İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Berceste Beyitler-3

I

ıdlâl: Ar. Dalâl’den; azdırma, doğru yoldan saptırma.

Ol şâhı âh u nâle yürütmez belâ budur
Varır rakîb yanına ıdldl eder yürür
Şeyhülislam Yahya
Sensin eden ıdlâl nice ehl-i tarîki
Sensin eden ihdâ nice güm-geşte-i râhı
Ziyâ Paşa
Uğramaz doğru adam semtine, lâkin, heyhât
Gece gündüz seni ıdlâle müvekkel haşerât
Mehmet Akif

ıkd: Ar. 1. Gerdanlık. 2. İnci dizmeye mahsus ip. 3. İnci dizisi. 4. Hurma salkımı. ıkd-ı dürr-i nazm: Nazım incisinin gerdanlığı.

Bahâ tahmîn eder bir kimse yok erbâb-ı ma’nâda
Otuz yıldır felek ıkd-ı dürr-i nazmım mezâd üzre
Nef’î

ıkd-ı fülfül: Karabiber dizisi.

Hâl-i anber-bârın ile mûy-ipür-çinler ki var
Rişte-i çûb üzre bitmiş ıkd-ı fülfül şâh şâh
Avnî

ıkd-ı leâl: İncilerin dizilişi.

Mecmûalarda şirim arar ehl-i tab’ olan
Hâce gibi kişehrde ıkd-ı leâl arar
Şeyhülislam Yahya

ıkd-ı Pervîn-i güsiste-rîsmân: Ülker takım yıldızının ipi kopmuş gerdanlığı.

Kevkeb-efşân âftâb olmazsa ger ol maşrıkın
Ikd-ı Pervîn-i güsiste-rîsmânıdır sözüm
Nef’î

ıkd-ı Süreyyâ: Gerdanlığa benzeyen
Süreyya yıldızı.

Görüp bûselik mürvârîd pür-tâbı hicâbından
Acebdir hâke salmazsa felek ıkd-ı Süreyyâ’yı
Nef’î

ıkd-ı şeb-nem: Gece neminin inci tanesi.

Ikd-ı şeb-nemdir gül-i ter üzre yâ hod her taraf
Katre katre terden ol ruhsâr üze sular mıdır
Fuzûlî

ıkd-ı zülf: Saç düğümü; saç salkımı.

Tîr-i gamzen atma kim bağrım deler kanım döker
Ikd-ı zülfün açma kim âşüfte-hâl eyler beni
Fuzûlî ıklîm, ikimi: Ar. 1. Bir bölgenin ortalama hava sıcaklığı. 2. Yeryüzünün yedi veya otuza taksimiyle meydana gelen yerleri, kıta, ülke.

Eskiden dünyanın bilinen kısmının ekvator çizgisinden kuzey kutbuna kadar ayrılan yedi bölgesinden her birine iklim denilirmiş. c. ekâlîm. bk. iklîm.

Fars ıklîmine düşmüş
Şirâz
Ona mensûb o zebân-ı mümtâz
Sünbülzade Vehbi
Ne zabt-ı hâkim-i şer% ne hükm-i zdbitî aklî
Cünûn iklîmini seyr eyleyenler râhatın söyler
Koca Râgıp Paşa
Zaf ile üftân ü hîzân ömür ser-haddin geçip
Bir garîb iklîme düştüm âlem gurbet gibi
Ebussuud Efendi

ıklîm-i adem: Yokluk ülkesi.

Bir giden bir dahi gelmez ne aceb hikmettir
Alem-i râhata benzer gibi ıklîm-i adem
Koca Râgıp Paşa

ıklîm-i cân: Can bölgesi.

Bir şehriyâre gönlünü bağladı
Ahî kim
Atıp kemend-i zülfünü ıklîm-i cân tutar
Âhî

ıklîm-i hüsn: Güzellik ülkesi.

Baş eğmez oldu bize ol turra-i müca’ad
Iklîm-i hüsn içinde olalı şâh-ı sermed
İbni Kemâl
Hâl kâfir zülf kâfir çeşm kâfir el-amân
Ser-beser ıklîm-i hüsnün
Kâfir-istân oldu hep
Nedim
ekâlîm: Iklîm’ler, memleketler, diyarlar, kıtalar. ekâlîm-i hakâyık: Hakikat iklimleri.

Yaratmazdan kamu halkı ekâlîm-i hakâyıkta
Habîbim
Mustafâ nûrun getirdim önce bürhânım
Ümmî Sinan
ekâlîm-i leyâl: Gece ülkeleri.

Dönsek mi bu aşkın şafağından
Gitsek mi ekâlîm-i leyâle
Ahmet Hâşim
ekâlîm-i şühûd: Görülen diyarlar.

Fikr edersen o hurûb-ı memdûd
Oldu serhad-i ekâlîm-i şühûd
Hakanî

ıktırân: bk. iktirân.

ıktifâ: Ar. Kafâ’dan; birine uyup arkasından gitme, ardına düşme.

Iktifâ eylediler meslek-ı Aşık
Ömer’e
Aşk ü şevk ile nice kâfiye-cûya-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
Irâk: Dicle’den aşağı
Basra’ya kadar (Şattü’l-arab)ın iki tarafı.

Aslında su kenarı demektir.

İki büyük nehrin yukarıdan aşağıya akmasıdır.

Isfahân’ı vü Irak’ı
Zâtiyâ seyr eyleyip
Bu makama gelmeye ettikçe şeh nâz ağlarım
Zâti
Ki çend sâle afârît-i bî-emân-ı Arab
Irâk’ın etmiş iken arsasın harâb-âbâd
Nâbî
Geçip
Lâhûr ü Mâhûr’u
Acem’de söyledim vasfın
Nihâvend ü Irâk ü İsfahânda nağme-sencâna
Sünbülzade Vehbi

ırk: Ar. 1. Damar, kan damarı. 2. Asıl, kök, soy. 3. Yapı. c. urûk.

Çatma kurbân olayım çehreni ey nazlı hilâl
Kahramân ırkıma bir gül!
Ne bu şiddet bu celâl
Mehmet Akif
Gitme!
Kal!
Sen bu taraf halkına dost insânsın
Onların meşrebi iklîmi ve ırkındansın
Yahya Kemal

ırk-ı neseb-i Bû Leheb: Ebû
Leheb’in soyunun damarı.

Heybet-i debdebe-i kûs-ı Nebî
Kesti ırk-ı neseb-ı Bû
Leheb’i
Hakanî

ırk-ı nîreng: Taslak yapı.

Câmi’-i seyf ü kalem dâfi’-i şerr-i âlem
Kâmi’-ı bih ü sitem kâtı’-ı ırk-ı nîreng
Üsküdarlı Hakkı Bey

ırkî: Irka mensup.

Millîsidir muhâdenetin pâyidâr olan
Irkîsidir muhâdenetin sâye-dâr olan
Abdülhak Hâmit

ırk u güher: Soy sop.

Hayr umma eğer sadr-ı cihân olsa da bi’l-farz
Her kim ki hasâset ola ırk u güherinde
Ziyâ Paşa

ırz: Ar. Bir adamın diğerleri yanında itibar sebebi olup koruması gereken husus, şeref, namus. c. a’râz.

Sâhib-i ırz idi evvel gazel-i sâde iken
Uydurup ehl-i hevâ eylediler der-be-deri
Nâbî
Kendi ırzından cömert olmaksa mu’tâdın eğer
Kendi mâlındır senin, hakkın tasarruf, kim, ne der
Mehmet Akif
Hayâyı, ırzı ekip yol boyunca, çırçıplak
Kaçarsın, öyle mi, hey kalp adam sıkılmayarak
Mehmet Akif
a’râz: Irz’lar, namuslar, değerli şeyler.

Asân olurdu dest-res-i ma’den-i murâd
A’râzdan udûl edebilsek cevâhire
Nâbî

ırza: Ar. Otu çok olan yer, çayırlık.

Verip hakk-ı sarîhin kabz u bast u mahv u isbâtın
Adâlet-hâne-i hikmette etmiş cümlesin ırza
Nâbî

ırzâ’: bk. irzâ’. ıs’âd: Ar. Suûd’tan; 1. Kâbe’ye gitme. 2. İnbikten çekilme. yukarı çıkarma, yükseğe kaldırma.

İsâbetsiz teâlî başka bir şekl-i tedennîdir
Felek, tenzîligâhî gösterir ıs’âd şeklinde
Tokadizâde Şekib
Isfahân: Far. Eski
Safevî devletini başşehri.

İran sınırlan içnde kalır.

Çok mamur bir şehir olduğu ve sürmenin buradan çıkması sebebiyle edebiyatta hep
İstanbul ile karşılaştırılmıştır.

İrân zemîne tuhfemiz olsun bu nev gazel
İrgürsün
Isfahân’a
Stanbul diyârını
Nedim
Bir turfa nevâya oldu peyvend
Agâzesi gerçi kim nihâvend
Ammâ ki karârı
Isfahân’dır
Nedim

ısgâ: Ar. Kulak verme, söz dinleme.

Sem’-ipâkiyle ederdi ısgâ
Gökte
Cibrîl’e emr etse
Hudâ
Hakanî
Turfa kıssîs-i sanem-hâne-i aşk-ı ezeliz
Bâng-ı Hakkı fem-i nâkustan ısgâ ederiz
Üsküdarlı Hakkı Bey
Avâzelerin gûlların etmeyiz ısgâ
Biz münselik-işâh-reh-i hazretipîriz
Muallim Naci

ıskât: Ar. Sukût’tan; 1. Düşürme. 2. Yok etme. 3. Ölünün azap çekmemesi için dağıtılan para. c. ıskâtât.

Nesl-i hâzır ki sarık gördü mü terzîl ediyor
Defol ıskatçı diyor, çerçi diyor, leşçi diyor
Mehmet Akif

ıslâh: Ar. Sulh’tan; düzeltme, iyi hâle koyma, iyileştirme. c. ıslâhât.

Tanbûr-ı sîne tan mı bî-perde nâle etse
Islâh ediptir onu çün gûşmâli şeyhin
Hamdullah Hamdi
(ediptir: etmiştir.)
Feylesofun kendisi nâ-kâbil-i ıslâh iken
Kalkar ıslâh etmeğe zu’munca hâl-i âlemi
Vasfı (Şeyh)
Alemin olmuş usûlü şimdi bir tarz-ı cedîd
Çünkü ıslâhından etmiş âkılân kat’-ı ümîd
Ziyâ Paşa

ıslâh-ı âlem: Âlemi düzeltme.

Feyz-ı Hak’ta buhl yok herkes velî tâlib değil
Bî-sebeb ıslâh-ı âlem
Tanrı’ya vâcib değil

ıslâh-ı husûm: Düşmanları yola getirme.

Ola kasdı meğer ıslâh-ı husûm
Ol zemân belki değildir mezmûm
Nâbî

ıslâh-ı mizâc: Huyu düzeltme.

Cevher-i tîğ ile bî-vahîme ıslâh-ı mizâc
Şerbet-i lûtf ile bî-çûn ü çerâ def’-i ilel
Nâilî

ısrâr: Ar. Ayak direme, karşı koyma.

Etmeyip re’y-i hatâda ısrâr
Avdet et râh-ı savâba tekrâr
Sünbülzade Vehbi

ıstabl: Ar. Padişahın saray ahırı.

Bend-i ıstablı olan rahş-ı felek-reftârın
Eremez kösteğine târ-ı nigâhı düşmen
Keçecizade İzzet Molla

ıstabl-ı hâs: Özel ahır. pâk dil ki ederse tevâzu’undan eder
Istabl-ı hâsına
Efrâsiyâbî mîr-âhûr
Nâbî ıstabl-ı şehinşâh-ı cihân-ârâ: Cihanı süsleyen şahların şahının ahırı.

Yine ıstabl-i şehinşâh-ı cihân-ârâda
Ki ne atlar bulunur biri birinden zîbâ
Nef’î

ıstıbâr: Ar. Sabr’dan; dayanma, katlanma.

Bir böyle muhît içinde eyâ
İşkence-i ıstıbâr tâ-key
Abdullah
Cevdet
Gel gel deyiniz de geleyim yanınıza
Düşvârdır ıstıbâr hicrânınıza
Muallim Naci

ıstıfâ’: Ar. 1. Bir şeyin temizini, safını seçip alma. 2. Seçme, seçkinlik. 3. Ayıklama, temizleme.

Seyyid-i nev’-i beşer deryâ-yı dürr-i ıstıfâ
Kim sepiptir mu’cizâtı âteş-i eşrâre su
Fuzûlî

ıstılâh: Ar. Sulh’tan; terim, tabir. c. ıstılâhât.

Müvellâ eyledim ben de
Nedîm-i nükte-perdâzı
Eğer boğmazsa mevc-i ıstılâha sakk-ı irfânı
Seyyit Vehbî
Ekser sözü ıstılâha dâir
Mazmûnları var, değer cevâhir
Ziyâ Paşa

ıstılâhât: Terimler, tabirler.

Istıldhâtı sever ma’nâsız
Şerbet ü hukne yapar eczâsız
Nâbî
Sarîr-i hâme sanma ıstıldhâta boğulmakla
Eder bî-çâre dâim şîve-i küttâbtan feryâd
Koca Râgıp Paşa

ıstılâhât-ı ulûm: İlim tabirleri.

Her kimin var ise zâtında şerâret küfrü
Istıldhât-ı ulûm ile
Müselmân olmaz
Fuzûlî

ıstırâb: bk. ıztırâb.

ışk: Ar. Aşırı derecede sevgi besleme, candan sevme.

Aslı “ışk”tır. bk. aşk.

Işk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb
Kılma dermân kim helâkim zehri dermânımdadır
Fuzûlî
Aşık isen rind ü rusvâlıktan ikrâh etme kim
Işk sırrın iktizâ-yı devrpinhân istemez
Fuzûlî
Belâ-yı ışk ile ol kim ukûbetler geçirmiştir
Ne korku ona ey Hamdî ikâb-ı dâr-ı ukbâdan
Hamdullah Hamdi

ışk-ı dil-sûz: Gönül yakan aşk.

Katı gönlüne bağrı daşların düşmüş gam-ı ışkın
Bir oddur ışk-ı dil-sûzun ki taşlar içrepinhândır
Fuzûlî

ışk-ı mecâz: Mecaz aşkı.

Kıssa-ı Ferhâd ü Mecnûn kim okurlar
Ahîyâ
Bir varaktır defter-i ışk-ı mecâzımdan benim
Âhî

ışk-ı yâr: Yârin aşkı.

Lâmi’î rûşen dil olsan tan mı ışk-ı yâr ile
Gün dokunsa bedr-i âlem-tâb olur sâfî zücâc
Lamiî Çelebi (dokun-: deymek, ulaşmak.)

ıtâş: Ar. Atşân’lar, susamışlar.

Felektir ol felek-i bî-emân ki çeşmine
Gelen ıtâşı eder hûn-ı dil-i ebed irvâ
Ziya Paşa

ıtık, ıtk: Ar. Köle veya esiri azat etme.

Hüccet-i ıtk gibi etti ibâdı âzâd
Nâme-i ahd-i hümâyûn-ı mübârek-fercâm
Nâbî

ıtık-nâme: Köle azat etme kâğıdı.

Bir ıtık-nâmedir insâna senin kânûnun
Bildirir haddini sultâna senin kânûnun
Şinasi ıtlâk: Ar. Talk’tan; 1. Bağlamayıp salıverme. 2. Bağlı olanı çözüp salıverme. 3. Nikâhtan boşama (bu anlamda “tatlîk” daha fazla kullanılır. 4. Hapis ve cezadan kurtarma. 5. Ad koyma, isimlendirme. c. ıtlâkât.

Tâir-i lâne-i ıtlâk kafes-gîr olmaz
Kayd-ı tahrîr olsun mu müselsel ma’nâ
Nâbî
Sâhib-i devlet-i hâmî-i hilâfet sensin
Sadr-ı ıtlâk dururken sen olur gayre harâm
Nâbî
Demidir kim tene bed-rüd ede cânile gönül
Mülk-i ıtlâk özenen bend ile zindânı nejder
Lamiî Çelebi ıtlâk-ı cünûn: Delilik yüklemesi.

Her zemân halk bana kılmağa ıtlâk-ı cünûn
Beni endûh-ı serâsîme-i sevdâ eyler
Fuzûlî

ıtlâk-ı nikâb-ı harem: Gizlenme örtüsünü taşıma.

Olmuştu o mahbûb-ı serâ-perde-i lâ-reyb
Itlâk-ı nikâb-ı haremigayb-ı hüviyet
Sâmi

ıtnâb: Ar. Sözü ip gibi çekip uzatma, lüzumsuz konuşmalarla doldurma.

Hıyâm-ı çerhe sütûn-ı duâyı ref’ eyle
Niyâz-nâmeyi
Nâbî çok eyledin ıtnâb
Nâbî
Duâyile sözü hatm edelim zîra hakîkatte
Sözün gevher olursa yeğdir
Ttnâbından îcâzı
Nef’î
Kitâb-ı mekrümetin şerhe muktedir olamaz
Ne rütbe eylese
Esrâr kasîdesin ıtnâb
Esrar Dede

ıtnâb-ı hıyâm-ı devlet: Devlet çadırlarının ipi.

Haşre dek tâ ki ola beste-i evtâd-ı hulûd
Sâha-i dehrde ıtnâb-ı hıyâm-ı devlet
Münif ıtnâb-ı sühan: Sözü uzatma.

Etme ıtnâb-ı sühan gayrı bu demlerde
Münîf
Farzdır ed’iye-i hayr-ı devâm-ı devlet
Münîf

ıtr: Ar. Güzel kokulu yağ ve terkip. c. ıtriyyât.

Zülfünü bâb-ı sabâ senin çözeli ey habîb
Itr ile âlem dimâğını muattar kıldı
Ulvî ıtr-ı enfâs: Nefeslerin kokusu.

Itr-ı enfâs ile âfâkı muattar kılmağa
Açtı gül-zâr içre attâr-ı sabâ dükkân yine
Necati Bey

ıtr-ı hûb: Güzellik kokusu.

Itr-ı hûbile pür olurdu meşâmm
Bûy-ı müşg idi yâhûd anber-i hâm
Hakanî

ıtr-ı şâhî: Güzel bir koku.

Nejola hem reng ise bezmimde bülbüllerle pervâne
Benim her şeb çerâgım ıtr-ı şâhîden fürûzândır
Nâbî

ıtr-âlûd: Itıra bulaşmış.

Micmer-i zerle gelip anber ü ûd
Eyledi hayme-gehi ıtr-âlûd
Nâbî ıtr-nâk: Itırlı.

Ol kûy-ı arş-ı rütbet kim hâk-i ıtr-nâkin
Mâliş-geh eylemiş
Hak pîşânî-i kibâre
Âsım (Şeyhülislam)

ıtrâ: Ar. Tarâvet’ten; aşırı derecede
övme.

Medhinde eğerçi eyler ıtrâ
İşte sana eylemez müdârâ
Ziyâ Paşa

ıtrâb: Ar. Tarab’dan; şevke getirme. şevklendirme, keyiflendirme.

Itrâb için eylesin terennüm
Güller gibi eylerim tebessüm
Muallim Naci

ıttılâ’: Ar. Tultf’dan; öğrenme, tanıma. bilme.

Kârına ehl-i vukûfun kec-nigâh ettikçe Şeyh Kûr u dûr olmaktadır bulmaz safâ-yı ıttıâ
Esrar Dede
Diyemem kesb-i ıttılâ’ ettim
Ittılâ’ ehline vedâ’ ettim
Muallim Naci

ıttırâd: Ar. Tard’dan; birbirine uyup gitme, uygun şekilde devam etme, ritm.

Umûr-ı saltanattan ol harı tard ettiği yetmez
Olur kat kat isâbet fikr olunca ıttırâd üzre
Nef’î
Hayâtın her zemân bî-zâr hâl-i ıttırâdından
Vücûdun dâimâ muztarr kuyûd-ı bî-idâdından
Tevfik Fikret

ıyâl, iyâl: Ar. 1. Bir kimsenin geçindirmek zorunda olduğu kimseler, çoluk çoçukları. 2. Eş, kadın.

Sipihrin bahtını ikbâlini hep pâymâl ettim
Hamiyyet mesleğinde terk-i evlâd ü ıyâl ettim
Namık Kemâl

ıyân: Ar. Açık, âşikâr, şüphesiz olan. bk. ayân.

Şevk-i cemâl yâri nejder şerh edip gönül
Gün gibi ol ıyândır ona ne beyângerek
İbni Kemâl
Tâ cebhen üzre nakş ederim vasfın âkıbet
Ey âftâb işte ıyân söylerim sana
Nedm
Gencine-i uşşâka ziyân eylemek olmaz
Ser vermek olur, sırrı ıyân eylemek olmaz
Ahmet
Sârbân
Sakın bir zerre-i nâ-çîzi pâ-mâl etme sultânım
Kişi ettiğin elbet bulur günden ıyândır bu
Feyzi-ı Kadim (Hüseyin)

ıyâr, ayâr: Ar. 1. Altın, gümüş gibi madenlerin karışma derecesi. 2. Saadete yönelme.

Neş’e vaktinde ıyârı kişinin belli olur
Aceb insâna mihek taşı mıdır câm-ışarâb
Şinasi
Sanma hâlis dost olur her kem-ıyâr ü ebteri
Ur mihekk-i imtihâna, fârik ol seng ü zeri
Âgâh
Osman Paşa
(Trabzonlu)

ıyâr-ı lezzet-i eş’âr: Şiirler lezzetinin ayarı.

Iyâr-ı lezzet-i eş’âra noksân gelmez ey Nâbî
Zebân-ı hâmeye oldukça şekker-hâne derlerse
Nâbî

ıyd: bk. îd.

ızâr: bk. izâr.

ızhâr: bk. izhâr. ızlâl: Ar. Dalâlet’ten; doğru yoldan çıkarma, azdırma, dalâlete düşürme.

Uğramaz doğru adam semtine, lâkin, heyhât
Gece gündüz seni ızlâle müvekkel haşerât
Mehmet Akif
Sensin eden ızlâl nice ehl-i tarîki
Sensin eden ihdâ nicegüm-geşte-i râhı
Ziyâ Paşa

ızmâr: Ar. Gönülde gizleme, saklama.

Ol re’yi ki etmiş idi ızmâr
Hüddâm ü havassa etti izhâr
Nâbî
Eğer izhârı zilletse olur ızmârı da zillet
Kolay meksûf olur müstelzim hacletse bir illet
Abdülhak Hâmit
Hilkat lisân-ı hâl ile her bâr söylenir
Ma’nâ-yı
Rabb’ı etmeyip ızmâr söylenir
Yahya Kemal

ızrâr: Ar. Zarar’dan; zarara ziyana uğratma, zarar verme.

Biz ki insânlarız insânları ızrâr ederiz
Biz şâdân edeni derde giriftâr ederiz
Kemalzâde Ekrem ıztırâb: Ar. Darb’tan; acı elem, keder, sıkıntı. c. ıztırâbât.

Ten zevrakın düşürme girdâb-ı ıztırâba
Sabret gönül ki kalmaz bu rûzigâr böyle
Nev’î
Arız oldu gönlüme yüzün göricek ıztırâb
Aks-i mirâtından ol su üzre gûyâ düştü tâb
İbni Kemâl
(göricek: görünce.)
Düşüp âteş-i ıztırâba yine
Vedâ’ eyledik hurd u hâba yine
Keçecizade İzzet Molla

ıztırâbât: Iztırab’lar. ıztırâbât-ı derûnî: Kalbe ait ıstıraplar.

Çille kırmak aybtır zinhâr ey sâlik seni
Iztırâbât-ı derûnîperde-bîrûn etmesin
Muallim Naci

ıztırâr: Ar. Zarûret’ten; mecburiyet, ihtiyaç, çaresizlik.

Bilmem niçin güzeller uşşâka nâz ederler
Görmektir ihtiyârı sevmektir ıztırârı
Ziyâ Paşa
Bak derûn-ı perdeye kim ıztırârıdır kamu
Dilde her bir mihnetin sonu meserret değil mi
Âdile Sultan

ıztırâr-ı serd: Soğuk çaresizliği.

Bir ıztırâr-ı serd ile titrer mükevvenât
Altında karların
Bir dûd-ı müncemid gibi âfâk-ı bî-hayât
Tevfik Fikret

ıztırârî: Zaruri olarak, mecburi.

Iztırârî eder eş’ârıma şimdi tahsîn
Söze geldikçe kabûl eylemeyen
Hassank
Nef’î
Cüst ü cû ettik nazîrin âlem-i endîşede
Iztırârî vâdî-i inkâra düştü gönlümüz
Nef’î
Iztırârî dil nice cân vermesin ol gamzeye
Çâre yok tîr-i kazâdan ihtirâza n’eylesin
Nef’î
l

iâle (t): Ar. Çoluk çocuğunun nafakasını elde etmeye çalışma.

Ettik sizi sa’y ile iâle
Tenbelliğe etmedik ihâle
Muallim Naci

iâne, iânet: Ar. Avn’den; 1. Yardım. 2. Muavenet etme.

Usanmaz kendini insân bilenler halka hizmetten
Mürüvvet-mend olan, mazlûma el çekmez iânetten
Namık Kemâl
Zavallı yaralı, harbin safâlı vaktinde
Tenezzül eyledi bir sedyenin iânetine
Tevfik Fikret

ibâ: Ar. Kabul etmeme, imtina etme; çekinme; tiksinme, iğrenme.

Kim ki Allah’tan ibâ eyler
Başka der-gâha ilticâ eyler
Fuzûlî

ib’âd: Ar. Bu’d’ten; uzağa sürme, uzağa koma, uzaklaştırma.

Ne kadar eyler isen hâtır-ı ahbâbını şâd
O kadar hasmına vakf ola kulûbu ib’âd
Nâbî
Ne ihtiyârıma sâhib, ne i’tiyâdıma râm
Bu gird-bâd-ı ibâd ortasında bî-ârâm
Mehmet Âkif

ibâd: Ar. Abd’ler, bendeler, köleler, kullar.

Meded-res ol meded ey dest-gîr-i cümle ibâd
Koma hadîd-i maâsîde ki ola dil ma’bûd
Sâmi
İbâda lûtf u ihsân u atâsın eylemiş mu’tâd
Sana ol dost-ı müşfik
Hazret-ı Bârî
Ta’âlMır
Âdile Sultan
Ey masdar-ı mâ-sivâ olan
Rabb-i ibâd
Kim sensin eden mevt ü hayâtı îcâd
Muallim Naci

ibâdullah: 1. İnsanlar, benî âdem, Allah’ın kulları. 2. Çok fazla, pek çok.

Cihânda bir şey için olma mesrûr gamla şâdân ol
İbâdullaha hor bakma sak ın sen hürmet edegör
Âdile Sultan
Hudâ rızâsı için kaldırın nifâkı, günâh
Alev saçakları sarsın mı yâ ibâdullah
Mehmet Akif

ibâdet: Ar. Abd’ten; Allah’a edilen kulluk, bendelik ve tapınma.

Tanrı buyruklarını yerine getirme. c. ibâdât.

İbâdetler başıdır terk-i dünyâ
Yunus Emre
Seni koyup büte eyler ibâdetin kâfir
Azâb-ı dûzaha ol vechden olur kâbil
Fuzûlî
Yok bî-garez muâmele ehl-i zemânede
Kimse ibâdet etmez idi cennet olmasa
Nâbî
Kıl hulûs ile ibâdet abd-i hâs-ı Hâlık ol
Adile aşk içre bul ibka vü câvidânelik
Âdile Sultan

ibâdât: İbâdetler.

Her ibâdâtın hakîkat cânı aşktır bî-gümân
Aşk-ı Hakk olmayıcak olmaz birisi hîç tamâm
gaybî

ibâdet-hâne: İbadet yeri. ibâdet-hâne-ı İslâmiyân: Müslümanların ibadethanesi.

Gönül sâf olsa sevdâ-yı cihândan pâk olur zîrâ
İbâdet-hâne-ı İslâmiyânda büt-perest olmaz
Beliğ (Bursalı İsmail)

ibâre: Ar. 1. Bir mananın anlaşılması için kullanılan söz yahut iki veya daha çok kelimeden meydana gelmiş söz parçası, cümle. (nazımda “ibaret” anlamında da kullanılabilir. 2. Uykuda görülen rüyanın tabir olunan anlamı. 3. Paragraf. 4. Metinden çıkarılmış birkaç satır. c. ibârât
Cevr ü sitem atâ-yı kerem bir ibâredir
Aşık bu râhagirdiği dem bî-nişân olur
Esrar Dede

ibârât: İbâre’ler.

Tekellüfât-ı ibârâttan tehî
Nâbî
Edâ-yı hakk-ı maânîye bu gazelyetişir
Nâbî

ibârât-ı rekîk: Kusurlu ibareler.

Yâd-ı nâmınla ne ola keffe-i cürm olsa sevâb
Feyz-i na’tınlagirer vezne ibârât-ı rekîk
Nâbî

ibâret: Ar. “.den meydana gelmiş; bir şeyin aynı; başkası, başka bir şey değil.

” anlamlarında kullanılır.

İbâretten ibâret kaldı şimdi
Kâmiyâ eş’âr
Müreşşah tâze mazmûn üzre yoktur bir gazel söyler
Kâmî (Edirneli)
Şerâfetle asâlet fazl-ı zâtîden ibârettir
Fazîlettir şeref-bahşâ olan ecdâd ü ensâle
İsmail Safa
Yoksun kuru topraktan ibâret vatanınla
Târîhini yazmazsan eğer sen de kanınla
Midhat Cemal Kuntay

ibcâl: Ar. Becel’den; ağırlama, ululama, saygı gösterme.

Eslâfı ya etmek için ibcâl
Lâyık mı muâsırîni iğfâl
Naımk Kemâl
Adîm iken o, ve mevcûd iken bu kaht-ı ricâl
Sizinle istedim etmek makamını ibcâl
abdülhak Hâmit

ibdâ’: Ar. Benzersiz bir şey meydana getirme, yaratma. 2. ed. Yeni ve güzel bir eser meydana getirme.

Nîm-şeb ol meh çıkıp halvet-geh-i ibdâ’dan
Tîregî-i kesret-i mevhûmu eyler indifâ’
Esrar Dede
Eğer maksûdu ancak âhiret olsaydı
Yezdân’ın
Ne hikmet vardı ibdâ’ında hîç yoktan bu dünyânın
Mehmet Akif

iber: Ar. İbre’ler, mıknatıslar, ibreler.

Her vâkıa bir ders-i hikemdir nazarında
Her derd ü belâdan dahi ahz-i iber eyler
Şinasî ibhâm: Ar. 1. Açmama, kapalı tutma, gizleme. 2. ed. Sözün anlaşılmaz derecelerde kapalı olması. 3. El ve ayak baş parmağı. c. ibhâmât.

Şâir-i nâdire-gûyem ne desem hisse çıkar
Düşmen ü dosta bî-tevriye vü bî-ibhâm
Nef’î
İnkâr ile, ibhâm ile ma’nâ-yı hayâtı
Sevdâmızı bir vâha-igaflette yaşattık
Tevfik Fikret

ibka’: Ar. Daim ve baki kılma, azl etmeyip bir mevkide bırakma.

Rüsûm-ı kâinât oldukça cârî hazret-ı Bârî
Ede ol âsaf-i âlî-cenâbın zâtını ibka
Nâbî
Kıl hulûs ile ibâdet abd-i hâs-ı Hâlık ol
Adile aşk içre bul ibka vü câvidânelik
Âdile Sultan

ibka-yı eser: Eseri daim kılma.

Eczâ-yı beşer câlib-i ta’cîl-i fenâdır
İbka-yı eser mûcib-i tahsîl-i bekâdır
Namık Kemâl

ibka-yı nâm: Namını sürdürme.

Merâm ibka-yı nâm etmekse bir mısrâ’ da kâfidir
Aceb hayretteyim ben
Sedd-ı İskender husûsunda
koca Râgıp Paşa

iblâğ: Ar. Vardırma, eriştirilme, ulaştırma, gönderme.

Sağlar cânı verirler mürdeler bulur hayât
Leblerin vasfında
Bâkî eylese iblâğlar
Bâkî

iblîs: Ar. Alçak, lanetli şeytan.

Kanda kim cem’ ola câm u dil-ber ü aşk uşebâb
Anda
İblîsin ne hâcet mekrine idlâline
Nâbî
(anda: orada.)
Zehî kerem ki nazar kılmayıp adâvetine
Müyesser eylemiş
İblîs’e i’tibâr-ı beka: Fuzûlî
Küfr ü îmân neydügün fehm eylemez yoktur necât
Fâsıkın kalbinde her dem
İblîs’in iğvâsı var
Ümmî Sinan

iblîs-i târid: Sürüp çıkarılan iblis.

Ola
Cibrîl gibi kâbil-i kuds-i melekût
Reh-güzârında sücûd eylese
İblîs-i târid
yenişehirli Avni

ibn: Ar. Oğul, mahdum, zade, ferzend. c. ebnâ.

İbn-i Alî: Hz. Ali (r. a.)’nin oğlu (Hz. Hüseyin).

Bağ hâsü’l-hâs kurbun bü’l-aceb fevvâresi
Ser bürîde gerdenindir yâ
Hüseyin ibn-ı Alî
Tahirü’l
Mevlevi
İbn-i Âzer: Âzer’in oğlu (Hz. İbrahim).

İbn-ı Azer
Mekke’yi esnâmdan tathîr edip
Makdeminşevkiyle etti
Kd’betulldh, ı binâ
Keçecizade İzzet Molla

ibn-i filân: Filanın oğlu.

Ebnâ-yı zemânın talebi nâm u nişândır
Her biri tasavvurda filân ibn-i filândır
Bağdatlı Ruhi

ibn-i hakîm: Bilgelerin çocuğu.

Vermedi sadra şifâ buncılayın ibn-i hakîm
Beden-i müle dahi etmedi bahş-ı dermân
Şinasi (sadra şifa ver-: gönlü ferahlatmak.)
İbn-i İmrân: İmrân (Hz. Musa ve
Hz. Meryem’in babalarının adı.)’ın oğlu.

Subh-veş destini zâhir kılsa sîm-efşân olup
Ol Yed-i beyzâya benzer ki
İbn-ı İmrân gösterir
Fehim (Hoca Süleyman)
İbn-i Mülcem: Mülcem (Hz. Ali’yi şehid eden Hâricî)’in oğlu.

Çok riyâ-kâr var velî görünür
İbn-ı Mülcem ile
Alî görünür
Osman
Nuri Paşa
(Diyarıbekirli)

ibn-i neccâr: Dülgerin oğlu.

RtzA dîvânının tab’ıyla revnak geldi âfâka
Basıldıpenç defter na’t u nutku ibn-i neccârın
Şeyh Zâik
İbn-i Sînâ: (980-1037)
Orta
Çağın ve
İslam dünyasının en büyük filozof ve hekimlerinden biridir.

Bulmadı bu derde çâre ilm-i hikmet de bilen
İbn-ı Sînâ kılmadı tedbîrini bu illetin
Âdile Sultan
Bilse la’lin hikmetinden ben ne tahsîl ettiğim
Niçe yılşâkird olurdu
Bû Alî
Sînâ bana
Behiştî

ibn-i vakt, ibnü’l-vakt: 1. Zamane çocuğu. 2. Dünyayı umursamayan, dünyayı bir pula satan.

Harâbât ehline dûzah azâbın anma ey zâhid
Ki bunlar ibn-i vakt oldu gam-ı ferdâyı bilmezler
Hayâlî Bey
Hüsnünün zevkini gör ârif-i ibn-i vakt ol
Çekme endûhunu pîşîn hat-ı nev-âmedenin
Nâbî
İbn-i Zübeyr: Zübeyr (Aşere-ı Mübeşşere’den
Cennetle müjdelenen on kişiden biri’)
‘in oğlu.

Gönlünü yıksa
Behiştî
gam yeme ol şeh yapar
Kâ’beyi yıkdısa ma’mûr eyledi
İbn-ı Zübeyr
Behiştî
ebnâ: İbn’ler, oğullar. ebnâ-yı vatan: Vatanın çocukları.

Düşmân geliyor maksadı ifnâ-yı vatandır
Karşı duracak düşmâna ebnâ-yı vatandır
Namık Kemâl
İbrâhîm: 1. Hz. İbrahim.

Babası put yontucusu idi.

Mabetteki putları balta ile parçaladığı için
Babil hükümdarı
Nemrut tarafından mancınıkla ateşe atılan ve elleri, ayakları bağlı olan
İbrahim henüz havadayken
Cebrail geldi ve Allah’ın emriyle onu havada tuttu.

Bir dileği olup olmadığını sordu.

Hz. İbrahim de: “Ben Allah’ın kuluyum o ne dilerse öyle yapar. ” deyince, bu söz Allah’ın hoşuna gittiği için
Hz. İbrahim’in lâkabı “Halîlullah” (Allah’ın dostu) oldu ve onu ateşten kurtardı.

Hz. İbrahim sofrası, Hz. İbrahim bereketi gibi tabirler; onun yanında misafir olmadan sofrada yemek yememesi şiirlere konu olmuştur. 2. İbrahim
Edhem. 8. y.y’da yaşamış ünlü bir sûfi.

Belh sultanının oğlu iken tasavvuf yolunu seçmiştir.

Andan
İbrâhîm’e ad oldu “Halîl”
Kim sehâvet yolunu buldu sebîl
ahmed-i Dâî (andan: o sebepten.)
Felek tâc-ı zerin terk etti
İbrâhim
Edhem-veş
Derûnunda aceb mi eylese nûr-ı siyâh me’vâ
Nadirî (Ganizade)
Hûblardan yum gözün der her zemân zâhid bize
Ne ola dervîş isek
İbrâhîm
Edhem olmadık
Lamiî Çelebi

ibrâm: Ar. 1. Sıkıntı vererek üzüp usandırma. 2. Metin, sağlam ve dayanıklı kılma. c. ibrâmât.

Tevbe-i meyde sebât-ı kademinden sorma
Orasın sâkî-i gül-çihrenin ibrâmı bilir
Nâbî
Sunmadan sdgarı sâkî düşerim ayağına
Hasretim bâdeden efzûn iken ibrâmında
Nedim
Feyz-i isti’dâd-ı mâder-zâd ikdâm istemez
Kâbiliyyet başka bir cevherdir ibrâm istemez
Dâniş (Dâniş-ı Atîk; Dâniş-ı Kadim)
Bekliyor mihmânların i’zâzlar, ikrâmlar
Sâkiyâ etsin derim ilhâhlar, ibrâmlar
Abdülhak Hâmit

ibrâm-ı âşık: Âşıkın bıktırması.

Niyâz ehl-igurûra bâis-i tahrîk-i nahvettir
Bütân-ı serkeşi ibrâm-ı âşık tünd-hû eyler
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

ibrâm-ı nâz: Naz bıktırışı.

Gâhîcegark-ı lücce-i hayret olunca ben
İbrâm-ı nâz edip taraf-ı fikretim sorar
Esrar Dede

ibrâz: Ar. Bürûz’dan; izhar etme, gösterme, meydana çıkarma.

Kifâyet eylemez mi bu kasîde şâiriyyette
Eğer lâzım gelirse hüccet-i devâmın ibrâzı
Nef’î
Emr-i bî-ücrete ibrâz olunan hidmete yûf
Şahs-ı bî-hidmete i’tâ kılınan ücrete yûf
Yenişehirli Avni
Her safhada bir şekl-i hakîkat eder ibrâz
Her gün çevirir bir varaka mikleb-i âlem
Ziyâ Paşa

ibrâz-ı hakîkat: Hakikati gösterme.

Fahr-i acem-âneden masûndur
İbrâz-ı hakîkat etmek ister
Muallim Nâci ibrâz-ı kemâl: Olgunluk gösterme.

Avnî, nice ibrâz-ı kemâl eylesin âdem
Bir yerde ki hak söyleyeni dâra çekerler
Yenişehirli Avni

ibret: Ar. Nefsini terbiye ve ahlâkı süsleme yolunda örnek alınacak husus, öğretici ders.

Rengi döner günde güne toprağa dökülür gine
İbret-durur anlayana bu ibreti ârif duyar
Yunus Emre
İbret gözüyle berk-i dirahtân-ı sebze bak
Hûş-yâr olana her varakı bir cerîdedir
Bâkî
Bırakın eski hükûmetleri, meydândakiler
Yetişir, şöyle bakıp ibret alan varsa eğer
Mehmet Akif

ibret-efzâ: İbret arttırıcı.

Hemân bir var imiş bir yok imiş der hâsıl-ı devrân
Ser-â-ser ibret-efM bir garîb efsânedir âlem
Ziya Paşa

ibret-güzîn: İbreti seçen. ibret-güzîn-i nakş-bihîn-i hakîkat: Hakikatin en güzel ibretli nakşını seçen.

İbret-güzîn-i nakş-bihîn-i hakîkat ol
Aldanma reng-i tûr-ı cihâna hakîm isen
Hersekli Arif Hikmet

ibret-nümâ: İbret gösterici olan.

Ayn-ı mevcûdâta eyler kudretullah ıyân
Bâdiyâ, âyîne-i ibret-nümâdır kâinât
Bâdî (Edirneli Ahmet)

ibret-sitân: İbret yeri, ibret alınacak yer, dünya.

ibret-sitân-ı âlem: Âlemin ibret yeri.

Fehmetmeyen dekâyık-ı nakş-ı sanâyîi
İbret-sitân-ı âlem a’mâ gelir gider
Âtıf (Defterdar Mustafa)

ibrîk: Ar. Emzikli su kabı. c. ebârik, ebârika.

Suna ey câh-perest el yumağa âlemden
Miskî sâbûn ile sîmîn leğen ibrîk gerek
Nâbî

ibrîk-i vuzu’: Abdest ibriği.

Sebû-yı meyle ibrîk-i vuzû’ bir hâktir ammâ
Ne hikmettir bilinmez biri sâlih biri fâsıktır
Nâbî

ibrîk-i zer: Altın ibrik.

İbrîk-i zerden sâkiyâ la’l-i müzâbı kıl revân
Altın olur işin hemen kibrîtî-i ahmer kendidir
Bâkî

ibrîk ü leğen: İbrik ve leğen.

İbrîk ü leğen ma’den-i vâhidden iken
Birinde su pâk birisinde nâ-pâk
Nâbî

ibrîsim: Ar. İbrisim, bkz. ebrişim.

ibrîz: Ar. Saf, katışıksız altın.

Buldu gûyâ yeni bir ma’den-i sîm ü ibrîz
Tuz tütün resme girip oldu hazîne lebrîz
Ziya Paşa

ibtâl: Ar. Boş, batıl ve beyhude kılma.

Mukarrer eyledi bir pâdişâha devleti kim umûr-ı şer’den ayruğun eyledi ibtâl
Necati Bey
Umûmu müstefîd etmez husûsun hakkını ibtâl
Sakın bir ferdi ezme gayret-i efrâd lâzımsa
Namık Kemâl

ibtidâ’: Ar. Bed’ etme, başlama, başlangıç.

Ey Fuzûlî intihâsız zevk buldun ışktan
Böyledir her iş ki
Hakk adıyla kılsan ibtidâ
Fuzûlî
Haml ibtidâ dürûgunadır sonra adline
Şâhid ne denlü sıdk ile da’vâya gelse de
İzzet Ali Paşa
Işka ne intihâ bulabildik ne ibtidâ
Cân vermek ile kimdir ona bula intihâ
İbni Kemâl
Senden atâ bizden hatâ böyle kuruldu ibtidâ
Afv et bizim hatâmızı
Adem
Safiyyullah için
Ümmî Sinan

ibtidâ-yı amel: İşin başlangıcı.

İbtidâ-yı amelin âhırı der-pîşgerek
Kâr-ı evvelde kişi âkıbet-endîşgerek

ibtidâ-yı bahâr: Baharın başlangıcı.

Varak-ıgüldür ihtidâ-yı bahâr
Ona vermiş terakkî bâng-ı hezâr
Nâbî

ibtihâc: Ar. Sevinçli ve mesrûr olma, iç
rahatlığı.

