyz eyler
Hâtem-i devletinin şa’şaa-i elmâsı
Bâkî

hâtem-i dil: Gönül yüzüğü.

Oldu bâzîçe-i aşkında nihân hâtem-i dil
Çîn zülfünde midir sende midir bende midir
Nâbî

hâtem-i mercân: Mercan yüzüğü.

Kanlı yaşımda kaşın halkaları nakşı müdâm
Şâh tevkî’ini san hâtem-i mercâna yazar
Cem Sultan

hâtem-i nâz: Naz yüzüğü.

Demen o hâtem-i nâza recâ ne lâzımdır
Avâtıf-ı küremâya bahâne lâzımdır
Seyyit Vehbî

hâtem-i şâh-ı risâlet: Resullük şahının sonu.

Fâtih-i dahme-i der-beste-i gayb-ı mutlak
Hâtem-i şâh-ı risâlet şeh-i iklîm-i reşâd
Nâbî
Hâtem
: Ar. Arapların
Tayy kabilesi içinde cömertliğiyle meşhur olan
İbn-ı Abdullah
Bin
Sa’d’ın lâkabı.

Misâl-i devr-ı Hâtem oldu meclis
Zümürrüd câmı sâkînin onafss
Şeyhülislam Yahya
Hâtem-i aşk: Aşkın
Hâtem’i, aşk için
Hâtem kadar cömert.

Cânân yoluna harcederiz nakd-i sirişki
Sarfeylemedi mâ-melekin
Hâtem-i aşkız
Tarzî
Hâtem-i mekremet: Cömertlik
Hâtem i. Ol âftâb-ı saltanat olşehsüvâr-ı memleket
Cem-bezm ü Hâtem-i mekremet, memdûh-ı esnâf-ı ümem
Nef’î
Hâtem-i Tâyyî: Arap kabileleri içinde cömertliğiyle tanınmış olan
İbn
Abdullah b. Sa’d’in lâkabı.

“Tay, Tayyî, Tâî” kabilesinden olduğu için bu ad verilmiş.

Hz. Peygamber zamanında yaşamış olup peygamberliğine yetişememiştir.

Cömertliğinden dolayı edebiyatta cömertlikle beraber kullanılmıştır.

Cânân yoluna tayyederiz nakd-i sirişki
Sarf eylemede mâ-melekin
Hâtem-i aşkız
Tarzî

hâtem-sıfatâ: Ey Hâtem-ı Tâ (î) gibi cömert ünvanlı olan.

Hâtem-sıfatâ tab’ u dil ü dest-i kerîmin
Deryâ-yı himem kân-ı kerem ebr-i atâdır
Nedim

hâtıf: bk. hatf.

hatf: Ar. 1. Kapma, alma. 2. Kuvvetli bir ışığın gözü kamaştırması.

hatf-ı ebsâr: Gözleri kamaştırma.

Hasma hüccetler nümâyân eyleyem kim her biri
Hatf-ı ebsâr eylesin berk-ı felek-peymâgibi
Nedim

hâtıf: 1. Kapıp götüren. 2. Göz kamaştıran.

Hışm etse ra’d çalsa aceb mi bulutları
Şemşîr-i berk-ı hâtıf ile ol hatâ-y-için
Hamdullah Hamdi
Berk-ı hâtıf sanma olmuştur
Selîm-i evvelin
Dest-i pür-zorunda şemşîr-i celâdet müncelî
Muallim Naci
Ne dem azm eyleyip meydâna at salsayidi küffâra
Sanaydın berk-i hâtıftır elinde tîğ-ı berrânı

hemdemî

hâtır: Ar. Hatûr’dan; 1. Hafıza. 2. Gönül. 3. Hürmet, riayet.

Her zemân ü her mekânın başkadır hâsiyyeti
Ukde-i hâtır açılmaz varmayıncagül-şene
Nâbî
Elbette olup füsürde-hâtır
Ma’nâdan olur zebân-ı kâsır
Şeyh Galip
Saçı fütâdesinin hâbı gibi pejmürde
Nigâhı âşıkının hâtırıgibi bîmâr
Nedim

hâtır-ı ahbâb: Dostların hatırı.

Ne kadar eyler isen hâtır-ı ahbâbını şâd
O kadar hasmına vakf ola kulûbü ib’âd
Nâbî

hâtır-ı ahibbâ: Dostların gönlü.

Hâtır-ı ahibbâyı teshîr etmenin âsân-teri
Bî-tekellüf bî-tasannu’hande-rûluklardır
Nâbî

hâtır-ı âlem: Alemin gönlü.

Neşât-ı hâtır-ı âlem elindedir sâkî
Bu gamları yine bir câmdır sürûr edecek
Nâilî

hâtır-ı âzâde-i der-kayd: Bağımlılığı serbest bırakan gönül.

Neyl-i matlab hâtır-ı âzâde-i der-kayd eder
Bestedir kârı kemendin gerden-i nahçîrde
Nedim hâtır-ı bî-iştibâh: Benzersiz gönül.

Sâye-ı Al-ı Abâ’da bî-niyâz-ı âlemim
Matlabim hep hâtır-ı bî-iştibâhımdır benim
Esrar Dede

hâtır-ı bî-minnet: Minnetsiz gönül.

Zâlim harâb eder dil-ı Esrâr’ı cevr ile
Sonra gelir de hâtır-ı bî-minnetim sorar
Esrar Dede

hâtır-ı bî-tâb u teng: Yorgun ve dar gönül.

Cür’ana vermezdi cân her âşık-ı efsürde-dil
Olmasan tâb-efgen-i her hâtır-ı bî-tâb u teng
Nef’î

hâtır-ı dem-beste: Susmuş gönül.

Tayyib-i enfâsın açar hâtır-ı dem-bestemizi
Girih-i gonca-i bâğı nitekim bâd-ı şimâl
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

hâtır-ı ehl-i niyâz: Niyaz ehlinin gönlü.

Masrûf-ı cebr-i hâtır-ı ehl-i niyâzdır
Lutf-ı dem-â-demin kerem-i bî-nihâyetinde
Nâilî

hâtır-ı ehl-i safâ: Safa ehlinin gönlü.

Ey Fuzûlî hâtır-ı ehl-i safâ âyînedir
Devr cevrinden eser âyînde jengâr teg
Fuzûlî

hâtır-ı endîşe: Tasalı gönül.

Cilve-i şâhid-i nazmım o kadar nâziktir
Ki komaz hâtır-ı endîşede sabr u ârâm
Nef’î

hâtır-ı Ferhâd: Ferhat’ın gönlü.

Nakş-ı Şîrîn’i giderdi seng-i hârâdan felek
Mümkin olmadı gidermek hâtır-ı Ferhâd’tan
Hamdullah Hamdi

hâtır-ı gam-nâk: Gamlı gönül.

Bu hâtır-ıgam-nâke bu gözleri nem-nâke
Bu sînesi sad-çâke rahm eyle benim rûhum
Taşlıcalı Yahya Bey

hâtır-ı gül-şen: Gül bahçesinin hatırı.

Nevâziş-i kereminle zemâne olmuştur
Misâl-i hâtır-ı gül-şen güşâde vü hurrem
Nedim

hâtır-ı hazîn: Hüzünlü gönül.

Şâd olmağa hâtır-ı hazîni
Eğlenmeğe tab’-ı nâzenîni
Fuzûlî

hâtır-ı kadeh: Kadeh hatırı.

Erişti vakt-i safâ sâkiyâ getir bezme
Sakın sakın ki olur hâtır-ı kadeh meksûr
Şeyhülislam Yahya

hâtır-ı mahmûr: Mahmur gönül.

Arzû-yı vuslatın gitmez dil-i mehcûrdan
Dûr olur mu fikr-i sahbâ hâtır-ı mahmûrdan
Koca Râgıp Paşa

hâtır-ı mahzûn: Mahzun gönül.

Yıkanlar hâtır-ı mahzûnumu âlemde şâd olsun
Benimçün nâ-murâd olsun diyenler ber-murâd olsun
Ulvî (Bursalı Hüseyin)

hâtır-ı mecrûh: Yaralı gönül.

Gerçi etti güzerân mevsim-i tîr-i sitemin
Çıkmadı hâtır-ı mecrûhdan el-ân birisi
Keçecizade İzzet Molla

hâtır-ı mest-âne: Sarhoş gönül.

Râhsın râhat-fezâ-yı hâtır-ı mest-ânesin
Rûhsun nakd-i revân-ı âşık-ı dîvânesin
Nef’î

hâtır-ı mezâk: Damağın tadı.

Ederse kand-i lebin hâtır-ı mezâka hutûr
Diyâr-ı Mısr’a değil
Kandehâr’a dek gideriz
Nâtiî hâtır-ı mihmân: Misafirin gönlü.

Kûyuna arz-ı niyâz etmeğe geldi gönlüm
Yıkma lâyık mı beğim hâtır-ı mihmânı bu şeb
Esrar Dede

hâtır-ı müşevveş: Karışık gönül.

Nemîka-dih eser-i hâme-i münakkaşımız
Olur nümûne-ber-i hâtır-ı müşevveşimiz
Nâbî

hâtır-ı nâ-şâd: Şad olmayan gönül.

İstemem bülbül sadâsın hâtır-ı nâ-şâdıma
Hasretinle ettiğim feryâd ü efgânım gelir
Ziyâ Paşa
O şûh ağlar bugün
Kasr-ı Şeref-âbâd’ageldikçe
O nûş-â-nûş demler hâtır-ı nâ-şâda geldikçe
Yahya Kemal

hâtır-ı pervâne: Pervane gönlü.

Ne âşık dosttur gör şem’-i şâm-efrûzu kim dâim
Berây-ı hâtır-ı pervâne sûzân gösterir kendin
Nâbî

hâtır-ı pür-zulmet: Karanlık dolu gönül.

Adile kıl meclisinde kesb-i nûr-ı ma’rifet
Hâtır-ı pür-zulmeti tenvîr eder hey’ettir aşk
Âdile Sultan

hâtır-ı sâgar: Kadeh hatırı.

Ne lâl-ı hum-ı işret ne gubâr-ı hâtır-ı sâgar
Aceb âlem, aceb dem, özge hengâm-ı tarab-zârdır
sabri

hâtır-ı uşşâk: Aşıkların hatırı.

Hâtır-ı uşşâk için hattına vermezse amân
Öldürür bu fitne-i âhir-zemânı bilmiş ol
Nef’î

hâtır-ı ümmîd-vâr: Ümitlinin gönlü.

Her tohum buldu neşv ü nemâ lîk bulmadı
Tohm-ı ümîd hâtır-ı ümmîd-vârda
Nâbî

hâtır-ı vahşet-güzîn: Yalnızlığı seçen gönül.

Evvel cünûn-ı aşk ile rûh âşinâ idik
Kays-ı remîde hâtır-ı vahşet-güzîn ile
Nâilî

hâtır-ı yâr: Sevgilinin gönlü.

Hâtır-ı yâra dokunmuş kakmış ol it rakîb
Kakıyıp taş talasa kelb-i akûr olmaz acîb
Hamdullah Hamdi

hâtır-ı yârân: Dostların gönlü.

Ey şâne ser-i zülf-i perîşâna dokunma
Tel kırma sakın hâtır-ı yârâna dokunma
Tıflî

hâtır-ı zâr: İnleyen gönül.

Etse de her ne kadar hâtır-ı zârım muğberr
Ben o mir’ât-ruhun üstüne toz konduramam
Pertev Efendi

hâtır-bend: Gönlü bağlı.

Dâde-ı Râzık’a hâtır-bend ol
Her ne verirse ona hursend ol
Nâbî

hâtır-firîb: Gönül aldatan.

Va’de-i hâtır-firîbin düzd-i hâb ettin bu şeb
Târ ü pûd-ı câme-hâbım sûz u tâb ettin bu şeb
Nâbî

hâtır-hâh: Hatırda tutmayı isteyen.

Dü-rûze gerdişi yoktur be-vefk-i hâtır-hâh
Tabîat-i felek-i nâ-bekârı biz biliriz
Nâbî

hâtır-nevâz: Gönül okşayan. hâtır-nevâz-ı ehl-i ayân: İleri gelenlerin

gönlünü okşayan.

Dâd-bahşâ-yı riâyet hayr-hâh-ı maslahat
Müşfik ü hâtır-nevâz-ı ehl-i ayân elvedâ
Nâbî

hâtır-nişân: Hatırda kalan.

Böyle şâhen-şâh-ı âdil gelmemiştir âleme
Cümle târîh-i selef hâtır-nişânımdır benim
Nef’î
Bir temâşâdır fezâ-yı sâha-i büstânı kim
Seyr edenler bâğ-ı Adn’i eylemez hâtır-nişân
Üsküdarlı Hakkı Bey

hâtır-perîşân: Perişan gönüllü.

Dil-rübâlardan değildir böyle giryân olduğum
Devr elindendir benim hâtır-perîşân olduğum
Ali Bey
(Gelibolulu Müverrih)

hâtır-şiken: Gönül inciten.

Gönül yap zâhidâ beyt-ı Hudâ’dır, tâat istersen
Muhakkaktır ki bâb-ı cenneti hâtır-şiken açmaz
Sâhip (Pîrîzade Osman) hâtır-şiken-i zâhid-i peymâne-şikest: Kadeh kıran zahidin gönlünü kırıcı.

Mâil değiliz kimsenin âzârına ammâ
Hâtır-şiken-i zâhid-i peymâne-şikestiz
Bağdatlı Ruhi

hâtıra: Zihinde kalan şey. c. hâtırât, havâtır.

Bî-nihâyet lûtfuna lâyık edâ mümkin değil
Gerçi ma’nâ hâtıra bî-hadd ü bî-pâyângelir
Bâkî
Bu kâinât senin hâtıranla hep leb-rîz
Zemîn, zemân bana yâd-âver-i cemâlindir
Mehmet Akif
Neşatî kadeh kırarsa da erbâb-ı dil gönül kırmaz
Dokunma hâtıra, âdâb-ı işret öyle değil

hâtıra-i bîm-i kazâ: Kaza korkusunun hâtırası.

Nâilî

hâtıra-i bîm-i kazâ yok bizde
Rind-i âgâh bu ma’nâda teemmül mü eder
Nâilî

hâtıra-i gubâr: Toz hâtırası.

Devrân-ı basît hâke niçin saldı ferş-i sîm
Devrinde tâ ki ermeye bir hâtıra-i gubâr
Bâkî

hâtırât: Hâtıra’lar, anılar.

Bu hâtırât ile kalbimde başlayınca melâl
Oturmak istemez oldum, kıyâm edip der-hâl
Mehmet Akif

havâtır: Hâtıra’lar.

Hall et yine müşkillerim iy
Hâce-i âlem
Hâk-i derine eyleyeyim arz-ı havâtır
Rızayi
Ey dahme-i mersûs-ı havâtır, ulu ma’bed
Eygurre sütûnlar ki birer dîv-i mukayyed
Tevfik Fikret

hâtıra: bk. hâtır.

hatîb: bk. hutbe, hitâb.

hâtif: Ar. 1. Seslenici, ses verici, çağırı-
cı. 2. Görünmeden seslenen melek.

Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtâr ediyor
Gitme!
Kal!
Sen bu taraf halkına dost insânsın
Yahya Kemal
Hâtif inerek seherde mey-hânemize
Seslendi harâbâtî-i dîvânemize
Yahya Kemal
Pek müessirdi sadâ-yı hâtifi yâhûd ki ben
Hâl-i istiğrâk ile olmuş idim pek nâ-tüvân

hâtif-i gayb: Bilinmeyen ses.

Bir tebessüm niçin?
Nedir aybım?
Kim bilir belki hâtif-igaybım
Abdülhak Hâmit

hâtif-i gaybî: Gayba ait seslenici (melek).

Ey Nizâmî sana bu mu’ciz-kelâmın nazmını
Hâtif-i gaybî mi ta’lîm etti ya Rûhü’l-emîn
nizami

hâtif-i tebâr: Soyu gizli.

Fıtrat meNâbîrinde okur, muttasıl okur
Kur’ân-ı aşkı bin melek-i hâtif-i tebâr
Kemalzâde Ekrem Bey

hâtifî: Hatiflle ilgili. taş yığınları bir hâtifî lisân olarak
Zavallı âdeme der: «Haksız infiâli bırak»
Mehmet Akif

hâtime: Ar. 1. Son, nihayet. 2. Son nefeste kelime-i şahadet getirme.

Gönül kitâbına
Hamdî nazar k ılıp gördüm
Ki ışka hâtime imiş nihâyet-i ihlâs
Hamdullah Hamdi
Suhuf-ı ûlâdır hakîkat bu nukûş-ı kâinât
Hâtime nâzil olan âdem denen
Kur’ân imiş
Gaybî
Bir şeb getirdi hâtime bezm-i muhabbete
Çıktı sabâhı tıfl-ı muhabbet seyâhate
Tevfik Fikret

hatîr: Ar. 1. Yüce, ulu. 2. Şan ve şeref sahibi (kimse).

hatîr-i vahdet-i Hak: Hak birliğinin yüceliği.

Bilinmez akl ile sırr-ı hatîr-i vahdet-ı Hak
Görür hatâsını her âk ıl ictihâdı kadar
Hersekli Arif Hikmet

hatm, hatim: Ar. 1. Kur’an-ı Kerim’i veya bir kitabı baştan sona kadar okuyup bitirme. 2. Sona erdirme, bitirme, nokta koyma. 3. Mühürleme.

Bu re’yi olup kazâ müessis
Bî-gaile hatm olundu meclis
Şeyh Galip
Birlikte okurduk, yine birlikte; berâber
Hatmeyleyelim, gel, şu gam-âlûde kitâbı
Tevfik Fikret

hatm-i cümle: Cümleyi noktalama, sona erdirme.

Evvel ü âhir nazîrin yok senin zâtın-durur
Hatm-i cümle enbiyâ kevn ü mekânın vâyesi
Zâti hatm-i enfâs: Nefisleri mühürleme.

Başlayıp tevhîde
Bismillah ile
Hatm-i enfâs edelim Allah ile
Kâzım Paşa

hatm ü imzâ: Mühür ve imza.

Müeyyed eyledi ahkâmını mihr-i nübüvvet kim
Müseccel hüccetin zahriyyesinde hatm ü imzâdır
Sünbülzade Vehbi

hatt: Ar. 1. Çizgi. 2. mec. Sıra, saf, yol. 3. Yazı. 4. Yeni çıkmaya başlayan sakal, tüy; saç. c. hutût.

Hasret-i hattinle mihrin benzini zerd eyledin
Reşkile mâhın kara bağrını pür-derd eyledin
Behiştî
Güzel tasvîr edersin hatt u hâl-i dil-beri ammâ
Füsûn u fitneye geldikte ey Bihzâd neylersin
Şeyhülislam Bahayî (Mehmet)
Bâğ-ı hüsnün gülü var, bülbülü var, sünbülü var
Çemeni yoktu, fakat geldi tamâm eyledi hatt
Râşid (Ayıntablı Mehmet
Ali)

hatt-ı arak-feşân: Ter çıkan çizgi.

Hatt-ı arak-feşânına ey la’l-ipür-güher
Bir hasta yüz sürünce ecel terlerin döker
Emrî (Emrî Çelebi)

hatt-ı butlân: İşe yaramaz hâle getirmek maksadıyla bir kaydın veya künyenin üzerine çekilen çizgi.

Çekti müsvedde-i tahvîl-i berât ademe
Hatt-ı butlân kalem-i sun’
Hudâ-yı bîçûn
Münif hatt-ı câm-ı rahşân: (Cemşid’in)Parlak kadehin üzerindeki yazı.

Şevk ile tarf-ı külâh işkeste hatırlar dürûd
Dîdeler hayrân hatt-ı câm-ı rahşân üstüne
Nedim

hat(t)-ı cânâne: Sevgililerin saçı.

Ey dil hat-ı cânâne gibi kazı rakîbi
Gül-berg-i tarî sohbetine hâr gerekmez
Lamiî Çelebi

hatt-ı dest: El yazısı.

Yazdığın ol hatt-ı ta’lîk-i hayât-efzânın
Şîve-i harfi eder rûz-ı imâda îhâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)

hatt-ı dil-âşûb: Gönül karıştıran çizgi.

Bu hatt-ı dil-âşûbla bir nâme-i mergûb
Dil-dârdan olsaydı eğer âşıka mektûb
Nef’î

hatt-ı fettân: Fettan çizgi.

Her ne fitne kim zuhûra hayyiz-i imkân bulur
Vech-i imkân zuhûrun ol hatt-ı fettân bulur
Nef’î

hatt-ı imâd: Direk çizgisi.

Sühan-rû olduğundan mâ-adâ seyr eyleyen kimse
Hatt-ı ta’lîkini tercîh eder hatt-ı imâd üzre
Nef’î

hatt-ı istivâ: Ekvator çizgisi.

İki kaşın arasında çekti hatt-ı istivâ
Allâme’l-esmâyı ta’lîm eyledi ol hattan
Hudâ
niyazi

hatt-ı izâr: Yanağının çizgisi.

Gece gündüz bunu der hatt-ı izârın yüzüne
Zulmeti nûra değiş anberi kâfûr eyle
Hayâlî Bey

hatt-ı la’l: Dudak çizgisi.

Cân oldu hatt-ı la’lin tefsîr içre âciz
Sırr-ı nihânı vardır bir müşkil âyet ancak
İbni Kemâl

hatt-ı leb: Dudak çizgisi.

Hatt-ı lebin gamıla kara yer olanlara
Hâk-i lahîd abîr ola seng-i mezâr la’l
İbn-ı Kemal

hatt-ı miskin: Zavallı, biçare çizgi.

Hatt-ı miskînin lebinde anber-i sârâ satar
Ruhların reng-i muhabbet benlerin sevdâ satar
Hayâlî Bey

hatt-ı muanber: Amber gibi kokan çizgi.

Dirigâ tutmadan hatt-ı muanber yâsemen şeklin
Kocaldır her cüvân-bahtı arûs-ı devletin nâzı
Aşkî

hatt-ı müşg-bâr: Koku yağdıran çizgi.

Verir revnak izâr-ı yâre hatt-ı müşg-bâr elbet
Tarâvet-bahş olur gül-zâre ebr-i nev-bahâr elbet
Fıtnat

hatt-ı müşg-bâr-ı yâr: Sevgilinin misk kokulu yanağının ayva tüyleri.

Rûyunda la’li üzre hatt-ı müşg-bâr-ı yâr
Şîrînlik yazarşeref-i âftâbda
Bâkî

hatt-ı müşgîn: Yanak üzerindeki misk gibi kokan ben.

Hûb olur ârızın üstünde o hatt-ı müşgîn
Ab-ı nâb içre durur tâze vü hoş-ter sünbül
Bâkî

hatt-ı nev-hîz: Yeni çıkmaya başlamış olan sakal.

Lebleri üzregubâr-ı hatt-ı nev-hîz değil
Nâfe-i âhû-yı çeşminden dökülmüş müşg-i nâb
Nfî hatt-ı pür-fen: Fen dolu yazı.

Fünûn-ı fitneyi zülfün hatt-ı pür-fenden öğrensin
Kişi bir dersi öğrensin de tek düşmenden öğrensin
Ziyâ Paşa

hatt-ı reyhânî: Sülüs kalınlığında yazılan bir çeşit hat yazısı.

Hoşâ mecmûa-i evrâk-ı reng-âmîzgül-şen kim
Ne zîbâ revnak-efrûz olmuş ona hatt-ı reyhânî
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

hatt-ı ruh: Yanak çizgisi; yanaktaki ayva tüyü.

Ahd-nâme diledim hatt-ı ruhundan
Esrâr
Yazdı “lâ-ted’u me’allâhi ilâhen âher”
Esrar Dede

hatt-ı ruhsâr: Yanaktaki ayva tüyleri.

Hatt-ı ruhsârın eder lûtfta reyhân ile bahs
Hüsn-i sûrette cemâlin gül-i handân ile bahs
Fuzûlî

hat(t)-ı sebz: Yüzde yeni çıkan ayva tüyü.

Sordum hat-ı sebzini lebinden dedi ol cân
Şâh-ı güle reyhân budağın aşlarız biz
Lamiî Çelebi

hatt-ı siyâh: Siyah tüy.

Cân otu gibi la’lin o cân öpmeğe vermez
Benzer ki gelip hatt-ı siyâhı kodu hüccet
Lamiî Çelebi

hatt-ı şeb-reng: Gece renginin çizgisi.

Hatt-ı şeb-rengi gelince o mehin gün yüzüne
Dedi uşşâka güzellik: Geceniz hayr olsun

hatt-ı ta’lîk: İran yazı stili.

Yazdığın ol hatt-ı ta’lîk-i hayât-efzânın
Şîve-i harfi eder rûh-ı imâda îhâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)

hatt-ı takdir: Takdir çizgisi.

Hatt-ı takdîri o kim hâhiş-i tağyîr eyler
Derdine dârû-yı pür-zehr ile tedbîr eyler
Sâkıb Dede

hatt-ı tûmâr: Tomar yazısı.

Zanbakıngoncasıdır bâğa gümüş bâzû-bend
Zaferân ile yazılmış ona hatt-ı tûmâr
Bâkî

hatt-âver: Yanakları tüylenmeye başlamış genç.

Siyeh kalem yaraşır şah-nâme-i hüsne
Hatt-âver olmasa mecliste tâze bakmazlar
Nâilî

hatt-berâverde: Sakalı yeni çıkmış genç.

Ne mümkün rûy-ı hûbân şimdi olmak hatt-berâverde
Cihân yek kayz u yek hâsiyyet firdevs-i a’lâdır
Seyrî?
Sabri-ı Şâkir
?

hutût: Hatt’lar, çizgiler, yazılar, yollar. hutût-ı ahter: Yıldız yolları.

Mazharı her hikmetin sensin ki kilk-i kudretin
Safha-i eflâke nakş etmiş hutût-ı ahteri
Fuzûlî

hutût-ı rûz u şeb: Gece ve gündüzün çizgileri.

Olup
Hûrşîd ü mehden mühre-keş evrâk-ı eflâke
Hutût-ı rûz u şebden nüsha-i sun’ eylemiş inşâ
Nâbî

hattât: El yazısı çok güzel olan sanatkâr.

Şimdi çoktur ketebe sâhibi câhil hattât
Lâkin esrâr-ı hurûfa hani vâsıl hattât
Sürûrî
Târîhi harf-i mu’ceme ta’lîk edip dedim
Ceffe’l-kalem
Yesârî-ı Hattât gitti âh
Sürûrî
(1213)
Hâfiz
Osman gibi hattâtla gömülmüş bır ışık
Bu mezârlıkta siyâh toprağı aydınlatıyor
Yahya Kemal

hattâb: bk. hatb.

hatve: Ar. Adım.

Yek-hatvede eyler yine tay şark ile garbı
Reh-vâr-ı kalem her ne kadar pâ-be-gil olsa
Nâbî
Hep samt u ra’şe; saklı bu vâdî-i muzlimin
Her hatvesinde şüpheli bir hufre, bir kemîn
Tevfik Fikret
Birinci hatveselâmet.

İkinci hatve tamâm Üçüncü hatveyi lâkin düşünmeden atamam
Mehmet Akif

hatve-şümâr: Adım sayıcı.

hatve-şümâr-ı hareket: Hareketin adım sayıcısı.

Kimipergâr gibi hatve-şümâr-ı hareket
Kimisi nokta gibipây-ı bed-emân-ı sükûn
Münif havâ: bk. hevâ.

havâdis: bk. hâdise.

havâle: Ar. Bir işi veye bir şeyi başkasına bırakma. 2. Çocuklarda görülen ve ateşten kaynaklanan bir hastalık. 3. Bir şeyi görmeye engel tahta ve duvar gibi maniler.

Saldın ben hasteyi bu hâle
Derde beni eyledin havâle
Fuzûlî
Edip çeşme havâle hizmet-i zevk-ı temâşâyı
Cemâl ü çeşmi etmiş birbirine vâlih ü şeydâ
Nâbî
Ne kimseye teşekkî vü ne âh u nâle et
Gaddâr-ı bî-mürüvvetiHakk’a havâle et
Nazîf (Şeyh Hasan Dede)

havâle-i sitem: Sitem gönderme.

Havâle-i sitemi vâm-cû-veş âmâde
Küşâd-ı kîse-i râz etmenin zemânı değil
Nâbî

havâle-i şühedâ: Şehitleri gönderme.

Berk-ı sehâb-ı hâdiseden tîğler çekip
Bir bir havâle-i şühedâ kıldın ey felek
Fuzûlî

havâlî: Ar. Civar, çevre, yöre, bölge.

Muhtâc idi bir şahs-ı afîfe o havâlî
Oldumsa eğer sâye-i şâh-ânede vâlî
Abdülhak Hâmit

havâlî-i Ken’ân: Kenan civarı.

Günün birinde ki bir tûde ebr-i nâmiye-bâr
Verip havâlî-ı Ken’âna incilâ-yı bahâr
Tevfik Fikret

havâss: bk. hâss.

havâşî: bk. hâşiye.

havâtır: bk. hâtıra.

hâven: Ar. Havan.

hâven-i lâle: Lalenin havana benzeyen şekli.

Itırsız olmak için bezm-i güle dahi nesîm
Hâven-i lâlede sahk etmez idi anber-i hâm
Nef’î

hâver: Far. Şark, doğu yönü, güneşin doğduğu yer.

Var ümîdim tâ bu deryâ üzre keştî-i hilâl
Gâh seyr-i hâver eyler gâhgeşt-i bâhter
Fuzûlî
Her kaçan gönlüme fikr-i ârız-ı dil-ber düşer
Gûyiyâ miriâta aks-i pertev-i hâver düşer
Bâkî
Burc-ı hâverden ivazdır zülfün ey kâfir-nijâd
Çâh-ı Bâbil’den beterdir çeşmin ey câdû-firîb
nizami

hâver-i imkân: İmkân doğusu.

Hâver-i imkânda olmaz idi bir dem cilve-sâz
Pertev-i mihr-i zuhûrum bilse rûh-ı enveri
Üsküdarlı Hakkı Bey

hâverî: Şarka mensup, doğuya ait.

Berk uran destinde tîğ-ı pür-güher midir yâhûd
Eyledi deryâyagavta âfitâb-ı hâverî
Nef’î
Söndü çerâg-ı encümen-i bahs-i kâinât
Bilmem ne yüzle yanmadadır şem’-i hâverî
Üsküdarlı Hakkı Bey

hâver-istân: Güneşin doğduğu yer, doğu.

Çûb-ı zerrin ile eyler her seher izhâr-ı şevk
Olmağa der-bân-ı der-gâhı şeh-i hâveristân
Nfî Havernak: Ar. Dünyanın acayib köşklerinden biri olup
Behrâm
Gûr için mimar
Numan bin
Münzir (Sinimmâr) tarafından
Fırat’ın
Hira yakınında inşa ettirdiği köşkün ismi.

Köhne mazmûn
Sinimmâr-ı Havernak âsâ Beyitten beyte girip çıkmadan oldum bîzâr
Safvet
Hezâr kasr-ı Havernak’tan elbet a’lâdır
Bu kâr-gâhta bir beyt-i kâmilü’l-mazmûn
Yenişehirli Avni
Kasr-ı Nu’mân’a
Havernak denilir kim meşhûr
Ziynet ü hüsne de revnak dahi köşkün adı kâh
Sünbülzade Vehbi

havernak-ı şâh-âne: Şahane
Havernak.

Cem taht-gâhı tahta-i mey-hâne kendidir
Kâşâne-ı Havernak-ı şâh-âne kendidir
Nâilî
-i Kadim

havf: Ar. Korku, korkma duygusu.

Mahv olup defter-i dilden eser-i havf u hatar
Düştü peygûle-i idbâragumûm u âlâm
Nâbî
Ol şeh-i sâhib-kıransın sen ki rûz-ı heybetin
Nice yüz bin kahramâna verdi havf u haşyeti
Enderunlu Vâsıf
Yok hevâ-yı zülf ile ârâmı pîç ü tâbtan
Havfim oldur fülk-i dil kurtulmaya girdâbtan
Leskofçalı Galip
Bin havf ile geçti
Aşk o râhı
Çün yoktu elinde tîğ-ı âhı
Şeyh Galip

havf-ı a’dâ: Düşman korkusu.

Havf-ı a’dâ eylemez olan müsellah aşk ile
Yanmadan
Hakk’a erilmez pertev-i tevhîd gerek
Âdile Sultan

havf-ı azâb: Azap korkusu.

Havf-ı azâb çünkü olur bâis-i salâh
Seyr et celâl içinde cemâlini rahmetin
Nâbî

havf-ı cehennem: Cehennem korkusu.

Şevk-i cennetle hayâlim meşgûl
Yüreğim havf-ı cehennemle melûl
Tevfik Fikret

havf-ı emîrân: Emirlerin korkusu.

Ne havf-ı emîrân biliriz ne bedevîyiz
Râzî-i südde-i hükm-i kazâ
Murtazavî’yiz
Şeyh Galip

havf-ı hatâ: Hata işlememe korkusu.

Havf-ı hatâda muztaribem var ümîd kim
Lûtfun vere beşâret-i afv-i hatâ bana
Fuzûlî

havf-ı Hudâ: Allah korkusu.

Bizde var havf-ı Hudâ azze ve celle
Korkutur mu bizi âlemde ecel

havf-ı hücûm: Hücum korkusu.

Yek-tâ-süvâr-ı arsa-i devrân ki düşmene
Havf-ı hücûmu tefrika-i hânmân verir
Nef’î

havf-ı ihtirâk: Yanma korkusu.

Yâ Rab nedir bu nâr-ı ciger-sûz-ı iftirâk
Ahımdan âsümâna düşer havf-ı ihtirâk
Ziyâ Paşa

havf-ı İlâhî: Allah korkusu.

Ey Şinâsî içimi havf-ı İlâhî dağlar
Sûretim gerçi güler kalb gözüm kan ağlar
Şinasi havf-ı nâr-ı duzâh: Cehennem ateşi korkusu.

Garaz bundan mücerred idirâf-ı zât-ı vahdettir
Ne havf-i nâr-ı duzâhtır ne şevk u zevk-ı cennettir
şinasi

havf-i şeytân: Şeytandan korkma.

Kesmezem ağyâr cevri ile cânândan ümîd
Kim kesilmez havf-i şeytân ile îmândan ümîd
Avnî

havf-ı yed: El korkusu.

Olur mu havf-i yed düzdân-ı asra mûcib-i takvâ
Ki halkın şimdi sirkat ettiği hep mîrî mâlıdır
Ziya Paşa

havf u recâ: Korku ve ümit
Ne ser-i âzâde edersin ne helâk eylersin
Kaldı bî-çâre gönül havf u recâ beyninde
yenişehirli Avni

hâif: Korkak.

Bu meseldir ki eden kimse bulur
Dâimâ hâin olan hâif olur
Taşlıcalı Yahya Bey

havl, havel: Ar. 1. Sene, yıl. 2. Çevre, etraf. 3. Güç, kuvvet, takat.

Göz göre öykünmez idi çeşm-i yâre fH-mesel
Çeşm-i nergiste eğer olmasa fi’l-cümle havel
Hamdullah Hamdi
(öykün-: özenmek, taklide çalışmak.)
Sûrette gedâyân-ı nemed-pûş-ı melâmet
Ma’nâda selâtîn-i melek havl ü haşemdir
Sâmi

hâil: Bir engel meydana getiren şey.

Zenb-i vücûdu mahv et eriş serây-ı kurba
Cân u tenin îrâdı cânâne hâil olıcak
behiştî (olıcak: olunca.)
Sana serkeşlik edip gayriye hâil olanın
Geç hevâsından eğer serv-i hırâmân ise de
Nihani
Şeh-i devrân ile yok beynine hâil perde
Yâd olunmaz şu kadar var ki adı minberde
Ziya Paşa

havlî: Güce ait, güçle ilgili.

havlî-i gül-zâr-ı vefâ: Vefa gül bahçesinin gücüyle ilgili.

Doldu mûr-ı tama’ ile kamu enbân-ı kerem
Oldu pür mâr-ı cefâ havlî-i gül-zâr-ı vefâ
Hamdullah Hamdi

havr: Ar. Noksan, eksik.

havr-ı ba’de’l-gûr: İkbalden sonra gelen idbar, çöküş, eksiklik.

Bana göstermesin
Hak havr-ı ba’del-gûru dünyâda
Bana sor kim neler oldu olur âlemde insâna
Keçecizade İzzet Molla

havrâ: Ar. Hûr’un tekliği; iri gözlü kadın.

Bunu tahkîk bil ol reşk-i sürûş
Oldu havrâ gibi hem sündüs-pûş
Hakanî
Güzer etse ger andan sonra bâğ u râg-ı firdevse
Abîr-efşân u anber-pâş olurdu ceyb-i havrâya
Nef’î
(andan: oradan.)
Reşk eder beyzasına beyza-i tâvûs-ı behişt
Bend olur zülfesine ukde-i zülf-i havrâ
Nâbî

havrâ-perest: Huri seven.

Kıble-i maksûdudur zevk-ı Behişt Allah bilir
Cezbe-i dîdârı bilmez sûfî-i havrâ-perest
Esrar Dede

havsala: Ar. 1. Akıl, zihin, anlayış, anlama merkezi 2. Kuş kursağı. 3. Mide.

Deşt-i heyhât ise de çoktan olurdu sûzân
Vüs’at-i havsalamı tündî-i hûbândan sor
Nâbî
Her teng-havsala eremez zevk-ı himmete
Ancak elinde bir taleb-i nâ-şekîbi var
Esrar Dede
Sür’atla nasıl değişti hâlim
Almaz bunu havsalam hayâlim
Abdülhak Hâmit

havsala-i aşk: Aşk anlayışı.

Ancak gam-ı dil-dârı alır havsala-i aşk
Yahyâ olamaz ona mezâhim gam-ı dünyâ
Şeyhülislam Yahya

havsala-i bâd-ı behişt: Cennet rüzgârının koku alma merkezi.

Bûy-ı zülfün ki ala havsala-i bâd-ı behişt
Şiken-i turra-i havrâya tenezzül mü eder
Nâilî

havsala-i derd ü dâg: Yara ve dert anlayışı.

Zevk-âşinâ-yı mihneti
Eyyûb edip dili
Cân-ı sabûra havsala-i derd ü dâg ver
Nâilî

havsala-i hâme: Kalem anlayışı.

Derdimiz havsala-i hâmeye sığmaz
Nâbî
Onu vâ-beste-i hengâm-ı mülâkât edelim
Nâbî

havsala-i isti’dâd: Kabiliyet anlayışı.

Tab’-ı ademde olup havsala-i isti’dâd
Olmasa ma’nî-i “lâ-yüs’el” ile redd-i cevâb
Esrar Dede
(lâ-yüs’el: Allah yaptığından sorumlu olmaz.

Enbiyaş23)

havsala-âmûz: Anlayış öğreten.

havsala-âmûz-ı felek: Feleğin anlayış öğreticiliği.

Fâzıl havsala-âmûz-ı felek
Kâmil-i ma’rifet-endûz-ı melek
Hakanî

havsala-sûz: Tahammül yıkan.

Bahşiş-âmûz-ı himem-i havsala-sûzu hisset
Kîse-perdâz-ı kerem kâfile-sâlâr-ı kirâm
Nef’î
Havvâ: Ar. Hz. Âdem’in hanımı olup
Hz. Âdem uykuda iken sol kaburga kemiğindeki hassas eğe kemiğinden yaratıldığı rivayet edilir.

Edebiyatta “ümmü’l-beşer (insanlığın annesi)” olarak geçer.

Hatt-ı gendum-gûnu ki firdevsi eylersin bedel
Atamız
Adem bizim olmaya
Havvâ ânemiz
Aşkî
Adem ile
Havvâ olamaz boş yere mihmân
Zürriyyeti îcâda müekkel iki sürgün
Abdülhak Hâmit
Adem ile
Havvâ gibi iblîs’e kapılmış
Şaşkınlara dünyâ gibi zindân mı bulunmaz
Seferî havz, havuz: Ar. Su biriktirilen yer, havuz. c. hıyâz.

Dahl eder
Huld-ı Berîn’e kasrının her safhası
Raks urur havzın içinde mihr ü meh subh u mesâ’
Lamiî Çelebi
Geh varıp havz kenârında hırâmân olalım
Geh gelip kasr-ı cinân seyrine hayrân olalım
Nedim
Havzdan kevser-i pâkizeyi nûş eyleyeyim
Kasrdan bûy-ı cinânı edeyim istişmâm
Nedim
Bir mevsim bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hamûş, havz tehî, gül-istân harâb
Keçecizade İzzet Molla

havz-ı behişt: Cennet havuzu.

Zâhid ölür gider gam-ı havz-ı behiştten
Biz bir kadeh şarâb ile def’-i gam eyleriz
Nedim

havz-ı Kevser: Kevser havuzu.

Ol şerâb-ı lâ-yezâlîden içen câna safâ
Kim dimâğında olur bin havz-ı Kevser’den lezîz
Âdile Sultan

havz-ı mübârek: Mübarek havuz.

Bir havz-ı mübârek ol maka: mı
Seyr ederdi feyz-i tâmı
Şeyh Galip

havz-ı pâk: Temiz havuz.

Şu havz-ı pâke bak da sîne-i yâri getir yâda
Şu nahli gör de bâri neydüğin bil kâmet-i bâlâ
Nedim

havz-ı şeker: Şeker havuzu.

Sipihr-i himmete devr-i kamerdir halka-i tevhîd
Riyâz-ı cennete havz-ı şekerdir halka-i tevhîd
Nâbî

havz-ı tehî: Boş havuz.

Yapıştı hâke çü tasvîr-i kâse-ı Çînî
Konup kenârına havz-ı tehîlerin mürg-âb
Esrar Dede

havz-ı rütbet: Derece havuzu.

Kenâr-ı havz-ı rütbette bitiptir veche-i ismet
Semer verdi nice türlü beyâz ü hazr ü alından
Muradî (Sultan III. Murat)

havz-ı zeberced: Zeberced havuzu.

Gül-şen-i hüsnünde bir havz-ı zeberceddir felek
Kâse-i zerrindir ol havz içre devr eyler güneş
İbni Kemâl

hıyâz: Havz’lar. hıyâz-ı Kevser: Cennet’te bir havuzun ve buna akan nehrin adı.

Daha kudsî gubâr-ı makberden
Daha rengîn hıyâz-ı Kevser’den
Abdülhak Hâmit

hayâ: Ar. Utanma, sıkılma, çekinme, hicap.

Birisi bahr-i atâdır birisi kulzüm-i sa’d
Birisi kân-i hayâdır birisi genc-i sehâ
Nazîm (Yahya)
Ey hayâ nâmında bir hissin vücûdundan bile
Pek haber-dâr olmayan yüzsüz, hayâsız
Mehmet Akif
Dünyâ o fenâ-hâne ki şeklinde beka: yok
Bir yer ki kibârında, sıgârında hayâ yok
Kemalzâde Ekrem hâyâ-hây, hâyâ-hûy: Far. 1. Üzüntü ehlinin nale ve feryadı. 2. Vaveyla, çığıltı.

Rızâ bu tekye-i hâlet-fezâda şeyh olalı
Pür etti âlemi gül-bâng-ı hâyâ-huy neşât
Neccarzâde hây u hûy: Ah vah, feryat.

Saltanat tablın kilim altında ol şûh kim çalar
Hay u huy-ı na’ra-i kûs-ıgırivân istemez
Hayâlî Bey
Yattık bülend servlerin gölgesinde şâd
Dehrin bu hây u hûyuna mecbûl-i handeyiz
Yahya Kemal

hayâl: Ar. 1. İnsanın zihninde tasarlayıp canlandırdığı şey. 2. Kuruntu. c. hayâlât.

Hayret ey büt sûretin gördükte lâl eyler beni
Sûret-i hâlim gören sûret-i hayâl eyler beni
Fuzûlî
Ademi âlemde görme âlemi âdemde gör
Eyleme âlemde ya’nî herkesi âdem-i hayâl
Bağdatlı Ruhi
Kirpikleri uzundur yârin hayâle sığmaz
Meşhûr bir meseldir “Mızrak çuvala sığmaz”
Havâyî
Tabîatim bakalım hanginizle eğlenecek
Birer birer geçin ey güller hân-ı hayâlimden
Muallim Naci

hayâl-i âlem: Âlemin hayali.

Sûretâ raks etmez isek ma’nîde raks üzreyiz
Biz hayâl-i âlemiz âlem bize fânûs olur
Gaybî

hayâl-i ârız: Yanağın hayali.

Ne bâkem zulmet-i şebden habîbim şem’a hâcet yok
Hayâl-i ârızınla hâne-i kalbim mücellâdır
Esad Erbilî

hayâl-i âteş-i hadd: Yanak ateşinin hayali.

Başım değil görünen kim gözüm gümüşlerini
Hayâl-i âteş-i haddin eritti sanki rasâs
Behiştî

hayâl-i besîm: Güler yüzlü hayal.

Ah o dem görürüm
Sarı bir çehre, bir hayâl-i besîm
Ahmet Hâşim

hayâl-i çeşm-i yâr: Sevgilinin gözünün hayali.

Turfe
Mecnûn’um ki pey-der-pey hayâl-i çeşm-i yâr
Dolaşır etrafımı ser-geşte âhûlargibi
Nâilî

hayâl-i çîn-i zülf: Saç büklümünün hayali.

Cânıma âteş bıraktı tâbiş-i fikr-i ruhun
Gönlüme saldı hayâl-i çîn-i zülfün pîç ü tâb
Çermikli
Zihni

hayâl-i defin: Gizli hayal.

Nihâyet oldu nazardan nihân o nûr-ı mübîn
Peyinde kaldı ufuklarda bir hayâl-i defîn
Mehmet Akif

hayâl-i dehen: Ağızın hayali.

Künc-i kalbimde vatan tuttu hayâl-i dehenin
Bildi kimgenc-i nihân kûşe-i vîrânda yatar
nizami

hayâl-i dil: Gönül hayali.

Çıkmaz hayâl-i dilden mâh-rû hayâlin
Senden olursa dahi benden cüdâ değildir
Nâbî

hayâl-i dost: Dostun hayali.

Gönlüm imâret eylese tan mı hayâl-i dost
Genc ü hazîne kıymetini pâdişâ bilir
Hamdullah Hamdi

hayâl-i ezel: Ezelin hayali.

Çiçek meâl-i ebedden terekküb etmiş ise
Kadın hayâl-i ezelden temessül etmiştir
Ahmet Hâşim

hayâl-i fikr-i evsâf: Vasıfları düşünme hayali.

Hayâl-i fikr-i evsâfında bir mecmûa der-hâtır
Nef’î

hayâl-i girizân: Kaçan hayal. kadd ü kâmet-i nâzânla her zemân mümtâz
Birer hayâl-i girizân-ı şi’r ü handesiniz
Fâk
Âli Bey

hayâl-i hâb: Uyku hayali; hayal âlemi. perînin şîvesinden
LâmFî bildim yakîn
Kim hayâl-i hâb imiş dünyâ-yı dûn bî-i’tibâr
Lamiî Çelebi

hayâl-i halka-i zülf: Saçının halkasının hayali.

Hayâl-i halka-i zülfünle eşkim düşse deryâya
Zemân-ı hayre dek girdâb-ber-girdâb olur peydâ
Nâbî

hayâl-i halka-i gîsû-yı anber-bâr: Amber saçan saç, güzel kokulu saç.

Yetirdi başını gerdûn ayağa bâr-ı mihnetten
Hayâl-i halka-i gîsû-yı anber-bâr yetmez mi
Fuzûlî

hayâl-i hâm: Ham hayal.

Göreyim ol hayâl-i hâm olsun
İltifâtım sana harâm olsun
Fuzûlî

hayâl-i hâs: Özel hayal.

Yâkût-ı dehr safha-i mercân-ı la’line
Bir ferd yaza başladı ammâ hayâl-i hâs
Behiştî

hayâl-i hatâ: Yanlış hayal, yanlış bir şeyi tasarlama.

Tedbîr-i katl-ı Al-ı Abâ kıldın ey felek
Fikr-i galat hayâl-i hatâ kıldın ey felek
Fuzûlî

hayâl-i hûn-âlûd: Kanlı hayal.

Ufukla işte şu pehnâ-yı lâciverdîde
Ağır ağır yürüyor bir hayâl-i hûn-âlûd
Tevfik Fikret

hayâl-i kadd-i yâr: Yârin boyunu hayal etme.

Ol kadar dîdemde bî-efgen hayâl-i kadd-i yâr
Tohm-1 eşkim kanda düşse setr olur serv-i sehv

hayâl-i kalb: Kalp hayali.

Kasr-ı firkatte eyâ hâce hayâl-i kalbin
Pîş-keş çekti gönül şâhına bir kıymetî taş
Enverî

hayâl-i kâmet: Boyunun hayali.

Fuzâlî’nin tarîk-ı nazma tab’ın müstakîm etmiş
Hayâl-i kametin kim bir eliftir
Ftidâl üzre
Fuzûlî

hayâl-i la’l-i nâb: Parlak dudak hayali.

Hayâl-i la’l-i nâbın câm-ı çeşm-i terde kalmıştır
Humâr-ı bezm-i nûş-â-nûş-ı vaslın serde kalmıştır
Nâbî

hayâl-i muhâl: Boş hayal.

Dedim visâline ermek dedi hayâl-i muhâl
Dedim cemâlini görmek dedi mübârek fâl
Şeyhi hayâl-i nazre-girîz: Tek bakışı kaçırma hayali.

Bak şu zulmette çehre-i kamere
Reng-i mevta kadar bükâ-engîz
Gizlenir hüzn ile sehâbelere
O mükeffen hayâl-i nazre-girîz
Hüseyin Sîret

hayâl-i pejmürde: Perişan hayal.

Araştırır beni öksüz yuvamda bî-vâye
Garîb yavrum ile bir hayâl-i pejmürde
Hüseyin Sîret

hayâl-i pîş: Ön hayal.

Esen hevâ ne kadar şanlı müjdeler veriyor
Hayâl-i pîşine bir levha-i zafer seriyor
Tevfik Fikret

hayâl-i rû-yi yâr: Yârin yüzünün hayali.

Cilve-gâh ettim hayâl-i rû-yi yâre sînemi
Eyledim vakf-ı nigâr-istân-ı Çin âyînemi
Nevres-ı Kadîm

hayâl-i sâib: Hedefe ulaşan hayal.

Ne hayâl-i sâib ister ne kemâl-i tâlib ister
Buna tab’-ı Râgıb ister vere böyle hüsn-i ziynet
Koca Râgıp Paşa

hayâl-i sîm-ten: Gümüş tenli hayal.

Hayâl-i sîm-tenim sâyesinde kim ne bilir
Ne gence mahzen oluptur vücûd-ı vîrânım
Behiştî

hayâl-i sîne: Göğüs hayali.

Sîneme penbe-i zahm oldu hayâl-i sînen
Ötesin Allah onara hele bulduk sabr-ı Hak
Behiştî

hayâl-i suver: Suretlerin hayali.

Kâr-ı fermâsını bil nakş-ı hayâl-i suverin
Sen bu bâzîçeye aldanma, temâşâsına bak
Şeyh Galip

hayâl-i şeb-gerd: Ayın hayali.

Etrâfta kalmayınca bir ferd
Hem-râhım olur hayâl-i şeb-gerd
Mehmet Âkif

hayâl-i şem’-i ruhsâr: Yanak mumunun hayali.

Hayâl-işem’-i ruhsârın ko yansın hâne-i dilde
Perin olşem’ayakıpşevkılepervâneler dönsün
Bâkî

hayâl-i şuarâ: Şairlerin hayali.

Cûş eder mevc-i hayâl-i şuarâ dûş-be-dûş Beyt-i ebrûsunun ara yeri dîvân yoludur
Nâbî

hayâl-i tâze: Yeni hayal.

Çünkü şâirsin hayâl-i tâzedir senden murâd
Pes yeni bir dil-ber-i mû-miyân lâzım sana
Nedim

hayâl-i tîğ: Kılıç hayali.

Hasmınız bir kuvve-i fikriyyedirfikr isterim
Ey zafer-cûyân?
Hayâl-i tîğ ü cûşundan geçin
Muallim Naci

hayâl-i turra: Perçem hayali.

Hayâl-i turrası çeşmimde raks urur sanasın
Ki baş götürüben oynaya
Nîl içinde neheng
Ahmet Paşa

hayâl-i vasl: Kavuşma hayali.

Dün hayâl-i vasl ederken âh önümden ol sanem
Ömr gibi geldi geçti sonra bildim oyimiş
Lamiî Çelebi

hayâl-i yâr: Yârin hayali.

Mevc-i eşkimde gözüm tuttu hayâl-i yâri
Yuttu deryâda
Behiştî
nite kim
Yûnusu hût
behiştî

hayâl-i zülf: Saçın hayali.

Düştüm hayâl-i zülfüne ey müttakî beni
Tesbîhe da’vet etme ki zünnâra düşmüşüm
Nesimi

hayâlât: Hayâl’ler.

Ta’dîl-i hissiyyât için elzem hayâlât
Onsuz kalırsa mûcib-i isyân olur hayât
Abdülhak Hâmit

hayâl-âsâ: Hayal gibi.

Beni ol rütbe gam mahv u nizâr etti ki hecrinle
Hayâl-âsâ görünmem vakt olur ey hurde-bînim gel
Esrar Dede

hayâl-bâz: Hayal oynatan, Karagöz.

hayâl-bâz-ı zemâne: Zamanın
Karagözü.

Verâ-yı perdede yakmış çerâg-ı hûrşîdi
Hayâl-bâz-ı zemâne ne gösterir görelim

hayâl-efser: Hayal tacı.

Cihân-gîr-i hayâl-efser rübâ-yı baht-ı İskender
Sipeh-sâlârı-ı Mânî saff-şikâf-ı rezm-ı Timûrî
Nef’î

hayâl-ender-hayâl: Hayal içinde hayal.

Hayâlinden hayâl oldum mecâlim kalmadı fikre
Hayâl-i zaf-i cismimle hayâl-ender-hayâl oldum
nihat Bey

hayâl-figen: Hayal süren.

Söyle tâkat-şiken, hayâl-figen
Bu mesâfât-ı bî-nihâye nedir
Fâik
Âli Bey

hayâl-hâne: Hayalgücü, kuruntu melekesi. ilâh isteyip eğlence hayâl-hânesine
Çevirir câmları birden perî kâşânesine
Yahya Kemal

hayâlet: Göze görünen görüntü, karaltı.

Geçer boş sokaktan, hayâlet gibi
Şitâbân u pûşîde-ser bir sabî
Tevfik Fikret

hayât: Ar. 1. Canlılık, dirilik. 2. Ömür.

Dostu ger zehr-i mâr içse olur
Ab-ı Hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâre su
Fuzûlî
Cihânın cânı sen sensiz vücûdumda hayât olmaz
Bana senden cüdâ olmak gibi müşkil memât olmaz
Taşlıcalı Yahya Bey
Ta’dîl-i hissiyyât için elzem hayâlât
Onsuz kalırsa mûcib-i isyân olur hayât
Abdülhak Hâmit

hayât-ı aşk: Aşk hayatı.

Evet, bu levhayı seyreylerim hayâlimde
Hayât-ı aşka ale’l-âde bir misâl olarak
Tevfik Fikret

hayât-ı azîz: Aziz hayat.

Bilinse kadr-i hayât-ı azîz râcihdir
Hezâr saltanata yek dem-i kemîne-i ömr
Nâbî

hayât-ı bâkî: Sonsuz hayat.

Lisânından akıp yenbû’-ı hikmet
Hayât-ı bâkî bulsa ondan eşrâf
Nuri

hayât-ı beşer: İnsanlık hayatı.

Çehre-i girye-nikâbında hayât-ı beşerin
Bir müşerrih gibi teşrîh-i nukûş ettinse
Tevfik Fikret

hayât-ı câm-ı mey: Şarap kadehinin diriliği.