Kâmil nisâr-ı gevher ederken sükûnda
Câhil kemâl-i cehl ile eyler ibtihâc
Şeyhülislam Yahya
Nakş-ı zdildir umûr-ı dehre kılma i’tibâr
Olsa hâsıl fakrdan hüzn ügınâdan ibtihâc
Fuzûlî
Pîşinde ettiler beşiğin, gark-ı ibtihâc
Bir bûse-i medîd ile tecdîd-i izdivâc
Tevfik Fikret

ibtihâl: Ar. Bühl’den; Allah’tan isteme, niyaz etme.

Mevt oldu ne söyleyim bu hâle
Encâm o niyâz u ibtihâle
Abdülhak Hamit
Saklıyor çehre-i şem’avatı
Beşerin çeşm-i ibtihâlinden
Tevfik Fikret

ibtilâ: Ar. Mübtela olma, giriftar olma, bir nesneye düşkün olup sevme.

Zevk alır feryâd ü nâlişten de ehl-i ibtilâ
Cezbedâr-ı aşka âsâr-ı mihen bî-gânedir
Sâmih (Nasûhîzade Mehmet)
Gel yeter rüsvâ-yı halk ol bir vefâsız yâr için
Dinle sözüm aç gözün bu ibtilâdan vâz gel
Âhî

ibtisâm: Ar. Besm’den, tebessüm etme, gülümseme, gülümseyiş.

Güller gibi meyl-i ibtisâm et
Dâg-ı dile çâre bul, merâm et
Abdülhak Hâmit
İçim kan ağlar iken siz behîc-i nâz ediniz
Ne gösterirdi yüzüm ibtisâmdan başka
Tevfik Fikret
Güzel midir?
Değil, fakat latîf infidli var
Hazîn ibtisâmı var, gönülle hasb-i hâli var
Kemalzâde Ekrem Bey

ibtisâr: Ar. Bir işe başlama.

Topraktı her mezâr-ı fakîr-âne bî-rûham
Fakrımla ben de zâir-i zî-ibtisâr idim
recaizade Ekrem ibzâl: Ar. Esirgemeyip bol bol harcama.

ibzâl-i mesâî: Çalışmayı harcama.

İbzâl-i mesâîde kusûr etme ki olmuş
Vâ-beste bu âlemde sükûnun harekâtı

i’câb: Ar. Ucb’dan; 1. Taaccüp ettirme, şaşırtma. 2. Şaşkın duruma düşürme.

Ol tarz-ı acemdir olmaz i’câb
Rindân-ı Acem gözetmez âdâb
Şeyh Galip
îcâb: Ar. Vücûb’tan; Lazım getirme, vacip kılma, lazım gelme, vacib olma; gerek, lüzum. c. îcâbât.

Hâdisât-ı feleğe olsa nazar
Kıdem zâtını îcâb eyler
Hakanî
Bilenler âlem-i kevn ü fesâdın selb ü îcâbın
Zevâl-i devlet-i dünyâ ile endûh-gîn olmaz
Hersekli Arif Hikmet
Ger yoksa onu kabûle esbâb
Reddetmeye de görülmez îcâb
Abdülhak Hâmit

icâbet: Ar. Yerine getirme, kabul
etme.

Binlerce duâya bir icâbet
Göstermedi bâr-gâh-ı rahmet
Mehmet Âkif
îcâd: Ar. 1. Var etme, edilme, vücuda getirme, getirilme. 2. Yeni bir şey çıkarmak, ihtira etmek.

Eskimiştir güzelim kıssa-ı Kays ü Ferhâd
Kendimizden yeni efsâneler îcâd edelim
Atâyî (Nev’izade Atâullah)
Kâmilin gitse vücûdu nice îcâdı kalır
Sen dahi anlayıgör kim er ölür adı kalır
Ulvî (Bursalı Hüseyin)
Ey melekler!
Nûrdan bir âlem îcâd eyleyin
Medfenimde bir sirâc-ı rahmet îk: ad eyleyin

îcâd-ı âlem-i meşhûd: Görülen âlemin icadı.

Ne aşk bâis-i hestî-i âferîde-i gayb
Ne aşk illeti îcâd-ı âlem-i meşhûd
Sâmi i’câz: Ar. Acz’den; 1. Âciz ve kudretsiz bırakma. 2. Şaşkınlık içinde bırakma, şaşkın kılma. 3. ed. Başkasının yapamayacağı bir şeyi yapma, düzgün söz söyleme.

“i’câz-kâr, i’câzkârâne, i’câz-nümâ” gibi kullanılışlar bu anlamda söylenir.

Onu cem’ eylemiş işte
Vassâf
Tarz-ı i’câzda hakke’l-insâf
Sünbülzade Vehbi
Ab-ı zülâl akıttın elinden gazâ günü
İ’câzın etti
Hızr’ı da hayrân efendimiz
Faruk K. Timurtaş

i’câz-ı aşk: Aşk güçsüzlüğü gösterme.

İ’caz-ı aşktır bu ki âyîne-i dilim
Pâ-mâl-i cevr igende yinegubârdır
Şeyhülislâm Bahâyî (Mehmet) (igende: çok.)

i’câz-ı mahabbet: Muhabbet güçsüzlüğü gösterme.

Hem öldürür üftâdesini hem eder ihyâ
Mahsûstur ol âfete i’câz-ı mahabbet
Nef’î

i’câz-nümâ: İnsanı şaşırtan, âciz bırakan; mucize yaratan.

Hasta-i nâtıkaya ruh-fezâdır hâmen
Zât-i Îsâ gibi
Pcâz-nümMır hâmen
Koca Râgıp Paşa

icâzet: Ar. 1. Cevaz, izin, ruhsat. 2. Diploma.

Bu günden ahdim olsun kimseyi hicv etmeyim illâ
Vereydim ger icâzet hicv ederdim baht-ı nâ-sâzı
Nef’î
Gelmek irâdet, gitmek icâzet

icbâr: Ar. Zor etme, cebr etme, zorlama.

Bir fâilin icbârı bütün gördüğüm âsâr
Cebrî değilim.

Olsam
İlahî ne suçum var
Mehmet Akif
Zemînin aldığı tohmun yekûnu: milyarlar
Demek, tabîat icbâr eden avâmil var
Mehmet Âkif

icbâr-ı baht: Bahtın zorlanması.

İdbâr-ı saht âkıli dîvâne gösterir
İcbâr-ı baht câhili ferzâne gösterir
Keçecizade İzzet Molla

iclal.

iclâl: Ar. Celâl’den; 1. Saygı gösterme, ikram. 2. Büyüklük, kudret ve kuvvet.

İrtika eyleyemez küngür-i iclâline akl
Kılsa da nüh-tabak-ı çerh-i bülendi mirkât
Yenişehirli Avni
Mihr-i iddlini memdûh edip
Hazret-ı Hak
Düşmen devleti huffâş gibi ola darîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
Dünyâ bilir iclâlimi ben böyle değildim
Ben, altı asırdan beri bir kerre eğildim
Midhat Cemal Kuntay

icmâ’: Ar. Cem’den; 1. Toplama, dağınık şeyleri bir araya getirme. 2. Dinî bilgileri bir araya toplama.

Kitâbı, Sünneti, icmâ’ı kaldırıp artık
Havâssı mascara yaptık, avâmı aldattık
Mehmet Akif

icmâl: Ar. Kısaltma, ihtisar etme.

Sahâyif olsa felekler nihâl-ı Sidre kalem
Yazılmaya keremi defteri ale’l-icmâl
Bâkî
Nüsha-i kübrâ-yı sun’um âlem-i tahkîkte
Şerh-i tafsîl-i kazâ fihristi icmâlimdedir
Namık Kemâl
Erba’îne kadar elbette sürer germî-i bahs
İstesem ben ne kadar vasfını etmek icmâl
Ziya Paşa

icrâ’: Ar. 1. Câri kılma ve yapma, akıtma. 2. Düşünce hâlindeki bir şeyi ortaya koyma. 3. Bir notayı çalarak gösterme.

Besâite şeref-i mahremiyyet-i vahdet
Mürekkebâta kabûl-i terekküb-i icrâ
Fuzûlî
Kendinin zarfına bir ârıza eyler îrâs
Mütekâmil olıcak sînede icrâ-yı garaz
beliğ (olıcak: olunca.)
Bizim ev mahkeme ; hâkim bereket versin, acar
Geceden hükmü verir, gündüzün icrâya koşar-
Mehmet Akif

icrâ-yı adâlet: Adalet yapma.

Adem ona derler ki garazdan ola sâlim
Nefsinde dahi eyleye icrâ-yı adâlet
Ziyâ Paşa

icrâ-yı fesâd: Fesat çıkarma.

Perhîz-i mürâiyânı gerçek sanma
İcrâ-yı fesâd etmeye âlet bulamaz
Nâbî

icrâ-yı fUsûl: Fasılları yerine getirme.

Kılmasın devr-i felek bir daha icrâ-yı fusûl
Ne bahâr u ne harîf ü ne zemistân olsun
Enderunlu Fazıl

icrâ-yı garaz: Kin tutma.

Seni telvîse murâd eyleyeni pâke çıkar
Sâf ü deryâ-dil olup eyleme icrâ-yıgaraz
Beliğ icrâ-yı resm-i temsiye: “Akşamınız hayırlı olsun.” sözünü yerine getirme.

Şıktır hüner-nümâ begim a’lâ lisân bilir
İcrâ-yı resm-i temsiyede bonsuvar der
Muallim Naci

icrâ-yı rüsûm-ı ahkâm: Hükümlerin usullerini yerine getirme.

Gerçi kim kişver-i vîrâne-i kalbimde benim
Azl ü nasb eylemez icrâ-yı rüsûm-ı ahkâm
Nâbî

ictihâd: Ar. Cehd’ten; 1 Gücü kuvveti kadar çalışıp çabalama. 2. Eski dinî kitaplardan ve peygambere ait hadislerin değerli meallerine vakıf olarak mezheplerin sahih hadisleri üzerinde çalışarak ortaya koydukları şerî kaideler. 3. Fikir ve görüşte karşılıklı birleşme. c. ictihâdât.

Bu kârgehde görünmezdi hiçbir bâtıl
Deseydi hakkı eğer herkes ictihâdı kadar
Âsaf (Mahmut Celâleddin Paşa)

ictihâd-ı pîr-i aşk: Aşk pirinin aynı düşüncede olması.

Hükm-i îmân-ı rızâda ictihâd-ı pîr-i aşk
Târ-ı medd-i lâyı zünnâr-ı Berehmen eyledi
Esrar Dede

ictimâ: Ar. Cem’den; birleşme, toplanma, bir araya gelme; yığılma. c. ictimâât.

Güneş ile gecenin ictimâ’ı yok ya niçin
Bu kara zülfü nigârın yüzünde derhûr ola
Kadı
Burhaneddin
Deriz tab’-ı beşere ictimâ’ acz ü nahvettir
Cihânın tavrını bir hikmete isnâd lâzımsa
Namık
Kemal ictimâ’-i meziyyât-ı subh u şâm: Gece ve gündüzün meziyetlerinin toplanması.

Alemde ictimâ’-i meziyyât-ı subh u şâm
Bizde tahakkuk eylese olmaz mı gül-tenim
Cenap Şahabeddin ictinâ’: Ar. Meyva toplama; bir araya getirme.

Arz etme bî-mülâhaza halka kelâmını
Nâ-puhte ictinâ’ olunan bâr saht olur
Nüzhet

ictinâb: Ar. Sakınma, çekinme, ihtiraz etme.

Her ser-i mûyumda bir baş olsa mûy-ı ser kimi
Kesse varın tîğ-ı hûn-rîzinden etmem ictinâb
Fuzûlî
Serde zahm-ı seng-i hasretten ederken ictinâb
Geldi
Dâniş başına hep ihtirâz ettiklerin
Dâniş (Dâniş-ı Atîk; Dâniş-ı Kadim)
Sû’-i fi’l ü sû’-i niyyetten edenler ictinâb
Hüsn-i hâl ü hüsn-i şöhretle olurlar kâmyâb

ictirâ’: Ar. Cür’et’ten; cüret ve cesaret etme.

Her tavrına iktifâ ne lâzım
Câizse de ictirâ ne lâzım
Şeyh Galip
îd, iyd: Ar. Bayram.

Yılda bir kurbân keserler halk ü âlem îd için
Dem-be-dem sdat-be-sâat ben senin kurânınam
Fuzûlî
Îd erbâbı
Hicâz’ı hoş müşerref eyledi
Nitekim âşıkları fikr-i visâl-i şâhidân
Taşlıcalı Yahya Bey
Pek umar teşrîfini îdin ikinci gün
Nedîm
Gündüzün olmazsa akşam olsa da mâni değil
Nedim
Îd-i Adhâ: Kurban
Bayramı.

Îd-ı Adhâ’dır ki dil-i cânâneye cân gösterir
Her kişiye kasâbı bir demde kurbân gösterir
Fehim (Hoca Süleyman)
Şimdi tîğ-ı cevrile öldürme kurbân olduğum
İyd-ı Adhâ geldiginde edesin kurbân-ı îd
Bâkî
îd-i cemâl: Güzellik bayramı.

Hayâlî rûze-i gamda hilâle döndüğü bu kim
Senin iyd-i cemâlin görmedi ey mâh bir yıldır
Hayâlî Bey
îd-i cihân: Cihan bayramı.

El çekip îş-i cihândan nûş edenler zehr-i gam
Ser-firâz-ı dehr olup demler kademler sürdüler
Lamiî Çelebi
îd-i ekber: Arefesi
Cuma gününe rastlayan
Kurban
Bayramı.

Eylemez mehlekeye nefsini âk ıl ilka
Ne ederse kişiye gayret-i akrân eyşer
Belîğ
Îd-i ekber olmasın mı sek rakîbin öldüğü
Kalmadı îmân u küfr ehlinde kurbân etmedik
Lamiî Çelebi
îd-i ekber-veş: Arefesi
Cuma gününe rastlayan
Kurban
Bayramı gibi.

Ger rakîbin kanını ettiyse ol meh-rû şarâb Îd-i ekber-veş derûn-ı cânım olmuştur ferah
İlhamî, Selimî (Sultan III. Selim)
îd-i ferhunde: Kutlu bayram.

Îd-i ferhundene kurbân ede a’dânı felek
Sen ahibbâna buyur âb-ı sehâ nân-ı kerem
Ahmet Paşa
îd-i hümâyûn: Mübarek bayram.

Vücûdudur veren âhir-zemâna zîb ü şeref
Nite ki îd-i hümâyûn ile meh-ı Şevvâl
Necati Bey
Îd-i Kurbân: Kurban bayramı.

Îd-ı Kurbân erdi halkı yine şâdân eyledi
Gonca-leb dil-berleri gül gibi handân eyledi

îd-i mübârek-fıtrat: Mübarek yaratılışlı bayram.

Sebeb-i kadri onun îd-i mübârek-fitrat
Şeref-i bahtı bunun dâver-i ferhunde-şiyem
Nef’î
îd-i münevver: Nurlu bayram.

Bir îd-i münevver gibi ey hüsn-i semen-bû
Ömrüm bana zülfün arasından güler ancak
Cenap Şahabeddin îd-i sugrâ: Küçük bayram.

Hey ne buldun aldanırsın îd-i sugrâ zevkına
Duymadın zevkın meğer sen ekber-i îdin gönül
Ümmî Sinan
îd-i va’de-i vasl: Kavuşma vadesinin bayramı.

Olurlar âşıkân kurbân îd-i va’de-i vasla
Tecellî kıl cemâlin aşkına terk edeyim cânı
Âdile Sultan
îd-i vasl: Kavuşma bayramı.

İd-i vaslında hilâl-i ebruvânın cilvesin
Mümin ü kâfir görürse şüphesiz kurbân olur
M.

Esad Erbilî
îd-i visâl: Kavuşma bayramı.

Sipihrin fârigem vaslında mâh u âfitâbından
Garaz iyd-i visâlindir bu ay u gün hisâbından
Fuzûlî
îd-i vuslat: Kavuşma bayramı.

Îd-i vuslatta bizi hoş tutasın ey leb-i mül
Ravza-i hicrini hoş tutmağadır niyyetimiz
Zâti
îd-gâh, îd-geh: Bayrama ait seyir yerleri.

Îd-gehden varalım dolaba dil-ber seyrine
Bakalım âyîne-i devrân ne sûret gösterir
Bâkî
Safâ ise garazın iyd-gâha gel ki sana
Cemâl arz ede her kûşe bin meh ü hûrşîd
Ruhi idâd: Ar. Hesap, sayı.

Saâdet ol dile kim zikr-i nâm-ı yâr eyler
Hulûs-ı kalb ile enfâsının idâdı kadar
Namık Kemâl

idâd-ı enfâs: Nefesleri sayma.

Hayât beste değil mi idâd-ı enfâsa
Kişi bu dâd u sitedde hisâbsız yaşamaz
Hersekli Arif Hikmet

i’dâm: Ar. Adem’den; yok etme, öldürme.

Vâiz-i bî-hûde-gû nefsini i’dâm eyler
Bilse maksûd nedir âlemin îcâdından
Yenişehirli Avni

idâre(t): Ar. Devr’den; 1. Çevirme, döndürme. 2. Lüzumu kadar kullanma.

3. Zabt, rabt ve tertip ve tanzim etme. 4. Az masraf yaparak para arttırma.

Kısmen idâre ettin onun sen cünûdunu
İmhâda eyledimdi adüvv-i anûdunu
Abdülhak Hâmit
Eyler eser-i hayâtı te’mîn
Ervâh-ı idâredir kavânîn
Alaybekizâde Naci idbâr: Ar
Dübûr’dan; 1. Baht ve talihin kötüye gitmesi. 2. Ters çevirip dönme. 3. Bahtsız olup perişan olma.

Gör
Fuzûlî’nin ruh-ı zerdinde eşk-i alını
Perde-i idbâr tutmuş sûret-i ikbâlini
Fuzûlî
Arif kim ola müdbir ü nâ-dân ola mukbil
İkbâline yuf âlemin idbârına hem yuf
Bağdatlı Ruhi
Adile fırsat düşerse kinden istib’âd eder.

Zâlim, idbâra düşerken dinden istimdâd eder
Neyzen Tevfik

idbâr-ı dükkân-ı Behrâm: Behram’ın dükkânına geri dönüş.

Müşterî oldu harîdâr-ı metâ’-ı Nâhîd
Oldu der-beste idbâr-ı dükkân-ı Behrâm
Nâbî

idbâr-ı inân-gîr: Dizgin tutanın geri dönmesi (talihin geri dönmesi.)
Zevkı var cilve-iyek-rân-ıgurûrun ammâ
Olmasa pençe-i idbâr-ı inân-gîr olmak
Nâbî

idbâr-ı saht: Güçlünün geri dönüşü.

İdbâr-ı saht âkıli dîvâne gösterir
İcbâr-ı baht câhili ferzâne gösterir
Keçecizade İzzet Molla

iddiâ: Ar. Da’vâ’dan; 1. Dava etme. 2. Bir söz üzere inat etme. 3. Kendi meziyeti hususunda inat etme.

Görmüş onu sonradan
Atâyî
Hamse yazıp etmiş iddiâyı
Atâyî (Nev’izade Atâullah)
Yâ Rab dûçâr-ı aşkın olanlar hâmûş iken
Meczûb-ı aşk olmayana iddiâ nedir
Esrar Dede
Bu iddidları hep terk edin ki pek boştur
Yıkık binâ-yı hurâfâta tırmanan yorulur
Kemalzade Ekrem Bey

iddiâ-yı aşk: Aşk iddia etme.

İddiâ-yı aşk ile gelmez hamûşa ser-be-ser
Nâbîyâ şart-ı mahabbet nâle vü feryâd iken
Nâbî

iddiâ-yı merhamet: Merhamette inat etme.

Nîm-bismilken yed-i gadrinde, kurbân etmiyor
Etmiş olsa hakkı var ya iddid-yi merhamet
Tahirü’l Mevlevi iddiâ-yı müsâfât: Birbirine kötü muamele etme iddiası.

Nâ-râsttır sipihr mümâşât ederse de
Sâf olmaz iddid-yi müsâfât ederse de
Nâbî

iddihâr: Ar. Biriktirme, toplayıp bir araya getirme.

Çok verip vâsi’ olursa hâlin
İddihâr eyle biraz emvâlin
Nâbî

idmâc: Ar. Bir şeyi bir şeyin içine koyma, sıkıştırma.

Münkiri gör ki ona eğri nazar etmekle
Aslı yoğiken eder onda salîbi idmâc
Nuri

idmân: Ar. 1. Bir işi öğrenmek için üzerinde alıştırma yapma 2. Beden terbiyesi, jimnastik.

Dalkavukluktaki idmânları sermâyeleri
Onlar azdırdı bu milletteki pes-pâyeleri
Mehmet Akif

idmân-ı felek: Feleğin idmanı.

Zevk var ehl-i dil ü tab’a sitem eylemeden
Çâre ne devr edeli böyledir idmân-ı felek
Nef’î

idrâk: Ar. Derk’ten; 1. Akıl, feraset. 2. Akl etme, anlama, kavrama, kavrayış. 3. Bitişme. 4. Erişme, ulaşma, yetişme. c. idrâkât.

Öyle ser-mestim ki idrâk etmezem dünyâ nedir
Ben kimem sâkî olan kimdir mey ü sahbâ nedir
Fuzûlî
Ne mümkün zulm ile, bî-dâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyyetten
Namık Kemâl
Hürriyetin o devrini idrâk edenlerin
Hulyâlarında vardı bir efsûnlu hâtıra
Yahya Kemal

idrâk-i maâlî: Yüksek derin hikmetleri kavrama.

İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez
Zîrâ bu terâzû o kadar sıkleti çekmez
Ziyâ Paşa

idrâkât: İdrak’ler, kavrayışlar. idrâkât-ı insânî: İnsanî anlayışlar.

Şükûh-ı kudreti a’lâ-yi idrâkât-i insânî
Vücûh-ı hikmeti bîrûn-ı add-i fehm ü istîfâ
Nâbî
İdrîs: Ar. İdris peygamber.

Şit peygamberden sonra gelmiştir.

Yazı, tıp, yıldız ilmi ve terziliği ilk o kullanmıştır.

Onun için de yazı ve terziliğin piri sayılır.

Diri iken Allah tarafından göğe çekilmiş ve meleklere hoca olmuştur.

Kur’an’da
Meryem 56-57 ve
Enbiya 56-58’nci surelerde adı geçer.

Tefsîr-i faziletin
İdrîs
Eyler saff-ı kudsiyâna tedrîs
Nâbî
İdrîs-i muhtefî: Gizlenmiş
İdris.

Gâibde bir muhâvere geçmiş de pek hafî
Gaybî
ye söylemiş bunu
İdrîs-i muhtf
Yahya Kemal
İdrîs-i sebak-hân: Dersini okuyan İdris.

İdrîs-i sebak-hânı henüz hâve-i aşkın
İlyâs o debistânda bir tıfl-ı mürâhik
Esrar Dede
îfâ’: Ar. Vefâ’dan; 1. Eda etme, sözünü muhafaza ve yerine getirme. 2. Bir işi yapma, görme.

Acizim şükrünü îfâda ki etti lûtfun
Şem’-i maksûdumu âhir nefesimle iş’âl
Ziya Paşa

ifâkat: Ar. Hastanın iyi olması, iyiliğe dönme hâli.

Sittîn erişti ey dil inâbet zemânıdır
Ser-germî-i hevâdan ifâkat zemânıdır
Nâbî
Mahfûzdur inâyet-ı Bârî’de kişveri
Çeşm-i hasûd hâbda görmez ifâkati
Nâbî
Ruhunşem’i firâkında olup ser-geşte dîvâne
İfâkat bulmağa gece çerâga geldi pervâne
Behiştî

ifâza: Ar. Feyz’den; 1. Feyizlendirme, bereketlendirme. 2. Kabı taşacak derecede doldurma.

Eyledi halka ifâza semerât-i râhat
Mezra’-ı âlemi gark-ıgil eden ebr-i zalâm
Nâbî

ifâza-bahş: Aydınlatan, feyizlendiren.

ifâza-bahş-ı hayât: Hayatın aydınlatanı.

İfâza-bahş-ı hayât olmasaydı nâmiye
Kururdu ırkı mevâlidi ümmehâtı çehâr
Ziyâ Paşa

ifdâl: Ar. Fadl’dan; lütuf ve bağış.

Bahr-i zehhâr-i mürüvvet kim kef-i dür-pâşânın
Her benânı neyl-i ifdâl ü atâ mikyâsıdır
Nedim

iffet: Ar. 1. Afiflik, kabahat ve haramdan kaçınma, ahlâk kurallarına bağlılık. 2. Temizlik.

Bulamaz yemez der ekserî erbâb-ı iffetin
Gördük zemânenin nice perhîz-kârını
Kâzım Paşa
Kızımın iffeti batmakta rezîlin gözüne
Acırım tükürüğe billâhî tükürsem yüzüne
Mehmet Akif

ifhâm: Ar. Fuhûm’dan; bir bahis ve konuda susturma, konuşturmama.

Bahsetse eder cihânı ilzâm
Bir sözle eder fihâmı ifhâm
Şeyh Galip

ifhâm: Ar. Fehim’den; anlatma, tefhim
etme.

Sana ettim bu kadarca ifhâm
Kıl tevârîhe nazar anla tamâm
Sünbülzade Vehbi

iflâh: Ar. 1. Felah bulma, selamete çıkma. 2. Kutlu, başarılı olma.

Bu mülk ü azm ü kiyâsetle siz k ılın ıslâh
Bu halkı akl u ferâsetle siz edin iflâh
abdülhak Hâmit

iflâs: Ar. Feles’ten ; müflis olma, mal ve parası kalmama.

İhtikârın sonu iflâsa çıkar
Yapar evvel bir evi sonra yıkar
Nâbî
Ne ola âlemde tehî kîse isen ey Gâlib
Geldi ihvân ile hep tab’agınâ-yı iflâs
Leskofçalı Galip
Düşmüş kimi tecessür-i kibrît-i ahmere
Olmuş kimine mûcib-i iflâs kîmyâ

ifnâ’: Ar. Fenâ’dan; yok etme, idam etme, ortadan kaldırma. 2. Boşu boşuna harcama, tüketme.

Tutar ağzında balık bir gevher-i yegâne
Durdukça gevher anda balığı eyler ifnâ
Muradî (Sultan IV. Murat) (anda: orada.)
Bir gün bizi mahvetmeyi isterdi felek
Bir kasdı var ilhâk ile ifnâmıza dek
Yahya Kemal
Tasavvur hurdesin dilden gubâr-âsâ eder ifnâ
Ne toz konduramaz oldu olperî kââ-yı nâz üzre
Hanif Efendi

ifnâ-yı adem: Yokluğu yok etme.

İki kâğıttan olur bu nüsah-ı kevn ü mekân
Biri ibka: -yı vücûd ü biri ifnâ-yı adem Akif Paşa

ifnâ-yı vatan: Vatanı yok etme.

Düşmân geliyor maksadı ifnâ-yı vatandır
Karşı duracak düşmâna ebnâ-yı vatandır
Namık Kemâl

ifnâ-yı vücûd: Kendi varlığından çıkma.

Evvel eser-i aşk ile ifnâ-yı vücûd et
Sonra taleb-i ma’rifet-i feyz-işühûd et
Hersekli Arif Hikmet
Lâlede dâg gibi sâbit olup âteşte
Hergiz ifnâ-yı vücûd eylemeye anber-i ham
Cevrî (İbrahim Çelebi)

ifrâd: Ar. 1. Tek olarak söyleme. 2. Ayırma.

ifrâd-ı tekrîm: Saygıda ayırma.

Peder ü mâdere ta’zîm eyle
Ya’nî ifrM-ı tekrîm eyle
Sünbülzade Vehbi

ifrâğ: Ar. Ferâğ’dan; 1. Kalıba dökme, akıtma, cari kılma. 2. Şekillendirme.

Kangı yere etse lem’a ifrâğ
Ol lem’a olurdu biryanardağ
Ziya Paşa

ifrât: Ar. Fart’tan; sınırı ve haddi aşma. şûh-ı telh-gû ifrât eyler cevr ü nâzında
Aceb bilmez mi ki lezzet olur her şeyin azında
Hilmi (Trabzonlu)
O ne ifrât ile rikkat!
Hani etsen ta’mîr
Bir kadın rûhu değildir o kadar belki rakîk
Mehmet Akif

ifrâz: Ar. 1. Bir bütünden parça ayırma. 2. Vücuttaki bir yaradan çıkan salgı. c. ifrâzât.

Sun’-ı Hak ya gül-şen-i cennetten ifrâz eylemiş
Başka bir cây-ı tarab-engîz-i gam-fersâ mıdır
Nef’î

ifrît: Ar. Korkunç mitolojik varlık; şeytanlar. c. efârît, afârît.

ifrît-i Râfizî: Rafizî ifriti.

Saldırdı fart-ı gayz ile ifrît-ı Râfizî
Tâligöründü bizlere sol kolda pek yaman
Yahya Kemal
efârît, afârît: İfrit’ler, şeytanlar. afârît-i bî-emân-ı Arab: Arab’ın emniyetsiz ifritleri.

Ki çend sâle afârît-i bî-emân-ı Arab
Irâk’ın etmiş iken arsasın harâb-âbâd
Nâbî
afârît-i fesâd ü fitne: Fitne ve fesat şeytanları.

Afârît-i fesâd ü fitne hep mahkûm-ı fermândır
Ziya Paşa

ifsâd: Ar. Fesâd’tan; 1. Fesada uğratma. 2. Azdırma. 3. Bozma.

Bu ribât-ı çerhte mümkün müdür hâb-ı ferâğ
Birbirin eczâ-yı kevn âmâde-i ifsâd iken
Nâbî
Eyleye râh-ı sevâbı irşâd
Etmeye ya’nî umûru işSdd
Sünbülzade Vehbi
Hazm eder cümlesin işkembe-i kübrâya sürer
Sürüler mideni imkân bulamaz ifâda
Hamamizâde İhsan

ifsâd-ı âlem: Âlemi fesada uğratma.

Mûcib-i ifsâd-ı âlemdir, İlâh olmaz iki
Bir serîr-i saltanattapâdişah olmaz iki

ifsâd-ı ukûl: Akılların fesada uğratması.

Mey gibi çihre-fürûzende-i hûbân olmak
Hoştur ifsâd-ı ukûl eylemeden bencgibi
Nâbî

ifşâ: Ar. Açıklama, duyurma, fâş etme, şüyu buldurma. c. ifşâât.

Ey kilk-igazel-perdâz âhir ederek nâle
Derd-i dil-ı Esrâr’ı ettin mi yine ifşâ
Esrar Dede
Arif isen etme hakîkat sırrını ifşâ
Kelâm-ı Hak çıkardı baştan Hallâc-ı Mansûr’u
Vâlih-ı Kadim (Kurtzade Edirneli Şeyh)
Gayret komuyor der de eder gıybete âgâz
İfşâ-yı uyûb etme midir gayret-i ahbâb
Enderunlu Vâsıf

ifşâ-yı harf-i bâde: Şarap harfini açıklama.

İfşâ-yı harfi bâdeye dâ’ir cevâbı var
Mürg-i varak Peren Peren eyvâh-hân olur
Esrar Dede

ifşâ-yı râz: Sırrı açıklama.

Râz-ı ışkın saklarım elden nihân ey serv-i nâz
Gitse başım şem’ teg mümkin değil ifşâ-yı râz
Fuzûlî

ifşâ-yı uyûb: Ayıpları açıklama.

Gayret komuyor der de eder gıybete âgâz
İfşâ-yı uyûb etme midir gayret-i ahbâb
enderunlu Vâsıf

iftâr: Ar. Fıtr’dan; oruç bozma, yeme ve içmeye başlama.

Gelir şevke kesel neyl-i visâl-i yârdan sonra
Olur ârız girânlık sâime iftârdan sonra
Nâbî
Bâz etmeyelim hadîsten gayre dehen
Hurma-ı Medîne’yle iftâr edelim
Nâbî
Vakt-i iftâr kühen sözlere karnım toktur
Vehbiyâ aç elini hayr duâ eyle hemen
Seyyit Vehbi iftihâr: Ar. Fahr’den; kadir ve kıymeti çok artması yüzünden bir çeşit ululuk edinme, gururlanma, övünme.

İftihâr eyler ise mahşere dek lâyıktır
Handânındaki evlâd u abîd ü huddâm
Nâbî
Sanadır ilticâsı
Gâlib’in yâ
Hazret-ı Monlâ
Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa sendendir
Şeyh Galip
Kemâl erbâbı ârâyişle asla iftihâr etmez
Değildir hürmeti mushaflara cild-i mutallMan
Lebîb-ı Âmidî (Abdülgafur Hüseyin)

iftihâr-ı ins ü cânn: İnsan ve cin kavminin övünmesi.

Yegâne şeyhü’l
İslâm-ı melek-haslet ki evsâfı
Olur ziynet-i zebân-ı iftihâr-ı ins ü cânn üzre
Ziyâ Paşa

iftihâr-ı mahdûm: Oğul övünmesi.

Bida’a kalmaz idi iftihâr-ı mahdûma
Fürû-nihâde olunsa efendizâdeliği
Koca Râgıp Paşa

iftihâr-ı ma’nî: Mana övünmesi.

Nâmenledir iştihâr-ı irfân
Lafhınladır iftihâr-ı ma’nî
Ünsî

iftihâr-ı rûzigâr: Zamanın iftiharı.

Bir gelir kevne senin gibi muhît-i her-kemâl
Olsa zâtınla becâdır iftihâr-ı rûzigâr Akif Paşa

iftihâr-ı şehriyârân: Padişahların şanı.

Zihî sâni ki eyler berg-i tût ü kirm-i bed-bûdan
Libâs-ı iftihâr-ı şehriyârâna atlas ü dîbâ
Nâbî iftihâr-ı şer’-i peygamber: Peygamber yolunun iftiharı.

Sütûde kehf-i ümmet iftihâr-ı şer’-ipeygamber
Güzîde fahr-i millet mahz-ı lutf-ı hazret-ı Bârî
Nef’î

iftikâr: Ar. Fakr’dan; 1. Fakirlik gösterme. 2. İhtiyacı olma. 3. Alçak gönüllülük.

Sipâh-ı memlekete iftikârı sâbit iken
Mülûk-ı âlem sûret-i gedâ değil de nedir
Nâbî
Hep hâk-ile yeksân olan erdi visâle aldı şân
Elden bırakma iftikârı
Adile yalvarı gör
Âdile Sultan
Yok şirke eğerçi idibârı
Tevhîde de yoktur if’ika. n
Muallim Naci

iftirâ’: Ar. Birine aslı olmayan bir suçu
yükleme. c. iftirâât.

iftirâ-âmîz: İftirayla karışık. tozlu çevrelerde, o iftirâ-âmîz
Muhit içinde görünmekte, kirli şermende
ziya Gökalp

iftirâk: Ar. Fark’tan; 1. Dağılma, ayrılma. 2. Ayrılık.

Yâ Rab nedir bu nâr-ı ciger-sûz-ı iftirâk
Ahımdan âsümâna düşer havf-ı ihtirâk
Ziyâ Paşa
İftirâkın faslını yazdıkça eyler dil enîn
Kilk-i hüzn-engîz gönlüm sâzının mızrâbıdır
Muallim Naci
Hükmü gerdûnda merâm etseyidi sad-i ber-karâr
Eylemezdi tâ-ebed
Bercîs’e keyvân-ı iftirâk
Üsküdarlı Hakkı Bey

iftirâs: Ar. 1. Avlayıp parçalama, zorla alıp yere yıkma. 2. Ferasetli, çabuk kavrayış.

Nûr-ı Hak’tan bir kabes eylerse kullar iktibâs
Onlara ilhâm olur elbette ilm-i iftirâs
Nun

iftirâz: Ar. Farz’dan; farz gibi yapma.

Hamdülillah eyledim bu fenn-i vahdette ikrâz
Sünnet ü farzgibi kıldım ben nevâfil iftirâz
Gaybî

iğbirâr: Ar. Gubâr’dan; 1. Toz alma, toz ile kirlenme, tozlanma. 2. Kırılma, gücenme.

Hep servler vurur nazar-i iğbirârıma
Taşlar soğuk soğuk dikilir reh-güzârıma
Tevfik Fikret
Münfail bir semâ-yı giryânın
Zerdî-i iğbirârı altında
Münkeşif bir hazân-ı nâlânın
Gird-bâdî-i gam-nisârında
Ahmet Hâşim

iğbirâr-ı latîf: Hoş kırılma.

Bu iğbirâr-ı latîfin sirâyetiyle gönül
Neler tahattur eder neşve-bahş ü girye-fezâ
Tevfik Fikret

iğfâl: Ar. Gaflet’ten; 1. Gaflet ve dikkatsizlikten dolayı yanlış iş yapma. 2. Uyanık olamama. 3. Gaflet ettirip hata ettirme. c. iğfâlât
Eslâfı ya etmek için ibcâl
Lâyık mı muâsırîni iğfâl
Namık Kemâl
Beşer ki olmada birkaç harîs ü bed emelin
Zebûnu, pençe-i iğfâl ü Ftisâfinda
Doktor Abdullah Cevdet

iğfâlât: Gaflet’ler.

Kapılma dehrin igfâlâtına ahlâk bahsinde
Sana ol fende vicdânın yeter üstâd lâzımsa
Namık Kemâl

iğlâk: Ar. 1. Kapama. 2. ed. Sözü anlaşılamayacak şekilde söylemek. c. iğlâkât.

Ne lâzımdır düşürmek şiri
Nâbî kayd-ı iğlâka
Bu denlü bî-tekellüf sâde şi’r-i dil-güşâ derken
Nâbî

iğmâz: Ar. Ayıplama, ayıp bulma.

Hecr ile gözüm yaşlarını eyledi ummân
İğmâz edip ol serv-i revân çıktı kenâre
Figânî
İğmâz ü tegâfül gerek âsâyişe, yoksa.

Bî-gâyedir âmed-şüd-i emvâc-ı havâdis
Tevfik Fikret
Ve muzırr bir delisin; haddini aştın, artık
Seni iğmâz edemez, hazm edemez insânlık
Tevfik Fikret

ignâ’: Ar. Gınâ’dan; 1. Zengin etme, edilme. 2. Bir şeye muhtaç bırakmama.

Edip yerli yerince kârgâh-ı tertîb
Kimin etmişgedâ-yı kâse derkef kimisin iğnâ
Nâbî

igrâk: Ar. 1. Suya boğma. 2. Aklen mümkün fakat alışkanlık olarak mümkün olmayan abartma. c. igrâkat.

Mukallidi bırakır şekke ihtilâf-ı zevât
Eder sefîneyi igrâk kesret-i mellâh
Basîrî (Musullu Halil)

igrâs: Ar. Yerleştirme, toprağa dikme.

Hemen saâdet ile azîm-ı Sıfahân ol
Kurup memâlik-ı Şark’a otağ-ı igrâsı
Nâilî

i’râz: Ar. 1. Yüz çevirme, 2. Sakınma, çekinme.

Bî-irtiyâb her neden i’râz ederse halk
Bi’t-tabi’ refte refte tedennî-nümûn olur
Muallim Naci

igtirâk: Ar. Gark’tan; suda boğulma, gark olma.

Gâh havf-ı ihtirâk ü gâh hevl-i iğtirâk
Mihnet-i vapur kalmaz renc-i rüst-â-hîzden
Ethem Muhlis Paşa

igtirâr: Ar. Gurûr’dan; 1. Gururlanma. 2. Gaflette bulunma.

Senin yerinde olsaydım bütün şümûs-ı garam
Zebûn ü bî-ârâm
Dönerdi pîş-i igtirârımda
Tevfik Fikret

igtisâl: Ar. Gasl’dan; yıkanma, gusül
etme.

İki emre birden edip imtisâl
Hemen ibtidâ eyledim igtisâl
Keçecizade İzzet Molla

igtinâm: Ar. Ganimet’ten; 1. Yağma ve talan ile alma. 2. Zahmetsiz bir kazanç gözüyle bakma.

Süzülmüş bâde hâtırlar güşâde meclis âmâde
Nisâb-ı ayş u işretten ahibbâ igtinâm üzre
Nâilî
Oldum bu merâma çünkü âzim
Fırsat demin iğtinâm lâzım
Recaizade Ekrem

igvâ: Ar. Gavâye’den; azdırma, azdırılma, yoldan, baştan çıkarma.

Küfr ü îmân neydügün fehm eylemez yoktur necât
Fâsıkın kalbinde her dem
İblîs’in igvâsı var
Ümmî Sinan

igzâb: Ar. Gazab’tan; kızdırma, gazaba getirme.

İgzâb oluyor fegândan ol mâh
Çeşmi kararır ger eylesen âh
Şeyh Galip

ihâle: Ar. Havl’den; bir işi en uygun görülen şartlarla kabul edene bırakma.

Ettik sizi sa’y ile iâle
Tenbelliğe etmedik ibâşe
Muallim Naci
îhâm: Ar. Vehm’den; birkaç anlama gelen kelime kullanarak uzak manasını kullanmaktan meydana getirilen edebi sanatttır.

Bu sanata
Tevriye sanatı da denir.

Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun
Şecâat arz ederken merd-ı Kıbtî sirkatin söyler
Koca Râgıp Paşa
Kûşe-i çeşm-i sühan-dâna olmaz hâil
Tutuk tevriye vü perde-serâ-yı îhâm
Nâbî
Yazdığın ol hatt-ı ta’lîk-i hayât-efZdnın
Şîve-i harfi eder rûh-ı imâda îhâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)

ihan: Ar. İhnet’ler; gazaplar, öfkeler.

Mey-i ışkınla ser-mest olduğum ilden nihân kalmaz
Muhâl-i akldır kim saklaya râzın ihan ser-hoş
Fuzûlî

ihânet: Ar. Hevn’den; 1. Hâinlik etme, hâin olma. 2. Aşkta vefasızlık etme, aldatma.

Vedîâ nesneye olmaz ihânet
Lâ (Emânete ihânet olmaz Atasözü)
Razî değilse ger buna nâmûs-ı dil-ber
Uşşâka derse böyle ihânet yaman olur
Nef’î
Al-ı Resûl’e
Hamdî ihânet edenleri
Recm eyle seng-i la’netin ile
Hudâ-y-için
Hamdullah Hamdi
Sâdık görünür kisvede erbâb-ı ihânet
Mürşid sanılır vehlede erbâb-ı dalâlet
Ziyâ Paşa

ihâta: Ar. İçine alma, bir şeyi kaplama, kuşatma, tam çevirme. 2. Kavrayış.

Eflâk değil kat kat olup eden ihâta
Zehr iledolu mâr-ı ham-ender-ham imiş bu
Nef’î
Yayıldı cümle cihân içre çün sadâ-yı edeb
İhâta kıldı kamu kûşeyi nidâ-yı edeb
Muradî (Sultan III. Murat)
Eyler etrâfin ihâta mîve-çînân-ı zemân
Bir diraht-ı bâğbân-perverde kim pür-bâr olur
Andelib (Mehmet Esad Faik)

ihbâr: Ar. Haber’den; haber verme, bildirme.

Nedir aceb sebeb-i hayretin nedir derdin
Kemâl-i lûtf ile kıl kemînene ihbâr
Nedim

ihdâ3: Ar. 1. Hediyye’den; hediye etme, edilme, hediye gönderme, gönderilme. 2. Hidayet’ten; doğru yola götürme.

Edip nerm ü dürüştü lâmise tafînine mevkûf
Meşâmmı bûya vakfetmiş merâka lezzeti ihdâ
Münif
Sensin eden ıdlâl nice ehl-i tarîki
Sensin eden ihdâ nice güm-geşte-i râhı
Ziyâ Paşa

ihdâ-yı nigâh: Bakış hediyesi.

Bârî kıl hâk-i ebed-hâneme ihdâ-yı nigâh
Derd-i aşkınla ölürsem senin ey çeşm-i siyâh
Cenap Şahabeddin ihdâs: Ar. Hades’ten; meydana getirme, ortaya çıkarma.

Siz, ey bu yangını ihdâs eden beş altı sefîl
Ki ettiniz bizi
Hırvatla
Sırba karşı rezîl
Mehmet Akif

ihfâ’: Ar. Hafî’den; gizleme, saklama, ketmetme.

Rûşen oldu gün gibi tezvîri müşgîn hattının
Her nefes ânı dehânın gibi ihfâdan ne olur
Lamiî Çelebi
Ol ne âfettir vücûdu hâliyâ ihfâdedir
Menzili esfelde ammâ meskeni bâlâdadır
Âşık Ömer

ihfâ-yı adem: Yokluğu saklama.

Şeyhe bak ketm-i ademden diye takrîr eyler
Bilmez ammâ ki nedir maânî-i ihfâ-yı adem
Akif Paşa

ihfâ-yı aşk: Aşkı gizleme.

Aşk u misk olmaz nihân ânı bilir halk-ı cihân
Aşık-ı bî-çâreye mümkün müdür ihfâ-yı aşk
Hüdayi (Üsküdarlı Şeyh Aziz Mahmut)

ihkâm: Ar. Hakem ve tahkîm’den; sağlamlaştırma, muhkem kılma.

Bir vezîr-i hıred-efrûz-ı umûr-endûzun
Ettiler destine teslîm umûr-ı ihkâm
Nâbî
İhkâm eder kemâl-i hulûs-ı taviyyetim
Her kârda
Hudâ’ya olan istinâdımı
recaizade Ekrem

ihlâl: Ar. Halel’den; halel verme, bozma, bozulma, sakatlama.

Kanda kim cem’ ola câm u dil-ber ü aşk u şebâb
Anda
İblîsin ne hâcet mekrine ihlâline
Nâbî
(anda: orada.)
Hikmet, nizâm-ı âlem-i kevn ü fesâdı hep
İhlâl eden müdâhenedir, irtikâbtır
Hersekli Arif Hikmet
Gül ü bülbül asamm u ebkem ü lâl
Sulhu ben bâri etmeyeyim ihlâl
Abdülhak Hamit

ihlâl-i sükût: Sessizliği bozma.

Küre ihlâl-i sükût etmek için
Hande-i derûnu bekler fecrin
Cenap Şahabeddin ihlâl-i şân-ı feyz-i insân: İnsanın feyizli şanını bozma.

Nutkudur ser-mâye-i bahş-i eşrefiyyet âdeme
Bâis-i ihlâl-i şân-ı feyz-i insândır sükût
Hersekli Arif Hikmet

ihlâs: Ar. Hulûs’tan; 1. Çok hâlis ve pek temiz olma. 2. Gönülden gelen dostluk, samimiyet.

Pûte-i ihlâsta beni görücek zerd-rû
İllet-i tezvîr ile bîmâr sanmışşeh beni
Necati Bey
İhlâsın olmayınca
Hudâvend-i âleme
Ey zdhid-i gabî ne okursun namâzda
Nâbî
Tevekkül bâd-bânın kıl güşâde fülk-i ihlâsa
Eser bahr-i emelde bir muvâfik rûzgâr elbet
Fıtnat

ihmâl: Ar. 1. Boşlama, bırakma, terk etme, önem vermeme. 2. Bir harfi noktasız kılma.

Tîz çekmezsin cefâ tîğin beni öldürmeğe
Öldürür bir gün beni âhir bu ihmâlin senin
Fuzûlî
Şîve-i tedbîrdir esbâb-ı neyl-i her murâd
Menzil-i maksûda varmaz kimse hîç ihmâl ile
Leskofçalı Galip
Heyecân yok, yalnız mes’elenin ihmâli
Bence pek doğru değildir, evet, insân hâli
Mehmet Akif

ihmirâr: Ar. Humret’ten; kırmızılık, ahmerlik.

Reng-i şafak değildir her subh olan nümâyân
Aks etmiş erguvânın âfâka ihmirârı
Namık Kemâl
Hep vecne vecne vecne-i dil-dârı andırır
Vech-i şafakta dalgalanan nûr-ı ihmirâr
Kemalzâde Ekrem Bey

ihmirâr-ı ketûm: Sır saklayan kırmızılık.

Ufkun bir ihmirâr-ı ketûmunda kuşların
Çığlıklarında, köyleri tekfin eden karın
Levhinde bir fecîa duyar, inşerim
Tevfik Fikret

ihnâk: Ar. Hunk’tan; Kızdırma, darıltma.

Tavk-ı fermânı ile silsile-bend olmazsa
Ademi habl-i verîdle ederler ihnâk
Yenişehirli Avni
İşte en zorlu hasmın ey Hallâk
Seni arşında eyleyen ihnâk
Tevfik Fikret

ihrâc: Ar. Hurûc’tan; 1. Çıkarma, dışarı atma. 2. Tahsîl etme. 3. Uzatma ve uzunluk verme. c. ihrâcât.

Şükrü lillâh ki
Fuzûlî’ni edip dâhil-i feyz
Rağbetin dâire-i havftan etmiş ibrdr
Fuzûlî
Dendânlarını dest-i kazâ eyledi ihrâc
Akvâm-ı cihân gördü nedir gâye-i târâc
Abdülhak Hâmit
Sa’y-i istikhâl ederken dîdesin ihrâc eder
Lâ (Kaş yapayım derken göz çıkarır atasözünün diğer bir söyleniş şekli)

ihrâm: Ar. Harem’den; hacıların giydiği bir çeşit elbise.

Ehl-i îmâna cihânda maksad-ı kâm oldu hac
Bâis-i cem’iyyet eshâb-ı ihrâm oldu hac
İlhamî, Selimî (Sultan III. Selim)
Tecerrüdse murâdın kûy-ı cânânda fedâ kıl cân
Çıkılmaz câme-i ihrâmdan, sa’y etme, kurbânsız
Şeyh Galip
Harem-ı Kâ’be, de de halkı soyarsın hâcı
Söyle nebbâşa nedir fâidesi ihrâmın
Sâbit

ihrâz: Ar. 1. Kazanma, elde etme. 2. Nail olma, erişme.

Çok görmüşüz nigûnluğun endek zemânede
Zu’munca câh ü rütbeler ihrâz edenlerin
Nâbî
Rütbe-i i’câzı ihrâz etse tab’ım çok mudur
Rûzgârın nâsihi sihr-i helâldir sözün
Yenişehirli Avni
Hamlini vaz’ etti ihrâz şehâdet eyledi
Reh-nümâ oldu ona şeh-râh-ı cinnetde cenîn

ihrâz-ı şöhret: Şöhret kazanma.

İhrâz-ı şöhret eylemenin bin tarîki var
Ammâ tarîk-ı ma’rifeti iltizâm edin
Hamdî (Nazımul-hikem Ahmet)

ihsâ: Ar. Hasâ’dan; sayma, sayılma.

Şümâr-ı nimetinde bî-vefâdır leşker-i a’dâd
Senâ-yı kudretinde nâ-resâdır süllem-i ihsâ
Nâbî
Ger hamdine yoksa hadd ü ihsâ
Şükr et ki zebân-ı acz gûyâ
Şeyh Galip
Yoktur şuarâsına husûsâ
İmkân-ı hudûd add ü ihsâ
Ziya Paşa

ihsâ-yı senâ: Övme sayması.

İhsâ-yı senâya yetse kudret
Fevt etmez idi şeh-i risâlet
Vassâf ihsân: Ar. Hasen’den; iyilik ve mürüvvetten çıkan davranış hoşluğu, iyi muamele etme.

Doyulmaz hân-ı ihsâna kanâat gelmez insâna
Kerem gördükçe ey Bâkî gedâlardan recâ artar
Bâkî
Bir vaz’-ı hasen etti koyup sîneye bir dâg
Bir iki elif çekti yine eyledi ihsân
Şeyhülislam Yahya
Adl ü ihsânını ölçüp biçemez
Newton’lar
Akl u irfânını derk edemez
Eflâtûn’lar
Şinasi ihsân-ı bâb-ı Ahmed: Hz. Muhammed (s. a. s.)’in kapısının ihsanı.

Ay ile gün felekte aks-i rikâb-ı Ahmed
Bunca şeref melekte ihsân-ı bâb-ı Ahmed
Hamdullah Hamdi

ihsân-ı enbiyâ: Nebilerin ihsanı.

Her kim olursapey-siper-i ittibâ’ olur
Ser-menzilinde nâil-i ihsân-ı enbiyâ
Nâbî

ihsân-ı firâvân: Bol ihsan.

Cümle müstağrak-ı ihsân-ı firâvândır
Ser-te-ser sınf-ı havâs ile avâm-ı devlet
Münif ihsân-ı hâs: Özel ihsan.

Bende-i şöhret için yoktur halâs
Olsa
Mevlâ’dan meğer ihsân-ı hâs
Nahîfî ihsân-ı Hudâ: Allah’ın ihsanı.

Ümmîdinipâ-beste-i ye’s eyleme
Nâbî
İhsân-ı Hudâ bir gün eder def’i mevâni’
Nâbî
Kesmem ümmîdimi ihsân-ı Hudâ’dan zîrâ
Kerem ü lutfu füzûndur benim ümîdimden
Nâbî

ihsân-ı Mevlânâ: Mevlana’nın ihsanı.

Durursun pây-mâçân-ı rızâda sıdk ile her dem
Olunca müstaidd ihsân-ı Mevlânâ’ya ey dervîş
Esrar Dede

ihsân-ı şems-i aşk: Aşk güneşinin iyiliği.

İhsân-ı şems-i aşk ile
Esrâr’a bî-dirîğ
Meh-pâre-i cemâlini ol meh bağışladı
Esrar Dede

ihsân-ı vasl: Kavuşma ihsanı.

Olur ihsân-ı vaslım bûseye teklîf-i câm olmaz
Demiş ol lutfa dahi kâni’iz bâri hemen ola
Behiştî

ihsân-dîde-gân: İhsan görmüş, bağış almışlar.

Var yeri dolduysa medhinle cihân
Menkıbethândır ihsân-dîde-gân
Muallim Naci

ihsân-hîz: İyilik dağıtan

ihsân-hîz-i rahmet: Rahmet iyiliği dağıtan. der-gâh-ı kerem kim hâki ihsân-hîz-i rahmettir
Ne kâdirdir amel-i müstevcib olmağa hâşâ
Nâbî

ihsân-şekl: İhsan şeklinde.

Bu kasîde umaram komaya yerde yükümü Üştür ihsân edeşeh ol geçen ihsân-şekl
Hayâlî Bey

ihtâr: Ar. Hutûr’dan; 1. Hatırlatma. 2. Tenbih, dikkatini çekme. c. ihtârât.

Hakkı bir zâlime ihtâr, o ne şâhâne cihâd “En büyüktür” dedi
Peygam-ber-ipâkîze-nihâd
Mehmet Akif
Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtâr ediyor
Çokk yavaş, yalnız içinden duyulur bir sesle
Yahya Kemal

ihticâb: Ar. Hicâb’tan; 1. Örtünme. 2. Saklanma, gizlenme.

Dost yüzünün nikâbı cân gözünün hicâbı
Verir mi ihticâbı ebsâr-ı âşık-âne
Nmi
Ses almayayım mı daha nağme-i rebâbından
Tevahhuş eyliyorum hâl-i ihticâbından
Recaizade Ekrem
Ey me’men-i şebâb ü zekâ ben de bir zemân
Ettim geniş kanatların altında ihticâb
Tevfik Fikret

ihticâc: Ar. Hüccet’ten; delil, vesika, şahit. c. ihticâcât.

Bâde bu bâde muğ-beçe bu muğ-beçe yine
Tahkîk-i mey-fürûşa ne hâcettir ihticâc
Esrar Dede

ihtidâ: Ar. Hidâyet’ten; doğru yola girme, başka bir dinden çıkıp
İslâm dinini kabul etme.

Eğerçi ihtidâ
Tûr-ı tecellîden zuhûr eyler
Velî nûr-ı nazar irfân-ı Mûsî’den zuhûr eyler
Esrar Dede
İstersen isti’dâd et istersen ihtidâ
İmân ü küfre bağlı değil tâat-ı Hudâ
Abdülhak Hâmit

ihtifâ’: Ar. Hafî’den; saklanma, gizlenme.

Tarz-ı bî-cây-ı riyâ sûfîyi eyler mashara
Bezm-i irfânda nazardan ihtifâ’ mümkin değil
Esrar Dede

ihtikâr: Ar. Hakâret’ten; 1. Hor, hakir görme. 2. Hakarete katlanma.

Ne memâlikte olur hîç ihtimâl-i ihtikâr
Ne adüvv bâc u harâcı vermeğe eyler inâd
Nef’î

ihtikâr: Ar. Pahalılık, vakti bekleyip mahsulleri bir yerde toplayıp tutma.

İhtikârın sonu iflâsa çıkar
Yapar evvel bir evi sonra yıkar
Nâbî
Eyleyen ihtikâr kâr etmez
Tâlib-i kâr ihtikâr etmez
Muallim Nâci ihtilâc: Ar. Hulûc’tan; 1. Çarpıntı, çarpınma. 2. Seğirme. c. ihtilâcât.

Ya işâret katle eyler ya beşâret vasladır
Her k ıya baktıkça ebrûsunda olan ihtilâc
Lamiî Çelebi
Ünnâb-ı leblerin var iken ey tabîb-i cân
Etme ilâc hastelere acı sabr ile
Hamdullah Hamdi
Düşer de bir varak miyâne-i sükûnuna
Hemen kalırdı çîn-i ihtilâc içinde sath-ı âb
Tevfik Fikret

ihtilâf: Ar. Hilâfet’ten; uymama, muvafakat eylememe; farklılık. c. ihtilâfât.

Subh-dem zülfün dağıt yâ şâm arz-ı ârız et
Koyma subh u şâm arasında tarîk-ı ihtilâf
FuzûH
Kesret kemâl-i vahdetin âsâr-ı feyzidir
Zâhir olur ziyâ ile elvânda ihtilâf
Hersekli Arif Hikmet
Tersâda ihtilâf
Müslüman’da ihtilâf
Ser-tâ-be-pd-yi âlem-i insânda ihtilâf
Ziyâ Paşa

ihtilâf-ı dûr: Uzak uygunsuzluk.

Hâdisât-ı ihtilâf-ı dûrdan görmez halel
Kime kim ma’mûre-i hıfzın ola hısn-ı hasîn
Fuzûlî

ihtilâf-ı fi’l: Hareket uygunsuzluğu.

Nice ki âb ü âteş ü bâd u türâbda
Gâh ihtildf-ı fi’l ügehî infidl ola
Şeyhi ihtilâf-ı elsine: Dillerin farklılığı.

Hep ihtilâf-ı elsineden iktizâ eder
Tahkîk olunsa ekser edyânda ihtilâf
Ziyâ Paşa

ihtilâf-ı emzice: Mizaçlar farklılığı.

Hele unutmayalım ihtilâf-ı emziceyi
Umûr-ı dilde dahi başkadır kavî vü zebûn
Abdülhak Hâmit

ihtilâf-ı meşreb: Huy farklılığı.

Levh ü lu’b erbâbı da yek-dil değil bildim görüp
Rind ü tıflın ihtildf-ı meşrebin âzineden
Şerif ihtilâf-ı tab’: Huy farklılığı.

İktizâ-yı hikmetin ızhâr-ı kudret kılmağa
İhtilâf-ı tab’ ile ezdâdı etmiş hem-nişîn
Fuzûlî

ihtilâf-ı zevât: Kişilerin aykırı düşünceleri.

Mukallidi bırakır şekke ihtilâf-ı zevât
Eder sefîneyi iğrâk kesret-i mellâh
Basîrî (Musullu Halil)

ihtilâfât: Uygunsuzluklar, anlaşmazlıklar, kararsızlıklar.

İhtilâfâtiyle uğraşmakda dehrin zevk yok
Zevk onun mirsâd-ı ibretten temâşâsındadır
Muallim Naci

ihtilâfât-ı şü’ûn: Olayların uygunsuzlukları.

İhtilâfât-ı şü’ûnungayesi tevhîddir
Gösteren ecsâmı ezdâd-ı anâsırdır bütün
Hayrî (Viranşehirli Reisülküttab Mehmet)

ihtilâl: Ar. Halel’den; bozukluk, bozulma; karışıklık, düzensizlik. c. ihtilâlât.

Avn-i insâfiyle mülk-i ma’delet
M-ihtilâl
Sadme-i kahriyle iklîm-i sitem pür-inkılâb
Nef’î
Tabîb-i müşfiki yok bu ribât-ı hayrette
Mizâc-ı himmetine ihtilâl geldi mi
Nâilî
Fusûl-ı erba’a etse tecâvüz hadd-ipergârın
Nizâm-ı mümkünâta ihtilâl eylerdi istîlâ
Nâbî

ihtilât: Ar. Halt’tan; 1. Karışma, katışma. 2. Görüşme, konuşma.

Tavrıma zâhid eğer sûrette eyler
Ftirâz
İhtilât etsem onu şermende eyler sîretim
Fuzûlî
Zihi vifâk-ı edîbân-ı âlem-i tecrîd
Ki bî-edebiniz ile ihtilât bilmezler
Nâilî
Gel tebettül eyle
Hakka ey gönül
Alıkor yoldan seni bu ihtilât
Nuri ihtilât-ı merdüm-i âlem: Âlemdeki insanlarla görüşme.

Fuzûlî ihtilât-ı merdüm-i âlemden ikrâhım
Perî-veşler hayâlin mûnis-i cân ettiğimdendir
Fuzûlî

ihtilât-gâh: İhtilât yeri.

Leyl bir inbisât-gâh-ı sükûn
Rûz bir ihtilât-gâh-ı şüûn
Muallim Naci

ihtimâl: Ar. Haml’den; 1. Yüklenme. 2. Kabul eyleme, akla yakın olma, mümkünlük. olabilirlik.

Bâr-ı belâ-yı ışka heves kılma
Bâkî yâ
Zîrâ tahammül etmeyesin ihtimâldir
Bâkî
Kesb-i yakîne âdem için yokdur ihtimâl
Her i’tikâd akla göre gâib-ânedir
Muallim Naci
Lânesinden bulsa bir dem infisâl
Yoktur ircâHnda kat’â ihtimâl
Ziyâ Paşa

ihtimâl-i hecr: Ayrılık ihtimali.

İhtimâl-i hecr teşvîşine değmez zevk-ı vasl
Vasl kim var anda hicrân ihtimâli neylerim
Fuzûlî
(anda: orada.)

ihtimâl-i ihtikâr: Hakir görme ihtimali.

Ne memâlikte olur hîç ihtimâl-i ihtikâr
Ne adüvv bâc u harâcı vermeğe eyler inâd
Nef’î

ihtimâl-i rehâ: Kurtuluş ihtimalı.

Ne ihtimâl-i rehâ ne ümîd-i âzâdî
Ne hod metâlib-i vârestegî-i dâmı-ı kuyûd
Sâbit

ihtimâl-i vuzûh: Açılma ihtimali.

Fuzûlî oldu belin fikri ile mûy-misâl
Henüz bulmadı ol sırra ihtimâl-i vuzûh
Fuzûlî

ihtimâl-i zevâl: Yok olma ihtimali. câh kim ola hem-dûş-i ihtimâl-i zevâl
Teveccüh etse bile ibtihâcımız yoktur
Nâbî

ihtimâm: Ar. Hemm’den; işe dikkatle bakma, bir işe kendini verme. c. ihtimâmât.

Cihân-ı köhneyi lutf u keremle eyledi ta’mîr
Sipihri kıldı sa’y u ihtimâmıpîr iken bemâ
Nedim
Cihânda her kime tahsîl-i nîk-nâmgerek
Hemîşe bezl-i mekârimde ihtimâm gerek
Besim (Kırımlı)
Cehli de tahsîl için elbet ederdik ihtimâm
Mümkün olsaydı fedâ-yı fazl ile tağyîr-i baht
Ziyâ Paşa

ihtimâm-ı fikr-i kuûd: Oturma fikrine kendini verme.

Dü-rûze ömr ile pâ-der-rikâb-ı rıhlet iken
Nedir bu dûr u dırâz ihtimâm-ı fikr-i kuûd
Sâbit

ihtimâm-ı ricâl: İleri gelenlerin dikkati.

Müsâadet ede ömrüne dîn-i hakk-ı Resûl
Müsâraat ede emrine ihtimâm-ı ricâl
Necati Bey

ihtirâ’: Ar. İcat etme, benzersiz nesne yapma. c. ihtirâât
Cemşîd görse bezm-i erâzilde bâdeyi
Bî-şek teessüf eyler idi ihtirâ’ına
Nâbî
Ne görürdü dil ile dîde meğer kim
Cemşîd
İhtirâ’ etmese mey-hâne vü hammâmları
Nâbî
Görseydi
Cem bezm-i erâzilde bâdeyi
Bî-şek teessüf eyler idi ihtirâ’ına-“Lâ

ihtirâ’-yı hâme-i sihr-azmâ: Sihir sınamış kalemi icat etme.

Nâilî

inkâr edenler tab’-ı mu’ciz-gûyunu
İhtirâ’-yı hâme-i sihr-azmâ bilmez nedir
Nâilî

ihtirâk: Ar. Hark’tan; yanma, yangın olma.

Sohbet-i cem’iyyet-i ahbâb kalmaz ber-siyâk
Söylenir çün kim mesel” fi külli cem’in iftirâk”
Fehim (Hoca Süleyman)
Yâ Rab nedir bu nâr-ı ciger-sûz-ı iftirâk
Ahımdan âsümâna düşer havf-ı ihtirâk
Ziya Paşa

ihtirâm: Ar. Hürmet’ten; hürmet olunma, saygı gösterme.

Derdini sînemde cânımdan azîz ister gönül
İhtirâm etmek mürüvvettir kişi mihmânına
Hayâlî Bey
Münkad emr ü nehyine ashâb-ı i’tibâr
Ednâ işâretine zevi’l-ihtirâm râm
Bâkî
Kizbi terk et bulmak istersen cihânda ihtirâm
Subh-ı sâdık gibi ol kim halk ede sana kıyâm
Rüşdi-ı Kadim (Veliyyüddin Rüşdi Efendi)

ihtirâs: Ar. Hırs’tan; 1. Şiddetli arzu, istek. 2. Aşırı heves. c. ihtirâsât.

ihtirâs-ı aşk: Aşk arzusu.

Nefs-i emmâreden edince ihtirâz
İhtirâs-ı aşka kalmadı ihtiyâc
Fethi
Atâ

ihtirâsât: İhtiraslar. ihtirâsât-ı husûsiyye: Hususi ihtiraslar.

İhtirâsât-ı husûsiyyeyi söyletmeyerek
Nef’-i şahsîyi umûmunkine kurbân etmek
Mehmet Akif

ihtirâz: Ar. Hırz’dan; 1. Sakınma, kendisini koruma. 2. Korkma.

Fuzûlî’den melâmet ihtirâzın isteyen gûyâ
Değil vâkıf dil-i sûzân ü çeşm-i eşk-bârından
Fuzûlî
Iztırârî dil nice cân vermesin ol gamzeye
Çâre yok tîr-i kazâdan ihtirâza n’eylesin
Nef’î
Bin havf ile çeşm-i cânı bâz et
Encâm-ı belâdan ihtirâz et
Şeyh Galip

ihtirâz-ı ta’ne: Sövmeden çekinme.

İhtirâz-ı ta’neden kalmaktadır âhım nihân
Bir hakîkat kalmasın âlemde Allah’ım nihân
Muallim Naci

ihtisâb: Ar. Hisâb’tan; 1. Hesap sorma. 2. Eskiden “muhtesip” denilen belediye memurlarının işleri.

ihtisâb-ı adl: Adaletten hesap sorma.

Ger olsa ihtisâb-ı adli mâni seyr-i gül-zâra
Sabâ zencîr-i emvâc ile bende eylerdi enhârı
Nef’î

ihtisâr: Ar. Hasr’dan; kısaltma, sadeleştirme, özetleme, icmal etme.

Evsâf-ı pâdişâhı çü hasra yok mecâl
Nev’î yeter uzatma sözü eyle ihtisâr
Nevi ihtisâs: Ar. Hiss’ten; duyma, hissetme, hislenme. çünkü pek müellim
Bir ihtisâs olacak; tahammül eyleyemem
Tevfik Fikret

ihtisâs: Ar. Husûs’tan; bir konuda derinleşmiş olma. 2. Birine tamamen bağlı olma.

Benlikten o bendeyi halâs et
Şâyeste-i bezm-i ihtisâs et
Ziyâ Paşa
Olamaz âlemde onsuz bezm-i hâss
Eylemiş her bezme kesb-i ihtisâs
Ziyâ Paşa

ihtişâm: Ar. Haşmet’ten; tantana, debdebe, şanlı görünüş.

Tekellüfât-ı rüsûmiyye yok nihâdımda
Telâş-ı hâhiş-i esbâb-i ihtişâm edemem
Nâbî
Libâs-ı nev-be-nevle ey olan ârâyişe mâil
Kemâlinden haber ver kimse senden ihtişâm almaz
Koca Râgıp Paşa
Bu ihtişâma, bu vâsî, bu müthiş isrâfa
O, iktisâdı bırakmazdı, yoksa, bir tarafa
Mehmet Akif

ihtitâm: Ar. Hatm’den; bitme, hitam bulma, sona erme.

Bir vezîr-i kâr-fermâ ettiler
Bağdâd’a kim
Buldu zâtında onun resm-i vezâret ihtitâm
Nâbî
Müddet-i irdâ’ bulup ihtitâm
Geldi hulûl eyledi vakt-ifitam
Nahfî
Çün ihtitâma erer i’tisâm-ı hablu’llah
Ölünce rişte-i ümmîdi kesmezem kat’â
Hamdullah Hamdi

ihtiyâc: Ar. Hâcet’ten; muhtaçlık. muhtaç olma; zaruret, yokluk. c. ihtiyâcât
Bunların başlarına tâc neden
Bize bir fakr ü ihtiyâc neden
Şeyhî
Bî-gâneler inâyetine düştü ihtiyâc
Bir lûtfu olmadı bu kadar âşnâların
Nevres-i Kadim
Verir istiğnâ güneşten gündüzün fikr-i ruhun
Geceler âhımşu’â’-işem’a komaz ihtiyâc
İbni Kemâl

ihtiyâc-ı akûr: Kudurma ihtiyacı.

Zillet, üstünde bir cild-yi gurûr
Dâimâ aç bir ihtiyâc-ı akûr
Tevfik Fikret

ihtiyâc-ı ehl-i dünyâ: Dünya ehlinin ihtiyacı.

Olup âzdde-hâtır ihtiyâc-ı ehl-i dünyâdan
Kanâat tekye-gâhın bekleyen rind-âne aşk olsun
Arşî
Dede

ihtiyâc-ı garîb: Garip ihtiyaç.

Vicdânında bir güşâyiş-i ümmîd-i nev-zuhûr
Hissetmek ihtiyâc-ıgarîbiyle bî-huzûr
Faik
Âli ihtiyâc-ı mübrim: Zorlayıcı ihtiyaç.

Donanma, ordu birer ihtiyâc-ı mübrimdir
O ihtiyâcı, fakat, öğreten muallimdir
Mehmet Âkif

ihtiyâc-ı şedîd: Şiddetli ihtiyaç.

Uçup duran o havârık bir ihtiyâc-ı şedîd
Piyâde harcı mı, hâşâ, bu imtidâd-ı medîd
Mehmet Akif

ihtiyâcât: İhtiyaçlar.

Büyür tıfl-ı terakkî ihtiydcâtın kucağında
Eşref Paşa
(Bursalı Mustafa)

ihtiyâr: Ar. Hıyâr’dan; 1. Seçme, intihap ve tensip etme. 2. İrade. 3. Yaşlı, pîr. 4. Zaruri, sevk-i tabii ile olan. c. ihtiyârât.

Çoktur eğerçi belâsı derd ü mahabbetin
Ammâ ne çâre elde değil ihtiyârımız
Bağdatlı Ruhi
Bu intihârı fakat nerden ihtiyâr edecek
İlerleyip duruyor işte hîç kesilmeyerek
Mehmet Âkif

ihtiyâr-ı fakr: Fakirliği seçen.

İhtiyâr-ı fakr eden der-gâh u dîvân istemez
Zâd-ıgamdan özge hergiz kendine nân istemez
Hayâlî Bey

ihtiyâr-ı ömr: Ömrü seçme.

Zülf-i nigârı vermese el ne ola iy gönül
Kimin elinde olduğu var ihtiyâr-ı ömr
İbni Kemâl

ihtiyârî: Mecburi olmayıp isteğe bağlı bulunan.

Sen ey gâfil beşer, “Alemde bir te’mîn-i istikbâl
Edeydim” der çekersin ihtiyârî bir yığın âlâm
Mehmet Akif

ihtiyât: Ar. 1. Lüzumu olduğunda tedbir alma. 2. Sakınma. 3. Yedek.

Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânın sözün
İhtiyât ile içer her kimde olsa yâre su
Fuzûlî
Ey Fuzûlî zevk-ı derd-i ışka noksân hayftır
İhtiyât et penbe-i dâgımda merhem olmasın
Fuzûlî
Her leîmi sırra mahrem sanma eyle ihtiyât
Niyazi-ı Halveti (Mısırlı Şeyh Mehmet)

ihtizâr: Ar. Huzûr’dan; 1. Huzura çıkma, huzura girme. 2. Ölme derecesinde hasta olup can çekişme.

Güller güler, figânla geçer ömr-i andelîb
Bîmâr ihtizârda, ücret diler tabîb
Ziyâ Paşa
Koşarken
Avrupa ta’cîle ihtizdrımızT
İçerde bir sürü hâin kazar mezârımızı
Mehmet Akif

ihtizâr-ı cenâh: Ölüme yönelme.

Soğuk soğuk denizin lerze-dâr-ı girye sesi
Eder yüreklerde târî bir ihtizâr-ı cenâh
Tevfik Fikret

ihtizâr-ı şebâb: Gençliğin ölüme yönelmesi.

Müteverrim bahâr-ı hande-nikâb
Bütün eşyâda ihtizâr-ı şebâb
Hüseyin Sîret

ihtizâz: Ar. 1. Sallanma, deprenme, hareket etme. 2. Ferah bulma. c. ihtizâzât.

Kafeslerde, câmlarda pür ihtizâz
Küçük, muttarid, muhteriz darbeler
Tevfik Fikret
Yeter hayâlimi tahdîşe ba’zı en nârin
İhtizâz, ufacık bir teheyyüc-i ilhâm
Tevfik Fikret
İhtizdzından eder ta’lîm etvâr-ı hırâm
Hüsn-i reftâr öğrenir âhû şitâbından senin
Mahmut
Nedim
Paşa

ihtizâz-ı cenâh: Kuş kanadının hareketi.

Şimdi her kûşe ebkem ü câmid
Ne ağaçlarda zemzemât-ı riyâh
Ne hadâyıkta ihtizâz-ı cenâh
Cenap Şahabeddin

ihtizâz-peymâ: Hareket ölçücü.

Ham-ı vücûd, henüz ihtizdz-peymâdır
O gunneden ki gelir kâf u nûn hitâbından
muallim
Cûdî

ihvân: Ar. 1. Âh’lar, kardeşler, biraderler. 2. Dostlar, asdika. 3. Bir tarikata mensup, bir mesleğe mensup olanlar.

Yûsuf dahi olsan düşürürler seni çâha
Ebnâ-yı zemânın işi ihvâna cefâdır
Hâşimî
Mükedder biri yâd-ı ihvân eder
Tahassürle imrâr-ı evân eder
Abdülhak Hâmit
Sabr et siteme ister isen hüsn-i mükâfat
Fikr eyle ne zulm eylediler
Yûsuf’a ihvân
Ziyâ Paşa

ihvân-ı bün-i çeh: Kuyu dibi dostları.

İzzet-i saltanat-ı Mısr’a taleb-kâr olmak
Keyd-i ihvân-ı bün-i çeh kûşe-i zindân yoludur
Nâbî

ihvân-ı tarîk: Yol dostu.

Günehim bir sanemin zülfüne bağlandım odur
Şimdi ihvân-ı tarîkim beni tekfir eyler
Esrar Dede

ihvân-ı nücûm: Yıldız kardeşler.

Pîr-i nûrânîye nâgeh gelip ihvân-ı nücûm
Subh pîrâhenin irgürdü edip kan-şekl
Hayâlî Bey
(irgürdü: ulaştırdı.)

ihvân-ı zemân: Zamanın dostları.

İhvân-ı zemândan seni
Yahyâ bir anar yok
Nâz eyleyecek âdeme ahbâb mı kaldı
Şeyhülislam Yahya

ihyâ3: Ar. Hayât; dan 1. Diriltme, hayata getirme ve perişan olanı düzeltme. 2. Fakir olanı refah ve zenginliğe ulaştırma.

İhyâ eden endîşeyi feyz-i nefesimdir
Endîşe benim tıfl-ı dil-i nev-hevesimdir
Nef’î
Ömrün efzûn ede Allah
Teâlâ dilerim
İltifâtınla bu dil-mürdeyi ettin ihyâ
Nef’î
Ne hoş birşevk-i hüzn-engîzdir ihyâ eder leyli
Bu vâdî-i sükût üstünde mehtâb-ı vefâ-perver
Abdülhak Hâmit

ihyâ-yı emvât: Ölüleri diriltme.

Urdu
Sûr ihyâ-yı emvât etti bâd-ı nev-bahâr
Yer yarıldı lâle baş kaldırdı çâk ayrı kefen
İbni Kemâl

ihyâ-yı emr-i mülk ü dîn: Din ve ülke emrini ayakta tutma.

Pâdişâhım sensin ol sâhib-zuhûr-ı muntazar
Kim yed-i lutfun eder ihyâ-yı emr-i mülk ü dîn
Ziyâ Paşa

ihyâ-yı hâk-i huşk: Kuru toprağı diriltme.

Sînemde bu pey-â-pey peykân mübârek olsun
İhyâ-yı hâk-i huşke bârân mübârek olsun
Behiştî

ihyâ-yı memât: Ölüleri diriltme.

İhyâ-yı memât olduğunu bilse deminde
Cân vere idi ermek için bu deme
Jsâ
Necati Bey

ihyâ-yı
Mesîh-vâr: Mesih gibi diriltme.

Gül-zâra gel ki kevser-i bâğ u nesîm-i subh
Emvât-ı hâki ettiler ihyâ-yı mesîh-vâr
Necati Bey

ihyâ-yı sühan: Sözü diriltme.

Dem-ı İsî gibi enfâs-ı hayât-eMsı
Ede bir nutk-ı revân-bahşile ihyâ-yı sühan
Sünbülzâde
Vehbi ihzâr: 1. Huzura getirme, derpiş etme. 2. Hazır etme, hazırlama.

Âşiyân-ı bülbülü kıldı mahaffe âline
Benzer etti kârbân-ı hicretin ihzdrgül
Hayâlî Bey
Başka yerde eylemiş ihzâr
Ona mahsus tâze bir gül-şen
Cenap Şahabeddin
Evet, geçer o günüm pür-sükûn-ı itminân
Yarınki şiirime ihzdr için biraz halecân
Tevfik Fikret

ihzâr-ı rızk: Rızkı hazırlama.

Bir kışrdır ki cümle hayvâna rûz u şeb
İhzâr-ı rızk u tûşe için eyler inhimâk
Ziya Paşa

ihzâr-ı şem’: Mumu hazırlama.

Sürûr eser levha-i evsâfını tezhîb için
Eyledi destinde bir altın varak ihzdr-ı şem’
Riyazî
îka: ’: Ar. Vukû’dan; yapma, yaptırma; olma, oldurma; düşürme.

Hudâ tevhîdin esrârın gönülde eylese îka: ’
Sadâ-yı
Hû’yu eylerdi kamu eşyâ sana ismâ’
Nuri

ikâb: Ar. Ceza, azap, eziyet. kişi çekmeye bRl-cümle azâb
Ne bu dünyâda ne ukbâda ikâb
Hakanî

ikâb-ı dâr-ı ukbâ: Ahiretin cezası.

Belâ-yı ışk ile ol kim ukûbetler geçirmiştir
Ne korku ona ey Hamdî ikâb-ı dâr-ı ukbâdan
Hamdullah Hamdi
îkâd: Ar. Yakma, yakılma.

Ey melekler!
Nûrdan bir âlem îcâd eyleyin
Medfenimde bir sirâc-ı rahmet îk: ad eyleyin

ikâl: Ar. Akl’dan; 1. Bağ. 2. Ayak bağı, köstek.

Kümeyt-i ma’nî eyler sâha-i ıtlâkda cilve
Sevâd-ı lafzdan isterse pâyına ikâl olsun
Nâbî
Ukûl ü akla ikâl oldu bu acîb pâ-bend
Dü-çeşm-i âlemi bendetti bu garîb efsûn
Yenişehirli Avni

ikamet, ikâmet: Ar. Kıyâm’dan; 1. Durma, kalma. 2. İskân etme. 3. Ayakta kalma, kıyam etme. 4. Vücuda getirme, meydana getirme.

Ruhunda dil nice gündür ikameti vardır
Füsûn-ı gamzelerinden sakâmeti vardır
Sarıca Kemâl
Yâr eşiğinde ikamet mümkin olursa eğer
Meskenimiz
Avniyâ san evc-i eflâk eyleriz
Avnî
Fuzûlî geç selâmet kûşesinden sabr kûyundan
Ferâğat olmayan yerde sefer yeğdir ikâmetten
Fuzûlî
îkân: Ar. Yakîn’den; araştırmak üzere üzerine eğilmek, yakın hâsıl etmek.

Sırr-ı aşk etmez tekevvün her dil ü her sînede
Sen onu ister isen telkîn-i îkânda ara
Necip (Sultan III. Ahmet)
Mülke vaz’ ettiği kânûnugöreydi ondan
Bû Alî eyler idi kesb-i şifâyı îkân
Şinasi
Nazar-gâh-ı Hudâdır menba’-ı îmân u îkândır
Metâf-ı âşıkândır sâha-i meydân-ı Mevlânâ
m.

Esad Erbilî
îkâz: Ar. Yakaza’dan; uyandırmak, uyandırılmak.

îkaz-ı nâ’im: uyuyanı uyandırma.

Ölüm kılar bizi îkâz hâb-ı gafletten
Ayırmayan da o lâkin zalâm-ı hayretten
Abdülhak Hâmit
Gafletle etme ömr-i azîzi hevâya sarf Îkâz eyle kendini hâb u hayâlden

Ruhi
Gûyâ kırılır elinde elfâz
Mazmûnları rûhu eyler îkâz
Ziya Paşa
îkâz-ı fiten: Fitneleri uyandırma.

Ebnâ-yı zemân mâil-i îkâz-ı fitendir
Gehvâredeki gûdegînin şerrine ninni

ikbâl: Ar. Kabûl’den; 1. Baht, talih, saadet. 2. Bir şeyi dert etmeyip kabul etme. 3. Arzu, istek. 4. Saadetli, mutlu olma.

Gejdüm-nihâd olanlara ikbâl eder bu çarh
Ahkâm-ı vakti, bak sâate, akrebindedir
Salim (Trabzonlu)
İkbâle geçen hayli taraftan öğülür
İdbâre düşen de her taraftan söğülür
Yahya Kemal
Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım
Maâifet, bir de fazîlet.

İki kudret lâzım
Mehmet Akif

ikbâl-i azm ü devlet ü câh: İkbal ve mevkiye giden talihi.

Teshîr edip cihânı kul ettin kapında hep
İkbâl-i azm ü devlet ü câhı yegân yegân
Nedim

ikbâl-i bülend: Yüce talih.

Bu adâletle bu ikbâl-i bülend ile sana
İdika-. dım bu ki hîç olmaya bir feth-i asîr
Nef’î

ikbâl-i cihân-gîr: Cihanı tutan talih.

Vakf-ı ser-pençe-i ikbâl-i cihân-gîrîndir
Gûy-ı Hurşîd-i zer-endûd ile çevgân-ı felek
Nef’î

ikbâl-i çarh: Feleğin talihi.

Se rûze devlet ü ikbâl-i çarha olma dil-beste
Bu bir vefk-ı müsellestir nice bâzûya bağlanmış
Nâilî

ikbâl-i çemen-zâr-ı fenâ: Yokluğun yeşillik talihi.

Çend rûze gül-i ikbâl-i çemen-zâr-ı fenâ
Eder elbette dimâğ-ı dile îrâs-ı zükâm
Nâbî

ikbâl-i dehr: Dünya talihi.

La’net o merd-i muhteşem-i bî-fazîlete
İkbâl-i dehri vâsıta-i imtiyâz eder
Recaizade Ekrem

ikbâl-i devrân: Feleğin talihlisi.

Zemân-ı Lât ü şâdîdir dem-i ikbâl-i devrândır
Felek hep ettiği evzâ’a şimdi pek peşîmândır
Riyazî

ikbâl-i dünyâ: Dünya talihi.

Neş’e-i ikbâl-i dünyâya mürâdifdir humâr
Her akib-i câhda idbâr kendin gösterir
Leskofçalı Galip

ikbâl-i ekâbir: Büyüklerin talihi.

Hâk-i harem-i menşe’-i ikbâl-i ekâbir
Ceyb-i kerem-i kîse-i erbâb-ı recâdır
Nef’î

ikbâl-i fahîm-âne: Ululuğa yakışacak şekilde olan talih
Bin yaşa devlet ü ikbâl-i fahîm-ânen ile
Mülkü tedvîr ederek akl-ı hakîm-ânen ile
Şinasi ikbâl-i felek: Feleğin talihi.

İkbâl-i felek teveccüh ederse her kime Beyz-i kebûter durur veted üzre
İdbâr da ikbâli gibi ger ederse neş’et
Kelb-i habâset bevl eder esed üzre

ikbâl-i hüner: Hüner talihi.

Beni nâ-kâm eden ikbâl-i hünerdir yoksa
Eser kevkeb-i bahtımda şeâmet yoktur
İzzet Ali Paşa

ikbâl-i nigûn: ters dönen talih.

Fuzûlî hâli olmak câm-ı ayşım sâf sahbâdan
Nişân-ı baht-ı nâ-fermân ü ikbâl-i nigûnumdur
Fuzûlî

ikbâl-i Pervîz-i Acem: Acem
Perviz’inin talihi.

Hakan-ı Osmânî neseb kim münderic zâtında hep
İslâm-ı fârûk-ı Arab ikbâl-ı Pervîz-ı Acem
Nef’î

ikbâl-i rûzigâr: Zamanın talihi.

Biz tâlib-i teveccüh ü ikbâl-i rûzgâr
Gülberk-i bâğ-ı ömr ise berbâd olupgider
Bâkî

ikbâl ü sa’adet: Talih ve mutluluk.

Alemde
Ziyâ eski hevâ vü hevesim yok
İkbâl ü saâdet gibi bir mültemisimyok
Ziya Paşa

ikbâl ü şevk: Arzu ve istek.

Gamzeler ikbâl ü şevka günde bin efsûn okur
Nekbet-i endûha hattın
Tebbet-i vârûn okur
Nedim

ikdâm: Ar. Kadem’den; devam üzre meşgul olup boş kalmış olmama. c. ikdâmât.

İntisâb etmeğe her gün biri âmâde iken
Şimdi her şeb biri etmekte firâra ikdâm
Nâbî
Feyz-i isti’dâd-ı mâder-zâd ikdâm istemez
Kâbiliyyet başka bir cevherdir ibrâm istemez
Dâniş (Dâniş-ı Atîk; Dâniş-i Kadîm)
Demek: İnsân değilsin eylemezsen durmayıp ikdâm
Neden geçsin sefâletlerle, heybetlerle, ezmânın
Mehmet Akif

ikdâr: Ar. Kudret’ten; güç, kuvvet verme, güçlendirme, kuvvetlendirme.