Getirdi cûşişe
Ab-ı Hayât-ı câm-ı meyi
Riyâ-yı huşka onu buldu çâre deryâ-dil
Esrar Dede

hayât-ı câvidân: Ebedî hayat.

Vermeyen cânın sana bulmaz hayât-ı câvidân
Zinde-i câvid ona derler ki kurbândır sana
Fuzûlî

hayât-ı câvidânî: Ebedî hayat.

Ey kemân-ebrû hayât-ı câvidânîyi bulur
Tekye-i ışkında her cân kim sana kurbân olur
Hayretî

hayât-ı cem’iyyet: Cemiyet hayatı.

Kurursa bir gün o menba’ ne his kalır ne hayât
Beka-yı dîn ile kâim hayât-ı cem’iyyet
Mehmet Âkif

hayât-ı ceng-i maîşet: Geçim savaşının hayatı.

Hayât-ı ceng-i maîşet, cihânsa mahrekedir
Zemân zemân bu sükûnlar birer mütârekedir

hayât-ı dâreyn: Her iki dünya hayatı.

Çün senin zâtın ola asl-ı hayât-ı dâreyn
Ehl-i dâreyn ne bilsin seni ey asl-ı merâm
Nâbî

hayât-ı devlet: Devlet hayatı.

Hayât-ı devlete âid muazzamât-ı umûr
Siyâh mağz-ı tavâşîden eyliyordu zuhûr
Kemalzâde Ekrem Bey

hayât-ı ebedî: Sonsuz hayat.

Erişti âleme ya müjde-i hayât-ı ebed
Ya oldu dehre berât müsellemi teslîm
Nef’î

hayât-ı ehl-i perver: Besleyicilerin hayatı.

Aceb
Ab-ı Hayât-ı ehl-i perverdir müdâm olsun
Ki ihyâ eyledi birer reşhasıyla bu dil ü cânı
Nedim

hayât-ı fânî: Boş hayat.

Hayât-ı fânîde râhat gözetme ey Hamdî
Kişi ne denlü huzûr eyleye sefer üzre
Hamdullah Hamdi

hayât-ı feyz: Bereket hayatı.

Hızr’a minnet çekme var sonra dil-ı Nef’î gibi
Lûle-ı Ab-ı Hayât-ı feyz ile leb-ber-leb ol
Nef’î

hayât-ı hacîl: Utanmış hayat.

Dedim lebin ki
Ab-ı Hayât’ı hacîl kılar
Mercân mı ya akîk-ı Yemen dedi iksi de
Şeyhi hayât-ı hayy: Diri hayat.

Nez’-i hayât-ı hayy eder emvâta cân verir
Eyler gubârı âdem ü cismi gubâr eder
Ziyâ Paşa

hayât-ı kâinât: Kâinatın hayatı.

Eğer leyl ü nehâr âmed ü şüdünde geçse mikdârın
Hayât-ı kâinâta fasîdât eylerdi isti’lâ’
Nâbî

hayât-ı la’l: Dudak hayatı.

Revâk-ı çeşme-i mihr-i cihân-ârâ mıdır bilmem
Durur ayn-ı hayât-ı la’li vasfında akar sular
Dâniş (Dâniş-ı Atîk; Dâniş-ı Kadim)

hayât-ı mahrûme: Mahrum hayat.

Bir adem; bir âdem, fakat yaşayan
Çarpınan, uğraşan, koşan, arayan
Bir adem, bir hayât-ı mahrûme
Tevfk
Fikret hayât-ı mu’tâd: Alışılmış hayat.

Hayâtın erzeli olmuş hayât-ı mutâdın
Senin hesâbına birçok utansın ecdâdın
Mehmet Akif
Mehmet Akif

hayât-ı mürg-âne: Kuşların hayatına benzer hayat.

Bunların ortasında bir lâne
Bî-hazer bir hayât-ı mürg-âne
Tevfik Fikret

hayât-ı müsteâr: Sahte hayat.

Sönüp gitmiş ocaklar yükselir gûyâ gubârından
Giren bir kerre nâdimdir hayât-ı müsteârından
Mehmet Akif
Beş on günlük hayât-ı müsteârımdan peşîmânım
Hızır bilmem ne zevk almış hayât-ı câvidânîden
Üsküdarlı Talat Bey

hayât-ı müzebzeb: Karmakarışık hayat.

Her gün biraz ölen bu hayât-ı müzebzebim
Tevfik Fikret

hayât-ı nevîn: Yepyeni hayat.

Zalâm-ı şirki yarıp fışkırınca dîn-i mübîn
Yayıldı sîne-ı Bathâ’ya bir hayât-ı nevîn
Mehmet Akif

hayât-ı sevdâ: Sevda hayatı.

Müterennim, güzel neler varsa
Cereyân-ı hayât-ı sevdâda
Uçmak ister bir ufk-ı şeydâda
Cenap Şahabeddin hayât-ı suyûf: Yaz mevsimlerinin hayatı.

Oldu efsûn müsâfât ile hayât-ı suyûf
Ser-fürû bürde-i sûrâh-ı siyeh-fâmyanam
Nâbî

hayât-ı sühan: Söz hayatı.

Haşre dek Ab-ı Hayât-ı Sühan Bâkîdir
Andırıp zinde kılan nâm-ı Süleymân Han’ı
Nef’î

hayât-ı şâir: Şairin hayatı.

Bir fezleke-i hayât-ı şâir
Gözyaşları, bir de aşk u sevdâ

hayât-ı tâze: Taze hayat.

Eyledi kesb-i hayât-ı tâze halk-ı kâinât
Doldu envâr-ı meserretle kulûb-ı mü’minîn
Ziyâ Paşa

hayât-ı tevfîk: Uygun hayat.

Bize versin mi Hudâ Ab-ı Hayât-ı tevfîk
Hızr’ı bulsak reh-i zulmette külâhın kaparız
Keçecizade İzzet Molla

hayât-ı vatan: Vatan hayatı.

Hayır hayât-ı vatandır umûm için gâye “Vatan” deyip giriyor her giren mücâhedeye
Mehmet Akif

hayât-ı zâil: Kaybolan hayat.

Fakat ne fikr-i baîd
Hayât-ı zâil içinde muhabbet-i ebedî
Tevfik Fikret

hayât-ı zî-hayât: Canlı hayat.

Hayât-ı zî-hayâta madedir gencîne-i imdâd
Ne mümkündür cihân olmak tehî nâ-pâkliklerden
Nâbî

hayât-âver: Hayat taşıyan.

Ba’zen olurum aşk-ı hayât-âvere mâil
Hayfâ ki bu dünyâ ona da olmada hâil
Kemalzâde Ekrem Bey

hayât-bahş: Hayat sunan.

hayât-ı bahş-ı kerîm: Bol hayat sunan.

Vücûd vücûd
İlâhî hayât-bahş-ı kerîm
Nefs-i atiyye-i rahmet kelâm-ı fazl-ı kadîm
Nâbî

hayât-efzâ: Hayat artırıcı.

Hayât-efzâ-yı âlem rûh-bahş-ı mürde-i gamsın
Hemân ben hastanın cânı değilsin cân-ı âlemsin
Ulvî

hayât-engîz: Yaşamaya zorlayan.

Nasıl berk-ı dehâettir ki lemh-i in’ikâsıyla
Hayât-engîz olur bir kütle-i câmidde?
Hayretler
Tevfik Fikret

haybet: Ar. İstediğine ulaşamama, meyus kalma, mahrumluk.

Neden geçsin sefâletlerle, haybetlerle ezmânın
Neden azmin süreksiz, yok mudur Allah’a îmânın
Mehmet Akif

hâib: 1. Mahrum, yoksun. 2. Umutsuz, kederli, üzüntülü. 3. Zarar ve ziyana uğrayan.

Ne yapsın, nâ-ümîd olsun mu Şark’ın intibâhından
Perîşân rûhumuz, hâib dönerken Bâr-gâhından
Mehmet Akif

haydar, hayder: 1. Arslan. 2. Haydar-ı Kerrâr: Hz. Ali’nin diğer lakabı. (Diğer lâkapları: Ebû Türâb, Ebü’l Hasan, Ebü’l Hüseyin; Kâşif-ı Sırr-ı Velâyet).

Ser-firâz ettin Livâü’l-hamd dîn-ı Ahmed’i
Kâfire gösterdin el-hakk dest-bürd-ı Haydar’ı
Nef’î
Ulviyyet-i fitriyyede engüşt-nümâsın
Benzer revişin Haydar’a bir şanlı fetâsın
Muallim Naci

haydar-ı hasm-efgen: Düşmanı düşüren
Haydar (Hz. Ali r. a.)
Server-i dîn-ipâdişâh-ı nâm-dâr
Haydar-ı hasm-efgen ü Düldül-süvâr
Nazîm (Yahya)
Haydar-ı Kerrâr: Döne döne saldıran (Hz. Ali r. a.)
Şâh-ı Merdân Şîr-ı Yezdân pîşvâ-yı ehl-i dîn
Kâşifi Sırr-ı Velâyet Haydar-ı Kerrâr mest
Nesimi
Haydar-ı Kerrâr-ı ma’nâ: Manaya döne döne saldıran.

Benim ol Haydar-ı Kerrâr-ı ma’nâ kim hücûmumdan
Dilîrân-ı hayâle teng olur endîşe meydânı
Nef’î
Haydar-ı Kerrâr-ı meydân: Meydanda döne döne saldıran (Hz. Ali r. a.).

Haydar-ı Kerrâr-ı meydân senâ-yı zâtınım
Esb-i tab’ım Düldül ü çâlâk hâmem Zü’l-fekâr
Nazîm (Yahya)
Haydar-ı Kerrâr-ı vegâ: Savaşta döne döne saldıran (Hz. Ali r. a.).

Alem-efrâz-ı gazâ Haydar-ı Kerrâr-ı vegâ
Zor-ı bâzû-yı kazâ saff-şiken-i düşmen-gîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
Haydar-ı Kerrâr-veş: Döne döne hamle eden arslan (Hz. Ali r. gibi.

Gâh açar ihsân elini Haydar-ı Kerrâr-veş
Gâh olur rûz-ı gazâ kudret elinde Zülfekâr
Taşlıcalı Yahya Bey

hâye: Far. Haya, yumurta.

Bîdesterin helâkine hâye olur sebeb
Katl-i samûr-ı zâre olur postu medâr
Ziya Paşa

hayf, hayfâ: Ar. 1. Eyvah, yazık anlamına üzüntü edatı. 2. Zulüm, cevir, haksızlık.

Hayf-durur ışksızlara ışktan haber söylemek
Kim gerçek âşık ise râzımı ona derim
Yunus Emre
Hayf Sultan Selîm’e yüz bin hayf
Hem kalem ağlasın ona hem seyf
Selimî (Yavuz Sultan Selim)
Kudemânın görüp âsârını biz zevk ettik
Kudemâ görmedi hayfâ bizim âsârımızı
Nâbî
Vardık der-i saâdetine yârı görmedik
Girdik behişte hayf ki dîdârıgörmedik
Şeyh Galip
Ba’zen olurum aşk-ı hayât-âvere mâil
Hayfâ ki bu dünyâ ona da olmada hâil
Kemalzâde Ekrem Bey

hayfâ: Yazık!, eyvâh!
“Dünyâ koşuyor” söz mü? Berâber koşacaksın
Hayfâ ki, bütün azmi sen arkanda bıraktın
Mehmet Akif

hâyîde: Far. Ağızda çiğnenmiş, ağızdan ağıza dolaşmış, bayat, köhne söz.

Hâyîde edâya sunma kim el
Bir kerre daha demişler evvel
Şeyh Galip

hâyîde-i tûtî-i şeker-hâ-yı sühan: Sözü şeker gibi çiğneyen tûtinin bayat sözü.

Ağzına almaz eğer kand-i mükerrer olsa
Lafz-ı hâyîde-i tûtî-i şeker-hâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

hayl: Ar. 1. At. 2. at sürüsü, atlı asker, süvari kısmı. 3. Gürûh, takım, zümre. c. ahyâl, hüyûl.

İtin yolunda hûblar sürseler yüz ne ola emrinle
Melek haylı sücûd-ı Adem etmek nass-ı Kur’andır
Fuzûlî
Müje haylin dizer ol gamze-i fettân saf saf
Gûyâ cenge girer nîze-güzârân saf saf
Bâkî

hayl-i düşmen: Düşman topluluğu.

Sâflar düzüp hücûm edicek hayl-i düşmene
Dehşetle âsmân ü zemîn pür-figân olur
Nef’î
(edicek: edince)

hayl-i ins ü cânn: İnsan ve cin topluluğu.

Der-geh-i vâlâsına dil-dâde cân-ı Cebraîl
Südde-i ülyâsına ruh-sûde hayl-i ins ü cânn
Hakkı hayl-i kirâm: Büyükler topluluğu.

İmâm-ı saff-ı efâdıl emîr-i hayl-i kirâm
Emîn-i dîn ü düvel hâce-i huceste-hısâl
Bâkî

hayl-i küleng: Turna kuşu sürüsü.

Gökte efgân ederek sanma geçer hayl-i küleng
Çekilir kûyüne mürgân-ı dil ü cân saf saf
Bâk hayl-i melek: Melek topluluğu.

Kapısın hayl-i melek bekler idi
Cümle hüddâmı feriştehler idi
Hakanî

hayl ü haşem: Hizmetliler ve takımı. yegâne sipeh-endâz-ı zafer-i yâver kim
Cünd ü ervâh u melâiktir ona hayl ü haşem
Nef’î

hayyâl: At terbiyecisi, at bakıcısı.

Kemîne nemleyi pâ-mâle niyyet etmemişizdir
Bu arsa-gâhta hayyâl idik zemân ile biz de
Nâbî

hayli, haylî: Far. Epey, oldukça, hayli.

Geh pîç-â-pîç olup zülfün dil-i uşşâka dâm olmuş
Tutulmuş dâne-i ruhsârın üzre haylî san’attir
Osmanzâde Tâib
Musavverler yazıp Ferhâd’ı kûh-ı Bîsütûn üzre
Verip destine tîşe haylî üstâd-âne yazmışlar
Nef’î
Mülzem olmaz her nice ilzâm edersen seg rakîb
Haylî müşkildir belî dânâya nâ-dân ile bahs
cinânî

hayme: Ar. Çadır. c. hıyâm, hiyem.

Biz o germ-âbe-i ma’mûre-i ahlâkız kim
Haymeye râyiha-i ûd verir külhânımız
Nâbî
Germ olup tâb-ı havâdîsten eyâ evc-i kerem
Sâye-i âtıfetin üstüne bir hayme yeter
Nâbî
Dikti leşker-geh-i ezhâra sanevber tuğun
Haymeler kurdu yine sahn-ı çemende eşcâr
Bâkî

hayme-i azamet: Büyüklük çadırı.

Zemîn-i bisât-ı kadr-i çarh hayme-i azamet
Nücûm-ı sâbit ü seyyâre meş’al-i kudret
Nâbî

hayme-i gerdûn-cenâb: Gökyüzü kadar geniş bir yere kurulmuş olan çadır (Kanunî’nin çadırı).

Gün doğdu şâh-ı âlem uyanmaz mı hâbtan
Kılmaz mı cilve hayme-i gerdûn-cenâbtan
Bâk hayme-i habâb: Su kabarcıklarına benzeyen çadır.

Seylâbı eşkim üzre gören çeşmimi dedi
Akar su üzre nice durur hayme-i habâb
İbni Kemâl

hayme-i huddâm: Hizmet edenlerin çadırı.

Mevkib-i makdereti pür azamettir o kadar
Arsa-i mahşer olur hayme-i huddâmına teng
Kâzım Paşa

hayme-i iclâl: Büyüklük çadırı.

Kırım sevâhilin evvelce ettiler teshîr
Mahall mahall olunup nasb hayme-i iclâl
Ziya Paşa

hayme-i mâh: Ayın çadırı.

Aceb mi sâyemize yüz sürerse hayme-i mâh
Çü âfitâb-ı cihân erdi sâyebânımıza
Şeyhî

hayme-i ömr: Ömür çadırı.

Hayme-i ömrün sütûnu mihver-i gerdûn ola
Mıh ola evtâd-ı âlem müddeti gibi tınâb
Nizami hayme-i pîrûze-reng-i zer-nigâr: Altın işlemeli renkli mavi çadır.

Tâ ola bu hayme-i pîrûze-reng-i zer-nigâr
Arsa-i âlemde berpâ bî-sütûn u bî-tınâb
Nef’î

hayme-i rif’at: Yücelik çadırı.

Hayme-i rif’atinin hıfzına olmuş kâim
Alemin çâr-cihâtında muayyen evtâd
Nâbî

hayme-gâh: Çadır kurulan yer.

Al kanlı bir kefenle donat hayme-gâhını
Cânlarla yak meşâ’il-i mâtem-penâhını
Midhat
Cemal (Kuntay)

hayme-geh: Çadır kurulan yer.

Micmer-i zerle gelip anber ü ûd
Eyledi hayme-gehi ıtr-âlûd
Nâbî

hıyâm: Hayme’ler, çadırlar.

Haşre dek tâ ki ola beste-i evtâd-ı hulûd
Sâha-i dehrde etnâb-ı hıyâm-ı devlet
Münif
Çarhı kim himmeti-i vâlâsı temâşâya çıkar
Tâ varır fark-ı Simâk üzre eder darb-ı hıyâm
Nedim

hıyâm-ı âsumân: Gök çadırı.

Sanki fânûs-ı hayâldir hıyâm-ı âsumân
Dâimâ şem’-i cemâlinle döner ey mâhitâb
Nuri

hıyâm-ı devlet: Devletin çadırları.

Haşre dek ta ki ola beste-i evtâd-ı hulûd
Sâha-i dehrde etnâb-ı hıyâm-ı devlet
Münif

hiyem: Hayme’ler, çadırlar.

Odur olşems-i münîr-i ufk-ı devlet kim
Görmedi mislini çarh eyleyeli nasb-ı hiyem
Nâbî
Haşredek tâ ki ola beste-i evtâd-ı hulûd
Sâha-i dehrde etnâb-ı hiyem-i devlet
Münif

hayr: Ar. İyi şey, faydalı iş.

“Şerr”in zıttı.

İndik
Rûm’u kışladık çok hayr ü şer işledik
Uş bahâr geldi geri göçtük elhamdülillah
Yunus Emre
Hak şerleri hayr eyler
Zannetme ki gayr eyler
Arif onu seyr eyler Allah görelim neyler
Neylerse güzel eyler
İbrahim
Hakkı Bey
Lîk bir bende-i hakîrim ben
Amelim ehl-i hayra hayr-ı duâ
Fuzûlî

hayr-ı cârî: Akıp giden hayır.

Muvaffak oldu çünkim böyle vâlâ hayr-ı cârîye
Sezâdır kim duâsı cümleye vird-i zebân olsun
Nedim

hayr-ı duâ: Duanın hayırlısı.

Lîk bir bende-i hakîrim ben
Amelim ehl-i hayra hayr-ı duâ
Fuzûlî

hayr-ı niyyet: Niyet edilen hayır işi.

Ei’le çıktıkça zamîrindeki hayr-ı niyyet
Buldu bir başka şeref âlem-i insâniyyet
Şinasi hayr-ı umûm: Genel hayır.

Mecmû’-ı re’y ü hükmü ümrân-ı mülke masrûf
Mahsûl-i fi’l ü kârı hayr-ı umûma şâyân
Ziyâ Paşa

hayrü’l-beşer: İnsanların hayırlısı (Hz. Muhammed ‘s. a. s. ’)
Bundadır bâkî nişân mu’ciz-i hayrü’l-beşer
Tâk-ı kürsî nüsha-i mülk-i mülûk-ı kâm-kâr
Fuzûlî

hayrü’n-nâs: İnsanların hayırlısı. (Hayrü‘n-nâs men yenfau’n-nâs) hadisinin kısaltılmışı.

Anlamı: “İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok yarayandır.


Ola rehber der isen kârına
Hızr ü İlyâs
Olagör mazhar-i sırr-ı eser-ı Hayrü’n-nâs
Reşid

hayr-hâh: Hayır isteyici, iyilik isteyen.

hayr-hâh-ı cihân: Cihanın hayır isteyicisi.

Ben hayr-hâh-ı cihânım bilmiyor kimse beni
Hazret-ı Allah bilir ümîd-i gufrân eylerim

hayrân: Ar. 1. Şaşmış, şaşa kalmış, şaşırmış. 2. Çok tutkun.

Ey melek-sîmâ ki senden özge hayrândır sana
Hak bilir insân demez her kim ki insândır sana
Fuzûlî
Sen ne câmın mestîsin âyâ kimin hayrânısın
Kendin aldırdın gönül ne oldun ne hâl olmuş sana
Nedim
Ab-ı zülâl akıttın elinden gazâ günü
İ’câzın etti
Hızr’ı da hayrân efendimiz
Faruk K. Timurtaş

hayrân-ı bidâyet: İlk hayranlık.

Bir nüktedir aşk ammâ tekmîl muhâl ancak
Ser-bend-i nihâyâtı hayrân-ı bidâyettir
Esrar Dede

hayrân-ı felek: Felek hayranı.

Şevket ü şânı o gâyette ki seyr etmek için
Reh-güzârında kalır dîde-i hayrân-ı felek
Nef’î

hayrân-ı hüsn-i intikâl: Ulaşılan güzellik hayranı.

Aklın eyler nakl-i esrâr-ı maânî gaybdan
Akılân hayrân-ı hüsn-i intikâlindir senin
Muallim Naci

hayrân-ı mahabbet: Sevgi hayranı.

Yâ Rab olayım bende-i dîvân-ı mahabbet
İrgür beni hum-hâneye hayrân-ı mahabbet
Âdile Sultan

hayrân-ı nihâl: Yeni büyüyen dal hayranı.

Yâridir ol kadd ü haddin kim müdâmâ bâğda
Vâlih-igül-gonce hayrân-ı nihâl eyler beni
Nedim

hayret: Ar. Ne yapacağını bilmeyecek surette şaşırma.

Hayretinden
Yûsuf’un kavm-ı Züleyhâ kesti el
Sen ciğerler zahmını dillerde destân eyledin-
Hayâlî Bey
Nedir aceb sebeb-i hayretin nedir derdin
Kemâl-i lûtf ile kıl kemînene ihbâr
Nedim
Nasıl berk-ı dehâettir ki lemh-i in’ikâsıyla
Hayât-engîz olur bir kütle-i câmidde?
Hayretler
Tevfik Fikret

hayret-i aşk: Aşk şaşkınlığı.

Hayret-i aşk ile kendini bilen her ehl-i hâl
Zevk u şevkin dâimâ tecdîd eder handân olur
Âdile Sultan

hayret-âlûd: Hayrete bulaşmış, düşmüş. hayret-âlûd-ı belâ-yı intizâr: Bekleme belasının şaşkınlığına düşmüş.

Va’de-i ferdâsınagâhî ederdim i’timâd
Hayret-âlûd-ı belâ-yı intizâr olmak dagüç
Neşati

hayret-bahş: Hayret veren.

Böyle mu’ciz-nazm ile dünyâya hayret-bahş olan
Gâlibin fenn-i sühanda hep yed-i tûlâsıdır
Leskofçalı Galip

hayret-efzâ: Hayret arttırıcı.

Dîde mahmûr ügirîbân çâk ü kâkül târumâr
Hayret-efzâdır kıyâmın câme-hâbından senin
Mahmut
Nedim

hayret-efzâ-yı ukûl: Akılların hayretini arttıran.

Hayret-efzâ-yı ukûl olmaz idi bir mecnûn
İttifâk olsa salâha ukalâ beyninde
Yenişehirli Avni

hayret-ender-hayret: Hayret içinde hayret.

Dersin esrârım bilinsin hayret-ender-hayretim
Cân nihân cân içre esrârın nihân-ender-nihân
Muallim Naci

hayret-engîz: Hayret içinde bırakan, hayret veren.

Meâl-i hilkate imkânı yok yetişmemizin
Fakat o nüsha-i tekvîn-i hayret-engîzin
Mehmet Akif

hayret-fezâ: Şaşırtan, hayret veren.

Semen-zâr olmada feyz-i letâfetle
İrem manzar
Çemen-i ezhârla hayret-fezâdır çeşm-i im’ân
Üsküdarlı Hakkı Bey

hayret-geh: Hayret yeri.

Reng-i ruhsârın gibi her renginin hayrânıyım
Vech-i bâkînin bu hayret-gehte yüz bin rengi var
Muallim Naci

hayret-güzîn: Hayreti seçen.

Rumûz-ı aşkta hayret-güzîn câhidler
Cidâl-i dâniş ile dem urur muânidler
Behçet

hayret-kede: Hayret yeri. hayret-kede-i lâ vü neam: Varlık ve yokluk şaşkınlığı.

Her kim ki rehâ-yâfte-i havf ü recâdır
Vâreste-i hayret-kede-i lâ vü neamdır
Nâbî

hayret-nişîn: Hayrette bırakan.

Hayret-nişîn etti beni fikretimgibi
Emvâc-ı inkılâb-ı celâl ü cemâl-i dil
Esrar Dede

hayret-penâh: Hayret edilen yer.

Ey fezâ dil-teng olur dem-i bî-tenâhî olmasan
Gönlümün cevelân-geh-i hayret-penâhı olmasan

hayret-zede: Hayrete düşmüş, şaşa kalmış olan.

Biz o hayret-zede abdâllarız kim göz açıp
Gezeriz bilmeziz ammâ neye hayrânız biz
Bağdatlı Ruhi
Kendini gösterme fevka’l-âde bir âkıl gibi
Dem olur âkıl kalır hayret-zede gâfilgibi

haysiyyet, haysiyet: Ar. 1. Değer, itibar. 2. Şeref, onur.

Bulunurpek çok adam cenge koşup cân verecek
Harbin en müşkülü haysiyyeti kurbân etmek
Mehmet Akif

haysiyet-i havâdis: Havadisin değeri.

Güncîde-i basîret olur mu bu acz ile
Haysiyet-i havâdis ü keyfiyet-işuûn
Ziyâ Paşa

haysiyyet-i sarrâf-ı dehr: Dünya sarrafının şerefi.

Cevheri nazmımladır haysiyyet-i sarrâf-ı dehr
Heft-genc-i âlemin mâl ü menâlidir sözüm
yenişehirli Avni

hayt: Ar. 1. İplik, lif. 2. Tel. hayt-ı şu’â, haytü’ş-şu’â-i neyyir: Güneşin iplik gibi uzanan ışığı.

Açın şu kâkülü hayt-ı şu’â’-i neyyirden
Teşekkül eyleye bir came-hâb hüsnünüze
Abdülhak Hâmit
Mazhar-ı esrâr-ı kerrârım değil haytü’şu’â
El verip gökten bana hûrşîd eder ikrar-ı feyz
Leskofçalı Galip

hayvân: Ar. 1. Dirilik, canlılık; canlı şey. 2. İnsan dahil bütün canlıları içine alan varlık âlemi. 3. Hayvan. 4. dey.

Ahmak adam. c. hayvânât.

Zâtı olmuştugıdâ-bahş-ı tuyûr-ı ceberût
Tğ iken dahi ne hayvân ne nebât ü ne cemâd
Nâbî
Kevser-i rûhânîlerden lezzet alan âdemî
Çeşme-iHayvân’ı ne itsün çeşme-i hayvânîdir
Hamdullah Hamdi
İnsân doğup da olmuşuz iblîsten eşerr
Hayvân olaydı keşki bu cem’iyyet-i beşer
Abdülhak Hâmit

hayvân-ı çâr-pâ: Dört ayaklı hayvan.

Bu bezm içinde gönül çâr-pâre olmazsa
Ben onun ismini hayvân-ı çâr-pâ ederim
Hamdullah Hamdi

hayvân-ı kerem: Cömertliğin canlılığı.

Ne kerâmet kodu
Hak zât-ı kerîminde ki olur
Ayağın bastığı yer
Çeşme-ı Hayvân-ı kerem
Ahmet Paşa

hayvânât: Diriler, canlılar; hayvanlar.

Fakat insânki hayvânâta fâik halk olunmuştur
Evet, insânki ekmeldir, şeref-mend-i basîrettir
İsmail Safa

hayvân-sıfat: Hayvan gibi.

Nefis hazzın ey Muhibbî verme gel hayvân-sıfat
Zabt-ı nefs et ârif ol âlemde insânlık budur
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

hayy: Ar. 1. Diri, canlı. 2. Allah’ın isimlerindendir.

Hayy-i bî-enbâz: Ortağı olmayan
Mukaddem altı yıl hüznî tahallüs eylemiştim ben
Bihamdillâh meserret-yâb kıldı
Hayy-i bî-enbâz
Sürûrî

hayy-i bî-zevâl: Ölümsüz olan Allah.

Sözlerin pîrâye-i âsâr-ı fazl-ı akl-ı küll
Hâtırın gencîne-i esrâr-ı Hayy-i bî-zevâl
Üsküdarlı Hakkı Bey

hayy-i dânâ: Bilgili canlı.

Unfuvân-ı sıhhate ey Bâkî mağrûr olma kim
Lâ-cerem her hayy-i dânâ irtihâl üstündedir
Bâkî

hayy-i ebed: Sonsuz dirilik.

Her kimse ki esridi bu meyden
Hayy-ı ebed oldu zât-ı Hayy’den
nesimi (esri-: sarhoş olmak)
Hayy-ı Kadîr: Kudret sahibi olan Allah.

Etti âvihte ol Hayy-ı Kadîr
Tâk-ı çarha iki kandîl-i münîr
Nâbî
Hayy-i lâ-yemût: Ölmezlik vasfı olan Allah.

Sad şükr ola
Hayy-ı Lâ-yemûta
Kim erdi söz âlem-i sükûta
Şeyh Galip
Ey kabr gelir bana sükûtün
Takrîri o
Hayy-ı lâ-yemûtun
Abdülhak Hâmit

hayyâk Allah: Ar. “Allah ömürler versin” anlamında söz.

Etti sükkân-ı semâvât ü zemîn nâle vü âh
Lerze saldı feleğe na’ra-i hayyâk Allah
Ziya Paşa

hayyâl: bk. hayl.

hayyât: Ar. Dikici, terzi.

hayyât-ı felek: Feleğin terzisi.

Saltanat hil’atini kaddine hayyât-ı felek
Râst biçmese açılmazdı girîbân-ı kerem
Ahmet Paşa

hayyât-ı gerdûn: Feleğin terzisi, talih.

Sen ol kim dûş-ı istFdâdın ile lâyık-ı hil’at
Sana hayyât-ı gerdûn atlas-i çarhı libâs eyler
Şehit
Ali Paşa

hayyât-ı hiTat-dûz-ı bâzâr-ı hakâyık: Hakikatler pazarının elbise dikicisi.

Zehî hayyât-ı hil’at-dûz-ı -ı bâzâr-ı hakâyık kim
Kadd-i ma’nâyı etmiş câme-i terkîb ile ber-pâ
Nâbî

hayyât-ı kudret: Kudret terzisi.

Vücûd-ıpâkine
Nâbî budur
Hak’tan recâmız kim
Ede hayyât-i kudret câme-i dil-hâhını iksâ
Nâbî

hayyât-ı sun’: Sanat terzisi.

Kesse çarh-ı atlas bin mislini hayyât-ı sun’
Eşheb-i iclâline çıkmazdı bir bergüstvân
Kâzım Paşa

hayyiz: Ar. Mekân, meydan, taraf, mevki.

Hakk’ı ihâta edemez kâinât
Toktur ona hayyiz ü hadd ü cihât
Nahifi

hayyiz-i ilm-i Alîm: Alîm olan Allah’ın ilim meydanı.

Cevher-i zâtınla kâim bir arazdır lâ-mekân
Mümtenî’dir hayyiz-i ilm-ı Alîm olmak bana
Fehîm (Hoca Süleyman)

hayyiz-i imkân-ı zuhûr: Ortaya çıkan imkân meydanı.

Her ne fitne kim zuhûra hayyiz-i imkân bulur
Vech-i imkân-ı zuhûrun ol hatt-ı fettân bulur
Nef’î

hazâin: bk. hazîne.

hazâir: bk. hazîre.

hazâkat: Ar. hek. Ustalık, üstatlık. uzluk.

Hazâkat ile bakıp nabzıma buyurdu tabîb
Bu illet ehline hoştur hevâ-yı kûy-i habîb

esat (Musullu)

hazân: Far. Yaprak dökümü mevsimi, sonbahar.

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gamın da rûzigârın görmüşüz
Nâbî
Kim gül-şen-i ruhunda vere nağmeye karâr
Tâ ol zemân ki bâğ-ı cihân pür-hazân olur
Nef’î
Biliyor musun ki a sevdiğim hele âh o âlem-i vuslatın
Ne güzel nehârı ley âli var!
Ne güzel bahâr hazânı var

hazân-ı gam: Gam sonbaharı.

Hazân-ı gamda gördün ıztırâbın bülbül-i zârın
Bahâr eyyâmı teg gül-berg-i handândan haber verdim
Fuzûlî

hazân-ı hicr: Ayrılık hazanı.

Hazân-ı hicrde seyr eyle sînemin dâgın
Güşâyişi o gülün nev-bahâragelmez imiş
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)

hazân-ı hüzn: Hüzün sonbaharı.

Hazân-ı hüzn ile pejmürdedir sermâ-yı hicrette
Dil-i zârım bahâr-ı vaslıla cânâ dil-ârâ et
Âdile Sultan

hazân-ı hüzn-âver: Hüzün veren sonbahar.

Gerçi fasl-ı bahâra düştü sefer
Reng-i rûyum hazân-ı hüzn-âver
Muallim Naci

hazân-ı ma’delet: İnsaflılık sonbaharı.

Bâğ u râg devlet iclâline
Esmesin bâd-ı hazân-ı madelet
Nedim

hazân-ı nâlân: İnleyen sonbahar.

Münfail bir semâ-yı giryânın
Zerdî-i iğbirârı altında
Münkeşif bir hazân-ı nâlânın
Gird-bâdî-i gam-nisârında
Ahmet Hâşim

hazân-ı zaîf ü zerd: Zayıf ve sarı sonbahar.

Hâlâ ki esîr-i dâm-ı derdim
Mânend-i hazân-ı zaîf ü zerdim
Fuzûlî

hazân-dîde: Sonbaharı görmüş, sararıp solmuş.

Dağılmış hazân-dîde tüller gibi
Uçuşmakta sessizce huffâşeler
Ahmet Hâşim
Bir varak-pâre-i hazân-dîde
Ayrılıp sâk-ı meyve-bârından
Düştü bir şâir-âne ümmîde
Cenap Şahabeddin

hazân-gâh: Âlem, dünya. hazân-gâh-ı bahâr-âlûde: Baharı gelmiş

dünya.

Hoş nigâh et bu hazân-gâh-ı bahâr-âlûde
Kimi bülbül gibi mahzûn kimisi gül gibi şâd
Nâbî

hazân-nümâ: Sonbaharı gösteren.

Bilmem niçin, yakıştırıyordum, hazân-nümâ
Bin çîn-i infiâli cebîn-i bülendine
Tevfik Fikret

hazân-veş: Sonbahar gibi.

Sabâyı sît-i ruhsârınla kim âlem-neverd ettin
Hazân-veş bülbülân-ı aşkı hasm-ı berg-i verd ettin
Nâbî

hazâne: Ar. 1. Hazine’nin galatı. 2. Kalp, gönül.

Kim kadr-i kufl-i âhene muhtâctır yine
Memlû iken derûnu güherle hazânenin
Nâbî

hazar: Ar. 1. Sabit yerleri olanların oturdukları yer. sefer’in zıddı. 2. Barış ve güven zamanı.

Vakt-i hatarda çûb ona samsâm-ı âb-dâr
Vakt-i hazarda hâk ona câm-ı cihân-nümâ
Nizamî
Meyânemizde demek yok vifâk-ı fikr ü nazar
Huzûr-ı kalbimizi bozmasın seferle hazar
Abdülhak Hâmit
mâ-hazar: Hazır olan, mevcut bulunan
şey.

Mîz-bân olsan eğer doymaz çeşm-i mîhmân
Mâ-hazar etsen ona hûn-ı dil ü eşk-i teri
Nazîm (Yahya)

hazef: Ar. Topraktan yapılan çanak çömlek gibi şeyler.

Ey dürr-i pâk ağzına nisbet senin sadef
Deryâ sevâhilinde yatar pâre-i hazef
Bâkî
Bağdâd sadeftir güheri dürr-ı Necef’tir
Yanında onun dürr ü güher seng ü hazeftir
Bağdatlı Ruhi
Hemân ben meclis-i meyde senin hayrânınım sâkî
Hazef mi gördüğüm âyîne mi sâgâr mıdır bilmem
Nedim

hazef-pâre: Çömlek parçası.

Kân-ı endîşe hazef-pâreleridir
Ekrem
Bu güherler ki sana her biri yekdâne gelir
recaizade Ekrem hazen: Ar. Gam, keder, gussa. bk. hüzn.

Hazret-i şâh-ı rusül hâdî-i esrâr-ı sübül
Şârık-ı çarh-ı Hudâ hazen-i genc-i is’âd
Nâbî
Eyler beni durmayıp ziyâret Beytü’l-hazenimde bin meserret
Muallim Naci

hazer: Ar. Çekinme, sakınma, korunma, kaçınma.

Yahyâ dil-i fakîri yakan eylesin hazer
Âhımyeli eserse eğer pür-şerâr eser
Şeyhülislam Yahya
Taylasânına dolaşma zâhidin ey rind olan
Kıl hazer kej-düm-sıfattır zehri kuyruğundadır
Hamdullah Hamdi
Hazer eyle saçı leylâlardan
Olma mecnûn geç o sevdâlardan
Sünbülzade Vehbi

el-hazer: Sakın, dikkat et.

Mîzâna ur görüştügün ahbâbı el-hazer
Reh-ber tasavvur eylediğin reh-zen olmasın
nevres-i Kadim

hâzık: Ar. Usta, işinin ehli, becerikli, uzman. c. huzzâk.

Kayd-ı gam-ı rûzgâr bir illettir
Ol illete aşktır tabîb-i hâzık
Fuzûlî
Ki böyle bir tabîb-i hâzıkın te’sîr-i tedbîri
Nice zahm-ı derûna kâr-sâz-ı iltiyâm oldu
Nedim
Şartı bu selîm eylemenin kalbi marazdan
Bir hâzıka teslîm ola dermân dileyenler
Nuri

hâzık-ı Lokmân: Lokman usta.

Benim derd-i firâvânım ilâcı dil-bere muhtâc
Seni bir hâzık-ı Lokmân beni bî-çâre yazmışlar
Âşık Ömer

huzzâk: Uzmanlar.

Hasta-i teb-zede-i kahr geh dermân bulamaz
Olsa da
İsî gibi bil-cümle etıbbâhuzzâk
Yenişehirli Avni

hâzır: Ar. Huzurda, meydanda, göz önünde mevcut olan. c. huzzâr, hâzırûn, hâzırîn.

Hem evvelsin hem âhir kamu yerlerde hâzır
Hîç makâm yoktur sensiz ben niçin göremezem
Yunus Emre
Hubb-i câha düşen erbâb-ı mihen
Kendüye hâzır eder çok şeyn
Sünbülzade Vehbi
Göz ucuyla âşıka geh lûtf eder gâhî itâb
Bir suâle yer komaz ol gamze-i hâzır cevâb
Nef’î

huzzâr: Hazır bulunanlar, seyredenler.

Vatan hikâyesi hâb-âver oldu huzzâra
Ben ağladım yine te’sîr-i dâsitânımdan
MuaHim.

Naci
Şu intizâma bakın siz de eyyühe’l-huzzâr
Sezâ-yı nazra-i im’ân değil mi mektebimiz
Ahmet Hamdi Tanpınar

hâzır u nâzır: Her yerde bulunan ve gören Allah.

Her bir zemânda zâhir ü zâhir kemâl-ı Hak
Her bir mekânda hâzır u nâzır celâl-ı Hak
Şinasi

hâzır-bahş: 1. Hazırlanmış. 2. Hazır ol emri.

Bu halka olup görünen felek değil
Bir ejderhâymış ol yedi başlı hâzır-bahş
Necati Bey

hâzıra: 1. Bir yere yerleşmiş. 2. Şehirli.

Ulûm-ı hâzıradan beklenen menâfidir
Demek, birincisi ilmin; hayâta nâfi’dir
Mehmet Âkif

hâzıra: bk. hâzır.

hazin: bk. hüzn.

hâzin, hazîne: Ar. Hazinedar, hazine bekçisi.

hâzin-i devrân: Feleğin hazinedarı.

Yüz yire kodu lutf ilegül-berg-i ter gibi
Sandûka saldı hâzin-i devrân gühergibi
Bâk hâzin-i dürc-i güher: Mücevher hokkasının bekçisi.

Kûzedir gencîne-i hüsnünde la’lin hokkası
Hindûdur kim hâzin-i dürc-i güherdir benlerin
İbni Kemâl

hâzin-i esrâr: Sırların hazine bekçisi.

Nâmını nazm-ı bülendimle çıkardım feleğe
Ede tâ hâzin-i esrâr kazâ-nakş-ı hitâm
Nef’î

hâzin-i gencîne-i esrâr: Sırlar hazinesinin hazinedarı.

Hâzin-i gencîne-i esrârdır her dem çeker
Rişte-i izhâra bin bingevher-i şeh-vâr söz
Fuzûlî

hazîne: 1. Hükümete ait kıymetli gelirlerin toplanıp saklandığı yer. 2. Bir yerde saklanan kıymetli mal veya para. c. hazâin.

Bu ordu-gâhagelip konmasa kurulmazdı
Şu ne hazîne otağı mukarnesi meşhûd
Sâbit
Gösterir Allahım, bu millet kurtulur tek mu’cize
Bir “utanmak hissi” ver gâib hazînenden bize!
Mehmet Akif

hazâin: Hazineler.

Mülkü vâsi’ leşkeri bî-had hazâin bî-kıyâs
Âlem-i ma’nâda sultân-ı muanvendir gönül
Nâbî
Biri tedbîr-i hazâin biri ta’mîr-i bilâd
Birisi hıfz-ı memâlik biri tertîb-i haşem
Nâbî
Gördüm yeniden nice defâin
Buldum yine bir takım hazâin
Ziya Paşa

hazîre: Ar. Etrafı duvar ve çitle kaplanmış, girilmesi yasak olan yer; mezarlık, cami, tekke ve türbe bahçesi. c. hazâir.

Gel; sevgilim, seninle bu muzlem hazîreden
Bir lâhzacık firâr edelim.

Bak, teferrüce
Şâyeste her taraf.

Tevfik Fikret

hazîre-i firdevs: Cennet hazîresi.

Mesâbe-i dürrî bâb-ı hazîre-i firdevs
Nümûne-i haremi sahn-ı gül-istân-ı İrem
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

hazâir: Hazîre’ler. mevce mevce uzanmış duran hazâirden
Duyuldu vurduğu binlerce sînenin birden
Mehmet Akif

hazîz: Ar. 1. En aşağı, zîr. 2. Dağ eteği.

Burc-ı hazîzi devletinin öyle yücedir
Ki ermez mürûr-ı dehr ile ona gerd-i inkılâb
Şeyhi hazîz-i hâk: Toprağın en aşağısı.

Mürg-i revânıgöklere erdi hümâ gibi
Kaldı hazîz-i hâkte bir iki üstühân
Bâkî
Hazîz-i hâkde bin seng-i bî-nakş u zebân yatmış
Mezârlar çökmüş, ebvâblar zılâmın ka’rına batmış
Kemalzâde Ekrem Bey

hazîz-i mezellet: Zelilliğin en aşağısı.

Bugün rahş-ı tâli’in
Birden sukûtu böyle hazîz-i mezellete
Tevfik Fikret

hazm: Ar. 1. Sebat, direnme, karar. 2. Doğru ve sağlam rey, karar.

Azmde nev-civân u hazmde pîr
Sâhib ü’s-seyfü sâibü’t-tedbîr
İbni Kemâl

hazm: Ar. Midedeki yiyicekleri eritme, sindirme.

Sâr-bân-ı vakt isen hazm eyle zîrâ vakt olur
Bir topal merkeb belâsıyle katâr elden gider
Ziyâ Paşa
Ve muzırr bir delisin; haddini aştın, artık
Seni iğmâz edemez, hazm edemez insânlık
Tevfik Fikret
Sâde hürriyeti ilân ile bir şey çıkmaz
Fikr-i hürriyyeti hazm ettiriniz halka biraz
Mehmet Akif

hazrâ, hadrâ: Ar. Hudret’ten; 1. Yeşillik. 2. Gökyüzü.

Hevâ ârâyiş-i gül-zâra oldu çehre-güşâ
Bahâr gül-şene giydirdi hülle-i hazrâ
Fuzûlî
Sebz ü hurrem bir fezâ mı her kenâr-ı cûy-bâr
Ya miyân-ı cûda aks-i günbed-i hazrâ mıdır
Nef’î
Yeniden cûşa gelirken bir alev tûfânı
Karşıdan
Kubbe-ı Hazrâ edivermez mi zuhûr
Mehmet Akif

hazret: Ar. Saygı göstermek için büyüklere verilen unvan.

Bâis-i magfiret-i hazret ola
Sebeb-ipâye-i emniyyet ola
Hakanî
Başka bir kuvvet verir cengâverânın kalbine
Kalb-i leşker-gâhta oldukça hazret-i müncelî
Muallim Naci
Âsitân-ı hazreti hem üç çarh-ı nüh-tabak
Pâs-bân-ı der-gehi bilcümle fevc-i kudsiyân
Üsküdarlı Hakkı Bey

hazret-i Allah: Büyük Allah =
Hz. Allah (celle celâle hû=c. c.).

Ben hayr-hâh-ı cihânım bilmiyor kimse beni
Hazret-ı Allah bilir ümîd-i gufrân eylerim

hazret-i aşk: Büyük aşk.

Hazret-i aşk bana etti nigâh-ı izzet
Zulmet-i zilleti mahv etti o mâh-ı izzet
Esrar Dede

hazret-i Bârî Ta’âlâ: Hz. Allah(c. c.)
İb’âda lûtf u ihsân u atâsın eylemiş mu’tâd
Sana ol dost-ı müşfik
Hazret-ı Bârî
Ta’âlâdır
Âdile Sultan

hazret-i Hak: Büyük Allah=
Hz. Hak. (c. c.)
Dem-be-dem sıdk u safâyııla duâ eyleyelim
Tâ kabûl ede onu hazret-ı Hak azze ve celle
Nef’î

hazret-i Îsâ: Hz. İsa.

La’l-i cân-bahşiyle uşşâka hitâb etse nigâr
Mürdeler üzre sanasın
Hazret-i Îsâ gelir
Avnî

hazret-i Kur’ân: Büyük
Kur’an.

Oldu dördüncüsü
Haydâr hulefâ-yı dînin
Kütüb-i münzelenin hazret-ı Kur’ânkgibi
Eşref hazret-i Mevlânâ: Hz. Mevlana.

Bir çemenden yaratıp
Hazret-ı Mevlâ nâyı
Halka bildirmek için
Hazret-ı Mevlânâ’yı

hazret-i Monlâ: Hz. Mevlana.

Sanadır sığınması
Gâlib’in yâ
Hazret-ı Monlâ
Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa sendendir
Şeyh Galip

hazret-i Peygamber: Büyük peygamber=Hz. Peygamber, Hz. Muhammed (s. a. s.).

Mazhar olmuş iltifât
Hazret-ı Peygamber’e
Mün’atıftır dîde-i takdîs-i ümmet güllere
Şeyh Vasfî

hazret-i rûhü’l-emîn: Cebrâil aleyhisselâm.

Hazret-i rûhü’l-emîngâşiye-ber-dûşu idi
Konmadan dahi huyûl-ı felege nâm-ı ciyâd
Nâbî hazret-ı Sultân
Muhammed
Han-ı âlemgîr: Dünyayı tutan
Hz. Sultan
Fatih.

Hazret-ı Sultân
Muhammed
Han-ı âlem-gîr kim
Efser-i mihre sezâdır her kemîne çâkeri
Nâbî

hazret-i Yûsuf: Hz. Yusuf peygamber.

Sen idin külbe-i ahzâna koyan
Ya’kûbu
Ayırıp hazret-ı Yûsuf gibi göz nûrundan
Hâletî (Azmizade)

hazzâf: Ar. Çömlekçi, çanakçı.

La’l-iyâr-i dil-bere ol dem meğer erer elim
Kûze ede toprağında ya kadeh hazzâf ona
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

hazz: Ar. Hoşlanma, zevkalma, sevinç duyma, memnunluk. c. huzûz, huzûzât.

Gam-ı aşkın cihân milkinde buldum şâdumân oldum
Kişi gurbet diyârında edermiş âşinâdan hazz
Bâkî
Nefis hazzın ey Muhibbî verme gel hayvân-sıfat
Zabt-ı nefs et ârif ol âlemde insânlık budur
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

hazz-ı rûhânî: Ruhani memnunluk.

Mihnet-i derd ü belâ hep hazz-ı rûhânî olur
Çektiğim âlâmdan
Yahyâ gelirse yâra hazz
Şeyhülislam Yahya

huzûz: Hazz’lar, hoşlanmalar.

Tutuşur meş’ale-i dille merâyâ-yı huzûz
Hüsn ü aşk ortada bin mâh bin ahterle döner
Yahya Kemal

huzûzât: Hazz’lar.

Bî-gânelere münhasır envâ’-ı huzûzât
Mihnet-zede-i aşkına mahsûs devâhî
Ziya Paşa

hebâ: Far. 1. Toz, zerre. 2. Faydasız yere telef olan şey.

Mâl-ı mevcûdu edip mahv ü hebâ
Yak ışır mı giyesin sonra abâ
Sünbülzade Vehbi
Temâm ikbâl eder insânı ilka cây-ı idbâre
Olur üftâde-i hâk-i hebâ meyve kemâlinde
Haşmet
Çalışıp ömrümü çılgınca hebâ etmezdim
Ben bu müstakbele mâzîmi fedâ etmezdim
Mehmet Akif

hecâ, hicâ: Ar. 1. Hiciv, bir kimseyi nesir veya şiirle yerme. 2. Heceler.

Çalışır hicve dahi harf-i hecâ bilmez iken
Sanki merdâne olur dâhil-i heycâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

hicâ-yı ma’hûd: Sözü edilen hiciv.

Gitti ikisi de kaldı mevcûd
Şehnâme ile hicâ-yı ma’hûd
Ziyâ Paşa

hecr: bk. hicr.

hedâyâ: bk. hediyye.

hedef: Ar. Nişan edilen yer, amaç. c. ehdâf.

Felek tek eylemesin ta’n-ı düşmenâne hedef
Kaza ederse sihâm-ı havâdise âmâc
Koca Râgıp Paşa
Biz baş veririz zâlime, baş eğmeyiz aslâ
Mahbes mi ya maktel mi hedef bizce pekâlâ!
Abdülhak Hâmit

hedef-i me’ser: Nişan hedefi.

Oldu peyveste-i eflâk sihâm-ı dûdum
Nî-gûn oldu felek hem hedefi me’ser ser
Esrar Dede

heder: Ar. Boş ve faydasız yere gitme, zâyi ve hebâ olma.

Fedâ-yı cân edeceksin demiş vatan hissi
Demek heder değil oğlun, vatan fedâîsi
Mehmet Akif
Öldürme zafer, yıkma şeref, nehb ü heder şân
Ma’rûf adı buğz u sitemin adı ve ihsân
Tevfik Fikret

hediyye: Ar. Armağan. c. hedâyâ.

Nâbîi kemînenden ola sana hediyye
Ezkâ vü eâlîsi selâm ü salavâtın
Nâbî
Encüm değil felekte kazâ-yı bikr-i fikrime
Her şeb hediyye bir tutuk-ı zer-nişân verir
Nedim

hedâyâ: Hediyye’ler.

Alınır şimdi avâid yerine vaz’-ıgirân
Verilir şimdi hedâyâya bedel sâde kelâm
Nâbî
Bî-günâh kulların hep destin açar hevâya
Bî-mürüvvet kullarından beklemez hîç hedâyâFethi
Atâ

hedm: Ar. Yıkma, harap etme.

Tab’-ı mi’mârî-i takdîre hezârân tahsîn
Ki edip hedm mebânî-i felek-sâ-yı hısâm
Nâbî
Ba’zısı dedi olşahs-ı lâhid Üstüne hedm olunur bir hâit
Kıbrıs
Müftüsü hedm-i kılâ: Kaleleri yıkma.

Görüldü mü açılaldan berü bu bâb-ı sefer
Bu gûne hedm-i kılâ ü hezîmet-i tabur
Nâbî

heft: Far. Yedi sayısı.

Arp.

“seb’a”
Nâvek-i fikrim eder tîr-i kazâ gibi güzer
Olsa pûlâd-ı Dımışkî’den eğer heft ecrâm
Nef’î
Okusun bu heft beyti dâstân-ı hân-ı hüner
Heft-hânı
Nâbîyâ fehm etmeden
Rüstem henüz
Nâbî
Hümâ-yı fazlına çerh âşiyâne-i kem-ter
Semend-i kadrine heft âsümân ferş-i kadem
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

heft-âd: Yetmiş.

Dedi ki ey füsürde-hıred pîr-i nâ-tüvân
Heft-âd sinde bir seferin ney ki hikmeti
Nâbî
Aşktır heft-âd ü dü-millet zuhûrundan garaz
Cümleden matlûb olan fehm-i mahabbettir bana
Esrar Dede

heft-ahter: Yedi yıldız.

Devrinin beste-kemer çâkeridir heft-ahter
Şemsinin sûhte-ipervânesidir nüh-ecrâm
Nedim

heft-bend: Yedi bağ.

Aheng-i âh u nâleleri edelim bülend
Ashâb-ı derdi cûşa getirsin bu heft-bend
Bâkî

heft-deryâ: Yedi cansız cisim.

Aşinâ-yı kulzüm-i irfân olan idrâk eder
Gevher-i yek-dânedir bu heft-deryâdan murâd
Hersekli Arif Hikmet

heft-ecrâm: Yedi cansız cisim.

Eserinden kül olup âlem olurdu meş’al
Lâ-mekân içre semâvâtı ile heft-ecrâm
Üsküdarlı Hakkı Bey

heft-evren: Yedi kardeş olarak bilinen takım yıldızı.

Benâtü’n
Na’ş.

Dübb-i ekber.


Süreyyâ ıkdin eyler gûş-vâr-ı gûş-ı mâh

Benâtü’n
Nafa örter nûrdan çâder güneş
Ahmet Paşa

heft-genc: Yedi hazine.

heft-genc-i âlem: Âlemin yedi hazinesi.

Cevher-i nazmımladır haysiyyet-i sarrâf-ı dehr
Heft-genc-i âlemin mâl ü menâlidir sözüm
Yenişehirli Avni

heft-girdâb: Yedi girdap.

Garîk-i lücce-i hayret bu heft-girdâbın
Ne ka’rına nazar eyler, ne destyâr ister
Nâilî

heft-hân: Yedi defa yenilen sofra, yedi öğün yemek.

İran’ın mitolojik kahramanlarından
Rüstem ve
İsfendiyar’ın düşmanlarını yenmek için geçtikleri yedi yerde zaferlerini kutlamak için kurdukları sofra.

Okusun bu heft beyti dâstân-ı hân-ı hüner
Heft-hânı
Nâbîyâ fehm etmeden
Rüstem henüz
Nâbî

heft-iklîm: Yedi bölge, yedi ülke. (Afrika, Arabistan, Türk, Roma, Hind ve
Çin toprakları.)
Benim olpâdişâh-ı heft-iklîm
Ki bana şâhlar kılar tafeîm
Fuzûlî
Ne şeh-i şehen-şeh-i sâhib-kırân-ı heft-iklîm
Ki tuttu âlemi tuğrâ-yı fetihle nâmı
Nef’î

heft-kişver: Yedi bölge, yedi ülke. (Afrika, Arabistan, Türk, Roma, Hind ve
Çin toprakları.)

heft-kişver-i İslâm: İslam’ın yedi bölgesinin sâkinleri.