Müşkil ammâ ki beşerde bu hisâl
Meğer ikdâr ede
Rabb-i mülteâl
Sünbülzade Vehbi

iklîl: Ar. Taç, efser.

Ne güher tükme-i iklîl nigîn-i azamet
Ki olur lâmiası âlem-i kudse meş’al
Kâzım Paşa
Tek bir bakışım sanki inâyetti, keremdi
İklîli hediyyemdi, arâzisi hibemdi
Midhat Cemal Kuntay

iklîl-i âsümân u nücûm: Yıldızlar ve göğün tacı.

Ve böyle kaç gece iklîl-i âsümân ü nücûm
Başımda, samt-ı muhîtâta bir ilâh oldum
Ahmet Hâşim

iklîl-i münîr: Parlak taç.

Gök olur bir büyük iklîl-i münîr
Yer olur bir bağçe-i ezhâr-ı beşer
Cenap Şahabeddin

iklîm, ıklım: Ar. 1. Bir bölgenin ortalama hava sıcaklığı. 2. Yeryüzünün yedi veya otuza taksimiyle meydana gelen yerleri, kıta, ülke.

Eskiden dünyanın bilinen kısmının ek-
vator çizgisinden kuzey kutbuna kadar ayrılan yedi bölgesinden her birine iklim denilirmiş. c. ekâlîm. bk. ıklîm. (Aslı ıklîmdir).

Fars ıklîmine düşmüş
Şirâz
Ona mensûb o zebân-ı mümtâz
Sünbülzade Vehbi
Ne zabt-ı hâkim-i şer’î, ne hükm-i zdbitî aklî
Cünûn iklîmini seyr eyleyenler râhatın söyler
Koca Râgıp Paşa
Zaf ile üftân ü hîzân ömür ser-haddingeçip
Bir garîb iklîme düştüm âlem gurbet gibi
Ebussuud Efendi

iklîm-i adem: Yokluk ülkesi.

Bir giden bir dahi gelmez ne aceb hikmettir
Alem-i râhata benzer gibi ıklîm-i adem
Koca Râgıp Paşa

iklîm-i cân: Can bölgesi.

Bir şehriyâre gönlünü bağladı
Ahî kim
Atıp kemend-i zülfünü ıklîm-i cân tutar
Âhî

iklîm-i çemen-i gül: Gülün yeşillik iklimi.

Pâ-mâl-i şitâ olmadan iklîm-i çemen-i gül
Ver hükmünü ey serv-i revân köhne-bahârın
Nedim

ikîm-i düşmen: Düşman ülkesi.

Hakan ki at sürünce bir iklîm-i düşmene
Pîş ü pesinde mahşer-i tîğ ü teber gelir
Yahya Kemal

iklîm-i fakr: Fakirlik ülkesi.

Şeh-i iklîm-i fakr ol kim bu devlet-hâne-i dünyâ
Ne dervîş-i abâ-pûşa ne şâhen-şâha kalmıştır
Yenişehirli Avni

iklîm-i hüsn: Güzellik ülkesi.

Baş eğmez oldu bize ol turra-i müca’ad
Iklîm-i hüsn içinde olalı şâh-ı sermed
İbni Kemâl
Hâl kâfir zülf kâfir çeşm kâfir el-amân
Ser-beser ıklîm-i hüsnün
Kâfir-istân oldu hep
Nedim

iklîm-i ışk: Aşk iklimi.

Şeh-i iklîm-i ışkam dûd-ı âhımdır alem elde
Kıbâb-ı âsmân üstümde çetr-i nîl-gûn olsun
Cinânî

iklîm-i İlâhî: İlahî ülke.

İklîm-ı İlâhîye rücû’ etmek için
Ervâh açılır göklere yelken yelken
Yahya Kemal

iklîm-i İrân: İran ülkesi.

Lerze düşmüş savlet-i kâh-ı vekârından tamâm
Arz-ı Nişâbûr-veş iklîm-ı İrân üstüne
Nedim

iklîm-i reşâd: Hak yolunda yürüme yeri.

Fâtih-i dahme-i der-beste-i gayb-ı mutlak
Hâtem-i şâh-ı risâlet şeh-i iklîm-i reşâd
Nâbî

iklîm-i Rûm: Rum ülkesi.

İklîm-ı Rûm’a etse de bir demde râkibi
Ahbâr-ı Çîn ü ziynet-ı Hindistân verir
Nedim

iklîm-i saltanat: Saltanat ülkesi.

Sâhib-kırân-ı arsa-i iklîm-i saltanat
Ol dem ki kıldı mülk-i bekaya azîmeti
Bâkî

iklîm-i sitem: Sitem iklimi.

Avn-i insâfiyle mülk-i ma’delet bî-ihtilâl
Sadme-i kahriyle iklîm-i sitem pür-inkılâb
Nef’î

iklîm-i Şâm: Şam ülkesi.

Değil mihr ü şafak galtân olunca fark pür-nûru
Taşıp iklîm-ı Şâm’ı tuttu hûn-ı Hazret-ı Yahyâ
Nâdirî (Ganizade)

iklîm-i şân: Şah, şöhret iklimi.

Şendedir kufl-i tılsımât-ı künûz-ı maâifet
Şendedir yarlığı fermân-revd-yi iklîm-i şân
Ziyâ Paşa

iklîm-küşâ: Ülke açan.

Ehl-i kân-ı kerem-i şehsüvâr-ı âlem
Hüsrev-ı Cemşiyem
İskender-i iklîm-küşâ
Nef’î
ekâlîm: Iklîm’ler, memleketler, diyarlar, kıtalar. ekâlîm-i hakâyık: Hakikat iklimleri.

Yaratmazdan kamu halkı ekâlîm-i hakâyıkta
Habîbim
Mustafâ nûrun getirdim önce bürhânım
Ümmî Sinan
ekâlîm-i leyâl: Gece ülkeleri.

Dönsek mi bu aşkın şafağından
Gitsek mi ekâlîm-i leyâle
Ahmet Hâşim
ekâlîm-i şühûd: Görülen diyarlar.

Fikr edersen o hurûb-ı memdûd
Oldu serhad-i ekâlîm-i şühûd
Hakanî

ikmâl: Ar. Kemâl’den; 1. Tamamlama, itmam etme, bitirme. 2. Eksiğini tamamlama, kusursuz kılma. sâf kalbine şirimle arz-ı mâ-fi’l-bâl
Bu şi’ri eyleyemem ben ilelebed ikmâl
Kemalzâde Ekrem Bey
Müceddid havzlar anbarlar âlât yaptırdı
Bütün tersânenin ikmâl olundu neyse noksânı
Ziyâ Paşa

ikmâl-i ömr: Ömrü tamamlama.

Değmez
Kemâl uyanmağa ikmâl-i ömr için
Varsın bu uykudan dil-i bî-tâb uyanmasın
Yahya Kemal

iknâ’: Ar. Kanâat’ten; razı etme, inandırma.

Bir sözle iknâ ettim anîdi
Gitti başımdan el-hamdüli, llâh-“Lâ ikrâh: Ar. Kerh’ten; kötü ve çirkin bulma, iğrenme, tiksinme.

Aşık isen rind ü rusvâlıktan ikrâh etme kim
Işk sırrın iktizâ-yı devrpinhân istemez
Fuzûlî
Olur meyl-i dil efzûn âstânın taşına her dem
Eğerçi resmdir yastıktan ikrâh eylemek sayu
Fuzûlî
İnsâna sadâkat yakışır görse de ikrâh
Yardımcısıdır doğruların
Hazret-ı Allah
Ziya Paşa

ikrâm: Ar. Kerem’den; 1. Hürmet ve saygı gösterme. 2. Ağırlama. 3. Bir şeyi hediye olarak verme.

Bir nâ-halefi cübbe vü destâr ile görsen
Eylersin onun cübbe vü destârına ikrâm
Bağdatlı Ruhi
Bekliyor mihmânların i’zâzlar, ikrâmlar
Sâkiyâ etsin derim ilhâhlar, ibrâmlar
Abdülhak Hâmit
Hamrı sâkî bâkî kılsa rûha her ne dem ikrâm
Erişir zevka ol dem dil bulur vasl ü huzûr-ı cân
Âdile Sultan

ikrâr: Ar. Karâr’dan; 1. Saklamayıp söyleme, itiraf etme. 2. Tasdik, kabul. 3. Dil ile söyleme, bildirme.

Yâre aşk inkârı müşkil gayrıya ikrâr güç
Bir belâkeş neylesin ikrâr güç inkâr güç
Bağdatlı Ruhi
İkrâr ederdi dün gece mest-âne gelmeni
Söylettim ol sanemim bugün inkârdan gelir
Hakanî
Ben sabr edeyim derd ü gam-ı hecrine ammâ
Sen de güzelim ettiğin ikrâr unutma
Esrar Dede

ikrâr-ı feyz: Feyiz bildirme.

Mazhar-ı esrâr-ı kerrârım değil haytü’ş-şu’â’
El verip gökten bana hûrşîd eder ikrâr-ı feyz
Leskofçalı Galip

ikrâr-ı uşşâk: Âşıkları kabul.

Dervîş ol ikrâr-ı uşşâk ile sultânlık bulur
Tekye-i uzlette bul sen şevk u zevk-ı vahdetin
Âdile Sultan

ikrâz: Ar. Karz’dan; 1. Ödünç verme, borç verme. 2. Kesip ayırma. c. ikrâzât.

Karz mıkrâs-ı muhabbet idügin kat’î bil
Etme ahbâbına bir habbe kadar şey ikrâz
Sünbülzade Vehbi
(idügin: olduğun.)
Hamdülillah eyledim bu fenn-i vahdette ikrâz
Sünnet ü farzgibi kıldım ben nevâfil iftirâz
Gaybî

iksâ’: Ar. Kisvet’ten; giydirme, giydirilme.

Vücûd-ı pâkine
Nâbî budur
Hak’tan recâmız kim
Ede hayyât-i kudret câme-i dil-hâhını iksâ
Nâbî

iksîr: Ar. 1. Şekerli ve kokulu içki. 2. Eskiden halk arasında herhangi bir madeni altın yapacak kadar kuvvetli ve her hangi bir hastalığı iyi edecek kadar kuvvetli bir ilaç olarak kabul edilen karışım.

Bilesin ancak eder
Rabb-ı Kadîr
Haceri cevher ü hâki iksîr
Sünbülzade Vehbi
Olma zinhâr bu sevdâya esîr
Olacak hâl değildir iksîr
Nâbî
Rîzesinin âsitânıgevher-i tâc-ı mülûk
Cevher-i iksîr ile hâk-i harîmi hem ayân
Nazîm (Yahya)

iksîr-i aşk: Aşk iksiri.

Zer et nuhâsını iksîr-i ışk ile
Hamdî
Ki lâyık ola ona vaz’-ı sikke-işâhî
Hamdullah Hamdi

iksîr-i beka: Ölümsüzlük iksiri.

Mâdem ki didinmez, edemez uğraşamazsın
İksîr-i beka içsen, emîn ol, yaşamazsın
Mehmet Âkif

iksîr-i hâk-i pây: Ayak toprağının iksiri.

İksîr-i hâk-ipâyılayüzüm zer eyledim
Kimdir cihânda bencileyin kîmiyâ bilir
Hamdullah Hamdi

iksîr-i ışk: Aşk iksiri.

Zahm-ı iksîr-i ışkım rûy-ı zerdim var benim
İşim altın eyledim kimden ne derdim var benim
Âhî

iksîr-i medh: Övünme iksiri.

Cevher-i iksîr-i medhin tarh edince reşkten
Eylerim her lâhza endîşemle ceng-i zergerî
Nef’î

iksîr-i recâ: Ümit iksiri.

Arafâtın sürelim hâkine yüzler gözler
Sürh-rûy olmağa iksîr-i recâ eyleyelim
Nâbî

iktâb: Ar. 1. Güzel yazı öğretme. 2. Söyleyip yazdırma, dikte ettirme.

iktâb-ı hayât: Hayatı öğretme.

Artık sahâifinde iktâb-ı hayâtımın
Bir nükte-i sürûra tesMüfmuhâl olur
Tevfik Fikret

iktibâs: Ar. 1. Kendi elinde olmayan keyfiyeti başkasından alma ve faydalanma. 2. ed. Bir kelime veya bir cümleyi olduğu gibi alma, aktarma. c. iktibâsât.

Bu zulmet içre yakmaz idi dîn çerâgını
Ger iktibâs kılmasa nûrundan enbiyâ
Lamiî Çelebi
Olsa eltâfinla ger nefs-i nebâtî şehd-kâm
İktibâs eylerdi hanzal lezzet-i gül-şekkeri
Nedim
Nûr-ı Hak’tan bir kabes eylerse kullar iktibâs
Onlara ilhâm olur elbette ilm-i iftirâs
Nuri

iktibâs-ı edeb: Edep alma.

Edebsize edeb öğretmeğe edîb gerek
Edebsiz etmez edebsizden iktibâs-ı edeb
Basîrî
Halil iktibâs-ı nûr: Işığı alma.

Ben sönük bir zerreyim sen âfitâbımsın benim
İktibâs-ı nûr eder gönlüm cemâlinden senin

Aşağıdaki ikinci mısra bir ayetten iktibastır.

Edebiyattaki sanata örnektir.

Karı talki için bak ne diyor
Peygamber “Bir talak oldu mu dünyâda semâlar titrer”
Mehmet Akif

iktidâ’: Ar. Uyma, tâbi olma.

“Kad enâre’l ışku li’l uşşâki minhâce’l-hüdâ”
Sâliki râh-ı hakîkat ışka eyler iktidâ
Fuzûlî (Fuzûlî ilk gazelinin ilk mısraını
Arapça yazmıştır.)
Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
Iktida kılmış tarîk-ı Ahmed-i muhtâre su
Fuzûlî
Fehm etmedinse vahdet ü kesret meâlini
Seyr eyle iktidâsın imâma cemâatin
Nâbî
Matlûb arak olur ona kim sana uymaya
Mahbûb-ı Hak olur sana kim kıla iktidâ
Nizamî
İktidâ et ehl-i aşka bakma sağ u soluna
Bu mesel olmaz erenlerde
Selâmî sol u sağ
Selami iktidâ-yı hükm: Hükme uyma.

Makasid-i fukahâ iktidâ-yı hükm ala
Nâbî

iktidâr: Ar. Kudret’ten; 1. Bir işi yapabilme gücü, kudret, kuvvet, tâkat 2. Kabiliyet, yetenek.

Ehl-i istPdâddapinhân kalır mı iktidâr
Müsmir eşcâr üzre berk ü bâr kendin gösterir
Leskofçalı Galip
Derler ki geçince rüzigârım
Kalmaz onu yâda iktidârım
Ahmet Hâşim
Hani o dem ki bezmde vakârımız var idi
Biz âdemiz demeğe iktidârımız var idi
Ziyâ Paşa
Helvacıya tabla-kâr lâzım
Ol kâra da iktidâr lâzım
Ziya Paşa

iktifâ: Ar. Kifâyet’ten; yetinme, aza kanaat etme, yeter bulma.

Her tavrına iktifâ ne lâzım
Câizse de ictirâ ne lâzım
Şeyh Galip
İktifâ eylerim şarâb ile ben
Cümleten ni’met-i behişte bedel
Muallim Naci

iktihâl: Ar. Göze sürme çekinme.

Hâk-i der-i refîin ile etse iktihâl
Çeşmân-ı mûra şa’şaa-ı Ferkadân verir
Nedim

iktihâm: Ar. 1. Göğüs germe, karşı durma. 2. Saldırma, hücum etme. 3. Küçük görme, hakir görme. c. iktihâmât.

Pür-zûr saldıran
Kölemen fârisânını
Saf saf guzât kıldı dilîrâne iktihâm
Yahya Kemal
Vâdî-ı Nîl’i tuttu anûd-âne ser-te-ser
Ordu-yı fethe karşı sürülmüş nefîr-i âm
Yahya Kemal

iktinâ’: Ar. 1. Çalışarak kazanma; biriktirme, elde etme. 2. Meslek tutma. 3. Tuzak kurup avlanma.

iktinâ’-i makasıd: Maksatları elde etme.

Lûtfundur iktinâ’-ı makâsıd vesîlesi “Mâ şâe men erâde bihPl-fevzi ve’n-necât”
Fuzûlî (“Arzuları, maksatları elde etmek ancak senin lütfunla olur “)

iktinâh: Ar. Künh’ten; kökünü, aslını anlama.

VazHnla seyr-i hilkat edersinpür-iştibâh ettin mi bâri sen o büyük sırrı iktinâh
Tevfik Fikret
Safha-i târîhe medd ettim nigâh
Fıtrat-ı ensâli kıldım iktinâh
Kemalzâde Ekrem Bey

iktirâb: Ar. Korkulu, gamlı, kederli, kuşkulu bulunma hâli.

Emvâc-ı iktirâbımın üstünde sebh ile
Oldum resîde sâhil-i hicr ü tevekküle
Cenap Şahabeddin
Dinle şekvâ-yı rûh-ı mecrûhu
Fakat incinme iktirâbımdan
Tevfik Fikret

iktirân: Ar. Karn’dan; 1. Yakın gelme, yaklaşma. 2. İki gezegenin birbirine yakın bir yerde, yani aynı burçta bulunması.

Hükm-i gerdûnda murâd etseydi sa’d-i ber-karâr
Eylemezdi tâ ebed
Bercis’e
Keyvân iktirân
Üsküdarlı Hakkı Bey
Pâyân olur mu aşk ile hüsn ü letâfetine
Elbette iktirân ederim ben bu âfete!
Abdülhak Hâmit

iktirân-ı şîşe vü seng: Taş ve şişenin yakınlaşması.

Iyân iken zarar-ı iktirân-ı şîşe vü seng
Hilâf-ı cins ile ülfet belâ değil de nedir
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

iktirâz: Ar. Karz’dan; borç alma.

Kim tevekkül mâyesidir dahı teslîm-i rızâ
Oldu her hâlde muvâfik farzla hem iktirâz
Gaybî

iktisâ’: Ar. Kisvet’ten; giyme, giydirilme. iktisâ-yı sevb-i vuslat: Kavuşma elbisesini giydirme.

İktisâ-yı sevb-i vuslattır tecerrüdden merâm
Sanma kim bîhûde kıldı
Kays-ı nâlân insilâh
Memduh Paşa

iktisâb: Ar. Kesb’ten; kesp etme, tahsîl etme, kazanma.

Mâlın ile iyi ad et iktisab
Yol budur vallâhü a’lem büs-savâb
Ahmedî
Ecrâm-ı âliyâtşeref iktisâb eder
Câm-ı meyinde zâhir olan her habâbdan
Hayâlî Bey

iktisâb-ı feyz-i gûnâ-gûn: Türlü türlü feyiz elde etme.

Bendegân toplandılar, tebrîk ile sâl-i nev’i
İktisâb-ı feyz-i gûnâ-gûn sûrî, ma’nevî
Abdülhak Hâmit

iktisâb-ı hayâ: Utanma kazanma.

Ne dest-mâye-i tâat ne iktisâb-ı hayâ
Tamâm eyledi eyyâm-ı ömrü tatl
Sâbit

iktisâb-ı ilm ü hüner: İlim ve hüner kazanma.

Farîzadır beşere iktisâb-ı ilm ü hüner
Onunla hâsıl olur dilde zevk-ı rûhânî
Muallim Naci

iktisâb-ı kemâl: Tam olgunluk elde etme.

Biz iktisâb-ı kemâl edelim de ey Nâbî
Ko söylesin bir alay jâj-hâ fesânemizi
Nâbî iktisâb-ı sevb-i vuslat: Kavuşma elbisesini giyme.

İktisâb-ı sevb-i vuslattır tecerrüdden murâd
Sanma kim bîhûde kıldı
Kays-ı nâlân insilâh
Fâik
Memduh Paşa
(Esbak Dahiliye Nâzırı)

iktisâb-ı suûd: Yükselmeyi elde etme.

Emânî-i dili ol bâr-gehden eyle taleb
Ki arş-ı a’zam eder ondan iktisâb-ı suûd
Sâbit

iktisâd: Ar. Kasd’tan; 1. İtidal üzere hareket. 2. İdare, tasarruf, ekonomi. c. iktisâdât.

İktisâd üzre gerek ya’nî sehâ
Olmayan vâsıl-ı tavr-ı süfhâ
Sünbülzade Vehbi

iktitâf: Ar. 1. Meyve toplama, devşirme; devşirilme, toplanma.

iktitâfî: Devşirme ile ilgili.

İktitâfî semer-i sa’yin olur sabra menût
Dâimâ hâsıl-ı maksûda zemân lâzımdır
Emîrîzâde Emîrî (Ali Emîrî Efendi)

iktizâ’: Ar. Kazâ’dan; 1. Lazım gelme, lazım olma. 2. İşe yarama. 3. İhtiyaç, gerekli.

Sühan-ı nerm eder elbet dil-i sengîne eser
İktizâ eylese kurşunla olur hâk elmâs
Beliğ
Bir dahi hânene azm eylemez andan açılır
İktizâ eyler ise birisine istihmâm
Nâbî

iktizâ-yı âmâl: Emellerin gerektirdiği.

Yâ Rab benim iktizâ-yı âmâlim ile
Olmak görünür râh-rev-i ka’r-ı cahîm
Nâbî

iktizâ-yı çerh: Feleğin gerektirdiği.

Bir fâilin meâsiridir cümle hâdisât
Ne iktizâ-yı çerh ü ne hükm-i zemânedir
Ziyâ Paşa

iktizâ-yı devr: Devrin gereği.

Âşık isen rind ü rusvâlıktan ikrâh etme kim
Işk sırrın iktizâ-yı devrpinhân istemez
Fuzûlî

iktizâ-yı hikmet: Hikmetin gereği.

İktizâ-yı hikmet üzre selb-i akl eyler kazâ
Yoksa kimpâ-beste-i dârü’ş-şifâ olmak diler
Hersekli Arif Hikmet

iktizâ-yı irfân: Bilimin gerektirdiği.

Tenzîh iken iktizâ-yı irfân
Teşrîke sapar mı ehl-i iz’ân
Alay
Bekizâde Naci iktizâ-yı kazâ-yı “Kün
Fe
Yekûn”: “Allah ol dedi ve her şey oldu, yani yaratıldı.

” şeklinde kabul ve iman edilen mukadderat gereğince.

İktizâ-yı kazâ-yı
Kün
Fe
Yekûn
Kıldı her emri vaktine merhûn

ilâ: Ar. e. “. ye, ye kadar, e değin, dek”.

ilâ-yevmü’l-hisâb: Harap oluncaya kadar.

Ben dahi şükrâna sarf etsem sezâ evsâfına
Vâridât-ı tab’-ı nakka. dım ild-yevmü’l-hisâb
Üsküdarlı Hakkı Bey

ilâ-yevme’l-kıyâm: Kıyamet vaktine kadar.

Ol menba’-ı cûy-i merâm ol muksim-i rızk-ı enâm
Olsun ilâ-yevme’l-kıyâm şâhân-ı dehre mültecâ
Seyyit Vehbî

ilâ-nihâye: Sonuna kadar.

Bir leyl-i inşirâha kavuşmaksızın
Kemâl
Yandın ilâ-nihâye remâd olmadın gönül
Yahya Kemal

i’lâ’: Ar. Ulüvv’den; yüce ve yüksek kılma, yükseltme, kaldırma
Kürküne börküne bakma aslâ
Örf ü zarf âdemi etmez i7â
Sünbülzade Vehbi
Görme câniler gibi lâyık bana udvânını
Bir cinâyet etmedim, ettimse i’lâşânırn
Muallim Naci
Nâmını i’lâ edin ki şânlıdır sultânınız
Şân-ı devletle berâber artar elbetşânınız

i’lâ-yı dîn: Dini yüceltme.

Nice gelip olmaya küffâra ol şüc’ân kim
Her birinin nuhbe-i efkârıdır i’ld-yi dîn
Üsküdarlı Hakkı Bey

ilâc: Ar. 1. Maraz ve illeti gidermek için aklî tedbirlere girişme 2. Hastalığın giderilmesi için kullanılan tıbbî nesne.

Gönlümün derdine bildim kim ilâc etmez tabîb
Leblerinden dostum geldim ki dermân isterem
Nizamî
Işk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb
Kılma dermân kim helâkim zehri dermânımdadır
Fuzûlî

ilâc-ı nâ-pesend: Beğenilmez ilaç.

Gel ağlatma ilâc-ı nâ-pesendinle bu miskîni
Tabîbâ hâk-i kûy-ı yârdendir eşk-i teskîni
Fuzûlî

ilâh: Ar. 1. Ma’bûd, tapılan nesne. 2. Put. c. âlihe.

Sen ne nûr-ı pâksin ey mazhar-ı sun’-ı İlâh
Kim alır nûru ruhundan âfitâb u mâhitâb
Fuzûlî
Ne yâr-i gârî-i tâli ne izz ü câh yapar
Yaparsa hâne-i maksûdunu
İlâh yapar
Aziz (Subhizade)
Ve böyle kaç gece iklîl-i âsümân ü nücûm
Başımda, samt-ı muhîtâta bir ilâh oldum
ahmet Hâşim
İlâhî: Ar. İlâh’tan; 1. “Ya
Rabbi, ey benim
Rabbim” manasında
Arapça ünlem. 2. Allah’a
mensup olan, onunla ilgili olan. 3. Dine dayalı
bir çeşit makamlı söz
Etti emr ehline teslîm emânâtı
Hudâ
Ne olur emr-ı İlâhî dahi bundan ahkem
Nâbî günlerde koyup yüz yerlere der-gâh-ı Bârî’de
Der idik ki
İlâhî hâlimizgâyet yaman oldu
Nedim
Rûhumun senden
İlâhî, budur ancak emeli
Değmesin ma’bedimingöğsüne nâ-mahrem eli
Mehmet Akif

i’lâm: bk. ilm.

i’lân: Ar. Alen’den; yayınlayıp açık olarak bildirme.

Hem ol kuşun gizli derûnunda sırr-ı şâh
Yok kudreti kim eyleye
Mân gönül kuşu
Âdile Sultan
İ’lân ediyor aşkını her nağme sesinde
Tevfik Fikret
Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrârını ömrün eder i’lân
Ahmet Hâşim

i’lân-ı mahabbet: Sevgi ilanı.

Dil hânesine tâb verir âteşi aşkın
Cân terkin urur eyleyen i’lân-ı mahabbet
Âdile Sultan

ilbâs: Ar. Libs’ten, giydirme, giydirilme; örtme örtünme.

Meğer ki eyleye ilbâs çeşme câme-i gûş
Eden tevakku’-ı takrîr bî-zebânlardan
Nâbî

ilel: bk. illet.

ile’l-arş: Ar. zf.

Arşa kadar.

Aferîn ey sâni’-i ten-perver ü cân-âferîn
Hâlıku, l-eşyâ, ile’l-arş
Rabbü’l-âlemîn
Fuzûlî

ile’l-ebed: Ar. zf.

Sonsuza kadar.

Mine’l-ezel seni sevmiş meğer benim rûhum
İle’l-ebed seni ancak sever benim rûhum
Kemalzâde Ekrem Bey
İle’l-ebed onu sevmek, ile’l-ebed, müellim
Fakat hayât-efM
Bir ibtilâ ile sevmekti emelim
Tevfik Fikret

ile’l-mihrâb: Ar. zf.

Mihraba kadar.

Husûsan bu ibâdet-geh mine’l-bâb-i ile’l-mihrâb
Harâb olmuş iken tecdîde etti himmet-i mevfûr
şinasi

ile’l-kalbi: Ar. zf.

Kalbe kadar. ile’l-kalbi sebîlâ: Kalbe kadar yol.

Elbette bu hâlimden o yârin haberi var “Fil-kalbi mine’l-kalbi ile’l-kalbi sebîlâ”
III. Murat
Han “Kalpten kalbe yol vardır” ilgâ’: Ar. Lağv’dan; iptal etme, kaldırma, bozma, lağv etme.

Bizim küfrânımız lağv olduğuna şüphe yok ancak
Onu sen cünbiş-i aklâm-ıgufrânınla kıl ilgâ
Nâbî

ilhâd: Ar. Doğru yoldan ayrılma, küfre meyletme; inançsızlık.

Ateş-işu’le-işemşîr-i cihân-tâbından
Küfr ü ilhâd kütüb-hânesin etti sûzân
Bâkî
Vâye-dâr olsa eğer âtıfet-i feyzinden
Olur ârâyiş-i seccâde cebîn-i ilhâd
Nâbî

ilhâh: Ar. Can sıkacak şekilde zorlama, ısrar etme, üzerine düşme. c. ilhâhât.

Bekliyor mihmânların i’zâzlar, ikrâmlar
Sâkiyâ etsin derim ühâhlar, zbrdmşar
Abdülhak Hâmit
Bir gün bizi mahvetmeyi isterdi felek
Bir kasdı var ilhâk ile ifnâmıza dek
Yahya Kemal

ilhâm: Ar. 1. İçe doğma. 2. Allah tarafından gönlüne bir şey doğdurulma. 3. Çıkan, söylenen. c. ilhâmât.

Kalbi ol nükte-i pür-feyz-i hidâyettir kim
Gökten âvîhte kandîlidir onun ilhâm
Nâbî
Şâir bütün bu şeylere atf-ı hayâl ile
Eyler vürûd-ı refref-i ilhâma intizâr
Tevfik Fikret
Medhine şâir-âne
İlhâmlar gerektir
Ta’rîfiyerde bitmez
Arşa çıkan kibârın
Abdülhak Hâmit

ilhâm-ı füyûzât-ı Hudâ: Allah verdiği bereketler ilhamı.

Tab’ım âyîne-i ilhâm-ı füyûzât-ı Hudâ
Bana keşf olundu bu sûretle hafâyâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

ilhâm-ı Hakk: Hakk’ın ilhamı.

Ol şâh-ı sâf-tıynet ü rûşen-zamîr kim
İlhâm-ı Hakk’a âyîne olmuş ferâseti
Râşit

ilhâm-ı Hudâvend-i ezel: Ezelin
Rabbinin ilhamı.

Kalbi âyîne-i ilhâm-ı Hudâvend-i ezel
Zâtı mürsel gibi ma’sûm hatâyâ vü zelel
Ziyâ Paşa

ilhâm-ı İlâhî: İlahî ilham.

Sînem âyîne olup şâhid-i feyz-i aşka
Eylesin tab’ımı ilhâm-ı İlâhî te’yîd
Kâzım Paşa

ilham-ı vârid: İçe doğan ilham.

İlhâm-ı vâridim yok hükm-ı Utâridim yok
Kavlimde câhidim yok “dîvâne-râ kalem nîst”
Esrar Dede
(dîvâne-râkalem nîst: delinin kalemi yoktur.)

ilhâm-ı vâridât-ı nuût: Naatlerin içe doğan ilhamı.

AleUusûs ki ilhâm-ı vâridât-ı nuût
Derûne aşk ile oldu şeref-pezîr-i vürûd
Sâmi ilka’: Ar. 1. Bırakma, koma, atma, terk etme. 2. Söz yetiştirme. c. ilkâât.

Delv olsa tehî çâha ederler ilka
Bâlâya çekerler dolıcak rağbetle
Nâbî
Eylemez mehlekeye nefsini âk ıl ilka
Ne ederse kişiyegayret-i akrân eyler
Beliğ
Terâzû-yı tekâbül vaz’ edip bâzdr-ı imkâna
Nakîzına tevâfukla tehâlüf eylemiş ilka
Nâbî

ilka-yı fesâd: Fesadı terketme.

Ayıptır âkıle şeytân beni aldattı demek
Kendi nefsimdir eden kendime ilka-yı fesâd
Nâbî

illâ: Ar. e. “-den başka, olmadığı sûrette, ye kadar, dek, değin” 2. Aksi hâlde. 3. Mutlaka, ille de.

Kılâde k ıldığı tesbîhi boynuna sûfî
Muhakkıkam sanır illâ hemân mukalliddir
Şeyhî
“Senden ey cân münkatdkılmaz beni illâ ecel”
Fuzûlî
Kim bu nizâmı vermedi âlem-serâyına
İllâ ki yümn-i devlet-i cihân-sitân
Bâkî

illa’l-lah: Allah’tan başka.

Herkes bana dîvâne diye ta’n eyler
Ahvâlimi kimse bilmez illa’llah
Esrar Dede

illet: Ar. 1. Hastalık, maraz, keyifsizlik. 2. Sebep, mucip. c. ilel.

Kayd-ı gam-ı rûzgâr bir illettir
Ol illete aşktır tabîb-i hâzık
Fuzûlî
Eğer izhârı zilletse olur ızmârı da zillet
Kolay meksûf olur müstelzim hacletse bir illet
Abdülhak Hâmit
Mübteld-yi derd olur elbet olanlar ten-dürüst
Gâh sıhhat, gâh illet.

Böyledir de’b-i felek
Naîm (Tezkirecizade Müverrih)

illet-i âlem: Dünya hastalığı.

Tabîb-i illet-i âlemsin ey düstûr-i milk-ârâ
Bulur her kanda varsan illet ü endûh pâyânı
Nedim

illet-i endûh: Üzüntü sebebi.

Münhariftir sâkiyâ endûh-ı dünyâdan mizâc
Bâde tut kim illet-i endûha gaflettir ilâc
Fuzûlî

illet-i gâiyye: Erekçilik sebebi.

İllet-igâiyyemiz ma’nen takaddüm bizdedir
Ademiz âlemden ey Nâbî muahhar gelmişiz
Nâbî

illet-i îcâd: İcat sebebi.

Bi-hakk-ı Ahmed-ı Muhtâr ü Müctebâ ki odur
Vücûd-ı encüm ü eflâke illet-i îcâd
Nef’î

illet-i kulunc: Kulunç illeti.

Bende hamyâze-i âgûş ü rakîb-i bed-reg
Sarılır gerdenine illet-i kulunc gibi
Nâbî

illet-i mecd ü şeref: Şeref ve büyüklük sebebi.

Ehl-i dâniş, rükn-i devlet, illet-i mecd ü şeref
Mahz-ı bîş, avn-i millet, zühur-ı dîn, fahr-i kirâm
Üsküdarlı Hakkı Bey

illet-i merg: Ölüm illeti.

Her nefs mey-i mevti tadar illet-i merge
Tıb-hâne-i âlemde devâ bulmadı
Lokmân
Muallim Naci

illet-i reşk: Kıskançlık hastalığı.

Mihnet-i devleti andıkça tesellî buluruz
İllet-i reşke hakîm-âne müdâvîyiz biz
Nâbî

illet-i sadr: Göğüs hastalığı.

Vükelâ hâin olunca ona güçtür çâre
İllet-i sadra tedâviyle şifâ müşkildir
Namık
Kemal illet-i terkîb-i mâ ü tîn: İncir ve suyun birleştirme sebebi.

Bir katre suyu vermediler ölmüş iken âh
Cedd-i güzîn-i illet-i terkîb-i mâ ü tîn
Üsküdarlı Hakkı Bey

illet-i tezvîr: Ara bozuculuk hastalığı.

Pûte-i ihlâsta beni görücek zerd-rû
İllet-i tezvîr ile bîmâr sanmış şeh beni
Necati Bey

illet-i ûlâ: İlk sebep.

Verip teselsüle kuvvet tabîat-i kec-i âb
Olurdu nâfî-i isbât-ı illet-i ûM
Fuzûlî

ilel: 1. İllet’ler, marazlar, hastalıklar. 2. Sebepler.

Cevher-i tîğ ile bî-vahîme ıslâh-ı mizâc
Şerbet-i lûtf ile bî-çûn ü çerâ def’-i ilel
Nâilî

ilel-i âlem: Âlemin hastalıkları.

Devâ gelir ilel-i âleme dem-i keremin
Meğer ki derd-i dile der-gehindedir merhem
Ziyâ Paşa

ilel-i kâinât: Kâinatın hastalıkları.

Bilinmedi yine hayfâ ledünniyât-ı umûr
Hakâyık-ı ilel-i kâinât kaldı nihân
Nâzım Paşa

illiyyîn, illiyyûn: Ar. 1. Yükseklik, yücelik. 2. Cennet’in en yüksek tabakasının adıdır.

Gökte olmuştu o rûy-ı rengîn
Şem-i cem’-i harem-i illiyyîn
Hakanî
Fahr ile seyreyliyor a’â-yı illiyyîn seni
Muallim Naci

ilm: Ar. 1. Bilme, bilinme, bilgi. 2. Bir takım özel meselelerin toplu görüşünden meydana gelen bilgiler.

İlim okumaktan garaz kendi özünü bilmektir
Kendi özünü bilmezsen bir hayvândan betersin
Yunus Emre
Farîzadır beşere iktisâb-ı ilm ü hüner
Onunla hâsıl olur dilde zevk-ı rûhânî
Muallim Naci
Alınız ilmini garbın, alınız san’atini
Veriniz hem de mesâinize son sür’atini
Mehmet Âkif

ilm-i Alîm: Allah ilmi.

Cevher-i zâtınla kâim bir arazdır lâ-mekân
Mümtenî’dir hayyiz-i ilm-ı Alîm olmak bana
Fehîm (Hoca Süleyman)

ilm-i cünûn: Cinnet ilmi.

Benim müderris-i ilm-i cünûn hani
Mecnûn
Ki bir murâd ala devrimde istifâde ile Fuzûlî

ilm-i evvelin ü âhirin: Evvelki ve sonraki ilimler.

Fazl-ı Hak’tan her kim alırsa nasîb ü hissesin
Keşf olur kendüye ilm-i evvelîn ü âhirîn
Âdile Sultan

ilm-i hikmet: Bilgelik, felsefe ilmi.

Bulmadı bu derde çâre ilm-i hikmet de bilen
İbn-ı Sînâ kılmadı tedbîrini bu illetin
Âdile Sultan
İlm-i hikmet okuyanlar ışktan ferâğattır bunlar
Mansûr oldum asın beni kon dillerde söyleneyim
Yunus Emre

ilm-i iftirâs: ferasetli olma ilmi.

Nûr-ı Hak’tan bir kabes eylerse kullar iktibâs
Onlara ilhâm olur elbette ilm-i iftirâs
Nuri

ilm-i lâ-yezâlî: Bitimi olmayan ilim.

Allâm-ı avâlim-i maâlî
Allâme-i ilm-i lâ-yezâlî
Ziyâ Paşa

ilm-i ledün: Gaybdan haber veren ilim.

İlm-i lednüyi bilen demez diyenler bilemez
Kendini ahkar tutandır
Adile sâhib-safâ
Âdile Sultan

ilm-i ma’âni: Manalar ilmi.

Evvelâ ilm-i ma’ânîde mehâret lâzım
Bilmeye nükte-i ser-beste-i ma’nâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

ilm-i nebevi: Peygamberlik ilmi.

Vâris-i vâhid-i ilm-i nebevî
Bâis-i zendegî-i şer’-i kavî
Atâyî (Nev’izade Atâullah)

ilm-i nücûm: Yıldız ilmi.

Gerektir ki ilm-i nücûm okuya
Kalan işlerin hep onunjçin koya
Bâkî

ilm-i resmi: Resim ilmi.

İlm-i resmîyi tenezzül mü eder tahsîle
Kisbe mevkûf değildir şeref-i mâder-zâd
Nâbî

ilm-i ref’at: Yücelik ilmi.

Râyet-i izzetine zeyl-i zer-efşân hûrşîd
İlm-i ref’atine cirm-i kamer mehçe-i sîm
Nazîm (Yahya)

ilm-i rumûz: İşaret ilmi.

Arifin ilm-i rumûzun bilmeyen ey bed-fiâl
Seb’ayı seyrân edip gel gör nedir ondan zuhûr
Ümmî Sinan

ilm-i rüsûm: Merasim ilmi.

Hep cehle çıktı ilm-i rüsûmun netîcesi
Ser-mâye-i hasâret imiş kâr saydığım
Halim
Giray (Kırım Hanı)

ilm-i şefâat: Şefaat ilmi.

Fünûn-ı ilm-i şefâat yanında bir nükte
Ulûm-ı afv-ı maâsî lebinde bir güftâr
Ziya Paşa

ilm-i şerif: Şerefli ilim.

Sa’y kıl ilm-i şerîfe şeb ü rûz
Kalma hayvân-sıfat, ol ilm-âmûz
Nâbî

ilm-i tasavvuf: Tasavvuf ilmi.

Okusan ilm-i tasavvuf ne zarar
Pâk bil tasfiye-i bâtın eder
Sünbülzade Vehbi

ilm-i tencim: Yıldız ilmi.

Çıkarırlar senede bir takvîm
Olmasın tâlib-i ilm-i tencîm
Sünbülzade Vehbi

ilm-i vahdet: Birlik ilmi.

İlm-i vahdette sebak-daşı imâm-ı evliyâ
Hikmet-i ma’nîde şâkirdi hakîm-ı Gaznevî
Nef’î

ilm-i vefâ: Sadakat ilmi.

Zülfüne hattın ilm-i vefâ bahsin eder hep
Biri kara câhil birisi cehl-i mürekkeb
Enven ilm-i zî-hayât: Canlı ilmi.

Sırr-ı muhît-i zâhire ki asl-ı bî-şühûd
Ey ilm-i zî-hayât olan
Vâcibü’l-vücûd
Abdülhak Hâmit

ilme’l-yakîn: Öğrenme yolu ile bilme.

Ben sana
Hak’sın dedim ilme’l-yakîn ayne’l-yakîn
Âdile Sultan

ilm ü ma’rifet: İlim ve beceri.

Denî-tab’ olma, ilm ü ma’rifetleşâna sa’y eyle
Sakın âlâyiş-i dünyâya meyl etme, cehâlettir
Sâlih (Bey)

ilm ü hüner: İlim ve beceri.

Allâmedir ol edîb-i mâhir
Her ilm ü hünerde bahse kâdir

ilm-âmûz: İlim öğreten.

Sa’y kıl ilm-işerîfe şeb ü rûz
Kalma hayvân-sıfat, ol ilm-âmûz
Nâbî

ilm-efrâz: İlim yükselten.

Revnak-ı saltanat-ı memleket heft-iklîm
Hâmî-i dîn, ilm-efrâz cihân-ârâyî
Nefi

i’lâm: 1. Bildirme. 2. Mahkeme tarafından verilen hükmü içeren kâğıt. c. i’lâmât.

Zûr-ı endîşe vü âsâr-ı hayâlimdir eden
Ne eydügün nükte-şinâsân-ı zemâne i’lâm
Nef’î
Geh çıkar nakşın beyâza geh olur rûyun siyâh
Etme râzın herkese i’lâm mânend-i nigîn
Hâmî (Hâmî-ı Âmidî)
Hem çıkar nakşın beyâza hem olur rûyun siyâh
Etme râzın kimseye i’lâm mânend-i nigîn
Sâmi (Arpaemînizade Vak’anüvis Mustafa Bey)

i’lâm-ı hâl: Durumu bildirme.

Müddeî i’lâm-ı hâle etmeden şakk-ı şefe
Fehmedip kasd-ı derûnun lutfunu der-kâr eder
Enderunlu Vâsıf
(şakk-ı şefe: dudak açmak.)

ilmâm: Ar. 1. Küçük günah işleme. 2. İki şeyin birbirine yaklaşması.

Selh ü ilmâm ü tevârüd diye sonra çalışır
Aybını setre nice düzd-i tüvânâ-yı sühân
Sünbülzade Vehbi

ilticâ’: Ar. Sığınma, koruması altına girme, barınma.

Ne dünyâdan safâ bulduk, ne ehlinden recâmız var
Ne der-gâh-ı Hudâ’dan mâada bir ilticâmız var
Nef’î
Ceyş-i gamdan kanda etsin ilticâ ehl-i niyâz
Kal’a-i himmette
Nâbî burc u bârû kalmamış
Nâbî
Zühd ü salâha eylemeziz ilticâ hele
Tuttu eğerçi âlem-i kevni fesâdımız
Bâkî
Sanadır ilticâsı
Gâlib’in yâ
Hazret-ı Monlâ
Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa sendendir
şeyh Galip

ilticâ-gâh: Sığınma yeri.