Sükkân-ı heftkişver-ı İslâm’a
Nâbîyâ Ümmîd-gâh-ı bahş-ı şefâat
Medîne’dir
Nâbî

heftümân: Far. Yedinci.

Yazmak için
Levh-ı Mahfûz’a şehâ evsâfını
Bir devât-ı âsümânîdir sipihr-i heftümân
Taşlıcalı Yahya Bey

hejdeh: Far. On sekiz.

hejdeh-hezâr: On sekiz bin.

Alem-i hejdeh-hezâr oldu dü-harf ile bedîd
Nazîm (Yahya)

hekîm: Ar. Tabib, doktor.

Hangi mahrûsa ki yok anda hekîm
Yok cevâz olmağa ol yerde mukîm
Nâbî
(anda: orada.)
Nabz-âşinâ hekîmin o nesnâs-ı nâ-mizâc
Çirkinliğiyle ben onun etmiştim imtizâc
Abdülhak Hâmit

hekîm-i aşk: Aşk doktoru.

Ben o dil-haste-i hicrim ki hekîm-i aşkın
Eylemiş zehr-i gamı mâye-i tiryâk bana
Leskofçalı Galip

helâhil: bk. hülhül.

helâk: Ar. Ölme, telef olma.

Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb
Kılma dermân kim helâkim zehr-i dermânındadır
Fuzûlî
Ne ser-i âzâde edersin ne helâk eylersin
Kaldı bî-çâre gönül havf u recâ beyninde
Yenişehirli Avni
Kim helâk olmak mukarrer zannederdim kendimi
Bulsa birkaç gün dahi eyyâm-ı hicrân imtidâd
Nef’î

helâk-i hayf: Vah vah helaki.

Külâh u hırka ile bir alay har-meşrebân gördüm
Helâk-ı hayf hayf oldum elimden irâdetim gitti
Esrar Dede

helâl: Ar. Dinin hükümleri bakımından kullanılmasında sakınca olmayan, haram olmayan şey.

Rütbe-i i’câzı ihrâz etse tab’ım çok mudur
Rûzgârın nâsihi sihr-i helâldir sözün
Yenişehirli Avni
Adım başında şekâvet adım başında kıtâl
Şenâatin ne kadar kanlı şekli varsa helâl
Mehmet Akif
Nasîb-i pâkini al durma hân-ı kudretten
Helâl olur sana
Hakk’ın naîm ü lütfu bugün
Mehmet Akif

helâl-zâd: Helal azık.

Cenâb-ı şeyhi tasarruftan alıkomuş bâde
Helâl-zâd yapar işi bozar harâm-zâde
Hâtem

helâl-zâde: Helâlden meydana gelmiş.

Yürütmeyin arakı meclis içre bâde ile
Harâm-zâdeni koyman helâl-zâde ile Fuzûlî

hele: Far. Kaldı ki, gelelim ki, bari, hiç olmazsa.

Ehl-i dil kadrin niçin fehmeylemez sâhib-hüner
Biz bu râz-ı müşkili bilmekte hayrânız hele
Cevrî (İbrahim Çelebi)

helvâ: bk. halvâ.

hem: Far. 1. Bağlama edatı. 2. Birleşik kelime yapar; “aynı, birlikte” anlamına gelir.

Olsak ne ola
Nef’î

gibi rüsvâ-yı dü-âlem
Hem âşık u şâir ü hem bâde-perestiz
Nef’î

hem-âheng: Aynı ahengte; arkadaş.

Peyâm-ı îd verip nev-bahâra bülbüller
Nevâsı oldu hem-âheng-i nây u çeng ü rebâb
Esrar Dede

hem-âre: Denk, eşit. (hem-vâre’nin hafifletilmişi)
Bir de ne aceb ki halk ı ol pîr
Sirkatten edip hem-âre tahzîr
Ziyâ Paşa

hem-âvâz: Sesi birbirine uygun; arkadaş, hem-sohbet.

Gâh eyleyüben sürûdlar sâz
Bülbüllere oldular hem-âvâz
Fuzûlî
Şevk-i ruhsârın ile nâleler etsempür-sûz
Olamaz bülbül-i şûrîde hem-âvâz bana
Koca Râgıp Paşa

hem-bezm: Meclis arkadaşı.

Kimin hem-bezmisin yârân-ı ayş ü işretin kimdir
Nedîmin gam-güsârın hem-demin hem-sohbetin kimdir
Neylî

hem-bezm-i âh u nâle: Âh ve inleme meclisinin arkadaşı.

Hem-râz-ı derd ü gussa ne hem-derd ü ne enîs
Hem-bezm-i âh u nâle ne hem-dem ne hem-nevâ
süleyman Nazif

hem-bû: Bir kokuda, bir kokulu.

Nâfe-i müşg-ı Hotan zülfüne olmaz hem-bû
Rüşdî

hem-cins: Bir soydan olan.

Yine hem-cinsi çeker birbirinin gayretini
Zahm-ı mikrâsa urur sûzen onunjçin merhem
Nâbî

hem-çü, hem-çün: Onun gibi.

Kaçan ki bu sözü gûş etti dil kalıp bî-hûş
Kemâl-i hayret ile hem-çü sûret-i divâr
Nedim

hem-dem: Yakın, Nedim, arkadaş.

Olmasa gamzen dem-â-dem yâr ü hem-dem çeşmine
Milk-i fitne böyle olmazdı müsellem çeşmine
Cevrî (İbrahim Çelebi)
Gönül gam günlerin tenhâ geçirme iste bir hem-dem
Fuzûlî
Bir çeşmi var ki bir nice yüzbin lisân bilir
Bin hem-zebânı hem-demi bin âşinâsı var
Nedim hem-dem-i ehl-i kemâl: Kemal ehlinin yakını.

Her kemâle vâsıl olur hem-dem-i ehl-i kemâl
Gel heves-kâr-ı kemâl ol görme âlemde keder
Ulvî

hem-dem-i peymâne: Kadeh arkadaşı.

Bezm-i ezelde hem-nefesimgerçi câm idi
Şükr ederim ki hem-dem-i peymâneyem yne
Nesimi hem-dem-i sabâ: Tanyelinin arkadaşı.

Bahâr mevsimidir hem-dem-i sabâ olalım
Gül ile dost kokusuna âşinâ olalım
Şeyhî

hem-derd: Dert ortağı.

Hem-râz-ı derd ü gussa ne hem-derd ü ne enîs
Hem-bezm-i âh u nâle ne hem-dem ne hem-nevâ
Süleyman Nazif

hem-dest: Ortak.

hem-dest-i revâc: Alışverişte sürümden faydalanan.

Eyle bâzâr-ı cihâna bir alır gözle nazar
Kimi hem-dest-i revâc ü kimi hem-gird-i kesâd
Nâbî

hem-dûş: Eşit, müsavi olan. hem-dûş-ı ihtimâl-i zevâl: Yok olma ihtimaline eşit. câh kim ola hem-dûş-i ihtimâl-i zevâl
Teveccüh etse bile ibtihâcımız yoktur
Nâbî

hem-firâş: Yatak arkadaşı.

Harâm-zâde-i mihnet tevellüd eylemesin
Zenân-ı fikr-i muhâl ile hem-firâş olma
Nâbî

hem-gird: Istırap çeken.

hem-gird-i kesâd: Alışverişsizlikten dolayı
sıkıntı çeken.

Eyle bâzâr-ı cihâna bir alır gözle nazar
Kimi hem-dest-i revâc ü kimi hem-gird-i kesâd
Nâbî

hem-hâb: Beraber uyuyan, yatak arkadaşı.

Tenhâlığa mı getirmedin tâb
Kim eyledin ârzû-yı hem-hâb
Fuzûlî

hem-hâbe: Yatak, oda arkadaşı.

Hani o dem ki enîs-i firâş-ı vuslat idim
O mâh-rû ile hem-hâbe-i ferâğat idim
Nevres-i Kadim

hem-hâl: Bir hâlde olan.

Dışı hem-reng-i iğbirârımdır
İçi hem-hâl-i kalb-i zârımdır
Tevfik Fikret

hem-hâlet: Aynı durumda.

Nakşı felekü’l-burûca hem-tâ
Hem-hâlet-i hücre-ı Züleyhâ
Şeyh Galip

hem-hâne: 1. Aynı evde oturan. 2. Arkadaş.

Çektiğim derdi ne hem-hâne ne hem-râh bilir
Âşık ım hâl-i dil-i zârımı Allah bilir
Nef’î

hem-inân: Dizgini bir, atbaşı beraber olan, yan yana birlikte bulunan.

Gönül o râyiz-i çabük-süvâr-ı mihnettir
Geh rah-ı aşkta
Kays’ıla hem-inân geçiyor
Râsih (Enderûnî Balıkesirli Ahmet)
Sür’at-i seyrinden azherdir ki rahş-ı himmetim
Hem-inân-ı sâbıkûn olmak temennâsındadır
Muallim Naci

hem-kâse: Aynı kâse.

hem-kâse-i erbâb-ı dil: Gönül ehliyle aynı kadehi içme.

Hem-kâse-i erbâb-ı diliz arbedemiz yok
Mey-hânedeyiz gerçi velî ışk ile mestiz
Bağdatlı Ruhi

hem-kefş: Aynı ayakkabıyı giyme, ayaktaş.

Tarîki fâkada hem-kefş olup
Senâî’ye Cenâb-ı Külhânî-ı Lây-hâr’a dek gideriz
Nâilî

hem-nâm: Adları bir olan, adaş.

Hem-nâm-ı murtaza
Alî Paşa

ki rûz-ı rezm
Şemşîr-ı Zülfekâr-ı Alî’den nişan verir
Nedim

hem-neşve: Aynı neşe. hem-neşve-i aşk-ı samedî: Ezelî ve ebedî
aşkın aynı neşesi.

Hicrân bana hem-neşve-i aşk-ı samedîdir “Çekemem” diyemem, mâtem-i rûhum ebedîdir
Recaizade Ekrem

hem-nevâ: Aynı sesli.

Hem-râz-ı derd ü gussa ne hem-derd ü ne enîs
Hem-bezm-i âh u nâle ne hem-dem ne hem-nevâ
Süleyman Nazif

hem-nefes: Sıkı fıkı arkadaş.

Bezm-i ezelde hem-nefesimgerçi câm idi
Şükr ederim ki hem-dem-i peymâneyem yine
Nesimî

hem-nişîn: Bir arada oturup kalkan, enis, arkadaş.

İktizâ-yı hikmetin ızhâr-ı kudret kılmağa
İhtilâf-ı tab’ ile ezdâdı etmiş hem-nişîn
Fuzûlî

hem-pâ(y): Arkadaş, yoldaş.

Gerçi lâf urmakta yoktur sana hem-pâ biliriz
Lîk senden dâd alır bir dâd-güster yok mudur
Muradî (Sultan IV. Murat)
Ne sabâ sâika dersem yaraşır sür’atte
Ki seğirdirken ona sâyesi olmaz hem-pâ
Nfî
Tafra ettikse de biz kat’-ı tarîk eylemedik
Razıyız her kişinin böyle gele hem-pâsı
Sünbülzade Vehbi

hem-râh: Yoldaş, yol arkadaşı.

Hem-râhım idin bu yolda ey mâh
Hem-râhı koyup gider mi hem-râh
Fuzûlî

hem-râz: Sır arkadaşı.

Ney gibi bir âşıkı-ı dem-sâz buldum kendime
Sırr-ı aşkı söylerim hem-râz buldum kendime
Şeyhülislam Yahya

hem-râz-ı derd: Derdin sır arkadaşı.

Hem-râz-ı derd ügussa ne hem-derd ü ne enîs
Hem-bezm-i âh u nâle ne hem-dem ne hem-nevâ
Süleyman Nazif

hem-reng: Aynı renkte; huyları bir olan.

Işk
Mısr’ında
Züleyhâ’ya odur hem-derd olan
Yûsuf dînâra dâim çihresi hem-reng olur
Hamdullah Hamdi

hem-rikâb: Atbaşı beraber, müsavi.

Ben övünmem rahş-ı tab’ı her kimin çâlâk ise
İşte meydân-ı hüner olsun benimle hem-rikâb
Nef’î

hem-sâye: Komşu.

Yâr ile düşmen musâhib ben esîr-i derd-i hecr
Hâr ile hem-sâye gül, bülbül giriftâr-ı kafes
Ali
Çelebi (Kınalızade Alaaddin)
İnse de gökten olsa hem-sâye
Eylemem ilticâ
Mesîhâ’ya
Muallim Naci

hem-ser: Arkadaş.

Olamaz reh-güzeri hâkine hem-pâ anber
Edemez turrasına kendüyü hem-ser sünbül
Bâkî

hem-ser-i Tûbî: Tuba’nın arkadaşı.

Serverâ servi boyun hem-ser-ı Tûbî mi değil
Kâmet-i mutedilin hasret-i tûtî mi değil
Şeyhi

hem-sifâl: Kadeh arkadaşı.

Kilâb-ı kûyun ile hem-sifâl olup hırıldaşmak
Varıp bezminde
Tahmâs’ıngazel-hân olmadan yeğdir
Bâkî

hem-sirişt: Aynı huyda.

Tâ sâlik-i reh olmayıcak hem-sirişt-i nûr
Bu perdenin güzâre ne kâdir verâsına
Nâbî

hem-sohbet: Sohbet arkadaşı.

Kimin hem-bezmisin yârân-ı ayş ü işretin kimdir
Nedîmin gam-güsârın hem-demin hem-sohbetin kimdir
Neylî

hem-sohbet-i mûr: Karıncanın sohbet arkadaşı.

Hem-sohbet-i mûr u hem-dem-i mâr
Tekye-geh-i hâk ü bister-i hâr
Fuzûlî

hem-süvâr: Birlikte ata binmiş, yol arkadaşı.

Ben dahi seninle hem-süvârım
Küh-sâr-ı belâdayâr-i gârım
Şeyh Galip

hem-şîre: Bir memeden süt emen kız kardeş.

Şîve-i güftârı hem-şîren mi öğretti sana
Her sözün şîrîn-zebânım cânıma cân oldu hep
Nedim

hem-şuTe: Aynı berraklık. hem-şuTe-i âvâz-ı bülbül: Bülbül sesinin
aynı berraklığı.

Beni hem-şu’le-i âvâz-ı bülbül eyleyen
Râgıb
Sükût-ı cân-güdâz ile ol gonca-femdir hep
Koca Râgıp Paşa

hem-tâ: Benzer, eş.

Vüfûr-ı adâletle bî-misl ü hem-tâ
Kemâl-i fazîletle akrânı nâdir
Cinani
Bir taht-ı münevver oldu peydâ
Olpîr ile
Aşk oturdu hem-tâ
Şeyh Galip

hem-tâ-yı zemâne: Zamanının benzeri.

Ey sadr-ı sühan-pîşe bunu sen de bilirsin
Kim sözde bulunmaz bana hem-tâ-yı zemâne
Nef’î

hem-vâr: 1. Düz, uygun 2. Daima, hemîşe.

Gâhîce uyandıkça şeb-istân-ı safâda
Şol gece olan sohbet-i hem-vâr unutma
Esrar Dede
Hidâyet-i reh-i şer’î için alâimdir
Değil abes bu görünen menâir-i hem-vâr
Ziyâ Paşa

hem-vâre: 1. Düz, uygun (şey). 2. Daima, her zaman.


Utlubü’l-ilme velev bi’s
Sîn” i tasdîk eyleyen
İlme gayret vermeyip hem-vâre cüst ü cûdadır
Hadis-ı Şerif
Fikr-i kec eder vakf-ı tereddüd seni yoksa
Hîç dâne-i dür rişte-i hem-vâre yapışmaz
Nâbî
Zebânım bir mücevher tîğ-ı bürrândır ki hem-vâre
Hırâş eyler hayâli sînelerde zahm-ı nâsûru
Nef’î
Sensin ol rûh-ı musavver ki olur hem-vâre
Yâd-ı mecmûa-i hüsnünle perîşân diller
Nâilî

hem-vâre-tıynet: Düzgün yaratılışlı.

Olan hem-vâretıynet ıztırâb etmez havâdisten
Ki hâmûn eylemez pâ-mâl-i seylâbdan feryâd
Koca Râgıp Paşa

hem-zâd: Beraber ve bir zamanda doğmuş olan, yaşıt.

İffet ü ismet ile tab’-ı latîfi hem-zâd
Himmet ügayret ile kalb-işerîfi tev’em
Nâbî
Ulüvv-i câhı ile tâk-ı âsmân hem-dûş
Kefi kerîmi ile ebr-i pür-atâ hem-zâd
Nâbî

hem-zânû: Yan yana oturan, diz dize oturup konuşan.

Câmı içre göre tâ kimlere hem-zânûnsun
Şekl-i sakkâdagezer dîde-i giryân saf saf
Bâkî

hem-zebân: Söz birliği eden.

Ben ol vassâf-ı ahdim ki gelince medhi evsâfa
Benimle hem-zebân olmaz ne
Firdevsî ne
Hakanî
Nef’î
Bir çeşmi var ki bir nice yüzbin lisân bilir
Bin hem-zebânı hem-demi bin âşinâsı var
Nedim hem-zebân-ı nükte-dân: Nüktedan arkadaş.

Tabımın bir tercemânı ter-zebânıdır kalem
Hâmemin bir hem-zebân-ı nükte-dânıdır sözüm
Nef’î

hemâl, hümâl: Far. Eş, nazir, akran.

Dense
İskender hemâlindir olur her âyîne
Münkalib timsâl-i ihmâle hümâlin sûreti
Nevres-ı Cedid (Osman)
Dense
İskender hemâlindir olur her âyîne
Münkalib timsâl-i ihmâle hümâlin sûreti
Nevres-i Kadim
Bütün cihânda akseyleyen hemâlindir
Esir sanki bir âyîne-i celâlindir
Mehmet Akif
Düşünmeden geçemem, yâr bî-hemâldir
Odur beni arayan hîn-i inkisârda
recaizade Ekrem

hemân: Far. Hemen, çabuk, derhal, o anda.

Bâkî’yâ hân-geh-i âlem-i hayrette hemân
Hergelen kimse bu esrâr ile hayrân ancak
Bâkî
Hemân ben meclis-i meyde senin hayrânınım sâkî
Hazef mi gördüğüm âyîne mi sâgâr mıdır bilmem
Nedim
Cilâ bulunca dil eyler tecellî yâr hemân
Hezâr-hâne-i kalbi o nûr eder mesrûr
Âdile Sultan

hemânâ: Sanki.

Necâtî bahr-i eş’ârın nedendirpür-güher bu hod
Selâsette letâfette hemânâ bir akar sudur
Necati Bey
Felek imşeb hilâl-i hâle-pirâyı edip der-dest
Hemânâ ol dervîşe tutmuş bir kemer keşkûl

kânî (Ebûbekir)

heme: Far. Bütün, hep, cümle.

Dünyâyı tuta debdebe-i adlile nâmın
Pür emn ü emân ola heme kişver-i âlem
Neşati
Mest-i rüsvâ-yı mahabbet olmadır kârım benim
Hem yine şâyestedir ta’n-ı heme millet bana
Esrar Dede
Aleme heme derd-i aşk-ı ülfet
Keder ü elem-i nuhûset
Şeyh Galip

heme-bîn: Hepsini gören.

Hod-gâmların mâ-hasalı nakd-i kederdir
Ayîne-i hod-bîni şikest et heme-bîn ol
Nâbî

hemîn: Far. Tıpkı bu, bu bile; hemen.

Hemîn geldim bu dünyâya nefsime kulluk eyleye
İyi amel işlemedim azabtan kurtulam diye
Yunus Emre
Gerd-i râhın azm-i gerdûn etti kim bu kadr ile
Şöhre-i âlem hemîn
İsî-ı Meryem olmasın
Fuzûlî
Adem hemîn bu bezm-i dil-ârâya bir gelir
Bil kadr-i ömrünü kişi dünyâya bir gelir
sezayi (Hasan)

hemîşe: Far. Daima, her zaman.

Yâ Rab hemîşe lutfunu et reh-nümâ bana
Gösterme ol tarîki ki yetmez sana bana
Fuzûlî
Zell ü fakrı pîşe kıl arz et hemîşe ihtiyâc
Gösterir çeşm-i niyâza hüsnünü ol rûy-ı niyâz
Gaybî
Hemîşe dil-ber-i mevzûn harâma meyl eyler
Belâya uğramışız tab’-ı şâir-âne ile
Neylî
Gehî memnûn lûtfuyile gehi mahzûn hicriyile
Hemîşe ârzûsu vuslat-ı cânân imiş cânâ
Âdile Sultan

hemm: Ar. Endişe, kaygı, keder, tasa. c. hümûm.

Ger bâd-ı sümûm-ı gazabı olsa şerer-hîz
Firdevs-i musîbet-kede-i hemm ü gam eyler
Yenişehirli Avni
Şerâr-ı hemm erişti mâ-verâ-yı perde-i arşa
Gubâr-ıgam mükedder kıldı mir’ât-i tecellâyı
Yenişehirli Avni

hemm ü elem: Elem ve sıkıntı.

Ah her demde olur hisse-i dile hemm ü elem
Her emek-dâra atâ vü keremdir eshâm

hümûm: Hemm’ler, kederler, tasalar.

Olup hücûm-ı elemden şikeste-hâtırlar
Derûna dolmuş idi kasvet-i hümûm u keder
Nedim
Vermeseydi bana ümmîd tabîb-i lutfun
Öldürürdü beni bu çektiğim eskâm-ı hümûm
Yenişehirli Avni

hemşîre: Far. Kız kardeş.

Şîve-i güftârı hemşîren mi öğretti sana
Her sözün şîrîn-zebânım cânıma cân oldu hep
Nedim

hemyân: Far. >hem-miyân’dan; dağarcık, para kesesi; heybe.

Def’aten etme tehî hemyânın
Nice bâziçesi var dünyânın
Nâbî
Hemân sen merdüm ol da eyle pür-hemyân ü dâmânı
Birer gevher verirler sana aşkın mâye-dârânı
Nâbî

hemyân-ı zarûret: İhtiyaç kesesi.

Nakd-i va’di ile hemyân-ı zarûret leb-rîz
Zer-i nutku ile ceyb-i fukarâ mâl-â-mâl
Ziyâ Paşa

hendese: Ar. Geometri.

Zenbûr kimden eyledi tahsîl-i hendese
Bülbüllere kim eyledi ta’lîm-i zemzeme
Ziyâ Paşa
Görüp şeklin elbet eder vesvese
Oturmaz hulâsa bilen hendese
Keçecizade İzzet Molla
Mâdem ki deniz rûhuna sır verdi sesinden
Gel kurtul o dar varlığın hendesesinden
Yahya Kemal

hengâm, hengâme: Far. 1. Kavga, gürültü. 2. Zaman, devir.

Iztırâb-ı nâ-be-hengâm istemez tahsîl-i kâm
Mevkı’inde bî-tekellüf kâr kendin gösterir
Koca Râgıp Paşa
Giderek sonra büyür hengâme
Sana vermez yedirir hükkâma
Nâbî
Gitti yine fasl-ı şitâ, geldi bahâr-ı dil-güşâ
Zevk u safâ hengâmıdır gel bezm-i bâğa sakiyâ
Râmî
Muhtasar eyle dilâ yâre yazarsan nâme
Ko cefâ kıssasını yoksa büyür hengâme
Behiştî

hengâm-ı ayş ü işret ü geşt ü güzâr: Yiyip içip eğlenme ve gezip tozma zamanı.

Eyyâm-ı zühd ü mevsim-i zerk u riyâ değil
Hengâm-ı ayş ü işret ü geşt ügüzârdır
Bâkî

hengâm-ı bîdârî: Uğraşma zamanı.

Çıkıp gûl-i beyâbân gibi geldi meclise zâhid
Biz hengâm-ı bîdârîde kâbûs-ı elem bastı

hengâm-ı cûş: Coşkunluk zamanı.

Muhîtin nağmesin gûş eylemiş hengâm-ı cûşunda
O lezzet müstekinndir mevc-i bahrin dahi gûşunda
Nâbî

hengâm-ı duâ: Dua zamanı.

Muntazır hüsn-i icâbet, müterakkıb-ı tevfik
Geldi hengâm-ı duâ eyleme tatvîl-i kelâm
Nâbî

hengâm-ı fUrsat: Fırsat zamanı.

Çok görmüşüz zevâlinigaddâr olanların
Hengâm-ı fursatta dil-âzâr olanların
Nâbî

hengâm-ı ışk: Aşk devri.

Zî pehlevân şu göz ki o hengâm-ı ışkta
Bin gürzü kalkana ala bir lu’b-bend ile
Nizamî

hengâm-ı işret: Eğlence zamanı.

Bahâr eyyâmıdır gitsim elem fasl-ı meserrettir
Gel ey sâkî mey-i gül-rengi sür hengâm-ı işrettir
Kelim-ı Eyyubî

hengâm-ı mükâfât: Mükâfat zamanı (eşitlik zamanı).

Buna hengâm-ı mükâfât denilir ey Nâbî
Halkı bî-râhat eden kimse de râhat bulmaz
Nâbî

hengâm-ı remz: Savaş zamanı.

Gün gibi hengâm-ı remz içre alıp tîğin ele
Zulmet-i şeb gibi a’dâyı girîzân eyledi
Hayâlî Bey

hengâm-ı visâl: Kavuşma zamanı.

Hengâm-ı visâl âkıbet ağyâra de kalmaz
Encâma erer mevsim-i gül hâre de kalmaz
Neylî

hengâme: Gürültü, patırtı, dövüş, kavga.

Muhtasar eyle dilâ yâre yazarsan nâme
Ko cefâ kıssasını yoksa büyür hengâme
Behiştî
Şimdi beş yüz sene geçmiş o büyük hâtıralardan
Elli üç günde o hengâme görülmüş buradan
Yahya Kemal

hengâme-i âlem: Dünya kavgası.

Değildir âlem-i âsûde-gî hengâme-i âlem
Cihânda herkesi bir gûne derde mübtelâ buldum
Hersekli Arif Hikmet

hengâme-ı Ferhâd: Ferhat zamanı.

Ömrün geçirip kûh-ı belâda dil-i şeydâ
Berhem-zen-i hengâme-ı Ferhâd olayım der
Ruhi hengâme-i haşere: Böcekler kavgası.

Yâ Rab bu ne şûriş-i kıyâmet
Hengâme-i haşere mi alâmet
Abdülhak Hâmit

hengâme-i vahdet: Birlik kavgası.

Zehî hengâme-i vahdet ki mey nûş ettiğim demdir
Rüsûm-ı küfr ü îmânı ferâmûş ettiğim demdir
Namık Kemâl

henüz: Far. Bu ana kadar, şimdiye kadar, yeni, hâlâ, ancak.

Okusun bu heft beyti dâstân-ı hân-ı hüner
Heft-hânı
Nâbîyâ fehm etmeden
Rüstem henüz
Nâbî
Olurdu reng-i tebessüm şüküfte-gül-bünden
Henüz olmadan evvel resîde gonce-i ter
Nedim
Pîş-i çeşmimdedir ol cünd-i cihân-gîr henüz
Gûş-ı cânımdadır ol gulgul-i tekbîr henûz
Muallim Naci

her: Far. Hep, bütün.

Şîve-i güftârı hemşîren mi öğretti sana
Her sözün şîrîn-zebânım cânıma cân oldu hep
Nedim
Güneş batmakta; ateş rengi almış bir yığın envâr
Dolar âgûş-ı eşcâra, karanlık servler her bâr
Kemalzâde Ekrem Bey
Ah her demde olur hisse-i dile hemm ü elem
Her emekdâra atâ vü keremdir eshâm

her-asfâr: Her değersiz şeyler.

Olur bidâyet-i sefer intihâ-yı her-asfâr
İ’dâd-ı fazl u kemâlâtın edemez madûd
Sâmi

her-bâr: Her defa, her zaman.

Bî-gâneler bu sâhada ma’zûrdur
Kemâl
Erbâb-ı zevk şiirimi her-bâr söylesin
Yahya Kemal

her çî bâd-âbâd: Her ne olursa olsun.

Yine ümmîd-i âbâdî ile düştüm harâbâta
Eğer her bat olursam da ne çâre her çî bâd-âbâd
Sünbülzade Vehbi

her-cây: Her yer.

Ahî’yi kûşe-be-kûşe zâr eden bülbül gibi
Yürüyen sohbet-be-sohbet bir gül-i her-câyidir
Âhî

her-dem: Her zaman.

Gam-ı hecrinle her-dem girye kılmak künc-i firkatte
Visâl-i gayr ile mesrûr u handân olmadan yegdir
cinânî

her-dü-cihân: Her iki dünya.

Cünbüş-i gamze değil, cilve-i reftâr değil
Lerziş-i kâr-geh-i her-dü-cihân ancak bu
Nâilî

her-gâh: Her zaman.

Mizâc-ı âlemi tashîhe sa’y eden her-gâh
Görür devâgibi çîn-i cebîn-i istikrâh
Said
Sırrı

her-hâtır: Her gönül.

Lutf-ı tabHnla nevâzende-i her-hâtırsın
Hüsn-i reyinle tirâzende-i her-kişversin
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

her-kemâl: Her şeyiyle mükemmel.

Bir gelir kevne senin gibi muhît-i her-kemâl
Olsa zâtınla becâdır iftihâr-ı rûzigâr
Akif Paşa

her-mısrâ’: Her mısra.

Ma’nî-i rengîne her bir beyti gûyâ selsebîl
Cisr-i her-mısrâı âb-ı la’l-i rümmân üstüne
Nedim

hercâî, hercâyî: Far. Serseri, yersiz yurtsuz, kararsız.

Eksiğin yok zerrece bir bî-bedel mahbûbsun
Ah kim hercâîsin mihr-i cihân-âra gibi
Usûlî (Yenice Vardarlı)
Gider ağyâr ile gül-şen-be-gül-şen seyr-i bâğ eyler
Bize hecâyilikler eyler ol mihr-i cihân-ârâ
Nahfi
Çektim el hercâyîlerden bana câm-ı mülyeter
Kim bu âlem gül-şeninde ârife bir gülyeter
Behiştî

herem: Far. İhtiyarlamak, kocamak.

Hengâm-ı heremde söylemiştir
Pîr olduğu demde söylemiştir
Ziyâ Paşa
Peygûle-i meşîmede tıfl-ı ümîdime
Mehd-i vücûda gelmeden evvel herem gelir
İzzet Ali Paşa

herem-dîde: Kocalmış, zayıflamış.

Üstünde fersûde, herem-dîde ocaktan
Yükselmede bir ince duman, mâil ü memdûd
Tevfik Fikret

hergiz: Far. Asla, hiçbir vakit, katiyen.

Bedr olur öykünür meh yüzüne onunjçin
Hergiz husûf erişmez illâ meh-i tamâma
Ahmet Paşa
Bin yıl yanarsa ışk oduna bir karâra
Cem
Bahr-i gamınla gelmeye hergiz kenâre
Cem
Cem Sultan
Ateş-işirke düşüp olma mu’azzeb ey hasûd
Hakkı birle
Hakdan artıkyok-durur hergiz vücûd

gaybî

herze: Far. Boş söz, saçma sapan söz, boş lâkırdı. c. herzevât.

Görse bu herzeleri tebriye-i zimmet ile
Yakasın silker idi ehl-i teberrâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
Tiryâkî-i herze hâb-ı menhûs
Ateşler içinde pîr-i kaknûs
Şeyh Galip
Kulağın hak söze artık ebediyyen hasret
Kustuğun herze; ya hikmet, ya büyük bir nimet
Mehmet Akif

herze-derây: Saçmasapan konuşan, manasız söz söyleyen.

herze-derây-ı makâl: Sözün saçmasapan oluşu.

Var mı ilâcın etmeğe bir hâl ile hamûş
Olmaz müfîd herze-derây-ı makâle kâl
Koca Râgıp Paşa

herze-derûn: İç karıştırıcı.

Kimi ecvef gibi illet-zede-i herze-derûn
Münif

herze-gû: Boş konuşan.

Fakat, şu vaz’edecek herze-gû aceb kim ola
Ne olsa hîç ya. nihâyet, sarıklı bir molla
Mehmet Akif

herze-hâr: Saçmasapan konuşan.

herze-hâr-ı menhûs: Uğursuz saçmasapan

konuşan.

Tiryâkî-i herze-hâr-ı menhûs
Ateşler içinde pîr-i kaknûs
Şeyh Galip

herze-sevdâ: Boş ve beyhude arzu. herze-sevdâ-yı metâ’-ı şöhret: Şöhret malının boş ve beyhude arzusu.

Herze-sevdâ-yı metâ’-ı şöhret etmez bunda sûd
Nakştemgâ-yı kabûlü kâle-i irfâna bas
Koca Râgıp Paşa

herze-vekil: Her işe karışan, boşboğaz.

Bir herze-vekili dinlemekten
Tenhâ oturuş değil mi evlâ
Muallim Naci

hesâb: bk. hisâb.

hestî: Far. Var olma, varlık, vücud.

Şunu bir ehl-i hikmetten işitmiştim, cihân dîde
Yalan, gerçek biraderdir bu hîç-istân-ı hestîde
Abdülhak Hâmit
Buna tâkat mı gelir ya buna cân mı daynır
Meğer imdâd ede hestîde de eczâ-yı adem
Akif Paşa

hestî-i elem: Elem varlığı.

Kimisi nîstî-i gamla beka-yı cûy-i vücûd
Kimi hestî-i elemle taleb-efzây-ı adem
Akif Paşa

hestî vü nistî: Var olma ve yok olma.

Hestî vü nistî-i cihân hep bahânedir
Mecmûa-i dü-kevn ser-â-ser fesânedir
Ziyâ Paşa

hevâ, havâ: Ar. İstek, heves, arzu, sevgi, hoşlanma; koku.

Haste-i derd ü gama âb u hevâsı sâz-kâr
Mübtelâ-yı kahr-ı dehre der-gehi kehfü’l-emân
Nef’î
Efendi
ta’n edenin aklı var mı
Mecnûn’a
Gürûh-ı ehl-i hevâ içre bir mi bin deli var
Koca Râgıp Paşa
Sana serkeşlik edip gayriye hâil olanın
Geç hevâsından eğer serv-i hırâmân ise de
Nihani hevâ-yı aşk: Aşk isteği.

Hevâ-yı aşka uyup kûy-ı yâra dek gideriz
Nesîm-i subha refîkiz bahâra dek gideriz
Nâilî

hevâ-yı bezm-i vuslat: Kavuşma meclisini isteme.

Çalmakta başında çeng-i rıhlet
Hâlâ mı hevâ-yı bezm-i vuslat
Abdülhak Hâmit

hevâ-yı cây: Mevki hırsı.

Hevâ-yı cây ile terketti gitti âileyi
O varsa bilmeyerek oynuyor bu hâileyi
Abdülhak Hâmit

hevâ-yı cism-i latîf: Güzel kadın arzusu.

Düşmüş hevâ-yı cism-i latîf ile
Nâbîyâ
Leyl ü nehâr keşmekeş-i intizâra mevc
Nâbî

hevâ-yı çeşm-i mest: Mahmur gözün arzusu.

Sana yetti ecel peymânesin nûş etmeğe nevbet
Hevâ-yı çeşm-i mest ü gamze-i hûn-hâr yetmez mi
Fuzûlî

hevâ-yı dâniş-efrûz: Bilgiyi ortaya çıkarma arzusu.

Zehî hûrşîd-i nevrûz-ı sühan kim pertev-i hükmü
Hevâ-yı dâniş-efrûz u sehâb-ı cehl-fersâdır
Sabri hevâ-yı dil: Gönül arzusu.

Şu’le-i aşkı hevâ-yı dildir efzûn eyleyen
Bâd-zen-i bâl semenderdir bu âteş-hâneye
Nedim hevâ-yı dürr-i dendân: İnci dişleri arzulama.

İki çeşmim yaşından kûyun etti mecmaVl-bahreyn
Hevâ-yı dürr-i dendânın hayâl-i la’l-i mercânın
Şeyhülislam Yahya

hevâ-yı gül: Gül isteği.

Akd-i uhuvvet etti nesîm-i bahâr ile
Avârelikte nükhet-i pâ-der-hevâ-yı gül
Nâbî

hevâ-yı Hû: Hû deme isteği.

Aşıkların vücûdunu aldı hevâ-yı

Şürîde kıldı onları zevk-ı safâ-yı

Nuri

hevâ-yı huşk: Kuru hava.

Cebelde dâne-i bârûta döndü dâne-i berf
Hevâ-yı huşk erimezken mukaddem etti türâb
Esrar Dede

hevâ-yı ihtilât-ı halk: Halk ile görüşme arzusu.

Hâlî ettim dil hevâ-yı ihtilât-ı halktan
Bezm-i gamda ney kimi hem-dem bana feryâd bes
Fuzûlî

hevâ-yı İslâm: İslam arzusu.

Dîde-i lutfü nigeh-dâr-ı hevâ-yı
İslâm
Sadme-i kahrı nigûn-sâr-ı hısâm-ı devlet
Nâbî

hevâ-yı isyân: İsyan arzusu.

Germî-i hevâ-yı isyândan ebr-i gevher-nisâr-ı gufrân
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

hevâ-yı kâkül: Kâkül hevesi.

Hevâ-yı kâkülü bir yana bir yana zülfü
Başımda derd ü belânın nihâyeti yoktur
Bâkî

hevâ-yı mâ-sivâ: Allah’tan başka şeylere bağlanma arzusu.

Mâye-i teşvîş olur kalbe hevâ-yı mâ-sivâ
Eyleyen bâd-ı nefestir pür-gubâr âyîni
Hersekli Arif Hikmet

hevâ-yı merhamet: Merhamet isteği.

Reh-i mütâbaatindir tarîk-ı fevz ü necât
Hevâ-yı merhametindir ümîd-i hayr ü halâs
Fuzûlî hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng: Kararsız dünya işinin hırsı.

Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü neng
Tâ-key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng
Bâkî

hevâ-yı nazm: Şiir isteklisi.

Ben o şehbâz-ı hümâ-tab’-ı hevâ-yı nazmım
Eylemem mağz-ı ser-i şevket için fekk-i dehen
Keçecizade İzzet Molla

hevâ-yı nefs: Nefis arzusu.

Hevâ-yı nefsi terk eden melâik rütbesin bulur
Mukarreb olamaz ref etmeyen bu tab’-ı hayvânî

gaybî

hevâ-yı perçem: Perçemin sevdası.

Hevâ-yı perçeminle başka bir hâlet olur serde
Yeni baştan misâl-ı Vâsıf uğrattın beni derde
Enderunlu Vasıf

hevâ-yı rûzgâr: Zamanın hevesi.

Şâir-i sırdır hevâ-yı rûzgârım hâme-veş
Vasf-ı zülf-i dil-rübâ akd-i lisân olmaz bana
Ziya Paşa

hevâ-yı sâf: Temiz istek.

Bin nihâl-i pür-şükûfe kaplamış etrâfinı
Nefha-ı Rahmân’a döndürmüş hevâ-yı sâfinı
Muallim Naci

hevâ-yı sayd: Av hevesi.

Yâhûd hümâ şikâr edici şâh-bâzdır
Dâim hevâ-yı sayd ile bî-âşiyân olur
Nef’î

hevâ-yı ser-i erbâb-ı cünûn: Cinnet sahiplerinin baş arzusu.

Kâkül ki hevâ-yı ser-i erbâb-ı cünûndur
Her halkası bir mahşer-i erbâb-ı cünûndur
Esrar Dede

hevâ-yı sünbül: Sümbül kokusu.

Hevâ-yı sünbülün ile sabâ ki hoş-demdir
Deminde azm-i remîme
Mesîh-ı Meryemdir
Hamdullah Hamdi

hevâ-yı şevk: Arzulama isteği.

Sîneme doldu hevâ-yı şevk ile feryâd-ı aşk
Artar efgânı onun mânend-i bülbül der-kafes
Âdile Sultan

hevâ-yı vasl-ı Leylî: Leyla’ya kavuşma isteği.

Başında hevâ-yı vasl-ı Leylî
Ne ata gamı ne ona meyli
Fuzûlî

hevâ-yı vasl-ı zülf: Saça kavuşma arzusu.

Hatm olup ömrüm eğer kalmaya bende bir nefes
Sanma kat edem hevâ-yı vasl-ı zülfünden heves
Hamdullah Hamdi

hevâ-yı yâr: Yârin kokusu.

Perdeyi her kim hevâ-yı yâr ile çâk eylese
Gül gibi ondan dimâg-ı âleme hoş-bû gelir
Hamdullah Hamdi

hevâ-yı zülf-i dost: Dostun saçını arzulama.

Her kime kim hem-dem olduysa hevâ-yı zülf-i dost
Kaldı bir kuru deride nâfe-i âhûgibi
Hamdullah Hamdi

hevâ-yı zülf-i yâr: Sevgilinin saçını arzulama.

Şu karşıkı kara dağdan geçem mi ebr-veş yâ Rab
Hevâ-yı zülf-i yâr ile benim bunda kararım yok
zâti

hevâ-bahş: İstek sunan.

Ne âteş ü bâd u ne âb u gil idim cânâ
Sen serv-i hevâ-bahşa ben mâil idim cânâ
Hayretî

hevâ-dâr: 1. Etrafı açık, rüzgârlı yer. 2. Yâr, dost.

Gayre meyli olamaz aşkın ile yâr olanın
Yücedir rütbesi mihrinle hevâ-dâr olanın
Osman
Şems Efendi

hevâ-hâh: Sevgili, yâr, dost.

Câsûs-ı kazâdan oldu âgâh
Kim
Hüsn ile
Aşk’tır hevâ-hâh
Şeyh Galip

hevâî, hevâyî: 1. Nefsine düşkün, ciddi şeylerle ilgisiz. 2. Rüzgârlı, havalı.

Bir râyiha-i aşk u hevestir bu menâzır
Her bir ağacın sanki hevâyî seri vardır
Abdülhak Hâmit

hevâî-meşrebân: Hevâî tabiatli.

Derd ü gamdan ıztırâb etmez hevâyî-meşrebân
Keştîye bâr-ı girânı bâis-i temkîn olur
Koca Râgıp Paşa

hevâ-penâh: Arzu ve hevese sığınma.

Kaldı gönlüm şu dâm-gâhında
Dâm-ı zülf-i hevâ-penâhında
Ebedî bir esîr-i nahçîrin
Cenap Şahabeddin

hevâ-perest: Nefis ve zevkine düşkün.

Hevâ-perest o biraz, mübtelâ-yı nisvândır
Ki bence bâis-i endîşe-i firâvândır
Abdülhak Hâmit
Hulûl-i nev-bahâr ile gönül hevâ-perest olur
Nesîm-i kûy-ı dil-berin tenessümüyle mest olur
Muallim Naci

hevâ-zede: Kendi sevdasına kapılan.

Ya bûse-i dehenindir ya pîçiş-i zülfün
Dil-i hevâ-zedenin ârzûların biliriz
Nâbî

hevâmm: Ar. Hamme’ler, zararlı böcekler.

Güneşli sath-ı sükûn-perverinde bir havuzun
Uçan hevâm-ı heves-kârı andırır fikrim
Tevfik Fikret

hevdec: Ar. Deveye binen kadınlar için yapılan mahfe. c. hevâdic.

hevdec-i nâz: Naz mahfesi.

Hevdec-i nâz içinde bânûlar
Cümle
Zühre-cebîn ü meh-rûlar
Necati Bey

hevân: Ar. Horluk, aşağılık, alçaklık, zelillik.

Yeni cân buluban duram hevâna başlayam yine
Ererse kabrime zülfün nesîm-i müşg-bârından
Ahmet Paşa
Vusûl-i menzil-i imdâd-ı gayb lâzımdır
Ki bî-hevâna gelir dest bâd-bânlardan
Nâbî

heves: Ar. Bir şeye karşı duyulan şiddetli arzu ve istek, dilek.

Bâr-ı belâ-yı ışka heves kılma
Bâkî yâ
Zîrâ tahammül etmeyesin ihtimâldir
Bâkî
Hatm olup ömrüm eğer kalmaya bende bir nefes
Sanma kat edem hevâ-yı vasl-ı zülfünden heves
Hamdullah Hamdi
Hancer-i gam bula cânı ışkının maktûlüne
Dirlik el yete ki senden hûn-behâ kılar heves
nizami

heves-i ârız: Yanak arzusu.

Dilden heves-i ârızı alın çıkmaz
Mânend-i süveydâ gam-ı hâlin çıkmaz
Fasih (Ahmet Dede)

heves-i bâğ-ı bihişt: Cennet bağını dileme.

Rind isen eğer ko heves-i bâğ-ı bihişti
Cennet mi değil bezemeğe hurrem-i nev-rûz
Nef’î

heves-i bî-kesel: Gevşeklik vermeyen istek.

Aşk dâmeninin elden koma kim neyl-i kemâl
Heves-i bî-kesel ü himmet-i üstâd ister
Şeyhülislam Yahya

heves-i bûse-i izâr: Yanağı öpme arzusu.

Nigâr zülfü gibi
Hamdî bî-karâr oldu
Sebeb bu kim heves-i bûse-i izâr eyler
Hamdullah Hamdi

heves-i devlet: İkbal, mutluluk ve itibar isteği.

Düştük katı çoktan heves-i devlete ammâ
Ol dâiye-i dağdağa-fermâdan usandık
Nâbî

heves-i diğer: Diğer heves.

Lâkin bu heves bir heves-i diğere mağlûb
İnsân yaşamak hırs-ı cibillîsine meclûb
Mehmet Âkif

heves-i istîkâd: Tutuşup yanma arzusu.

Rütbeni bilmek ile tab’-ı cehennemde bile Ümmet-i müznib için yok heves-i istîkâd
Nâbî

heves-i mâl: Mal hevesi.

Ma’kûs-ı elemdir emel-i dehr ser-â-ser
Olma heves-i mâl ile âlûde meMZe
Sünbülzade Vehbi

heves-i merhem: Merhem arzusu.

Hezâr zahm-ı gama cilve-gâh iken gönlüm
Fütâde-i heves-i merhem olmasın ne olsun
Nâbî

heves-i nev-hevesân: Yeni heveslilerin hevesi.

Tahkîk-ı safâ gerçi budur, lîk bu tahkîk
Bir vefk-ı hevâ vü heves-i nev-hevesândır
Nef’î

heves-i sayd: Avlanma isteği.

Pâyında bulur saydını
Anka: -yı tevekkül
Etmez heves-i sayd ile bâl ü pere minnet
Nâbî

heves-i subh: Sabah isteği.

Ol rîş-i sepîd ile yine eylemeyip şerm
Bir beyza uçurmaktan usanmaz heves-i subh
Nâbî

heves-i tîr ü kemân: Ok ve yay arzusu.

Heves-i tîr ü kemân çıkmadı dilden aslâ
Nâvek-i gamze-i dil-dûz ile ebrû yerine
Gazayî (II.

Gazi Giray
) heves-i zülf-i siyeh-târ: Siyah telli saçının hevesi.

Artırdı cünûnun heves-i zülf-i siyeh-târ
Bir hastesin ey dil ki şeb-i târda kaldın
Nâilî

heves-kâr: Hevesli, istekli. c. heves-kârân.

Agâh olagör dehrde ahvâl-i hilâle
Alemde, dilâ, olma heves-kâr kemâle
Sünbülzade Vehbi

heves-kâr-ı kemâl: Tam hevesli.

Her kemâle vâsıl olur hem-dem-i ehl-i kemâl
Gel heves-kâr-ı kemâl ol görme âlemde keder
Ulvî

heves-kârân: Hevesliler.

Menâr-ı dârdan
Mansûr’a bâng-ı aşk urdurmak
Heves-kârâne hâl-i âşıkı teşhîr içindir hep
Esrar Dede

heves-âlûd: Hevese bulaşmış.

Ne gırra-i âmâl ü ne dil-gîr-i memât ol
KılHakk’a tevekkül heves-âlûd-ı necât ol
Nâilî

heves-âmûz: Heves öğrenmiş.

Ey sen ki uzaktan mütebessim, heves-âmûz
Olmuş şeb-i ömrümde nigâhın bana merkûz
ahmet Hâşim

heves-nâk: Hevesli, heves edici.

Bu bu hâletle tenezzül mü ederdim şi’re
Neyleyim kurtulamam tab’-ı heves-nâkimden
Nfî

heves-nümâ: Heves gösteren.

heves-nümâ-yı tanzîm: Nizama heves gösteren.

Şübbân-ı heves-nümâ-yı tanzîm
Etsin bu kitâbı levh-i ta’lîm
Ziyâ Paşa

heves-perver-âne: Hevesliye yakışacak bir surette.

Değil garâm-ı heves-perver-âne mu’tâdım
O dîdelerde fakat bir nigâh-ı aşk aradım
Tevfik Fikret

hevl: Ar. Korku, havf. c. ehvâl.

Ne gam pür-âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet
Kaçar mı merd olan bir cân için meydân-ı gayretten
Namık Kemâl

hevl-i cân: Can korkusu.

Ne bîm-i dûzaha benzer, ne hevl-i câna firâk
Azâb-ı aşkı kim anlar, kiminle söyleşelim
Leskofçalı Galip

hevl-i iğtirâk: Suda boğulma korkusu.

Gâh havf-ı ihtirâk ü gâh hevl-i iğtirâk
Mihnet-i vapur kalmaz renc-i rüst-â-hîzden
Ethem Muhlis Paşa

hevl-i mahşer: Mahşer korkusu.

Deldi bağrım yaktı cânım eyledi hayrân beni
Hevl-i mahşer bîm-i dûzah şermî-i cürm ü hatâ
Nahifi
Defter-i a’mâlimin hatt-ı hatâdandır siyâh
Kan döker çeşmim hayâl ettikçe hevl-i mahşeri
Fuzûlî

hevl-i rûz-ı mahşer: Mahşer gününün korkutuculuğu.

Fikr-i hevl-i rûz-ı mahşer mihnet-i dünyâ-yı dûn
İ’tisâf-ı teng-destî tâli’-i nâ-mihr-bân
Kâzım Paşa

hevl-âver: Korku uyandıran.

Derin gurrende aks-i savletiyle ra’d-i hevl-âver
Kımıldar bir siyâh ejder gibi âgûş-ı vâdîde
Tevfik Fikret

ehvâl: Hevl’ler, korkular.

İşte dünyâda olan ahvâli
Sayma ukbâda olan ehvâli
Kıbrıs
Müftüsü

hâil: Korkunç, korkulu; trajedi, dram, üzüntü veren olay.

Bu tecellî ki mevt-i hâildir
Ona bir şiir içinde sarhoşluk
Tevfik Fikret

hâile: Acıklı olay, facia, trajedi.

Görünce karşıdan âdemceğiz bu hâileyi
Yığınla taş kesilen yurdunun harâbesine
Mehmet Akif
Örtün evet, ey hâile. örtün, evet ey şehr
Tevfik Fikret

hâile-engîz: Korku ortaya koyan.

Bilsek nerede şimdi
Hülâgû ile
Cengiz
Mâziniz olan muzlime-i hâile-engîz
Abdülhak Hâmit

hâile-perver: Korku büyüten.

Kaldım ebedî hicr ile bî-kes gece gündüz
Ağlar sanırım hâlime her manzara, her yüz
Kırlarda hazân, inleyen âvâre bir öksüz
Leylâ-yı firâkın ne kadar hâile-perver

hüseyin
Sîret

heybet: Ar. Azamet, gösteriş, ulu veya korkunç görünüş.

Demek: İnsân değilsin eylemezsen durmayıp ikdâm
Neden geçsin sefâletlerle, heybetlerle, ezmânın
Mehmet Akif
Çarha olsa nazar heybeti ger tefrika-sâz
Göremez birbirini haşre kadar çeşm-ı Peren
Keçecizade İzzet Molla

heybet-i aşk: Aşk heybeti.

Korkarım âh edecek zâhir ola sâikalar
Alemi velveleye vere hemân heybet-i aşk
Nuri heybet-i debdebe-i kûs-ı Nebî: Nebinin kösünün debdebe heybeti.

Heybet-i debdebe-i kûs-ı Nebî
Kesti ırk-ı neseb-ı Bû
Leheb’i
Hakanî

heybet-i iclâl: Büyüklük heybeti.

Çehresinden rengi pervâz eylemiş sanma şafak
Heybet-i iclâli düşmüş mihr-i rahşân üstüne
Nedim

heybet-i ulviyye: Yüce heybet.

Şerer-i heybet-i ulviyyesidir yıldızlar
Onlarınşu’lesi gök kubbesiniyaldızlar
Şinasi heycâ: Ar. Cenk, savaş, harp; gürültü, kavga.

Tâbiş-i tîğını der pençe dem-i heycâda
Görse teb-lerze tutar şerze-i şîr-i ücemi
Beliğ
Ancak o zemân hâlis olur niyyet-i heycâ
Ben yoksa bu gavgâya derim şûriş-i bî-câ
Abdülhak Hâmit

heycâ-yı sühan: Söz kavgası.

Çalışır hicve dahi harf-i hecâ bilmez iken
Sanki merdâne olur dâhil-i heycâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

heyecân: Ar. 1. Coşma, coşkunluk. 2. Heyecana kapılmak, telâşlanmak.

Bahârda ten-i gül-bünde eyleyip heyecân
Harâret-i demevî kıldı ukdelerpeydâ
Fuzûlî
Bir sadâ bir sadâ ki ra’d-efşân
Veriyor hâke bir lerziş-i heyecân
Tevfik Fikret
Şevk-i seferlepür-heyecân oldu tuğlar
Bâd-ı zaferle
Mısr’a vezân oldu tuğlar
Yahya Kemal

kavuşurken böyleyiz: Heyecân yok, telâş yok
Ayrılırken de öyle.

Gözlerimizde yaş yok
Faruk
Nafiz
Çamlıbel

heyhât: Ar. Yazık, çok yazık, ne yazık, vah vah.

Deşt-i heyhât ise de çoktan olurdu sûzân
Vüs’at-i havsalamı tündî-i hûbândan sor
Nâbî
Her münkir-i keyfiyet-i erbâb-ı harâbât
Öz aklı ile hakkı diler kim bula heyhât
Bağdatlı Ruhi
Cânân o ise necât heyhât
Nâci ben isem hayât heyhât
Muallim Naci
Daha mektebte çocuktuk, bizi yıldırdı hayât
Oysa hîç korku nedir bilmeyecektik, heyhât
Mehmet Akif

heykel: Ar. 1. Taş, tunç gibi maddelerden yapılan büyük insan veya başka bir eşya sureti. 2. Yakışıklı güzel. c. heyâkil.

Ey dâhiye sen şimdilik ol sâbir-i zillet
Heykel dikecek sonra senin nâmına millet
Muallim Naci
Yalnız ben, alçıdan bir heykel gibi
Sonsuzluğu dinlemekten tad aldım
Faruk
Nafiz
Çamlıbel heykel-i bî-hünerân: Beceriksizlerin heykeli.

Rûhdur kâlıb-ı insâna
Fehîmâ irfân
Heykel-i bî-hünerân addolunur seng-i mezâr
Fehim-ı Kadim (Uncuzade)

heyâkil: Heykeller.

heyâkil-i hilkat: Yaratılış heykelleri.

Bütün heyâkil-i hilkatle hasbihâl ettim
Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim
Mehmet Âkif

heyâkil-i nûr: Nur heykelleri.

Seyyâreden heyâkil-i nûr astı boynuna
Kıldı sipihri dehşet-i şemşîri bî-karâr
Nevî heylûlet: Ar. Zihinde tasarlanan şey. heylûlet-i deycûr-ı amâ: Körlüğün karanlık hayal gücü.

Oldu berdâşte heylûlet-i deycûr-ı amâ
Sâha-i pehn-bürûz oldu zevâyâ-yı kümûn
Münif heyûlâ: Ar. 1. Her şeyin maddesi, mahiyeti. 2. Zihinde tasarlanan şey. 3. Vücudu yok hükmünde bulunan cansız, kudretsiz, dermansız 4. Küçük, ehemmiyetsiz şey.