Topraktan başka ilticâ-gâh olamaz
Gûş et bu uzun hikâye kûtâh olamaz
Yahya Kemal

iltifât: Ar. 1. Söz ve yüzü başka tarafa çevirip yönelme. 2. Dikkat. 3. Dostluk, aşinalık. 4. Hatır sorma ve gönül alma.

Kalb-i rakîbi ko dile bak iltifât ile
Bir görme
Kâbe’yi hazer et
Sûmenât ile
Hâşimî
Yok aceb ger mâla rağbet mülke kılmam iltifât
Ben ki ehl-i zevkim esbâb-ı melâli neyZerem
Fuzûlî
Ma’rifet iltifâta tâbüdir
Müşterîsiz metâ’ zâyi’dir
Muallim Naci

iltifât-ı çerh: Feleğin teveccühü.

İltifât-ı çerhi görmem nâ-becâ bî-gâneye
Düşmen-i irfân olur elbette nâ-dân-âşnâ
Bağdatlı Rûhî
? (?
Sâlik’Kasımpaşa
Mevlevîhanesi
Şeyhi
Halil Efendi
Mahdumu)

iltifât-perver: İltifatı seven.

Bak şu zevrakçe-i dil-ârâmın
Cünbüş-i iltifât-perverine
Tevfik Fikret

iltihâb: Ar. Leheb’ten; 1. Alevlendirme. 2. Vücüttaki bir yerin şişip kızarması.

Nâgeh âsâr-ı Temmuz bağı âteş-gâh ede
Nâgeh ede dûzah-âsâ âteş-i mihr iltihâb
Fehim (Hoca Süleyman)

iltika: Ar. Lika’dan; rastlantı sonucu karşılaşma, buluşma.

iltika: -yı vücûd: Vücutla buluşma.

Olur idi dehenin sırrı rû-nümâ-yı vücûd
Ademle mümkün olsaydı ger iltika: -yı vücûd
nevres

iltikâm: Ar. Lokma’dan; yutma, lokma edip yutma.

Ejdehâ-yı kahr-ı Yezdân iltikâm eyler seni
Ehl-i hak şânında ey dil söyleme bâtıl cevâb
Behişti
Mânend-i dîv beççelerine iltikâm eder
Köhne ribât-ı dehr aceb âşiyânedir
Ziyâ Paşa
Bu sofracık, efendiler, -ki iltikama muntazır
Huzûrunuzda titriyorşu milletin hayâtıdır
Tevfik Fikret

iltimâ: Ar. Lem’den; 1. Parıldama, ışıldama. 2. Kapıp alma.

Melamet bezmine burnu alınmış sem’ idi gûyâ
Dem-i fevti karîb oldukta efzûn iltimâ’ etti
Nâbî
Nûr-ı sevdâ zulmet-i mâtemde eyler iltimâ’
Kûşe-gîr-i hecre şem’-i encümen bî-gânedir
İsmet (Müstecabizade)

iltimâ’-ı sâf-i kamer: Ayın saf parıldayışı.

Meşcerin sîne-i sükûnunda
Müntesir iltimâ’-ı sâf-i kamer
Tevfik Fikret

iltimâs: Ar. Lems’ten; isteme, rica etme. c. iltimâsât.

İltimâs ettim sabâdan tûtiyâ çektirmeği
Ağlama ey göz gubâr-ı der-gehi nem olmasın
Fuzûlî
HaşızA
Bağdâd’a imdâd etmeğe er yok mudur
Bizden istimdâd edersin sende asker yok mudur
Muradî (Sultan IV. Murat)
Vay ona kim eyleye lâ-şeyden istimdâd-ı feyz
Yuf ona kim eyleye nâ-kesden ihsân iltimâs
bağdatlı Ruhi

iltivâ’: Ar. 1. Bozulup bükülme. 2. Sarılıp dolaşma.

Derin bir iltivânın sîne-i zerd-i melâlinde
Odur ancak hüveydâ ser-nûşt-i bî-meâlinde
Mehmet Akif

iltiyâm: Ar. Onulmak, yaranın kapanması.

Cebîre bend olacak bir tabîb görmüş mü
Aceb bu yâreye hîç iltiyâm gelmez mi?
Yenişehirli Avni
Alemde senden istediğim budur ey şefî’
Hâk-i tazarru’a koyuban rûy-ı iltiyâm
Behiştî
Raşidâ etmez şikeste-dil kabûl-i iltiyâm
Zahm-ı şemşîr-i zebânın var mı görmüş merhemin
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

iltizâm: Ar. Lüzûm’dan; 1. Kendisine lâzım kılma, yerine getirilmesine gayret etmeyi kendi üzerine vacip kılma. 2. Devletin gelirinden bır kısmını kefil verip sonra alınmasını kendi üzerine alma.

İhrâz-ı şöhret eylemenin bin tarîki var
Ammâ tarîk-ı ma’rifet iltizâm edin
Hamdî (Nâzımul-hikem Ahmet)

iltizâm-ı bâd: Rüzgârın lüzumu.

İltizâm-ı bâd u âh-ı âteş-i cân-sûzdan
Südde-i der-gâh-ı Hak’tan ref’-i hâildir garaz
Nâbî

iltizâm-ı girye: Ağlama lüzumu.

İltizâm-ıgirye bâkîdir zemînde yoksa eşk
Hıdmet-i maktû’-ı tâkin nukre-ipîşînidir
Nâbî

iltizâm-ı sitem: Sitemin gereği.

Bir iki mültezimi eyledi havâle bana
Ki iştirâkle etmişler iltizam-ı sitem
Nef’î

iltizâm-ı sitem-i perde-bîrûn: Açık saçık konuşma siteminin lüzumu.

Lezzeti zayi’ olur nâz u niyâzın cânâ
İltizâm-ı sitem-iperde-bîrûndan sonra
Nâbî

ilzâm: Ar. Lüzûm’dan; 1. Susturma, cevap veremeyecek hâle getirme. 2. Kabahatli çıkarma. 3. Devletin gelirlerinden bazılarını kendi hesabına alarak tahsilini kefil kabul ederek birinin üzerine verme, verilme.

Cedel-kârâna hâmûşî gibi rengîn cevâb olmaz
Sükûtun merd-i dânâ hasmını ilzâm için saklar
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
Hîn-i dacvâ-yı nübüvvet müddeî ilzamına
Câhil iken el kemâl-i ilm bes bürhân sana
Fuzûlî
Mülzem olmaz her nice ilzâm edersen seg rakîb
Haylî müşkildir belî dânâya nâ-dân ile bahs
Cinânî
İlyâs: Ar. İlyas Peygamber.

Hz. Hârun’un torunudur.

İsrailoğullarına gönderilmiştir.

Din ve edebiyatta
Hızır ile beraber geçer.

İkisinin bir araya gelip buluştukları güne”Hıdırellez” denmiş.

Muhabbet kur’ası
İlyâs’a düştü
Gönül şâdiye vü el yasa düştü
Ahmet Paşa
Zihî meşhed zihî merkad zihî ma’bed zihî maksad
Makâm-ı Hızr ü İlyâs u makarr-ı evliyâdır bu
Taşlıcalı Yahya Bey

ilzâm: bk. iltizâm.

îmâ’: Ar. İşaretle anlatma, işaret etme.

Dendânları îmâlar eder sîn-i sücûda
Ma’nâsını fehm eyleyene satr-ı cebînin
Nâbî
Dinmezde al-i teşne-firîb olmasa serâb îmâ eder bu nükte-i rengîn-meâle al
Koca Râgıp Paşa
Çeşm-i mahmûr-ı aşka ver ma’nâ
En hafî hiss-i kalbi et îmâ
Kemalzâde Ekrem Bey
îmâ-yı ârzû: Arzu işareti.

Hazân da erse
Kemâl el çeker mi cânândan
Lebinden ol mehe îmâ-yı ârzû dökülür
Yahya Kemal

i’mâl: Ar. Amel’den; 1. Yapma, işleyip meydana getirme. 2. Kullanma. 3. Ortaya koyma, meydana çıkarma. c. i’mâlât.

İmâlde hîç kültef olmaz
Teftîşte tab’a zahmet olmaz
Ziyâ Paşa

i’mâl-i câm ü bâde: Kadeh ve şarabı imal eden.

Kimdir şerâbı hürmet ile telh-kâm eden
İmâl-i câm ü bâdeyi kim öğreten
Cem’e
Ziyâ Paşa

imâd: Ar. Direk, dikme, sütün.

Fürûğ-ı devletidir tâk-ı âsmâna çerâg
Ulüvv-i himmetidir bâr-gâh-ı çerhe imâd
Nâbî
Sühan-rû olduğundan mâ-adâ seyr eyleyen kimse
Hatt-ı ta’lîkini tercîh eder hatt-ı imâd üzre
Nef’î
Yazdığın ol hatt-ı ta’lîk-i hayât-eşzânın
Şîve-i harfi eder rûh-ı imâda îhâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)
Hârik-ı âdet mi değil bî-imâd
Ola kıyâm üzre bu seb’-işidâd
Nahf

imâle, imâlet: Ar. Meyl’den; bir tarafa
doğru yatırma, meylettirme. c. imâlât.

Lâyık mıdır insân olana vakt-i kazâda
Hak zâhir iken bâtıl için hükmü imâlet
Ziyâ Paşa
Lisân-ı şîve-ı Şîrâz’dan numûne idi
Acem-perestî-ı Rûm’un imâle devrinde
Yahya Kemal

imâm: Ar. 1. Namazda cemaatin reisi olan kimse, kendisine uyulan kimse. 2. Halife olan kimse. 3. Bir mezhebi kuran kimse. 4. Hz. Ali neslinden gelen kimse. c. eimme.

Ben deyrde mukîm-i makâm olduğum yeter
Mansıb bana hem anda imâm olduğum yeter
behiştî (anda: orada.)
Bağteten sâbit olup gurre, firâşında imâm
Hâb için yatmış iken etti terâvîhe kıyâm
Nedim
Pes geçip mihrâba ol hayrü’l-enâm
Enbiya ervâhına oldu imâm
Yazıcızâde Süleyman
İmâm-ı A’zam: En büyük imam (699769).

Din ve şeriat nizamlarında kendisine uyulan en büyük dört dinî mezhepten biri olan
Sünniler’in imamı.

Ebu
Hanife bin
Nu’man bin
Sâbit

i
Kûfî (r. a.).

Künyesi
Ebu
Hanife’dir.

Müstefîd olmaz
İmâm-ı A’zam olsa hâcesi
Bir kişi mahrûm olursa feyz-i istFdâddan
Fuad (Alâiyeli Mehmet Bey)

imâm-ı ehl-i irfân: İrfan sahibi imam.

Bu yolda imâm-ı ehl-i irfân
Mevlid eserin yazan
Süleymân
Ziyâ Paşa

imâm-ı evliyâ: Velilerin imamı.

İlm-i vahdette sebak-daşı imâm-ı evliyâ
Hikmet-i ma’nîde şâkirdi hakîm-ı Gaznevî
Nef’î

imâm-ı saff-ı efâdıl: Faziletliler safının imamı.

İmâm-ı saff-ı efâdıl emîr-i hayl-i kirâm
Emîn-i dîn ü düvel hâce-i huceste-hısâl
Bâk

imâmet: İmamlık.

Ya’nî olup enbiyâ-yı cemâat
Fahr-i resûl eyledi imâmet
Nâbî

imâme: Ar. 1. İmamlık, imamın hizmet ve rütbesi. 2. Tesbihin ucuna takılan başlık. 3. Çubuğun ağızlığı olarak ilâve olunan kehribar parçası.

İmâme ağzın öper ateşine lûle yanar
Bu kâr-gâh-ı cezâda garîbtir lûle
Nâbî
Cemâli vaz’ını bulmaz o mihr-i zer-pûşun
Düzüp bozarsa ne denlü kamer imâmesini
Hamdullah Hamdi

im’ân: Ar. Ma’an’dan; 1. Bir işte mübalağa üzere gayret etme, çok dikkatli olma. 2. İnceden inceye tedkik etme.

İm’ân ile bir kez nazar et bunca vukûât
Ayât-ı kitâbı-ı kaderi etmede teşîr
Ali
Ruhi
Çeşm-i im’ân ile baktıkça vücûd-ı ademe
Sahn-ı cennet görünür âdeme sahrâ-yı adem
Akif Paşa
Oku üslûb-ı hakîm üzre hemân
Fenn-i teşrîhada eyle imân
Sünbülzade Vehbi

im’ân-ı zât: Kendini inceleme.

Halk esîr-ı şöhret oldu eylemez im’ân-ı zât
Nâme-i hoş-harfe bakmaz zeylde nâm olmasa
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
îmân: Ar. Emn’den; dinin ortaya koyduğu dogmalara inanma, kalben itikat ve lisanen ikrar etme.

Bize mülhid diyenin kendüde îmân olsa
Dahl eden dînimize bâri
Müselmân olsa
Bahâyî
Küfrî (İstanbullu Hasan Çelebi)
Îmân ile dîn akçedir erbâb-ı gınâda
Nâmûs ü hamiyyet sözü kaldı fukarâda
Ziyâ Paşa
Dili bir, dîni bir, gönlü bir, îmânı bir insân yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını
Yahya Kemal
îmân-ı kudret: Güç imanı.

Bu, lücce lücce tekâsüf, bu sa’y-i dehşet-nâk
Belîğ sa’yidir îmân-ı kudretin, ezelî
Mehmet Âkif
îmân-ı mahz: Saf iman.

Terk edip uysa zülfüne îmân-ı mahzdır
Tesbîhi kendüzüne ki sâfî salîb eder
Nizami îmân-ı metîn: Sağlam iman.

Önce, dört kıt’ayı alt üst eden îmân-ı metîn
Sonra, dört yüz bu kadar milyon adam hepsi cebîn
Mehmet Akif
îmân-ı rızâ: Kabul olunan iman.

Hükm-i îmân-ı rızâda ictihâd-ı pîr-i aşk
Târ-ı medd-i lâyı zünnâr-ı Berehmen eyledi
Esrar Dede

i’mâr: Ar. Umrân’dan; şenlendirme, âbâd etme, mamur etme, temelsizlikten veyahut haraplıktan kurtarma.

Feyz-iHâlık’dır bu dehşet-zarı imâr eyleyen
Dest-gâh-ı sun’-ı Mevlâ’dan neler geçmiş neler
Hayrî (Harputlu)

imâret: Ar. 1. Mamurluk, âbadânlık. 2. Talebe ve fakirlere yemek verilen yer, aşevi. c. imârât.

Hayâlin tahtıdır vîrâne gönlüm
İmâret kıl ki sultân menzilidir
Şeyhi
Kas’a-i şeyh-i imâretten içip çorbayı
Zanneder kâbil-i te’vîl ola zırva-i sühan
Sünbülzade Vehbi
Bunca evler yıktın ey seyl-i cünûn gördün mü hîç
Nâ-pezîrâ-yı imâret kalb-i vîrânım gibi
Şeyhülislam Arif Hikmet

imâret-yâb: Mamurluk bulan.

imâret-yâb-ı istiğnâ: Zenginliğin rahatlığını bulan.

Hakâyık-âşnâ-yı âleme bî-gânedir dünyâ
İmâret-yâb-ı istiğnâya bir vîrânedir dünyâ
Haşmet

imdâd: Ar. Meded’ten; tehlike veya güç durumda yardım etme, iane etme.

HâfizA
Bağdâd’a imdâd etmeğe er yok mudur
Bizden istimdâd edersin sende asker yok mudur
Murâdî (Sultan IV. Murat) (Bağdat seferi sırasında
Sadrazam
Hafız
Paşa’nın gönderdiği “yok mudur” redifli imdadiyesine verdiği cevaptan bir beyit)
Ten-be-hâk-i acz olan şeb-nem gibi üftâdenin
Cümleden evvel yeten hurşîd olur imdâdına
Nâbî
Altı da bir üstü de birdir yerin
Arş yiğitler vatan imdadına
Namık Kemâl

imdâd-ı gayb: Bilinmeyen yardım.

Vusûl-i menzil-i imdâd-ı gayb lâzımdır
Ki bî-hevâna gelir dest bâd-bânlardan
Nâbî

imdâd-ı İlâhî: İlahî yardım.

Lâkin imdâd-ı İlâhî yetişip ordumuza
Oldu her bir neferi kal’a-ipûlâd-beden
Reşad (Sultan V. Mehmet)

imdâd-ı nigâh: Bakış yardımı.

İmdâd-ı nigâh ile cihân-gîrî-i fitne
Aşûb-ı hırâmiyla mübâhât-ı kıyâmet
Nefi

imdâd-ı Resûlü’llah: Hz. Peygamber (s. a. s.)’in yardımı.

Tecelliyat-ı Hak’tır akl ile idrâk müşkildir
Bi-hamdi’llah imdâd-ı Resûlu’llah hâsıldır
Âdile Sultan

imdâd-ı rusül: Resullerin yardımı.

Kâidü’l-ceyşindir imdâd-ı rusül
Feyz-i te’yîd-i semâvîyâverin
Hamdullah Hamdî

imhâ’: Ar. Mahv ve yok etme.

Kısmen idâre ettin onun sen cünûdunu
İmhâda eyledimdi adüvv-i anûdunu
Abdülhak Hâmit

imhâ-yı hürriyet: Hürriyeti ortadan kaldırma.

Ne mümkün zulm ile bî-dâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen, âdemiyyetten
Namık Kemâl

imhâ-yı ma’siyet: Günahı ortadan kaldırma.

Envâr-ı mağfiret eder imhâ-yı ma’siyet
Ehl-i kemâl zulmet-i gayzı kezîmdir
Nevşehirli Hikmet imh.

il: Ar. Mehl’den; 1. Mühlet verme. 2. Tehir etme, bir zaman sonraya bırakma.

Bir ârzû olıcak nakş levh-i hâtırda
Hemân o lâhzada fırsat bulup bilâ-imhâl
Nedim
(olıcak: olunca.)
Asafâ ömrümü evsâfına hasr eyleyeyim
Bir zemân kâbız-ı ervâh ederse imhâl
Ziya Paşa

imkân: Ar. Mekânet’ten; mümkün
olma, gücünün yettiği kadar dahil olma, mümkünlük, olabilirlik.

Tahsîl-i merâm etmeğe lâ-büdd taleb ister
Elbette her imkân husûle sebeb ister
Câzim (Zeyrekzade)
İşte bu sebepledir ki el-ân
Türkîdeyok irticâle imkân
Ziyâ Paşa
Nûrun ki etti âlemi rahşân efendimiz
Yoktur cihânda zulmete imkân efendimiz
Faruk K. Timurtaş

imkân-ı hudûd: Sınır imkânı.

Yoktur şuarâsına husûsâ
İmkân-ı hudûd add ü ihsâ
Ziyâ Paşa

imkân-ı sâlis: Üçüncü imkân (göz)
İki dîdesiz âleme
Yûsuf ü sen
Size yok cihân içre imkân-ı sâlis
Fuzûlî

imkân-ı visâl: Kavuşma imkânı.

İmkân-ı visâl olsa da yok râhat-ı vicdân
Hicrin sonu vuslatsa da vaslın sonu hicrân
Kemalzâde Ekrem Bey

imkân-ı zuhûr: Ortaya çıkma imkânı.

Her ne fitne kim zuhûra hayyiz-i imkân bulur
Vech-i imkân-ı zuhûrun ol hatt-ı fettân bulur
Nef’î

imlâ’: Ar. Melâ’dan; 1. Doldurma, memlu kılma, doldurulma. 2. Yazma, tahrir etme, yazdırma. 3. Mektup veya yazı sözlerinin yazılmasına gerekli olan harfleri gösteren işaretlerin ismi.

Söz yok ol gonce-dehen vasfına imlâ sığmaz
Teng olur cây-i sühan lafzına ma’nâ sığmaz
Nâilî
Olıcak habt u hatâ imlâda
Hüsn-i hattan ne çıkar ma’nâda
Sünbülzade Vehbi
Her vezinde kıt’a etmiş imlâ
Birçok da rübâî-i dil-ârâ
Ziyâ Paşa

imlâ-yı sühan: Söz imlası.

Nice nâ-ehil vügedâ-tıynet ü sâil-meşreb
Cerri ser-mâye eder eylese imlâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
İmrân: Ar. Hz. Meryem ve
Hz. Musa’nın babalarının adıdır.

Kur’anda 3’üncü surenin adıdır.

Âl-i İmran: (İmran sülalesi).

Buna göre
İmran kelimesi önce
Hz. MusaHz. Harun ve daha sonra da
Hz. Meryem ve
Hz. İsa için kullanılmıştır.

Subh-veş destini zâhir kılsa sîm-efşân olup
Ol Yed-i beyzaya benzer ki
İbn-ı İmrân gösterir
Fehim (Hoca Süleyman)

imrâr: Ar. Mürûr’dan; geçirme, geçirilme.

Vâdî-i tahayyürde bırakma bizi yâ Rab
İmrâr buyur emn ile bu râh-güzerden
Muallim Naci

imrâr-ı dîde: Gözden geçirme; dikkat etme.

Bu şi’re eylesin imrâr-ı dîde ey Nâbî
Çıkan avâlîm-i ma’nâya nerdübânlardan
Nâbî

imrâr-ı evân: Vakti geçirme.

Mükedder biri yâd-ı ihvân eder
Tahassürle imrâr-ı evân eder
Abdülhak Hâmit

imrâr-ı vakt: Vakti geçirme.

Güft ü gû efsâne ile eyleme imrâr-ı vakt
Adile vakt-i seherde âh u efgân gözlerim
Âdile Sultan

imrûz: Far. Bu gün, içinde bulunulan an.

Olaydı
Atıfeti şerh-sâz-ı nüsha-i cûd
Verirdi va’de-i imrûz lutf-i ferdâya
Fehim (Hoca Süleyman)
Çünki vâ-bestedir evkâtına intâc-ı merâm
Fikr-i imrûzda endîşe-i ferdâ ne belâ
Sâlik (Kasımpaşa Mevlevihanesi
Şeyhi
Halil Efendi
Mahdumu)
Çün kâr-ı nihânî-i meşiyyet ola ma’lûm
Çekme gam-ı imrûz eyle endîşe-i ferdâ
Sâmi imsâk: Ar. 1. Salı vermemek, tutmak, hapsetmek. 2. Kendi nesfsini zapt edip perhiz etmek, yeme içmede bulunmama. 3. Oruca başlama zamanı. 4. Cimrilik, pintilik, tutuculuk.

Halka sirâyet eyledi âsâr-ı inbisât
İmsâke hîç alâmet-i te’kîd kalmadı
Nâbî
Meslek-i sifle-nihâdândır âz ü imsâk
Reh-i bâlâ nazaran himem ü ihsân yoludur
Nâbî
Ne sîm ü zer ne bîm ü havf ü ne endîşe-i imsâk
Bakılsa dîde-i im’ân ile râhatta müflisler
Tâlib (Bursalı Mehmet)

imsâk-ı bâr: Mal, mülkte tutuculuk.

İmsâk-ı bârı ehline bir kat günâh olur
Şöhret olursa maksadı ihsân edenlerin
Nâbî

imşeb: Far. Bu gece.

Felek imşeb hilâl-i hâle-pirâyı edip der-dest
Hemânâ ol dervîşe tutmuş bir kemer keşkûl
Kânî (Ebubekir)

imtidâd: Ar. Medd’ten; 1. Uzama, uzun sürme. 2. Uzun boy. 3. Uzunluk.

Bu mücerrebdir ki bulmaz zulm bunda imtidâd
Bu mukarrerdir ki zâlim bunda olmaz pay-dâr
Fuzûlî
Kim helâk olmak mukarrer zannederdim kendimi
Bulsa birkaç gün dahi eyyâm-ı hicrân imtidâd
Nef’î
Uçup duran o havârık bir ihtiyâc-ı şedîd
Piyâde harcı mı, hâşâ, bu imtidâd-ı medîd
Mehmet Akif

imtidâd-ı cevr: Eziyetin uzaması.

Bu imtidâd-ı cevre bahtın şitâbı var
Mihnetmedâr olan feleğe intisâbı var
Nedim

imtidâd-ı medîd: Çok uzun süren uzama.

Uçup duran o havârık bir ihtiyâc-ı şedîd
Piyâde harcı mı, hâşâ, bu imtidâd-ı medîd
Mehmet Akif

imtidâd-ı ömr: Ömrün uzayışı.

Sâyendedir imtidâd-ı ömrüm
Binler yaşa ey nihâl-i ümîd
Muallim Naci

imtihân: Ar. Mihnet ve mehn; den; sınama, deneme, sınıf geçme için sorulan sorular.

Ne var bir kerre de et imtihân lutf-ı visâlinle
Dilimde âzmâyiş etmedik hangi cefâ kaldı
Nâbî
Sanma hâlis dost olur her kem-ıyâr ü ebteri
Ur mihekk-i imtihâna, fârik ol seng ü zeri
Âgâh
Osman Paşa
(Trabzonlu)
Olalı tekye-gâh-ı dilde mihmân
Adile yârim
Ne izz ü şân ile ne saltanatla imtihânım var
Âdile Sultan

imtihân-ı çeşmânî: Gözlere ait imtihan.

Bizde eyler imtihân-ı çeşmânî hep sihrin
Nedîm
Tahta-i meşk-füsûnuz şimdi biz câdûlara
Nedim

imtihân-ı hulûs: Katkısız, saf imtihan.

Gönül, murâdın ise etmek imtihân-ı hulûs
Hamûşluk kadar olmaz sana nişân-ı hulûs
Necati Bey

imtihân-ı mîz-bân: Ev sahibinin imtihanı.

Mihmân olsan çekilmez imtihân-ı mîz-bân
Mahv olurdu himl-i minnet çekse çarh çenberi
Nazîm (Yahya)

imtihânî: İmtihana ait.

Her ne söylersem kazâ mazmûnunu isbât eder
Onu bilmez kim hitâb-ı imtihânîdir sözüm
Nef’î

imtilâ’: Ar. Melâ’dan; dolma, doldurulma, dolgunluk.

Gerçi ni’met çok, kifâyetten tecâvüz kılma kim
İmtilâ bâr-ı bedendir bî-huzûr eyler seni
Fuzûlî
İçsin ko hûn-i mâl-i harâmı alekgibi
Zâlim tasavvur etmez ise imtilâsını
Nâbî

imtilâ-yı kerem: Cömertliği doldurma.

Dize çîn-i neamı sofra-küşâ-yı himmet
İmtilâ-yı keremi diye şikem-perver-i âz
Nef’î

imtinâ’: Ar. Men’den; çekinme, vaz geçip geri durma.

Haklıdır cânân vedâlmdan ederse imtinâ
Vehm eder eşk-i revânımdan belâ bârânıdır
Nâbî
Pertev-i ruhsârının her zerresi bir mâh olup
Vâcib oldu etmemek aşk-ı bütândan imtinâ’
Esrar Dede

imtinân: Ar. Minnet’ten 1. Yapılan bir iyiliği başa kakma. 2. Memnun ve müteşekkir olmama.

Ol mey ki neş’esinde ola bûy-i imtinân
Seng-i kazA dokunması yeğdir sebûsuna
Nâbî
Bir mey ki ola neşvesinde bûy-i imtinân
Seng-i kazA dokunması yeğdir sebûsuna
Namık Kemâl
Ahenden olsa da feleğin çek kemânını
Çekme felekte siflelerin imtinânını
Koca Râgıp Paşa
Ey fakîrân!
Kış geçer, geçmez azab-ı imtinân
Bir eteksiz kürk için takbîl-i dâmendengeçin
Muallim Naci
İnsâf yok mu ettiğim bu âh u figân yeter
Öldürdün artık eylediğin imtinân yeter
Ziyâ Paşa

imtinân-ı halk: Halkın başa kakması.

Gerekmez imtinân-ı halk ile şâh-ı cihân olmak
Bana bestir kapında bende-i bî-imtinân olmak
Cinânî

imtinân-ı mîz-bân: Ev sahibinin başa kakması.

Mihmân olsan çekilmez imtinân-ı mîz-bân
Mahvolurdu haml-i minnet çekse çarhı çenberi
Nazîm (Yahya)

imtisâl: Ar. Misl’den; 1. Tam bağlılık. 2. Muvafakat etme, uyma.

Tefvîz edip umûrunu âkıl meşiyyete
Fermân-ı Hâlikü’l-beşere imtisâl eder
Nâilî
Akl ü mâlin cemine âlemde yoktur ihtimâl
Sen işinde muktezA-yı asra eyle imtisâl
Ziyâ Paşa
İki emre birden edip imtisâl
Hemen ibtidâ eyledim igtisâl
Keçecizade İzzet Molla

imtiyâz: Ar. 1. Başkalarından farklı olan. 2. Ayrncalık. 3. Bir işi özel bir kişi veya müesseseye verme. c. imtiyâzât.

Bâkî karîn-i firkatin olmak revâ mıdır
Akrân içinde böyle iken imtiyâzda
Bâkî
La’net o merd-i muhteşem-i bî-fazîlete
İkbâl-i dehri vâsıta-i imtiyâz eder
Recaizade Ekrem

imtiyâz-ı küfr ü dîn: Din ve küfür imtiyazı.

Ol amîmü’l-feyz-i mün’imsin ki feyz-i şâmilin
Rızk taksîminde kılmaz imtiyâz-ı küfr ü dîn
Fuzûlî

imtiyâz-ı sâbit: Sabit ayrıcalık.

İmtiyâz-ı sâbit ü seyyârı müşkildür hayâl
Zanneder keştî-nişînân sâhil-i deryâ yürür
Koca Râgıp Paşa

imtiyâz-ı vahşet: Vahşet ayrıcalığı.

Bir imtiyâz-ı vahşet iken sefk-i dem bize
Hattâ cezâda olsa sezâdır âdem bize
Abdülhak Hâmit

imtiyâzât: İmtiyazlar. imtiyâzât-ı makâmât ü usûl: Usül ve makamlar ayrıcalığı.

İ’tibârât-ı tekâsüm ü fusûl
İmtiyâzat-ı makamât ü usûl
Nâbî

imtizâc: Ar. Mezc’ten; uyma, yaratılış veya cismen uygun olma.

Olmaz idi miyân-ı leîmânda imtizâc
Mâbeynde alâka-i cinsiyyet olmasa
Nâbî
Nabz-âşinâ hekîmin o nesnâs-ı nâ-mizac
Çirkinliğiyle ben onun etmiştim imtizâc
Abdülhak Hâmit
Bî-gam olmam hem-nişîn olsam da cânânımla ben
Derd-nâkım imtizâc etsem de dermânımla ben
Muallim Naci

imtizâc-ı ehl-i irfân: İrfan sahibi kişilere uyma.

Hünerdir imtizac-ı ehl-i irfâna sebeb zîrâ
Dü-mevzûn mısrâ’a ülfet veren her yerde mazmûndur
Belîğ

imzâ’: Ar. Bir belgeyi geçerli kılmak için kendi adını yazma.

Dâd-ger-i pâdişeh-i âdil ü âlî-şân kim
Her ne emr etse kazA hükmünü eyler imzâ
Nef’î
Söylenilmez söylenilse fehm olunmaz neyleyim
Bes leb-i hâmûşumuz bu defterin imzasıdır
Esrar Dede
Vaktâ ki erdi gûşuma bu müjde eyledim
İmzâ efendimin keremin hem kerâmetin
Nedim

imzâ-yı cevâz: Müsaade edilen imza.

Hüccet-i afv ü kerem etmez kabûl-i fesh ü nesh
Kâdî-i endîşe imzâ-yı cevâz etmezse de
Nâbî
în, ıyn: Ar. Aynâ’nın çokluğu.

İri ve güzel gözlüler.

Tîre çeşmim aydın etsin ruhların ey hûr-ı în
Hâke pertev salsa gelmez zerrece
Hurşîd’e şeyn
Aşkî (Tireli)
Hûr-i în olurdu mağz-ı âşüfte vü mest ü ebed
Zerre gerdin rûzigâr etseydi
Adn’e armagân
Üsküdarlı Hakkı Bey
în: Far. Bu.

Sâf-kalb ol kimseye tutma sakın kalbinde kîn
Fahr-ı Alem dedi sığmaz kîn ile bir yerde în
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Hûr-i în olurdu mağz-ı âşüfte vü mest ü ebed
Zerre gerdin rûzigâr etseydi
Adn’e ermagân
Üsküdarlı Hakkı Bey
Ân u în: Bu, şu.

Kem cür’a ile
Hamdî’ye bir keyf verdi ışk
Kim ân u în görünmez ona keyf ü eyn
Hamdullah Hamdi

inâ’: Ar. Geciktirme, alıkoyma; zayıf düşürme.

inâ-yı vücûd: Vücudu zayıf düşürme.

Lebinden aldığı bûy-ı elest neş’esidir
Ki feyz-i rûh ile leb-rîzdir inâ-yı vücûd
Nevres-ı Kadîm

inâbe, inâbet: Ar. 1. Günahlara tövbe edip
Hak yoluna girme. 2. Bir mürşide baş vurup tarikata girme.

Sittîn erişti ey dil inâbet zemânıdır
Ser-germî-i hevâdan ifâkat zemânıdır
Nâbî
Eyle
Mevlâ’ya inâbet terk edip bu benliği
Câhil-ı Mâbsın çün kılma daâ-yı safâ
Âdile Sultan
Himmeti hâzır olan mürşid-i kâmil nâ-yâb
Ben de bî-himmet olan şeyhe inâbet edemem
Hâmî (Hâmî-i Âmidî)

inâd: Ar. Bir konuda muhalefette, zıt olmada ısrar, direnme, muannidlik.

Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdımız
Hükm-i kazaya zerre kadar yok inâdımız
Bâkî
Etmez sühanda kadrimi ikrâr müddeî
Akl-ı selîmi yok değil ammâ inâdı var
Seyyit Vehbî
Pâyân ver elverir bu inâd ü lecâcete
Celbeyledim, unutma, seni bâb-ı hâcete
abdülhak Hâmit

inâk: Ar. Boynuna sarılma, sarmaşma.

inâk-ı aşk: Aşk sarılması.

Bezm-i inâk-ı aşkta cân mey-perest iken
Öğrenmiş idi câm adını
Cem dedikleri
Nizami in’âm: Ar. Ni’met’ten; ihsan etme, bahş etme. c. in’âmât.

Zulm ile akçeler alup zâlim
Eyler in’âm halka minnet iZe
Fuzûlî
Cânâ safâ hengâmıdır îş ü tarab eyyâmıdır
Sultân-ı gül in’âmıdır seyr eyle ihsânın yine
Râmî
Yok farkı bahîl ile o ehl-i keremin kim
İn’Amı ola kavm-i ahibbâsına mahsûs
Sünbülzade Vehbi

in’âm-ı âm-ı Ahmed: Hz. Muhammed halkının ihsanı.

Hırz-ı emân enâma iz’ân-ı nam-ı Ahmed Ümmîd-i hâs ü Ama inâm-ı âm-ı Ahmed
Hamdullah Hamdi

in’âm-ı Hak: Hakk’ın ihsanı. imâret rüknidür âyendeye huld-ı naîm
O saâdet dârı kim in’âm-ı Hak’tır bî-add
Türk Firdevsisi

inân: Ar. Dizgin, yular.

Nefsi riyâzet ile tutar çile-keş olan
Nerm eyler esb-i serdi inânın sıkıntısı
Arif (Mütercim-ı Arabî
Reisülküttab
Mîr)
Zencîr ile olmaz imtinânım
Tek sende bulunmasın inânım
Abdülhak Hâmit
Şehsüvâr-ı deşt-i ma’nâ kim semend-i hâmeye
Ruhsat-ı cevelân verip ger etse irhâ’-yı inân
Ziya Paşa

inân-ı azm: Azim dizgini.

Nâ-gâh vehm-i vesvese-fermâ-yı kec-nazar
Urdu inân-ı azmime dest-i cesâreti
Nâbî

inân-ı dil: Dilek dizgini.

Rahş-ı emelim aldı inân-ı dili elden
Ahir sürerek vâdî-i hicrâna düşürdü
Tıflî

inân-ı ihtiyâr: Seçme yuları.

Sû-be-sû sevk eyleyen hep sâik-i takdîrden
Kimsenin destinde yok
Râgıb inân-ı ihtiyâr
Koca Râgıp Paşa

inân-ı iktidâr: İktidar dizgini.

İnân-ı iktidârım gitti elden bî-mecâl oldum
Beni dûr eyleyelden ta’ne-i düşmen rikâbından
Cinânî

inân-ı rahş-ı kilk: Kamış kalemin gösterişli dizgini.

Çek inân-ı rahş-ı kilkigeçmesin i’câzı da
Arsa-i ma’nâda
Neylî hem-inân lâzım sana
NeyH inân-ı sabr: Sabır dizgini.

Gördüm semend-i himmet sa’y ile menzil almaz
Aşkî inân-ı sabrı dest-i rızâya verdim
Aşkî

inân-gîr: Dizgin tutan.

Zevkı var cilve-iyek-rân-ıgurûrun ammâ
Olmasapençe-i idbâr-ı inân-gîr olmak
Nâbî

inân-gîr-i duâ: Dua dizginini tutan.

Olur elbette nişânek-zen-i meydân-ı kabûl
Pençe-i ma’siyet olmazsa inân-gîr-i duâ
Nâbî

inâs: Ar. Ünsâ’lar, kızlar, kadınlar.

Mezarlığı düşün biraz defîn-i hâk olanların
Zükûru var, inâsı var yetimi, pîri, şâbı var
İsmail Safa

inâyet: Ar. Bir kimse bir zahmetli işe uğradığında ona iyilik edip o işten kurtarmak, ihsanda bulunma, yardım, ihsan, iyilik. c. inâyât.

Lâzım değil inâyeti ehl-i tekebbürün
Bahş eyledim atâsını vech-i abûsuna
Nahîfî (Süleyman)
İnâyet her kime yüz tutsa isyân-ı hicâb olmaz
Güneş doğdukta zîrâperde-i zulmet nikâb olmaz
Şeyh Galip
Az eyleme inâyetini ehl-i derdten
Ya’nî ki çok belâlara kıl mübtelâ beni
Fuzûlî
Tâli’de devlet olmasa hizmet ne fâide
Hak’tan inâyet olmasa tâat ne fâide
Nişanî (Karamanlı Nişancı
Mehmet Paşa)

inâyet-i ezelî: Ezelî lütuf.

İnâyet-i ezelî mürşid olmasa
Şeyhî
Hidâyet etmek için
Mehdî-i zemân kim olur
Şeyhi inâyet-i Hak: Hakk’ın lütfu.

Câsûs eden mekâmin-i gayba tahayyülün
Tashîh eder inâyet-ı Hakk’a tevessülün
Nâbî

inâyet-i şâh: Şahın inayeti.

Ne özür edersem artık gelir günâhımdan
Meğer inâyet-i şâh ola özr-hâh bana
Ahmet Paşa

inbât: Ar. Nebât’tan, yerden ot bitirme.

Kimdir beni tevlîd veyâhûd kılan inbât
Ancak şu işâret onu eyler sana isbât
abdülhak Hâmit

inbîk: Ar. Özel damıtma âleti.

Ona ne kar’ ü ne inbîk gerek
O nefestir ona tevfîk gerek
Nâbî

inbîk-i dikkat: Dikkat inbiği.

Mizâc-ı âlemi, hâzık isen, tahlîle sa’y eyle
Geçir her şahsı bir unsur gibi inbîk-i dikkatten

inbisât: Ar. Bast’tan; 1. Yayılmak, açılmak. 2. Genişlemek. 3. Gönül açıklığı, ferahlık.

Halka sirâyet eyledi âsâr-ı inbisât
İmsâke hîç alâmet-i te’kîd kalmadı
Nâbî
Eyyâm-ı inbisât iledir lezzet-i hayât
Tûfân-ı gamda âdeme lâzım mı ömr-ı Nûh
Esad (Musullu)

inbisât-gâh: Ferahlık yeri.

inbisât-gâh-ı sükûn: Sakin ferahlık yeri.

Leyl bir inbisât-gâh-ı sükûn
Rûz bir ihtilât-gâh-ı şüûn
Muallim Naci

incâz: Ar. 1. Vaadi yerine getirmek, sözünde durmak. 2. Birinin hacetini reva görmek. c. incâzât.

Birden güsiste olmaz idi rişte-i ümîd
İncâz olunsa va’de-i ferdâ kibârda
Nâbî
Va’d-i lûtf eyler isen az eyle
Lîk mev’ûdunu incâz eyle
Sünbülzade Vehbi
Aftâb-ı himemin zâil ü âfil olmaz
Nûr-ı incâz verir sahn-ı mevâîde hemân
Şinasi
İncîl: Ar. Hz. İsa peygambere nazil olan
semavî kitap. c. enâcîl.

Zemîn-bûs-i kadrinçün
İncîl ede
Beşer sana ne dille tebcîl ede
Ahmet Paşa
Büt-hâne-i hüsnünde hat zülfü eder tefsîr
İncîl yazar künc-i kamâmede
Yohannâ
Esrar Dede
Gelmeden
Furkân ile
İncîl ü Tevrît ü Zebûr
Safha-i suhuf-ı cemâlin âşıka mezbûr idi
Hamdullah Hamdi

incilâ’: Ar. Cilâ’dan; 1. Cilalanma, parlama. 2. Belli, meydanda, aşikâr. 3. Görünme.

Ref’ edince mâsivâyı nûr-ı Hak eyler zuhûr
Maksad ancak kalbe böyle incilâ vermektedir
Selimî (Yavuz Sultan Selim)
Bakın hevâ ne güzel açtı incilâ buldu
Deminki velvele, şiddet sükûn-pezîr oldu
Tevfik Fikret
Düştün bu leyl-i gurbete mehcûru incilâ
İndin bugavr-ı zulmete me’yûsu i’tilâ
Kemalzâde Ekrem Bey

ircilâ-yı bahâr: Baharın ortaya çıkışı.

Günün birinde ki bir tûde ebr-i nâmiye-bâr
Verip havâlî-ı Ken’âna incilâ-yı bahâr
Tevfik Fikret

incilâ-yı ruh: Yanağın parlaması.

İncilâ-yı ruhu yaktıkta fetîl
Söndü kandîl-ı Zebûr ü İncîl
Hakanî

incilâ-bahşa: Parlaklık sunan.

incilâ-bahşa-i vicdân: Vicdana parlaklık veren.

Sen ey ebr-i münevver, incilâ-bahşa-i vicdânsın
Tevfik Fikret

incimâd: Ar. Donma, salâbet kesb etme, katılaşma.

Cihânı incimâd etti ihâta havfim ondandır
Ki ide zımn-ı cevâhirde olan âba sirâyetler
Nâbî
Tasavvur-hâne-i fikrette kesb-i incimâd eyler
Heyülâ-yı maânî bulmadan sûret beyân üzre
Ziyâ Paşa
Kalbimde incimâd eder âmâl-i neşve-bâr
Mecrûh nâlelerle dolar ömr-i intizâr
Kemalzâde Ekrem Bey

incizâb: Ar. Cezb’den; cezb olunma, bir nesnenin cazibesi kuvvetiyle o nesneye doğru gitme. c. incizâbât.

Eşyâda bir incizâb var birbirine
Pervâne yanar mı boş yere, yanmasa mum
Âsaf (Mahmud Celaleddin Paşa)
İncizâbın görülür nerde bir âfet görsen
Görmedim sen gibi âlemde belâ-hâh gönül
Muallim Naci

incizâb-ı dil: Gönül cezbedişi.

Tâze kenîzegâne ise incizab-ı dil
Bî-tablıkta fevt olur onun da lezzeti
Nâbî

ind: Ar. 1. Yan, nezd, kat, huzur. 2. e. Yanında, göre. 3. e. Olunca, olduğu hâlde.

Bin safsata bir mısrâ’-ı bercesteye değmez
İndimde esâtir-ı Felâtûn hezeyândır
YenişehMi Avni
Görsem de görmesem de bu indimde bir benim
Mâdem ki şimdi her biri kalbimdedir benim
Yahya Kemal

ind-i Bârî: Allah’ın yanında.