Sûret-pezîr-i ma’rifet olmaktadır hüner
Yoksa bu dehre nice heyûlâ gelir gider
İzzet Ali Paşa
Görünce zinde bütün mahşer-i heyûlâyı
Mezâra rûh veren nefh-ipâk-ı Mevlâ’yı
Mehmet Akif

heyûlâ-yı âdem-i mescûd: Secde eden insanın maddesi.

Ne aşk nâtıka-pîrâ-yı rûy-ı rûh-ı insânî
Ne aşk sırr-ı heyûlâ-yı âdem-i mescûd
Sâmi

heyûlâ-yı rûh-ı Mecnûn: Mecnun’un ruhunun maddesi
Tenim nizâr görüp kaçma ey remîde gazâl
Tasavvur et ki heyûlâ-yı rûh-ı Mecnûn’um
Nâilî

heyûlâ-yı tasavvur: Düşünülen ruh-ı azam.

Cevher-i ferdim heyûlâ-yı tasavvurdan beri
Şeş-cihât-ı ma’rifet kevn ü mekânımdır benim
Nef’î

heyûlâ-yı vücûd: Vücudun maddesi.

Bir aceb sırr-ı nihânîdir heyûlâ-yı vücûd
Sûret-i eşyâda hem mevcûd hem nâ-bûd olur
Leskofçalı Galip

hezâr: Far. 1. Bin sayısı. 2. Bülbül. c. hezârân.

Gel ahi iy şehriyâri sözümüzü dinle bâri
Hezâr gevher ü dînârı kara toprak ede bir söz
Yunus Emre
Çemen etfâlinin uykuların uçurdu yine
Subh-dem gulgule-i fâhte gül-bâng-ı hezâr
Bâkî
Ol kim gözün açıp göre nûr-ı cemâlini
Bir zerredir katında hezâr âftâb-ı bahs
Hamdullah Hamdi
Görmeden âsâr-ı Nîsân’ın bahâr elden gider
Güller âhir râm olur ammâ hezâr elden gider
Ziyâ Paşa
Medh ü senâ sipâs ü salât ü selâm sana
Olsun hezâr kerre hezârân efendimiz
Faruk K. Timurtaş

hezâr-ı adn: Cennet bülbülü.

Bir gül-istân-ı safâdır her mukaddes tarh kim
Rüzgâr eyler hezâr-ı adne hâkin ermagân
Kâzım Paşa

hezâr-ı bâğ-ı gam: Gam bağının bülbülü.

Hezâr-ı bâğ-ı gamım âşiyân gözümde değil
Değil bu köhne kafes gülsitân gözümde değil
Keçecizade İzzet Molla

hezâr-ı bî-nevâ: Sessiz bülbül.

Niçin saldın bürûdet ey hazân eczâ-yı gül-zâre?
Niye kârın hezâr-ı bî-nevânın âh-ı serd ettin?
Nâbî

hezâr-ı nağme-kâr: Nağme yapan bülbül.

Gül hazîn, sünbülperîşân.

Bâğ-zârınşevkıyok
Derd-nâk olmuş hezâr-ı nağme-kârın şevkı yok
Recaizade Ekrem

hezâr-ı zâr: İnleyen bülbül.

Mey-hâne gülsitândır, peymâne gül-feşândır
Sâkî nihâl-i şûhu, mutrib hezâr-ı zârı
Namık Kemâl

hezârân: 1. Bülbüller 2. Binlerce.

Ben helâk oldum gamından sen esen ol ey sanem
Şâh sağ olsun hezârân bende kim ölse ne gam
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Hezârân olsa da gül bir bülbül-i şeydâ yerin tutmaz
Koca Râgıp Paşa
Medh ü senâ sipâs ü salât ü selâm sana
Olsun hezâr kerre hezârân efendimiz
Faruk K. Timurtaş

hezârân-ı derd: Derdin binlercesi.

Hezârân-ı derd ile nâlân ü efgân mürg-ı dil dâim
Gönül zevkiylegâhî şevk alıp gül-şende eğlenmez
Âdile Sultan

hezâr-âsâ: Bülbül gibi.

Hezâr-âsâ ne ola etsem o gül-ruhsârdan feryâd
Eder bu gül-şenin bülbülleri hep yârdan feryâd
İlhamî, Selimî (Sultan III. Selim)

hezâr-âşüfte: Bin âşık.

Böyledir kâide-i verd-i hezâr-âşüfte
Bülbül-i dil-şüde-i zârı eder hâre fedâ
Ziyâ Paşa

hezâr-âşinâ: Bin tanıdık.

Bin mübtelâsı var ser-i râhında cân-be-kef
Ol tıfl-ı nev-zuhûr-ı hezâr-âşinâyıgör
Nâilî

hezâr-fenn: Çok bilen, elinden her türlü iş gelen.

Fenn-i nevâ-yı nâlede uydum hezâra ben
Olsam aceb mi bâğ-ı cihânda hezâr-fenn
Nazîm (Yahya)

hezâr-hâne: Bin ev.

hezâr-hâne-i kalb: Kalbin bin evi.

Cilâ bulunca dil eyler tecellî yâr hemân
Hezâr-hâne-i kalbi o nûr eder mesrûr
Âdile Sultan

hezâr-hamd: Binlerce şükür.

Kabûl-i merhem eder zahm sâhibi değilim
Hezâr-hamd etıbbâya ihtiyâcım yok
Sâbit

hezâr-sâl: Bin yıl.

Yoktur sebât çünki cihân-ı harâbda
Birdir hezâr-sâl ile yek-dem hisâbda
Bâkî

hezec: Ar. Aruz vezninin bir bahrinin ismi.

Her biri bahr-i remel bahr-i hezeçten savurup
Rîh-i enfâsın eder furtuna-fersâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

hezeyân: Ar. Manasız ve boş söz, saçma sapan söz söyleme.

Rezm-gâh-ı hezeyâna gelicek her birinin
Gürzü var dest-i tasallüfte beşer yüz batman
Sâbit
(gelicek: gelince)
Var nice haddini bilmez nâ-dân
Bî-edeblik ile söyler hezeyân
Sünbülzade Vehbi
Bin safsata bir mısrâ’-ı bercesteye değmez
İndimde esâtir-ı Felâtûn hezeyândır
Yenişeterli Avnî

hezeyân-ı mahmûm: Hummaya tutulmuş gibi saçma sapan söz söyleme.

Ekserî halt-ı kelâmın hezeyân-ı mahmûm
Acebâ tuttu mu şâirleri hummâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

hezîmet: Ar. Bozgun, büyük yenilgi.

Sizin de varsa da pek kanlı bir hezîmetiniz
Bizimkiler ona benzer mi; nerde!
Nisbetsiz
Mehmet Akif

hezîmet-i tabur: Taburun hezimeti.

Görüldü mü açılaldan berü bu bâb-ı sefer
Bu gûne hedm-i kılâ ü hezîmet-i tabur
Nâbî

hezl, hezel: Ar. 1. Şaka, alay, hiciv. 2. ed. Meşhur ve yaygın bir şiiri vezin ve kafiyesi taklit edilerek nazım yazma. c. hezliyyât.

Eyleme hezl ü mizâhı pîşe
Düşürür dostlarını teşvîşe
Nâbî
Ehl-i cehl oturup hezl eyler
Kimini nasb ü kimin azleyler
Sünbülzade Vehbi

hezliyyât: Alaylı olarak yazılan nazım şekilleri.

Ab-ı Hayvân gibi zulmât içre
Rûh var bu hezliyyât içre
Yenişehirli Avnî

hıdab, hızab: Ar. 1. Boya. 2. Kına yakma.

Elfâza yeni bir hıdab vermiş
Bir kat daha âb ü tâb vermiş
Ziya Paşa

hıdîv: Ar. 1. Büyük vezir, baş vezir; hâkim. 2. İmtiyazlı
Mısır valisi.

Hıdîvâ sen ki ettin böyle hidmet devlet ü dîne
Duâ-yı devletin farz oldu el-hakk ins ü cânn üzre
Nedim

hıdîv-i ekrem: Cömert vezir.

Hoş geldin eyâ hıdîv-i ekrem
Lûtfunlagönüller oldu hurrem
Nedim

hıdîv-i mülk-i risâlet: Reislik ülkesinin veziri.

Hıdîv-i mülk-i risâlet ki zât-ı akdesidir
Harîm-i encümen-i enbiyâda sadr-ı sudûr
yenişehirli Avni

hıfz: Ar. 1. Saklama, koruma. 2. Ezberleme.

Hâdisât-ı ihtilâf-ı dûrdan görmez halel
Kime kim ma’mûre-i hıfzın ola hısn-ı hasîn
Fuzûlî
Bağrı yağı erimezdi eser-i tâbından
Nûr-ı hıfzından eğerşu’le-işem’alsa ziyâ
Nazîm (Yahya)
Sorayım söylediğin sözleri ashâbından
Anların hıfzına vakfeyleyeyim hâfızamı
Muallim Naci

hıfz-ı âb-gîne-i ömr: Ömrün parlaklığım koruma.

Şikest-i seng-i kazâdan rehâ ne mümkündür
Ne denlü eyler isen hıfz-ı âb-gîne-i ömr
Nâbî

hıfz-ı lisân: Dili koruma.

Her katre-i bârân olmaz lü’lü-i nâ-yâb
Hıfz-ı lisân medâr-ı selâmet değil midir
Şeyhülislam Arif Hikmet

hıfz-ı memâlık: Ülkeleri koruma.

Biri tedbîr-i hazâin biri ta’mîr-i bilâd
Birisi hıfz-ı memâlik biri tertîb-i haşem
Nâbî

hıfz-ı nigeh-bân: Gözcüyü koruma.

Olup sahrâlara hıfz-ı nigeh-bân ahd-ı lûtfunda
Künâm-ı şîr-i ner âhûlara cây-ı karâr oldu
Fıtnat

hıfz-ı sirâyet: Bulaşmayı koruma.

Etse ger hâsiyyet-i hıfz-ı sirâyet âleme
Tarh olurdu safha-i âb üzre nakş-ı âzeri
Nef’î

hâfız: 1. Hıfzeden, saklayan, koruyan. 2. Ezberleyen. 3. Kur’an-ı Kerim’i baştan sona kadar ezberleyen. c. huffâz.

Kürsîde ona kâşki ben vâiz olaydım
Ya kûşe-i câmi’de okur hâfız olaydım
Enderunlu Fazıl

hâfıza: Zihin, hatır.

Sorayım söylediğin sözleri ashâbından
Onların hıfzına vakfeyleyeyim hâfızamı
Muallim Naci

hıkd: Ar. Kin tutma, öc alma arzusu, garaz. c. ahkâd, hukûd.

Şerr-i nifâk u hıkdı bu ervâh-ıgâfile
Anlar.

Fakat ne çâre ve hayfâ ki nâfile
Fâik
Âli Bey

hılta: Ar. Muaşeret, ünsiyet.

Dahi bir kimse resûl ile müdâm
Eylese hılta edip ba’zı kelâm
Hakanî

hınâ, hınnâ: Ar. Kına.

Gül değil bu görünen yine şeb-i îdde mâh
Kef-i dil-ber gibi hınâladı gül-zârın elin
Cafer
Çelebi
Hınnâlarını her kişiye gösterir yürür
Kendi kızıl eliyle bizi bir gün öldürür
Behiştî
Ziyâ îd eyle kim sînende cânân dâglar açtı
Hınnâdan câ-be-câ gûyâ ki kurbâna nişan kondu
Ziyâ Paşa

hınnâ-yı melâhat: Güzellik kınası.

Başın için nakş edip ayağa salma âşıkı
Reng-i hınnâ-yı melâhat ey nigâr elden gider
Zâti

hınzır: Ar. Domuz.

hınzîr-veş: Domuz gibi.

Çün değil hınzîr-veş kurbâna lâyık müddeî
Onun için çekmesin âhû gözün zinhâr tîğ
Lamiî Çelebi

hınta: Ar. Buğday.

Menn ü selvâya fakîr-âne kanâat lâzım
Olma muhtâc piyâz u ades ü hınta vü sûm
Yenişehirli Avni

hırâm: Far. Salına salına, nazlı nazlı yürüme.

Tâze hırâmagelmiş o şûh-ı nev-resîde
Tâvûs-ı cennet olsun ser tâbe-pây dîde
Nâbî
Salınıp her tarafa nâzıla ettikçe hırâm
Bir nigâh ile eder cân-ı cihânı yağmâ
Nef’î
Birbirinden daha mevzûn iki üç çift endâm
Atılıp sahneye şâhîn gibi etmez mi hırâm
Mehmet Akif

hırâm-ı istiğnâ: Zenginlik yürüyüşü.

Dehen-güşâ bütün ezhâr-ı jâle-dâr-ı seher
Nesîm-i fecr ile hep zî-hırâm-ı istiğnâ
Ahmet Hâşim

hırâm-ı kadd: Endamlı yürüyüş.

Kızarsın kametin verd-i ter gördükçe ruhsârın
Hırâm-ı kaddin a’lâ kâmetin a’lâdan a’lâdır
Bâkî

hırâm-ı nâz: Naz yürüyüşü.

Çemende nâ-sezâlarla o şûhun
Harâm olsun hırâm-ı nâzı bensiz
Neylî

hırâm-ı yâr: Yârin yürüyüşü.

Kadd-i bülend ü kâmet-i ar’ar hırâm-ı yâr
Gül-zâr-ı Ttidâlde bitmiş nihâldir
Bâkî

hırâmân: Salına salına yürüyen.

Ah eylediğim serv-i hırâmânın içindir
Kan ağladığımgonca-i handânın içindir
Fuzûlî
Gül ü bülbül yine biribiriyle ettiler peymân
Çınar u serv güneş el ele vermiş hırâmândır
Riyazî
İhtizâzından eder ta’lîm etvâr-ı hırâm
Hüsn-i reftâr öğrenir âhû şitâbından senin
Mahmut
Nedim
Geh varıp havz kenârında hırâmân olalım
Geh gelip kasr-ı cinân seyrine hayrân olalım
Nedim-hırâş: Far. “tırmalayan” anlamında birleşik kelimeler de yapar.

Zebânım bir mücevher-i tîğ-ı bürrândır ki hem-vâre
Hırâş eyler hayâli sînelerde zahm-ı nâsûru
Nef’î

hırâş-ı hâr-ı gam: Gam dikenini tırmalayan.

Dilde hırâş-ı hâr-ı gam, dîdede eşk-i dem-be-dem
Arz olunur cenâbına, gizlemeyiz âşikâremiz
Bâkî

hırâş-ı nâhun-ı derd: Dert tırnağını tırmalayan.

Hırâş-ı nâhun-ı derd ile hûn-âlûdedir dâgım
Ne gam şimden gerü bana benim dâg üstü bâğım var
Âşık
Çelebi
cân-hırâş: Ruha ıstırap veren.

Asâr-ı hayâtı görüp cân-hırâş
Olurlar nihâyet esîr-i frâş
Abdülhak Hâmit

dil-hırâş: Gönül tırmalayan, gönül kazıcı; üzüntü veren.

Zemâne bizde gevher sezdiğijçin dil-hırâş eyler
Onunjçin bağrımız hûndur maârif-kânıyız cânâ
Bâkî
revân-hırâş: Akan tırmalayış.

Bir anda çıktı bütün sadr-ı zâr-ı kafleden
Revân-hırâş u ciğer-der, derin bir âh, serâb
Cenap Şahabeddin
sîne-hırâş: Göğüs paralayan.

Cidâl sîne-hırâş ü sitîze rûh-gezâ
Kazâ hilâf-ı rızâ sulh mâye-i tesdîd
Nâilî

hîre: bk. hıyre.

hıred: Far. Akıl, us.

Bizimle ey hıred âmâdesin vedâ’a yine
Kudûm-i kâfile-i nev-bahârı biz biliriz
Nâbî
Lâübâli vaz’-ı râhat-bahşa mânidir hıred
Bunda hasret-keş olur zevk-ı cünûna hûşlar
Koca Râgıp Paşa
ta’n eyleyen câhil-i bî-hıred
Beni aklı üzre eder gerçi red
Keçecizade İzzet Molla

hıred-efrûz: Aklı aydınlatan.

Bir vezîr-i hıred-efrûz-ı umûr-endûzun
Ettiler destine teslîm umûr-ı ihkâm
Nâbî

hıred-fersâ: Aklı bozan, can sıkıcı.

Bir perînin dilde sevdâ-yı hıred-fersâsı var
Tutsa dünyâyı ne ola dîvânelikleşöhretim
Üsküdarlı Hakkı Bey

hıred-mend: Akıllı, uslu. c. hıred-mendân.

Meftûn-veş olurdu ol hıred-mend
Bir sâde nezzâre ile hursend
Şeyh Galip

hıred-mend-i aşk: Aşkın akıllısı.

Düştüm belâ-yı aşka hıred-mend-i aşk iken
El şimdi benden aldığı pendi bana verir
Fuzûlî

hıred-sûz: Aklı yakıcı, aklı hayret ve ıstırapta bırakan.

hıred-sûz-ı mücerred: Soyut aklı hayrette bırakan.

Zehî bî-kayd-ı dervîş-i hıred-sûz-ı mücerred kim
Nidâ-yı ircâ’î-gûş eyleyip rûhu semâ’ etti
Nâbî

hırîdâr: Far. Müşteri, satın alan.

Senin bâzâr-ı aşkında eder dellâl cân feryâd
Metâ’-ı akl-ı kâsidtir hırîdâr olmasın kimse
Ahmet Paşa
Veren
Yûsuf’u hem alan kendisidir
Hırîdârı kendi satan kendidir
Keçecizade İzzet Molla

hırîdâr-ı leâl-i Aden: Aden incisinin müşterisi.

Her tîre-meniş kadr-şinâs-ı sühan olmaz
Her sifle hırîdâr-ı leâl-ı Aden olmaz
Nâbî

hırka: Ar. Kalın kumaştan yapılmış, içi pamukla beslenmiş veya örülmüş giyecek. c. hırak.

Hırka vü tâcıla zâhid kerem et sıkleti ko
Ademe cübbe vü destâr kerâmet mi verir
Şeyhülislam Yahya
Külâh u hırka ile bir alay har-meşrebân gördüm
Helâk-ı hayf hayf oldum elimden irâdetim gitti
Esrar Dede
Güncîde durur hırkamız altında rumûzât
Dervîşleriz gerçi nazarda fukarâyız
Ziyâ Paşa

hırka-i beyzâ: Beyaz kaftan (Şeyhülislam kaftanı)
Hırka-i beyzâ vücûd-ı devletile kâm-bîn
Mesned-i fetvâ beka-yı rifdtile kâm-rân

hırka-i hâb-âlûd: Uykusu gelmiş hırka.

Gerçi çektim başıma hırka-i hâb-âlûdu
Subh-ı ikbâl gibi lutfun-ile bîdârım
Esrar Dede

hırka-i Hindû: Hint dervişi.

Tâze tâze dâglarla kanlı kanlı şerhalar
Hırka-ı Hindûya döndürdü ten-i sad-çâkimiz
Bâkî

hırka-i levh-i melâmet: Melamet levhası hırkası.

Cübbe-i nâmûs u zühdü soy bırak bitsin hemân
Hırka-i levh-i melâmet giy nihân etsin seni
Necip (Sultan III. Ahmet)

hırka-i nâmûs: Namus hırkası.

Hırka-i nâmûsugark-âb-ı harâbât eyleyen
Fikr eder mi zâhid-i huşkun şeb-i âzînesin
Esrar Dede

hırka-i pîr: Pirin hırkası.

Ziyâret eyledim bir târ-ı pâk hırka-i pîri
Bu gün ser-rişte girdi destime dâmân-ı mollâdan
Esrar Dede

hırka-i sad-çâk: Yüz parça olmuş hırka.

Anka: -yı fenâyım uçarım mülk-i bekaya
Bu hırka-i sad-çâk bana bâl ü per oldu
Esrar Dede

hırka-i peşmîne: Yün hırka, sofu elbisesi.

Atlas-ı çarha değişmezdin onu hâce sen
Ger bulaydın bulduğum ben hırka-i peşmînede
Nef’î
Dünyâya gelen ey dil çün düşse gerek tîne
Alemde nene yetmez bir hırka-i peşmîne
Behiştî

hırka-i tecrîd: Allah’a yönelme, soyunma hırkası.

Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecrîde girdiler
Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan
Bâkî

hırka-i zülf: Saçın örtüsü.

Işk tâcına urursan çâr-unsur terkini
Hırka-i zülfün giyip ser-halka-i uşşâk ol
İbni Kemâl

hırka-ber-dûş: Hırkası omuzunda.

Hırka-ber-dûş olalı tekye-i hecr ü gamda
Tâc-ı nüh-kubbe-i gerdûn başıma hem dar gelir
Zekâî (Şeyh Mustafa)

hırka-pûş: Hırka giyen; derviş.

Cümle seccâde-nişîn vü hırka-pûş
Şeyh elinden kılmıştı cür’a nûş
Âşık
Beşe

hırka-pûşân: Hırka giyenler.

Şimdi seccâde-i ma’nîde benim mürşid-i küll
Hırka-pûşân-ı beyân benden alır feyz-i kelâm
Nef’î

hırmân: bk. hirmân.

hırmen, hirmen, harmen: Far. Harman.

Tâ cilve-geh-i berk-i belâ hırmenimizdir
Hâkister-i dûzah çemen-i gül-şenimizdir
Nâilî
Asiyâb-ı çarha gendüm geldiğim ayb eyleme
Bizde ma’nî harmeninden sıçramış bir dâneyiz
Gavsî (Ahmet. Dede)
Kût edinmiştir bizi mûr-ı ecel erzen gibi
Kim taşır zîr-i zemîne dâne-i hırmen gibi
Derunî (İznikli) hırmen-i âteş-nümâ-yı gül: Gülün ateş gösteren harmanı.

Gebr-âne giydi bürnüs-i hâkisteri hezâr
Çekti zebâna hırmen-i âteş-nümâ-yıgül
Nâbî

hırmen-i dünyâ: Dünya harmanı.

Hırmen-i dünyâyı etti çün savâik târümâr
Etti ebr içre tevârî beyza-i beyzâ gibi
Nâbî

hırmen-i gam: Gam harmanı.

Mikyâl-i câmı urma tehî hırmen-i gama
Mahsûl-ı neş’e mezra’a-ı Cem’de kalmamış
Nâbî

hırmen-i hüzn: Üzüntü harmanı.

Câm-ı işret ola hem âmâde
Veresin hırmen-i hüznü bâda
Sünbülzade Vehbi

hırmen-i mâh: Ay harmanı.

Hırmen-i mâhı yakan âh-ı derûnumdur benim
Çarh-ı ser-keş dostlar şimdi zebûnumdur benim
Necati Bey

hırmen-i nâtıka: Konuşma harmanı.

Ben ol âteş-dem-i nazmım ki olur hussâdın
Hırmen-i nâtıkası berk-ı hayâlimle harîk
Nazîm (Yahya)

hırmen-i nûr: Işık harmanı.

Bir hırmen-i nûr olup nüh-eflâk
Hûrşîdi kapattı pertev-i hâk
Şeyh Galip

hırmen-i ömr: Ömür harmanı.

Hırmen-i ömrü savurduk, dâneyi dermekteyiz
Asiyâb-ı çehre geldik, şimdi nevbet bekleriz

Şem’ kurbiyle tefâhür kılma ey pervâne kim
Hırmen-i ömrün yanar berk-ı fenâdan an-karîb
Fuzûlî

hırmen-i tevhîd: Tevhit harmanı.

Kemer-i himmeti bağlan beline yüz yere ur
Dâne-i hırmen-i tevhîde özün mûr eyle
Hayâlî Bey

hırmen-geh: Harman yeri.

Benim ol bî-nevâ kim berg ü bâr-ı bahtım âteştir
Yanar hırmen-gehimde şu’le-i âfet-resân ağlar
Esrar Dede

hırs: Ar. 1. Öfke, kızgınlık. 2. Azgınlık. 3. Sonu gelmeyen arzu, istek.

Dâne için dâm-ı hırsa düşse tan mı mürg-i dil
Anda ki
Ademgözleyegendüm
Halîlu’llah ades
Âhî
Sunma nevâl-i dehre sakın dest-i ârzû
Mâhîyigayre tu’me eder iştihâ-yı hırs
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
Baba!
En sevgili annen o senin öz vatanın
Olacak mıydı fedâ hırsına üç kaltabânın
Mehmet Akif

hırs-ı bâl-engîz: Kanat çırpan hırs.

Şikâr-ı rızk mukadder tesâkut üzre iken
Ne hâcet olmağa mürgân-ı hırs-ı bâl-engîz
Nâbî

hırs-ı cibillî: Yaratılıştan gelen hırs.

Lâkin bu heves bir heves-i diğere mağlûb
İnsân yaşamak hırs-ı cibillîsine meclûb
Mehmet Âkif

hırs-ı dâne: Tane hırsı.

Mâl için nâ-dân olurpâ-beste-i dâm-ı belâ
Hırs-ı dâne mürg-i bî-idrâki ilter dâme dek
Şeyhülislam Yahya

hırs-ı dünyâ: Dünya hırsı.

Hırs-ı dünyâ, mâlîhulyâ, ârzû-yı nâm ü şân
Hâhiş-i ikbâl ü da’vâ-yı teferrüd, hubb ü mâl
Yenişehirli Avni

hırs-ı gevher: Cevher hırsı.

Gavvâsı, hırs-ı gevher eder lokma-i neheng
Kebgi ümîd-i dâne eder teleye şikâr
Ziyâ Paşa

hırs-ı vuslat: Kavuşma hırsı.

Hırs-ı vuslat düşürür fürkate uşşâkı kamu
Hoş demişler ki tama’ olmasa olmazdı tamu
Hamdullah Hamdi

harîs: Hırslı, bir şeye ziyadesiyle düşkün.

Ne gelse hep gelir sûfî harîsin dest-i kabrinden
Bu meşhûr bir meseldir hîç zevâl mest-âneden gelmez
Murad
Emrî
Bir harîsin elinde bir âlem
Olur enmûzec-i diyâr-ı adem
Kemalzâde Ekrem Bey

harîs-i mâl-ı hakîr: Pis mal hırsı.

Olur musâhibi kimde görürse nân-ı fatîr
Silivri kelbine benzer harîs-i mâl-ı hakîr

hırz: Ar. 1. Sığınak. 2. Tılsım, muska. 3. Nazar boncuğu.

Fârig etti mihrin özge meh-lika: : lardan beni
Hırz imiş aşkın senin saklar belâlardan beni
Fuzûlî

hırz-ı cân: Can tılsımı.

Fârig etti aşkın özge meh-lika: : lardan beni
Hırz-ı cândır sakladı aşkın belâlardan beni
Fuzûlî
Kolun sal boynuna ol gül-beden ağyâra dâg olsun
Hamâil-veş benim sen hırz-ı cânım sîne-bendimsin
Necip (Sultan III. Ahmet)

hırz-ı cân-ı saltanat: Sultanlık canının tılsımı.

Hırz-ı cân-ı saltanat nîrû-yı bâzû-yı zafer
Rükn-i savlet unsur-ı haşmet esâs-ı saff-deri
Nedim hırz-ı bâzû-yı dil: Gönül gücünün tılsımı.

Gamze-i dil-ber ne ola reşk eylese endîşeme
Hırz-ı bâzû-yı dil sâhib-kırândır sözüm
Nef’î

hırz-dil: Gönül sığınağı.

Besmeledir vird-i ünâs ü zükûr
Hırz-dil ü cân sürûşân u hûr
Nazîm (Yahya)

hısâl: Ar. Haslet’ler, huylar, tabiatlar, ahlaklar.

Ser-firâz u nîkemr ü nîk-rây u nîk-hûy
Server-i pâkîze-etvâr u pesendîde-hısâl
Fuzûlî
Ekmelü’l-hulk idi o hûb-ı hısâl
Zül-celâl etmiş idi feyz-i cemâl
Hakanî
Her zemân ben senin hısâlinden
Senin esrâr-ı nâz-ı hâlinden
Bir lisân-ı hevesle bahsederim
Cenap Şahabeddin

hısâm: Ar. 1. Hasım’lar, düşmanlık edenler. 2. Çekişme, kavga, mücadele, münakaşa.

Tab’-ı mi’mârî-i takdîre hezârân tahsîn
Ki edip hedm mebânî-i felek-sâ-yı hısâm
Nâbî

hısâm-ı devlet: Devlet düşmanlığı.

Dîde-i lutfü nigeh-dâr-ı hevâ-yı
İslâm
Sadme-i kahrı nigûn-sâr-ı hısâm-ı devlet
Nâbî

hısn: Ar. Sağlam, sarp (yer). c. husûn.

Târihini felekte melek yazdı
Nâbîyâ
Düştü
Kamençe hısnına nûr-ı Muhammedî
Nâbî (Kamençe şehrinin fethi üzerine kale kapısına yazılan beyit-1671)
Şu iki târîhim oldu dil-pesend ü dil-pezîr
Eyledi hamle
Arîş’in hısnını aldı vezîr
Sürûrî

hısn-ı hasîn: Dayanıklı sağlam (yer).

Hâdisât-ı ihtilâf-ı dûrdan görmez halel
Kime kim ma’mûre-i hıfzın ola hısn-ı hasîn
Fuzûlî
Görmedim râh-ı emîn terk-i recâdan gayrı
Bulmadım hısn-ı hasîn şerm ü hayâdan gayrı
Nâbî

husûn: Hısn’lar, kaleler, sağlam yerler.

husûnı iclâl: Kudret ve kuvvet kaleleri.

Bizim de hâlimiz ayniyle köylünün hâli
Birer birer yıkılırken husûn-ı iclâl
Mehmet Âkif

hısset: bk. hisset.

hışm: Ar. Gazap, kızgn olma hâli, dargınlık.

Hışm etse ra’d çalsa aceb mi bulutları
Şemşîr-i berk-ı hâtıf ile ol hatâ-y-için
Hamdullah Hamdi
çeşm ederse ne ola az günâh için çok hışm
Hemîşe nâzik olur hâl-i tab’-ı hasta-mizâc
Lamiî Çelebi
Pertev-i rahmetinin lem’asıdır ay ile güneş
Tâb-ı hışmından alır alsa cehennem âteş
Şinasi hışm-ı çeşm: Gözün gazabı.

Hışm-ı çeşmin dil-berâ ayn-ı inâyettir bana
Tîr-i gamzen dâyima sehm-i saâdettir bana
Lamiî Çelebi

hışm-ı şeytân: Şeytanın gazabı.

Adûlar körlüğüne hem-nişîn oldum meleklerle
Yakıp raht-ı gamı hâkister urdum hışm-ı şeytâna
behiştî

hışm u itâb: Öfke ve azarlama.

Sen bu rüsvâlığı ey Nef’î komazsın elden
Yârdan yine sana hışm u itâb olmayacak
Nef’î
(olmayıcak: olmayınca)

hışm-âlûd: Öfkeye kapılmış.

Lebleriyle çeşm-i hışm-âlûdunu sordum dedi
Piste-işîrîn-durur ol bu acı bâdâmdır
İbni Kemâl

hışt: Far. 1. Kerpiç. 2. Tuğla.

hışt-ı mâh ü mihr: Güneş ve ayın kerpiçi.

On iki ayı bilen hışt-ı mâh ü mihri taşır
Sarây-ı kadrini yapmaya çarh olup müzd-ver
Hayâlî Bey

hışt-ı makbere: Mezar tuğlası.

Dürr ü güher diye dünyâya verdiği feleğin
Ya hışt-ı makberedir âkıbet ya seng-i mezâr
Ziyâ Paşa

hışt-ı zerrîn: Altın tuğla.

Tâ ki tâk-ı zer-nigârın çarh vîrân eylemiş
Hışt-ı zerrînin sabâ ferş-igül-istân eylemiş
Fuzûlî

hıtta: Ar. Diyar, memleket, ülke.

hıtta-i cûd: Cömertlik ülkesi.

Dîv-i buhlu hıtta-i cûdunda olmuş rahm için
Keff-i destin âsmân u kilk-i zerrîninşihâb
Nef’î

hıtta-i enfâs: Nefesler ülkesi.

Bender-i çeşme olur azîm reh-i kırtâstan
Kârvân-ı nazm çıksa hıtta-i enfâstan
Nâbî hıtta-i haşmet: Haşmet ülkesi.

Hıtta-i haşmete sultân-ı gazâ câh u celâl
Alem-i kudrete şâhen-şeh-i takdîr-i abîd

hıtta-i ma’mûre-i âlem: Âlemin mamur ülkeleri.

Şehr-i dârü’l-mülk-i adlin seyr eden
Ariflere
Hıtta-i ma’mûre-i âlem dih-i vîrângelir
Bâkî

hıtta-i revân: Ruh ülkesi.

Kimi severse kadın subh-ı unfuvânında
Odur hükûmet eden hıtta-i revânında
Abdülhak Hâmit

hıtta-i Rûm: Rum ülkesi.

Bir nice zarîf-i hıtta-ı Rûm
Rûmî ki dedik kaziyye ma’lûm
Fuzûlî

hıyâbân: Far. Sıra ağaç dikili bahçe yolu, iki tarafı ağaçlı muntazam yol.

Yine seyr eyle nahlistân-ı dûrâ-dûr-ı ma’nâyı
Gül-istân-der-gül-istândır hıyâbân-der hıyâbândır
Riyazî
Kum dalgalarından geçiyor öyle şitâbân
Gûyâ o sabâ, geçtiği çöller de hıyâbân
Mehmet Âkif

hıyâm: bk. hayme.

hıyânet: Ar. Hainlik, sadakatten, doğruluktan sapma.

Vâcib bilirdim onlara az çok hıyâneti
Hattâ hıyânetimde görürdüm sıyâneti
Abdülhak Hâmit
Te’sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet
Bünyân-gehe katmış gibi zehr-âbe-i la’net
Tevfik Fikret
Çünkü etmezsin umûrunda hıyânet irtikâb
Uğradıkça derde baht u tâli’e etme itâb
Ziya Paşa

hâin: Hainlik eden, nankörlük eden. c. havene.

Bu meseldir ki eden kimse bulur
Dâimâ hâin olan hâif olur
Taşlıcalı Yahya Bey
Hak söyleyen evvel dahi menfûr idi gerçi
Hâ’inlere ammâ ki riâyet yeni çıktı
Ziyâ Paşa
Koşarken
Avrupa ta’cîle ihtizârımızı
İçerde bir sürü hâin kazar mezârımızı
Mehmet Akif

havene: Hainler.

Lezzet-i bûse-i çeşminle ferâmûş etmiş
Yediğin sürme siyâset-kede-i havenede
Nâbî

hıyât: bk. hâit.

hıyre: Far. Donuk, bulutlu, kamaşık (göz).

Gazâdaşu’le-işemşîrini tasavvur eden
Bulur nigâhını hıyre hayâlini mahrûr
Nâbî
Olpâdişâh-ı hüsn ki ola rû-be-râh-ı nâz
Hûrşîdi hıyre-çeşm ede gerd-i sipâh-ı «âz
Nâilî

hîre (hıyre)-çeşm: Kuru göz.

Kelîm-i müdrikeyi hîre-çeşm eder her şâm
Nahîl-ı Tûr-ı felekten bu âteşîn urcûn
Yenişehirli Avni

hıyre-pâ: Adımını şaşırma.

hıyre-pâ-yı şevk: İsteyerek adımım şaşırma.

Ne hıyre-pâ-yı şevk ol ey reh-neverd-i himmet
Ne dâmen-i heveste gerd-i şitâb göster
Nâilî

hıyre-sâz: Göz kamaştıran.

hıyre-sâz-ı ifhâm: Anlayışı altüst eden.

Ebrûları hıyre-sâz-ı ifhâm
Müjgânları nîze-bâz-ı evhâm
Şeyh Galip

hıyre-ser: Sersem, alık.

Ey âsmân-ı hıyre-ser olmuşsan aşka münteseb
Bir âftâbın şevkine sen de gezersin rûz u şeb
Esrar Dede

hızır, Hızr: Ar. 1. Ölümsüzlük suyunu içtiği söylenen
Hızır aleyhisselâm.

Darda kalanların yardımına koşan ve kıyamete kadar yaşayacağı söylenen peygamber. 2. Yeşillik, hadra.

Yâr elinden ey Muhibbî bir kadeh nûş eyleyen
Hızr elinden ger olursa
Ab-ı Hayvân istemez
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Ben ol Hızram ki zulmet-hâne-i hammârda sâkî
Benim ser-çeşme-ı Ab-ı Hayât’ım bir hum olmuştur
Behiştî
İskender’e zehr-âb-ı fenâdan veririz câm
Hızr’ız velî râh-ı ademe râh-beriz biz
Şeyh Galip
Hızr-ı akl: Akıl
Hızır’ı.

Mecma’ü’l-bahreyni mesken kıldı
Hızr-ı aklımız
Menba’-ı Ab-ı Hayât olduk gelen gelsin beri
Nuri
Hızr-ı
Gaybî
:
Gaybî
’nin
Hızır’ı.

Zulmet-i cehl içre teşne zâyi’ etme kendini
Hızr-ı
Gaybî
ye eriş kim
Ab-ı Hayvân devridir
Gaybî

hızr-ı huceste-pey: Uğurlu işaretli
Hızır
Ey Hızr-ı huceste-pey kimgüm-nâm-ı reh-i aşkız
Bu vâdî-i hayrette bir râh-güzer yok mu
Mezâkî

hızr-ı meded-res: İmdad eden
Hızır.

Nâbî ne kayd-ı girân-ı gam u derdin hamıdır
Yetiş ey Hızr-ı meded-res ki inâyet demidir
Nâbî
Hızr-ı nâ-peydâ: Görünmeyen
Hızır.

Sende zulmet sendedir hep nice bin
Ab-ı Hayât
Hızr-ı nâ-peydâ ki var insân içinde gizlidir
Âşık Ömer

hızr-ı pey-huceste: Ayağı uğurlu
Hızır.

Gark oldu bahr-i mihnete dil zevrakı meded
Ey Hızr-ıpey-huceste yetiş dil-rübâlık et
Necati Bey
Hızr-ı vakt: Zamanın
Hızır’ı.

Hızr-ı vaktim
Ab-ı Hayvân isteyen gelsin beri
İsî-i dehrim dem-â-dem sırr-ı ihyâ bendedir
Gaybî

hızr-misâl: Hızır gibi.

Bir kerre bûs eden seni ölmez
Hızr-misâl
Ab-ı hayât la’l-i lebindençekîdedir
Nazîm (Yahya)

hızır-veş: Hızır gibi.

Keşf edip müşkilimiz şâd eyle
Hızır-veş gel yetiş imdâd eyle
Sünbülzade Vehbi

hibe: Ar. Bağışlama, bağışlanan şey, bahşiş. c. hibât.

Evveli sa’y ü sonu mevhîbedir
Kuluna cânib-iHak’tan hibedir
Sünbülzade Vehbi
Tek bir bakışım sanki inâyetti, keremdi
İklîli hediyyemdi, arâzisi hibemdi
Midhat Cemal Kuntay

hicâ: bk. hecâ.

hicâb: Ar. 1. Utanma, sıkılma. 2. Perde, örtü. c. hücüb
Fart-ı hücûm-ı nâzdan ol şûha
Nâilî
Reng-i şarâb-ı işve olur perde-i hicâb
Nâilî
Ol duâ kim an-samîmü’l-kalb ola makbûl olur
Ol duâ kim cân u dildendir ona olmaz hicâb
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
Hûr-i maksûrât olur firdevs-i fikrinde hacîl
Kâsıretü’t-tarf eder bikr-i hayâlimden hicâb
Yenişehirli Avni

hicâb-ı âfitâb: Güneşin örtüsü.

Ey kamer-tal’at meh rûyundan istihyâsı-çün
Perde-i eflâk olur kat kat hicâb-ı âfitâb
Hasırcızâde Hafız

hicâb-ı ebr: Bulut perdesi.

Gâhî hicâb-ı ebre girer hüsrevâ felek
Yâd eyledikçe lutfunu terler hicâbtan
Bâkî

hicâb-ı imtihân: İmtihan utanması.

İstemez ehl-i safâ reng-i hicâb-ı imtihân
Vech-i erbâb-ı hayâda âr kendin gösterir
Leskofçalı Galip

hicâb-ı mâni’: Engel örtü.

Hicâb-ı mâni olursa ya nâz ederse yâhûd
Ederse zühd satıp sûret-i riyâ izhâr
Nedim

hicâb-ı mâ-sivâ’llah: Allah’tan başka herşeyden utanma.

Takın bu seyfin akvâsın cihâdü’l-ekberi anla
Hicâb-ı mâ-siva’llâha fenâ verip kırarsan gel
Ümmî Sinan

hicâb-ı Şâm: Şam perdesi.

Ahir hicâb-ı Şam’a girip lu’betân-ı Rûm
Tuttu cihânı ma’reke-i cünd-ı Zeng-bâr
Nev’î hicâb-ı şâhid-i râz: Sır şahidinin örtüsü.

Ref’ oldu hicâb-ı şâhid-i râz
Aşk oldu melâmet ile dem-sâz
Fuzûlî

hicâb-ı zenân: Kadınlardan utanma.

Bir beldede hicâb-ı zenân ayb olup yine
Bir şehirde bu hâlet olur bâis-i cemâl
Ziyâ Paşa

hücüb: Hicâb’lar. hücüb-i zulmet: Karanlık hicaplar.

Ref eyle gönülden hücüb-i zulmet u nûru
Nezzâre-i dîdâra değiş cennet u hûrî
Sâmi

hâcib: 1. Kapıcı. 2. Perdeci. 3. Kaş. c. hacebe.

Hamd eyleriz o müsellem ü mü’mînleriz ki biz
Bâbü’n-necât fâtihü’l-ebvâba hâcibiz
Abdülhak Hâmit

hâcib-i şems: Güneşin kapıcısı.

Kaşı mihrâbına farz oldu sücûd ol güneşin
Hâcib-i şemste mekrûh olur gerçi namâz
Nizami hâcib ü bevvâb: Perdeci ve kapıcılır.

Açtı devletten müfettih bâblar
Karşı geldi hâcib ü bevvâblar
Saadettin hicâl: bk. hacle. hicr, hicran, hecr, hicrân: Ar. 1. Ayrılık. 2. Unutulmaz acı.

İnceldise hecr ile karınca gibi belin
Firkat nice bir ola
Süleymân ere umma
Hoca Dehhani
Merhem-i vaslı ile buldu kamu derde devâ
Bu Fuzûlî elem-i hecr ile bîmâr henüz
Fuzûlî
Telhî-i hicr ile târîh dedim
Cân-ı şîrînini verdi
Ferhâd
Sürûrî
(1204)
Devr-i hicrinde neler çektiğimi söyler idim
Görebilsem idi bir kerre dahi âh seni
Senih hicr-i dil-ber: Sevgiliden ayrılma.

Şöyle medhûş ol ki zahm-ı tîğ-i hicr-i dil-beri
Tende dil hiss etmesin sînende cânın duymasın
Şeyhülislam Yahya

hicr-i hâl: Ben’den ayrı düşme.

Dâg-ı hicr-i hâl ile cismim ser-â-ser hâl olur
Zülf-i pür-çîninle bu gönlüm perîşân-hâl olur

enverî

hicr-i velini: Şüphe ayrılığı.

Hicr-i vehminden yetirmezdim küdûret gönlüme
Gerçi devrânın muhâlif cümbiş-i meşhûr idi
Fuzûlî

hicr-i zülf: Saç ayrılığı.

Hicr-i zülfün cânıma kâr etti dedim bu nedir
Döndü ol şîrîn-dehen hışm ile dedi zehr-i mâr

enverî

hicr-i yâr: Sevgiliden ayrılma.

Her ne eylersen eyle yâ Allah
Bana çektirme hicr-i yâr ile âh
Keçecizade İzzet Molla

hecr-i yâr: Sevgiliden ayrılma.

Geh hecr-i yâr u gâh beni gamlar öldürür
Geh vasl-ı dil-ber ile geçen demler öldürür
mihri Hatun

hicrân: Ayrılık, bir yerden veya bir kimseden ayrılma.

Gördü çün derd-i dil-i zârımı rahmetti tabîb
Dedi ey hasta-i hicrân sana dermân ağlar
İlhamî, Selimî (Sultan III. Selim)
Bana kan ağlatan hicrân deminde çektiğim gamlar
Gelir bir bir hayâle rûz-ı vaslında geçen demler
Şeyhülislam Yahya
Ona hicrânla.

Hayır, sâde taabbüdle eğil
Ölüdür, doğru, fakat öldüğü hîç belli değil
Midhat Cemal Kuntay

hicrân-ı yâr: Sevgiliden ayrılma.

Hikâyet-igam-ı hicrân-ı yârı mı diyelim
Şikâyet-i sitem-i rûzigârı mı diyelim
Ahmet Paşa

hicrân-meâl: Hicran anlatan.

Donuk ziyâlı nücûmuyla âsümân her şeb
Döker bu levha-i hicrân-meâlegirye-i nûr
Tevfik Fikret

hicv, hiciv: Ar. 1. Zemmetmek, eğlenmek, istihza etmek. 2. ed. Gülünç ve eksiklik olan şeylerin yerildiği şiir.

Bugünden ahdim olsun kimseyi hicetmeyeyim illâ
Vereydin ger icâzet hicv ederdim baht-ı nâ-sâzı
Nef’î
Çalışır hicve dahi harf-i hecâ bilmez iken
Sanki merdâne olur dâhil-i heycâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
Hicv idi muârıza cevâbım
Şemşîr-i zebân idi kitâbım
Ziyâ Paşa
Eylemem ölsem de kizbi ihtiyâr
Doğruyu söyler gezer bir şâirim
Bir güzel mazmûn bulunca
Eşrefâ
Kendimi hicv eylemezsem kâfirim
Eşref

hîç:) Far. 1. Yok denecek kadar az olan. yok olan. 2. Değersiz, ehemmiyetsiz.

Halka sirâyet eyledi âsâr-ı inbisât
İmsâke hîç alâmet-i te’kîd kalmadı
Nâbî
Çarh ni’met mi verir gavgâsız
Hîç
Fir’avn olur mu
Mûsâ’sız
Nâbî
Hâl-i bâlâ-nazarâna eremez teng-nigeh
Hîç
Ankadyıla pervâz edebilsin mi hurûs
Esrar Dede

hîç-â-hîç: Hiç yok, bomboş.

Gurûbtur geçen eyyâm ü şebtir âyende
Kemâl-i hîçe mukârin zevâl-i hîç-â-hîç
Abdülhak Hâmit

hîç-istân: Hiçlik yeri.

hîç-istân-ı hestî: Boş hiçlik yeri.

Şunu bir ehl-i hikmetten işitmiştim, cihân dîde
Yalan, gerçek biraderdir bu hîç-istân-ı hestîde
Abdülhak Hâmit

hîç-kâr: İşe yaramaz.

Billâhî yuf bu şu’bede-i hîç-kâre yuf
Yuf kadr-i câh u tantana-i iştihâreyuf
Şeyh Galip

hîç-kesân: Hiçbir kimse.

Şiâr-ı hîç-kesândır rızâ’-i nâ-çârî
Hilâf-ı meşreb-i himmet şekûru neyler
Nâilî

hîç-zâr: Hiçlik yeri.

Yükselir, yükselir de fikr-i beşer
Düşer acz ile, hîç-zâre düşer
Kemalzâde Ekrem Bey

hidâyet: Ar. Doğru yol, Hak yolu.

Hidâyet menziline yettiler sa’y ile akrânın
Dalâlet içre sen kaldın sana ol âr yetmez mi
Fuzûlî
Kalbi ol nükte-i pür-feyz-i hidâyettir kim
Gökten âvîhte kandîlidir onun ilhâm
Nâbî
Reh-nümâ lâzım değildir olmasın reh-zen hemân
Hızr’a muhtâc olmamak mahz-ı hidâyettir bana
Koca Râgıp Paşa

hidâyet-i reh-i şer’î: Şeriat yolununun doğruluğu.

Hidâyet-i reh-işer’î için alâimdir
Değil abes bu görünen menâir-i hem-vâr
Ziyâ Paşa

hâdî: 1. Hidayet edici, doğru yol gösterici 2. Delil, rehber, mürşit. 3. Allah.

Işka uy zâhid ko zühdü kim sana hâdî budur
Ten gamın çekme gönül yap mülk-ı Şeddâdî budur
Behiştî
Tâlib-ı Hâdî olan etmez mahabbetten ferâğ
Âşık-ı dil-dâr olan eyler mi sohbetten ferâğ
Gaybî

hâdî-i ahbâb-ı Ahmed: Hz. Muhammed (s. a. s.)dostlannın yol göstericisi (Allah).

Ma’bed-ı Sultân
Süleymân
Şâh emîn-i ehl-i dîn
Hâdî-i ahbâb-ı Ahmed câmî’-i ibret-nümâ
Taşlıcalı Yahya Bey

hâdî-i esrâr-ı sübül: Yol sırlarının rehberi.

Hazret-i şâh-ı rusül hâdî-i esrâr-ı sübül
Şârık-ı çarh-ı Hudâ hazen-i genc-i is’âd
Nâbî

hâdî-i sübül: Yolları gösterici.

Ey sâhib-i mi’râc-ı habîb-ı Vehhâb
Hâdî-i sübül şâh-ı rusül arş-ı Cenâb
Nazîm (Yahya)
Çıkaran doğruya hâdî-i sübüldür
Kim ki bir râhagider ol rehi şâh-râh bilir
Keçecizade İzzet Molla

hâdî-i vâdî-i dîn: Din vadisinin rehberi.

Hâdî-i vâdî-i dîn bedreka-i ehl-i yakîn
Pîr ü müctehidîn hazret-işeyhü’l
İslâm
Nef’î

hiddet: Ar. 1. Keskinlik. 2. Şiddet. 3. Öfke.

Artırır eyyâm-ı hicrânın sirişkim hiddetin
Müddet-i eyyâm mey keyfiyyetin eyler füzûn
Fuzûlî
Yürür, fakat suların böyle kahr-ı hiddetine
Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne
Tevfik Fikret
Anlamaz aczini bilir mi sabî
Hiddet eyler mizâcı pek asabî
İsmail Safa

hiddet-i efkâr: Fikirler hiddeti.

Verdikçe dimâğa hiddet-i efkâr
Ben söylerim ol kitâbet eyler
Muallim Naci

hiddet-i matlab: Talep edilen hiddet.

Mebhas-ı fark-ı miyân-ı Harem ü deyr nedir
Cihet ü hiddet-i matlab cihet-i câmi’edir
Antalyalı
Münif

hiddet ü kîn: Kin ve hiddet.

Gazab u hiddet ü kîn gösterme
Kimseye çîn-i cebîn gösterme
Nâbî

hidmet, hizmet: Ar. 1. İş, hizmet. 2. İş görme, birinin işini görme.

Yine ferrâş-sıfat destine cârûb almış
Ki ede hidmet hâk-i der-i dâver sünbül
Bâkî
Hıdîvâ sen ki ettin böyle hidmet devlet ü dîne
Duâ-yı devletin farz oldu el-hakk ins ü cânn üzre
Nedim
Hidmet et üstâdına sen kul gibi
Şöyle kim bir bâya yohsu{gibi
Âşık
Beşe
Yine firâş-sıfat destine çârûb almış
Ki ede hizmet hâktir dâver sünbül
Bâkî
Fikr et kudemâ ne hizmet etmiş
Her nâmeyi ders-i hikmet etwiş
Muallim Naci

hidmet-i Beytü’l-harem: Kâbe hizmeti.

Oldu hicâbetle sikâyet tamâm
Onlar için hidmet-ı Beytü’l-harem
Nahfi hidmet-i pîr: Pirin hizmeti.

Ehl-i ışk oldu
Necâtî olamaz akla mutî
Hic meczûb olan âbdâl ede mi hidmet-i pîr
Necati Bey

hidmet-kâr: Hizmetçi.

Şâh-ı mülk-ı Şâm iken rûşen çerâgın olmağa
Meclisinde oldu handân adlı hidmet-kâr şem’
Riyazî

hizmet-i mahlûk: Yaratılana hizmet.

Nice bir hizmet-i mahlûk ile mahzûl olalım
Sâil-ı Hak olalım nâil-i mes’ûl oşalım
Mütercim
Âsım

hizmet-i millet: Millete hizmet.

Tevâzu’ayn-ı rif’at, hizmet-i millet siyâdettir
Olunsun hulk-ı Peygam-ber’le istişhâd lâzımsa
Namık Kemâl

hizmet-i pencâh: Elli yıllık hizmet
Şehriyârâ eyle mir’ât-ı mükâfâta nazar
Tâ görünsün hizmet-i pencâh sâlik sûreti
Nevres-i Kadim

hizmet-i rıkkıyyet: Kulluk hizmeti.

Eğerçi hizmeti yok lîk ona yeter bu şeref
Ki ede hizmet-i rıkkıyyetinde ömrügüzâr
Nedim

hizmet-i pencâh: Elli sayısı hizmeti.

Şehriyârâ eyle mir’ât-ı mükâfâta nazar
Tâ görünsün hizmet-i pencâh sâlik sûreti
Nevres-i Kadim

hizmet-i rindânî: Rindlik hizmeti.

Verirdi mâ-melekin bezl için kerîme leîm
Ederdi hizmet-i rindânî şevkle zühhâd
Nef’î

hizmet-i vâiz: Vaizin hizmeti.

Ashâb-ı fazîlet ona muhtâc değildir
Câhillere nâ-dânlaradır hizmet-i vâiz
Nâbî

hizmet-i yârân-ı safâ: Eğlence dostlarının hizmeti.

Bağddd’a yolun düşerse ger ey bâd-ı seher-hîz
Âdâb ile var hizmet-i yârân-ı safâya
Bağdatlı Ruhi

hizmet-i zevk-ı temâşâ: Seyretme zevkinin hizmeti.

Edip çeşme havâle hizmet-i zevk-ı temâşâyı
Cemâl ü çeşmi etmiş birbirine vâlih ü şeydâ
Nâbî

hizmet-kâr: Hizmetçi, hizmet eden kimse.

Müselsel bir esârettir zarûret her hükûmette
Ki sultân nâzıra, nâzır da hizmet-kâra tâbidir
Ziya Paşa

hâdim: Hizmet eden, hizmetçi. c. huddâm, hademe.

hâdim-i devlet: Devlete hizmet eden.

Târik-i millet olan mâlik-i devlet olamaz
Hâdim-i devlet olan hâdim-i millet olamaz
Abdülhak Hâmit

hâdim-i şâh-ı ümem: Ümmetler şahının hizmet edeni.

Hem hâmî-ı Beytü’l-harem, hem hâdim-ı Şâh-ı ümem
Rûm ü Arab, milk-ı Acem mahkûmudur ser-tâbe-pâ
Seyyit Vehbî

hâdimü’l-haremeyn: Mekke ve
Medine’nin hizmetçisi.

Bu şehriyâr değil miydi hâdimü’l-haremeyn
Metâ’-ı cümle-i akvâm iken o zî-kudret
Abdülhak Hâmit

huddâm: Hâdim’ler. hizmetçiler.

Kapısın haylî melek bekler idi
Cümle huddâmı feriştehler idi
Hakanî
İftihâr eyler ise mahşere dek lâyıktır
Handânındaki evlâd u abîd ü huddâm
Nâbî
Terbiye-kerde-i nân ü nemek-i lutfun iken
İ’tibâr etmez olur hânen içinde huddâm
Nâbî

hademe: Hâdim’ler, hizmet görenler.

Ne belâdır süfehâ-yı hademe
Gönderir âdemi mülk-i ademe
Sünbülzade Vehbi

hiffet: Ar. 1. Hafiflik. 2. Hoppalık.

Rütbe-i hiffet ü temkîni kıyâs et bundan
Câm meydânında eder devr, geçer sadre sebû
Koca Râgıp Paşa
Tahsîl-i hiffet eylemeden gayri nef’i yok
Âsî muârız olsa bile cûy-ı Nîl ile
Nâbî
Tabîat-i kerem ü buhl u sıklet ü hiffet
Seciyye-i gazab u hilm ü rahmet ü âzâr

hiffet-gân-ı sengîn: Taştan hafiflik.