Nizam-ı halk-ı âlem mültezimdir ind-ı Bârî’de
Hudâ kâdirdir ammâ sîmi zer leyli nehâr etmez
Ziya Paşa

ind-i Hak: Hak katı.

Her meşakkat kim görürsün ind-ı Hak’tandır nüzûl
Kahr u lutfun illetidir tutma sen dilde melâl
Ümmî Sinan

ind-i İlâhî: Hak yanı.

Bir olur ind-ı İlâhî’de
Süleymân ile mûr
Der-geh-ı Hak’ta hemân şâh ile sâil birdir
Keçecizade İzzet Molla

inde’l-kirâm: Büyüklerin arasında.

Olmasa şâyi’ onu tahrîre vermezdim rızâ
Özrüm ümmîdim budur makbûl ola inde’l-kirâm
Nâbî

inde’t-taleb: İstek katında.

Verdi beşere karz ile
Hak nakd-ı hayâtı
İnde’t-taleb elbette müheyyâ-yı edâdır
Emrî (Edirneli Emrullah)

indifâ’: Ar. Deften; 1. Ortadan kalkma. 2. Yer yer başgösterme.

Nîm-şeb ol meh çıkıp halvet-geh-i ibdâ’dan
Tîregî-i kesret-i mevhûmu eyler indifâ’
Esrar Dede

ineb: Ar. Üzüm. c. a’nâb.

bintü’l-ineb: Şarap (üzüm kızı).

Döşeyip sofra-i ayş u tarabı
Çekse
İncirli’de bintü’l-inebi
Yenişehirli Avni
Kevser-i hûra murâdı zahidin
Fikr-i âşık şâhid ü âb-ı ineb
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Hem-vâre humla hoş başı câm ile leb-be-leb Ümmü’l-habâis olsa ne ola duhter-i ineb
Nedim
a’nâb: İneb’ler, üzümler.

a’nâb u nahîl: Hurma ve üzümler.

Pürdür ol bostânda a’nâb u nahîl
Var budaklarında cömerd ü bahîl
Ubeydî

infâz: Ar. Nüfûz’dan; 1. Öte tarafa geçirme, geçirilme. 2. Hükmünü verme, hükmü verilme; icra, yerine getirme. c. infâzât.

Senindir devr-i devlet hükmünü dünyâya infâz et
Hudâ ikbâlini hıfz eylesin her türlü âfetten
Namık Kemâl
Hükm-i kader ne ise infâz eder merâmın
Olmaz rehîn-i tağyîr, bulmaz fenâ bu kânûn
Hakkı Paşa
(İsmail)

infiâl: Ar. Fi’l’den; 1. Müteesir olma. 2. Gücenme, kırılma. c. infiâlât.

İnfial etmeğe âmâde gürûh-ı ittibâ
Aşk sevdâsına ser-beste civârî vügulâm
Nâbî
Gitmez kulûb-ı kâsiyeden nakş-i infial
Seng üzre mürtesim olan âsâr saht olur
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
Sesler durur, hayâl uyuşur dilde, beste-leb
Yüksekte nefha nefha eser bâd-ı infial
ahmet Hâşim

infikâk: Ar. Fekk’ten; Bir şeyin yerinden ayrılması, çözülme.

Her âyîne benden değildi cüdâ
Baîd eylesin infikâkın
Hudâ
Keçecizade İzzet Molla
Bir zerredir ki zerre-i nd-müntehd-yı hâk
Bir zerre hârice edemez ondan infikâk
Ziya Paşa

infirâd: Ar. Ferd’ten; Topluluktan ayrı durma, yalnız olma, tek olma.

Vücûdu herbirinin başka âlemdir hakîkatte
Olur anunçün ehl-i dil cihânda infirad üzre
Nef’î
Cihân artık değişmiş infirâdın yoktur imkânı
Göçüp ma’mûrelerden boylasan hattâ beyâbânı
Mehmet Akif

infisâl: Ar. Fasl’dan; ayrılma, yerinden kesilme, münfasıl olma.

Neydi cürmün bilmem ki âyîne-i ümmîdimi
Etti bu sûretle muğberr infisâlin sûreti
Nevres-ı Cedîd (Osman)
Sipihrin bahtını ikbâlini hep pây-mâl ettim
Hayâtımdan muazzezken vatandan infisâl ettim
Namık Kemâl
Lânesinden bulsa bir dem infisâl
Yoktur ircâHnda kat’â ihtimâl
Ziya Paşa

inhâ’: Ar. Nehy’den; 1. Yetiştirme, ulaştırma. 2. Vazifeye başlama veya terfi etme yazısı.

Münhî-i ma’rifeti hâl diliyle dâim
Kılar ehl-ı Hakk’a esrâr-ı hakîkat inhâ
Fuzûlî
Hilâf inhâ rakîb ol âfeti tenfîr edip benden
O sengîn-dil müzevver mühr kazmış nâme uydurmuş
Nâbî

inhâ-yı muhlis-âne: İyi niyetle ulaştırma.

Ümîd-i nâme-i rahm etme ol cefâ-cûdan
Ki ma’nî-i sitem inhâ-yı muhlis-ânesidir
Nâbî

inhidâm: Ar. Hedm’den; çökme, yıkılma. (Canlılar için kullanılır.)
Ta bula âsâr-ı gerdûn inhidâm
Ta ola eş’âr-ı mevzûn ber-devâm
Ziyâ Paşa
İşit: On dört asırlık bir cihânın inhidâmından
Kopan ra’din, ufuklar inliyor, hâlâ devâmından
Mehmet Akif

inhilâl: Ar. Hall’den; 1. Açılma, çözülüp açılma. 2. Dağılma. 3. Erime.

Ezvâk-ı gayz u kîn ile mestîdedir serim
Hûnumda zehr-i nûr-ı gurûb etmiş inhilâl
Ahmet Hâşim
Nâle kılmaktan tenim oldu karîn-i inhilâl
Öyle zafa uğradım ki herkes beni zannetti nâl

inhimâk: Ar. Bir şeyin üzerine ziyadesiyle düşme. c. inhimâkât.

Bir kışrdır ki cümle hayvâna rûz u şeb
İhzar-ı rızk u tûşe için eyler inhimâk
Ziya Paşa

inhinâ’: Ar. 1. Eğilme, eğrilme, bir tarafa çarpılma. 2. Bükülüp iki kat olma.

İnhinâ tavk-ı esârettengirândır boynuma
Fikri hür, irfânı hür, vicdânı hür bir şâirim
Tevfik Fikret

inhirâf: Ar. Bir tarafa doğru meyletmek, çarpılmak.

inhirâf-mizâc: keyifsizlik, kırıklık, kırgınlık. c. inhirâfât.

Reşk-i ruhsârın dil-i horşîde salmış ıztırâb
Gayret-i kaddin mizac-ı şem’a vermiş inhirâf
Fuzûlî
Güçsüzüm yâ
Fahr-ı Alem derde dermân eylesen
Mahrefenden inhirâf eyler isem affeyle
Sen
Şeref Yılmaz
Kasvet-i kalbden gelir ekser mizâca inhirâf
Meşhuri (Selânikli)

inhisâr: Ar. Hasr’dan; 1. Bir işi, başkası yapmamak üzere bir kişi veya kuruluşa verme. 2. Tekel.

Bu âlem-i fânîde sen de inhisârcısın
Attığın zâr düşeştir ne yaman kumârcısın
Badi
Nedim
Ofdağ inhitât: Ar. Hatt’tan; 1. Düşme, aşağı inme, gerileme, tedenni. 2. Aşağılama. 3. Yaşlanma. 4. Kuvvetten düşme. 5. Şişliğin azalması.

Bir ufk-ı i’tilâ açılır, yükselir hayât
Yükselmeyen düşer; ya terakkî, ya inhitât!
Tevfik Fikret

inhizâm: Ar. Hezîmet’ten; 1. Hezm olunma, el ile basılıp ezilme. 2. Savaşta bozguna uğrama, sınma.

Budur ümîdimiz kim düşmenin bünyân sâmânı
Bu günden sonra bî-şek rahne-yâb-ı inhizâm oldu
Nedim
Şeb mahv olur hemîşe ki necm-i seher doğar
Encâm-ı inhizamda mihr-i zafer doğar
Rahmi in’ikâs: Ar. Aks’ten; 1. Aksetme, yansıma. 2. Ters çevrilme, geri çevrilme. c. in’ikâsât.

Olsa ger mirât-ı dil sâfî sakal-ı zikrile
Eyler ol âyînede nûr-ı tecellî in’ikâs
Nuri
Nasıl berk-ı dehâettir ki lemh-i in’ikâsıyla
Hayât-engîz olur bir kütle-i câmidde?
Hayretler
Tevfik Fikret
Eğer birşem’a bin âyîne tutsan in’ikâs eyler
Bu vech-i vahdeti, a’mâ olan, kesret kıyâs eyler
Lâ in’ikâs-ı peyker-i cân-perver: Gönül açan güzelliğin aksetmesi.

Etse tasvîrim teveccüh âlem-i ervâh olur
İn’ikâs-ı peyker-i cân-perverimden müstenîr
Muallim Naci

in’ikâsât: Yansımalar, yankılanmalar. in’ikâsât-ı nûr-ı zerd: Sarı ışığın yansımaları.

Şimdi rûhum bu şems-i muhtazırın
İn’ikâsât-ı nûr-ı zerdiyle
Ağlıyor derbeder, hazîn, hâsir
Ahmet Hâşim

in’ikâs-âver: Tersine döndürme.

İn’ikâs-âver olur âyîne-i idbâra
Akıbet nakş-ı nigûnsâr-ı umûr-ı ikbâl
Hersekli Arif Hikmet

in’itâf: Ar. Atf’tan; bir tarafa dönme, yönelme, meyletme. 2. Eğilme, iki kat olma, bükülme.

Feminin rengi aksedip tenine
Yeni açmış güle misâl olmuş
İn’itâfiyle bak ne âl olmuş
Namık Kemâl

inkâr: Ar. Nekr’den.

“öyle değildir” diye

iddia etme.

İnkâr etme sûfîşarâbın menâfi’in Üstâd-ı hikmet öyle buyurmuş kitâbda
Bâkî

inkâr-ı hatâ: Yanlışı inkâr etme.

Cürmüm bilirim muherif-i mahiyetim ben
İnkâr-ı hatâ etme de bir gûne hatâdır
Keçecizade İzzet Molla

inkâr-ı ışk: Aşkı inkâr etme.

Fakîh-i medrese ma’zûrdur inkâr-ı ışk etse
Yok özge ilmine inkârımız bu ilme câhildir
Fuzûlî

inkıbâz: Ar. Kabz’dan; 1. Kabız olma. 2. Sıkıntı çekme.

Gonca-veşgönlümden aslâ zâyil olmaz inkıbâz
Bana niçe dil-güşâ olsun temâşâ-yı riyâz
Behiştî
Eğer verse rencûra râvend-ı Çîn
Olur inkıbâz mizâca muîn
Keçecizade İzzet Molla
Zulmetin nûru, küsûfun keşfi, hecrin vaslı var
İnkıbâzın bastı, usrün yüsrü, akdin faslı var

inkılâb: Ar. Kalb’ten; 1. Dönme, değişme, başka türlü, başka şekilde olma. 2. Hâl, yapı ve usûl değişme. c. inkılâbât.

Dâr-ı cihân ki dâire-i inkılâbdır
Elbette hâli ehl-i gurûrun harâbdır
Hersekli Arif Hikmet
Çarh-ı gerdûndan bilirsin eksik olmaz inkılâb
Bekle yârin eşiğin kim bir gün ola feth bâb
İbni Kemâl
Beni karârım ile koymaz oldun ey gerdûn
Yeridir âhım ile versem inkılâb sana
Fuzûlî
Rûzigârım buldu devrân-ı felekten inkılâb
Kan içer oldum ayağın çekti bezmimden şarâb
Fuzûlî inkılâb-ı celâl ü cemâl-i dil: Gönül güzelliğinin büyüklük değişikliği.

Hayret-nişîn etti beni fikretim gibi
Emvâc-ı inkılâb-ı celâl ü cemâl-i dil
Esrar Dede

inkılâbât: İnkılâplar. “Ailî bir inkılâb olsun” diyen me’yûs olur
Çünkü “çıplak” inkılabâtın rezalettir sonu
Mehmet Akif

inkırâz: Ar. Tek bir kişi kalmamak üzere tükenip yok olma.

Bana ömrün sübhasının inkıtâH yeg gelir
Devr-i hüsn-i yâre gelmekten
Behiştî

inkırâz
behiştî (yeg: daha iyi)

inkırâz-ı bahârân: Baharların tükenişi.

Ne inkırâz-ı bahârân ki hân-ı yağmâda
Şarâb mahzeni
Cem’den sebû sebû dökülür
Yahya Kemal

inkıtâ’: Ar. Kat’dan; kesilme, kat’ olunma.

Bana ömrün sübhasının inkıtâH yeg gelir
Devr-i hüsn-i yâre gelmekten
Behiştî

inkırâz
behiştî (yeg: daha iyi)

inkıyâd: Ar. Kayd ve kıyâdet’ten; yumuşak başlı olma, boyun eğme, ram olma, itaat. etme.

Fermân-ı ışka cân ile var inkıyâdımız
Hükm-i kazaya zerre kadar yok inâdımız
Bâk
Vezaret eyleye devletle dîvân-ı hümâyûnda
Ola fermânına şâhân-ı âlem inkıyâd üzer
Nef’î
Beş ongün oldu ki, mu’tâda inkıyâd ile ben
Sabâhleyin çıkıvermiştim evden erkenden
Mehmet Akif

inkisâf: Ar. Küsûf’tan; 1. Güneş tutulması. 2. Parlaklığı sönme.

Baktım o cebhe-i seherin inkisâfına
Bir levha seyreder gibi lâ-kayd ü hande-zen
Tevfik Fikret

inkisâr: Ar. Kesr’den; 1. Kırılma, gücenme, şikeste olmak. 2. Beddua etme.

Sohbet-i nâ-cins olur elbet medâr-ı inkisâr
İttihâd-ı seng ü âhenden görünmez mi şerâr
İshak (Şeyhülislam Efendi)
Gönül âyînedir sevmez gubârı
Götürmez câm-ı Cemşîd inkisârı
Âhî
Düşünmeden geçemem, yâr bî-hemâldir
Odur beni arayan hîn-i inkisârda
Recaizade Ekrem

inkisâr-ı derûn: Kalbi kırılma.

Sâf eyleyenler âyîne-i kalb-i âşıkı
Vermişler inkisâr-ı derûndan safâ bana
Fasih (Ahmet Dede)

inkisâr-ı hâtır: Gönlü kırılma.

Hûn-ı ciğerle dolmuş câm-ı zer olmadansa
Bî-inkisâr-ı hâtır işkeste sâgar olyun
Nâilî

inkişâf: Ar. Keşf’ten; 1. Açığa çıkma, zâhir ve âşikâr olma. 2. Açılma. c. inkişâfât.

Sıfat ü zât yek-diğerden olmaz bir zemân münfek
Ziyânın inkişâfı şemsden, şemsin ziyâdandır
Nevres-i Kadim
Ne havf eylersin ey dil sırr-ı ışkın inkişâfından
Benim ol gamze gibi mu’temed bir râz-daşım var
Nedim
Bir lâhza önce aldanarak inkişâf eden
Ezhâra dehşet-âver oldu
Tevfik Fikret

inkişâf-ı gül: Gülün açılması.

Pür-haşrdır gözünde onun inkişâf-ı gül
Mahzûz olur ne yolda ise keşfi râzdan
Abdülhak Hâmit

inkişâfât: İnkişaflar, gelişmeler.

İnkişâfâtını bir milletin erbâb-ı nazar
Kocaman bir ağacın tıpk ı çiçeklenmesine
Benzetirler ki.

Mehmet Âkif

ins: Ar. İnsan takımı, nev-i beşer.

Nefse câna olan kuvâ vahdet bulursa hoş revâ
Budur sülûk-ı müntehâ ins ile cînden al haber
Ümmî Sinan

ins-i musâhib: Sohbet eden insan.

Zevâyâ-yı uzlette tenhâ vü bî-kes
Ne ins-i musâhib ne hazz-ı maâşir
Cinânî

ins-i Üveys: Üveys’e benzer insanları.

Bulmak istersen eğer ins-i Üveys
Her nefes
Hakk ile eyle intiaş
Nuri

ins ü cânn: İnsan ve cin kavmi.

İns ü cânndan kimseler görmüş değil
Kimse ol elden haber vermiş değil
Aşk Paşa
Der-gehe devlet-penâhî mültecâ-yı hâs u âm
Hâk-i pâk-i âsitânı bûse-cây-ı ins ü cânn
Nef’î

ins ü cin: İnsan ve cin.

Yer ü gök arş ü ferş ü levh ü kalem
İns ü cin iç ü taş vücûd u adem
Şeyhi ins ü melek: Melek ve insan.

Taât-ı ins ü melekten ya’nî
Şân-ı a’lâsı iken müstağnî
Hakanî

ins ü perî: Peri ve insan.

Ey dil var ise mühr-ı Süleymân dehânıdır
Ki ona musahhar ins ü perî mürg ü mûr u mâr
Taşlıcalı Yahya Bey

insâf: Ar. Âdil olma, insaflı davranma.

Gelin insâf edelim fark edelim mikdârı
Şâiriz biz diyerek lâf ü güzâfı koyalım
Muradî (Sultan IV. Murat)
Çeşm-i insâf kadar kâmile mîzan olmaz
Kişi nokânını bilmek gibi irfân olmaz
Tâlib-ı Kadim (Bosnalı)
Kocup her şeb miyânın cânına can katmada ağyâr
Behey zâlim sen insâf et bizim de cânımız vardır
Nedim (koç-: kucaklamak.)

insâf-şiâr: İnsaf gösteren, insaflı.

Bir velâ-perver-i insâf-şiâr olsa dahi
Nazm-ı eş’ârda hem-kevkebe-ı
Hakanî
Muallim Naci

insân: Ar. 1. Âdem, benî âdem. 2. İyi adam, vicdanlı adam.

İnsân oldur ki âyîne-veş kalbi sâf ola
Sînende neyler âdem isen kîne-i peleng
Bâkî
Lâyık mıdır insân olana vakt-i kazâda
Hak zahir iken bâtıl için hükmü imâlet
Ziyâ Paşa
Bilmedik zevk-ı visâlin, çekmeyince firkatin
Olmayınca hasta, kadrin bilmez insân sıhhatin
Fıtnat

insân-ı beyâbân: Çöl insanı
İnsân-ı beyâbân ona nisbetle melektir
Cin çarpmışa benziyor insân-ı sadâkat
Kânî insân-ı bî-vicdân: Vicdansız insan.

Denir dünyâya ancak sulh için halkeylemiş
Yezdân
Fakat meydân-ı cenk etmiş onu insân-ı bî-vicdân
Abdülhak Hâmit

insân-ı kâmil: Olgun insan.

Mazhar-i sırr-ı hakâyıktır kulûb-ı ârifân
Eylemez şugl-i abes insân-ı kâmilden zuhûr
Hersekli Arif Hikmet

insân-ı nâ-dân: Pişman kimse.

Maârif arz edenler bî-şuûr insân-ı nâ-dâna
Gül-âb-efşâna benzer cîfe-i bed-bûy-ı hayvâna
Lebîb-ı Amidî (Abdülgafur Hüseyin)

insâniyyet: İnsanlık.

Dest-i gavvâsân insâfa gelir bir gün çıkar
Bu meseldir ki sen insâniyyet et ummâna at
Lebîb-ı Amidî (Abdülgafur Hüseyin)

insicâm: Ar. 1. Su gibi akma. 2. Düzgün, irtibatlı olma.

Ma’nâsı latîf lafzı bî-gışş
Mazmûn-ı nev insicâmı dil-keş
Ziya Paşa

insidâd: Ar. Sedd’ten; 1. Kapanma. 2. tıkanma.

Kusûr ettimse ger ma’zûr ola vasf-ı cemîlinde
Reh-i mecrâ-yı feyz olmuştugâyet insidâd üzre
Nef’î

insilâb: Ar. Selb’ten; soyulma, soyulmuş olma, giderilme, kalmama.

insilâb-ı ihtiyâr: Seçme hakkının kalmaması.

Bî-mehâba halka söylenmez hakâyık söyledim
Oldu âlem insilâb-ı ihtiyârımdan habîr
Muallim Naci

insilâh: Ar. Selh’ten; 1. Sıyrılıp çıkma, soyunma. 2. Ayın son görünüşü olma.

Berk-ı rûz-efrûz-ı âhımdan cihân yek-renk olup
Ferve-i ârâmı şebten kıldı dünyâ insilâh
Leskofçalı Galip
İktisâb-ı sevb-i vuslattır tecerrüdden murâd
Sanma kim bîhûde kıldı
Kays-ı nâlân insilâh
Fâik
Memduh Paşa
(Esbak Dahiliye Nâzırı)
Bir aceb feyz-i mücerred var ki tîğ-ı gamzede
Sıklet-i tekfînden etmiş şehîdân insilâh
Memduh Paşa

insilâk: Ar. Silk’ten; sülûk etme, yol tutma, yola girme.

Bir noktadır yemîn ü şimâli beyân eden
Eyler cihâta akl bu merkezden insilâk
Ziya Paşa

inşâ’: Ar. 1. Yapma, imâl etme. 2. Mektup yazmanın ilmi, hüsn-i kitâbet. 3. Lüzumsuz şeyleri olmayan söz. c. inşâât.

Tenezzül eylemem inşâya eylesem yoksa
Müsebbihân-ı felek vird ederdi inşâmı
Nef’î
Şi’r ü inşâ ikisi tev’emdir
Lîk inşâ dahi pek elzemdir
Sünbülzade Vehbi

inşâ-yı hudûs: Sonradan ortaya çıkan yapı.

Aslına nisbetle terettüb eder isbât-ı kıdem
Tavr-ı ferdyyet ü sûrettedir inşâ-yı hudûs
Hersekli Arif Hikmet

inşâ-yı kelâm: Söz düzme.

Fenn-i emsâle edersen himmet
Gelir inşâ-yı kelâma kuvvet
Sünbülzade Vehbi

inşâ-yı kerem: Cömertlik yapma.

Nâşir-i şân u şeref münşî-i evsâf-ı selef
Mâlik-i rûh-ı ahaff nâil-i inşâ-yı kerem
Ahmet
Hamdi

inşâ-yı kevn: Kâinatı yapma.

Münşeât-ı dehrde her lafz bir ma’nâyadır
Biz de bu inşâ-yı kevnin tâze bir mazmûnuyuz
Nâbî

inşâ-yı kurûn: Değerli insanların sözü, yazısı.

Ser behem dâde-i dest-i ahadiyyettir hep
Yek-be-yek silsile-i nisbet-i inşâ-yı kurûn
Münif inşâ Allah: Ar. “eğer Allahü
Teala dilerse” anlamında temenni sözü.

Bâz-ı himmetle şikârın alıp inşâallah
Diye mürg-ı zaferi beste-i fitrâk ettim
Şeyhülislam Yahya
Câm-ı ikbâli felek şimdi rakîbe sunsun
Dil-i nâ-kâma da nevbet gelir inşâallah
Ahmet
Cevdet Paşa

inşâd: Ar. Neşd’ten; şiir okuma, şiir söyleme. (okuyan kimsenin kendi şiiri olması gerekmez.) c. inşâdât.

Leylîyi seversen eyle inşâd
Bir şi’r ile geçen zemânın yâd
FuzûM
Gerçi ederim haylice manzûmeler inşâd
Ammâ bütün onlardaki ma’nâdan usandım
Kemalzâde Ekrem Bey
Nedir samîmî sükûnette böyle bir feryâd
Neşîde
Hâlık’ın ammâ kim eyliyor inşâd
Mehmet Akif

inşirâh: Ar. Şerh’ten; 1. Ferah olma, keyfi gelme. 2. Açılma, gönlü açılma.

Gösterir bir başka âlem şimdi her sahrâ bana
İnşirâhım şerh olunmaz gayri dünyâlar benim
Muallim Naci
Bu bezm-i ehl-i keder sürsün inşirâha kadar
Piyâle ortada devreylesin sabâha kadar
Yahya Kemal

intâc: Ar. 1. Netice verme, neticelendirme. 2. Doğurma, meydana getirme.

intac-ı merâm: Meramını sonuçlandırma.

Çünki vâ-bestedir evkâtına intâc-ı merâm
Fikr-i imrûzda endîşe-i ferdâ ne belâ
Sâlik (Kasımpaşa Mevlevihanesi
Şeyhi
Halil Efendi
Mahdumu)

intâk: Ar. Nutk’dan. söyleme, nutka getirme.

Feyz-i rûhu iltifâtındır beni intâk eden
Yoksa deng ü lâl idim mânend-i tasvîr-i cimâd
Yenişehirli Avni

intıfâ’: Ar. Sönme.

Hased bir âteş-i cân-sûzdur kim intıfâ bulmaz
Recaizade Ekrem

intıvâ: Ar. Tayy’den “infiâl” vezninde, dürülme, bükülme.

intıvâ-yâb: Dürülen, bükülen.

intıvâ-yâb-ı kıyâmet: Kıyametin toplanması.

Sen ki dest-i kereminden onu bîrûn edesin
İntıvâ-yâb-ı kıyâmet ola tumâr-ı felek
Yenişehirli Avni

intiâş: Ar. 1. Hastalıktan kurtulup kalkma. 2. Doğrulup kalkma.

Bulmak istersen eğer ins-i Üveys
Her nefes
Hakk ile eyle intiaş
Nuri

intibâh: Ar. Nebeh’ten; uyanma, gözü açık olma.

Ey
Nâilî
terâne-i kilkinden oldular
Rûhâniyân-ı mastaba-i intibâh mest
Nâilî
Eyâ şehriyâr-ı maâlî-penâh
Bize mesleğindir veren intibâh
Muallim Naci
Doğru mudur ye’s ile olmak tebâh
Yok mu gelip gayrete bir intibâh
Mehmet Akif

intifâ’: Ar. Ortadan yok olma, aradan
çıkma.

Bir lerziş-i alîl ile meyyâl-i intifâ’
Enzârı ağlıyordu bakıp kendi kendine
Tevfik Fikret

intifâ’: Ar. Nef’den; faydalanma, menfaatlenme, sebeplenme.

İntifâ’ından olurlar hergelenler hisse-yâb
Zümre-i erbâb-ı tâat firka-i ehl-i hevâ
Nâbî
Olmasın rüsvâylıkta intifâH kimsenin
Gelmesin eksik terâzûda metâı kimsenin
Nâilî

intihâ’: Ar. Nihâyet’ten; nihayet bulma, nihayet. 2. Sona varıp sınıra dayanma.

Ey Fuzûlî intihâsız zevk buldun ışktan
Böyledir her iş ki
Hakk adıyla kılsan ibtidâ
Fuzûlî
Işka ne intihâ bulabildik ne ibtidâ
Cân vermek ile kimdir ona bula intihâ
İbni Kemâl
Açıp karşımda bir âgûş-ı mükrim
Okur bî-intihâ eş’âr-ı dacvet
Tevfik Fikret

intihâ-yı her-asfâr: Her değersiz şeylerin son buluşu.

Olur bidâyet-i sefer intihâ-yı her-asfâr
İ’dM-ı fazl u kemâlâtın edemez madûd
Sâmi intihâb: Ar. Nehb’ten; seçme, seçilme, ihtiyar etme.

Kilk-i kudret levh-i sînemde seni kılmış rakam
Eyleyip mahbûblar mecmûasından intihâb
Fuzûlî
İntihâb ettin kamu mürseller içre
Ahmed’i
Adına kâfir, Müselmânlar onun derler
Emîn
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Nice kasîde bir kitâb-ı mecmûa-i intihâb
Her nüktesi faslü’l-hitâb her beyti bir genc-i hikem
Nef’î

intihâb-ı cây-ı bûse: Buse yerini seçme.

Hatâdır intihâb-ı cây-i bûse rûy-ı dil-berden
Gönül, sahn-ı harîm-ı KA’be, de mihrâbı neylersin
Rahmî (Tersane Kâtibi Vak’anüvis Kırımlı Mustafa)

intihâz: Ar. Hareket etme, yola çıkma, fırsat gözleme.

Ehl-i bezm gül-şenin en sivrisidir serv evet
Kadd-i dil-cûyun kıyâmın görse eyler intihâz
Behiştî

intikâd: Ar. Edebî, fennî ve sanayiye ait
eserleri tedkik ile iyi ve fena taraflarını tenkit
etme. c. intikâdât
Ric’at ederdi ye’s ile emvâc-ı intika. d
Seng-i rasîn-i ömrüne oldukça cebhe-zen
Cenap Şahabeddin intikâl: Ar. Nakl’den; 1. Tebdîl-i mekân etmek, bir yerden diğer bir yere gitmek. 2. Dünyadan ahirete göçmek. 3. Bir şeyden diğer bir şeye geçmek. 4. Bir şeyden diğer bir şeyi anlamak. c. intikâlât
Mesmûmen etti zât-ı Hasan
Adn’e intikâl
Mazlûmen oldu şâh-ı şehîdân bürîde-ser
Ziyâ Paşa
Hayât-ı câvidânı şeyh-i kâmilden suâl ettim
Ölümden evvel ölmektir deyince intikâl ettim
Şeyh Sadık
Aklın eyler nakl-i esrâr-ı maânî gaybdan
Akılân hayrân-ı hüsn-i intikâlindir senin
Muallim Naci

intika: Ar. Nukm’dan; öc alma, yapılan bir kötülüğn acısını çıkarma.

Rıza yok intikama mezheb-i uşşâkda yoksa
Bir âh ile cihânı eylemek berbâd kâbildir
Vecdî
İntikâm almaz isem hicv ile ben de ondan
Şâiriyyet bana her vech ile bühtân olsun
Nef’î
Muzaffer ordusu hakkıyle intikâm alıyor
Çoluk, çocuk, kadın, erkek, ne bulsa parçalıyor
Mehmet Akif

intikâm-ı zemân: Zamanın intikamı.

Zemâne içre mücerrebdir intikâm-ı zemân
Hemîşe yahşiye yahşi verir, yamana yaman
Fuzûlî

intikâş: Ar. Nakş’tan; nakşolunma, kazınma.

Semme vechullahi hâl et şöyle kim
Vech-ı Hak her şeye etsin intikâş
Nun intimâ’: Ar. 1. Nisbet. 2. Alaka. 3. İntisap etme.

intimâ-yı tab’: Yaratılış uygunluğu.

Kimin âyîne-i feyz-i intimâ-yı tab’ısın bilsem
Aceb şimdi kim oldu râz-dâr-ı sohbetin cânâ
Nahfî intisâb: Ar. Nisbet’ten; 1. Nisbet, alaka peyda etme. 2. Kapılanma, bağlanma.

İntisâb etmeğe her gün biri âmâde iken
Şimdi her şeb biri etmekte firâra ikdâm
Nâbî
Bu imtidâd-ı cevre ki bahtın şitâbı var
Mihnet-medâr olan feleğe intisâbı var
Nedim
Habîb’in sev takarrübse murâdın
Hakk’a ey Alî
Rakîb olmak gibi Allah’a rengîn intisâb olmaz
Âlî Bey
(Gelibolulu Müverrih)
Ne bir ehl-i dünyâya ettim taabbüd
Ne bir ehl-i takvâya var intisâbım
Muallim Naci

intisâb-ı ehl-i devlet: Devlet ehlinin kapılanması.

İntisâb-ı ehl-i devlet hâki de eyler azîz
Zâil olmaz sît-ı izzet kâse-i fağfûrdan
Koca Râgıp Paşa

intisâb-ı hum: Şarap küpüne nispet.

Neşât-bahşî-i mey intisâb-ı humdandır
Kerem güvâh-ı nesebtir kibâr-zadeliğe
Seyyit Vehbi intişâ’: Ar. Gelişme, yetişme, neşv ü nema bulma.

Adem-i ma’nâ-durur rûh-ı menâfi’ âleme
Cümle zerrât-ı cihân ondan buluptur intişâ
Gaybî

intişâr: Ar. Neşr’den; 1. Yayılma, dağılma. 2. (Kitap, gazete, dergi vb. için)
Çıkma, yayımlanma.

Farkı oldur şânının mahşerle cem’ ü intişâr
Anda bir kez, bunda on defa olur günde ayân
lâ (anda: orada.)

intizâm: Ar. Nizâm’dan düzenli, tertipli olma, sıra ve dizi hâlinde olma.

Olup âmâde-i islâh-ı kâr-ı derhem-i âlem
Umûr-ı dîn ü devlet müstaidd-i intizâm oldu
Nedim
Her gûşesinde durmada bir heykel-i izâm
Yok başka bir nişâne-i umrân ü intizâm
Abdülhak Hâmit

intizâm-ı âlem: Âlemin düzeni.

İntizam-ı âlemin kânûnudur mevt ü hayât
Mürtebittir hestî vü nistîye cümle kâinât

intizâm-ı dîn ü dünyâ: Din ve dünya düzeni.

Binâ-yı intizâm-ı dîn ü dünyâya edip âlet
Zebâna nutk vermişgûşa vermiş kuvvet-i ısgâ’
Nâbî

intizâm-ı kâr: İş düzgünlüğü.

İntizam-ı kâr için düşmenden istifsâr-ı re’y
Râh-ı firdevs-ı Berîn’i sormadır
İblîs’ten
Yenişehirli Avni

intizâm-ı meşiyyet: İrade düzeni.

Fakat unutma ki yol intizâm-ı meşiyyetle
Yakınlaşır, kısalır
Tevfik Fikret

intizâr: Ar. Nazar’dan; bekleme, beklenilme, gözleme, gözlenilmek.

Nesîm-i lûtfunadır intizârı fülk-i dilin
Çok oldu sâhil-i mihnette rüzgâre bakar
Şeyhülislam Yahya
Allah verdi aldı yine kurb-ı hazrete
Biz kaldık intizâr ile rûz-ı kıyâmete
Sürûrî
(
Esrar Dede
’nin ölümü üzerine söylemiştir.

Kadem kadem gece teşrifi
Nâilî
o mehin
Cihân-cihân elem-i intizâra değmez mi
Nâilî
Süzülüp o çeşm-i âhû dedi zevk-ı vasla
Yâ Hû
Bu değildi neyleyim bu yolum intizare düştü
Şeyh Galip

intizâr-ı makdem: Gelişini bekleme.

Yolunda intizar-ı makdeminle hâk olan çoktur
Hırâm et bir kadem bin hâkisârı ser-ferâz eyle
Fuzûlî intizâr-ı mey-i gül-reng: Gül renkli şarabı bekleme.

İntizâr-ı mey-i gül-reng ile bayrâm ayına
Baka baka inecektir gözüme kara su
Fuzûlî

intizâr-ı siyâh-renk: Siyah rengi bekleme.

Bir intizâr-ı siyâh-renk içinde lerzende
Serin havalı, mükevkeb, o nâzenîngeceler
hüseyin
Sîret

inzâl: Ar. Nezl ve nüzûl’den; 1. İndirme, indirilme. 3. Peygamberlere Allah buyruklarının gökten inmesi.

Himmet ü meşrebi de kaddi gibi âlîdir
Çünkü esmâ olunur nâsa semâdan inzâl
Ziyâ Paşa
Resmeder cevher-i rûhu nerede kaldı hayâl
Kim ona kuvve-i kudsiyye eder vahy inzâl
Şinasi inzivâ’: Ar. Zâviye’den; dünya işlerinden elini ve eteğini çekip köşeye çekilme, köşede oturma.

Hüner halvet-nişîn-i encümen olmakdadır yoksa
Kemîn-gâh-ı riyâdır kûşe-gîr-i inzivâ olmak
İzzet Ali Paşa

inzivâ-hâh-ı zîr-i hâk: Toprak altında inziva isteyen.

Hâne ber-dûş sîne çâk benim
İnzivâ-hâh-ı zîr-i hâk benim
Muallim Naci

i’râb: Ar. 1. Arapça gramere göre kelime sonundaki harf ve harekenin değişmesi. 2. Düzgün konuşma. 3. İrab öğretme bilgisi.

Zîr ü bâlâdan eder nüsha-i kevni tasvîr
Mevkâin sanma abes nokta vü i’râbların
Nâbî
Hattına dolaşsa dil-i hüsnün kitâbında ne ola
Ekseriyya bahs-i tefsîr olur i’râb üstüne
İbni Kemâl
Söz değil âb-ı revândır yazılan eş’ârım
Hâr-ı hasedtir onun üstünde hurûf u i’râb
Nef’î
Arızı üzre ser-i zülfü düşer mikrâzdan
Gûyiyâ dil-ber kitâb-ı hüsnünü iââblar
Şeyhülislam Yahya

i’râb u nukat: Nokta ve harekeler.

Safha-i hüsnüne sûret verdi yârin hâl ü hat
Hatt-ı mushaf hûb olur kondukta irâb u nukat
İbni Kemâl
îrâd: Ar. Vürûd’tan; 1. Getirme, getirilme, vârid kılma, kılınma. 2. Gelir, akar.

Nâbîyâ kâilinin zilletine hüccettir
Devlet-i sâbıkını fahr ile îrâd etmek
Nâbî
Mihnetin anlamayan masraf ile îrâdın
Sofradan lezzet alır zümre-i huddâm
Nâbî
îrâd-ı makâlât: Makaleler meydana getirme.

Dikmiş nazar-ı gayzını, bî-havf ü mübâlât
Eylerdi bu boş âleme îrâd-ı makâlât
Tevfik Fikret

irâde(t): Ar. 1. Dileme, isteme, murad etme. 2. Ruhta olan gönül isteği. 3. Hâkimin emir ve buyruğu. c. irâdât
Nefâz-ı hükmü o gâyette kim murâd etse
Kemâl-i hüsn-i irâdetle ülfet-ı ezdâd
Nef’î
İrâde etse bir emrin taalluk fethine
Nâbî
Ona etrâf-ı nâ-me’mûlden esbâb olur peydâ
Nâbî
Külâh u hırka ile bir alay har-meşrebân gördüm
Helâk-ı hayf hayf oldum elimden irâdetim gitti
Esrar Dede
Gelmek irâdet, gitmek icâzet

irâdât: İradeler.

Mürîd-i aşk isen incinme sergerdânlık el verme
Sipihri döndürür cûy-i irâdât âsiyâb-âsâ
Şeyhülislam Yahya

irâka: Ar. Akıtma, dökme.

irâka-i dem-i hasret: Hasret zamanı dökme.

Eder irâka-i dem-i hasretinle çeşmânım
Terahhum et nice demdir esîr-i hicrânım
Muallim Naci
îrâs: Ar. Veres’ten; verme, verilme, husûle getirme, getirilme.

Kendinin zarfına bir ârıza eyler îrâs
Mütekâmil olıcak sînede icrâ-yı garaz
beliğ (olıcak: olunca.)
Nâmındaki ulüvve mümkün mü şübhe îrâs
Midhat gibi var iken meddâh-ı bî-hayâsı
Namık Kemâl
îrâs-ı hüsn: Güzellik verme.

Eylemez îrâs-ı hüsn ârâyişi bed-tıynetin
Ziynet olmaz mâra endâmındaki nakş u nigâr
Koca Râgıp Paşa
îrâs-ı muhâk: Hilal ortaya çıkarma.

Pertev-i cevheri-i cûdun eser etse mâha
Edemez mihr-i kıyâmet dahi îrâs-ı muhâk
Yenişehirli Avni
îrâs-ı tanîn: İnleme verme.

Mesned-i fetvâya zîver-bahş olup ikbâl ile
Bâng-ı el-hamd ettigûş-ı çarha îrâs-ı tanîn
Nedim
îrâs-ı zükâm: Nezle verme.

Çend rûze gül-i ikbâl-i çemen-zâr-ı fenâ
Eder elbette dimâğ-ı dile îrâs-ı zükâm
Nâbî

ircâ’: Ar. Rücû’dan; 1. Geri dönüş, geri gelme. 2. Eski hâline geliş.

Lânesinden bulsa bir dem infisâl
Yoktur ircâHnda kat’â ihtimâl
Ziyâ Paşa

ircâ’î-gûş: Kulaktan duyulup geri dönen.

Zehî bî-kayd-ı dervîş-i hıred-sûz-ı mücerred kim
Nidâ-yı ircâ’î-gûş eyleyip rûhu semâ’ etti
Nâbî

irdâ’, irzâ’, ırzâ’: Ar. Emzirme, emzirilme.

Müddet-i irdâ’ bulup ihtitâm
Geldi hulûl eyledi vakt-i fitam
Nahfi İrem: Ar. Şeddâd’ın cennete benzetmek üzere tanzîm ettiği meşhur bağ. (Bu bağın
Suriye tarafında olduğu rivayet edilir.

Rüsûm-ı ilm ile gitmez denâet tab’-ı nâ-kesden
İrem, ârâyiş-i elvân ile
Huld-ı Berîn olmaz
Belîğ
Bir kân-ı niamdır ki onun gevheri ikbâl
Bir bâğ-ı İrem’dir ki gülü izz ü ulâdır
Nedim
Mesâbe-i dürr bâb-ı hazîre-i firdevs
Nümûne-i haremi sahn-ı gül-istân-ı İrem
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
İrem-i vasl: Kavuşma bağı.

İrem-i vasla
Nizamî dedim âsân ere mi
Dedi cân vermeden ermez kişi bâğ-ı İrem’e
Nizami irfân: Ar. 1. Bilme, biliş. 2. Bilgiç, dâniş, ma’ruf.

Nâmenledir iştihâr-ı irfân
Lafzınladır iftihâr-ı ma’nî
Ünsî
İnhinâ tavk-ı esârettengirândır boynuma
Fikri hür, irfânı hür, vicdânı hür bir şâirim
Tevfik Fikret
Sonra irfânı için söyleyecek söz bulamam
Oğlanın bildiği, öğrendiği herşey sağlam
Mehmet Akif

irfân-ı Mûsî: Hz. Musa’nın bilişi.

Eğerçi ihtidâ
Tûr-ı tecellîden zuhûr eyler
Velî nûr-ı nazar irfân-ı Mûsî’den zuhûr eyler
Esrar Dede

irfân-ı sûrî: Sûra ait bilgi.

Ehl-i hakkın nutkunu irfân-ı sûrî nutk eder
Zâhid-i nâ-dân ne denlü remz-i bisyâr eylese
Gaybî

irfân-âşinâ: Kâinatın bilgilerine yabancı değil.

Riyâzetsiz cihânda kimse irfân-âşinâ olmaz
emin (Bursalı)

irhâ’: Ar. Rehâvet’ten; gevşetme, gevşetilme, koyuverme, salıverme.

Düşmeden sâyesi hâk üzre eder âlemi tayy
Sehv ile râkibi gösterse inâne irhâ’
Nef’î
Bırak izzet ü câhı edip pâ-beste-i tahsîs
Semend-i rahmet-i âmmın inânın eylemiş irhâ’
Nâbî

irhâ’-yı inân: Dizginlerini koyuverme; işine devam etme.

Şehsüvâr-ı deşt-i ma’nâ kim semend-i hâmeye
Ruhsat-ı cevelân verip ger etse irhâ’-yı inân
Ziyâ Paşa
Bırak izzet ü câhı edip pâ-beste-i tahsîs
Semend-i rahmet-i âmmın inânın eylemiş irhâ’
Nâbî

irs: Ar. Miras, vârise kalan para veya mal.

Hep hakîkatlerinin cilvesidir ermiştir
Halkıgavgâda komak irs ile cânânelere
Esrar Dede
Behiştî
cennete biz müstahakkız irs ile kim
Adâvetin komaz
İslâm’a nitekim kefere
Behiştî

irsâ’: Ar. Resâ’dan; 1. Sağlamlaştırma, kuvvetlendirme. 2. Demir atma (gemi).

Vücûdun hânesinde beslenir kâmil olunca ol
Mürebbî-i akl-ı küll olup eder hem-nefs-i küll irsâ’
Nuri

irsâl: Ar. Resel’den; 1. Gönderme, gönderilme, yollama. 2. Elçi gönderme. c. irsâlât.