Başı serd olmayan, yumuşak başlı at
Bister-i nerm üzre hâb-ı hiffet-gân-ı sengîn olur
Koca Râgıp Paşa

hafîf: Ağır olmayan, ağırlığı az olan.

Cisminin lahmı hafîf idi tamâm
Lahm u şahm issi değildi evhâm
Hakanî
Esnâ-yı seferde çeşm-i im’ân
Gördükçe mevâki’-i latîfe
Bulmaz mı tabîatinde insân
Bir hâhiş-i celse-i hafife
Mualüm
Naci
Mâ’-i cârî taraf taraf çağlar
Bâd-ı hoş-bû eser hafîf hafîf
Muallim Naci

hikâye, hikâyet: Ar. anlatma, söyleme. c. hikâyât.

Zülfün hikâyetini gönülde misâl edip
Gam kıssasını levh-i perîşâne yazmışam
Ahmet Paşa
Dinle neyden kim hikâyet etmede
Ayrılıklardan şikâyet etmede
Nahfî
Eder bir bir hikâyet eşk ü âhın
İsmetî yâre
Ne denlü mâ-cerâ-yı derd-i aşkın bî-şümâr olsa
İsmetî
Topraktan başka ilticâ-gâh olamaz
Gûş et bu uzun hikâye kûtâh olamaz
Yahya Kemal

hikâyet-i aşk: Aşk hikâyesi.

Tüketti sanma hezârân hikâyet-i aşkı
O kıssadan dahi söylenmedik neler kaldı
Keçecizade İzzet Molla

hikâyet-i Ferhâd: Ferhat hikâyesi.

İbret alıp hikâyet-ı Ferhad ü Kays’tan
Merdüm-i dîn cihânda esîr-i zen olmasın
Ziyâ Paşa

hikâyet-i gam-ı hicrân-ı yâr: Yârdan ayrılığın gam hikâyesi.

Hikâyet-i gam-ı hicrân-ı yârı mı diyelim
Şikâyet-i sitem-i rûzigârı mı diyelim
Ahmet Paşa

hikâyet-i hâlât-ı Şems ü Mevlânâ: Şems ve
Mevlana’nın hâllerinin hikâyesi.

Yeter hikâyet-i hâlât-ı Şems ü Mevlânâ
Ne rütbe mihr-i dirahşân olur gönül gönüle
Yahya Kemal

hâki: Hikâye eden, anlatan.

Hevâda son nefesin ye’s-i rûhu hâkîdir
Akar sular, dereler son nidâyı ye’sinle
Ahmet Hâşim

hikem: bk. hikmet.

hikmet: Ar. 1. Hakîmlik, bilgelik.

Bilinmeyen sebep. c. hikem.

Sorulmaz hikmetinden yoksa tal’at-ı Hak
Teâlâ’nın
Sorulsa hikmetinden âh çok feryâd olur peydâ
Üsküdarlı Talat Bey
Deriz tab’-ı beşere ictimâ’ acz ü nahvettir
Cihânın tavrını bir hikmete isnâd lâzımsa
Namık Kemâl
Hâlin kime açsan sana der hikmetin vardır
Öldürdü bu hikmet bizi âh bilinmez mi bu hikmet
Ruhi

hikmet-i bed-rengî-i âlem: Âlemin kötü renkli hikmeti.

Bu kelâm-ı hâtifi verdi küşâyiş zihnime
Hikmet-i bed-rengî-i âlemde oldu müstebân

hikmet-i bî-intihâ: Sonsuz hikmet.

Dil sürhünün bir noktası cân teninin bir fethası
Tahkikinin bir reşhası bu hikmet-i bî-intihâ
Esrar Dede

hikmet-i dünyâ: Dünya hikmeti.

Hikmet-i dünyâ vü mâ-fîhâ bilen ârif değil
Ârif oldur bilmeye dünyâ vü mâ-fîhâ nedir
Fuzûlî

hikmet-i ezelî: Ezelî hikmet.

Ta’yîn-i hikmet-i ezelîden değil habîr
Tazyî’ eder hayâtını dil-hâh aşkına
Nâbî

hikmet-i fikr ü hayâl: Hayal ve fikir hikmeti.

Belki kânûn-ı sühanda hall ü akd-i nüktede
Hikmet-i fikr ü hayâlin feylesof-i ekberi
Nef’î

hikmet-i İskender: İskender’in hikmeti.

Pehlevânlar dünyâda çok
Rüstem-ı Zâl’im dedi
Hikmet-ı İskender ü mülk-ı Süleymân bendedir
Hatâî

hikmet-i ma’nî: Mana hikmeti.

İlm-i vahdette sebak-daşı imâm-ı evliyâ
Hikmet-i ma’nîde şâkirdi hakîm-ı Gaznevî
Nef’î

hikmet-i Mevlâ: Allah’ın hikmeti.

Erer mi hikmet-ı Mevlâ’ya aklı insânın
Cihânı şâmil olur mu fürûğ-ı şems-i münîr
Şinasi hikmet-i mi’râc-ı kemâl: Olgunluk miracının hikmeti.

Rütbe-i hikmet-i mirâc-ı kemâline göre
Hükemâ firka-i dûn felsefe cem’-i süfhâ
Fuzûlî

hikmet-i rûz-ı ezelî: Ezelî günün hikmeti.

Mâye-i feyz-i hayât-ı ebedî neşve-i mey
Neş’e-i hikmet-i rûz-ı ezelî gerdiş-i câm
Nef’î

hikmet-i teslîm: Teslim olma hikmeti.

Vermez feleğin devr-i çeb-endâzına hükmü
Kor hikmet-i teslîmi kazâ vü kader eyler
Nef’î

hikmet-âmîz: Hikmet dolu.

Dağılsın âleme terkîb-i bend-i hikmet-âmîzi
Bu rıhlet-gehde (Nâci)nin de kalsın nâm-ı nâ-çîzi
Muallim Naci

hikmet-âmûz: Hikmet öğreten.

Hep bu ma’nâyı bilir ehl-i kabûl
Hikmet-âmûz idi evzâ’-ı Resûl
Hakanî

hikmet-endûz: Hikmet kazanan.

Bu âlem bir kitâb-ı hikmet-endûz-ı hakâyıktır
Meâlin her kim istihrâc ederse âferîn bâdâ
Nâbî

hikmet-meâb: Hikmetin bulunduğu
yer.

Arif-i allâme-i kudret-nisâb
Vâkıf-ı fehhâme-i hikmet-meâb
Ziyâ Paşa

hikmet-nümâ: Hikmet gösteren. hikmet-nümâ-yı günbed-i devvâr-ı sun’: Kudretin gökyüzündeki hikmet gösteren dönüşü.

Nâbîyâ vermektedir ezdâda reng-i ittihâd
Gerdiş-i hikmet-nümâ-yı günbed-i devvâr-ı sun’
Nâbî

hikmet-nüvîs: Hikmet yazan.

hikmet-nüvîs-i sun’: Sanatın hikmetini
yazan.

Zülfü ruhun müellif-i hikmet-nüvîs-i sun’
Gösterdi devr-i hâşiyesinde teselsülün

hikem: Hikmet’ler.

Nice kasîde bir kitâb-ı mecmûa-i intihâb
Her nüktesi faslü’l-hitâb her beyti bir genc-i hikem
Nef’î

hikem-nümûn: Hikmetler gösteren.

Her beyti bunun hikem-nümûndur
Pek dinle hikâyemiz uzundur

hilâf: Ar. 1. Yalan. 2. Karşı, zıt, aykırı.

Aşkında yerine yetti lâfı
Daâ’âsının olmadı hiMşı
Fuzûlî
Hilâf inhâ rakîb ol âfeti tenfîr edip benden
O sengîn-dil müzevver mühr kazmış nâme uydurmuş
Nâbî
Gûyâ cehlin hilâfıdır ilm
Cehlin sırf
Vtirâfidır ilm
Ziya Paşa

hilâf-ı âde: Göreneğe aykırı.

Niyâz-mend-i visâl ol ko şermi ey Nâbî
Ne var temennî-i vuslat hilâf-ı âde değil
Nâbî

hilâf-ı âdet: Âdete aykırı.

Hilâf-ı âdete çok olma ey perî mâil
Yeter füsûn ile teshîr-i âdemî-zâd et
Fuzûlî

hilâf-ı cins: Cinsine aykırı.

Iyân iken zarar-ı iktirân-ı şîşe vü seng
Hilâf-ı cins ile ülfet belâ değil de nedir
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

hilâf-ı devr: Zamana zıt.

Çerhin hilâf-ı devri var ammâ senin gibi
Uşşâka kesr-i hâtır ile müttehem değil
Nâbî hilâf-ı emr-i kânûn-ı selef: Önceki kanun emrine aykırı.

Her kim eylerse hilâf-ı emr-i kânûn-ı selef
Nâ-halefdir nâ-halefdir nâ-halefdir nâ-halef
Nahifi (Süleyman)

hifâf-ı gerdiş: Dönüşe zıt.

Ne sûd a’dâ-yı bed-hâhı ferah-nâk etmeden gayri
Hilâf-ı gerdişinden çerhin izhâr-ı melâl etmek
Nâbî

hilâf-ı iffet: Namusa aykırı.

Olmaz ise de hilâf-ı iffet
Elbette olur delîl-i hiffet
Muallim Naci

hilâf-ı meşreb-i himmet: Gayret huyuna aykırı.

Şiâr-ı hîç-kesândır rızâ’-i nâ-çârî
Hilâf-ı meşreb-i himmet şekûru neyler
Nâilî

hilâf-ı mevzi’: Bulunduğu yerin zıddı.

Hilaf-ı mevzisine ger konulsa bir cevher
Nakîsa cevhere mi yoksa vaz’ edenlere mi
Hâkî

hilâf-ı mu’tâd: Alışılmışın zıddı.

Çıka deryâ ser-i kuhsâra hilâf-ı mudâd
Ser-fürû eyleyegavvâsgibi bahre cebel
Nef’î

hilâf-ı re’y-i cumhûr: Halkın reyinin aksi.

Müsâid ol kadr-i tedbîrine devrân ki kasd etse
Eğer bir emr-i zâhirde hilâf-ı re’y-i cumhûru
Nef’î

hilâf-ı rızâ: Rızaya aykırı.

Neden hilâf-ı rızâdır niçin bilinmiyor âh
Mecârî-i hükm-ârâ-yı hâdisât u şuûn
Nâzım Paşa

hilâf-ı tıynet: Yaratılışın zıddı.

Hilâf-ı tıynetimdir tab’-ı ahbâba keder vermek
Koca Râgıp Paşa

hilâf-ı vüs’at-i meydân-ı iltifât: İltifat meydanının genişliğine aykırı.

Nâbî hilâf-ı vüs’at-i meydân-ı iltifât
Vakt-i itâb sâha-i takrîr teng olur
Nâbî

hilâfet: 1. Birinin yerine geçme. 2. Halifelik, peygamber vekili olarak yerine geçen ve
İslamın koruma vazifesini üzerine alan kimse.

Hem hilâfet hükmünü hem saltanat fermânını
Bundan etmiş âleme cârî mürûr-ı rûzigâr
Fuzûlî

hilâl: Ar. 1. Yeni ay, üç gecelik aya denir. 2. Hilal şeklinde olan kaş.

Çatma kurbân olayım çehreni ey nazlı hilâl
Kahramân ırkıma bir gül!
Ne bu şiddet bu celâl
Mehmet Akif
Kaddim hilâle döndü tenim bir hayâldir
Ya’nî ecel gelip beni bulmak muhâldir
Bîdârî
Gâhî şafakta hâle-i hûnîn gibi hilâl
Gâhî kamer sabâha kadar arzeder cemâl
Kemalzâde Ekrem Bey

hilâl-i çerh: Feleğin hilali.

Olur atın önünce âsmânpeyk-i cihânpeymâ
Ona hûrşîd tâc-ı zer hilâl-i çerh ser-mûze
Bâkî

hilâl-i dil: Gönül hilali.

Gündüz rakîb ile gezip ol mihr olmadı
Pertev-gedâ-yı vaslı bir ahşam hilâl-i dil
Esrar Dede

hilâl-i gam-âlûd: Gamlı hilâl.

Bir yanda bir amûd-ı seher bir minâre var Üstünde bir hilâl-i gam-âlûd, Zühre var
Kemalzâde Ekrem Bey

hilâl-i hâle-pirâ: Hâle donatıcı hilal.

Felek imşeb hilâl-i hâle-pirâyı edip der-dest
Hemânâ ol dervîşe tutmuş bir kemer keşkûl
Kânî (Ebubekir)

hilâl-i îd: Bayram hilali.

Ebr-i siyâh içinde kalır san hilâl-i îd
Anber-feşân saçında olur çün nihân kaşın
Nizami hilâl-i îd-i şehr: Ayın bayram hilali.

Hilâl-i îd-i şehr içre ne görmüş var ne tutmuş var
Taşlıcalı Yahya Bey

hilâl-i kâmet: Boy hilali.

Hilâl-i kâmetin kavs etmeyen âlî-makâm olmaz
Mehi gör kim hilâl olmazdan evvel bedr-i tâm olmaz
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)

hilâl-i Ramazân: Ramazan hilali.

İmâ-yı medîhi ham-ı ebrû-yı bütânda
Haclet-dih-i engüşt-i hilâl-ı Ramazân’dır
Nâilî

hilâl-i şafak: Şafak hilali.

Belirir çehre-i zerdinde dimâhiddet
Nev-hilâl-i şafak âgûşa dönerşekl-i izâr
Kemalzâde Ekrem Bey

hilâl-i şeb-i îd: Bayram gecesinin hilali.

Eser-i nâhunu gamdır rûh-ı illiyyînde
Sanma âyîne-i gerdûnda hilâl-i şeb-i îd
Yenişehirli Avni

hilâl-âsâ: Hilal gibi.

Hilâl-âsâ fürûzân oldu bahr-i nîl-gûn üzre
Şafaktan dem urur âb-ı şarâb-âlûdı deryânın
Bâkî

hilâl-ebrû: Hilal ebru(kaş).

Her sehî-kad cilvesi bir seyl-i tûfân-ı belâ
Her hilâl-ebrû kaşı bir ser-hatt-ı meşk-ı cünûn
Fuzûlî
Oruc ayından uzundur ey hilâl-ebrû saçın
Ben kara gönlünün ol bayrâmın oruc eyledi
Necati Bey

hiTat: Ar. Eskiden padişah ve vezirlerin üzerlerine giydikleri süslü elbise, kaftan.

Saltanat hil’atini kaddine hayyât-ı felek
Râst biçmese açılmazdı girîbân-ı kerem
Ahmet Paşa
Câme-i sıhhat
Hudâdan halka bir hil’at gibi
Bir libâs-ı fâhir olmaz cisme ol kisvetgibi
Bâkî
Sen ol kim dûş-ı istidâdın ile lâyık-ı hil’at
Sana hayyât-ı gerdûn atlas-i çarhı libâs eyler
Şehid
Ali Paşa

hiTat-i beyzâ: Beyaz elbise.

Hil’at-i beyzâ-yı
İslâm’ı siyeh-fâm ettiler

hiTat-ı dîbâ: Süslü, ipekli elbise.

Gün başına bir hil’at-i dîbâ verir ammâ
Dâmânını âlûde-i hûn-ı ciğer eyler
Nefi hiTat-i dîn: Din elbisesi.

Mü’mîne hil’at-i dîndir kat kat
Vâcibât ü sünen ü mendûbât
Nâbî hiTat-i fâhire-i saltanat-ı garrâ: Parlak saltanatın övünç elbisesi.

Edepîrâye-i re’yiyle mutarraz dâim
Hil’at-i fâhire-i saltanat-ıgarrâyı
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

hiTat-i gül-gûn: Kırmızı renkli elbise.

Gezdirir her yan gözüm eşk üzre bağrım pâresin
Hü’at-i gül-gûn ile rahş üzre cevlânın görüp
FvzM hiTat-i hüsn: Güzellik elbisesi.

Aç elini ki ay yüzüne gün gulâm ola
Çöz zülfünü ki hil’at-i hüsnün tamâm ola
Ahmet Paşa

hiTat-ı ışk: Aşk elbisesi.

Bir karış kesmek gerek kaddin uzundur iy rakîb
Ger dilersen hil’at-ı ışkı tamâm olsun sana
İbni Kemâl

hiTat-i kadr: Kıymet elbisesi.

Oldu tırâz-ı hil’at-i kadrin “li’amrike”
Terk oldu tâc-ı izzine “Levlâke
Ve’d-duhâ”
Lamiî Çelebi (li’amrike: “Ey Resûlüm“
Senin ömrüne andolsun ki, onlar, sarhoşlukları içinde bocalıyorlarSure 15ş72; Levlâke: Hadis; Ve’d-duhâ: “Kuşluk vaktine andolsun.

Sure 93ş1)

hiTat-i nâz: Naz elbisesi.

Zîbâ yaraşır hil’at-i nâz ol boyu serve
İki kolumu kılsam ona bel dolaması
Bâkî hiTat-i nazm-ı cihân-gîr: Cihanı tutan nazmın kaftanı.

Derme çatma giydirir eller libâsı şirine
Hil’at-i nazm-ı cihân-gîrin senin altınlıdır
Bâkî

hiTat-i samûr: Samur kürkten yapılmış elbise.

Budur atiyye-i dîvân-hâne-i kısmet
Gehîpalâs-ı kühen gâhî hil’at-i samûr
Nâbî

hiTat-ı sürh: Kırmızı elbise.

Geh zuhûr eyler idi ol gül-i al
Hil’at-ı sürhle hûrşîd misâl
Hakanî

hiTat-dûz: Elbise biçen, terzi. hiTat-dûz-ı bâzâr-ı hakîkat: Hakikat pazarının terzisi.

Zehî hayyât-ı hil’at-dûz-ı -ı bâzâr-ı hakâyık kim
Kadd-i ma’nâyı etmiş câme-i terkîb ile berpâ
Nâbî

hîle: Ar. Düzen, desise, tuzak; sahtecilik, oyun, dolap. c. hiyel.

Mürebbâ hamrı müselles diye satar zâlim
Şarâbın üstüne hürmet biraz da hîle katar
Nedim
Alevinden fezâ dolan tâcın
Kını akvâm olup duran kılıcın
İçi baktım desîse, hîle, yalan
Midhat
Cemal (Kuntay)
Müşterîye hîle etmek âdetidir bakkâlın
Bu sebebtendir ki çektirmez ile pûjîneyi

hîle-i sayyâd: Avcı hilesi.

Değildir mürg-ı zeyrek hîle-i sayyâddan gâfil
Nevâziş-gûne, âkıl, mekr-i düşmenden emîn olmaz
beliğ

hîle-i şeytân: Şeytanın hilesi.

Hıfzeyle benim meclisimi sû’-i karînden
Kâr etmeye lutfunla bana hîle-i şeytân
Adlî, Âdil (Sultan II. Mahmut)

hiyel: Hîle’ler.

Cümle erbâb-ı hiyel müdbir olur
Hîlesipek çoğa sürmez duyulur
Sünbülzade Vehbi

hîle-bâz: Hile yapan.

İnsânoğlu hîe-bâzdır kimse bilmez fendini
Her kime iylik edersen sakla ondan kendini

hîle-bâzî: Hilekârlık.

Alim-i bergeşte-hâlem şeş-der-i ikbâlde
Baht-ı zâr-ı hîle-bâzî bir dü-şeşgöstermesin
Şehrî

hîle-güzâr: Hileci.

Yoğiken tilki gibi hîle-güzâr
Yine postu soyulur âhir-i kâr
Sünbülzade Vehbi

hîle-perdâz: Hileci.

Olmuşuz bir hîle-perdâzın esîr-i mekri kim
Sufra-i eflâkten nân-ı nücûmu çaldırır
Nâbî

hilkat, hilk: Ar. 1. Yaratılış, yaratılma. 2. Tabiat, huy.

Ol celîlü, lkadr-ı Zi’n-nûreyn-i sâhib-i hilk kim
Geldi dünyâya saîd ü gitti ukbâya şehîd
Bağdatlı Ruhi
Sensin ol bâdî-i hilkat ki denirse erzân
Bâğ-ı kadrinde bütün mülk-i cihân bir erzen
Yenişehirli Avni
Bütün heyâkil-i hilkatle hasbihâl ettim
Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim
Mehmet Akif
Hilkat lisân-ı hâl ile her bâr söylenir
Ma’nâ-yı
Rabb’ı etmeyip ızmâr söylenir
Yahya Kemal

hilkat-i Âdem: Âdem’in yaratılması.

Bırak nikâb ki bilsin kemâl-i sun’ıgörüp
Ferişte hilkat-ı Adem’de şübhesin bâtıl
Fuzûlî

hilkat-i âlem: Âlemin yaratılışı.

Bilmezem bu hilkat-i âlemde mi insâf yok
Olmadım mı yoksa ben hâlâ sezâ-yı merhamet
Avnî

hilkat-i dîv: Dev yaratılışlı.

Olmağa râzı idim hem hilkat-i dîv rakîb
Olmaz ammâ neyleyim
Ehremen’le tev’-emân
Üsküdarlı Hakkı Bey

hilkat-i imkân: Olabilirlik yaratılışı.

Hamd-i bî-had dem-be-dem ol mübdi’-i eşyâya kim
Hilkat-i imkân vücûd-ı Zât’ını îcâb eder
Fuzûlî

hilkat-i mevcûdât: Mevcut olan yaratılış.

İktizâ etti münezzeh zâtı
Sebeb-i hilkat-i mevcûdâtı
Hakanî

hilm, hilm: Ar. İnsanın tabiatinde olan sakinlik, yumuşaklık.

Biri sıdkıla biri adl ile bî-hemtâdır
Biri hilm ile biri ilm ile ferd-i yek-tâ
Hakanî
Bir pâdişâh ki eyledi tab’ında imtizâc
Hilm ü şecâat ü vera’ ü heybet ü vakâr
Nevî hilm-i himârî: Eşeğe ait yumuşaklık.

Gerçi hilm oldu pesendîde-nümâ
Olmaya hilm-i himârî ammâ
Sünbülzade Vehbi

halîm: Yumuşak huylu, hilmile vasıflanmış.

Mağrûr-ı dâniş olma edîb ü halîm isen
Bildin mi sırr-ı cilve-i aşkı alîm isen
Hersekli Arif Hikmet
Allah’a sığın şahs-ı halîmingazabından
Zîrâ yumşak huylu atın çiftesipektir
Ziyâ Paşa
Biri de câmi’-ı Kur’ân-ı mübîn
Zî’n-nûreyn
Menba’-ı hilm ü hayâ
Hazret-ı Osmân-ı halîm
Nazîm (Yahya)

hilye: Ar. 1. Ziynet, süs. 2. Yaratılış güzelliği. 3. Güzel sıfatlar. 4. Hz. Muhammed’in mübarek vasıflarım ve güzelliklerini anlatan manzum veya mensur eser veya levha.

Şân-ı rahşânını takdîr ederiz
Sana
Hilye’n gibi tevkîr ederiz
Hakanî

hilye-i garrâ: Temiz hilye.

Bize bir hilye-i garrâ yazdın
Nâmını cebhe-i arşa kazdın
Muallim Naci

hilye-ı
Hakanî
:
Hakanî
’nin hilyesi.

Dil ki âyîne-ı Sübhân’dır
Levha-ı Hilye-ı
Hakanî
’dir
Muallim Naci

hilye-i pâk: Temiz hilye.

Bu hadîs içre budur kavl-i ehemm
Ya’nîallah
Taâlâ a’lem
Nice pâkîze sühandan sonra
Fahr-i âlem dedi benden sonra
Hilye-i pâkimi kim görse benim
Ola görmüş gibi vech-i hüsnüm
Hakanî

himâr: Ar. Erkek eşek; eşek. c. hamîr.

Çıktı bir bâğın içinden yola bir yaşlı himâr
Nakl için beldeye yüklenmişti rûy-ı nigâr
Şinasi

himârî: 1. Eşeklik. 2. Eşek gibi.

Bu humk-ı himârîyi ko dünyâda
Belîg
Bâr-ı gamı hep sen mi kaldın çekecek
Belig
Gerçi hilm oldu pesendîde-nümâ
Olmaya hilm-i himârî ammâ
Sünbülzade Vehbi

himâye, himâyet: Ar. Koruma, sıyanet etme, görüp gözetme.

Himâyet et ki senin bir yanar çerâgındır
Taarruz eylemesin rûzgâr-ı bed-girdâr
Nedim
Bu hânümânı tutan hep onun himâyesidir Üzerlerinde gezen sâye kendi sâyesidir
Mehmet Akif
Aciz olanın ketm olunur hakk-ı sarîhi
Mahmîleri her yerde himâyet yeni çıktı
Ziya Paşa

hîme: () Far. Odun, kütük.

hîme-i nâ-sûhte: Yaş odun.

Lezzet-i sûziş ile hîme-i nâ-sûhteye
Terbiyet-hâne-i külhânda eder gül hande
Nâbî

himl: Ar. Yük.

himl-i emânet: Emanet yük.

Zaîf ü acz ile sıkl-i tekellüfâta hamûl
Zalûm ü cehl ile himl-i emânete hammâl
Şeyhi himl-i mihnet: Sıkıntı yükü.

Mihmân olsan çekilmez imtihân-ı mîz-bân
Mahv olurdu himl-i minnet çekse çarh çenberi
Nazîm (Yahya)

himmet: Ar. 1. Yardım, ihsan. 2. Çalışma, gayret. 3. Yüksek irade. 4. Ermiş kimsenin tesiri. c. himem.

Şiâr-ı hîç-kesândır rızânâ-çârî
Hilâf-ı meşreb-i himmet şekûru neyler
Nâilî
Dem-ı Mesîh’ten etsen ricâ-yı himmet der: Bu deyr-i köhnede biz de duâya muhtâcız
Koca Râgıp Paşa
Değildir şîr der-zencîre töhmet acz-i ikdâmı
Felekte baht utansın bî-nasîb erbâb-ı himmetten
Namık Kemâl
Neden sonra bendene himmet edip gel desen
Gider gam ve kederler ne hat kalır ne desen
Şeref Yılmaz

himmet-i âkıl: Akıllının çabalaması.

Herkesin gayreti memdûh olur idrâki kadar
Bir midir himmet-i âkıl ile sa’y-ı Bâkıl
Eşref Paşa
(Bursalı Mustafa)

himmet-i âliye: Yüce himmet.

Kuvve-i kudsiyyesi kâfiri
İslâm edip
Himmet-i âliyesi münkiri eyler ilzâm
Âdile Sultan

himmet-i âsaf: Vezirin himmeti.

Himmet-i âsafa olan mazhar
Olur ol şârsûya şeh-bender
Nedim

himmet-i bî-hemtâ: Benzersiz himmet.

Bâkî yâ şâh-ı cüvân-baht-ı cihân sağ olsun
Gayra minnet komadı himmet-i bî-hem-tâsı
Bâk himmet-i cünd-i ricâlullah: Evliya askerinin himmeti.

Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile
Ehl-i küfrü ser-te-ser kahr eylemektir niyyetim
Avnî himmet-i çâbük-rev-i reh-nümâ: Hızlı yol gösteren rehberin yardımı.

Tûl-i dâmenden girân-reftâr olan pâ-der-gile
Himmet-i çâbük-rev-i reh-nümâ mümkin değil
Esrar Dede

himmet-i ehl-i kemâl: Olgun kişilerin yardımı.

Eğerçi nâkısım yek-pâre yâ Rab
Gulâm-ı himmet-i ehl-i kemâl et
Esrar Dede

himmet-i ehl-i muhabbet: muhabbet ehlinin himmeti.

Himmet-i ehl-i muhabbet öyledir kim gâh olur
Bir gedâyı pâdişâh-ı mülk ü devlet karşılar
Tıflî (Mehmet Emin)

himmet-i hengâm: Devrin himmeti.

Olşeh ki kef-i himmet-i hengâmı keremde
Dünyâyı ganî, kânı tehî, bahri berr eyler
Nef’î

himmet-i Hızr: Hz. Hızır’ın himmeti.

Herkese nutk-ı revân-bahş verilmez
Yahyâ
Himmet-ı Hızr gerek kim buluna
Ab-ı Hayât
Şeyhülislam Yahya

himmet-i merdâne: Mertlerin himmeti.

Kilâb-ı der-geh-i monlâya ben mensûb olur muydum
Tevessül etmeseydim himmet-i merdâne gönlümden
Keçecizade İzzet Molla

himmet-i meşreb: Huy gayreti.

Himmet-i meşrebi de ismi gibi âlîdir
Çünkü ismi olunur nâsa semâdan inzâl
Ziyâ Paşa

himmet-i mevfûr: Çok himmet.

Husûsan bu ibâdet-geh mine’l-bâb-i ile’l-mihrâb
Harâb olmuş iken tecdîde etti himmet-i mevfûr
Şinasi himmet-i pîr-i mugân: Meyhanecinin himmeti.

Her mey-perest mey-kede-i feyz-i aşkta
Ser-mest-i câm-ı himmet-i pîr-i mugân mıdır
Esrar Dede

himmet-i pîrân-ı rûzigâr: Zamanın pirlerinin himmeti.

Sildi gubâr-ı gussayı dilden nesîm-i subh
Erdi yetişti himmet-i pîrân-ı rûzigâr
Bâkî

himmet-i rûzigâr: Zamanın himmeti.

Bâd-ı taleble fülk-i dil sâhil-i kâma ermedi
Vay ona ki râh-beri himmet-i rûzigâr ola
Sabri (Mehmet Şerif Çelebi)

himmet-i sâhib-i kerem: Cömert kimsenin himmeti.

Ola husûsâ ki mürebbî ona
Himmet-i sâhib-i kerem rûzigâr
Nef’î

himmet-i sultân-ı cihân: Cihan sultanının yardımı.

Söyleten himmet-i sultânı-ı cihândır yoksa
Kanda ben kanda bu gûna kelimât-ı garrâ
nefi

himmet-i şâh-âne: Şaha yakışır himmet.

Kal’ edip bîh ü esâsından usûl-i fitneyi
Himmet-i şâh-ânesi vermekte devrâna nizâm
Üsküdarlı Hakkı Bey

himmet-i şekûr: Çok şükredenin himmeti.

Şiâr-ı hîç-kesândır rızâ’-i nâ-çârî
Hilâf-ı meşreb-i himmet-i şekûru neyler
Nâilî

himmet-i tab’: Yaratılıştan himmet sahibi olma.

Himmet-i tab’ı hümâ-yı evc-i istiğnâ olan
Ukde-i hâtır bilir bu dâm-gâhın dânesin
Abdullah
Vassaf (Akhisarlı Şeyhülislam)

himmet-i tab’-ı bülend: Yüce yaratılışlının himmeti.

Himmet-i tab’-ı bülendim o kadar âlî kim
Bir gelir cünbüş-ı Ankadyıla pervâz-ı ca’l
Nazîm (Yahya)

himmet-i üstâd: Ustanın himmeti.

Aşk dâmeninin elden koma kim neyl-i kemâl
Heves-i bî-kesel ü himmet-i üstâd ister
Şeyhülislam Yahya

himmet-i vâlâ: Yüce gayret.

Sîne-i tengde bend et hele evvel nefesin
Sonra gör himmet-i vâlâsını feryâd-resin
Nedim

himem: Himmet’ler.

Tâ kim cihân ma’mûr olageh emn ü gehpür-şûr ola
İkbâl ile mesrûr ola ol Hüsrev-i vâlâ-himem
Nef’î

himmet-pîşe: Yardım etmeyi huy edinmiş.

Tehîdir merd-i himmet-pîşeden meydân-ı istimdâd
Cihânda kimden etsin âdem ümmîd-i meded şimdi
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih
Mehmet.)

himye: Ar. Yeme ve içmede perhiz etme.

Mi’deye dedi nebî beytü’l-devâ
Himye hakkında dedi re’s-i devâ
Nâbî

hîn: Ar. Zaman, vakit, sıra. c. ahyân.

Cân u dilden eyleyip âh u enîn Allah Allah diyelim her ân u hîn
Kâzım Paşa

hîn-i daVâ-yı nübüvvet: Nebilik davasının sonunda.

Hîn-i da’vâ-yı nübüvvet müddeî ilzâmına
Câhil iken el kemâl-i ilm bes bürhân sana
Fuzûlî

hîn-i güzer: Geçme anı.

Bir bârikadır ömr-i beşer hîn-i güzerde
Yek-dâne-i rahmetten ibâret berekâtı
Abdülhak Hâmit

hîn-i inkisâr: Kırılma anı.

Düşünmeden geçemem, yâr bî-hemâldir
Odur beni arayan hîn-i inkisârda
Recaizade Ekrem

hîn-i rü’yet: Görme anı.

Hîn-i rü’yette açardı nazarı
Nükte-i sırr-ı lemhü’l-basarı
Hakanî

hîn-i sefer: Sefer anı (ölüm).

Dehrin ne safâ var acabâ sîm ü zerinde
İnsân bırakır hepsini hîn-i seferinde
Ziyâ Paşa

hîn-i suâl: Sorunun sonunda.

Dehânında ne sûretle çıkar harf u sadâ bilsem
Cevâb-ı ye’si âmâde bilen hîn-i suâlinde
Nâbî

hîn-i va’de: Vade sonu.

Her bir sözü tahallüf-i va’dingüvâhıdir
Eymân-ı hîn-i va’dede bisyâr olanların
Nâbî

hindibâ’: Ar. Hindiba.

Gönül şifâ vü maraz kimden olduğun bilmiş
Ne hindibâ taleb eyler, ne râziyâne arar
Hâmî (Hâmî-ı Amidî)
Hindû: Far. 1. Hintli. 2. Satürn. 3. Vücuttaki ben; benek.

Hâl-ı Hindûsu eder anda şirâ-yı cevher
Sâhil-i la’lile bak bender-ı Bangalegibi
Keçecizade İzzet Molla
(anda: orada.)
Ya’nî ol hâl-i siyeh-dâne ki şeh-dâne-i müşg
Ona hindûsu olup kendüye sultân eyler
Hamdullah Hamdi

hindû-yı bâm: Vücut beni.

Engûr-ı siyâh-ı hindû-yı bâm
Ammâ yeri çâr-tâk-ı ecrâm
Şeyh Galip

hindû-yı dâg-keş-i fülfül-i hâl: Ben’in karabiber gibi açılan yarası.

Bu ne ândır ki melâhetle nemek-dân-ı lebin
Hindû-yı dâg-keş-i fülfül-i hâl etti beni
Nevres-i Kadim

hindû-yı kemend-endâz: Kemend atan
Hintli.

Kime bend etmeye
Hindû-yı kemend-endâzın
Çün kemîn-gâh-durur tîr ü kemânı ile bile
Şeyhi
Hindû-yı mest-i kemîn-küşâ: Tuzak kuran sarhoş
Hintli.

Kimgördü böyle
Hindû-yı mest-i kemîn-küşâ
Kim bir hadengi âfet-i cân-ı cihân olur
Nef’î
Hindû-yı şeb: Gecenin
Hintlisi.

Hindû-yı şeb micmer-i mâh ile şey’en-li’l-lâh eder
Bir kızıl altın ona her gün verir benzer güneş
Nef’î
Hindû-sıfat: Hintli gibi.

Hâlin ki zülfüne dolaşıp alnına ağar
Hindû-sıfat kemend ile eyvâna kasd eder
Şeyhi

hindû
Zühal: Satürün ve
Zühal
Ey ki bâm-ı kubbe-i kasrında bir
Hindû
Zühal
Ve ey ki bâb-ı der-geh-i kadrinde bir çâker güneş
Lamiî Çelebi

hink: Ar. Kır veya ak at.

hink-i devlet: Devlet atı.

Alnıgeçirdi eblak-ı eyyâm-ı fitne-cûy
Olmasa hink-i devlete ger tâziyâne tîğ
Hayâlî Bey

hirâm: bk. hırâm.

hirâs: Far. Korku.

Hemân sen müstakîm ol çerh-i kec-revden hirâs etme
Makâm-ı râsta vermez halel kec-bînî-i ney-zenNâbî?
Nihalî (İbrahim)?
Kör olur mâ-hasal o kimse ki ola sana adû
Ger hirâsınla revâgörmese a’dâ ahlâm
Ziyâ Paşa

hirâsân: Korkak, korkan.

Ne hirâsân olayım tîğ-ı ecelden ey dil
Zahm-ı şemşîr-i nigehten bile tersân değilim
Yenişehirli Avni
Hirâsân olmasa gülden dil-i nâ-şâdın ey bülbül
Neler eylerdi hâra âh âteş-zâdın ey bülbül
Şeyhülislam Bahayi (Mehmet)
Kim ki korkmaz
Hak’tan, ondan korkar erbâb-ı ukûl
Her ne isterse yapar
Hak’tan hirâsân olmayan
Ziya Paşa

hirbâ: Ar. Bukalemûn. mec. Sık sık fikir değiştiren kimse.

Aceb nûr-ı muazzamdır ki hûrşîd-i cihân-ârâ
Urdu ta binâ ki nisbet eyle çeşm-i hirbâdır
sünbülzade Vehbi

hîre: bk. hıyre.

hirmân, hırmân: Ar. Mahrumluk, ümitsizlik.

Muttasıl hırmân kalır hâsıl-ı tama’dan ehl-i hırs
Tarfa kim artar bana geldikçe hırmândan tama’
Fuzûlî
Ne ola
Ken’ân-ı mihnette düşersen çâh-ı hırmâna
Varırsın
Yûsuf-âsâ vâkıan ihvâna söylersin
Meylî
Deşt-i hırmânda gezip derdile giryân idi
Kays
Garka-i mevce-i hûn-âbe-i cûşân idi
Kays
Kelim-ı Eyyûbî
Rind olan yeksân bilir hicr ile devr-i vuslatı
Pûla saymaz hâl-i hirmânında kenz-i fırsatı
Ebubekir Sâmi Paşa

hirmen: bk. hırmen.

hirre: Ar. Dişi kedi. c. hürer.

Ola hem-pervâz Anka: niçe mümkindir zübâb
Hirrenin şîr-i jiyân ile olur mu nisbeti
Enderunlu Vâsıf
Geh nakaya meyl etti, geh hirresine
Evzâ’ı şütür-gürbe idi
Mecnûn’un
Sâbit

hisâb: Ar. Sayma, hesap.

Ol gün ki nâzın eyleye dil-ber hisâb ile
Rûz-ı hisâb olur bana ol gün azâb ile
Hamdullah Hamdi
Nakd-i ömrü bu sanem aşkında sarf ettin tamâm
Ey Fuzûlî
âh eğer senden sorulsa bu hisâb
Fuzûlî
Muhlis iyi bak defter-i eltâf-ı Hudâ’ya
Ne masrafı kayd eyle ne îrâdı hisâb et
Esat
Muhlis Paşa

hisâb-ı cürm: Suç hesabı.

Ger hisâb-ı cürmden sonra ol yarın azâb
Ben muazzeb olmazam zîrâ günâhım bî-hisâb
behiştî

hisâb-ı ferah: Rahatlık hesabı.

Ümmîd-i afv ile olma harîs-i isyân kim
Ziyân-resîde eder âdemi hisâb-ı ferah
Kâzım Paşa
(Koniçeli Mûsa)

hisâb-ı mâh: Ay hesabı.

Tâ hisâb-ı mâh u sâl âlemi tahkîk için
Bedr ede mihr-i cihân-tâb-ı felek mâh-ı nevi
Nef’î

hiss, his: Ar. Duygu, duyma kuvveti. c. hissiyyât.

Şöyle medhûş ol ki zahm-ı tîğ-i hicr-i dil-beri
Tende dil hiss etmesin sînende cânın duymasın
Şeyhülislam Yahya
Gösterir Allahım, bu millet kurtulur tek mu’cize
Bir “utanmak hissi” ver gâib hazînenden bize!
Mehmet Akif
Vicdânında bir güşâyiş-i ümmîd-i nev-zuhûr
Hissetmek ihtiyâc-ıgarbiyle bî-huzûr
Faik Ali
Hissin olaydı bâri biraz neyse ne; fakat
Mahveylemiş o feyzi de fart-ı cehâletin
Recaizade Ekrem

hiss-i firâk: Ayrılık hissi.

Yazık! Şu neş’emi tesmîm ederdi hiss-i firâk
Düşerdi rûhuma her ayrılışta bir ahker
Tevfik Fikret

hiss-i hakk-ı halâs: Kurtuluş hakkı hissi.

Mâlik sesin o sevret-i ra’dinigayza ki
Her yerde hiss-i hakk-ı halâsın muharriki
Tevfik Fikret

hiss-i İlâhi: İlâhî duygu.

Onu bir hiss-ı İlâhiyle seversem ne olur
Kalb-i sâfımdaki ulviyyet-i sevdâ der-kâr
Kemalzâde Ekrem Bey

hiss-i kalb: Kalp hissi.

Çeşm-i mahmûr-ı aşka ver ma’nâ
En hafî hiss-i kalbi et îmâ
Kemalzâde Ekrem Bey

hiss-i übüvvet: Babalık hissi.

Yavrun sana bir hiss-i übüvvet de mi vermez
Tevfik Fikret

his-engîz: His dolu.

Bu kâinât-ı nefâisde bir ketîbe-i nâz
Birer bedîa-i hulyâ-nüvâz u his-engîz. kadd ü kâmet-i nâzânla her zemân mümtâz
Birer hayâl-i girizân-ı şi’r ü handesiniz
Fâik Ali Bey

hissen: Duygulanarak.

Ya’nî hissen değil hayâlimle
Sana arz-ı muhabbet eyliyorum
Tevfik Fikret

hissiyyât: Duygular, sezişler.

Ta’dîl-i hissiyyât için elzem hayâlât
Onsuz kalırsa mûcib-i isyân olur hayât
Abdülhak Hâmit
Vatan muhabbeti, millet yolunda bezl-i hayât
Hulâsa, âile hissiyle cümle hissiyyât
Mehmet Âkif

hisse: Ar. Pay, nasip. c. hısas.

Erişti herkese hâlince hissesi ammâ
Benim de hisseme kaldı duâ-yı dûrâ-dûr
Nâbî
Çok hisse imiş kıssadan ehl-i dile maksûd
Maksûd nedir anla bil ey ârif-i dânâ
Bağdatlı Ruhi
Zimâmın hangi ellerde ise artık onlarınsın sen
Behîmî bir tahammül varlığından en büyük hissen
Mehmet Akif

hisse-i dil: Gönül payı.

Ah her demde olur hisse-i dile hemm ü elem
Her emek-dâra atâ vü keremdir eshâm

hisse-i enâm: Nimetlerin payı.

Dünyâda nadir hisse-i enâmın hîç
Ömrümde felekten alınan kâmım hîç
Benşu’le-işevkım sönüversem hîçim
Ben câm-ı Cem’im kılırsam encâmım hîç
Yahya Kemal

hisse-i hân-ı inâyet: Yardım sofrasının hissesi.

Rûze-dâr-ıgama sultânımdan hisse-i hân-ı inâyet geldi
Vakt-i iftârda şimden sonra şekkimiz kalmadı sâat geldi
Sâbit

hisse-i ibret: İbret payı.

Olanlar feyz-yâb-ı intibâh âsâr-ı kudretten
Alırlar hisse-i ibret temâşâ-yı tabîatten
Recaizade Ekrem

hisse-i mahabbet: Sevgi payı. zemân ki bezm-i cânda bölüşüldü kâle-i kâm
Bize hisse-i mahabbet dil-i pâre pâre düştü
Şeyh Galip

hisse-i mesâi: Çalışma hissesi.

Bu artık işleyemez; hisse-i mesâîsiz
Sizindir işte verin, susturun bu hasta sesi
Tevfik Fikret

hisse-i verâset: Vârislik hissesi.

Cihânda olmadı bir hisse-i verâsetimiz
Bebek
Koyunda temâşâ-yı âbdan başka
Yahya Kemal

hisse-dâr: Hisseli.

Şemîm-i çîn-i zülfünden o yârin hisse-dâr olmuş
Sabânın lutfunu her cânibe neşr etmede sünbül
Şeyhülislam Yahya

hisse-geh: Hisse yeri.

hisse-geh-i hursend: Tok gözlünün hisse yeri. hisse-geh-i hursend sakın eyleme
Nâbî
Taksîm-i hakîm-âne-ı Yezdân’a taarruz
Nâbî

hisse-mend: Hisse alan, pay alan; ders çıkaran.

Hoşâ ey feyz-i cûdun eyleyip âsûde dünyâyı
Kemâl-i lûtfun etti hisse-mend a’lâ vü ednâyı
Nedim

hisse-yâb: Hisselenen, hisse bulan.

Hisse-yâb olmayıcak şeyhlerin feyzinden
Terk-i hâb ettiremez kâfileye reh-zenler
Nâbî
Hisse-yâb olsa aceb mi dil-i bîmâr
Nazîm
Aleme feyzini âmm eylerken şân-ı nesîm
Nazîm (Yahya)

hısas: Hisse’ler, paylar.

Oku târîh ü hikâyât u kısas
Verir insâna mezâyâ-yı hısas
Nâbî

hisset: Ar. Cimrilik, tamahkârlık, nekeslik, hasislik.

İhtirâz eyleyegör hissetten
Kendini kurtar o süfliyyetten
Sünbülzade Vehbi
Bahşiş-âmûz-ı himem-i havsala-sûzu hisset
Kîse-perdâz-ı kerem kâfile-sâlâr-ı kirâm
Nef’î
Edip sarf âb-ı rûyun umma lütf erbâb-ı hissetten
Ne denlü âb versen nahl-i huşke mîve-dâr olmaz
Fıtnat
Harc eyle nakd-i cânı tutarsan reh-i visâl
Zâdında hisset eyleme maksad ıraktır
Behiştî

hisset-i mün’im-i dünyâ: Dünyada nimetin cimriliği.

Hisset-i mün’im-i dünyâyı temâşâ ettim
Lokma geçmez boğazımdan demeden gürbeye pist
beliğ

hissiyyât: bk. hiss.

hitâb, hutbe: Ar. 1. Söz söyleme. 2. Kur’ân. bk. hutbe.

Her hayâlin saykal-i âyîne-i hüsn-i edâ
Her kelâmın gevher-i gencîne-i faslü’l-hitâb
Nef’î
şîvelerle tebessüm o nâzlarla itâb
O handelerle tekellüm o işvelerle hitâb
Sîretî
İki def’a tekerrür etti hitâb
Vermemişti henüz kimse cevâb
Muallim Naci

hitâb-ı Ahmed: Ahmed’in
Kur’anı.

Kâl ile cümle kalbi pâk etti kâli onun
Feth etti bâb-ı fazlı fasl-ı hitâb-ı Ahmed
Hamdullah Hamdi

hitâb-ı aşk: Aşktan dem vurma.

Hitâb-ı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim
Cevâb-ı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim
Leskofçalı Galip

hitâb-ı imtihân: İmtihan sözü.

Kılsa ger bir andelîbe gül-şen-i lutfun meâb
Nâlesi eyler kazâya bin hitâb-ı imtihân
Kâzım Paşa

hitâb-ı imtihânî: İmtihanla ilgili söz.

Her ne söylersem kazâ mazmûnunu isbât eder
Onu bilmez kim hitâb-ı imtihânîdir sözüm
Nef’î

hitâb-ı izzet: Allah sözü.

Vatan sadâsı bu!.

Aks eyliyor ufuklardan
Hitâb-ı izzeti temsîl eder sadâ-yı vatan
abdülhak Hâmit

hitâm: Ar. 1. Son. 2. Bitme, son bulma.

Noksânını bil bir işe ya başlama evvel
Ya başladığın kârı pezîrâ-yı hitâm et
Ziyâ Paşa
Kat’î hücûma geçti nihâyet mücâhidîn
Mutlak bu harbe vermek için şanlı bir hitâm
Yahya Kemal
Bulmasın bünyân-ı ikbâlin hitâm
Olmasın dîvân-ı iclâlin tamâm

hiyâm: Ar. Hîmân’lar, susamış kimseler.

Sen sakla dilde mihrini yâ
Rab zevâlden
Ki ol mûrdur bu merhalede reh-ber-i hiyâm
Behiştî

hiyâm-ı rif’at: Yüceliğe susamışlık.

Sarây-ı devletine şeh-per-i melek
Cârub
Hiyâm-ı rif’atine encüm-i felek evtâd
Nef’î

hiyel: bk. hîle.

hiyem: bk. hayme.

hîz: Far. “Sıçrayıcı, atılıcı, kalkıcı” anlamlarında birleşik kelimeler yapar.

âb-hîz: Yüksek su dalgası.

Bahr-i aşkın âb-hîzipek şedîd

alev-hîz: Alevlenen, parlayan.

Yandıkça oldu sûzân kalb-i şerer-feşânın
Oldu yine alev-hîz dâg-ıgam-ı nihânım

âteş-hîz: Ateşleyen.

âteş-hîz-i tennûr: Tandıra ateş veren.

Milket-i ma’mûr-ı ümmîdim harâb ettin harâb
Çeşm-i âteş-hîz-i tennûr oldu tûfân etti cûş
Esrar Dede
belâ-hîz: belâ sıçratan.

Füsûsa kim cihân-ı fitne-engîz
Eder bahr-i gamı mevc-i belâ-hîz
Atâyî (Nev’izade Atâullah)

gerd-hîz: Toz kaldıran.

Dokunmaz pây-ı hoş-reftârı hâke gerd-hîz olmaz
Meğer kim bî-gubâr u bî-keder, ömrü güzârândır
riyazi

germ-hîz: Sıcaklık veren.

Hani nem-i çeşm-i eşk-rîzim
Hani dem-i serd-igerm-hîzim
Fuzûlî

girye-hîz: Ağlatan.

Ey çeşm-i girye-hîz eserin yok mudur senin
Ateş içindeyim haberin yok mudur senin
Koca Râgıp Paşa

hadşe-hîz: Endişeli.

hadşe-hîz-i gulüvv: Saldırışın endişeli atılışı.

Siyeh kefenlere girmiş kabîle-i câdû
Olur riyâh-ı savâikle hadşe-hîz-i gulüvv
Kemalzâde Ekrem Bey

hilâfet-hîz: Hilafet taşıyan. hilâfet-hîz-i hatm-i çâr-yâr: Dört sevgilinin (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve
Hz. Ali) mührünü taşıyan toprak.

Bunda olmuş hüccet-i hükm-i hilâfet muntavî
Bundadır hâk-i hilâfet-hîz-i hatm-i çâr-yâr
Fuzûlî

hûbe-hîz: Güzellik ortaya koyan.

Kanlar akar aceb ki bu çeşm-i sefîdden
Hûbe-hîz o çeşme-i kâfûrdur bana
Şeyh Galip

hûn-âbe-hîz: Kanlı gözyaşı.

Kanlar akar aceb ki bu çeşm-i sefîdden
Hûn-âbe-hîz o çeşme-i kâfûrdur bana
Şeyh Galip

ihsân-hîz: İyilik dağıtan

ihsân-hîz-i rahmet: Rahmet iyiliği dağıtan. der-gâh-ı kerem kim hâki ihsân-hîz-i rahmettir
Ne kâdirdir amel-i müstevcib olmağa hâşâ
Nâbî
mevc-hîz: Dalgalı.

Eylemiş her katreden bin bahr-i rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû için gül-i ruhsâre su
Fuzûlî
nağme-hîz: Türkü söyleyen.

Olsun şeb-i kıyâmete dek hem-sürûdumuz
Bir cûy-i nağme-hîz
Cenap Şahabeddin
nev-hîz: 1. Yeni yetişmiş, yeni çıkmış. 2. Genç, taze.

Gonce-veş ol yüzü gül geç güler tîz açılır
Gülicek nâz-ıla sangonca-i nev-hîz açılır
İbni Kemâl
(gülicek: gülünce; san: sanki)
perî-hîz: Peri gibi sıçrayan.

Cilve-i hüsnünle her mûyum perî-hîz olmada
Aşk ile ser-tâ-kadem âyîne-fâm ettin beni
Nedim
pür-hîz: Coşkunluk dolu.

Afiyet râhını tutmaz esb-i nefs
Ger feminde kâse pür-hîz olmaya
Behişti
rüst-â-hîz: Mahşerin eziyeti.

Gâh havf-ı ihtirâk ü gâh hevl-i iğtirâk
Mihnet-i vapur kalmaz renc-i rüst-â-hîzden
Ethem Muhlis Paşa
sebük-hîz: Çabuk esen.

Ey hâme-i ser-keş-i sebük-hîz
Vakt oldu ki olasın güher-rîz
Fuzûlî
sefer-hîz: Sefere kalkan.

Tîg-i bürrânı sefer-hîz-i vegâ
Mîg-ı ihsânıgüher-rîz-i atâ
Ziyâ Paşa
seher-hîz: Seherde kalkan
Alemi bâd-ı seher-hîz ki seyrân eyler
Varsa milk-ı Yemen’e her nefes cân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)
sevdâ-hîz: Sevdalı durum.

Ne âşık-âne bakıştır, ne vaz’-ı sevdâ-hîz
Ne hoş-lisân veriyor la’l-i nabz-ı hüsnünüze
Abdülhak Hâmit
şeb-hîz: Gece kalkan.

Yüzün görüp murâda ermek istersen komaz zülfeyn
Gurûba varmadan hûrşîd erişir menzile şeb-hîz

figânî
şemâtet-hîz: Düşmanın felâketine sevinen.

Şemâtet-hîz a’dâ, ta’ziyet-fermây ihvândır
Mükedder de olursan kendini gamdan berî göster
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
şerer-hîz: Kıvılcım saçan.

Ger bâd-ı sümûm-ı gazabı olsa şerer-hîz
Firdevs-i musîbet-kede-i hemm ügam eyler
Yenişehirli Avni
teber-hîz: Balta atılan.

Teber-hîzimden alır intikamın âteşin ammâ
Sen âhen-dillik etme sebkat etmiş mâ-cerâdan geç
Nâbî
vesvese-hîz: Kuruntu veren, kuruntu arttıran.

Ey meh leyâl-i vesvese-hîz-i firâkta
Sen gelmeyince hâtıra görsen neler gelir
Nâbî

hizâb, hidâb: Ar. 1. Boya. 2. Kına.

Reng-i rû öyle midir şâhid mazmûnumda
Ki ola çehre-nümâ olmada muhtâc-ı hizâb
Nef’î
Elfâza yeni hizâb vermiş
Bir kat daha âb u tâb vermiş
Ziyâ Paşa

hidâb-âlûd: Renkli, renk renk.

Sen dil-rîşini hûn-âb edegör
Zâhid-i hâma gerek rîş-i hidâb-âlûde
Nedim

hîzân: Far. Kalkan, sıçrayan.

Yine bâd-ı saba üftân ü hîzân erdi gül-zâra
Dem-ı İsî-veş ihyâ kıldı ezhâr ü eşcârı
Nef’î
Harâbe hâlini kesb eylemişgülistânım
Vücûh-ı şîveniyân renk alır hîzânımdan
Muallim Naci

hîzân-şekl: Sıçrayan şekil.

Tâb-ı kahrından ola cümle adû nâ-peydâ
Pertev-i mihr ericek jâle-i hîzân-şekil
Hayâlî Bey
(ericek: ulaşınca)
üftân ü hîzân: Düşe kalka.

Zaf ile üftân ü hîzân ömür ser-haddingeçip
Bir garîb iklîme düştüm âlem gurbet gibi
Ebussuud Efendi

hizâne, hizânet: Ar. 1. Hazne, hazine. 2. Kalp, gönül. 3. Hazinedarlık. c. hazâin.

Kopardı merdüm-i çeşmim gönül binâsın kim
Habâb-ı eşk hevâ nakdine hizâne yeter
Fuzûlî
Kim kadr-i kufl-i âhene muhtâctır yine
Memlû iken derûnu güherle hizânenin
Nâbî
Leb-rîz-i gevher olmasa gönlüm hizânesi
Dökmezdi böyle çeşm-i terim inci tanesi
Muallim Naci

hizâne-i la’l ü güher: İnci ve la’l hazinesi.

Gönülde nakd-i vefâ genci lîk pinhânî
Gözüm hizâne-i la’l ü güher velîfânî
Fuzûlî

hizb: Ar. Kısım, bölük, gürüh.

Her safhada bulunmaz mushafta şemse-i hizb
Çeşm-i ümîd her dem ruhsâr-ı yâre gelmez
Nâbî

hizb-i kalîl: Az bölük.

Bir hizb-i kalîl idi muînim
A’dâ ise leşker-i aramram
Namık Kemâl

hizlân: Ar. Yardımsız, kimsesiz, yalnız
başına kalıp sefil ve rezil olma.

Kimseler
Hak der-gâhından kahr-ıla dûr olmasın
Anun-çün her nefes kalbinden ol hizlân diler
ümmi Sinan

hizmet: bk. hidmet.

hîzrân: Far. 1. Hezâren ağacı. 2. Harun
Reşid’in annesinin ismi.

Dönmüş gül-i sürhi zağferâna
Şimşâd-ı latîfi hizrâna
Fuzûlî

hod: Far. Kendi, kendisi.

Dedim ne sayarsız ve alırsız ne satarsız
Ki âslâ dilinizde ne nebî var ne hod Allah
Bağdatlı Ruhi
Tevâzu’meşreb-i memdûhtur erbâb-ı rif’atte
Fakîr eylerse arz-ı meskenet hod kendi hâlidir
Ziyâ Paşa

hod-be-hod: Kendi kendine.

Hod-be-hod ma’nî olurpîçîde pây-ı hâmeye
Vâdî-i ma’nâda
Nâbî türktâz etmezse de
Nâbî
Hod-be-hod mümkin midir kesb-i vukûf-ı sırr-ı câm
Çok zemân mest-i sebû-yı mey-be-dûş olmak gerek
Esrar Dede

hod-bîn: Kendini beğenen.

Kesret-i meyden sudâ erip namâza çıkmadı
Zâhid-i hod-bîn bu özrüyle meğer ma’zûrmuş
Avnî (Sultan II. Mehmet Fatih)
Sûret-i âyîneye meyl ettirip ruhsârını
Akıbet ol hod-nümâ-yı hüsnü hod-bîn ettiler
Nevres-i Kadim

hod-fürûş: Kendini satan, övünen. c. hod-fürûşân.

Ehl-i terkin kuluyuz oldur bize cândan azîz
Yûsuf ise hod-fürûş onunla yok bâzârımız
Fuzûlî
(oldur: odur)

hod-fürûşân: Övünenler.

İhtiyâc âdeme pâ-bend-i belâdır yoksa
Hod-fürûşâna müdârâ çekilir belâ değil
Muallim Naci

hod-gâm, hod-kâm: Bencil, kendini beğenmiş.

Gâlib olmuştur ümîdi senin eyyâmında
Kdm-yâb olmağa bir rağm-ı sipihr-i hod-gâm
Nâbî

hod-küşte: Kendini öldürmüş.

Tâ siyâset-gâh-ı gamzende olan hod-küşteyi
Dâr u gîr-i da’vî-ı Mansûr’dan kıldım ferdğ
Esrar Dede

hod-nümâ: Kendini gösterici.

Bezm-i emelde âhir olur tîre-rûzgâr
Mânend-işem’ pîşe eden hod-nümâlığı
Vâhit (Mehmet. Çelebi)

hod-nümâ-yı vücûd: Kendini gösteren.

Seni sitâyişe teşvîk eder beni kalemim
Güneş yanında olur zerre hod-nümâ-yı vücûd
nevres

hod-perest: Kendine tapan, kendini beğenmiş.

Vardır nice hod-perest nâ-dân
Kendin sanır efdal-i sühandan
Ziyâ Paşa

hod-pesend: Kendini beğenmiş, gururlu.

Her hod-pesend serkeşin eczâ-yı cismidir
Her zerre-i hâki bu köhne neşîmenin
Nâbî

hod-pesendî: Kendini beğenmişlik.

Şerm-i nâ-dânî olurdu mûris-i nakd-i helâk
Hod-pesendî tesliyet-bahşâ-yı cühhâl olmasa
Nâbî

hod-rû: Kendi kendine biten, yabanî.

Bize kim âb verir ebr-i keremden gayri
Deşt-i bî-fâidede sebze-i hod-rûyuz biz
Nâbî
Neş’emi dâmen-i destimde bir ser-çeşmedir
Câm-ı Cem bir lâle-i hod-rûsudur küh-sârımın
Nedim
Câme-i gül-penbe açmış ey gül-i hod-rû seni
Bir gümüşten serve döndürmüş kadd-i dil-cû seni
İzzet Ali Paşa

hokka: Ar. 1. Küçük kutu, mürekkep kutusu. 2. Tükürük kabı.

Kûzedirgencîne-i hüsnünde la’lin hokkası
Hindûdur kim hâzin-i dürc-i güherdir benlerin
İbni Kemâl
Ne ola keşf etsen dehânın hokkasın rahm eyleyip
Kim niçe
Hamdî gibi bîmâra dermân ondadır
Hamdullah Hamdi
Rencûr-ı kelâl olmuş idi hâme-ı İzzet
Bâlin-çe-i hokkaya bir pâre dayanmış
Keçecizade İzzet Molla

hokka-i attâr: Itır hokkası.

Sînemdeki dâgım ki nümû-dâr-ıgamımdır
Bir yâftedir hokka-i attâra yapışmış
Nâbî

hokka-i hurşîd-i subh: Sabah güneşinin hokkası.

Nukre-i ahter verir zer-hokka-i hurşîd-i subh
Hastedir çil nukreyi harc eyleyip dermân eder
Nâbî

hokka-i la’l: Hokkaya benzeyen dudak.

Şem’-i rûyun tâbı horşîd-i kıyâmetpertevi
Hokka-i la’lin sözü hâb-ı adem efsânesi
Fuzûlî hokka-i pîrûze-i gerdûn: Semanın mavi renkli hokkası
Eylemiş der-beste dükkânın tabîb-i rûzigâr
Hokka-i pîrûze-i gerdûnda dârû kalmamış
Nâbî

hokka-bâz: 1. Oyunbaz, hileci. 2. Hokkabaz.

Sözün melâhati şûrîde eyler işiteni
O sihri kim dehenin etti hokka-bâz edemez

hokka-dehân: Hokka ağızlı.

Lebine nokta-i vehmi der iken ehl-i hayâl
Hak bilir utanırız hokka-dehândır demeğe
Ahmet Paşa

hor, hâr, -horde: Far. “yiyen, yiyici” anlamlarında birleşik kelimeler yapar. köfte-hor: Köfte yiyen.

Köfte-hor u kâse-lîsi sofradan kovmak muhâl
Bitmeyince aş elinden ahz-ı kab etmek de güç
sürûrî

leked-horde: Tekme yiyen.

leked-horde-i gam: Gam tekmesini yiyen.

Ma’zûr ola medhinde olan acz ile kusûrum
Tabim nice demdir ki leked-horde-i gamdır
Nef’î
mey-hor, mey-hâr: İçki içen.

Yine mey-hâreler sâkî ile ahd-i dürüst etti
Bir elde dest-i cânâne bir elde câm-ı rahşândır
riyazi
nân-hor: Ekmek yiyen; dilenci.

Düşelden jâle-veş bu hâk-dâne ey dil
Dikip göz süfre-i gerdûne nân-hore sunmazsın
Nâbî
şeb-hor: Geceyi yiyip bitiren.

Yürü ey hâce-i allâme melâmet eyle
Mey-i şeb-hor u pûşîde yine şeb geldi bana
Esrar Dede
zehr-âbe-hor: Zehirli su içen. zehr-âbe-hor-i kâse-i hussâd: Hasetçilerin
zehirli suyunu içen.

Telh-kâm-ı sitemin gör ne çekermiş bilesin
Sen de zehr-âbe-hor-i kâse-i hussâd olasın
Nâbî
Horâsân: Far. İran ile
Afganistan arasındaki bir bölge. tâc için olacak haylî kelleler galtân
Edip pederle
Horâsân hurûcü’l-ale’s-sultân
Abdülhak Hâmit
Abâ var, post var, meydânda er yok
Horâsân ellerinden bir haber yok
Yahya Kemal
Horâsân-şekl: Horasan şeklinde.

Râyet-i sancağını çöz ki ol küfr ehli kamu
Şol hirâsân olan şâh-ı Horâsân-şekil
Hayâlî Bey

hord: bk. hûrd.

Hamdullah Hamdi

hoş: Far. Güzel, iyi.

Ne hoş idi bu dehrin bostânı
Ger olmasaydı âsîb-i hazânı
Sinan Paşa
Hırs-ı vuslat düşürür fürkate uşşâkı kamu
Hoş demişler ki tama’ olmasa olmazdı tamu
Hamdullah Hamdi
Sen nâme yaz eyleyim ben îsâl
Bir dem dahi böyle hoş geçer hâl
Şeyh Galip

hoş-âmedî: “Hoş geldin” deme.

Hoş-âmedîlere şâyân bu meymenetli sene
Getirdi sahneye bir böyle fırsat-ı hasene
Abdülhak Hâmit

hoş-âyende: Hoşa giden, beğenilen.

Hâh u nâ-hâh olur âvîze-i gûş-ı ahbâb
Nâbîyâ her gazelin böyle hoş-âyende midir
Nâbî
Hâlâ o sühan-senc-i hoş-âyende kelâmım
Kim var ise mislim dahi kem-nâm-ı ademdir
Nef’î
Kâmî kalemin düştü hoş-âyende zemîne
Mazmûn-ı pesendîdeye ruhsat var içinde
Kâmî (Edirneli)

hoş-âvâz: Güzel sesli.

Fitne-i âhir-zemân oldu
Necâtî sözleri
Her gazel kim diye bir mahbûb-ı hoş-âvâz olur
Necati Bey

hoş-bû (y): Güzel kokulu, güzel kokan.

Berg-i gül gibi olurdu nîgû
Terledikçe ogaddâr-ı hoş-bû
Hakanî

hoş-bûy: Güzel kokulu.

Nerde ol bâd-zen-i hoş-bûy
Hani ol cûy-i revân-ı dil-cûy
Abdülhak Hâmit

hoş-cereyân: Güzel akım.

Cevelânıyla âb-ı hoş-cereyân
İki üç cedvel eylemişpeydâ
Muallim Naci

hoş-dem: 1. İyi arkadaş. 2. Geçim ve durumu iyi olan.

Dil-şâdlara enîs ü hoş-dem
Bîmârlara libâs-ı mâtem
Şeyh Galip

hoş-edâ: Kibar tavır.

Sözde harîf olmaz bana ger olsa âlem bir yana
Bir tumturak u hoş-edâ ne hâfizım ne muhteşem
Nef’î

hoş-elhân: Güzel sesli.

Ya’nî ki o bülbül-i hoş-elhân
Hâmûş hâmûş ederdi efgân
Şeyh Galip

hoş-endâm: Endamı ve kılığı güzel.

Kameti olsa dahi hoş-endâm
Hani reftâr ile nâzende hırâm
Enderunlu Fazıl

hoş-fercâm: Uğurlu, talihli.

Felek ârâyiş-i endâmı bî-endâm için saklar
Metâ-i kâm-ı hoş-ferâmı bed-fercâm için saklar
Râzî (Üsküdarlı Abdüllatif)

hoş-gû: Tatlı dilli.

Hep doğru yolu tavsiyedir gâye-i âmâl
Hoş-gûluğugörmekte isem kâbil-i ihmâl
Abdülhak Hâmit

hoş-güzeşte: Hoş geçen.

Yâdına çeşm-i hasreti yumdukçagâh gâh
Ey ân-ı hoş-güzeşte, gülümser durursun, âh
Tevfik Fikret

hoş-güvâr: Lezzetli, tatlı.

Saldı bisât-ı sebzi reh-i gül-şene bahâr
Sâkî zemânıdır yürüsün câm-ı hoş-güvâr
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

hoş-hâl: Güzel hâlde.

İçip mahabbet câmını hoş-hâl olayım bir zemân
Nâmûsu nengi terk edip âbdâl olayım bir zemân
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

hoş-harf: Güzel yazı.

Halk esîr-işöhret oldu eylemez im’ân-ı zât
Nâme-i hoş-harfe bakmaz zeylde nâm olmasa
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

hoş-hevâ: Havası tatlı, iyi.

Hoş-hevâlık ile şöhrette iken âlem-i âb
Bulmadım safvetini düşmedi hem-sâz bana
Koca Râgıp Paşa

hoş-hırâm: Yürüyüşü güzel.

Oldum ben o hoş-hırâma mâil
Tâvûsa tutar mıyım mümâsil
Muallim Naci

hoş-hırâm-ı işve: İşve ile güzel bir şekilde salınıp yürüyen.

Ol hoş-hırâm-ı işve aceb kangı sûdadır
Seyl-i sirişk-i dîdem onu cüst ü cûdadır
Nedim

hoş-hûy: Huyu hoş olan.

Görmedi sana muâdil dîde-i baht-ı Haleb
Fâzıl-ı hoş-hûy düstûr-ı sühandan elvedâ
Nâbî

hoş-kâm: Memnun, rahat.

Bahârın zevk u şevk esbâbını itmâm eder bülbül
Nevâ-yı dil-keşiyle herkesi hoş-kâm eder bülbül
Recaizade Ekrem

hoş-kumâş: Güzel kumaş.

Yine ol şeh sezâ-yı kadd-i tahsîn görmedi
Nâbî
Perend-i şi’r-i rengînim bu gûne hoş-kumâş ettim
Nâbî

hoş-lehçe: Güzel yüzlü.

Ne ola tabHmda etsegüft ügû kendi safâsıyla

hem âyîne hem hoş-lehçe-i tûtî-i sühan-zâdır
Sabri-ı Şâkir

hoş-manzar: Güzel manzara.

Zemîn ağlar, semâ ağlar, nesîm-i kûh-sâr ağlar
Bu manzar bak ne hoş-manzar, çiçeklerle bahâr ağlar
Hüseyin Sîret

hoş-meşreb: Huyu tatlı, sevimli.

Şâir demek ehl-i dil demektir
Hoş-meşreb ü mu’tedil demektir
Şeyh Galip

hoş-nâme-serâ: Güzel şarkı söyleyen.

Uşşâka
Sıfâhân ile
Uzzâl’ı
Nevâ kıl
Ey mutrib-i hoş-nâme-serâ durmaya kulkul
Muradî (Sultan III. Murat)

hoş-nefes: Güzel sesli. ne mürg-i hoş-nefes kim bî-vücûd
Her yerde pervâz eder bilmez hudûd
Ziyâ Paşa

hoş-nihâd: İyi huylu.

Ettirdi o rind-i hoş-nihâda
Küstâhlık irtikâbı bâde
Nâbî

hoş-nişîn: Güzel yerde oturan.

Geh bir leb-i cûda hoş-nişînim
Perverdesi bîd-i sâye-güster
Muallim Naci

hoş-nümâ: Güzel görünen.

Dâne-i dürr gibi rûyende teri
Hoş-nümâ eyler idi olgüheri
Hakanî

hoş-nüvîs: Güzel yazan.

Molla şerîf el-hakk ki zât-ı şerîfdir
Eyler mi hoş-nüvîslik el-ân ne demdedir
Bağdatlı Ruhi

hoş-reftâr: Yürümesi iyi ve güzel.

Ravza-i kûyuna her dem durmayıp eyler güzâr
Âşık olmuşgâlibâ ol serv-i hoş-reftâra su
Fuzûlî

hoş-reng: Güzel renkli.

Firûzân oldu gül-şende dilâ pirâhen-i mînâ
Gül-i hoş-reng ile olmuş gibi pür dâmen-i mînâ
Nâbî

hoş-rübâ: Güzellik kapan.

Ol reviş ol yürüyüş ol nigeh-i düzdîde
Dil-ber-i şûh gibi şîveleri hoş-rübâ
Nefi

hoş-sadâ: Güzel sesli.

Andelîb-i hoş-sadâ bir gül-şenî dervîştir
Mushaf-ıgülden okur subh u mesâ evrddını
Şeyhülislam Yahya

hoş-sohbet: Güzel sohbet yapan.

Baştan başa dünyâyı dolaşsan bulamazsın
Bir ârif-i hoş-sohbet ü bâbâ-yı zemâne
Nef’î

hoş-ta’bîr: Tabirleri tatlı.

Lûtf-i mudâd ile olşâir-i hoş-ta’bîrin
Şâhid-i nazmına ver hüsn-i beyân hoşgeldin
Nâilî

hoş-ter: Hoş kokulu.

Tîğ idi arşa asılmış ya meğer
Vech-ipâkindeki enf-i hoş-ter
Hakanî

hoş-zebân: Tatlı dilli.

Hem meclis-i şevk iken civânlar
Dem-beste durur mu hoş-zebânlar
Muallim Naci

hoşâ: Far. Ne iyi, ne güzel.

Hoşâ ey burc-ı izz ü devletin hûrşîd-i tâbânı
Yine lûtfunlapür-nûr eyledin çeşm-i dil ü cânı
Nedim

hoşnûd: Far. Razı, memnun, gönlü hoş.

Cân ile bizden eğer hoşnûd ola cânânımız
Câna minnettir onun kurbânı olsun cânımız
Fuzûlî
Tîğine ne ola yemîn eylerse rûh-ı Murtazâ
Bir gazâ ettin ki hoşnûd eyledin peygam-beri
Nfî
Defâtir-i hasenâtı hezâr olursa dahi
Ne fâide eğer ol hazret olmaya hoşnûd
Sâbit
Hotan, Hoten, Huten: Far. Doğu
Türkistan’da büyük bir şehir olup halkı
Müslümandır. bk.

Huten.

Cünbüşünden dağ bir dildir gazelân-ı Hotan
Nâfe-rîz-i kâm-hâhiş kim o kâkülldür bana
Nâilî

hû: Ar. 1. Allah. (Yâ Hû=Yâ Allah)
2. Sığınma, iltica, yalvarma.

Ömrün efzûn ola bir
Hû çekelim
Edelim sonra duâyı tasmîm
Nef’î
Süzülüp o çeşm-i âhû dedi zevk-ı vasla yâ

Bu değildi neyleyim bu yolum intizâra düştü
Şeyh Galip
Hudâ tevhîdin esrârın gönülde eylese îka: ’
Sadâ-yı
Hû’yu eylerdi kamu eşyâ sana ismâ’
Nuri

hûb: Far. Güzel, hoş, iyi. c. hûbân.

İtin yolunda hûblar sürseler yüz ne ola emrinle
Melek haylı sücûd-ı Âdem etmek nass-ı Kur’ân’dır
Fuzûlî
Şol kadar hûb idi ol enf-i münîf
Edemez ehl-i maârif tarf
Hakanî

hûb-ı anberîn: Amber kokulu güzel.

Her nokta-i hûb-ı anberînin
Hâl-i siyeh izâr-ı ma’nâ
Ünsî hûb-ı hısâl: Huyların güzeli.

Ekmelü’l-hulk idi o hûb-ı hısâl
Zül-celâl etmiş idi feyz-i cemâl
Hakanî

hûb-âne: Güzelce.

Dil kendüyü ol Hüsrev-i hûb-âne düşürdü
Bir gevher-i pâkizeyi ummâna düşürdü
Tf

hûb -âvâz: Güzel ses.

Kanda bir mahbûb-ı hûb-âvâz olursa dinle sen
Cennet içre cümleden a’lâ denen zevkî budur

gaybî

hûb-rû: Güzel yüzlü. c. hûb-rûyân.

Ey Fuzûlî hûb-rûlardan tegâfüldür yaman
Ger cefâ hem gelse onlardan bir ihsândır sana
Fuzûlî

hûb-rûyân: Güzel yüzlüler.

Eğerçi vaz’-ı sengîn-i hûb-rûyâna sezâdır ammâ
Verir hüsn vaz’-ı lâübâliler sefâhetler
Nâbî

hûb-ter: Pek güzel, en güzel.

Hattın bu ârızında gördüğü hûb-ter
Kim hoş-ter olur olsa kaçan âb-dâr hat
Şeyhi hûb u zişt: Güzel çirkin, iyi kötü.

Mücâzdtında hûb u ziştin etmez zerrece taksîr
Aceb sûret-nümâ-yı adildir âyîne-i âlem
Nâbî

hûbân: Güzeller.

Rûy-ı hûbâna teşebbühe heves etse de meh
Bulamaz bedr-i tamâm olmayacak vech-i şebeh
Nâbî
Aldılar aklım perî-rûlarperîşân ettiler
Bir yere gelmez meğer cem’iyyet-i hûbân ola Beyanî
Hüsrev-i hûbân eden sen dil-ber-i şîrîn-lebi
Bîsütûn-ı ışk içinde beni
Ferhâd eyledi
Hoca Dehhanî

hûbân-ı bî-vefâ: Vefasız güzeller.

Hûbân-ı bî-vefâ gibi dehr-i desîse-bâz
Nâz ehline niyâz eder ehl-i niyâza nâz
Ahmet
Cevdet Paşa

hûbân-ı devrân: Zamanın güzelleri.

Oluptur muktedâsı hüsn ile hûbân-ı devrânın
Bugün mülk-i melâhatte onundurşimdi seccâde
cinânî

hûbân-ı fettân: Çapkın güzeller.

Zemânında bulunmaz fitne-pinhân olmağa bir yer
Meğer hûbân-ı fettânınşikenc-i zülf-i tarrârı
Nef’î

hûbân-ı nerm-dil: Alçak gönüllü güzeller.

Hûbân-ı nerm-dil gibi bilmez muhâlefet
Olmuş mülâyemetlepesendîde hûy-i zer
Nâbî

hubb: Ar. Sevgi, bağlılık.

Rüzgâr-ı aşka uymuştur havâ-yı vasl-ıla
Keştî-i gönlüm vatandan hubb ü sevdâdan geçer
Âdile Sultan

hubb-i câh: Mevki bağlılığı.

Hubb-i câha düşen erbâb-ı mihen
Kendüye hâzır eder çok şeyn
Sünbülzade Vehbi

hubb-ı dünyâ: Dünya sevgisi.

Menzil-i âsâyiş-i ukbâya istersen vusûl
Hubb-ı dünyâdan ferâğat gibi olmaz doğru yol
Bâkî

hubb-ı Ehl-i Beyt: Ehl-ı Beyt sevgisi.

Vücûdum rîze rîze etseler tîğ-ı felâketle
Yine her rîzesinde hubb-ı Ehl-ı Beyt müdgamdır
Ziya Paşa

hubb-ı fenâ: Yokluk sevgisi.

Fark ı gûyâ bu iki sûretin aklımca benim
Birisi hubb-ı fenâdır, bir bağdâ-yı adem
Akif Paşa

hubb-ı İlâhî: Allah sevgisi.

Âleme hubb-ı İlâhîdir esâs-ı îcâd
Şûr-ı deryâ-yı mahabbet nemek-i âlemdir
Nâbî

hubb-i nâ-ümîd: Ümitsiz sevgi.

Bir hubb-i nâ-ümîd ile bir azm-i dîv-tâb
Tûfân-ı zindegîde boğar kâinâtı
Abdullah
Cevdet

hubb-ı sivâ: Başka sevgi.

İdrâk edemez nefesini sâgar-ı aşkın
Kalbinde onun kim eser-i hubb-i sivâ var
Kâzım Paşa
(Koniçeli Mûsa)

hubbü’l-vatan: Vatan sevgisi.

Düştü önüme hubbü’l-vatan gidem hey dost diye diye
Anda varan kalır hemân kalam hey dost diye diye
Yunus Emre
(anda: orada, oraya.)

hubb-ı veled: Çocuk sevgisi.

Verdi her rûha dahi hubb-i veled
Ola tâ kim bu teselsül mümted
Enderunlu Fazıl hubb-ı zât: Kendi sevgisi.

Hubb-ı zâtıyla mükeyyef ol ki mestânlık budur
Vâkıf-ı esrâr-ı Hak ol işte hayrânlık budur
Gaybî

hublâ: Ar. Gebe, hamile.

hublâ-yı adem: Yokluktan gelen gebelik.

Ahter-i matlabım âfâk-ı felekten doğmaz
Günde bin şey doğurur leyle-i hubld-yi adem
Akif Paşa

hubs: Ar. 1. Pislik, murdarlık. 2. Kötülük, fenalık.

Hubs ü ağrâz ile endîşesi murdâr olana
Günde beş kerre vuzû ile tahâretgelmez
Yenişehirli Avni

hubûb: bk. habb, habbe.

hubûr: Ar. 1. Hibr’ler; âlimler, bilginler. 2. Sevinç, ferahlık.

Görüp mehâbet ile
Rüstem-âne etvârın
Olur tabîat-ı tevfîk neşve-yâb-ı hubûr
Nâbî

hubût: bk. habt.

huceste: Far. Uğurlu, hayırlı, saadetli, kutlu.

İnâyet-i ezelîdir bu gûne feth ü zafer
Aceb midir ger olursa huceste encâmı
Nef’î

huceste-fâl: Şanslı, uğurlu.

Tutsun cihânı bang-ı nefîr-i guzâttan
Âvâre-i beşâret-i feth-i huceste-fâl
Veysî

huceste-hısâl: Tabiatı uğurlu.

İmâm-ı saff-ı efâdıl emîr-i hayl-i kirâm
Emîn-i dîn ü düvel hâce-i huceste-hısâl
Bâkî

huceste-ma’nâ: Uğurlu, anlamı olan.

Bundan dahi söz olur mu a’lâ
Şîrîn lafz u huceste-ma’nâ
Ziyâ Paşa

huceste-pey: Uğurlu işaret.

Ey Hızr-ı huceste-pey kimgüm-nâm-ı reh-i aşkız
Bu vâdî-i hayrette bir râh-güzer yok mu
Mezâkî

hud’a: Ar. Hile, aldatma, düzen.

Bir hud’adır bu, hud’a-i harbiyye belki de
Vârid ikinci şıkk ise vâriddir ilki de
Abdülhak Hâmit

hud’a-i harbiyye: Savaş hilesi.

Bir hud’adır bu, hud’a-i harbiyye belki de
Vârid ikinci şıkk ise vâriddir ilki de
Abdülhak Hâmit

hud’a-kâr: Hile yapan, aldatıcı.

Şemşîr kuvvetinde hâmendi lerze-bahşa
Mu’cizdi misl-i hâme, şemşîr-i hud’a-kârın
abdülhak Hâmit

hudâ: Far. Allah, Tanrı.

Minnet
Hudâ’ya devlet-i dünyâ fenâ bulur
Bâkî kalır sahîfe-i âlemde adımız
Bâkî
Hudâ dîvâr-ı devlet-hâne-i erbâb-ı ikbâli
Gehî bir lâne-igüncişk-i bî-ârâm için saklar
Râzî
Eyleme kimseyi kat’â techîl
Etme mahlûk-ı Hudây tahcîl
Nâbî
Ne dünyâdan safâ bulduk ne ehlinden recâmız var
Ne der-gâh-ı Hudâ’dan ma’adâ bir ilticâmız var
Nef’î

hudâ-yı lem-yezel: Zeval bulmaz Allah.

İster isen hıfz ede arzın
Hudâ-yı lem-yezel
Arzına a’dâ-yı bed-hâhın bile verme halel

Hudâ-yı müteâl: Yüce Allah.

Ne dedimse sözümü tuttu sipihr-i hod-ref
Ne murâd ettim ise verdi
Hudâ-yı müteâl
Nef’î
Hudâ-yı zîşân: Şanı yüce Allah.

Sabr eyle sen biraz etme efgân
Neyler bakalım
Hudâ-yı zîşân
Şeyh Galip

hudâ-dâd: Allah vergisi.

Hüsn kim gâliye vü gâzeden imdâd ister
İstemez dil onu bir hüsn-ı Hudâ-dâd ister
Şeyh Galip

hudâ-nâgerde: Allah etmesin.

Yâre dokunur
Hudd-ndgerde
Bâlin ne sürürsün öyle yerde
Muallim Naci

hudâyî: Huda’ya mensup.

Bilirsiniz ki
Hudâyî biten en ince nebât
Döker de her sene milyonla canlı tohm-ı hayât
Mehmet Akif

hudâ-cûyân: Tanrısını arayanlar.

Hudâ-cûyân-ı deryâ-dil: Gönlü deniz kadar geniş olanların
Tanrı’yı arayışları.

Hudâ-cûyân-ı deryâ-dil rehîn-i inkılâb olmaz
Ne nâsın i’tirâzından ne halkın âferîninden
Feyzi (Muallim)

hudâ-negerde: Allah göstermesin.

Yâre dokunur
Hudâ-negerde
Bâlin ne sürünürsün öyle yerde
Muallim Naci

hudâvend: 1. Allah, Tanrı. 2. Hükümdar, melik.

Ey âlemi var eden
Hudâvend
Ey âdemi zâr eden
Hudâvend

Ol hudâvend-i hudâvendân-ı fazl u câh kim
İlm ü irfân ile olmuş izz ü devlet tev’-emân
Nef’î

hudâygân: Far. Ulu padişah, büyük hükümdar.

Elinden aldı zimâm-ı tasarrufu şimdi
Yed-i müeyyed-i baht-ı hudâygân-ı kerîm
Nef’î

hudâygân-ı muazzam: Ulu hükümdar.

Hudâygân-ı muazzam şehen-şeh-i âlem
Muhît-i cûd-ı kerem âsümân-ı akl u şuûr
Nâbî

huddâm: bk. hâdim.

hudûd: bk. hadd.

hudûs: Ar. Yok iken sonradan peyda olma.

“kıdem” in karşılığı.

Eylemiş ehl-i hükm mevc ile bahri temsîl
Tâ ki ma’lûm ola mâhiyet-i ma’nâ-yı hudûs
Hersekli Arif Hikmet
Nûr-ı vahdetten olupşu’le-pezîrâ-yı hudûs
Verdi fer-i âlem tekvîne merâyâ-yı hudûs
Hersekli Arif Hikmet
Aslına nisbetle terettüb eder isbât-ı kıdem
Tavr-ı fer’iyyet ü sûrettedir inşâ-yı hudûs
Hersekli Arif Hikmet

hâdis: 1. Yeniden görünen ve ortaya çıkan. 2. Yeni, yeni çıkan.

Cihân içre her fitne kim ola hâdis
Ona serv-i kaddinde elbette bâis
Fuzûlî

hâdise: Ortaya çıkmadan; vaka, olay. c. hâdisât, havâdîs.

Vermez binâ-yı fakre halel cûş-ı hâdisât
Gark edemez kemîne hüsnâ sad-hezâr-ı mevc
Sâmi

hâdisât: Hâdiseler.

Neden hilâf-ı rızâdır niçin bilinmiyor âh
Mecârî-i hükm-ârd-yı hâdisât u şu’ûn
Nâzım Paşa

havâdîs: Hâdiseler, olaylar.

Ger kılsa telef onu havâdis
Yok bir halefi ola vâris
Fuzûlî
İğmâz ü tegâfül gerek âsâyişe, yoksa.

Bî-gâyedir âmed-şüd-i emvdc-ı havâdis
Tevfik Fikret

huffâş, huffâşe: Ar. Yarasa, gece kuşu.

Mihr-i iddlini memdûh edip
Hazret-ı Hak
Düşmen devleti huffâş gibi ola darîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
Ey Nizâmî ol sanemden kaçsa zâhid tan değil
Neylesin huffâştır hûrşîd-i tâbândan kaçar
Nizamî
Dağılmış hazân-dîde tüller gibi
Uçuşmakta sessizce huffâşeler
Ahmet Hâşim
Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar
Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan
Ziya Paşa

hufre: Ar. Kazılmış çukur, oyuk.

Zavallı ümmet-i merhûme ölmeden görülür
Söner bu hufrede idrâki, sonra kendi ölür
Mehmet Akif
Hep samt u ra’şe; saklı bu vâdî-i muzlimin
Her hatvesinde şüpheli bir hufre, bir kemîn
Tevfik Fikret

hufre-i gil-nâk-i ihmâl: İhmal edilen killi çukur.

Sâlik
ân çoktan bulurdu kasr-ı ümmîde vusûl
Pîş-i rehte hufre-i gil-nâk-i ihmâl olmasa
Nâbî

hufre-i heder: Yok olma çukuru.

Bir örtü dizlerinde bu ma’lûl-i derd-i yâr
Hâr u şikeste müntakil-i hufre-i heder
Tevfik Fikret

hufre-i mensiyyet: Unutulma çukuru.

Kardeşim kurduğun âmâli devirmekte ölüm
Beni göm hufre-i mensiyyete, âtîni de göm
Mehmet Akif

hufre-i nisyân: Mezar çukuru.

Kardeşim, kurduğum âmâli devirmekte ölüm
Beni göm hufre-i nisyâna, ben artık öldüm
Mehmet Akif

hufre-i sükûn: Dinlenme çukuru.

Karşımda titriyor.

“Beni mahv etme, bağla, sar
Bir hufre-i sükûnuna at leyl-i kalbinin
Ben mâzî-işebâbının eş’ârıyım senin”
Tevfik Fikret

hufte: Far. Yatıp uyulmuş, uyulmuş olan.

Birşeb-pere-i hufte, bir âhû-yı çerende
Vermişti bu nüzhet-gehe bir vahşet-i nermîn
Cenap Şahabeddin hufte-i çeşm: Uyumuş göz.

Oldu beyâz subh gibi mûy-ı ser-sefîd
Ey hufte-i çeşm uyan ki ibâdet zemânıdır
Nâbî hufte-i gül-bister-i nâz: Gül kokulu naz döşeğinde gözünü yummuş.

Hâk-i zillette gönül her gece âgiste be-hûn
Çeşm-i ser-mestin ise hufte-i gül-bister-i nâz
Fehim (Hoca Süleyman)

hukne: Ar. Şırınga.

Istılâhâtı sever ma’nâsız
Şerbet ü hukne yapar eczâsız
Nâbî

hukûk: bk. hakk.

hulâsa: Ar. Bir şeyin özü, ruhu, özet.

Görüp şeklin elbet eder vesvese
Oturmaz hulâsa bilen hendese
Keçecizade İzzet Molla
Etmiş hulâsa bir emel-i hâs-ı bî-lüzûm
Her şahs-ı hürrü kayd-ı esâretle mübtelâ
Ziyâ Paşa
Vatan muhabbeti, millet yolunda bezl-i hayât
Hulâsa, âile hissiyle cümle hissiyyât
Mehmet Âkif

hulâsa-ı Kirdgâr: Allah’ın özeti.

Şühûd-ı zâhir ile olma
Nâbîyâ hursend
Fakat hulâsa-ı Kirdgâr o mudur
Nâbî

hulâsa-i takhîk: Araştırmanın özeti.

Ruh-ı münîrine mir’ât-ı Hak dedimse eğer
Sözüm hulâsa-i tahkîktir güzâf değil
Yenişehirli Avni

huld, hald: Ar. 1. Ebedi ve daimi surette kalma, beka. 2. Bitmeyen devamlılık. 3. Sekiz cennetten birinin ismi.

Bahâr geldi çemen hulde döndü ey Râmî
Gönülden ol gül ile azm-igül-istân geçiyor
Râmî
Mehmet Paşa

huld-ı Berin: Cennet bahçelerinden biri.

Götürdü zevk-ı vaslın hâtırımdan ravza-pervâsın
Sözün kevser münevver meclisin
Huld-ı Berîn’imdir
Fuzûlî
Rüsûm-ı ilm ile gitmez denâet tab’-ı nâ-kesden
İrem, ârâyiş-i elvân ile
Huld-ı Berîn olmaz
Beliğ
Dahl eder
Huld-ı Berîn’e kasrının her safhası
Raks urur havzın içinde mihr ü meh subh u mesâ’
Lamiî Çelebi

huld -zâr: Kutsal cennet bahçesi.

huld -zâr-ı lâhût: Uluhiyyet âleminin kutsal cennet bahçesi.

Onunla tayy ederim kâr-gâh-ı imkânı
Onunla seyr ederim huld-zâr-ı lâhûtu
Tevfik Fikret

hulûd: Devam ve beka üzre olma, daimi surette kalma, ölümsüzlük, bakilik.

Haşre dek tâ ki ola beste-i evtâd-ı hulûd
Sâha-i dehrde ıtnâb-ı hıyâm-ı devlet
Münîf
Harîr-işu’leye tebdîl edip libâs-ı teni
Fenâda anladı zevk-ı hulûdpervâne
Şeyh Galip
Sînemde belâ-yı gam-ı aşkın ebedî kıl
Her âhımı pîrâyede yevm-i hulûd et
Namık Kemal

hulf: Ar. Sözünü tutmama, sözde durmama.

Va’d-ı Urkûb değildir mergûb
Sonra hulf ile olursun mahcûb
Sünbülzade Vehbi
Va’de-i vasl-ı nigârın eseri zâhir olur
Hulf eder sanma ekâbirde dilâ söz bir olur
Cinânî
Bûseler ikrâr eder durmaz sözünde hulf eder
Mevlevîdir sevdiğim her dem külâh eyler bana

hulk: Ar. Tabiat, huy, yaratılış. c. ahlâk.

Ekmelü’l-hulk idi o hûb-ı hısâl
Zül-celâl etmiş idi feyz-i cemâl
Hakanî
Nükhet-i nâfe-güşâ-yı çemen hulkunuger
Etselergâliye-sayân-ı bahâr istişmâm
Nef’î
Hulkun senâsın etmeğe bulmaz mecâl dil
Çünkim azîmdir dedi
Yezdân efendimiz
Faruk K. Timurtaş

hulk-ı bed: Kötü yaratılış.

Ne denlü hüsn-i hulk varsa onunla ola ol mevsûf
Ne denlü hulk-ı bed varsa gönülden çıkara onu

gaybî

hulk-ı beşer: İnsan yaratılışı.

Ne hükm ü devri ahterden ne hurşîd ü kamerdendir
Cefâ âdât-ı âlemden, sitem hulk-ı beşerdendir
Namık Kemâl

hulk-ı hüsnî: Güzellikle ilgili yaratılış.

Terbiyet-gerde-i hulk-ı hüsnî olsa tıbâ’
Hüsn-i ahlâka mübeddel olur ef’âl-i zemîm
Nazîm (Yahya)

hulk-ı Peygam-ber: Peygamberin huyu.

Tevâzu’ ayn-ı rif’at, hizmet-i millet siyâdettir
Olunsun hulk-ı Peygam-ber’le istişhâd lâzımsa
Namık Kemâl

hulk-ı şiyem: Yaratılışların yaratılışı.

Dürri-i çarh-ı celâl u dürr-i deryâ-yı kemâl
Kâmı’-ı küfr ü dalâl u câmi’-i hulk-ı şiyem
nizami

hulkûm: Ar. Boğaz. c. halâkîm.

Cân verir râhat-hulkûma esîr-i helvâ
Gelse efserde-gî-i savm ile hulkûmuna cân
Sâbit

hulle: Ar. 1. Cennet elbisesi 2. Belden aşağı ve belden yukarı olmak üzere giyilen bir üst elbisesi. 3. Üç kere boşanmış bir kadının tekrar alınabilmesi için başkasına bir günlük nikâh edilmesi. c. hulel

hulle-i cennet: Cennet elbisesi.

Hulle-i cennet olursa çekeyim çâk edeyim
Dem-i vuslatta bana hâil olurpîrehenim
Şemsi hulle-i hadrâ: Yeşil elbise.

Hevâ ârâyiş-i gül-zâra oldu çehre-güşâ
Bahâr gül-şene giydirdi hulle-i hadrâ
Fuzûlî

hulle-i zer-beft: Sırmalı elbise.

Rûdlar fürkatle hûn-âlûd gözler yaşıdır
Hulle-i zer-beft giymiş yer cihân kuMşıdır
Lamiî Çelebi

hulle-bâf: Elbise biçen, terzi.

Gûne gûne hulle-bâf kâr-gâh-ı feyizdir
Bikr-i endîşem kabûl etmez cihâz-ı müsteâr
Nazîm (Yahya)

hulle-pûş: Elbise giyen. c. hulle-pûşân.

Seyr et ulüvv-i feyz-i şehîdân-ı aşkını
Hûnîn kefenle rûz-ı cezâ hulle-pûş olur
Üsküdarlı Hakkı Bey

hulle-pûşân: Elbise giyenler. hulle-pûşân-ı tebâşîr-i duhûl-ı firdevs: Cennete girmekle müjdelenen elbise giyenler.

Hulle-pûşân-ı tebâşîr-i duhûl-ı firdevs
Tâcdârân-ı hilâfet o mukâribler için
Haşmet

hulûd: bk. huld.

hulûl: Ar. 1. Girme. 2. Gelip çatma.

Müddet-i irdâ’ bulup ihtitâm
Geldi hulûl eyledi vakt-i fıtam
Nahifi
Ne zemân zerd ü muhtazır
Eylûl
Etse giryân bulutlarıyla hulûl
Tevfik Fikret

hulûl-i nev-bahâr: İlkbaharın girmesi.

Hulûl-i nev-bahâr ile gönül hevâ-perest olur
Nesîm-i kûy-ı dil-berin tenessümüyle mest olur
Muallim Naci

hulûlî: Ar. 1. Tanrılığın cisimlenmesi

inanışında bulunan kimse. 2. Girmeye ait.

Bulunca nice vücûdu mezheb
Nice zindîk u hulûlî meşreb
Sünbülzade Vehbi

hulûs: Ar. Saflık, safiyet, halis ve pak
olma
Garaz arz-ı hulûs u bezl-i makdûr etmedir yoksa
Olur hakk üzre medhinde zebân-ı nâtıka ebkem
Nef’î
Kıl hulûs ile ibâdet abd-i hâs-ı Hâlık ol
Adile aşk içre bul ibka vü câvidânelik
Âöile
Sultan
Ammâ bu ihtilâf ile maksûdu cümlenin
Bir
Hâlık’a hulûs ile etmektir inkıyâd
Ziya Paşa

hulûs-ı âlem: Âlemin kurtuluşu.

Hulûs-ı âlemi nakş-ı ber-âbdır derler
Vefâ zemânede ayn-ı serâbdır derler
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

hulûs-ı kalb: Kalp temizliği.

Saâdet ol dile kim zikr-i nâm-ı yâr eyler
Hulûs-ı kalb ile enfâsının idâdı kadar
Namık Kemâl
Bî-şek yegâne râh-ı hakîkat şerîatin
Ettik hulûs-ı kalbile îmân efendimiz
Faruk K. Timurtaş

hulûs-ı tâm: Tam saflıkla.

Her yanda pür-hurûş u temevvüc bir izdihâm
Her yüzde, her nazarda hüveydâ hulûs-ı tâm
İsmail Safa

hulûs-ı taviyyet: Temiz niyet.

İhkâm eder kemâl-i hulûs-ı taviyyetim
Her kârda
Hudâ’ya olan istinâdımı
Recaizade Ekrem

hulviyyât: Ar. Hulv’ler, tatlılar, şekerlemeler, tatlı yiyecekler.

Bu tarîk ile çöker sofra-i hulviyyâta
Nukl-i iftâra götürmüş gibi hurmâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

hulyâ: Far. Kuruntu, hayal.

Çıkalım doymadan şu hulyâdan
Ebediyyen seninle dost olalım
Cenap Şahabeddin
Dünyâ o ne?
Bir garîb rü’yâ
Varlık o ne?
Bir acîb hulyâ
Recaizade Ekrem
Hürriyetin o devrini idrâk edenlerin
Hulyâlarında vardı bir efsûnlu hâtıra
Yahya Kemal
Gözünde mütebessim ü girye-dâr hulyâlar
Butûn-ı âtiyeye müjde-i hakîkattir
Doktor Abdullah Cevdet

hulyâ-yı kâmet: Boyu hayal etme.

Hulyâ-yı kametin bergeşte etti her birin
Bâğ-ı fikrimde nihâl ârzûlar var idi
Keçecizade İzzet Molla

hulyâ-yı vasl: Kavuşma hayali.

Eder hulyd-yi vaslı
Adile her gece subha dek
Gam-ı aşk ile serde her seher bir özge âhım var
Âdile Sultan

hulyâ-nüvâz: Hülya okşayıcı.

Bu kâinât-ı nefâisde bir ketîbe-i nâz
Birer bedîa-i hulyâ-nüvâz u his-engîz. kadd ü kâmet-i nâzânla her zemân mümtâz
Birer hayâl-i girizân-ı şi’r ü handesiniz

fâik Âli Bey

hum: (f) Far. Küp, şarap küpü.

Bâde-i idrâkimin tevhîd-i ser-cûş-ı humu
Sâkî-i endîşemin tahkîk-i derd-i sâgarı
Nef’î
Ben ol Hızram ki zulmet-hâne-i hammârda sâkî
Benim ser-çeşme-ı Ab-ı Hayât’m bir hum olmuştur
behiştî

hum-ı âremîde: Dinlenmiş şarap küpü.

Temkînin idibârını seyret ki feyz alır
Peymâne-i şarâb hum-ı âremîdeden
Nedim

hum-ı aşk: Aşk küpü.

Sahbâ yerine zehr-keşân-ı hum-ı aşkız
Reşk etme bizim hâlimize biz
Cem-i aşkız
Nef’î

hum-ı âteş: Ateş küpü.

Nümâyan bir hum-ı âteş lika: : -yı dahme-pûşundan
Hayâletler fürûzân hây u hûy-ı zehr-nûşundan
Kemalzâde Ekrem Bey

hum-ı âteş-lika: : Ateş yüzlü küp.

Nümâyan bir hum-ı âteş-lika-yı dahme-pûşundan
Hayâletler fürûzân hây u hûy-ı zehr-nûşundan
Kemalzâde Ekrem Bey

hum-ı bâde: Şarap küpü.

Okundukça hamriyyeler gâh gâh
Ederdik hum-ı bâde içre şinâh
Keçecizade İzzet Molla

hum-ı felek: Feleğin şarap küpü.

Hum-ı felek gibi bir gün olur bu kûçe tehî
Ne pîr-i bâde-fürûş vü ne de bâde-hâr kalır
Nâilî

hum-ı feyz: Feyiz küpü.

Hûş-yâr-ı Felâtûn dahi olsa hum-ı feyzi
Leb-rîz-i serâb olmalıdır âlem-i âbın
Esrar Dede

hum-ı işret: Eğlence küpü.

Ne lâl-ı hum-ı işret ne gubâr-ı hâtır-ı sâgar
Aceb âlem, aceb dem, özge hengâm-ı tarab-zârdır
Sabrî

hum-ı leb-rîz: Ağzına kadar dolu küp.

Ol kadar tertîbi var kim işrete mey-hânenin
Her hum-ı leb-rîzi bir pîr-i mugân tasvîridir
Esrar Dede

hum-ı mey: Şarap küpü.

Ey Fuzûlî özünü kûşe-nişîn et hum-ı mey teg
Ola nâ-geh olasan kâşif-i hakâyık
Fuzûlî
Hum-ı meyden götürüp âlemi seyrân edelim
Tûr-ı aşka çıkalım yine münâcât edelim
Avnî
Sadrın gözedip neyleyim bezm-i cihânın
Pây-ı hum-ı meydir yerimiz bâde-perestiz
Bağdatlı Ruhi

hum-ı sahbâ: Kadeh küpü.

Şüste-i çeşme-i afv olmadan olma nevmîd
Hum-ı sahbâ gibi leb-rîz-i günâh olmayasın
Nâbî

hum-hâne: Meyhane.

Dilâ câm-ı şarâb-ı aşk-ı yâri şöyle nûş et kim
Felekler güm güm ötsün başına hum-hâneler dönsün
Bâkî
Dolsun yine peymâneler olsun tehî hum-hâneler
Raks eylesin mest-âneler mutribler ettikçe nagam
Nef’î
Hum-hâne yanında câm u sâgar
Rindân ile muğ-beçe berâber
Ziyâ Paşa

hum-hâne-i dehr: Dünya meyhanesi.

Sen akla uyup gezme, Felâtûn dahi bilmez
Hum-hâne-i dehrin nice hikmet var içinde
Şeyh Galip

hum-hâne-i ezel: Ezele ait meyhane.

Dünyâ şarâbı ile olmaz
Hayâlî böyle
Hum-hâne-i ezelden mest-i harâba benzer
Hayâlî Bey

hum-hâne-i imkân: Mekân tutulan meyhane.

Sahbâ-yı hurûşân gibi mînâ-yı felekten
Tâ hâric-i hum-hâne-i imkâna dökülsek
Yenişehirli Avni

hum-hâne-i kâl ü belâ: Söz ve bela meyhanesi.

Sâkî-i hum-hâne-i kâl ü belâ
Câm-ı ışkı bana sundu mu ola
Behiştî

hum-istân: Meyhane.

hum-istân-ı kadîm: Eski meyhane.

Sıfatı cilve-i mehtâb-ı tecellî-i şuûn
Cür’ası zübde-i sahbâ-yı hum-istân-ı kadîm
Üsküdarlı Hakkı Bey

hum-nişîn: Şarap küpünde oturan.

Birdir bu bezm-gâh-ı hamâkatde ân u în
Desti kıran deliyle
Felâtûn-ı hum-nişîn
Keçecizade İzzet Molla

hum-şiken: Küp kıran.

Hâtır-şiken olmadan sakın da yürü var
Sâgar-şiken ü sebû-şiken hum-şiken ol
Nâbî

humeka: bk. humk.

humâr: Far. İçkiden sonraki baş ağrısı, sersemlik.

Zikr-i na’tin derdini dermân bilir ehl-i hatâ
Öyle kim def’-i humâr için içer mey-hâre su
Fuzûlî
Çok da mağrûr olma kim mey-hâne-i ikbâlde
Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz
Nâbî
Olurdu hasret-i hâb-ı humâr nahvet-i nâz
Bütân-ı âlem-i hüsnün nigâh-ı tannâzı
Nâilî

humâr-ı âlâm: Elemlerin baş ağrısı.

Bezm-i ikbâlde ser-mest olanın hâli budur
Kâh peymâne çeker kâh humâr-ı âlâm
Nâbî

humâr-ı aşk-ı cânân: Sevgilinin aşk sersemliği.

Gönlümü etti humâr-ı aşk-ı cânân ser-girân
Sun pey-â-pey sâkiyâ câm-ı şerâb-ı ergavân
Üsküdarlı Hakkı Bey

humâr-ı bezm-i nûş-â-nûş-ı vasl: Kavuşma dolayısıyle içtikçe içilen meclisteki baş ağrısı.

Hayâl-i la’l-i nâbın câm-ı çeşm-i terde kalmıştır
Humâr-ı bezm-i nûş-d-nûş-ı vaslın serde kalmıştır
Nâbî

humâr-ı câm: Kadehin baş ağrısı.

Gel ey dil böyle olma zâr ile giryân sabreyle
Humâr-ı câm firkat böyle kalmaz gör de sabr eyle
Âdile Sultan

humâr-ı dehr: Dünyanın baş ağrısı.

Humâr-ı dehre dârû-yı müferrihtir müheyyâ ol
Bu şeb ol şûh-ı şenle işret-i zdnû-be-zdnû var
Âsaf (Ahmet İzzet
Paşazade Süleyman)

humâr-ı gam: Gam baş ağrısı.

Meyân-ı neşve-i câma humâr-ı gam girmez
Yemîn edersem eğer hîç başım ağrımaz
Sâbit

humâr-ı hasret: Hasretten gelen baş ağrısı.

Ne dilde tâb-ı sadâ-yı humâr-ı hasret var
Ne hâst-gârî-i câm-ı visâle cür’et varTâlip

humâr-ı heves: Arzu ve hevesin baş ağrısı.

Tüvân-gerleri mest-i câm-ı gurûr
Humâr-ı hevesle yatar bî-şuûr
Şeyhülislam Yahya

humâr-ı hicr: Ayrılık sarhoşluğu.

Humâr-ı hicr ile çok derd-i ser çekilmiştir
Bu bezm-gâh-ı fenâda neler çekilmiştir
Seyyit Vehbî

humâr-ı mihnet: Sıkıntıdan gelen baş ağrısı.

Ey olan kâne-i nahvette ser-mest-i gurûr
Bir de fikret hâk-i zillette humâr-ı mihneti
Ebubekir Sâmi Paşa

humâr-ı neş’e-i câm-ı kader: Kader kadehinin neşesinden gelen baş ağrısı.

Ne sendendir ne bendendir ne çerh-i kîne-verdendir
Bu derd-i ser humâr-ı neş’e-i câm-ı kaderdendir
Nâbî

humâr-ı ye’s: Üzüntüden gelen baş ağrısı.

Muhâliftir humâr-ı ye’se kimse düşmesin yoksa
Sunarpeymâne-i ümmîd isterse vebâl olsun
Nâbî

humâr-ı zehr-hand: Acı gülüş sersemliği. rütbe kan yuttu dil ki fikr-i reng-i la’linle
Humâr-ı zehr-handinden ayıldı ey mürüvvetsiz
Esrar Dede

humk: Ar. Noksan akıl, ahmaklık, bönlük. c. humaka, humeka.

Humkun zekâya karşı takrîzi şöyle dursun
Ta’rîzi bir inâyet, tahkîri bir senâdır
Abdülhak Hâmit
Hüner iş bilmemek, humk u cehâlet kârdânlıktır
Dirâyet âciz aldatmak, zarâfettir yalan şimdi
Ziyâ Paşa
Şi’ri ile fahr eder cihâna
Yok humkunu neşr eder cihâna
Ziyâ Paşa

humk-ı himârî: Sarhoş bönlüğü.

Bu humk-ı himârîyi ko dünyâda
Belîg
Bâr-ıgamı hep sen mi kaldın çekecek
Belig humk u belâhet: Aptallık ve ahmaklık.

Echel-i dûn u denîyim bana da bir nazar et
Gayriden humk u belâhette de ednâ değilim
Şânî

humaka, humeka: Ahmaklar, aptallar.

Gâhî muhakkar-ı cühelâ şâir-i belîğ
Gâhî musahhar-ı humaka fâzıl-ı edîb
Ziyâ Paşa

hummâ: Ar. 1. Ateşli hastalık. 2. Nöbet. 3. Sıtma.

Yedirir hasta-i hummâye asel
Derd-i çeşme akıtır âb-ı basal
Nâbî
Olmadım tâb-ı teb-i gamdan
Cinânî veş halâs
Unsur-ı pâkinde hummâ olalı peydâ senin
Cinânî
Birinin sözleri îmâlıydı
Birinin gözleri hummâlıydı
Yahya Kemal

humma-yı gam u mihnet: Gam ve eziyetin sıtması.

Beni hummâ-yı gam u mihneti çok incitti
Tutsam ol şûhu biraz örselesem incitsem
Sâbit

hummâ-yı sühan: Söz nöbeti.

Ekserî halt-ı kelâmın hezeyân-ı mahmûm
Acebâ tuttu mu şâirleri hummâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

humret: Ar. Kırmızılık, kızıllık.

Gonca lebler mey içip gül-şende humret bağladı
Gül gibi her biri bir gül-gûnu sûret bağladı
Enverî
Mest-i aşk olmağın ol çeşm-i humâr
Humrete mâil idi bir mıkdâr
Hakanî
Eşk-ipür-hûn ser-te-ser tuttu cihân etrâfinı
Dem-be-dem zeyl-i ufukta görünen humret gibi
Ebussuud Efendi

humret-i la’l-i nigâr: Sevgilinin dudağının kırmızılığı.

Humret-i la’l-i nigâragonce öykündüğü çün
Sıçrayıp yüzüne yapışmağa durur jâleler
Âhî

humûd: 1. Ateşin koru sönmeyerek alevi basılmak. 2. Zayıflama, düşme.

Kemîne katre-i âb-ı şefâati eyler
Şivâz-ı nâr-ı cahîmi füsürde tâb-ı humûd
Sâmi

hûn: Far. Kan.