Bâyir olmuş mülke ta’yîn etti mimâr-ı hıred
Susamışgül-zara irsâl ebr-i nev-bahâr
Fuzûlî
Olsa isti’dâd-ı ârif kâbil-i idrâk-i vahy
Emr-ı Hak irsâline her zerredir bir
Cebre’îl
Fuzûlî
Hicr ile bî-karâr ederken yâre arz için
Yahyâ sirişk-i çeşmini irsâl eden yürür
Şeyhülislam Yahya

irsâl-i melâik: Meleklerin gönderilmesi.

Kâmil oldur ki ola mahrem-i esrâr-ı kelâm
Gele irsâl-i melâikle ona her ilhâm
Ziyâ Paşa

irsâl-i niyâz: Niyaz gönderme.

Aşk irsâl-i niyâz eyledi mey-hânelere
Arz-ı gül-bâng-ı vefâ etmeğe mest-ânelere
Esrar Dede

irsâl-i peyâm: Haber gönderme.

Ederdim mürg-ı dillle yâre irsâl-i peyâm ammâ
Bu yollardan kuş uçmaz neyleyim semt-i dil-ârâya
Râtib
Ahmet Paşa

irşâd: Ar. Rüşd’ten; doğru yolu gösterme, gösterilme. c. irşâdât.

Gör zahidi kim sâhib-i irşâd olayım der
Dün mektebe vardı bugün üstâd olayım der
Bağdatlı Ruhi
Vâreste-i irşâd olur erbâb-ı hakîkat
Sükkân-ı Harem neyler imiş kıble-nümâyı
Sünbülzade Vehbi
İsterim ki beni irşâd edesin
Ya’nî bu şübheden âzâd edesin
Enderunlu Fazıl
Halkı irşâd edecek var mı ya sizden başka
Onu insân bile saymaz, mütefekkir tabaka
Mehmet Akif

irtiâş: (U>l
Pj])
Ar. Ra’ş’den; titreme, sarsılma, ra’şeye tutulma. c. irtiâşât.

Âşık gül-i mükerrer ile eylesin devâ
Gördükçe la’lini maraz-ı irtiaşına
Nâbî
Nîm-muzlim kalan cidârında
İnce bir gölge irtiâş ediyor
Tevfik Fikret

irtibât: Ar. Rabt’tan; 1. Bağlantı, bağlı olma. 2. Bir işle ilgili olma.

Bizim o mâh ile peyvend-i irtibâtımızın
Misâl-i mâh-ı felek kâhiş ü fezayişi yok
Nâbî

irtibât-ı istikrâr: Kararlı bağlantı.

Bakılsa çeşm-i basîretle nakş-ı hestiye
Verir birbirine irtibât-ı istikrâr
Ziya Paşa

irticâc: Ar. Çalkanma, sallanma; kabarma.

irticâc-ı ürcûhe: Salıncak sallanması.

Çocuk artık uyanmak istese de
Uyutur irticâc-ı ürcûhe
Muallim Naci

irticâl: Ar. Ricâl’den; şiir veya güzel sözü önceden hazırlayıp düşünmeden birdenbire içinden geldiği gibi söyleme. c. irticâlât.

İşte bu sebepledir ki el-ân
Türkîdeyok irticâle imkân
Ziyâ Paşa

irtifâ: Ar. Reften; 1. Yükselme, artma. 2. Güneş’in yüksekliği. 3. Ortadan kalkma.

Âfitâb-ı tal’atin tuttukça evc-i irtifâ
Katl-i ehl-i ışka tîğ-ıgamzedir ondan şuâ
Fuzûlî
Gözüm üsturlâbdır hüsn-i irtifâ’ın almağa
Ankebûdî perde müjgân ol suturlâb üstüne
İbni Kemâl
Rûh-ı pâ-der-gil füyûzunla edip pervâz-ı kuds
Cezbe-işevkinle bulsun cism-i hâki irtifâ’
Esrar Dede

irtifâ-yı kadr: Kıymeti yükseltme.

Sâkin-i hâk-i der-i mey-hâneyiz şâm ü seher
İrtifâ-ı kadr için bâb-ı saâdet bekleriz
Fuzûlî
İrtifâ-ı kadr için lâzım tevâzu’âdeme
Şemsi gör kim sâyesin salmış ayaklar altına
Atıf (Kuyucaklızade Mehmet)

irtifâ-yı kevkeb: Yıldızın yükselişi.

Râsıdân fark edemezler irtifâ-yı kevkebin
Kılsalar birkaç rasad bünyâd-ı Uluğ
MîrzA gibi
Nedim

irtifâ-yı neyyir-i ikbâl: Talihin nurlu yükselişi.

Kim kaçardı irtifâ-yı neyyir-i ikbâlden
Kevkeb-i baht-ı erâzil vahşet-engîz olmasa
Nâilî

irtihâl: Ar. Rıhlet’ten; mekân değiştirme, göçme, vefat etme.

Âhir çalındı kûs-ı rahîl ettin irtihâl
Evvel konağın oldu cinân bûstânları
Bâkî
Gam değil
Bâkî beka semtine k ılsa irtihâl
Nice şâhlar bu fenâ mülkünde bâkî kalmadı
Bâkî
Te’sîr-i sem’le eyledi
Sıddîk irtihâl
Oldu şehîd-i tîğ-ı kazA âkıbet
Ömer
Ziya Paşa

irtika: Ar. Rakî’den; 1. Terakkî etme, artma, yukarı çıkma. 2. Yüksek dereceye ulaşma.

İ’tilâ etsem semâ’-i mümkinâtın üstüne
İrtika: etmek diler, durmaz, dil-i âlî-cenâb
Tahirü’l Mevlevi
İrtika: eyleyemez küngür-i iclâline akl
Kılsa da nüh-tabak-ı çerh-i bülendi mirkât
Yenişehirli Avni
“Cihân lisânla döner” derler, öyledir sevinin
Ne irtika: ediyor milletin lisânıgörün
Muallim Naci
Mâdâm eseri durur hayâtın
Ma’mûldür irtikâsı zâtın
Ziyâ Paşa

irtika: -yı câh: Mevkiyi yukarı çıkarma.

İrtika: -yı câha ikbâl eylemem
Hikmet yine
Nerdübân etse kazA nüh tâk-ıgerdûnu bana
Hersekli Arif Hikmet

irtika: -yı güşâd: Fetih yükselmesi.

Göründü tâli’-i âlemde idilA-yı suûd
Bulundu baht-ı memâlikte irtika-yı güşâd
Nâbî

irtikâb: Ar. Rükûb’tan; 1. Allah’dan korkmayıp günah işleme. 2. Bir işe başlama. 3. Yiyicilik, rüşvet yeme.

İz’âc-ı halk olsa da zî-kıymet âkıbet
Pâ-mâl olur misâl-i rikâb, irtikâb eden
Koca Râgıp Paşa
Hikmet, nizam-ı âlem-i kevn ü fesâdı hep
İhlâl eden müdâhenedir, irtikâbtır
Hersekli Arif Hikmet
Çünkü etmezsin umûrunda hıyânet irtikâb
Uğradıkça derde baht u tâli’e etme itâb
Ziya Paşa

irtisâm: Ar. Resm’den; resm edilme, resim çıkarma.

Bir mevci hisse vermek için şekl-i irtisâm
Seyreylerim bu levhayı artık ale’d-devâm
Tevfik Fikret
Birden havâya savt-ı kıyâm oldu râşe-res
Karşında ufk-ı hûn-ı cidâl etti irtisâm
ahmet Hâşim

irtişâ: Ar. Rüşvet’ten; rüşvet kabul etme, rüşvet yeme.

Makbûl-i halk kılmış iken ilm ü ma’rifet
Merdûd-ı Hâlık eylemeye irtişâsını
Fuzûlî
Dükkânçe-i irtişâ güşâde
Hep dâd u sited hılâf-ı âde
Sâmi (Arpaeminizade Vak’anüvis Mustafa Bey)

irtiyâb: Ar. Reyb’ten; şüphelenme, şek ve şüphe etme, kesinlikle emin olmama.

Söyledi te’sîr-i zühd ü tâati âlemde kim
Etse bir bezm ehline hürmet olur bî-irtiyâb
Nef’î
Doğruluktan hâsılı sorsa bir ehl-i irtiyâb
Tecrübem üzre budur benden sana doğru cevâb
Ziya Paşa

irtiyâz: Ar. Riyâzet’ten; nefsini kırma, dünya lezzetlerinden el çekme.

Kûşe-i gamda yemek içmek harâm oldu bana
Var mıdır âlemde zâhid bundan özge irtiyâz
behiştî

irvâ’: Ar. Rivâ’dan; suya kandırma, bolca sulama.

Edip dolâb-ı istiğnâyıgerdân-cû-yi cûd üzre
Riyâz-ı ihtiyâc-ı mümkinâtı eylemiş irvâ
Nâbî
Hep hâzır olan teşneleri eyledi irvâ
Destinden olup âb-ı firâvân müteka •hir
Rızayi
Felektir ol felek-i bî-emân ki çeşmine
Gelen ıtâşı eder hûn-ı dil-i ebed irvâ
Ziya Paşa

irzâ’: Ar. Rızâ’dan; razı, hoşnut etme, gönlünü etme, kandırma.

Verip hakk-ı sarîhin kabz ü bast ü mahv ü isbâtın
Adâlet-hâne-i hikmette etmiş cümlesin irzA’
Nâbî
İrzA’ edeler babalarını
Böyle edeler duâlarını
Şeyh Galip
Îsâ, İsî: Hz. İsa.

La’l-i cân-bahşiyle uşşâka hitâb etse nigâr
Mürdeler üzre sanasın
Hazret-i Îsâ gelir
Avnî
İhyâ-yı memât olduğunu bilse deminde
Cân vere idi ermek için bu deme Îsâ
Necâtî Bey
Sahbâ-yı lebin çeşm-i füsûn-kâra mı mahsûs
Feyz-i dem-i Îsâ iki bîmâra mı mahsûs
Şeyh Galip
İsî-i bî-peder: Babasız
İsa.

Başı kesildi gadr ile
Yahyâ-yı mürselin
Düştü hezâr mihnete
İsî-i bî-peder
Ziya Paşa
İsî-i Meryem: Meryem’in
İsası.

Kârûn gibi yere geçe lûtfundan utanıp
Gökten inerse
İsî-ı Meryem dedikleri
Nizamî
Îsâ-nefes: İsa nefesli.

Ölme gönül firâk ile Îsâ-nefes gelir
Yanma ciğer figan ile feryâd-res gelir
Şeyhi
Îsî-perest: İsa’ya tapan.

Yerde buldum gökte ararken seni Îsâ gibi
Taşlıcalı Yahya
Îsî-şekker-leb: İsa’nın şeker (hayat sunan) dudağı.

Söz ile ben hasteye bin kez müdâvâ eyledin
Etmedin ey Îsî-şekker-leb ammâ bir yana
Necati Bey
Îsî-veş: İsa gibi.

Yine bâd-ı sabâ üftân ü hîzân erdi gül-zare
Dem-i Îsî-veş ihyâ eyledi ezhâr u eşcârı
Nef’î

isâbet: Ar. Savâb’tan; 1. Değme, ulaşma. 2. Yerini bulma, tam üstüne düşme.

Umûr-ı saltanattan ol harı tard ettiği yetmez
Olur kat kat isâbet fikr olunca ıttırâd üzre
Nef’î
Dü-dest-i lutf ile kurtar isâbet eylemeden
Rivâk-ı kâlbüd-i cisme nâr-ı neft-endûd
Sâbit
Terk ile isâbet iddiâsın
Islâh ede der-akab hatâsın
Ziya Paşa

is’âd: Ar. Sa’d’ten; Saadetli kılma, bahtiyar etme.

Hazret-i şâh-ı rusül hâdî-i esrâr-ı sübül
Şârık-ı çarh-ı Hudâ hazen-i genc-i isâd
Nâbî
Hem etti
Ebussuûd’u is’âd
Ol ikişehen-şeh-i melek-zad
Ziyâ Paşa

isâet: Ar. Sû’dan; kemlik etme, kötülük
etme, zararlı davranışlarda bulunma.

Eylerim ihsân isâet edene
Ser fedâHakk’a itâat edene
Nahifi

isâet-i fi’l: Kötü davranışta bulunma.

Vicdânıdır isâet-i filinde âdemin
Da’vâcısı, şühûdu, kavânîni, hâkimi
recaizade Ekrem

is’âf: Ar. 1. İşini bitirme, yardım etme. 2. İsteneni yerine getirme, verme.

Bir böyle cihân-ı zer ü sîm olsa yetişmez
Mümkün mü ki isâf oluna matlab-ı âlem
Ziyâ Paşa
Gölge etmezse yeter ehl-i zemân ehl-i dile
Bu temennîde gönül kâbil-i is’âf değil
halil Nihat Bey
îsâl: Ar. Vüsûl’den; bir şeyi ulaştırma, bir yere götürme.

Çekildi seyl ile deryâ-yı
Kulzüm’e hâs u hâr
Beni hakîkatte îsâl eder bu aşk-ı mecâz
Beliğ
Sen nâme yaz eyleyim ben îsâl
Bir dem dahi böyle hoş geçer hâl
Şeyh Galip
Dalgalar ben sizi döndürmeden âteş-zare
Siz kılın na’şımı îsâl kenâr-ı yâre
Abdülhak Hâmit
îsâr: Ar. Esr’den; 1. Kendi muhtaç iken bahş ü atâ etmek. 2. Seçmek ve uygun bulmak. 3. Döküp saçmak.

Bir mâh-ı dil-ârâ-yı cihân oldu bedîdâr
Gökten mi nüzûl etti aceb lâmi’a îsâr
Nâilî
Tercemân-ı Hak durur zevk et zebân-ı ârifân
Hak’tan alır halka verir her ne îsâr eylese
Gaybî
Siper eyler gelen mermiye âşık, bulsa, cânânın
Reh-i cânânda cân îsârına âmâdedir sözde
Muallim Naci
îsâr-ı cevâhir: Cevherler dağıtma.

Ahkâm-ı İlâhiyye’yi ettin bize ta’lîm
Ey hâce-i kevneyn edip îsâr-ı cevâhir
Rızâyî
îsâr-ı merâm: Niyetini dağıtma.

Tutsa dünyâyı ne ola şöhret-i lûtf u keremin
Etmede mekremetin âleme îsâr-ı merâm
Nef’î
îsâr-ı şem’: Işığını saçma.

Pertevinden ayağın altına ak dîbâ düşer
Bezmine eylerşerârından güher îsâr-ı şem’
Riyazî

isbât: Ar. Sübût’tan; 1. Sabit ve muhkem kılma. 2. Kalıcı ve devamlı kılma. 3. İtiraf etme, şahit ve delil göstererek bir sözün doğruluğunu ortaya çıkarma.

Işk kilk çekti hat harf-i vücûd-ı âşıka
Kim ola sâbit
Hak isbâtında nefy-i mâ-adâ
Fuzûlî
Mâhiyyeti isbât eden âsâr-ı ameldir
Mıkdârına nisbetle kişi hayr ü şer eyler
Şinasi (İbrahim)
Terk-i da’vâ ile dacvâmızı isbât ederiz
Leb-i hâmûş ile biz hasmımız iskât ederiz
Hezârî (Antakyalı Mustafa Münif)

isbât-ı fazîlet: Fazileti isbat etme.

Dili dürr-i maârifte gehî bezl-i avârifte
Dem-â-dem evler isbât-ı fazîlet bahr ü kân üzre
Bâkî

isbât-ı fazl u ehliyet: Değerli ve ehil kişi olduğunu gösterme.

Ederdi anda da isbât-ı fazl ü ehliyet
Açılsa bahs birinden ulûm-ı şettânın
recaizade Ekrem (anda: orada.)

isbât-ı fenâ: Yokluğu gösterme.

İsbât-ı fenâ kılmada, ey Hâlık-ı zî-cûd
Bin nâire, bin mazlime, bin hâile mevcûd
Abdülhak Hâmit

isbât-ı huşûnet: Sertliği ispat.

Harf-i nermîden ibârettir bizim terkîbimiz
Eyler isbât-ı huşûnet mûma seng-i hâremiz
Nâbî

isbât-ı hüner: Hüner gösterme.

Dili dürr-i maârifte gehî bezl-i avârifte
Dem-â-dem evler isbât-ı fazîlet bahr ü kân üzre
Bâkî

isbât-ı illet-i ûlâ: İlk hastalık sebebinin isbatı.

Verip teselsüle kuvvet tabîat-i kec-i âb
Olurdu nâfî-i isbât-ı illet-i ûM
Fuzûlî isbât-ı kemâl-i âdemiyyet: İnsanlığın tam isbatı.

Kılmaz mı verip de bir meziyyet
İsbât-ı kemâl-i âdemiyyet
Abdülhak Hâmit

isbât-ı kıdem: Tecrübeli oluşunun isbatı.

Aslına nisbetle terettüb eder isbât-ı kıdem
Tavr-ı fer’iyyet ü sûrettedir inşâ-yı hudûs
Hersekli Arif Hikmet

isbât-ı kusûr: Kusurunu gösterme.

Sana isbât-ı taksîr eylemek bî-vechdir ey dil
Bu taksîr-i eser senden değildir çeşm-i terdendir
Nâbî

isbât-ı taksîr: Kusurlu görme.

Sana isbât-ı taksîr eylemek bî-vechdir ey dil
Bu taksîr-i eser senden değildir çeşm-i terdendir
Nâbî

isbât-ı vücûd: Kendini gösterme.

Pîşânî-i hurşîde düşer sâyemiz ancak
İsbât-ı vücûd eylemiş erbâb-ı fenâyız
Nef’î

isfîd: Far. 1. Ak, beyaz. 2. Beyaz renkli (şey).

Süm, kâse-i mağz-ı dîv-i isfîd
Düm, târ-ışu’â’-i hûrşîd
Şeyh Galip
İshâk: Ar. Hz. İbrahim’in yaşlı hanımı
Sârâ’dan doğan oğlunun adı.

Hz. İbrahim’den sonra yerine geçen peygamber.

Cümle rûh-ı enbiyâ “Nasrun min’allah” okuyup
Bu gazâ içre dutar
İshâk
Peygam-ber livâ
Taşlıcalı Yahya Bey

iska: Ar. Saky’den; içirme, sulama, suvarma, su verme.

Hatt ü nakş ü kumâş-ı kârı etmiş cû-yi sungundan
Ser-i enbûbe-i mîzâb-ı engüştân ile iska
Nâbî
Gül-istân-ı hüsn-i feyz-âbâdı âşûb etmeği
Sû-be-sû hûn-ı dil-i âşıkla iska: eyledin
Yenişehirli Avni

iskât: Ar. Sükût’tan; susturma, susmasını sağlama, sükût ettirme.

Terk-i da’vâ ile dacvâmızı isbât ederiz
Leb-i hâmûş ile biz hasmımız iskât ederiz
Hezârî (Antakyalı Mustafa Münif)
İskender: 1. Büyük
İskender, İskender-ı Rumi (m. ö. 356-323. Yunanistan, İran, Suriye, Mısır, Hindistan ve bütün
Anadolu’yu istila eden meşhur kumandan. 2. İskender-ı Zülkarneyn (iki boynuzlu İskender).

M.

Ö.

3000 yıllarında yaşamış olan peygamber.

Sedd-ı İskender denilen seddi yapan; Yec’üc
Mec’üc kavmini engelleyen ve
Kur’an’da peygamber olduğu söylenen ulu kişi.

Hızır ve
İlyas’la yola çıkıp
Ab-ı Hayatı arayan kimse.

Hızır ve
İlyas bu suyu bulup içmişler, fakat
İskender yolunu kaybedip ülkesine dönmüştür.

Bil kıl üzredir esâs-ı hüsnün etme i’timâd
Rûzigâr âyîne-ı İskender’e verdi halel
Necati Bey
İskender’e zehr-âb-ı fenâdan veririz câm
Hızr’ız velî râh-ı ademe râh-beriz biz
Şeyh Galip
Etme ümmîd-i vefâ dehr-i denî-perverden
Bir içim suyu dirîğ eyledi
İskenderden

İskender-i dil: Gönül
İskender’i (İskender’in aynasına benzeyen gönül).

Câma bu
İskender-i dil nice mâil olmasın
Sûfiyâ âyîne-i gîtî-nümâdır gördüğün
Zâtî
İskender-i devr ü zemân: Zamanın
İskender’i.

Hüsrev-i dünyâ vü dîn-işâhen-şeh-i rûy-ı zemîn
Zıll-ı Rabbü’l-âlemîn
İskender-i devr ü zemân
Üsküdarlı Hakkı Bey
İskender-i devrân: Devirlerin
İskender’i.

Yaşım denizin kesse ol İskender-i devrân
Bir hûb gazel derdim ona bahr-i mukatta’
Bâkî
İskender-i iklîm-küşâ: Ülke fetheden
İskender.

Ehl-i kân-ı kerem-i şehsüvâr-ı âlem
Hüsrev-ı Cemşiyem
İskender-i iklîm-küşâ
Nef’î
İskender-i Yûsuf-şiyem: Yusuf mizaçlı
İskender.

Şâhenşeh-i ferhunde-baht ârâyiş-i dîhim ü taht
Bahtı kavî ikbâli
İskender-ı Yûsuf-şiyem
Nef’î
İskender-siyer: İskender siyerli.

Şehriyâr-ı nâm-ver
Sultân-ı İskender-siyer
Pâdişâh-ı bahr ü ber dâd-âver ü dâniş karîn
Ziya Paşa
İslâm: Ar. Selem’den; 1. İtaat ve bağlılık. 2. Müslümanlığı seçmiş olma.

Şöhreti mâl iledir ma’bed-ı İslâm’ın da
Câmi’-i köhne-i bî-vakfa cemâatgelmez
Nâbî
Behiştî
cennete biz müstahakkız irs ile kim
Adâvetin komaz
İslâm’a nitekim kefere
Behiştî
Kuvve-i kudsiyyesi kâfiri
İslâm edip
Himmet-i âliyesi münkiri eyler ilzâm
Âdile Sultan
İslâm-ı fârûk-ı Arab: Arab’ın ayırıcı İslâmı.

Hâkan-ı Osmânî neseb kim münderic zâtında hep
İslâm-ı fârûk-ı Arab ikbâl-ı Pervîz-ı Acem
Nef’î
İslâmiyân: İslâm dinine mensup olanlar.

Gönül sâf olsa sevdâ-yı cihândan pâk olur zîrâ
İbâdet-hâne-ı İslâmiyân’da büt-perest olmaz
Beliğ (Bursalı İsmail)

ism: Ar. İsim, varlıklara ad olan kelime. c. esmâ.

Aks-i rûyun suya salmış sâye zülfün toprağa
Anber etmiş toprağın adın suyun ismin gül-âb
Fuzûlî
Bir zafer müjdesi burda her isim
Yek-pâre bir anda gün, saat, mevsim
Ahmet Hamdi Tanpınar
Defter-i nisyânda kayd et ism ü resmim nâ-bedîd
Pençe-i dest-i ecel sayyâd-bâzda bul beni
Âşık Ömer
İsm-i A’zam: (en büyük ad) Allah’ın
Kur’an’da geçen yüz isminden doksan dokuzu, bilinen esma-i hüsnasının üstündeki adı. Allah veya
Hüve isminin olduğunu rivayet ederler.

Kef-i ihsân lâkabı mazhar-ı İsm-ı A’zam
Dest-berd-i gadabı hançer zü’l-batş-ı şedîd
Kâzım Paşa

ism-i bî-müsemmâ: İşitilmemiş isim.

Gördü yoktur merdüm-i âlemde âsâr-ı vefâ
Girdi ism-i bî-müsemmâ şekline
Anka: gibi
Nâbî
İsm-i Celâl: Allah’ın
Celal ismi.

Şol müstaîn-i ism-ı Celâlim ki defaten
Feth-i kelâma kudretimi
Müsteân verir
Sürûrî

ism-i garrâ: Parlak isim.

Lâzımsa buna bir ism-i garrâ
Bağrâ demeli bu şahsa bağrâ
Muallim Naci

ism-i ma’şûk: Âşık olunanın ismi.

Saklar âşık sînede cân gibi nâm-ı dil-beri
İsm-i ma’şûk yâd olursa mahv olur cân ü tenim
Âdile Sultan

ism-i pâk: Temiz isim.

İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen
Her murâda erişir Allah diyen
Süleyman
Çelebi

ism-i Vedûd: Vedud ismi.

Bedîd gerdiş-i germinde halka-i tevhîd
Çeker sabâha dek ism-ı Vedûdpervâne
Şeyh Galip

ism-i zât: Kendi ismi.

İsm-i zât oldu ona lafz-ı cemîl
Hüsne tâkat mı eder kalb-i alîl
Enderunlu Fazıl
esmâ: İsimler.

Hak yolu aşktır dediler kümmelîn-i vâsılîn
Berzahîler dediler kim
Hakka yol esmâdadır
gaybî

ismâ’: Ar. Sem’den; dinletme, işittirme.

Hudâ tevhîdin esrârın gönülde eylese îka: ’
Sadâ-yı
Hû’yu eylerdi kamu eşyâ sana ismâ’
Nuri
İsmâ’îl: Ar. Hz. İbrahim’in oğlu olup babası tarafından Allah emri ile kurban edilmek istenen peygamber.

Gerçi
İsmâil’e kurbân gökten inmiş kadr için
Hak bilir kadr için
İsmâil ona kurbân olur
Fuzûlî
İsmâ’il-âsâ: İsmail gibi.

Ol İbrâhîm
Hak’tan gayra muhtâc olma âlemde
RızA’-iHak’da
İsmâ’il-âsâ olselîm âşık
Âdile Sultan
İsmâ’il-veş: İsmail gibi.

Müje hançerler
İbrâhîm’e dönmüş
Göz
İsmâ’îl-veş teslîme benzer
Hayâlî Bey

ismet: Ar. 1. Masumluk, ayıp ve günahlardan çekinme, namuslu olma. 2. Kötü işlerden korunma.

Kenâr-ı havz-ı rütbette bitiptir veche-i ismet
Semer verdi nice türlü beyâz ü hazr ü alından
Muradî (Sultan III. Murat)
İffet ü ismet ile tab’-ı latîfi hem-zâd
Himmet ü gayret ile kalb-işerîfi tev’em
Nâbî
Şart-ı ismet bu mudur kim ola benden sonra
Sesini pehlevîye çeker pîrehenden gayri
Nâilî

isnâd: Ar. Sünûd’dan; 1. Dayandırma, yükleme. 2. Bir söz ve haberi birinin üstüne atma, iftira. c. isnâdât, isnâdiyât.

Hem kendi yapar cihânda her nîk ü bedi
Hem care bulur herkese eyler isnâd
Yahya Kemal

isnâd-ı kusûr: Kusur yükleme.

Sun’a dahl etmek olur sânia isnâd-ı kusûr
Dehre ta’n etme ki söz âlem-i bâlâya çıkar
Nihalî (İbrahim)

isnâd-ı ta’assub: Taassup yükleme.

İsnâd-ı ta’assub olunur merd-i gayûra
Dînsizlere tevcîh-i reviyyetyeni çıktı
Ziya Paşa

isneyn: Ar. Pazartesi.

Ol Rebîü’-evvel ayı nicesi
On ikinci gece isneyn gecesi
Doğduğun bildirdi ol halka temâm
Ne didügin işit imdi iy hümâm
Süleyman
Çelebi
Mevlid ispîd: Far. Beyaz, ak.

İntizârım dûrî-i dil-dârdan zann etme kim
Dîde-i ispîd beyâz-ı subh-ı vuslattır bana
Esrar Dede

isr: Ar. 1. Ayak izi. 2. Meslek, yol.

isr-i nebevi: Peygamber yolu.

Cânân da muhâcir oldu cân da
İsr-i nebevîye muktedîyiz
Muallim Naci

isrâf: Ar. Seref’ten; boş yere harcama.

Sehâdan addolur izzet, ayb ise de isrâf
Kibârın müsrifi yeğdir hele mümsik hisâbîden
Nev’î
Fuzûlî hâzin-i genc-i vefâyım ol sebebdendir
Güherler dökdüğü isrâf ile çeşm-i güher-pâşım
Fuzûlî
Mecbûr eden mezâlime erkân-ı devleti
İsrâf-ı bî-lüzûm sefâhat değil midir
Şeyhülislam Yahya

isrâf-ı âb-ı rû: Yüz suyu dökme; minnet eyleme.

İsrâf-ı âb-ı rû ona agreb değil midir
Ermek eğerçi devlete câhilgarîbtir
Muallim Naci

isrâf-ı bî-lüzûm: Lüzumsuz israf.

Mecbûr eden mezâlime erkân-ı devleti
İsrâf-ı bî-lüzûm sefâhat değil midir
Şeyhülislam Yahya
İsrâfil: İbranice>Ar. Dört büyük meleklerden birinin adı.

Kıyamete kadar
Levh-ı Mahfuz’a bakan ve kıyamet günü de toplanma borusu
Sur’u üfleyecek olan meleğin ismi.

İsrâfîl sûrunu ura hep mahlûkâtyerden tura
Derilüben haşre vara kadı anda
Sübhân ola
Yunus Emre
(tur-: kalkmak, derilüben: toplanarak, anda: orada.)
İzzet bolay ki
Sûr-ı İsrâfil uyandıra
Geldi sabâh-ı haşre ne saht oldu hâb-ı çerh
Keçecizade İzzet Molla
Nev-bahârın rûhu tek etsin de bizlerden zuhûr
Yoksa, artık
Sûr-ı İsrâfîl’e kalmıştır nüşûr
Mehmet Akif
-istân: Far. 1. Zaman edatı. 2. Yer eki.

bahâr-istân: İlkbahar mevsimi.

bahâr-istân-ı iyd: Bayram (bahar manzarası) yeri.

Salınır şâh-ı gül-i nâzik nihâl-i erguvân
Bâğ-ı cennetten nişân verdi bahâristân-ı îyd
Bâkî
bahâr-istân-ı tab’: Tabiatın hüküm sürdüğü bahar zamanı.

Maânî câmını içmekte oldum
Câmîi sânî
Bahâristân-ı tabHmda açıldı bir gül-i sûrî
Hayâlî Bey
çemen-istân: Çemenlik yer, bahçe.

Nev-nihâl-i çemen-istân-ı cemâl
Gonca-i tâze-res bâğ-ı visâl
Sünbülzade Vehbi
debîr-istân: Kalem odası, büro.

Debîr-istâna almak istiyor ol tıflı rûz u şeb
Sâbit
freng-istân: Avrupa, batı.

Fikr-i zülfün gönlüne geldi rakîbin ey sanem
İki tersâ-beççedir seyr-ı Freng-istân eder
Enverî
gül-istân: Gül yeri.

Lâleler sahn-ıgül-istânda kadeh-nûş oldular
Cüst ü cû-yı bülbüle güller kamu gûş oldular
Hayâlî Bey
hâr-istân: Dikeni çok olan yer, dikenlik.

Yok dikensiz bir gül ammâ var gülsüz çok diken
Bâğ-bân bilmem neden vermez su hâr-istânın
Halil
Nihat
Böztepe hâr-istân-ı ışk: Aşkın dikenlik yolu.

Kış erişti câme-hâb olmağ için derd ehline
Pister-i sincâbtır her gece hâr-istân-ı ışk
Enverî
hâver-istân: Doğu tarafı.

Her firâz nahle giydirdi birer zerrîn külâh
Subh-dem arz-ı şükûh edip şeh-i hâveristân
Ziya Paşa
hîç-istân: Hiçlik yeri.

hîç-istân-ı hestî: Boş hiçlik yeri.

Şunu bir ehl-i hikmetten işitmiştim, cihân dîde
Yalan, gerçek birâderdir bu hîç-istân-ı hestîde
Abdülhak Hamit
hum-istân: Meyhane.

hum-istân-ı kadim: Eski meyhane.

Sıfatı cilve-i mehtâb-ı tecellî-i şuûn
Cür’ası zübde-i sahbâ-yı hum-istân-ı kadîm
Üsküdarlı Hakkı Bey
kûh-istân: Dağlık yer.

Diyâr-ı Rûm’da bir karye vardır
Onun etrâfı kûh-istâna benzer
Hayâlî Bey
kâfir-istân: İslam dininde olmayanların ülkesi
Hâl kâfir, zülf kâfir, çeşm kâfir el-amân
Ser-be-ser iklîm-i hüsnün
Kâfir-istân oldu hep
Nedim
mecâz-istân: Mecaz yeri.

Alırsa deste sâkî-i hakîkat câm-ı ihsânın
Harâbât-ı mecâz-istânda bir hûş-yâre yer kalmaz
Nâbî
mezâr-istân: Mezarlık.

Yatır dehşetli âgûşunda bin evlâd-ı hürriyyet
Sanırsın mâder-i şübbân-ı millettir mezar-istân
Hersekli Arif Hikmet
nahl-istân: 1. Hurmalık. 2. Ağaçlık. nahl-istân-ı dûra-dûr-ı ma’nâ: Mananın
uzayıp giden ağaçlığı.

Yine seyr eyle nahl-istân-ı dûrâ-dûr-ı ma’nâyı
Gül-istân der-gül-istândır hıyâbân derhıyâbândır
riyazi
ney-istân: Ney yapılan kamışın yetiştiği
yer.

ney-istân-ı gam: Gam sazlığı.

Nevâ-sâz olmadı bir dem havâsından mıdır bilmem
Ney-istân-ı gamın mahsûlü şimdi hâmdır hamdır
cevrî
nigâr-istân: 1. Resim ve heykellerle süslü yer. 2. Puthane. 3. Güzelleri çok olan yer.

Mânî’nin meşhur resim mecmuasının ismi. (bk. erjeng)
Musavver bir nigâr-istâna benzer safha-i rûyun
Ruhunda hatt ü hâlin nakş-ı günâ-gûndur cânâ
Halim
Giray (Kırım Hânı)
rîg-istân: Toz, kum yeri; çöl. rîg-istâna batmış, çalkalanan seyyâh-ı âvâre
Nasıl müştâk ise bir nûra, bir necm-i rehâ-kâre
Mehmet Akif
serâb-istân: 1. Serap görülen yer. 2. Bu dünya.

Yok mu ey bağrı yanık çöl!
Ebedî pâyânın
Nerdedir vâhası, yâ
Rab bu serâb-istânın
Mehmet Akif
şeb-istân: Gece vakti.

Hâl-i haddin mi bu ya sûhte pervâne midir
Kararıp düşmüş ola şem’-işeb-istân üzre
Rahmi şeb-istân-ı sühan: Sözün harem dairesi.

Enverîi rüzgârım kim şeb-istân-ı sühan
Şem’-i fikr ile ziyâ-yı neyyir-i rahşân bulur
Nef’î
şecer-istân: Ağaçlık yer.

şecer-istân-ı kalb: Kalbin ağaçlık yeri.

Şecer-istân-ı kalb içinde revân
Olan hafî suların mûsikî-i nevmîdi
Ahmet Hâşim
şeker-istân: Şeker kamışı tarlası.

Hani bir şîrîn-sühan la’l-i şeker-bârıngibi
Kanda gördü tûtî bir âyîne ruhsârın gibi
Bâkî
şikâr-istân: Av yeri.

şikâristân-ı hüsn: Güzelliğin av yeri.

Süzülmüş bir şikâra iki şeh-bâz ol iki ebrû
Şikâr-istân-ı hüsnün gözleridir iki lâçini
Hayâlî Bey

istebrak: Ar. Sırma ile işlenmiş bir çeşit kaba kumaş.

Ayn-ıgül-zâr-ı cinân etti cihânı nev-rûz
Câ-be-câ oldu diraht-ı çemenin istebrak
Behiştî

istiâb: Ar. Va’b’tan; 1. Kaplama, tutma. 2. İçine alma.

Hakîm-nişîn-i kürsî-ı Mesnevî edicek
Kılar füyûz-ı nefes tarf-ı arşı istiab
Esrar Dede
(edicek: edince)
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb
Mehmet Akif
Bütün âfâkı istiab eden boşlukta nâliş-zen
Hayâletler gezer, hep birbirinden hâr ü müsteskal
Tevfik Fikret

istiâre: Ar. Âriyet’ten; 1. Ödünç isteme. 2. ed. Benzerleri bulunan bir duruma bağlı olarak iki isimden birini diğerine geçici olarak yükleme, yani mecaz yapma. c. istiârât
İstiârât ü kinâyet ü hakîkatle mecâz
Dâimâ olmalıdır cârî-i mecârî-i sühan
Sünbülzade Vehbi

istib’âd: Ar. Bu’d’dan; uzaklaşma, uzak görme, uzaksama.

Ye’s-i küfr olmasa ol denlügüneh-kârım kim
Kendi âmirsizimi eyler idim istib’âd
Nâbî
Ferah bîgâne resmin gösterirse etmem istib’âd
Gönül me’nûs-ı ahzan oldu derd-i tâ-be-keylerle
Nedim
Adile fırsat düşerse kinden istib’âd eder.

Zâlim, idbâra düşerken dînden istimdâd eder
Neyzen Tevfik

istib’âd-ı deyr-i mihnet: Sıkıntı kilisesinden uzaklaşma.

Cây edinse etmen istib’M-ı deyr-i mihneti
Aşıkım bir kâfir hüsne
Muhammed ümmeti
Fasih (Ahmet Dede)

istibdâd: Ar. Bedd’ten; 1. Müstakil ve başlı başına olma, keyfi idare sistemi. 2. Baskı, tazyik.

Sadme-i idbâr ile berbâd olur hâtır-şiken
Kasr-ı istibdadını mahsûd-ı Şeddâd etse de
Yenişehirli Avni

istibdâl: Ar. Bedel’den; değiştirme, bedel alma.

Vaslın ile cânım istibdâl edersen ne ola kim
Kim kaçar âlemde ey meh assılı bâzârdan
Hayâlî Bey

isti’câl: Ar. Acele’den; acele olunmasını isteme, tacil etme.

Tevekkül ehliyiz hergiz bizim âmâlimiz yoktur
Müheyyâdır bizimçün devlet istFcâlimiz yoktur
Nef’î
Tuttuğum râh-ı taleb ümmîd sahrâsındadır
Çeşm-i istFcâlim ol sahrânın aksâsındadır
Muallim Naci

isticlâ: Ar. Cilâ’dan; cilalama.

Pûteye koyup edip isticlâ
Bir sebîke-i zeri kıldı peydâ
Nâbî

isticlâb: Ar. Celb’ten; celbetme, çekme, kendi yanına çekme.

Dem-i visâldir ey dil o hazrete sen de
Kasîde arz edip eltafn eyle isticlâb
Esrar Dede
Nice hikmetler eyler isticlâb
İkisinden dahi ulü’l-elbâb
Muallim Naci

istid’â: Ar. Duâ’dan; 1. Yalvararak isteme. 2. Dilekçe, istida.

Kîse-i ümîd hâlî, dest-i istiğnâ tehî
Menzil-i fırsat baîd ü pâ-yı istid’â şikest
Derviş-ı Kadim

istidâd: Ar. 1. Doğrulama. 2. Alışma.

Midâd-ı kilk-i vasfınla urur dil merhem-i teskîn
Olunca derd-i zahmı rûzgârın istidâd üzre
Nef’î

isti’dâd: Ar. Add’den; 1. Hazır ve âmâde olma. 2. Bir işe meyil, kabiliyet. 3. Zekâ ve feraset.

Bende
Mecnûndan füzûn âşıklık istFdâdı var
Aşık-ı sâdık benim
Mecnûn’un ancak adı var
Fuzûlî
Hüsn olur bî-nazar-ı rağbet-i uşşâk abes
İltifât âyînedir sûret-i isti’dâda
Nâbî
Ey dil-i dîvâne fikr eyle hele bir kez aceb
Kangı istFdâd ile erdi dem-i vuslat bana
Esrar Dede

isti’dâd-ı ârif: Arifin kabiliyeti.

Olsa isti’dâd-ı ârif kâbil-i idrâk-i vahy
Emr-ı Hak irsâline her zerredir bir
Cebre’îl
Fuzûlî

istidâne: Ar. Deyn’den; borç etme ve edinme.

Azâdelik edâsına vâ-bestedir yine
Hîç farkı yok kitâbetle istidânenin
Nâbî

istidlâl: Ar. Delâlet’ten; delil ve bürhanlar vasıtasıyla anlama, sonuç çıkarma. c. istidlâlât
Ser-fürûdur herkese encâm-ı kâr-ı ser-keşân
Eyle bu ma’nâyı istidlâl kadd-i pîrden
Sâmî (Arpaeminizade Vak’anüvis Mustafa Bey)
Söz tamâm oldu ko lâf u sühanı ey Nef’î
Ehl-i dil tab’ını şiirinden eder istidlal
Nef’î

istîfâ’: Ar. Vefâ’dan; 1. Bütün bütün alma. 2. Ruhu kabz etme. 3. Borcunu tamamen ödeme, yerine getirme.

Şükûh-ı kudreti a’lâ-yi idrâkât-i insânî
Vücûh-ı hikmeti bîrûn-ı add-i fehm ü istîfâ
Nâbî

istifâde: Ar. Fâide’den; 1. Kazanma, tahsil etme, kesbetme. 2. Fayda meydana getirmeye gayret etme. 3. Anlama. 4. Öğrenme.

Benim müderris-i ilm-i cünûn hani
Mecnûn
Ki bir murâd ala devrimde istifâde ile Fuzûlî
Ah ey pîş-i istifâdemden
Bî-tevakkuf uzaklaşan mevecât
Tevfik Fikret
Bir istifâde.

Yarın.

Belki.

Ben bu elfâzın
Tazammun ettiği va’d-i baîde aldanarak
Tevfik Fikret

istifhâm: Ar. Fehm’den; 1. Zihinde meydana gelen soru. 2. Anlamak için sorma.

Pâs-bân verdi kudûmuyla cevâb eyle yine
Ramazân geldi mi eyâ diyerek istifhâm
Nedim
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhûd
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Ahmet Hâşim

istifkâd: Ar. Fakd’dan; arayıp soruşturma.

Cürm ile nefsimin ol mertebedir ülfeti kim
Ele girmezse hayâlin ederim istifkâd
Nâbî

istifrâğ: Ar. Ferâğ’dan; mide içindeki yiyecekleri ağız yoluyla dışarı atma, kusma.

Olan ser-geşte-i câm-ı mecâzî dîk-meşrebler
Ne nûş eylerse istifrâğ da dûlâbtan kalmaz
Nâbî

istifrâş: Ar. Firâş’tan; cariye ile cinsel ilişkide bulunma; odalık alma.

Bütün şebekeleri her şeb ederken istifrâş
O şâh için hele olamam ya ben esîr-i firâş
Abdülhak Hâmit

istifsâr: Ar. Fesr’den; sorma, arama, ifâde isteme. c. istifsârât.

Bezmine bir nahl-i rengîn bağladı kim yaraşır
Andan etse lutf yollarını istifsârgül
Necati Bey
Etme ahvâl-i halkı istifsâr
Nakl edersem keder verir zîrâ
Osmanzâde Tâip
Kimden istifsâr edem keyfiyyet-i aşkı aceb
Arif-i âgâh ser-hoş, vâkıf-ı esrâr mest

istifsâr-ı re’y: Akıl danışmak.

İntizam-ı kâr için düşmenden istifsâr-ı re’y
Râh-ı firdevs-ı Berîn’i sormadır
İblîs’ten
Yenişehirli Avni

istiftâ: Ar. Fetvâ’dan; fetva alma, müftüye müracaat etme.

Hükm-i “bif-nev” dersine destinde hâlâ mutribin
Hallini
Monlâ-yı
Rûm’dan etti istiftâ semâ’
Esrar Dede

istiftâh: Ar. Feth’ten; 1. Açma, açılma, fetih. 2. Siftah. 3. Başlama, başlatılma.

Böyle bâzârda da eylemeyen istiftâh
Ne zemân açsa gerek sûk-ı maânîde dükkân
Sâbit

istiğâse: Ar. Gavs’tan; imdat, yardım ve medet isteme.