Gark-ı hûn etmişti nâfe-misâl
Hoten âhûların ol çeşm-igazâl
Hakanî
Zemâne bizde gevher sezdiğijçin dil-hırâş eyler
Onun için bağrımız hûndur maârif-kânıyız cânâ
Bâkî
Bir böyle şehîdin ki mükâfâtı zaferdir
Vermezsen, İlâhî, dökülen hûnu hederdir
Mehmet Akif

hûn-ı adû: Düşman kanı.

Zebân-ı hâl ile hûn-ı adûya teşneliği
Dilini taşra çıkarmış eder beyân hançer
İbni Kemâl

hûn-ı al: Kırmızı kan.

Ceyhûna döndü dîdelerim hûn-ı al ile
Merdümşinâver oldu siyehpeştemâl ile
Seyyit Vehbî

hûn-ı azîzân: Azizlerin kanı.

Metâ’-ı hûn-ı azîzâna müşterî olma
Bu Kerbelâda olan bey’ men yezîd midir?

lâ (bey’ men yezîd: artırma ile satış)

hûn-ı beşer: İnsan kanı.

Biz hûn-ı beşer ser-mâye-i nasr u şecâ’attir
Sibâ’-ı deşt ü hâmûn kendi cinsinden şikâr etmez
Ziya Paşa

hûn-ı cârî: Akan kan.

Urûk-ı zât-ı pâk oldu mezâhir
Hakîkat hûn-ı cârîdir mahabbet
Gaybî

hûn-ı cidâl: Kavga kanı.

Birden havâya savt-ı kıyâm oldu râşe-res
Karşında ufk-ı hûn-ı cidâl etti irtisâm
Ahmet Hâşim

hûn-ı ciğer: Ciğer kanı; elem, ıstırap.

Ağlamazsan bana bir dem acıyıp dîdelerim
Göreyim dursun iki gözüne hûn-ı ciğer
Figânî hûn-ı dîde-i uşşâk: Âşıklar gözünün kanı.

Bu ışk meşrebi yâ
Rab ne turfa meşrebtir
Ki hûn-ı dîde-i uşşâk ile leb-d-lebtir
Hamdullah Hamdi

hûn-ı dil: Yürek kanı; elem, ıstırap.

El safâ câmını aldıkça ele reşkile ben
Hûn-ı dil nûş ederim bâde-i gül-gûna bedel
Nef’î

hûn-ı düşmen: Düşman kanı.

Rezm-gâh içre
Muibbî merd olanlara müdâm
Hûn-ı düşmen mi gerektir kâsehâ-yı ser kadeh
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

hûn-ı endîşe: Kaygı kanı.

Tîğ-ı müjgânı değil kâbil-i vasf etmeyecek
Hûn-ı endîşe tereşşuh ciğer-i ma’nâdan

hûn-ı eşk: Gözyaşı kanı.

Hûn-ı eşkinden oluptur bülbülün her âb sürh
Bâğda olsa aceb mi sünbül-i sîr-âb sürh
Şeyhülislam Yahya

hûn-i hamiyyet: Millî onur kanı.

Civân-merdân-ı milletle hazer gavgâdan ey bî-dâd
Erir şemşîr-i zulmün âteş-i hûn-i hamiyyetten
Namık Kemâl

hûn-ı hürriyet: Hürriyet kanı.

Sen o âlî darabân-ı kalb-i zemânsın ki şuûn
Hûn-ı hürriyet cisminle olur hande-nümûn
Kemalzâde Ekrem Bey

hûn-ı kebûter: Güvercin kanı.

Hûn-ı kebûter ile pür olur yine küûs
Devr-ipiyâlegöstere mi dîde-i horos
Bâk hûn-ı nâ-hakk: Haksız kan.

Lâyık mıdır ki yâre kesip verdiğim kalem
Fetvâ-y hûn-ı nâ-hakkımı yazdı ibtidâ
Nevres-i Kadim

hûn-ı mâl-i harâm: Haram malın kanı.

İçsin ko hûn-i mâl-i harâmı alekgibi
Zâlim tasavvur etmez ise imtilâsını
Nâbî

hûn-ı şehîd: Şehit kanı. c. hûn-ı şehîdân.

Eşkim sahîfe-i ruh-ı cânâna düşmesin
Hûn-ı şehîd mushaf-ı Osmân’a düşmesin
Sâbit

hûn-ı şehîdân: Şehitlerin kanı.

Komaz câm-ıgurûru bezm-gâh-ı haşre dek elden
O mest-âne nigeh kim teşne-i hûn-i şehîdândır
Nedim

hûn-ı sirişk: Gözyaşı kanı.

Riyâz-ı reng-i cemâle gider bu hûn-ı sirişk
O râhtan ki geçip bûy-ı gül gül-âba gelir
Şeyh Galip

hûn-ı uşşâk: Âşıkların kanı.

Yine mest oldu cânânım ele aldı revân hançer
İçelden hûn-ı uşşâkı oluptur hûn-feşân hançer
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

hûn-âb: 1. Kanlı su. 2. Gözyaşı.

Kendi düşen ağlamaz derler ben ol hayretteyim
Kim sana düşeli ne için akıtır hûn-âb göz
Ahmet Paşa
Gam gönlümü etmeseydi bî-tâb
Göz perdesi olmasaydı hûn-âb
Fuzûlî

hûn-âb-ı derd-i hasret: Hasret derdinin kanlı suyu (kanlı gözyaşı).

Dil kim harîm-ı Kâ’be-i aşkın tavâf eder
Hûn-âb-ı derd-i hasret içer zemzem istemez
Leskofçalı Galip

hûn-âbe: Kanlı su, gözyaşı.

Hûn-âbe değil bâdesi zehr-i gam-ı hicrân
Her nağme-i çeng ü neyi feryâd ü figândır
Nef’î

hûn-âbe-i maktûl: Ölenin kanlı suyu.

Mazlûm şikâyette, nedâmette sitem-kâr
Hûn-âbe-i maktûle garîk olmada hûn-hâr
Mehmet Akif

hûn-âbe-hîz: Kanlı gözyaşı fırlatan.

Kanlar akar aceb ki bu çeşm-i sefîdden
Hûn-âbe-hîz o çeşme-i kâfûrdur bana
Şeyh Galip

hûn-âlûd, hûn-âlûde: Kana bulanmış.

Gözde hûn-âlûd peykânın hayâliyle hoşum
Her biri gûyâ ki bir berg-i gül-terdir bana
Fuzûlî

hûn-âşâm: Kan içen, kan içici.

Nice şemşîr o bir gamze-i dil-keştir kim
Bir dem ârâm edemez olmayıcak hûn-âşâm
cevrî (olmayıcak: olmayınca)

hûn-bahâ: Kan pahası.

Gırre-i câh ol kadar sultân-ıgül kim korkarım
Hârdan bülbüller ister hûn-bahâ
Nevrûz’dur
Nâilî

hûn-bâr: Kan yağdıran.

Teb-i hicrânın ile cismimi bîmâr ettin
Hasret-i la’lin ile çeşmimi hûn-bâr ettin
Râmî
Elde kılıç âftâb-ı hûn-bâr
Eyler şühedâyıgark-ı envâr
Şeyh Galip

hûn-behâ: Kan kıymeti.

Hancer-i gam bula cânı ışkının maktûlüne
Dirlik el yete ki senden hûn-behâ kılar heves
nizami

hûn-çegân: Kan damlayan, kan akan.

Ağyâre câm sunsa sipihr-i sitîze-kâr
Ben zâdesine âb-ı gam-ı hûn-çegân verir
Nedim

hûn-feşân, hûn-efşân: Kan saçan.

Dîdelerdir zâhir ü bâtın cemâlin seyrine
Dilde zahm-ı nevk-i tîrin tende dâg-ı hûn-feşân
Nef’î
Gamzen ne dem ki tîğ çekip hûn-feşân olur
Uşşâk-ı dil-figâra ecel mihr-bân olur
Nef’î
Yine mest oldu cânânım ele aldı revân hançer
İçelden hûn-ı uşşâkı oluptur hûn-feşân hançer
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

hûn-germ: Kanı sıcak; ısınmış.

Hûn-germ idi aşka la’l-i nûşîn
Ferhâdkna cân verirdi
Şîrîn
Şeyh Galip

hûn-geşte: Kan dökmüş.

Kûşe-i ebrûdan ayrılmaz dil-i hûn-geştemiz
Lekke-i hûndur ki kalmış dâmen-işemşîrde
Nedim

hûn-hâr: Kan dökücü, zalim.

Mazlûm şikâyette, nedâmette sitem-kâr
Hûn-âbe-i maktûle garîk olmada hûn-hâr
Mehmet Akif

hûn-în: Kanlı, kana bulanmış.

Bulanır girye-i hûn-înim ile bahr-i vücûd
Sararır âhım ile sebze-i sahrâ-yı adem
Akif Paşa
Dem mi var kim zahm-ı gül derdinle hûnîn olmaya
Hasret-i hâlinle dâg-ı lâle müşgîn olmaya
Nedim

hûn-rîz: Kan döken.

Her ebrû-yı ham katline bir hançer-i hûn-rîz
Her zülf-i siyâh kasdına bir ef’a yılandır
Fuzûlî

hûnî: Kanlı, kana bulanmış.

Dil helâk edip gözün hancer çeken cân üstüne
Nice hûnîdir ki kan etmek diler kan üstüne
Sultan
Cem
Hûnî gözü yüzüme kıya baksa vechi var
Kim zaferâna meyl eder âhû-yı
Çîn-ı Hıtâ
İbni Kemâl
Zülfü kemendin aldı ele hûnî gamzesi
Benzer
Figânî zulm ile ber-dâr eder seni
Figânî

hûn-pâş: Kan saçan, kan döken.

Bâis-i handendirgonce-i nev-hâstede
Bülbül-i zârdaki dîde-i hûn-pâş nedir
Nâbî
Çâk-çâk-i sîne versin mevce-i gamdan haber
Zahm-ı hûn-pâş-ı derûnum inkisârım söylesin
Nâbî

hûn-pâş-ı derûn: Derinden kan döken.

Yâre varsın peyk-i nâlem âh u zârım söylesin
Zahm-ı hûn-pâş-ı derûnum inkisârım söylesin
Nâbî

hûn-rîz: Kan döken, dökücü.

Cân âfeti çeşmin gibi hûn-rîz bulunmaz
Dil uğrusu hâlin gibi düzd-ı Arab olmaz
Adlî (Sultan II. Bayezid) (uğru: hırsız)
Göreli gamze-i hûn-rîzini
Hâzim yârin
Tîğine and içerim sevmemişim başkagüzel
Hâzim

hûn-rûz: Kanlı gün.

hûn-rûz-i cefâ: Cefanın kanlı günü.

Tenime ayrı erer cânıma ayrı sitemin
Tîğ-ı hûn-rûz-i cefâ-pîşeden ayrıdır bu
Necati Bey

hunnâk: Ar. l. hek. Boğaz iltihab. 2. Boğaz.

Rıbka-i dünyâyı boynundan çıkar şeytân gibi
Ademâger istemezsen tavk-ı la’netten hunnâk
Lamiî Çelebi

hûr: Ar. 1. “ahver” in müennesi olan “havrâ”nın cemi.

Ahu gözlüler; gözlerinin akı karasından çok olanlar. 2. Düzeltmeyle “hûrî” (cennet kızları) anlamına kullanılır. c. hûriyân.

Belâ-yı aşk u derd-i dost terkin kılmazam zâhid
Ne müştâk-ı behiştim sen gibi ne tâlib-i hûrum
Fuzûlî
Kevser ü hûra murâdı zâhidin
Fikr-i âşık şâhid ü âb-ı ineb
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Ser-bâlînine gelsen ey hûr
İndi derlerdi şehîd üstüne nûr
Sâbit

hûr-i cinân: Cennet hurileri.

Öyle cânânı eden mûnis-i cân
Dâr-ı dünyâda bulur hûr-i cinân
Sünbülzade Vehbi

hûr-i în, ıyn: İri ve güzel gözlü huri.

Hûr-i în olurdu mağz-ı âşüfte vü mest ü ebed
Zerre gerdin rûzigâr etseydi
Adn’e ermagân
Üsküdarlı Hakkı Bey
Tîre çeşmim aydın etsin ruhların ey hûr-ı ıyn
Hâke pertev salsa gelmez zerrece
Hûrşîd’e şeyn
Aşkî (Tireli)

hûr-lika: Huri yüzlü.

Ağzına aldı dütün lülesin ol hûr-lika: : Çeşme-ı Kevser’e bir lüle komuşlar gûyâ
Hâletî (Azmizade Mustafa)

hûr u cinân: Huri ve cennetler.

Sabâ gird-i gül-istâniyle varsa bâğ-ı Rıdvân’a
Abîr-efşân olurpîrâhen hûr u cinân üzre
Nef’î

hûr u gılmân: Genç kız ve erkekler.

Ziyâde öğdüler
Zâtî cihânın hûr u gılmânın
Nigârımdan latîf olduğunu aklım kabûl etmez
zâti

hûr u melek: Huri ve melek.

Cândan ülfet edeli öyle civân dil-ber ile
İstemem gayrısını hûr u melek olsa bile
Şinasi

hûriyân: Huriler, cennet kızları.

Bürîde-i süm-i esbin eder hamâil-vâr
Temîme bend-i cinân-ı hûriyâna zîb-i nühûr
Nâbî

hûrî: Huri, cennet kızı. c. hûrân.

Ref’ eyle gönülden hücüb-i zulmet u nûru
Nezzâre-i dîdâra değiş cennet u hûrî
Sâmi

hûrî-veş: Huri gibi güzel.

Gül-şen-i kûyunda me’vâ bulsa bir hûrî-veşin
İhtiyâr eyler mi bâğ-ı Huld’ı âdem eygönül
Bâkî

hûrân: Huriler.

Etrâfina toplanırdı hûrân
Parlardı yüzünde nûr-ı Yezdân
Kemalzâde Ekrem Bey

hurâfe: Ar. Uydurma, yalan, inanılmaz hikâye ve rivayet. c. hurâfât.

Çalış dedikçe şerîat, çalışmadın, durdun
Onun hesâbına bir çok hurâfe uydurdun
Mehmet Akif
Hurâfeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar
Mezâr mezâr dolaşıp hasta baktıran sağlar
Mehmet Akif

hurâfât: Hurafe’ler.

Bu iddiâları hep terk edin ki pek boştur
Yıkık binâ-yı hurâfâta tırmanan yorulur
Kemalzâde Ekrem Bey
O rasad-hâne-i dünyâ, o
Semerkand bile.

Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle
Mehmet Akif

hurâfât-ı evvelin: Evvelki hurafeler.

Tükendi gerçi hurâfât-ı evvelîn ammâ
Fesâne-sâz-ı evhâm-ı halka yok yapan
Nâzım Paşa

hûrd: Far. Yiyinti, yiyecek şey.

Harâm eyledi hurd u hâbı dahi
Dahi bıraktırdı elden kitâbı
Nâbî

hurd u hâb: Uyku ve yiyecek.

Düşüp âteş-i ıztırâba yine
Vedâ’ eyledik hurd u hâbay«e
Keçecizade İzzet Molla

hurd ü mürd: 1. Ufak tefek 2. Parça parça.

Simât-ı haşmetinde âsmân meşgûl-i hurd ü mürd
Erem gül-şen-serây-i devletinde düzd-i berg ü sâz
Nedim

hurde: Far. 1. Bir şeyin ufalmışı, parça edilmişi. 2. Dakika, nükte. 3. Yazıya nüans veren bir tarz.

Hasmın kafası kulle-ı Kâf olsa fi’l-mesel
Hurdede darb-ı destin ile şeş-per-i girân
FuzûH
Hayâlî vasf-ı dendânında yârin hurdeler geçtim
Dürün bağrı delindi yere geçti cevherin kanı
Hayâlî Bey
Meğer oldun o mihrin zerre-i ihsânına mazhar
Nikât-ı nazmın ey Esrâr a’lâ hurde olmuştur
Esrar Dede

hurde-i ışk: Aşk nüktesi.

Nakd-i sabrım gonca-veş ağzın hayâli kaldı kim
Hurde-i ışkının gönlüm içre pinhân eyledin
İbni Kemâl

hurde-bîn: İncelikleri gören. c. hurdebînân.

Beni ol rütbe gam mahv u nizâr etti ki hecrinle
Hayâl-âsâ görünmem vakt olur ey hurde-bînim gel
Esrar Dede

hurde-bînân: Dikkat sahibi kimseler.

Hurde-bînân habâyâ-yı umûra beştir
Hikmetü’l-ayn-ı mevâız felek-i âyîne-gûn
Münf

hurde-bînî: İnce şeyleri görebilenle ilgili.

Hurde-bînî iken şu hayvânlar mehîb ü dil-firîb
Neydi mebde’de nasıl olmaktadır gayretleri
İsmail Safa

hurde-dân: Dikkat sahibi, ince şeyleri bilen kimse.

Ağzın hadîsine açamaz zerrece dehân
Esrâr-ı tab’a vâkıf olan tab’-ı hurde-dân
Fuzûlî
Târîk-bîn olanlar eder kaşların hayâl
Dendânını tasvîr eder tab’-ı hurde-dân
Bâkî

hurde-hâş, hurdahaş: Kırık dökük, param parça.

Kan sızan ağzında parlar bir alev ulviyyeti Ürperen bir fecri söyler hurde-hâş olmuş eti
Midhat Cemal Kuntay
Şakî çarıkların altında hurdahaş îmân
Hurdayı titretiyor eyledikçe istîmân
Mehmet Akif

hurde-kâr: Usta elinden çıkan ince, zarif iş.

hurde-kâr-ı bî-reng: Renksiz kırık dökük iş.

Mermerleri hurde-kâr-ı bî-reng
Dîvârı sûr-nümâ-yı erjeng
Şeyh Galip

hurde-sâl: yaşı küçük.

Hûbân visâle kâil olur hurde-sâl iken
Eyler kâmetini meh hilâl iken
Nâbî

hurde-şinâs: Dikkatli, ince şeyleri düşünen.

Tut kim zemâne hurde-şinâs-ı umûr imiş
Eyler ne çâr(e) hükm-i kazâ vü kader zuhûr
Hersekli Arif Hikmet

hurde-şinâs-ı amel-hakkâk: Kazma işinin inceliklerinden anlayan.

Adını aksine yazdırma misâl-i şeytân
Nakş alıp hurde-şinâs-ı amel-i hakkâkim ol
Sâbit

hûrî: bk. hûr.

hurmâ: Far. Hurma.

hurmâ-yı sühan: Söz hurması (tatlı söz).

Bu tarîk ile çöker sofra-i hulviyyâta
Nukl-i iftâra götürmüş gibi hurmâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

hurmâ-yı ter: Taze hurma.

Hârdan güller bitirdin nahlden hurmâ-yı ter
İbret için kullarına hikmet izhâr eyledin
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

hurrem: Far. 1. Sevinçli, güleryüzlü. 2. Bir yazı sitili.

Zâhirâ dışım görüp içim de hurrem sandılar
Her ne kim bî-gamdır onu sanma âdem sandılar
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Alemde gam kişiye dem-â-demgelir gider
Adem mi var ki âleme hurrem gelir gider
Âdem
Dede (Antalyalı)
Nasr u tevfîk sana âlem-i ma’nMandır
Olsun âyînegibi kalb-i şerîfin hurrem
Nâbî
Çok mukbili gördüm ki güler, içi kan ağlar
Handân görünen herkesi hurrem mi sanırsın
Ziya Paşa

hursend: Far. Kısmetine razı olan, tok gözlü, memnun, mütevekkil.

Nâbî uçurduk âh-ı Hümâ-yı kanâati
Hursendlikgınâsı kadar saltanat mı olur
Nâbî
Aks-i huşkiyle ben âyîne gibi hursendim
Ben ne hâkim ki açam
Yûsuf’a âğûş-ı çehim
Nâbî
Mecnûn-veş olurdu ol hıred-mend
Bir sâde nezzâre ile hursend
Şeyh Galip

hûrşîd, horşîd, hurşîd: Far. 1. Güneş. 2. “Hurşîd ü Ferahşâd” adlı aşk hikâyesinin kadın kahramanı.

Hasedten yere çalmış şîr-i çarh evreng-i hurşîdi
Görüp
Kays’ı peleng-i kulle-i küh-sâra yasdanmış
Hayâlî Bey
Fi’l-hâl açıldı subh-ı ümîd
Hem mâh doğdu hem de hûrşîd
Şeyh Galip
Ne hükm ü devri ahterden ne hurşîd ü kamerdendir
Cefâ âdât-ı âlemden, sitem hulk-ı beşerdendir
Namık Kemâl

hurşîd-i âb: Su güneşi.

Sâkî fürûg-ı rûyunda âb u tâb göster
Germiyyet-i hayâdan hurşîd-i âb göster
Nâilî

hurşîd-i aks-i âyîne-i rûy-ı Mustafâ: Hz. Muhammed (s. a. s.)’in yüz aynasının akseden güneşi.

Hurşîd-i aks-i âyine-i rûy-ı Mustafâ’sın
Selimî (Yavuz Sultan Selim)

hûrşîd-i âlem-tâb: Dünyayı parlatan güneş.

Alem-i cânın
Rızâyî
âb-tâb-ı ışkıla
Katresi yemm zerresi hûrşîd-i âlem-tâb olur
Rızayi
Bir dile
Yahyâ dokunsa pertev-i feyz-ı Hudâ
Zerre-i nâ-çîz iken hûrşîd-i âlem-tâb olur
Şeyhülislam Yahya

hurşîd-i aşk: Aşk güneşi.

Mir’ât-ı hod-nümâ mıdır ol mâh-tâb-ı nâz
Hurşîd-i aşkı zerreyepeyveste gösterir
Esrar Dede

hûrşîd-i bî-bedel: Eşsiz güneş.

Cânânı sanma bu dil-i şeydâya bir gelir
Hûrşîd-i bî-bedeldir o dünyâya bir gelir
Rızayi hurşîd-i bî-zevâl: Gölge düşmeyen güneş.

Çün nev-bahâr-ı devlet-i şâh-ı cihân ola
Hurşîd-i bî-zevâl mey-i ergavân ola
Necati Bey

hurşîd-i cemâl: Güzellik güneşi.

Hurşîd-i cemâlinden ol ay saldı nikâbın
Subh oldu dur ey baht nedir bunca şeker hâb
Fuzûlî

hurşîd-i cihân: Cihanın güneşi.

Yâ Rab bu benim baht-ı siyâhım ne belâdır
Hurşîd-i cihâna nazar etsem de karadır
Esrar Dede

hûrşîd-i cihân-ârâ: Cihanı süsleyen güneş.

Aceb nûr-ı muazzamdır ki hûrşîd-i cihân-ârâ
Urdu tâ binâ ki nisbet eyle çeşm-i hirbâdır
Sünbülzade Vehbi

hûrşîd-i cihân-tâb: Cihanı aydınlatan güneş.

Bir gevher-i yek-pâre iki bahr arasında
Hûrşîd-i cihân-tâb ile tartılsa sezâdır
Nedim hûrşîd-i dirahşân: Parlak güneş
Sihr ile sâkî-i meclis mey-i gül-reng diye
Koydu peymâneye hûrşîd-i dirahşânı bu şeb
Esrar Dede

hûrşîd-i enver: Parlak güneş.

Tabîat rûşen olmaz olmadıkça dîde-i hak-bîn
Alır mı beyt-i bî-revzen ziyâ, hûrşîd-i enverden
Fıtnat

hurşîd-i eşi’a: Işınlar güneşi.

Hurşîd-i eşi’adan verip târ
Çâk-i sehere eder rûzigâr
Riyazî

hûrşîd-i felek: Feleğin güneşi.

Görse hûrşîd-i felek bârika-i şemşîrin
Rûy-ı arza dökülürdü eriyip zerre-misâl
Üsküdarlı Hakkı Bey

hurşîd-i hakîkat: Hakikat güneşi.

Hûb sûretlerden ey nâsıh beni men’ etme kim
Pertev-i envâr-ı hurşîd-i hakîkattir mecâz
Fuzûlî

hûrşîd-i hüsn ü ismet: İsmet ve güzellik güneşi.

Sevmemek kâbil mi ol hûrşîd-i hüsn ü ismetin
Hak-nümâ vechinde envâr-ı cihân-ârâsı var
Kemalzâde Ekrem Bey

hûrşîd-i kudsî: Kutsal güneş.

Asmân-ı devletin hûrşîd-i kudsî pertevi
Bezm-gâh-ı şevketin
Cemşîd ü Hûrşîd efseri
Nef’î

hûrşîd-i meh-peyker: Ay yüzlü güneş.

Eyâ hûrşîd-i meh-peyker cemâlin
Müşterî-manzar
Ne manzar manzar-ı tâli ne tâli tâli’-i enver
Ahmed-ı Dâî

hurşîd-i pür-envâr: Nurlu güneş.

Sanırlar bir gülü zer-dûz dürr bir nat’-ı hârede
Ruhâmında görenler aks-i hurşîd-i pür-envârı
Nef’î

hûrşîd-i rahşân: Parlak güneş.

Câme-i zerrîni ne eyler vermeyen cisme vücûd
Sâyesinden âr eden hûrşîd-i rahşân istemez
Hayâlî Bey

hurşîd-i ruhsâr: Yanak parlaklığı.

Şem’-i rûyun âfitâb-ı âlem-ârâdır senin
Nûr-ı Hak hurşîd-i ruhsârında peydâdır senin
Fuzûlî

hurşîd-i saâdet: Saadet güneşi.

Ufk-ı ref’ine hurşîd-i saâdetpertev
Nutk-ı haşmete
Cemşîd
Skender-ı serheng
Kâzım Paşa

hurşîd-i subh: Sabah güneşi.

Nukre-i ahter verir zer-hokka-i hurşîd-i subh
Hastedir çil nukreyi harc eyleyip dermân eder
Nâbî

hûrşîd-i tâbân: Parlak güneş.

Ey Nizâmî ol sanemden kaçsa zdhid tan değil
Neylesin huffâştır hûrşîd-i tâbândan kaçar
Nizami hurşîd-i zemistân: Kış mevsiminin güneşi.

Güzer etmektedir ikbâl ü rutûbet dediğin
Biri hurşîd-i zemistân birisi reşh-igamâm
Nâbî

hurşîd-i zer-endûd: Altın işlemeli güneş.

Vakf-ı ser-pençe-i ikbâl-i cihân-gîrindir
Gûy-ı hurşîd-i zer-endûd ile çevgân-ı felek
Nef’î

hûrşîd-i zîbâ-peyker: Süslenmiş güneş.

Bu sâl-i ferrûh-fâlde hûrşid-i zîbâ-peykerin
Burc-ı Hamel’de yümn ile ruhsârı oldukta bedîd
Nedim

hûrşîd-i ziyâ-güster: Işık yayan güneş.

Ne denlü âlem-ârâ ise hûrşîd-i ziyâ-küster
Letâfette cemâl-i bâ-kemâli ondan ahsendir
Bağdatlı Ruhi

hûrşîd-sıfat: Güneş görünüşlü.

Hûrşîd-sıfat rûşen eden âlem-i cânı
Vasf-ı ruh-ı cânân ile
Zâtî gazelidir
Zâti

hûrşîd-veş: Güneş gibi.

Hûrşîd-veş gerekdir ola feyzi kâmilin
Bâlâ-ter eyledikçe felek kadr ü şânını

koca Râgıp Paşa

hurûb: bk. harb.

hurûc: Ar. Dışarı çıkma.

Muhît-i dâire-i aşktan hurûc muhâl
Ne çâre kabza-i takdîr-ı Kird-gârdayız
Yenişehirli Avni
Eder mi âk ıl olan kimse tengnâya vülûc
Kemâl-i haşyet ile etmeyince fikr-i hurûc
Beliğ hurûc-ı Âdem: Âdem’in (cennetten) çıkışı.

Hurûc-ı Adem’e ben bâis oldum diye cennetten
Rüfûya nâ-sezâdır gendümün çâk-ıgirîbânı
Nâbî

hurûcü’l-ale’s-sultân: Meşru hükümete karşı ayaklanma, isyan etme. tâc için olacak haylî kelleler galtân
Edip pederle
Horâsân hurûcü’l-ale’s-sultân
Abdülhak Hâmit

hurûc-âne: Çıkmış gibi.

Hemen kasd-ı mazlûm olan cânedir
Hep ef’âl-i sâhib-hurûc-ânedir
Abdülhak Hâmit

hurûf: bk. harf, hurûs: Far. Horoz, tavuğun erkeği.

Sühan-ı bî-hûdeden hoş gelir âvâz-ı hurûs
Bâri ma’nâsını bilmezse de hengâmı bilir
Nâbî
Hâl-i bâlâ-nazarâna eremez teng-nigeh
Hîç
Ankadyılapervâz edebilsin mi hurûs
Esrar Dede

hurûş: Far. Şamata, gürültü, telaş. c. hurûşân.

Tanbûr u kemân gelip hurûşa
Verdiler ikisigûşgûşa
Nâbî
Dürr-i şeh-vâr-ı mezâmîn ile memlû sînem
Dil-i pür-cûş u hurûşum sırr-ı deryâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
Her yanda pür-hurûş u temevvüc bir izdihâm
Her yüzde, her nazarda hüveydâ hulûs-ı tâm
İsmail Safa

hurûş-ı cûş-ı deryâ: Deniz coşkunluğunun gürültüsü.

Akan her katre-i eşkimde bin tûfân olur peydâ
Hurûş-ı cûş-ı deryâ çeşm-i giryânımdan öğrensin
Leskofçalı Galip

hurûş-ı humâr: Baş ağrısı telaşı.

Fikr-i lebinle derd-i serim olmada füzûn
Mey mâye-i hurûş-ı humâr olmak istiyor
Nevres-i Kadim

hurûş-ı kahr: Kahredici gürültü.

Varsın hurûş-ı kahrına had bilmesin felek
Yoktur hudûdu bizdeki sabr ü tahammülün
Yahya Kemal

hurûş-ı mevc: Dalga coşkunluğu.

Ne var bir kerre meyletsen kenâra ey dür-i yek-tâ
Hurûş-ı mevc mevc-i ârzâlar hep seninçindir
Nâbî hurûş-ı mevce-i deryâ-yı mağfiret: Mağfiret denizinin dalga coşkunluğu.

Cûş u hurûş-ı mevce-i deryâ-yı mağfiret
Nâbî tevakku’ettiğimizden ziyâdedir
Nâbî

hurûş-ı neşve: Neşe coşkunluğu.

Bu şeb mest ol ki tâli vâsıl-ı yâr etti sansınlar
Hurûş-ı neşve câm-ı vaslı ser-şâr etti sansınlar
Yahya Kemal

hurûş-ı nev-bahâr: İlkbahar coşkunluğu.

Şöyle feyz-â-feyzdir cûş u hurûş-ı nev-bahâr
Kim erişmiştir telâtûm âsmân eyvânına
Nedim

hurûşân: Telaş içine, gürültü hâlinde.

Gûyâ duyulur refref-i ecnâh-ı sürûşân
Ervâhın olur zemzeme-i aşkı hurûşân
Doktor Abdullah Cevdet
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşândır
Niçin bir katrecik göğsünde bir ummân hurûşândır
Mehmet Akif
Etmişti ol haberle şehâdet şecer şütür
Taşlardı davetinle hurûşân efendimiz
Faruk K. Timurtaş

husrev: bk.

Hüsrev.

hussâd: bk. hased.

husûf: Ar. Ay tutulması.

Felekte gâh nazar-bend-i çeşm-i hayret olan
Değil husûf u küsûf u süvâr-ı leyle-i târ

Bedr olur öykünür meh yüzüne onunjçin
Hergiz husûf erişmez üIA meh-i tamâma
Ahmet Paşa
Nûru rây-ı âlem-efrûzundan etse iktibâs
Mâha ermezdi husûf olurdu her ahter güneş
Lamiî Çelebi

husûl: Ar. Çıkma, meydana gelme, üreme
Vird-i zebân-ı ehl-i safâ vü sürûr olup
Mazmûnu zevk-bahş u serîü’l-husûl olı
Fuzûlî
Husûle geldiği yok müşkilât-ı âmâli
Tevekkülü bırakıp aklı çâre-hâh edenin
Nâbî
Tahsîl-i merâm etmeğe lâ-büdd taleb ister
Elbette her imkân husûle sebeb ister
Câzim (Zeyrekzade)

husûl-i gevher: Cevherin ortaya çıkması.

Dil sefinesini sal bahr-i mahabbet üstüne
Dest-i mürşidle husûl-i gevher ü mercâna gel
Âdile Sultan

husûl-i istikâmet: İstikametin ortaya çıkışı.

Bu tergîbât u terhîbâttan maksûd-ı Rabbânî
Bütün ebnâ-yı âdemde husûl-i istikâmettir

husûl-i kâm-ı cihân: Dünya zevkinin ortaya çıkışı.

Ma’lûm olur meşakkat ile kadri devletin
Olmaz husûl-i kâm-ı cihân bî-taab lezîz
Vâlî (Vâlî-ı Âmidî)

husûl-i ma’nî: Mana çıkarma.

Husûl-i ma’nîye dektir sutûra sarf-ı nazar
Olunca kasra resân nerdübâna yer kalmaz
Nâbî

husûl-i matlûb: Taleb edilenin ortaya çıkışa
Kâbiliyyettir husûl-i matlûbun ser-mâyesi
Elde istidâd olunca kâr kendin gösterir
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)

husûl-i merâm: Meramın ortaya çıkması.

Değil çünki mümkin husûl-i merâm
Tesellî vü nush oldu âhir tamâm
Keçecizade İzzet Molla

husûl-i zevk-ı râhat: Rahat olma arzusunun ortaya çıkışı.

Yatıp bülbül olurdu sâye-igül cây-ı pervâne
Husûl-i zevk-ı râhat olsa mevkûf-ı edeb şimdi
Nâbî

hâsıl: Husule gelen, husul bulan, çıkan, üreyen, peyda olan.

Hâsılım yok ser-i kûyunda belâdan gayrı
Garazım yok reh-i aşkında fenâdangayrı
Fuzûlî
Dünyâ ekinliğinde bir az dane hâsıl et
Ey hûşe-çîn bu vakt-i başaktır gelir geçer
Sürûrî
Nâmen dil-i zâre vâsıl oldu
Ok değdi vü yâre hâsıl oldu
Şeyh Galip

hâsılı: Sözün kısası.

Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül
Ehl-i aşkın hâsılı sâhib-mezâkıdır gönül
Nef’î
Doğruluktan hâsılı sorsa bir ehl-i irtiyâb
Tecrübem üzre budur benden sana doğru cevâb
Ziya Paşa

husûm: bk. hasm.

husûm: Ar. 1. Uğursuzluk. 2. Birbiri ardınca devam etmek üzere olma. 3. Şiddetli rüzgâr, fırtına.

Gece gündüz beni mihnette esîr etmek için
Bir yere geldi leyâl-i ham u eyyâm-ı husûm
Yenişehirli Avni

husûmet: Ar. 1. Hasımlık, düşmanlık. 2. Çekememezlik, kıskançlık.

Müslümanlık feyz ü âsâyiş için gâyet muzırr
Her husûmet millet-i cinnettir bu mülk ü millete
Ziyâ Paşa
Yalvardım idizâr u tazarru’lar eyledim
Aslâ tagayyür etmedi kîn u husûmeti
Ziyâ Paşa
Sönmüş olacaktır diye her günkü husûmet
Yekpâre sanıp koştuğum ardından o millet
Midhat Cemal Kuntay

husûn: bk. hısn.

husûs: Ar. 1. Keyfiyet, iş, yol, şekil. 2. Mahsusluk.

Ale’l-husûs gelip
Tuna’dan ubûr etmek
Tecâvüz ola hakîkatte hadd-i imkânı
Necati Bey
Merâm ibka-yı nâm etmekse bir mısrâ’ da kâfidir
Aceb hayretteyim ben
Sedd-ı İskender husûsunda
Koca Râgıp Paşa
Umûmu müstefîd etmez husûsun hakkını ibtâl
Sakın bir ferdi ezme gayret-i efrâd lâzımsa
Namık Kemâl

husûsâ: Başkaca, ayrıca, hele.

Husûsâ zümre-i ashâb-ı isti’dâd ü idrâke
Ki çarh ol fırkaya devr edeli hasm-ı tüvânâdır
Nef’î
Husûsâ o sühan-perdâz-ı üstâdım ki eş’ârım
Yazar müşkil-pesendân-ı cihân evrâk-ı cân üzre
Nef’î
Ola husûsâ ki mürebbî ona
Himmet-i sâhib-i kerem rûzigâr
Nef’î

husûsan, husûsen: Ayrıca, hususi olarak.

Sana hâşâ benzetem afyûn u bengin neş’esin
Anlarım dahi husûsan keyfini kim bulmadım
Nef’î
Husûsan bu ibâdet-geh mine’l-bâb-i ile’l-mihrâb
Harâb olmuş iken tecdîde etti himmet-i mevfûr
şinasi

hûş: Far. Şuur, akıl, fikir, us.

Mecnûnda karâr tutmayıp hûş
Deryâ-yı tahayyür eyledi cûş
Fuzûlî
Lâübâli vaz’-ı râhat-bahşa mâni’dir hıred
Bunda hasret-keş olur zevk-ı cünûna hûşlar
Koca Râgıp Paşa
Hûşum götürdü rengile ol çeşm-i nîm-mest
Gâhî yeşil görünmede gâhî elâ imiş
Faruk K. Timurtaş

hûş-ber: Akıl giderici, akıl alan.

Teâlallah ne hüsn-i hûş-beridir kim gören âşık
Misâl-i sûret-i dîvâr hayrân gösterir kendin
Nâbî

hûş-mend: Akıllı, akıl sahibi.

A şk ıla mest olan dilin kaydına düşme
İsmetî
Erse de subh-ı vâ-pesîn sanma ki hûş-mend olur
İsmetî
Nâm-ı temkîni cihândan kaldırırdı cûşişim
Bâis-i zabtım nigâr-ı hûş-mendimdir benim
Esrar Dede

hûş-rübâ: Akıl kapan, akıl kapıcı.

Fitnesin hûş-rübâsın kâfir
Ben de bilmem ne belâsın kâfir
Enderunlu Fazıl

hûş-rübâyî: Akıl kapıcılık, aklı baştan alıcılık.

Her şîvesinde pinhân bir tavr-ı hûş-rübâyî
Her nüktesinde meknûn bir vaz’-ı dil-şikârî
Ziya Paşa

hûş-yâr: Aklı kendine yâr olan, akıllı, uyanık.

Zâhid-i bî-hûş ne bilsin zevkını aşk ehlinin
Bir aceb meydir mahabbet kim içen hûş-yâr olur
Fuzûlî
Hûş-yârlıkla her ne kadar kim sütûdeyiz
Ol denlü çeşm-i mest-i bütâna rübûdeyiz
Nâbî
Öyle mest et bizi ey sâkî-i rûh-efZd kim
Hûş-yâr olmayalım subh-ı kıyâmette bile
yenişehirli Avni

hûşe: Far. 1. Salkım. 2. Başak.

Reng-i bî-rengi verip mir’ât-ı hûşe la’l-i leb
Şu’le-i idrâktir mahv-ı nukûşa la’l-i leb
Esrar Dede
Verir kendi emri ile hûşe tâk
Kimin bâde eyler kimin hall-i pâk
Keçecizade İzzet Molla

hûşe-i engûr: Üzüm salkımı.

Takâtur eylemedikçe sirişk-i dîde-i tâk
Olur mu bâğ-ı temennâda hûşe-i engûr
Nâbî

hûşe-i engûre-veş: Üzüm salkımı gibi.

İki âlemde eğer hürmet dilersen muttasıl
Hûşe-i engûre-veş evvel asıl sonra basıl
Mehmet
Memduh Paşa

hûşe-i Pervîn: Süreyya’nın salkımı.

Eşiğin bir âsumândır kim onu zeyn etmeğe
Hûşe-ı Pervîn asar bu eşk-i galtân her gece
Ahmet Paşa

hûşe-i sünbül: Sünbül salkımı.

Bûstân-ı bâğ-ı cennettir ruhun ki erdikçe bâd
Hûşe-i sünbül diye zülf-i perîşân oynatır
Ahmet Paşa

hûşe-çîn: Başak toplayıcı; şunun bunun eserinden toplama eser meydana getiren şair veya nâsir.

Dünyâ ekinliğinde bir az dane hâsıl et
Ey hûşe-çîn bu vakt-i başaktır gelir geçer
Sürûrî

huşk, huşg, hüşk: Far. 1. Kuru. 2. Kaba, soğuk.

Huşk oldu ka’rı eşk-i ter-i bî-kerânenin
Def’-i recâda mevci tükenmez bahânenin
Nâbî
İnsâf olunsa zâhid-i huşkün riyâları
Rindân ile muâmelesinden fenâ değil
Nâbî
Çûb-ı huşk olsa da hâşâ adem-i rağbetle
Dîde-i düşmenine olmağa değmez mi diken
Keçecizade İzzet Molla

huşk-ı hayâl: Hayal kuruluğu.

Sonragelse dehre hallâk-ı ma’nîden ne ola
Kâlıb-ı huşk-ı hayâle rûh-ı sânîdir sözüm
Nef’î

huşk-leb: Kuru dudak, dudağı kurumuş.

Ab-ı zülâl-i vaslına muhtâc tenhâ dil değil
Hâk üzre kalmış huşk-leb deryâ-yı ummân teşnedir
Bâkî

huşk-nümâ: Kuru görünen.

Bîhûde etme ehl-i riyâdan ümîd-i feyz
Etmez diraht-ı huşk-nümâdan semer zuhûr
Sâmi

huşk u ter: Kuru ve yaş.

Edip âmîhte huşk u ter germ ü serdi
Çâr-rükn üstüne yapmış bu binâyı üstâd
Nâbî

huşûnet: Ar. 1. Kabalık, sertlik, katılık. 2. İnatçılık.

Kimseye verme huşûnetle cevâb
Lutf ile izzet ile eyle hitâb
Nâbî
En nazlı hatlarında huşûnet alâimi
Tevfik Fikret

hût: Ar. 1. Büyük balık. 2. Balık burcu.

Hût eyledi zîr-i hâke âheng
Girdâb-ı hafâya girdi harçeng
Şeyh Galip
Burcu olmuştur onun
Kavs ile hût
Ademingûşundan olurlar sübût
Şemseddin
Mevc-i eşkimde gözüm tuttu hayâl-i yâri
Yuttu deryâda
Behiştî
nite kim
Yûnusu hût
behiştî

hutâm: Ar. Kuru ot, çerçöp, çerçöp kırıntıları. hutâm-ı lezzet-i keçkûl-i dünyâ: Dünya keşkülünün tatlı çerçöpü.

Hutâm-ı lezzet-i keçkûl-i dünyâya tama’ kılma
Nice deryûze-ger pây-ı gedâdan arta kalmıştır
Osman
Şems Efendi
Huten, Hoten, Hotan: Far. Hıtâ.

Hatâ, Hoten, Doğu
Türkistan.

Hem-dem olmayıcak ol âhû-yı müşgîn hatt ile
Ey nesîm-i seherî dest-ı Huten’den ne biter
Necati Bey
Kaşları kantara-i misk-ı Hoten
Gamzeye doğru güzer-gâh-ı ften
Sünbülzade Vehbi
Rengîn ruhun safâsı yok verd-i nesterende
Şîrîn lebin edâsı yok nâfe-ı Hoten’de
Cinânî

hutbe: Ar. 1. Cuma günleri, bayram namazı kılındığı günlerde farz namazdan önce camide okunan dinî konuşma. 2. Kitapların başındaki süslü nesir başlangıcı. c. huteb.

Mülûk-ı âlem içinde kime müyesserdir
Ki ola hutbesi beytü’l-harâmda mezkûr
Nâbî

hutbe-i emn ü emân: Güvenilir hutbe.

Dönseşemşîr hatîbe ne olaşemşîr-i zebân
Mülk-i nazmım hutbe-i emn ü emândır sözüm
Nef’î

hutbe-i bî-makâl-i rûhânî: Ruhanî sözsüz hutbe.

Bu sükût-ı belîg-i hüzn-i fasîh
Hutbe-i bî-makâl-i rûhânî
Kudret-iHâlık’ı eder tavzîh
Bu ne ulvî meâl-i rûhânî
Nâbî zâde Nazım hutbe-ı Rahmân: Allah’ın sözü.

Hutbe-ı Rahmân iken zikr-i hatîb-i andelîb
Vâiz-i şeytân-ı zâğ uş ağacı minber kılar
Şeyhî

hatîb: 1. Camide hutbe okuyan kimse. 2. Güzel ve düzgün konuşan kimse.

Dönseşemşîr-i hatîbe ne olaşemşîr-i zebûn
Mülk-i nazmın hutbe-i emn ü emândır sözüm
Nef’î

hatîb-i andelîb: Bülbül hatibi.

Hutbe-ı Rahmân iken zikr-i hatib-i andelîb
Vâiz-i şeytân-ı zâğ uş ağacı minber kılar
Şeyhî

hatîb-i minber: Minber hatibi.

Böyle âgâz ile sun şimdengerü elkâb
Câmi ne kubbe-i kevnin hatîb-i minberi
Nef’î

hutûb: Ar. Hatb’ler, işler, meseleler.

hutûb-ı devlet: Devlet işleri.

Umûr-ı saltanat hayfâ ki nâ-ehil ellere düştü
Mühimmât-ı hutûb-ı devlete geldi perîşânî
Ziya Paşa

hutûr: Ar. Akla, hatıra gelme.

Her ne ki eylerse hâtıra hutûr
Anda aksının a’lâsı olur
Nâbî
(anda: orada.)
Hudâ müyesser ede bî-tekellüf ü tedbîr
Zamîr-i eşrefine her ne kâm ederse hutûr
Nâbî
Ederse kand-i lebin hâtır-ı mezâka hutûr
Diyâr-ı Mısr’a değil
Kandehâr’a dek gideriz
Nâilî
Ne oldu yâdına her gün hutûr eden o nukûş
Nedir bu göğsüne çökmüş sevâd-ı cûş-â-nûş
Mehmet Akif

hutût: bk. hatt.

hûy (hû): Far. Tabiat, mizac, ahlak, âdet.

Hem zîver-i ahlâkıla hoş zât-ı melek-hû
Hem behcet-i endâm ile meh-peyker-i âlem
Neşati
Çarhın âgâh olan hûyundan
Bu yağmurun içmemiş suyundan
Ziyâ Paşa
Bu hûy seni utandırır
Çok nâz âşık usandırır
Ziyâ Paşa

hûy, hoy: Far. Ter.

Bûy-ı gül taktîr olunmuş nâzın işlenmiş ucu
Biri olmuş hûy birisi dest-mâl olmuş sana
Nedim

hoy-hûy-gerde: 1. Terlemiş. 2. Alışmış, âdet edinmiş.

hoy-gerde-i dil-ber: dilberin terlemiş yanağı.

Arız-ı hûy-gerde-i dil-ber gibi pür-âb ü tâb
Cûşiş-i şeb-nemle olmuş matmah-ı enzâr gül
Seyyit Vehbî

huyûl: Ar. Hayl’ler, at sürüleri.

Azm-ipür-nasrı ile ma’reke-ı Bedr ü Huneyn
Geh mecârî-i huyûl ü gehî mecrâ-yı süyûl
Rızayi huyûl-ı felek: Feleğin at sürüleri.

Hazret-i rûhü’l-emîngâşiye-ber-dûşu idi
Konmadan dahi huyûl-ı felege nâm-ı ciyâd
Nâbî

huzme: Ar. Demet. c. huzem.

huzme-i envâr: Nurlar, ışıklar demeti.

Derken atılıp göklere bir huzme-i envâr
Tîrâjeler âfâk-ı ziyd-dârı donattı
Kemalzâde Ekrem Bey

huzû’: Ar. Alçak gönüllülük, tevazu.

Ehl-i dünyâ bizden ummasın huzû’
İltifât etmez gedâya ağniyâ
Behiştî

huzûr: Ar. 1. Hazır ve mevcut olma. 2. Ön, pîş. 3. Rahat olma.

Ger huzûr etmek dilersen ey Muhibbî fârig ol
Olmaya vahdet-i cihânda kûşe-i uzlet gibi
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Hayât-ı fânîde râhat gözetme ey Hamdî
Kişi ne denlü huzûr eyleye sefer üzre
Hamdullah Hamdi
Gelsem olmaz mı huzûra a benim arslanım
Ta yakından bakayım hüsnünüze hayrânım
Şinasi huzûr-ı âsafî: Vezirin huzuru.

Şaşırdım râh-ı maksûdu kemâl-ipîç ü tâbımdan
Huzûr-ı âsafîde âteşe düştüm şitâbımdan
Fikri Paşa

huzûr-ı aşk: Aşk huzuru.

Hâb-ı gafletten uyan dil-dârını bul ey gönül
Ol huzûr-ı aşkta cân lây1k-ı cânân olur
Âdile Sultan

huzûr-ı cân: Can rahatı. hamrı sâkî bâkî kılsa rûha her ne dem ikrâm
Erişir zevka ol dem dil bulur vasl ü huzûr-ı cân
Âdile Sultan

huzûr-ı hazr: Var olan huzuru.

Bî-sebeb terk ederek böyle huzûr-ı hazrı
İhtiyâr eyledi bu kışta şu müşkil seferi
Ziyâ Paşa

huzûr-ı hazret: Hazretin huzuru.

Müseyyeb ola geze idim cihânda hıdmetsiz
Duâya hâzır ola idim huzûr-ı Hazret için
Necati Bey

huzûr-ı istikbâl: Geleceğin huzuru.

Bugün senin harekâtın veya sükûnunla
Takarrür eyleyecektir huzûr-ı istikbâl
Tevfik Fikret

huzûr-ı izzet: Değerli huzuru.

Olur olmaz mı yarın mazhar-ıgufrânı Allah’ın
Huzûr-ı izzetinde
Sırrî-i evvâhı görsünler
Sırrı Paşa
(Giritli)

huzûr-ı kalb: Kalp rahatlığı.

Meydâna geldi na’ş-ı rakîb-i nemîme-sâz
Kıldım huzûr-ı kalb ile ömrümde bir namâz
Sâbit

huzûr-ı kûşe-i mey-hâne: Meyhane köşesinin huzuru.

Huzûr-ı kûşe-i mey-hâneyi ben görmedim gitti
Ne meclisler ne sahbâlar ne işret-hâneler gördüm
Ziyâ Paşa

huzûr-ı menzil-i dârü’l-gurûr: Gurur kapısındaki menzil huzuru.

Râhat yüzünü hâbdagörmez şu kimse kim
Meyl-i huzûr-ı menzil-i dârü’l-gurûr ede
Bâkî

huzûr-ı pîr: Pirin huzuru.

Huzûr-ı pîre yetiştim eğerçi her fende
Velî güzelleri sevmekte ihtiyarım yok
Bâkî

huzûr-ı rakîb: Rakibin huzuru.

Ahbâb meclisinde huzûr-ı rakîbde
Ta’rîz-i âşikâresi nâz-ı nihânı şûh
Nâbî

huzzâr: Ç, l¥b) bk. hâzır.

hübûb: Ar. Rüzgâr esmesi, üfürme.

Ey kıble-gâh-ı ehl-i fenâdan esen sabâ
Havfim bu, müntehâ-yı hübûbun olur hebâ
Abdülhak Hâmit
Hübûb der gibi reftârınız ne hâlettir
Aceb nesîm-i şekerden mi âferîdsiniz
abdülhak Hâmit

hübût: Ar. Yukarıdan aşağı inmek.

İşte çok sürmedi sükût ettin
Sönmüş ahter gibi hübût ettin
Kemalzâde Ekrem Bey

hüccâc: Ar. Hacılar.

Uşşâk-vâr şevkile hüccâc raks eder
Aheng-i âh ü nâlelerimden
Hicâz’da
Bâkî
Çün kim tamâm oldu cümle umûr-ı hüccâc
Buldu mehâmm-ı râha dâir umûr pâyân
Nâbî

hüccet: Ar. Delil, bürhân. c. hücec.

Gayba îmân getir ey fâcir-i mülhid ki sana
Ahıretten hatt-ı ta’lîk ile hüccet gelmez
Sâbit
(Bosnalı Alaaddin)
Cân otu gibi la’lin o cân öpmeğe vermez
Benzer ki gelip hatt-ı siyâhı kodu hüccet
Lamiî Çelebi
Hatt-ı ber-âverdelerin rûy-ı tirâşîdeleri
Hükmî hüccet gibidir daPâ-y tezvîr üzre
İzzet Ali Paşa

hüccet-i afv: Af delili.

Hüccet-i afv ü kerem etmez kabûl-i fesh ü nesh
Kâd-i endîşe imzâ-yı cevâz etmezse de
Nâbî hüccet-i âzâdî-i uşşâk: Âşıkları azat etme belgesi.

Hatt hüccet-i âzâdî-i uşşâk olur ancak
Bir vech ile denmez ona mahkûk değildir
Nâbî

hüccet-i devâm: Devam delili.

Kifâyet eylemez mi bu kasîde şâiriyyette
Eğer lâzım gelirse hüccet-i devâmın ibrâzı
Nef’î

hüccet-i husrân: Perişanlık delili.

Varsa âsârın, bırak erbâbı takdîr eylesin
Ademin da’vâ-yı irfân hüccet-i husrânıdır
Muallim Naci

hüccet-i hükm-i hilâfet: Hilafet hükmünün delili.

Bunda olmuş hüccet-i hükm-i hilâfet muntavî
Bundadır hâk-i hilâfet-hîz-i hatm-i çâr-yâr
Fuzûlî

hüccet-i ıtk: Köle azat belgesi.

Hüccet-i ıtk gibi etti ibâdı âzâd
Nâme-i ahd-i hümâyûn-ı mübârek-fercâm
Nâbî

hüccet-i kavi: Güçlü delil.

Hat hüccet-i kavî yetişir âşıka o şûh
İnkâr ederse nakd-i visâle tekeffülün
Nâbî

hüccet-i maktû’: Kat’î delil.

Hâlimi gördükce men’-i ehl-i ışk eyler fakîh
Hüccet-i maktû’uyok eyler kıyâs ile amel
Fuzûlî

hüccet-i Rabbânî: Rabbani delil.

Mu’cize münkir için hüccet-ı Rabbânîdir
Seni a’lâ bilir ashâb-ı şühûd u eşhâd
Nâbî

hücec: Hüccet’ler, deliller.

Olma mahkûmu o hükmün ki ona nisbetle
Mu’tedildir hücec mahkeme-i âl-i sedûm (?)
Yenişehirli Avni

hücnet: Ar. 1. Soysuzluk, aşağılık, bayağılık, kötü davranış. 2. Dil kusuru.

Sefk-i dem etmenin ne lezzeti var
Hüsn-i âmîzişin ne hücneti var
Muallim Naci

hücre: Ar. Küçük oda, odacık.

Açılmadıysa gönül künc-i hücrede
Yahyâ
Kenâr-ı gül-şene çık şi’r-i dil-güşâ diyerek
Şeyhülislam Yahya
Bir lânedir ki hücresi âfâk-ı muhtevî
Tevlîd eder o lânede eş’âr-ı dil-şikâr
Tevfik Fikret

eski hücreye benzer ki ömrümün kederi
Çekilmiş ufk-ı tesellîye karşı perdeleri
Ahmet Hâşim

hücre-i kalb: Kalp hücresi.

Hücre-i kalbin
Necîb hıfz eyle ağyâr görmesin
Zîrâ kim sultân-ı aşkın hânesidir bu gönül
Necip (Sultan III. Ahmet)

hücre-i şevk: Arzu edilen odacık.

Mukîm-i hücre-i şevkım fezâ-yı kurbunda
Hemîşe sem’-i ümîdimde iştiyâk-ı sadâ
Fuzûlî

hücre-i Züleyhâ: Züleyha’nın hücresi.

Nakşı felekü’l-burûca hem-tâ
Hem-hâlet-i hücre-ı Züleyhâ
Şeyh Galip

hücûm: Ar. 1. Birdenbire üstüne atılma, saldırma. 2. Birine sözle saldırma.

Yek-tâ-süvâr-ı arsa-i devrân ki düşmene
Havf-ı hücûmu tefrika-i hânmân verir
Nef’î
Olmasa isyâna çerî kuvvet ile fîl gibi
Düşmen-iHakk’a hücûm eyleEbâbîl gibi
Hersekli Arif Hikmet
Nerden geliyor gumûm?
Bilmem!
Nerden kılıyor hücûm?
Bilmem!
Abdülhak Hâmit
Rûbeh-ipür-hîle-veş kaçtı mukâbil olmadan
Hasm-ı dûna çün hücûm-ı şîr-i garrân eyledi
Şeyhülislam Yahya

hücûm-ı derd-i derûnî: İçten gelen derdin saldırısı.

Gözüm ki la’lin için katre katre kan ağlar
Hücûm-ı derd-i derûnî meğer ki dem demdir
Hamdullah Hamdi

hücûm-ı dilîrân-ı nîze-dâr: Mızraklı yiğitlerin saldırışı.

Her hamlede hücûm-ı dilîrân-ı nîze-dâr
Hayl-i adûya ol kadar âfet-resân olur
Nef’î

hücûm-ı elem: Üzüntü saldırısı.

Olup hücûm-ı elemden şikeste-hâtırlar
Derûna dolmuş idi kasvet-i hümûm u keder
Nedim

hücûm-ı imtilâ: Doldurma saldırısı.

Gürisne-çeşm-i devlet değme bir ni’metle sîr olmaz
Hücûm-ı imtilâdan iştihâsı artar eksilmez
Cehdî (Diyarbekirli İbrahim)

hücûm-ı sipeh: Asker hücumu.

Etti
İran’ı hücûm-ı sipehiyle vîrân
San
Sebâ sahrâsına seyl-ı Aremrem geldi
Seyyit Vehbî

hücûm-ı şir-i garrân: Kükreyen arslanın hücumu.

Rûbeh-ipür-hîle-veş kaçtı mukâbil olmadan
Hasm-ı dûna çün hücûm-ı şîr-i garrân eyledi
Şeyhülislam Yahya

hüdâ: Ar. Hidâyet’ten; doğru yolu gösterme, doğru yola gitme, hidayet.

Mehdî-i devr ü zemân mâ-hasal-ı kevn ü mekân
Afitâb-ı dü-cihân zıll-ı Hudâ nûr-ı hüdâ
Nef’î
Olalım hâk-i der-i ravzasına nâsıye-sây
Cebhemiz maşrık-ı hurşîd-i hüdâ eyleyelim
Nâbî
Nazm-ı Kur’ângibi ey encüm-i rahşân-ı hüdâ
Sizi üstâd-ı felek etmedi tanzîr henûz
Muallim Naci

hüdhüd: Ar. Çavuş kuşu, ibibik.

Mitolojide
Hz. Süleyman ile
Sabâ melikesi
Belkıs’a haber getirip götüren kuş.

Hüdhüd-i bezm-ı Süleymân: Hz. Süleyman’ın meclisinin
Hüdhüd’ü.

Kaftan kafa şitâbân oldum
Hüdhüd-i bezm-ı Süleymân oldum
Enderunlu Fazıl
Hüdhüd-i ümmid: ümit
Hüdhüd’ü.

Ey nâme-res mâh-likâdan mı gelirsin
Ey Hüdhüd-i ümmîd
Sebâ’dan mıgelirsin
Nâbî

hükkâm: çlXb) bk. hâkim.

hükm: Ar. Hüküm, emir, buyruk. c. ahkâm.

Adliyle zulm-ı sâbıkı mahv etse çok mudur
Razî olur mu hükm kara kuşa mâh-tâb
Şeyh Galip
Kâdı ola da’vâcı vü muhzır dahişâhid
Ol mahkemenin hükmüne derler mi adâlet
Ziyâ Paşa
İlmin derin görüşleri, aklın hükümleri
Doldurmuyor boşalmış olan hisli bir yeri
Yahya Kemal

hükm-i adem: Yokluk hükmü.

Kâbil-i feyz-i vücûd olmaktadır hükm-i adem
Kâfili îcâd-ı diğerdir fenâ-yı kâinât
Yenişehirli Avni

hükm-i afv: Affetme hükmü.

Kûşiş etmekle zuhûrâtına hükm-i afvin Ücret-i hıdmetidir afv güneh-kârların
Nâbî

hükm-i âlem: Dünya hükmü.

Zemân-ı hükm-i âlem ola dest-i ihtiyârında
İlâhî pîr ola tâ haşre dek baht-ı civân üzre
Ziyâ Paşa

hükm-i câm-ı gam-fersâ: Gam arttıran kadehin hükmü.

Sanma menşûr-ı hıred ya iffet ü takvâ yürür
Bezm-ı Cem’dir bunda hükm-i câm-ı gam-fersâ yürür
Koca Râgıp Paşa

hükm-i Celîl: Celil olan Allah’ın hükmü.

Râyiz-i hükm-ı Celîl’in onu elbet yola kor
Ne kadar tünd ü Kârûn olsa da reh-vâr-ı felek
Aynî

hükm-i cihân-mutâ’: Bütün dünyanın boyun eğdiği hüküm.

Menşûr-ı hüsnü olmağa hükm-i cihân-mutâ’
Zülf ü dehânı mühr ü nişândan haber verir
Necati Bey

hükm-i ezel: Ezelin hükmü.

Asıl merâm-ı hükm-i ezel bulmadır vücûd
Zâhirdeki savâb u hatâ hep bahânedir

hükm-i fenâ: Yokluk hükmü.

Harem-gâh-ı beka-bi’l-lâhta hükm-i fenâ yoktur
Kadem-i mülkinde hadd-i ibtidâ vü intihâ yoktur
Leskofçalı Galip

hükm-i gerdûn: Feleğin hükmü.

Hükm-i gerdûnda murâd etseydi sad-i ber-karâr
Eylemezdi tâ ebed
Bercis’e
Keyvân iktirân
Üsküdarlı Hakkı Bey

hükm-i gül-istân: Gül bahçesinin hükmü.

Nev-bahâr oldu yine hükm-i gül-istân yürüsün
Zîver-i bezm olan ol câm-ı gül-efşân yürüsün
Kâmî (Edirneli)

hükm-i hilâfet: Halifelik hükmü.

Bunda olmuş hüccet-i hükm-i hilâfet muntavî
Bundadır hâk-i hilâfet-hîz-i hatm-i çâr-yâr
Fuzûlî hükm-ı Hudâvend-i ins ü cânn: İnsan ve can kavmi Allah’ının hükmü.

Dest urmuş idi kilk-i şehâba
Debîr-ı Çarh
Tuğrâ-nüvîs-i hükm-ı Hudâvend-i ins ü cânn
Bâkî

hükm-i hümâyûn-ı cemâl: Güzel padişahın hükmü.

Şol hükm-i hümâyûn-ı cemâlindeki zülfün
Anberle yazılmış iki unvân-ı melâhat
Figânî

hükm-i îmân-ı rızâ: Kabul olunan iman hükmü.

Hükm-i îmân-ı rızâda ictihâd-ı pîr-i aşk
Târ-ı medd-i lâyı zünnâr-ı Berehmen eyledi
Esrar Dede

hükm-i isbât: Sabitleşen hüküm.

Kilk-i hükmün çekti harf-i sâ’ir-i edyâna hat
Hükm-i isbât etti nefy-i sâ’ir-i edyân sana
Fuzûlî

hükm-i kader: Kaderin hükmü.

Kim olur zor ile maksûduna reh-yâb-ı zafer
Gelir elbette zuhûra ne ise hükm-i kader
Enderunlu Vâsıf

hükm-i kânûn-ı felek: Feleğin kanun hükmü.

Cüst ü cû eylese âdem küre-i arzı tamâm
Hükm-ı kânûn-ı felekten bulamaz bir hoşnûd
Yenişehirli Avni

hükm-i kazâ: Kaza hükmü, her hususta Allah tarafından evvelce verilmiş olan hüküm.

Fermân-ı ışka cân ile var inkıyâdımız
Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız
Bâkî
Hamse-ı Al-ı Abâ’nın başlasam ta’rîfine
Pençe-i hükm-i kazâ-yı
Ld-yezdlidir sözüm
Yenişehirli Avnî

hükm-i mâ-sebak: Geçmiş zamanın hükmü.

Tebliğ kılıp
Cenâb-ı Hak’tan
Nehy eyledi hükm-i mâ-sebaktan
Şeyh Galip

hükm-i makâlid-i tılsım-ı sühan: Söz tılsımının kilitleyen hükmü.

Ser-te-ser hükm-i makâlid-i tılsım-ı sühanı
Kıldıgencûr-ı ezel dest ü dilimde merhûn
Münif hükm-i meşiyyet: Yürütme hükmü.

Şunûât-ı cihân vâ-beste-i hükm-i meşiyyetdir
Abesdir dest-i gerdûn-ı sitem-bünyâddan feryâd
Ziyâ Paşa

hükm-i müstelzim: Gerektiren hüküm.

Hükm-i müstelzim-i tahvîl-i mizâc olsa kılar
Şu’le-i âb-ı revân mâhiyet-işehd-işereng
Kâzım Paşa

hükm-i nesak-sâz: Nizam veren hüküm.

Her saltanat ki hükm-i nesak-sâz ola ona
Kânûn-ı dâdı devlet-ı Nûşirevân verir
Nef’î

hükm-i nev-rûz-ı cinân: Cennetlerin yeni gün hükmü.

Bahşeder ol çâr fasla hükm-i nevrûz-ı cinân
Tarheder bu rûy-ı arza âb-ı kevserden gadîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

hükm-i nücûm: Yıldızların hükmü.

Vâ-beste ise ayş u tarab hükm-i nücûma
Mehtâb ederiz yâr ile çün devr-ı Kamerdir
Şeyh Galip

hükm-i pâdişeh-i hüsn ü ân: Güzellik padişahının hükmü.

Gâhî ki halka halka durur pîç ü tâb ile
Tuğra-i hükm-i pâdişeh-i hüsn ü ân olur
Nef’î

hükm-i revân: Geçen hüküm, karar.

Gamzen eydür ki gönül şehrini vîrân ederim
Şehriyârın eline hükm-i revândır bilirim
Şeyhî

hükm-i rûzgâr: Zamanın hükmü.

Olur fermânına dil-beste hükm-i rûzgâr elbet
Eğer meMh nâmın yazsa levh-i bâd-bân üzre
Ziya Paşa

hükm-i sâri: Süren hüküm.

Mânende-i hüsn emr-i cârî
Mânende-i aşk hükm-i sârî
Nâbî

hükm-i sâtı’: Devamlı yükselen hüküm.

Hükm-i sâtı’gâlibdir nass-ı kâtı’ kuvvetin
Bak cidâl-i kâinâta başka bürhân istemez
Abdülaziz
Mecdî Efendi

hükm-i şer’i: Şer’î hüküm.

La’lini dişledikçe gözün kanımı döker
Elbette hükm-i şer’î budur kana kan gerek
Adnî (Mora Fatihi
Mahmut Paşa)

hükm-i şeriat: Şeriat buyruğu.

Te’sîs-i uhuvvet ki o da hükm-i şerîat
Dersen de olur biz ona kânûn-ı tabîat
Abdülhak Hâmit

hükm-i şerîf: Şerefli hüküm.

Memâlikinde nice beğleri okumağ için
Yazıldı hükm-i şerîf ü çekildi tuğralar
Taşlıcalı Yahya Bey

hükm-i tabiat: Tabiat hükmü.

Zîrâ hükm-i tabîat üzre
Efkâr yürür batâet üzre
Ziyâ Paşa

hükm-i takdir: Takdir hükmü.

Gelû-gîr-i selâmettir tereddüd hükm-i takdîre
Hakîmin şerbet-i nâ-hoş-güvârın bî-mübâhâ çek
Nâbî

hükm-i telbis: Ayıbı örtme hükmü.

Etme öyle nidâ-yı kalbîsi
Ne olur bozsa hükm-i telbîsi
Muallim Naci

hükm-i tılsımiyet: Tılsımlık hükmü.

Ne kaldı çeşme-ı Hayvân ne dârû-yı
Sührâb
Ne kaldı nüsha-i efsûn ne hükm-i tılsımiyât
Sadullah Paşa

hükm-i Utârid: Utarid hükmü.

İlhâm-ı vâridim yok hükm-ı Utâridim yok
Kavlimde câhidim yok “dîvâne-râ kalem nîst”
Esrar Dede
(dîvâne-râ kelem nîst: Delilerin kalemi yoktur)

hükm-i zâbiti: Polis buyruğu.

Ne zabt-ı hâkim-i şer% ne hükm-i zdbitî aklî
Cünûn iklîmini seyr eyleyenler râhatın söyler
Koca Râgıp Paşa

hükm-i zemân: Zamanın hükmü.

Pençe-i hükm-i zemândan olamaz kimse halâs
Herkesi zâr u zebûn etmededir dehr-i anûd
Yenişehirli Avni

hükm-i zemâne: Zamanın hükmü.

Bir fâilin meâsiridir cümle hâdisât
Ne iktizâ-yı çerh ü ne hükm-i zemânedir
Ziyâ Paşa

hükm-i zemherir: Kış mevsiminin en soğuk zamanının hükmü.

Zemistân geldi hükm-i zemherîr erdi cihân üzre
Felek ak câmeler kesti sevâd-ı bûstân üzre
Ziya Paşa

hükm-ârâ: Hüküm süsleyen.

hükm-ârâ-yı hâdisât: Hadiselerin hüküm süsleyeni.

Neden hilâf-ı rızâdır niçin bilinmiyor âh
Mecârî-i hükm-ârd-yi hâdisât u şuûn
Nâzım Paşa

hükm-endûz: Hüküm toplayan.

hükm-endûz-ı ezel: Ezelin hüküm toplayıcısı.

Endîşem edîb-i hükm-endûz-ı ezeldir
Nutkum sebak-âmûz-ı debistân-ı kademdir
Nef’î
ahkâm: Hüküm’ler, emirler, buyrultular.

Gerçi kim kişver-i vîrâne-i kalbimde benim
Azl ü nasb eylemez icrâ-yı rüsûm-ı ahkâm
Nâbî
Müşterî-rey ü Utârid-kalem ü mihr-âsâr
Arz-temkîn ü kazâ-temşiyet ü çarhahkâm
Nef’î
Dîvân-ı celâlinde kazâ münşî-i ahkâm
Eyvân-ı şükûhunda felek perde-serâdır
Nef’î
ahkâm-ı İlâhiyye: İlâhî hükümler.

Ahkâm-ı İlâhiyye’yi ettin bize ta’lîm
Ey hâce-i kevneyn edip îsâr-ı cevâhir
Rızayi ahkâm-ı vakt: Zamanın hükümleri.

Gejdüm-nihM olanlara ikbâl eder bu çarh
Ahkâm-ı vakti, bak sâate, akrebindedir
Sâlim (Trabzonlu)

hükûmet: Ar. 1. Bir memleketi idare eden vekiller heyeti. 2. Devlet.

Hükûmet hikmet ile müşterektir
Vezîr olan hakîm olmak gerektir
Namık
Kemal (Keçecizade Fuat Paşa)
Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten
Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten
Namık Kemâl
Bırakın eski hükûmetleri, meydândakiler
Yetişir, şöyle bakıp ibret alan varsa eğer
Mehmet Âkif
Hülâgû: Moğolca.

Moğol imparatoru
Cengiz’in yağmacılık ve talancılıkla tanınan torunu.

Muhabbet mülkünü yıktın
Hülâgû
Han mısın kâfir
Amân dünyâyı yaktın âteş-i sûzân mısın kâfir
Nedim

hülhül: Ar. Öldürücü zehir, ağu. c. helâhil.

Dili âlûde-i hülhül, gözü kec-bîndir âdâbın
Musâb olmaksızın azdır çıkan nezdinden ahbâbın
Abdülhak Hâmit

helâhil: Hülhül’ler, zehirler.

Mârân gibi hep birbirini sokmada yârân
Bir semm-i helâhildir adı sohbet-i ahbâb
Enderunlu Vâsıf
Çekîde olsa kemter reşha-i nîsân ihsânı
Bulur telh-âbe-i zehr-i helâhil hâlet-i kevser
Üsküdarlı Hakkı Bey

helâhil-nisâr: Zehirler saçan.

Nasıl semend-i merâmın yolu bulur encâm
Elimde mâr-ı helâhil-nisâr olursa licâm
Abdülhak Hâmit

hümâ, hümây: Far. İran efsanesine göre kemikle yaşayan bir kuş ki, gölgesi kimin başının üzerine düşerse talihi yaver gideceğine inanılır.

Dervîş bilir dervîşi
Hak yoluna durmuşu
Dervîşler hümâ kuşu çaylak u başkuş değil
Yunus Emre
Mürg-ı revânıgöklere erdi hümâ gibi
Kaldı hazîz-i hâkte bir iki üstühân
Bâkî
Nice tayyâr o sebük-pâ-yı cihân-peymâ kim
Ona hem-seyr olamaz hîç ne
Anka: ne hümâ
Nef’î

hümâ-yı devlet: Devlet kuşu.

Hümâ-yı devlet o dil mürgüdür ki kıldı cihânda
Şikâr-ı dâne vü dâm onu zülfü hâl-ı Muhammed
Hamdullah Hamdi

hümâ-yı emel: Emel kuşu.

Gel ey hümâ-yı emel kûy-ı yâre pervâz et
Bu dâm u dâneden artık melâl gelmedi mi
Hersekli Arif Hikmet

hümâ-yı evc-i izzet: İzzetin en yüksek kuşu.

Hümâ-yı evc-i izzet gibi gayretsizden ey Bâkî
Mahabbet şemsine şeh-per yakan pervânemiz yeğdir
Bâkî

hümâ-yı fazl: Fazilet kuşu.

Hümâ-yı fazlına çerh âşiyâne-i kem-ter
Semend-i kadrine heft âsümân ferş-i kadem
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

hümâ-yı felek-ârâ: Feleği süsleyen kuş.

Bana mensûb ise bâzîçe dahi âlîdir
Şu hümâ-yı felek-ârâyı ben ettim a’M
Muallim Naci

hümâ-yı himmet: Manevi güç hüması.

Ulüvv-i rif ‘atine nüh sipihr bir pâye
Hümâ-yı himmetinin zîr-i bâli arş-ı a’lâ
Taşlıcalı Yahya Bey

hümâ-yı izzet: İzzet kuşu.

Tâir-i evc-i şeref oldu hümâ-yı izzet
Başımız üzre yine sâye-i devletgördük
Behiştî

hümâ-yı kanâat: Kanaat kuşu.

Nâbî
uçurduk âh-ı Hümâ-yı kanâati
Hursendlikgınâsı kadar saltanat m’olur
Nâbî

hümâ-yı üstühân: Üstühan kuşu.

Aceb bir cân fedâ-yı râh istiğnâ-yı aşkım kim
Eder perverde
Ankâlar hümâ-yı üstühânımdan
Palaslı
Galip

hümâ-yı tab’: Mizac kuşu.

Geh eyler âlem-i kudsîdegeh lâhuttapervâz
Hümâ-yı tab’ım ârâm eylemez bir âşiyân üzre
Ziyâ Paşa

hümâ-yı vâhime: Kuruntu kuşu.

Lenger-i ikbâline ermez hümâ-yı vâhime
Her mesâmmından zuhûr eylerse yüz bin perr ü bâl
Yenişehirli Avni

hümâ-pervâz: Kuş gibi uçan.

hümâ-pervâz-ı aşk: Aşkın yüksekte uçan

hüma kuşu.

Tenezzül eylemez ziynet-serâ-yı dehre âşıklar
Hümâ-pervâz-ı aşka cây-ı süflî âşiyân olmaz
Necip (III. Sultan Ahmet)

hümâ-sâye: Hüma gölgesi.

Âsmân-pâye hümâ-sâye
Alî Paşa

kim
Eremez tâk-ı celâline kemend-i efkâr
Bâk

hümâl: Ar. hümâyûn: Yunanca’dan? 1. Kutlu, mübarek. 2. Padişaha ait. 3. Türk musikisinde dokuz numaralı basit bir makam. 4. Hüma ve
Hümayun adlı aşk mesnevisinin kadın kahramanı.

Düşürmüş anber-i zülfün hümâyûn gölgesin aya
Taâlallah zehî sünbül taâlallah zehî sâye
Nesimi
Vücûdudur veren âhir-zemâna zîb ü şeref
Nite ki îd-i hümâyûn ile meh-ı Şevvâl
Necati Bey
Ben de bin şevk ü neşât ile o demde ettim
Midhat-i zât-ı hümâyûnunu böyle tahrîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

hümâyûn-ı cemâl: Güzellik padişahı.

Şol hükm-i hümâyûn-ı cemâlindeki zülfün
Anberle yazılmış iki unvân-ı melâhat
Figânî

hümâyûn-ı hüsn: Güzelliğin padişahı.

Hakka bu kim berât-ı hümâyûn-ı hüsnüne
Ebrû-yı dil-firîbi ne garrâ nişân çeker
Bâkî

hümâyûn-ı mübârek: Mübarek padişah.

Hüccet-i ıtk gibi etti ibâdı âzâd
Nâme-i ahd-i hümâyûn-ı mübârek-fercâm
Nâbî

hümûm: Ar. Hemm’ler, kederler, tasalar.

Olup hücûm-ı elemden şikeste-hâtırlar
Derûna dolmuş idi kasvet-i hümûm u keder
Nedim
Vermeseydi bana ümmîd tabîb-i lutfun
Öldürürdü beni bu çektiğim eskâm-ı hümûm
Yenişehirli Avni

hüner: Far. 1. Marifet, san’at. 2. Ustalık.

Yüksel ki yerin bu yer değildir
Dünyâya geliş hüner değildir
Namık Kemâl
Mihneti kendüye zevk etmedir âlemde hüner
Gam u şâdî-i felek böyle gelir böyle gider
Koca Râgıp Paşa
Hayır!
Görülmelidir ayrı ayrı maksemler
Bakınca hayret edersin.

Ne ince iş, ne hüner
Mehmet Akif

hüner-i nağme-serâ: Türkü söyeyen hüner.

Nağme-i bâd-ı bahâr-ı keremin ettikçe
Andelîbân-ı riyâz-ı hüner-i nağme-serâ
Veysî

hüner-i reşk: Kıskançlık hüneri.

Üstâd olıcak sözde hasetten kaçılır mı
Zîrâ hüner-i reşk ü hased mudeber eyler

hüner-i tîğ-ı zebân: Dil kılıcının hüneri.

Benim ol Hüsrev-i evreng-i nebâhat ki eder
Düşmenânı hüner-i tîğ-i zebânım tersân
Şinasi

hüner-düşmen: Bilgi düşmanı.

Tecâhül kıl bu eyyâm-ı hüner-düşmende, âkılsen, Sakın izhâr-ı ilm etme, Atâ, gâyet cehâlettir
Atâullah (Şeyhülislam Mehmet)

hüner-endûz: Hüner toplayan.

Ol kâfile-salâr-ı kirâmı hüner-endûz
Erbâb-ı dil ü dâniş ona hayl ü haşemdir
Nef’î

hüner-kâr: Hünerli.

Hakka ki
Nahîfî-i hüner-kâr
Yazdı nice ber-güzîde âsâr
Ziyâ Paşa

hüner-mend: Hünerli, marifetli.

Hüner-mend olmağın kendi ederdi terbiyet bi’z-zât
Zemânında olan erbâb-ı fazl ü ilm ü irfânı

hüner-nümâ: Marifet gösteren.

Misâl-i bahr derûnunda saklayıp güherin
Hüner-nümâlığa meyl etme var ise hünerin
Muallim Naci

hüner-perver-i ceng-âver: Cenkci hüner gösteren. hânedân-ı hüner-perver-i ceng-âver kim
Münhasır devletine terbiyet-i tîğ u kalem
Nef’î

hüner-ver: Hünerli, marifetli, rol yapan. c. hüner-verân.

Geçmez bu bender içre metâ’-ı hüner-veri
Lâyık budur ki beste dura bârımız bizim
Hâletî (Azmizade)
Tâ haşre kadar durur mukarrer
Sâhib-i dîvân olan hüner-ver
Ziyâ Paşa

hüner-ver-i yegâne: Tek hüner sahibi.

Bu iki hüner-ver-i yegâne
Pek çok meded ettiler lisâne
Ziya Paşa

hünkâr: Far. Padişah, sultan, hükümdar.

Âşık-ı sâdıkta dil birdir olur mu yâr iki
Hîç bir taht üstüne mümkün müdür hünkâr iki
Selimî, Tâlibî (Sultan II. Selim (Sarı Selim)
Şehtir o gürûha
Molla
Hünkâr
Bestir bu cihâna bir cihân-dâr
Şeyh Galip

hünkâr-ı aşk: Aşk hükümdarı.

Bende kaldı ise sultân u gedâyı gam değil
Hükm ederse âleme cânâ eğer hünkâr-ı aşk
Muradi (Sultan III. Murat)

hünkâr-ı ekber: En büyük hükümdar.

Âsûdeyiz bu kevnde hünkâr-ı ekberin
Şems-i cemâli üstümüze sâyebânken
Esrar Dede

hünnâb: Ar. Bir cins meyveli ağaç.

Ünnap şeklinde de geçer.

Gâh engüşt-i muhannâsıngehî la’lin emip
Dâne-i hünnâb ile nûş-ı şarâb etmez misin
Nedim

hünsâ: Ar. Erkeklik ve dişilik vasfını bir arada bulunduran yaratıklar.

Hem kadın sevmede hem erkek, acâib hünsâ!
Bize gökten, dilerim, bir nefes etsin Îsâ
abdülhak Hâmit

hürmet: Ar. 1. Saygı. 2. Haramlık. c. hurmât, huremât, hurumât.

Gâlibâ bir ehl-i dil toprağıdır dürd-i şarâb
Kim kılıp hürmet binâlar tutmuş üstünde harâb
Fuzûlî
Meclis-i erbâb-ı dil bir lâhza sensiz olmasın
Hürmetin inkâr eden âlemde hürmet bulmasın
Nef’î
Cihânda bir şey için olma mesrûr gamla şâdân ol
İbâdullaha hor bakma sakın sen hürmet edegör
Âdile Sultan

hürmet-i Bathâ: Bathâ hürmeti.

Bi-hakk-ı sûre-ı Tâ
Hâ vü hürmet-ı Bathâ
Bi-hakk-ı nutk-ı Kelîm ü bi-hakk-ı nûr-ı Zebûr
Nev’î

hürr: Ar. Esir, köle olmayan, serbest.

Fakat o evli kadın hürr ü bâkir oldu bu gün
Demek ki başlayacak pek yakın zemânda düğün
Abdülhak Hâmit
Hürr iken düştüm belâ girdâbına
İbret oldum âh aşk erbâbına
Muallim Naci

hürriyyet: Hür ve serbest olma.

Ne efsûn-kâr imişsin âh ey dîdâr-ı hürriyyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten
Namık Kemâl
Adam olmazsak kalırsak biz bu isti’dâdta
Devr-i hürriyyet de birdir devr-i istibdM da
Üsküdarlı Talat Bey

hürriyyet: bk. hürr.

Hüseyn, Hüseyin: Ar. 1. Güzelcik, küçük güzel. 2. Hz. Hüseyin.

Kerbelâ’da şehit
olan
Hz. Ali’nin oğlu ve
Hz. Muhammed’in torunu.

Cibrîl var haber ver
Sultân-ı Enbiyâ’ya
Düştü
Hüseyn atından sahrâ-yı
Kerbelâ’ya
Kâzım Paşa
Kıl şefâat ârife ceddin
Muhammed aşkına
Arsa-i mahşerde makbûlü’-r-ricâsın yâ
Hüseyn
Kethüdazâde Arif Bîzâr edecek korkuyorum cedd-ı Hüseyn’i
En sonra salîb ormanı görmek
Haremeyn’i
Mehmet Akif

hüsn: Ar. Güzel, güzellik.

Hakka bu kim berât-ı hümâyûn-ı hüsnüne
Ebrû-yı dil-firîbi ne garrâ nişân çeker
Bâkî
Her kanda ki hüsn ola hüveydâ
Seyrânına tab’ eder taka: zâ
Nâbî
Gâhî ki halka halka durur pîç ü tâb ile
Tuğra-i hükm-i pâdişeh-i hüsn ü ân olur
Nef’î

hüsn-i âgûş-ı tabîat: Tabiatın kucağındaki güzellik.

Hüsn-i âgûş-ı tabîatte safâ-yâb-ı gurûr
Kemalzâde Ekrem Bey

hüsn-i ahlâk: Ahlak güzelliği.

Terbiyet-gerde-i hulk-ı hüsnî olsa tıbâ’
Hüsn-i ahlâka mübeddel olur efâl-i zemîm
Nazîm (Yahya)

hüsn-i âlem-gîr: Cihanı tutan güzellik.

Cihânın cünbüşü ol hüsn-i âlem-gîr içindir hep
Meâl-i güft-gû zâtında bir ta’bîr içindir hep
Esrar Dede

hüsn-i aşk: Aşk güzelliği.

Olsa ger hükm-i revân âlem-i hüsn-i aşka
Dil-ı Mecnûn’u komaz kâkül-ı Leylâ’da esir
Üsküdarlı Hakkı Bey

hüsn-i atîka: Eski güzellik.

Sâir hüsn-i atîkanın hep
Ma’kûlâtı olur müretteb
Ziyâ Paşa

hüsn-i behcet: Sevinç güzelliği.

Eyâ gül-zâr-ı hüsn-i behcetin nahl-i ser-efrâzı
Kim üstâd etti fenn-i işvede ol çeşm-i tannâzı
Nedim

hüsn-i beyân: Açıklama güzelliği.

Ne nâmedir ki bu hüsn-i beyân unvânı
Eder güşâde dil ü tab’-ı müstemendânı
Nef’î

hüsn-i bî-bahâ: Kıymetsiz güzellik.

Bu hüsn-i bî-bahâ ile ol şâha kasteden
Yâ Rab ne seng-dil ne katı bî-amân olur
Keçecizade İzzet Molla

hüsn-i bî-menend: Eşsiz güzellik.

Hü hü hüsn-i bî-menendim ta ta tarz-ı dil-pesendim
Se se sevdiğim efendim sa sa sana cân fedâdır
Sabrî (kekeme diliyle yazılmış bir nazire örneği gazelden)

hüsn-i bî-misâl: Eşşiz güzellik.

Yûsuf-ı güm-geşte kimdir kim sana mânend ola
Yüz ona mânend hüsn-i bî-misâlin sadkası
Fuzûlî

hüsn-i bî-müdânî: Emsalsiz güzellik.

Yek-reng-i hiremle nev-civânı
Sevdâ ile hüsn-i bî-müdânî
Müstakbel o fikr-i câvidânî
Mâzî gibi hep gurûr-ı muğberr
Tevfik Fikret

hüsn-i bütân: Putların, put gibi güzel olanların güzelliği.

Nice âsûde olsun
Cevrîi âvâre âlemde
Muhabbet âfet ü dil âfet ü hüsn-i bütân âfet
Cevrî (İbrahim Çelebi)

hüsn-i cemâl-i yâr: Sevgilinin yüz güzelliği.

Nakş eyle ey musavver hüsn-i cemâl-i yâri
Ahû-yı çeşm-i şûhun ammâ remîdegöster
Nâbî

hüsn-i cihân-ârâ: Cihanı süsleyen güzellik.

Alemin hüsn-i cihân-ârâyile makbûlüdür
Pâdişâh-ı vakttir olşâh dünyâ kuludur
Şeyhülislam Yahya

hüsn-i cihân-efrûz: Germ olup hüsn-i cihân-efrûz u âlem-tâbına
Eyledi şevkiyle bu hoş matla’ı ezber güneş
Lamiî Çelebi

hüsn-i cihan-gîr: Cihanı tutan güzellik.

Bize cânâne gibi hüsn-i cihân-gîr gerek
Yâr-i dil-dâr gerektir bize dil-ber çoğ olur
Necati Bey

hüsn-i dil-rübâ: Gönül çalan güzellik.

Benefşe seyrin et gel bâğ-ı hüsn-i dil-rübâlarda
Onun dünyâ değer ey zdhid-i firdevs her bâğı

enverî

hüsn-i edâ: Davranış güzelliği.

Hüsn-i edâ vü hüsn-i vefâ hüsn-i her-umûr
Olşehr-i bî-bedelde bulur hüsn-i gâyeti
Nâbî

hüsn-i esrâr: Sırların güzelliği.

Nitekim i’râb-ı nokta keşfeder müşkil sözü
Hüsn-i esrârını yârin fikr-i hatt u hâl açar
İbni Kemâl

hüsn-i etvâr: Tavırlar güzelliği.

Hüsn-i etvârı nazar-bahş-ı deyâcîr-i amâ
Lûtf-ıgüftârı harâbîde bünyân-ı samem
Nâbî

hüsn-i feyz-âbâd: Feyiz yerinin güzelliği.

Gül-istân-ı hüsn-i feyz-âbâdı âşûb etmeği
Sû-be-sû hûn-ı dil-i âşıkla iska: eyledin
Yenişehirli Avni

hüsn-i Gelû: Boğaz’ın güzelliği.

Lezzet-perest-i sîne hüsn-ı Gelû’yu bilmez
Hep sâkin-ı Sitanbul seyr-ı Hisâr’a gelmez
Nâbî

hüsn-i güftâr: Güzel söyleyiş.

Sıfat-ı hüsnün eder haste
Fuzûî ne aceb
Hüsn-i güftârda ger eylese
Hassân ile bahs
Fuzûlî

hüsn-i güzeşte: Geçmiş güzellik.

Hüsn-i güzeşte var ki nice nev-cüvân değer
Geçmiş zemân olur ki, hayâli cihân değer

hüsn-i hâdis: Yeni çıkan güzellik.

Hüsn-i hâdis kuluyuz sanma bizi sultânım
Vech-ipâkinde olan ân-ı kadîmin kuluyuz
Hayretî

hüsn-i hafî: Gizli güzellik.

Niyâzım yâre te’sîr etmemek meczûmdur ancak
Garaz-perdâyî-i hüsn-i hafîdir infdlinde
Nâbî

hüsn-i hâl: Davranış güzelliği, güzel davranış.

Sû’-i fi’l ü sûniyyetten edenler ictinâb
Hüsn-i hâl ü hüsn-i şöhretle olurlar kâmyâb

hüsn-i harîr: İpeğin güzelliği.

Kiminin hakâretini ko hüsn-i harîri gör
Eczâ-yı âlem içre bakılmaz evâile
Nâbî

hüsn-i hatt: Güzel yazı.

Hüsn-i hatla görünür kâğıd-ı hûb
Bir kalem başlı hat-âver mahbûb
Seyyit Vehbî

hüsn-i her-umûr: Her şeydeki güzellik.

Hüsn-i edâ vü hüsn-i vefâ hüsn-i her-umûr
Ol şehr-i bî-bedelde bulur hüsn-i gâyeti
Nâbî

hüsn-i hulk: Yaratılış güzelliği.

Kendini bil yokluktan özge yok devlet sana
Halkı hoş görmekten a’lâ hüsn-i hulk olmaz sana
Âdile Sultan

hüsn-i icâbet: Güzelliğe uyma.

Muntazır hüsn-i icâbet, müterakkıb-ı tevfîk
Geldi hengâm-ı duâ eyleme tatvîl-i kelâm
Nâbî

hüsn-i ifâde: İfade güzelliği.

Gelip de olmasa zînet-güzîn-i hüsn-i ifâdem
Gider de zîver-i enzâr olur mu ân-ı maânî
Muallim Naci

hüsn-i İlâhî: İlahî güzellik.

Nedir o hüsn-ı İlâhî cihân-ı bâlâda
Ne der o nakş-ı mubâh-i sipihr-i mînâda
Recaizade Ekrem

hüsn-i intikâl: Taşınan güzellik.

Hüsn ü ânın gör görünsün der isen âyînede
Lafzdan ma’nâya hüsn-i intikâlin sûreti
Nevres-i Kadim

hüsn-i irâdet: İrade güzelliği.

Nefâz-ı hükmü o gâyette kim murâd etse
Kemâl-i hüsn-i irâdetle ülfet-ı ezdâd
Nef’î

hüsn-i irtifâ’: Yükseliş güzelliği.

Gözüm üsturlâbdır hüsn-i irtifâHn almağa
Ankebûdîperde müjgân ol suturlâb üstüne
İbni Kemâl

hüsn-i isti’dâd: Kabiliyet güzelliği.

Ne himmet kâr-gerdir ne taleb ne hüsn-i istidâd
Sezâ-yı vasl-ı ânân olmağa âlemde baht ister
Gazi Giray

hüsn-i i’tibâr: (bakmak suretiyle)
Değer verme, itibar etme.

Nazar gedâna kıl ey pâdişâh-ı hüsn ü cemâl
Ki devlet-i ezelî hüsn-i ictibârındır
Ahmet Paşa

hüsn-i kabûl: İyi muamele etme, güzel davranma.

Çün etti hüsn-i kabûl ile hâtırın tatyîb
Onunla eyledi kasd-ı takarrüb-i ma’bûd
Şeyhülislam Yahya

hüsn-ı Leylî: Leyla’nın güzelliği.

Hüsn-ı Leylî’dir veren
Mecnûn’a
Mevlâ’dan haber
Nakş-ı dil-keş ma’rifet ehline nakkâş andırır
nizami

hüsn-i maâş: İyi yaşama, geçim güzelliği.

Halka taklîd-i sülûkun sebeb-i hüsn-i ma’âş
Mülke tağyîr-i tarîkin eser-i sû’-i mizâc
FuzûH hüsn-i ma’şûk: Âşık olunanın güzelliği.

Hüsn-i ma’şûka olur sînedeki dâg delil
Şemse-i cild eder iş’âr kitâbın şerefin
Nâbî

hüsn-i matla’: Doğuş güzelliği (ed.

Bir gazelin ikinci beyti).

Hüsn-i matla’da edip çeşme-i mihri rîzân
Eyledi hükmünü icrâyine tab’-ı rûşen
Nedim

hüsn-i mecâz: Mecazi güzellik, iç güzelliği.

Yok hüsnü şekve-i gam-ı hicrân edenlerin
Hüsn-i mecâz şevkine efgân edenlerin
Nâbî

hüsn-i mestûr: Örtülü, gizli güzellik.

Dikkat aşka, nigâh kalbe muhtdc olsa da
Şems-i bârizden güzeldir hüsn-i mestûrun senin
Kemalzâde Ekrem Bey

hüsn-i meşreb: Huy güzelliği.

Kemâl-i hüsn-i meşreb ârî olmaktır taarruzdan
Riyâ ehline hem çok
Ftirâz etmek riyâdandır
Fuzûlî

hüsn-i mushaf: Kitap (Kur’an-ı Kerim) güzelliği.

Her satrı hattı sebzesinin gül-şen-i hayât
Her harfi hüsn-i mushafının rahmet âyeti
Şeyhi hüsn-i mücerred: Soyut güzellik.

Vardı gönlümde de bir hüsn-i latîf
Fakat insâna değildim âşık
Sevdiğim hüsn-i mücerreddi benim
Şi’r idi rûhuma yâr-i sâdık
Kemalzâde Ekrem Bey

hüsn-i mükâfât: Mükâfat güzelliği.

Sabr et siteme ister isen hüsn-i mükâfât
Fikr eyle ne zulm eylediler
Yûsuf’a ihvân
Ziyâ Paşa

hüsn-i mümtâz: Seçkin güzellik.

Bir siyeh-çerde civândır
Hüsn-i mümtâz-ı cihândır
Enderunlu Vâsıf

hüsn-i nakş: İşleme güzelliği.

Nedir mübâyenet-i âferîniş-i eşkâl
Nedir tenâsüb-i endâm u hüsn-i nakş u nigâr
Ziyâ Paşa

hüsn-i nazar: Güzel bakış.

Ne nevâzişlerini gördü ne hüsn-i nazarın
Bu sitem
Nâbî’ye ey şûh nenin zımnında
Nâbî

hüsn-i pâk: Temiz güzellik.

Ebrûlarınla hatt u lebin bir dü-beyt-i hüsn
Dîvân-ı hüsn-i pâkine pîrâye efgenin

hüsn-i reftâr: Yürüyüş güzelliği.

İhtizdzından eder ta’lîm etvâr-ı hırâm
Hüsn-i reftâr öğrenir âhû şitâbından senin
Mahmut
Nedim
Paşa

hüsn-i rızâ: Razı olma güzelliği.

Hâhiş-ger-i visâl niçin cür’et eylesin
Çîn-i cebîn alâmet-i hüsn-i rızâ değil
Nâbî

hüsn-i ruh: Yanak güzelliği.

Benim o şîfte pervâne bezm-i hüsn-i ruhunda
Geh ıztırâba düşerşem’-i tâb-dârıgörünce
Nedim-ı Kadim hüsn-i semen-bû: Yasemin kokulu güzellik.

Bir îd-i münevver gibi ey hüsn-i semen-bû
Ömrüm bana zülfün arasından güler ancak
Cenap Şahabeddin

hüsn-i ser-â-pâ: Baştan ayağa güzellik.

Tamâm reng ü bahâ mû-be-mû kirişme vü nâz
Tamâm-ı hüsn-i ser-â-pd-yışu’le-i dîdâr
Nedim

hüsn-i sûret: Yüz güzelliği.

Mağrûr olma, pâdişehim, hüsn-i sûrete
Bir âftâbdır ki serî’ü’z-zevâldir

hüsn-i şehâdet: Şehitlik güzelliği.

Her nesne kılar varlığına hüsn-i şehâdet
Her zerre eder vahdetine arz-ıgüvâhî
Ziya Paşa

hüsn-i şi’r: Şiir güzelliği.

Nişîmen olmak için hüsn-işi’r ilâhesine
Bu mavi
Akdeniz’in sîne-i müşemmesine
Fâik
Âli Bey

hüsn-i şöhret: Şöhret güzelliği.

Sû’-i fi’l ü sû’-i niyyetten edenler ictinâb
Hüsn-i hâl ü hüsn-i şöhretle olurlar kâmyâb

hüsn-i tabîat: Huy güzelliği.

Baht olmayınca hüsn-i tabîat neyi müfîd
Sâibde olsa halk hatâsın arar bulur
Koca Râgıp Paşa

hüsn-i tabîî: Tabii güzellik.

Birinde hüsn-i tabîî şefkat-nisâr-i gurûr
Bedîa-zâr-i tecellîsi nûr-ı îcddın
Tevfik Fikret

hüsn-i ta’bîr: Söyleyiş güzelliği, güzel ifade.

Hüsn-i ta’bîr verir ma’nîye hüsn-i diğer
Şevket-i hüsne çok imdâdı olur üslûbun
Nâbî
Hüsn-i ta’bîrime reşk etmeğe çâre mi var
Gûş eden gevher-i güftârımı
Selmân olsa
Kelim-ı Eyyubî

hüsn-i tâbiş: Parlak güzellik.

Çehrende nedir bu hüsn-i tâbiş
Sandım ki kamer telessüm etmiş
Muallim Naci

hüsn-i tecellî-i cenâb-ı Pîr: Hz. Mevlana’nın tecelli güzelliği.

Bütün sa’y ü talebten maksad-ı ehl-i niyâz
Esrâr
Hemân hüsn-i tecellî-i cenâb-ı Pîr içindir hep
Esrar Dede

hüsn-i tedbîr: Yerinde, yolunda tedbir.

Vezîrân-ı cihânın şân u şevketle ser-efrâzı
Müşîrân-ı zemânın hüsn-i tedbîr ile meşhûru
Nef’î
Etme tedbîrinde noksân, gerçi takdîrindir iş
Hüsn-i tedbîr eyle emrinde
Hudâ takdîr eder

hüsn-i yâr: Yâr güzelliği.

Bana ömrün sübhasının inkıtâH yeggelir
Devr-i hüsn-i yâre gelmekten
Behiştî

inkırâz
behiştî (yeg: daha iyi)

hüsn-i ziynet: Süs güzelliği.

Ne hayâl-i sâib ister ne kemâl-i tâlib ister
Buna tab’-ı Râgıb ister vere böyle hüsn-i ziynet
Koca Râgıp Paşa

hüsn-âbâd: Güzellik yeri.

İster isen milk-i hüsn-âbâd ola dâd eyle kim
Pâdişehler dâd ile milkini âbâd eyledi
Hoca Dehhani

hüsn-âferîn: Güzellik yaratan. allâm-ı hüsn-âferîn
Hakîm
Arar bendegânında kalb-i selîm
Muallim Naci

hüsn-âzmâ: Güzelliği denenmiş. metbû-ı hüsn-âzmâ-yı hakîm
Arar bendegânında kalb-i selîm
Muallim Naci

hüsn ü ân: Güzellik.

Hüsn ü ânın gör görünsün der isen âyînede
Lafzdan ma’nâya hüsn-i intikâlin sûreti
Nevres-i Kadim
Makbûl olur eğerçi güzellerde hüsn ü ân
Ammâ ne ân ki bâis-i cevr ola her zemân
Şâhî (Okçuzade Mehmet)
Sık ıntılar biter bahâr zamânına efendim
Koşar gedâ vü bende hüsn ü ânına efendim
Döner niyâzla yüz sürer mekânına efendim
Bin âh edip yanar döner günâhına efendim
Şeref Yılmaz

hüsn ü ân-ı Leylâ
: Leyla’nın güzelliği.

Belâ-yı
Kays’ı gören vâdî-i melâmette
Hezâr la’net eder hüsn ü ân-ı Leylâ’ya
Ferit Bey
(Kam)

hüsn ü kubhî: Güzellik ve çirkinlik.

Benim sabrımla seyr et ıztırâb-ı ehl-i ikbâli
Sana ger hüsn ü kubhî keşf için ezdâd lâzımsa
Namık Kemâl

hüsn ü letâfet: Güzellik ve hoşluk.

Pâyân olur mu aşk ile hüsn ü letâfetine
Elbette iktirân ederim ben bu âfete!
Abdülhak Hâmit

hasene: 1. İyilik, iyi hâl, hayırlı iş. 2. Eski altın paralarından birinin adı. c. hasenât
Hoş-âmedîlere şâyân bu meymenetli sene
Getirdi sahneye bir böyle fırsat-ı hasene
Abdülhak Hâmit

hasenât: Güzellikler, iyilikler.

Atâ-yı mâşıta-i cûd-ı Hak’la ey Nâbî
Ede usâte tecellî ârâyiş-i hasenât
Nâbî
Defâtir-i hasenâtı hezâr olursa dahi
Ne fâide eğer ol hazret olmaya hoşnûd
Sâbit

hüsrân, husrân: Ar. 1. Zarar, ziyan. 2. Mahrumiyet, yokluk.

Dostu ger ma’siyet kılsa olur gufrân-pezîr
Düşmeni bin tâat etse mûcib-i hüsrân olur
Fuzûlî
Ye’sin sonu yoktur, ona bir kerre düşersen
Hüsrâna düşersin, çıkamazsın ebediyyen
Mehmet Akif
ne hüsrândır ki: Şarkın ben vefâsız, kansız evlâdı
Serâpâ
Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı
Mehmet Akif
Yâ Mustafâ bırakma bizi böyle bî-nevâ
Bitsin şefâatin ile husrân efendimiz
Faruk K. Timurtaş

hüsrân-ı felek: Feleğin yokluğu.

Bendene böyle sitem etmeden el çekmezse
Ben vebâlin çekeyim var ise hüsrân-ı felek
Nef’î

hüsrân-ı mübîn: Apaçık bir hüsran.

Veriniz başbaşa, zîrâ sonu hüsrân-ı mübîn
Ne hükûmet kalıyor ortada billâh ne dîn
Mehmet Akif

hüsrev, Husrev: Far. 1. Padişah, hükümd
Ar. 2. Eserlerini
Farsça yazmış
Hindistanlı bir
Türk şair ve edibi (1253-1325). 3. Hüsrev ü Şîrîn hikâyesinin erkek kahramanı.

Kâr-ı aşkı pek bilirdim
Hüsrev ü Ferhâd’den
Tâlib-i kâbil olan üstâd olur üstâddan

Hüsrev-ı Cem-kevkebe-i memleket-ârâ: Ülkeyi süsleyen
Cem talihli padişah.

Ey Hüsrev-ı Cem-kevkebe-i memleket-ârâ
Kim saltanatın âlemi pür-zîb ü fer eyler
Nef’î

hüsrev-i devrân: Zamanın padişahı.

Bâkî’yâ dil durmasın güftâra tâkat kalmadı
Vaktidir ol hüsrev-i devrâne söylen söylesin
Bâkî

hüsrev-i âlî-makâm: Yüce makamlı padişah.

Ey muazzam hüsrev-i âlî-makâm
Devletin Allah kılsın ber-devâm
Nedim

hüsrev-i âlî-nijâd: Yüksek tabiatlı padişah.

Ey Hüsrev-i âlî-nijad ey dâver-ipâk-i’tikâd
Ey şâh-ı sâhib-i adl ü dâd ey pâdişâh-ı muhterem
Nef’î

hüsrev-i evreng-i nebâhat: Güzellik tahtının padişahı.

Benim ol hüsrev-i evreng-i nebâhat ki eder
Düşmenân-ı hüneri tîğ-ı zebânım tersân
Şinasi hüsrev-i gül: Gülün padişahı.

Hüsrev-i gül gerçi kim derd-i şitâdan dağ idi
Şimdi
Keyhüsrev gibi izhâr-ı şevket eyledi
Nadirî (Ganizade)

hüsrev-i hûbân: Güzellerin
Hüsrev’i.

Hüsrev-i hûbân eden sen dil-ber-ı Şîrîn-lebi
Bîsütûn-ı ışk içinde beni
Ferhâd eyledi
Hoca Dehhani

hüsrev-i hüsn: Güzellik padişahı.

Öykünme tuğrasına sen hüsrev-i hüsnün
Menşûr-ı felekte görünen gurre-igarrâ
İbni Kemâl

hüsrev-i kişver-i nazm: Nazım ülkesinin padişahı.

Hüsrev-i kişver-i nazmım ki debîrân-ı hayâl
Eder elkâbımı her dilde bu gûne tesvîd
Nef’î

hüsrev-i Şîrîn-dehen: Şirin ağızlı
Hüs-
rev.

Hüsnünü bir dem gören ey Hüsrev-i şîrîn-dehen
Aşkına
Ferhâd olup yolunda cân verse muhâl
Bâkî

hüsrevânî: 1. Hükümdara layık. 2. Çok iyi, birinci derece. 3. Bir çeşit şarap.

Ben o
Cemşîd-i tarab-hâne-i feyzim ki müdâm
Hüsrevânî hum ile nûş ederim sahbâyı
Nef’î

hüşk: bk. huşk

hüşyâr: Far. Aklı başında, akıllı, uslu. bk. hûş-yâr.

Rind-i hüşyârim harâbât-ı mahabbettir dilim
Âşık-ı hercâîyim vahdet nişânıdır sözüm
Nef’î
Öyle mest et bizi ey sâkî-i rûh-efM kim
Hüşyâr olmayalım subh-ı kıyâmette bile
Yenişehirli Avni
Hüşyâr ile hüşyâr oluruz mest ile mestiz
Cevri hüveyda.

hüveydâ: Far. Zâhir, belli, aşikâr.

Kadrine perde-i halvet-serây-ı hikmettir
Ne mâverâsı hüveydâ, ne perde-dârı bedîd
Nâilî
Her yanda pür-hurûş u temevvüc bir izdihâm
Her yüzde, her nazarda hüveydâ hulûs-ı tâm
İsmail Safa
Zulümât-ı ademden getirip nûr-ı vücûda
Bir emrin ile cümle cihân oldu hüveydâ
Nuri

hüzâl: Ar. Zayıflık, bıkkınlık, arıklık.

Nûş-ı hicrân şöyle dûçâr-ı hüzâl eyler beni
Kim gören bir kâse zehr içmiş hayâl eyler beni

halil Nihat Bey

hüzn: Ar. Gam, keder, sıkıntı.

Nakş-ı zdildir umûr-ı dehre kılma
Ftibâr
Olsa hâsıl fakrdan hüzn ügınâdan ibtihâc
Fuzûlî
Hazân-ı hüzn ile pejmürdedir sermâ-yı hicrette
Dil-i zârım bahâr-ı vaslıla cânâ dil-ârâ et
Âdile Sultan

hüzn-i âlem: Dünyanın hüznü.

Bildigim bu ki bu beytü’l-hüzn-i âlemde
Kûşe-i mey-kededir var ise bir cây-ı sürûr
Rızayi hüzn-i bî-sebeb: Sebepsiz üzüntü.

Akşam, ufukta beldeler eylerken iştiâl
Örter cebîn-i neş’eyi bir hüzn-i bî-sebeb
Ahmet Hâşim

hüzn-i dâimi: Devamlı hüzün.

Bir hüzn-i dâimî ile bir zıll-ı bî-vücûd
Bir mevce-i baîdi bu ummân-ı zulmetin
Abdülhak Hâmit

hüzn-i fasîh: Açık hüzün.

Bu sükût-ı belîg-i hüzn-i fasîh
Hutbe-i bî-makâl-i rûhânî
Kudret-ı Hâlık’ı eder tavzîh
Bu ne ulvî meâl-i rûhânî
Nâbî zâde Nazım hüzn-i gurûb: Güneşin batma hüznü.

Bütün menâzır-ı hüzn-i gurûb ile yalnız
Yükselen reng-i şâmın altında
Öksürür nâ-tüvân ü nâlende
Hasta bir genç kız
Ahmet Hâşim

hüzn-i hüsn: Güzellik hüznü. hüzn-i hüsnünle yoktu menendin
Meh-tâbı andırır bir yâsemendin
Doktor
Rıza
Tevfik hüzn-i kamer: Ay hüznü.

Şu’le-i bî-ziyâyı hüzn-i kamer
Mülteci sanki sâde ellerine
Ahmet Hâşim

hüzn-i leyl: Gecenin hüznü.

Ahcârı hüzn-i leyl ile âlûde-i zılâl
Eşcârı nûr-ı subh ile tâbende-i hayâl
Kemalzâde Ekrem Bey

hüzn-i rûy-ı kehribâ: Kehribar yüzün hüznü.

Berk-ı ra’d-ı âvâz-ı efgânımla inler kûhsâr
Hüzn-i rûy-ı kehribâ rengimle ağlar zaferân
Üsküdarlı Hakkı Bey

hüzn-i sevâhil: Sahillerin hüznü.

Her şey o kadar gamlı, soluk mübhem ü bî-fer
Gûyâ ki ölür hüzn-i sevâhilde perîler
Ahmet Hâşim

hüzn-i umûmî: Genel hüzün.

Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umûmîdir
Kemâl
Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdıma
Namık Kemâl

hüzn-i vedâ: Ayrılık hüznü.

Bu meclis-i münâfese-âmîz-i âlemin
Değmez neşât-ı vuslatı hüzn-i vedâına
Nâbî

hüzn-âver: Hüzün taşıyan.

Gerçi fasl-ı bahâra düştü sefer
Reng-i rûyum hazân-ı hüzn-âver
Muallim Naci

hüzn-engîz: Hüzün koparan, hüzün karıştıran, hüzün veren.

Ne hoş birşevk-i hüzn-engîzdir ihyâ eder leyli
Bu vâdî-i sükût üstünde mehtâb-ı vefâ-perver
abdülhak Hâmit

hazin: 1. Hüzünlü, mahzun, kederli. 2. Hüzün verici.

Beğenip akîm olanlar hod-bîn
Kaldılar künc-i nedâmette hazîn
Sünbülzade Vehbi
Tuttu dünyâyı ferah bir rütbe kim mümkün değil
Rûy-ı arz üzre bulunmak bir dil-i zâr u hazîn
Ziyâ Paşa
Yazayım ben acıklı bir güfte
Sen de elhân-ı kâinât-ı hazîn
Toplayıp da yapar mısın beste
Hüseyin Sîret

Yorumlar kapatıldı.