Etmeden istigâseyi tekmîl
Belirir karşısında
Azrâîl
Muallim Naci

istiğrâb: Ar. Garâbet’ten, şaşma, garip bulma, taaccüp etme. c. istiğrâbât.

Erdi bir rif’ate erbâb-ı hüner devrinde
Ki eder çarh-ı denîn-perver-i dûn istiğrâb
Nef’î
Ve onların sesi eyler bütün sükûtu harâb
Eder bu daveti, durgun sulardan istiğrâb
ahmet Hâşim

istigrâk: Ar. Gark’tan; 1. Baştan ayağa kaplama. 2. Kendinden geçip bayılma derecesinde gülme. 3. Dalıp zihni tamamen meşgul olma.

Pek müessirdi sadâ-yı hâtifi yâhûd ki ben
Hâl-i istiğrâk ile olmuş idim pek nâ-tüvân

istiğfâr: Ar. Gufrân’dan; 1. Mağfiret ve bağışlama isteme. 2. “estağfurullah” sözünü tekrarlama. c. istiğfârât.

Yatma hengâm-ı seher bîdâr ol
Vakf-ı seccâde-i istiğfâr ol
Nâbî
Bülbülün kanın alıp sürmekten ey şeh yüzüne
Adlin eyyâmında demdir kijde istiğfâr gül
Hayâlî Bey

istiğnâ’: Ar. Gınâ’dan; 1. İhtiyaç yokluğu. 2. Muhtaç olmama, eldekini yeterli bulma. 3. Zengin olma. 4. İhtiyaç gösterdiği hâlde kibirlilik etme, nazlanma, naz etme.

Bir ednâ cüdasından mest olur erbâb-ı istiğnâ
Muhabbet bezmidir bu, bunda çok mey-hâneler vardır
Âli Bey
(Gelibolulu Müverrih)
Verir istiğnâ güneşten gündüzün fikr-i ruhun
Geceler âhım şua’-işem’a komaz ihtiyâc
İbni Kemâl
Kîse-i ümîd hâlî, dest-i istiğnâ tehî
Menzil-i fırsat baîd ü pâ-yı istid’â şikest
Derviş-ı Kadim

istihâle: Ar. Havl ve hâl’den; imkânsız olma, mümkün olamama. 2. Bir hâlden diğer bir hâle geçme. c. istihâlât.

Kadîfe hâline geçmiş patiskadan yastık
Ne istihâle geçirmiş hesâb edin artık
Mehmet Akif

istihâle-i her-dem: Her zamanın imkânsızlığı.

Tebeddülât ile bulmuş kemâl uzviyât
Bu istihâle-i her-dem vukûa yokgâyet
Nâzım Paşa

istihâre: Ar. Hayr’dan; 1. Hayırı isteme. 2. Bir işin sonunun hayır veya şerre bağlı olacağını bilme için rüyaya yatma.

Dedim ne vech ile öldürdün
Ahmed’i dedi kim
Bu kâr-ı hayra ne lâzım ki istihâre kılam
Ahmet Paşa
perîyi âh-ı şeb-gîr ede câme-haba teshîr
Olunur mu lûtfu ta’bîr ne hoş istihâredir bu
Nâilî

istihdâm: Ar. Hıdmet’ten; bir kimseyi bir işte çalıştırma.

Ederim kuvve-i kudsiyye-i efkârımla
Cünd-i ervâh-ı ricâl-i sahnı istihdâm
Nef’î
Eylese takviyet-i hükmü eğer bir kâhı
Sarsar-ı sedd-i sedîd olmak için istihdâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)

istihfâf: Ar. Hiffet’ten; bayağı ve aşağı bulma, küçümseme, aşağı görme.

Felâket görmemişsin derdimi eylersin istihfâf
Felâket olsa lâyıktır bu halka sendeki evsâf
Abdülhak Hâmit
Etme bir kimseyi sakın istihfâf
Mehmet
Tevfik istihkâk
Ar. Hakk’tan; 1. Hak etme, hak kazanma, hakkını isteme. 2. Hak kazanılan şey, liyakat.

Herkese gelmez belâ erbâb-ı istihkâk arar
Eşref Paşa
(Bursalı Mustafa)

istihkâk u isti’dâd: Liyakat ve kabiliyet.

Hande eylerler uzaktan cümlesi feryâdına
Dikkat etmez kimse istihkâk u isti’dâdına
Ziya Paşa

istihkâm: Ar. Hükm’den; 1. Kuvvet, metanet, metin olma. 2. Siper. c. istihkâmât.

Vermek istersen cihânda nâm mânend-i nigîn
Merkezinde göster istihkâm mânend-i nigîn
Hâmî (Hâmî-ı Âmidî)
Ne âlî vü bülend olmuş binâ-yı dil-keşi el-hakk
Ne istihkâm ile vaz’ eylemiş bünyâdını üstâd
Nedim

istihlâf: Ar. Half’ten; birinin yerine geçme.

Hasbet-en-lillah olur zannetme şeyhin himmeti
Kasdî istihlâftır
İblîs’i irşâd etse de
Namık Kemal

istihkâr: Ar. Hakaret’ten; aşağılama ve hakir görme.

Tutalım arayarak bulmuşum onu ammâ
Kabûl kılmayıp eylerse nezrim istihkâr
Nedim
Dil-penâh ü melce’in sensin senin ey nûr-ı dil
İşbu sırrı bilmeyen şâyân-ı istihkâr olur
Abdülaziz
Mecdi Efendi

istihmâm: Ar. Hamâm’dan; sıcak su ile yıkanma, hamamda yıkanma.

Arak-rîz olur istihmâm eden kes
Lâ (Hamama giren terler Atasözü)
Bir daha hâneye azm eylemez andan açılır
İktizâ eyler ise birisine istihmâm
Nâbî

istihrâc: Ar. Hurûc’tan; Her hangi bir şeyden sonuç ve anlam çıkarma. 2. Bir şeyin içinden başka bir şeyi çekip çıkarma. c. istihrâcât.

Bu âlem bir kitâb-ı hikmet-endûz-ı hakâyıktır
Meâlin her kim istihrâc ederse âferîn bâdâ
Nâbî

istihsân: Ar. Hüsn’den; beğenme, makbul ve pesend sayma.

Görürdüm her kasîde söyledikçe her birisinden
Hem istihsân ü hem ihsân ü hem lûtf-ı firâvânı
Nef’î
Medenî bittabigeçen insân
Elbet eyler o zevki istihsân
Abdülhak Hâmit
Bir şehîd-i dem-hurûşânım ki gûş-i cânıma
Rûh-ı Yahyâdan gelir âvâz-ı istihsân henüz
Muallim Naci

istihyâ: Ar. Hayâ’dan; haya etme, utanma.

Mehd-i cünbânlığına
Zühre iner eylemezse
Dâyenin rif’at-i şânından eğer istihyâ
Nâbî
Ey kamer-tal’at meh rûyundan istihyâsı-çün
Perde-i eflâk olur kat kat hicâb-ı âfitâb
Hasırcızâde Hafız

istihzâ’: Ar. Biriyle alay edip eğlenme, zevklenme.

Eyleyip hâline bir kahkaha-i istihzA
Nâvek-i tâne-i düşnâma edip onu siper
Nâbî
Hâlık’a râcidir istihzA, sakın, mezmûmdur
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
Güneş de şimdi açılmış ufukta hande-nümâ
Eder gibiydi uzaktan benimle istihzA
Tevfik Fikret

istihzâr: Ar. Huzûr’dan; 1. Devamlı tekrarlama, hatırlatma. 2. Hazırlama, hazır edilme.

Dâimâ mecmûası düşmez elinden rûz u şeb
Benzer eder ruhların vasfını istihzar gül
Necati Bey

istîkâd: Ar. îkâd’tan; 1. Tutuşup yanma. 2. Tutuşturup yakma.

Rütbeni bilmek ile tab’-ı cehennemde bile Ümmet-i müznib için yok heves-i istîkâd
Nâbî

istikamet, istikâmet: Ar. Kıyâm’dan; doğruluk, müstakimlik, dürüstlük.

İlaç et düşmeden sâkî mizâcım istikametten
Fuzûlî
İstikamet vermek istersen mizac-ı âleme
Gâh zahm ur gâh merhem fikrin et reg-zen gibi
Kadrî
Çelebi (Hamidî Abdülkadir)

istikbâl: Ar. Kabl’den; 1. Gidip karşılama. 2. Gelecek zaman, gelecek vakit.

Ne istikbâle ne cem’iyyet-i ârâya tâbidir
Ale’l-ıtlâk ahâli devlet-i dünyâya tâbidir
Yenişehirli Avni
Öyle nâzik ki eğer şapkalı bir kunduracı
Evine gelse eder tâ kapıdan istikbâl
Ziyâ Paşa
Koca bir kevkebe vü debdebe-i istikbâl
Şâh-râh-ı ebediyyette ziyâ-pâş-ı kemâl
Kemalzâde Ekrem Bey
Seni istikbâl için önce gelmek cihâna
Ve başkasından almak sonra geliş müjdeni
Faruk
Nafiz
Çamlıbel

istikhâl: Ar. Kehl’den; göze sürme çekme.

Sa’y-i istikhâl ederken dîdesin ihrâc eder
Lâ (“Kaş yapayım derken göz çıkarır” atasözünün diğer bir söyleniş şekli)

istiklâl: Ar. Kıllet’ten; tâbi olmayıp başlı başına olma.

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl
Mehmet Akif
Harâb olan azamet, târ-mâr olan ikbâl
Sükût-ı rûh-ı umûmî, sukût-ı istiklâl
Mehmet Akif
çelik parçası bir gün bir ehemmiyet alır
Koca bir kavmin olur hâris-i istiklâli
Tevfik Fikret

istikmâl: Ar. Kemâl’den; tam ve tamam etme, tamamlama, kemale erdirme. c. istikmâlât.

Ale’l-husûs
Cenâb-ı bülend-ı Sıddîkî
Ki buldu onun ile dîn-ı Ahmed istikmâl
Necati Bey
Bizim noksanımız hep kâbil-i ikmâldir ammâ
Bulunmaz neyleyim ashâb-ı istikmâl bir yerde
Yenişehirli Avni

istiknâh: Ar. Künh’ten; bir şeyin aslını araştırma. c. istiknâhât.

Kader nedir, sana düşmez o sırrı istiknâh
Senin vazîfen itâat ne emrederse
İâh
Mehmet Âkif

istikrâh: Ar. Kerh’ten; İğrenme, tiksinme, iğrenç bulma, nefret etme.

Mizâc-ı âlemi tashîhe sa’y eden her-gâh
Görür devâ gibi çîn-i cebîn-i istikrâh
Said
Sırrı
Gerçi gûş eyledi hâh u nâ-hâh
Tab’ı ammâ ki edip istikrâh
Sünbülzade Vehbi

istikrâr: Ar. Karâr’dan; 1. Karar ve sebat üzre olma. 2. Sağlam ve sabit etme.

Bakılsa çeşm-i basîretle nakş-ı hestiye
Verir birbirine irtibât-ı istikrâr
Ziyâ Paşa

istikrâz: Ar. Karz’dan; 1. Ödünç para alma, borçlanma. 2. Faizle para alma. c. istikrâzât.

Cân u baştan geçmeyince dost elini tutmadım
Pes urup yettikçe ol dem ettim onu istikrâz
Gaybî

istiksâr: Ar. Kesret’ten; çok görme, çok görülme.

Etmez istiksâr kâlâ-yı visâlin kıymetin
Ol metâ’-ı sîne-zîbin anlayan az olduğun
Nâbî
Bu temennîyi etme istiksâr
O da azdır bizim medârise az
Muallim Naci

istiktâb: Ar. Kitâbet’ten; 1. Yazdırma, yazdırılma. 2. Söyleyip yazdırma, dikte etme.

Ediyor katre katre istiktâb
Banagûyâ birşi’r-i mahzûnu
Cenab
Şahabeddin istiktâr: Ar. Katre’den; damla damla, katre karte su akıtma.

Gâh teklîs ü gehî istiktâr
Azmâyişlegeçer leyl ü nehâr
Nâbî

istîlâ’: Ar. Vely’den; 1. Bir yeri kuvvetle ele geçirme. 2. Yayılma, kaplama.

Küfr müstevlî olup kılmıştı
İslâm’ı hep
Cehl istîlâ bulup etmişti ilm ehlini hâr
Fuzûlî
Fusûl-ı erba’a etse tecâvüz hadd-ipergârın
Nizam-ı mümkünâta ihtilâl eylerdi istîlâ
Nâbî
Bak nasıl, bir memleket, şâyân olur a’dâsına
Bak nasıl uğrar vatanlar düşmân istîlâ
Midhat Cemal Kuntay

isti’lâ’: Ar. Ulüvv’den; 1. Yükselme. 2. Üstün gelme, üste çıkma.

Eğer leyl ü nehâr âmed ü şüdünde geçse mikdârın
Hayât-ı kâinâta fasîdât eylerdi isti’lâ’
Nâbî
Sen ona bir de gerekse deme ol birdir hemân
Vahdet-ı Hak sanma tevhîdinle isti’lâ, dadır
Gaybî

istîlâd: Ar. 1. Çocuk isteme. 2. Cariyeden doğan çocuğunu nüfusuna kaydetme.

Cimrinin kesrete hırsı o kadar var ki eder
Daha nâ-bâliğ iken dâiye-i istîlâd
Nâbî

istilzâz: Ar. Lezzet’ten; hoş bulma, leziz sayma. c. istilzâmât.

Okuyan gûdek-i nev-sâle eder istilzâz
Sünbülzade Vehbi

istimâ’: Ar. Sem’den; dinleme, işitme, kulak verme. c. isti’mâât.

Kelâm-ı Hakk’ı her kimden işitsen istimâ’ et kim
Bozulmaz ma’nî-ı Kur’ân olursa bed-sadâ hâfız
Sünbülzade Vehbi

istimâle(t): Ar. Meyl’den; 1. Saptırıp eğip meylettirme. 2. Kendine, kendi gönlüne çekme. c. istimâlât.

İstimâletle gülüp yüzlerine
İ’timâd eyleme çok sözlerine
Sünbülzade Vehbi

istîmân: Ar. Emân’dan; 1. Aman dileme, sığınma. 2. İyilik bekleme.

Tîğ-ı dehşet-güsterim destimde parlar parlamaz
Karşıdan âvâz-ı istîmân olur yer yer bülend
Muallim Naci
Şakî çarıkların altında hurdahaş îmân
Hurdayı titretiyor eyledikçe istîmân
Mehmet Akif
Olmaz istîmân eden mağlûba tîğ

istimdâd: Ar. Meded’ten; imdad ve yardım isteme.

HafızA
Bağdâd’a imdâd etmeğe er yok mudur
Bizden istimdâd edersin sende asker yok mudur
Murâdî (Sultan IV. Murat) (Bağdat seferi sırasında
Sadrazam
Hafız
Paşa’nın gönderdiği “yok mudur” redifli imdadiyesine verdiği cevaptan bir beyit)
Adile fırsat düşerse kinden istib’âd eder.

Zâlim, idbâra düşerken dinden istimdâd eder
Neyzen Tevfik
Felek benim gibi âcizdir etmem istimdâd
Kim
Ftimâd ede müflislerin tekellüfüne
Seyyit Vehbî

istimdâd-ı dermân: Dermana yetişme.

Derd ile cân verdim istimdâd-ı dermân etmedim
Derd-nâk-ı imtinâımdır dil-i dermân henüz

istimdâd-ı feyz: Feyiz yardımı.

Vay ona kim eyleye lâ-şeyden istimdâd-ı feyz
Yuf ona kim eyleye nâ-kesden ihsân iltimâs
Bağdatlı Ruhi

istimhâl: Ar. Mehl’den; müddet, vade, zaman isteme.

Çekip visâdemi kıldım külâh-ı kûşemi ham
Garîm-i gamdan edip nîm-lâhza istimhâl
Nedim

istimrâr: Ar. Mürûr’dan; sürme, devam etme.

Cihânı lutf-ı mürüvvetle kâmrân ettin
Cihânda kâm alasın ber-sebîl-i istimrâr
Nedim
Sahb-âsâ yürürler yerde câmid gördüğün dağlar
Bütün zerrât bir kânûn-ı istimrâra tâbidir
Ziya Paşa

istimzâc: Ar. Mezc’den; birinin mizacını, huyunu anlayıp onunla uyuşmaya gayret etme.

Çâre-sâz olma değil, derdine dermân arıyor
Yoklayup nabzını ettimse kimi istimzâc
Sünbülzade Vehbi

istinâd: Ar. Sened’ten; 1. Yaslanıp dayanma. 2. Güvenme, kuvvet alma.

Leşker-i mâle ittikâ etmem
Asker-i gaybe istinâdım var
Muradî (Sultan IV. Murat)
Hukuk sâhibi mûr olsa da
Süleymân’dır
Kişi mukaddes olur hakka istinâdı kadar
Âsaf (Nâfia Nâzırı Mahmut Celaleddin Paşa)
Biz müttekâ-yı zer-keş-i câha dayanmazız
Hakkın kemâl-i lûtfunadır istinddımız
Bâkî

istinâd-ı devlet: Devlete dayanma.

Baht-ı yâver padişâh-ı âsumân-mesned ki dîn
İstinâd-ı devletiyle kuvvet-i erkân bulur
Nef’î

istinâd-gâh, istinâd-geh: Maddi, manevi istinat edilecek yer.

Hudâsı var olanın istinâd-gâhı mı yok
Muallim Naci
Muallim Naci

istinbât: Ar. Nübût’tan; akıl ile gizli mana ve hüküm çıkarma.

Dîdeden katre-i eşkim dökülüyor dil-i mecrûh
İsmimi hûn-ı dilden edesin istinbât
Sünbülzade Vehbi

istirâhat: Ar. Râhat’tan; rahat, ârâm, âsûdegî, ârâmiş.

Yâ Rab ne derd olur bu ki cân tenden ayrılır
Cânın ten içre kalmayıcak istirâhati
Ahmed-ı Dâî
Bir istirâhatin ki ola mercii beden
Yoktur o râhatın dil ile câna nisbeti
Nâbî
Cihânın zîr ü bâlâsın tefahhus eyledim
Nâbî
Tevekkül kişverinden gayrı yerde istirâhat yok
Nâbî

istirâk: Ar. Sirkat’ten; çalma, sirkat etme.

istirâk-ı sem’: Kulaktan söz kapma.

İstirâk-ı sem’a kıldıkça hücûm
Onları def’ eyledi gökten rücûm
Nâbî

istirdâd: Ar. Redd’ten; geri alma, geri alınnmasını isteme. c. istirdâdât.

İki elmas değildir harem-i hâsında
Cibril’in gözü kalmış edemez istirdâd
Nâbî
Arif ol dest-güşâ olma atâ-yı çarha
Ne atâ eyler ise âhir eder istirdâd
Nâbî

istirhâm: Ar. Rahm’dan; yalvarma, merhamet dileme. c. istirhâmât.

Ümmetinden âcizan-ı uşşâk istirhâm eder
Fevz-i vasla
Adile’yi eyle mazhar bu gece
Âdile Sultan

istirkâk: Ar. Rıkk’tan; 1. Birini kendine köle etme. 2. Savaşta birini esir alma.

Azabın ile tahvîfe efendi kalmadı hâcet
Çün ettin kesret ihsân ile âfâkı istirkâk
Nuri

istisgâr: Ar. Sagîr’den; 1. Küçük görme, görülme. 2. Azımsama.

Uzaktan seyr edüp de ehl-i sa’yi etme istisgâr
Küçüktür sanma zîrâ necm-i gîsû-dâr âlîdir
Muallim Naci

istishâb: Ar. Sohbet’den; 1. Beraber olma, kendine arkadaş kılma. peyda etme, tedarik etme. 2. Mülk edinme.

Bu denlü devri karâr etmez idi eylemese
Sipihr heykel-i nâm-ı şerîfin istishâb
Nâbî
Melek-hisâl olur bir nigâh ile
Mirrîh
Ederse bezmine ol tünd ü tîzi istishâb
Esrar Dede
Devletin üss-i esâsın dîn ederken müstakırr
Kimseler
İslâm’ı istishâba olmaz muktedir
Ziya Paşa

istiska’: Ar. Saky’den; 1. Karında veya diğer uzuvlardan birinde su birikmesi. 2. İçecek su isteme. 3. Kuraklıkta yağmur için dua etme.

Olurdu halk-ı âlem kâse-gird-i dest-i istiska
Nâbî

istiskâl: Ar. Sıklet’ten; 1. Ağır sayma, ağır görme. 2. Huzurda bulunmasından hoşlanmama, yüz vermeme.

Kâse-lisân biribirini eder istiskâl
Cümleden olsa da memnûn veliyyü, n-ni’met
Hâzık (Erzurumlu Mehmet)

istişâre: Ar. Şûrâ’dan; danışma, bir işin ilgili kimselerin fikrini sorma. c. istişârât.

Densin mişi’r ü inşâ öyle muakkad-âne
Kim ola hall ü akdi muhtâc-ı istişâre
Nâbî

istişfâ’: Ar. Şifâ’dan; şifa isteme, derdine derman arama.

Bunu ey cümle-i mahlûka mutâ’
Eylerim vâsıta-i istişfâ’
Hakanî

istişhâd: Ar. Şehâdet’ten; 1. Birinin
şâhidi olup şehadet etmesini isteme. 2. Şehit
olma. c. istişhâdât
Noktadan dâirenin gerdişin et istişhâd
Tohmunun za’finıgör cirm-i kedûyı seyr et
Nâbî
Tevâzu’ ayn-ı rif’at, hizmet-i millet siyâdettir
Olunsun hulk-ı Peygam-ber’le istişhâd lâzımsa
Namık Kemâl

istişmâm: Ar. Şemm’den; koku alma, koklama.

Nükhet-i nâfe-güşâ-yı çemen hulkunuger
Etseler gâliye-sayân-ı bahâr istişmâm
Nef’î
Havzdan kevser-i pâkizeyi nûş eyleyeyim
Kasrdan bûy-ı cinânı edeyim istişmâm
Nedim
Hıfzı bir micmer-i tefsîdeye olsa sâri
Ne kadar râyihasın etse meşâm istişmâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)

istitâat: Ar. Tav’dan; takat, güç, kudret yetme, yeterlik.

Cism-i zaîfimin yok iken kendi kendiye
İmdâdsız kıyâm edecek istitâati
Nâbî
Vücûdunda onun sırrına sabra istitâat yok
Tutalım
Hızr’ı vaktiyle buluştun neyleyim gönlüm
Nuri
Fikr et ne kadar bidâat ister
Bu nazm ne istitâat ister
Ziya Paşa

istitâl: Ar. Göz yaşının inci gibi dökülmesi. c. istitâlât.

istitâlât: Dökülmeler.

istitâlât-ı nefes: Nefesin birbiri ardınca çıkması.

Berk-ı hâtif gibi var mebde’ine eyle sefer
İstitâlât-ı nefestir yola müste’hir har
Esrar Dede

istitâr: Ar. Setr’den; gizlenme, örtünme.

Geh tecellî-sâz olursun gâh edersin istitâr
Ey perî dîvâne-igayb u şühûd ettin beni
Yenişehirli Avni
Niçin bu nûr ile meyyâl-i istitâr olalım
Çıkıp güneş gibi âfâka feyz-bâr olalım
Muallim Naci
Ne de durgun denizde bir muğberr
Lerze-i istitâr ü istiğnâ
Ahmet Hâşim

istivâ’: Ar. Sevâ’dan; 1. Müsâvât, eşitlik, ölçülülük. 2. Temaslar. 3. İstikamet. 4. Karar.

Sabitlik. 6. Olgunluk.

hatt-ı istivâ: Yeryüzünde farzolunan bir yuvarlak çizgi olup, kutupları da yeryüzünün kutupları olarak zikredilen iki kutuba uzaklığı eşit olduğundan, yeryüzünü kutuplar arasında ayıran büyük bir dairedir.

İstivânın hattı
KA’be üzredir demiş hakî
Râstîdir yâr üzre hatt-ı istivâdır perçemi
Hamdullah Hamdi

istivâ-yı zât: Kişinin olgunluğu.

Nüsha-i vahdet benim maksûdu benden iste gel
İstivâ-yı zât olan arş-ı muallâ bendedir
Gaybî

isyân: Ar. 1. Emre uymayıp itaatsizlik etme. 2. Ayaklanma.

Olmasa isyâna çerî kuvvet ile fîl gibi
Düşmen-iHakka hücûm eyleEbâbîl gibi
Hersekli Arif Hikmet
Ta’dîl-i hissiyyât için elzem hayâlât
Onsuz kalırsa mûcib-i isyân olur hayât
Abdülhak Hâmit
Gâh
Mecnûn gibi dağlar aşarım
Adile ben
Yok karârım ne ideyim gamla perîşân gezerim
Âdile Sultan

isyân-ı âşinâ: Dost isyanı.

Lûtf-ı Hak’dan zahidâ rindânı nev-mîd eyleme
Mazhar-ıgufrân olur elbette isyân-ı âşinâ
Fıtnat

.

isyân-ı firâvân: Taşkın isyan.

Bekliyordum ki senin müşfik ü nâzende elin
Benim isyân-ı firâvânıma zencîr ursun
Bekliyordum ki senin belsem-i eltâfinla
Mütemâdî halecânım, hafakânım dursun
Doktor Abdullah Cevdet

isyân-ı hicâb: Utanma isyanı.

İnâyet her kime yüz tutsa isyân-ı hicâb olmaz
Güneş doğdukta zîrâperde-i zulmet nikâb olmaz
Şeyh Galip

isyân-ı mevc-i zâhir: Görünen dalgaların isyanı.

İsyân-ı mevc-i zahire ettinse vakf-ıgûş
Çarparken ufk-ı zulmete bir bahr-i pür-hurûş
Ahmet Hâşim
îş> ıyş> ayş: Ar. eğlence.

Ber-kâide îş eyleyelim vakt-i safâdır
Kânûna hemen uyduralım nağme-i nâyi
Rızayi
Lâle-veş kalkıp ayak tolularını içelim
Gül gibi îş edelim bezm-i bahâr eyleyelim
revani (tolu: içi dolu kadeh)
Cânâ safâ hengâmıdır îş ü tarab eyyâmıdır
Sultân-ıgül in’âmıdır seyr eyle ihsânın yine
Râmî
îş-i cihân: Dünya eğlencesi.

El çekip îş-i cihândan nûş edenler zehr-i gam
Ser-firâz-ı dehr olup demler kademler sürdüler
Lamiî Çelebi
îş-i nev-bahâr: İlkbahar eğlencesi.

Gel ey perî ki bu gün azm-i sebze-zar edelim
Şarâb-ı köhne ile îş-i nev-bahâr edelim
Hamdullah Hamdi
îş-i müdâm: Devamlı eğlence.

Muhtesib sâkî mey içmeğe yasak eylemeden
Bir yere cem’ oluban îş-i müdâm eyleyelim
Enven îş ü işret: Eğlence ve zevk u safa.

Ko bu îş ü işreti çünkim fenâdır âkıbet
Yâr-i bâkî ister isen olmaya tâat gibi
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

iş’âl: Ar. Şa’al’den; şulelendirme, ışıklandırma.

Şem’i itfâ’ kolay ammâ ki ne güçtür iş’âl
Şinasi (İbrahim)
Acizim şükrünü îfâda ki etti lûtfun
Şem’-i maksûdumu âhir nefesimle işâl
Ziya Paşa

iş’âr: Ar. Şi’r’den; 1. Anlatma. 2. Yazı ile bildirme. c. iş’ârât.

Hüsn-i ma’şûka olur sînedeki dâg delil
Şemse-i cild eder işâr kitâbın şerefin
Nâbî
Halka mürşidlik satıp dacvâ-yı irfân eyleyen
Vâridâtın bâri
Gaybî
gâhi işâr eylese
Gaybî
Aşktır fehm ile iş’âr eyleyen derd-i dili
Aşktır bak
Adile çarhı eden keşf ü beyân
Âdile Sultan

işâret: Ar. 1. Belirleme ve ayırma için kullanılan alâmet. 2. Emr etme. 3. Anlayış anında edilen uzuv hareketi veya kullanılan işaret. c. işârât
Ya işâret katle eyler ya beşâret vasladır
Her kıla baktıkça ebrûsunda olan ihtilâc
Lamiî Çelebi
Sâdât-ı kabîle-i mahabbet
Birbirine ettiler işâret
Şeyh Galip
Kimdir beni tevlîd veyâhûd kılan inbât
Ancak şu işâret onu eyler sana isbât
Abdülhak Hâmit
Bir söz dedi cânân ki kerâmet var içinde
Dün geceye dâir bir işâret var içinde
Nedim

işâret-hâne: İşaret edilen ev. mec. dünya.

işâret-hâne-i fâni: Fani dünya.

Bu işâret-hâne-i fânîde hamr-ı bî-humâr olmaz
Muallim Naci

işârât: İşaretler.

Hep işârât sudûr-ı hükmü nâtıktır
Vaz’-ı mîzan tekâbülde bu sırr-ı meknûn
Münîf
İşârâtı bedeldirgüft ügûya merdüm-i lâlin
Sâmî (Arpaemînizâde Vak’anüvis Mustafa Bey)

işârât-ı rumûz-ı aşk: Aşk rumuzunun işaretleri.

Öğren
Esrâr işârât-ı rumûz-ı aşkı
Matlabin eyler edâ dest-i temennâ hâmûş
Esrar Dede

işgâl: Ar. Şugl’den; 1. Bir yeri ele geçirme. 2. Birinin iş yapmasını engelleme. 3. Uğraştırma.

Bi’t-terâzî idicek bast-ı makâl
Belki ol eyleye hall-i işgâl
Sünbülzade Vehbi
(idicek: edince.)

işhâd: Ar. Şehâdet’ten; 1. Şahit tutma, şehâdet ettirme. 2. Örnek olarak gösterme.

Müddeî münkir olursa çekerim işhâda
Hak-şinâs ehl-i nazar anladığım yârânı
Nef’î
Beşer unf ile girmez zabta mümkündür bu da’vâda
Bütün târîh-i insâniyyeti işhâd lâzımsa
Namık Kemâl

işkâl: Ar. Şekl’den; 1. Benzer ve ayırdedilmeyen şekilde olma. 2. Çözüm ve cevabı güç olma. 3. Harflere nokta ve hareke düzenleme.

Tertîbte olmak ile işkâl
Tanzîmde ben de ettim ihmâl
Ziyâ Paşa

işkâl-i tılsımât-ı umûr-ı mülk: Ülke işlerinin tılsımlı şekillerini çözme.

Hall-i işkâl-i tılsımât-ı umûr-ı mülke
Etmiş üstâd-ı ezel lûtfunu miftah-ı merâm
Nâbî

işkembe, işkenbe: Far. > şikem.

Geviş getiren hayvanların ilk mide bölümü.

işkembe-i kübrâ: En büyük işkembe.

Hazm eder cümlesin işkembe-i kübrâya sürer
Sürüler mi’deni imkân bulamaz ifâda
Hamamizâde İhsan

işkence: Far. > şikenc, işkenc.

Bir kimseye yapılan maddi veya manevi eziyet.

Bir çelik parçası bir tîğ-ı mehîb olmak için
Sonra yatmakla geçer ömr-i niyâmında bütün
Ne hazîn işkence
Tevfik Fikret

işkeste: Far. > şikest.

Kırık, kırılmış (bk. şikest, şikeste).

Hûn-ı ciğerle dolmuş câm-ı zer olmadansa
Bî-inkisâr-ı hâtır işkeste sâgar olsun
Nâilî

işrâb: Ar. Şürb’den; 1. İçirme. 2. Suvarma, sulama, içecek verme. 3. Beyan ve yazma, ifade etme.

Düştü bir târîh işrâb et ataş-i âleme
Nev sebîl-ı Mustafa
Han’dan gel iç âb-ı züZâl
Fıtnat
Halka târîhini menkût ile ettim işrâb
Şerbeti sundu
Şekerzâde’ye sâkî-i ecel (1788)
Sürûrî
)

işrâb-ı şarâb: Şarap içirme.

Yâre işrâb-ı şarâb etmeğe ikdâm ettim
O dem mest oldu fakat ben dahi elden gittim
Muallim Naci

işrâk: Ar. Şark’tan; 1. Ruşen ve münevver kılma, aydınlatma. 2. Aydın ve güneşlik yere girme. c. işrâkıyân.

Nûr-ı hikmet kalb-i nâ-kâbilde işrâk eylemez
Çeşmin etmez merdüm-i hâbîdenin rûşen çerâg
Ali
Ruhi Bey
İzârın mihrine olmuştu gönlüm cânile müştâk
Vücûd envâr âfâk-ı ademden kılmadan işrâk
Behiştî
Dehâya nâsiye-i sâfi merkez-i işrâk
Soluk dudakları pür-lerzîş-i sürûd-ı firâk
Tevfik Fikret

işrâkıyân: Katılanlar, bir adada bulunanlar. işrâkıyân-ı âlem-i üns: İnsanlık âlemine katılanlar.

Budur merâsim-i işrâkıyân-ı âlem-i üns
Sühanla sâmia leb-rîz ü encümen hâmûş
Sâlik (Kasımpaşa Mev.

Şeyhi
Halil Efendi
Mahdumu)

işrâkıyân: bk. işrâk.

işret: Ar. 1. Eğlence, güzel eğlenme, yiyip içme. 2. Eğlence meclisi.

Süzülmüş bâde hâtırlar güşâde meclis âmâde
Nisâb-ı ayş u işretten ahibbâ igtinâm üzre
Nâilî
Ey şûh
Nedîmâ ile bir seyrin işittik
Tenhâca varıp
Göksu’ya işret var içinde
Nedim
Geh câm-ı bâde nûş ederiz gâh hûn-ı dil
Biz ruhsat-ı zemâna göre işret eyleriz
Sabri (Mehmet Şerif Çelebi)
Bed-mâye olan anlaşılır meclis-i meyde
İşret güher-i âdemi temyîze mihekkdir
Ziyâ Paşa

işret-i bezm-i visâl-i yâr: Sevgiliye kavuşma meclisinin eğlencesi.

İşret-i bezm-i visâl-i yâr geldi yâdıma
Gussa-i dehr ü gam-ı devri ferâmûş eyledim
Bâkî

işret-i dûşîne: Dün geceye ait eğlence.

Fehm olunmazdı neşât-ı âlemin eksikliği
Görmesen renc-i humârı işret-i dûşînede
Nedim işret-i zânû-be-zânû: Diz dize işret.

Humâr-ı dehre dârû-yı müferrihtir müheyyâ ol
Bu şeb olşûh-ı şenle işret-i zanû-be-zanû var
Âsaf (Ahmet İzzet
Paşazade Süleyman)

işret-gâh: İşret edilecek yer, içki içilen yer, meyhane.

işret-gâh-ı hoş: Hoş eğlence yeri.

Saâdetle o işret-gâh-ı hoş tarh-ı dil-ârâda
Safâlar kesb edeyim dâim pür-feyz-i mesrûru
Nef’î

işret-geh: İşret edilecek yer, içki içilen yer, meyhane.

Ziyâ, değmez humâr keyfine mey-hâne-i dehrin
Bu işret-gehde ben çok durmadım ammâ neler gördüm
Ziyâ Paşa

işret-hâne: İçki içilen yer, meyhane.

Huzûr-ı kûşe-i meyhâneyi ben görmedim gitti
Ne meclisler, ne sahbâlar, ne işret-hâneler gördüm
Ziya Paşa

işret-kede: İşret yeri.

Bir genc-i güher olsa pinhân ne ola sînemde
İşret-kede-i tab’ım vîrâne değil miya
Nef’î

işret-sâz: İçki içen.

Olmuş iken bülbül-i mest ile işret-sâz gül
Al tûtîler gibi etmek diler pervâzgül
Hayâlî Bey

işret-serây: Yenip içilen yer.

İşret-serây-ı dehre ki vaz’ ettiler esâs
Cem gibi nice şehleri müzdur yazdılar
Nâilî

işrîn: Ar. Yirmi sayısı.

İşrîn sine esîr-firâş oldum inledim
Bir beht içinde hep gile-i rûhu dinledim
Recaizade Ekrem

iştiâl: Ar. Şu’le’den; 1. Şulelenme, alevlenme. 2. Korku ile birden uyanma.

Ben büründüm bir abâya zemherinin rağmına
Sen de ey aşk âteş-i sînemde eyle iştiâl
Muallim Naci
Akşam, ufukta beldeler eylerken iştiâl
Örter cebîn-i neş’eyi bir hüzn-i bî-sebeb
Ahmet Hâşim
Ölürüz biz, fakat hayât ölmez; Şu’le fânîdir, iştiâl ezelî
Abdullah
Cevdet

iştibâh: Ar. Şübh’ten; 1. Şek, şüphe, reyb. 2. Şüphelenme, şüphe etme. 3. Kolay farkolunma derecesinde benzeşme.

Yüzünü görüp sandım bedr ayı ettim iştibâh
Bana gönlün kalmasın ol iştibâhımdan sak ın
İbni Kemâl
Zât-ı Hak, etmekle gâfil iştibâh, olmaz iki
Aftâbıgörse de ahvel-nigâh olmaz iki
Namık Kemâl
Bir âfitâba bir ol meh-veşe nigâh ederiz
Şebâhet öyle ki farkında iştibâh ederiz
Ziya Paşa

iştidâd: Ar. Şiddet’ten; güçlenme, şiddetlenme.

Böyle mi tavsîf ederdim zât-ı âlî-şânı
Etmeseydi baht ile ceng ü cidâlim iştidâd
Yenişehirli Avni

iştigâl: Ar. Şugl’den; Bir işle meşgul olma, bir şeyle ilgilenme. c. iştigâlât.

Her ne emre iştigâl etsen saâdetle ola
Avn-ı Rabbânî zahîr ü lûtf-ı Yezdânî muîn
Nef’î

iştigâlât: Meşguliyetler, uğraşlar.

Sayarsak görmeyiz bir iş bu korkunç ihtimâlâtı
Hayâlin semt-i eslemdir cedîr-i iştigâlâtı
Abdülhak Hamit
Ve akl u mantıka hîç sığmayan hayâlâtım
Muhâkemât ü sünûhât ü iştigâlâtım
Fâik
Âli Bey

iştihâ’: Ar. Şehvet’ten; 1. İstek, meyil, haz, arzu. 2. Yemek yeme isteği.

Bulmazdı kahrın açmasa hân-ı siyâsetin “Hel min mezîd” lokmasına dûzah iştihâ
Fuzûlî (“daha da verir misin“
Kur’an
Kf
Sûresi, 29-30. ayet?”)
Kestin külîçe-i mehi tennûr-ı çarhta
Çün hân-ı mu’cizatına germ oldu iştihâ
Şeyhi
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar
Bulamaz sende bende bir ma’nâ
Ahmet Hâşim

iştihâ-yı hırs: Hırs arzusu.

Sunma nevâl-i dehre sakın dest-i ârzû
Mâhîyigayre tu’me eder iştihâ-yı hırs
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

iştihâr: Ar. Şöhret’ten; şöhret bulma, meşhur olma.

Vîrân-ı hâkte mahzûn olan cevher gibi irfân
Olur hâsıl velîkin iştihâr olmaz bu yerlerde
Nâbî
Billâhî yuf bu şu’bede-i hîç-kâre yuf
Yuf kadr-i câh u tantana-i iştihâre yuf
Şeyh Galip
Acz ile noksân ile bir zerre-i nâ-çîz iken
Gül gibi vasf-ı kemâlâtında buldum iştihâr
Nazîm (Yahya)
Sen cism idin fenâ-yâb ol rûh-ı câvidânî
Düştün cüdâ sen ammâ bâkîdir iştihârın
Abdülhak Hâmit

iştihâr-ı bülend: Yüce şöhret.

Mübârek ola saâdetle şâh-ı devrâna
Bu iştihâr-ı bülend ü bu rütbe-i sâmî
Nef’î

iştihâr-ı irfân: Bilimde şöhret bulma.

Nâmenledir iştihâr-ı irfân
Lafzınladır iftihâr-ı ma’nî
Ünsî iştihâr-ı ziyâ: Işık şöhreti.

Neşr et kemâlin âleme ehl-i kemâl isen
Rûşendir iştihâr-ı ziyâ âfitâbda
Hersekli Arif Hikmet

iştikâ’: Ar. Şekvâ’dan; 1. Şikâyet etme, yanıp yakılma. 2. Hüzünlü hâlini gösterme.

Gülü bülbül yakar, şem’i dahi pervâne zâr eyler
Kimi gördümse şâkî, iştikâsı âşnâdandır
Nevres-i Kadim
Her kim ile hasbihâl etsen acır gûyâ sana
Hâlden senden ziyâde kendi eyler iştikâ
Ziyâ Paşa
İştikâ etme felek cevrinden ey dil dâimâ
Şâd eder mahzûn dili bir gün gelir Allah kerîm

iştikak, iştikâk: Ar. Şakk’dan; 1. Bir kelimeden diğer kelimeyi meydana getirme. 2. Dal budak salma.

Vardır
Arabîde ba’zı külfet
Etmek gerek işikaka dikkat
Ziya Paşa

iştimâl: Ar. Şümûl’den; kuşatma, içine alma, kapsama.

Enzârı karşısındaki zer-sîne tarlanın
Deryâ-yı sünbülâtına eylerdi iştimâl
Cenap Şahabeddin
İnanmıyor musun buna niçin tebessüm eyledin
Bayıldım âh o hande-i nezâketiştimâline
İsmail Safa

iştiyâk: Ar. Şevk’ten; gönülden arzulu olma, göreceği olma, özleme.

Bir nefes dîdâr için bin cân fedâ etsem ne ola
Nice demlerdir esîr-i iştiyâkıdır gönül
Nef’î
Şerha şerha eylesin sînem firâk
Eyleyim tâşerh-i derd-i iştiyâk
Nahfi iştiyâk-ı ten: Ten arzusu.

Terk etse iştiyâk-ı teni mürg-i dil ne ola
Akıl düşer mi düştüğü zindana bir dahi
Nâilî

işve: Ar. Naz, eda, cilve, şive.

Ey gül ne aceb silsile-i müşg-i terin var
Ve ey serv ne hoş cân alıcı işvelerin var
Fuzûlî
Ey şehsüvâr-ı işve bu hâke tenezzül et
Her pâdişâha gâyet-i menzil türâb olur
Arif (Mütercim Mîr Süleyman)
İşveler sezdiren bir üslûbta
Bir güzel şarkı söylüyor rüzgâr
Yahya Kemal

işve-i mükerrer: Tekrar edilen işve.

Rahîklar sunulur cevherîn kadehlerle Ümîdler verilir işve-i mükerrerle
Tevfik Fikret

işve-i yegâne: Tek eda.

Ne bu tavr-ı nâzik-âne ne bu işve-i yegâne
Bu zuhûr-ı nev-edâyı sana verdi anca
Mevlâ
Esrar Dede

işve-bâz: Naz eden.

Tâ ezelden sevmişem ol dil-ber-i nâzik-teni
Bir lebi şekker rûhu gül işve-bâzım var benim
Farisi (Sultan II. Osman)

işve-ger: Nazlı ve edalı güzel.

Taş mıdır bağrı o cevher kemerin
Nice sıkmış belin ol işve-gerin
Sünbülzade Vehbi

işve-nigeh: İşveli bakış.

Acep mi mülk-i dile salsa gamzeler âşûb
Harâb-ı işve-nigeh çeşm-i pür-fiten mahmûr
neşati

i’tâ’: Ar. Atâ’dan; verme, bahş etme, verilme.

Ser-i mev’idlere tecvîz-i udûl etmez iken
Yine hürmetlidir i’tâ tarafı mîzânın
Nâbî
Emr-i bî-ücrete ibrâz olunan hidmete yûf
Şahs-ı bî-hidmete i’tâ kılınan ücrete yûf
Yenişehirli Avni
Felek bir öyle felektir ki cân alır yerine
Ederse her kime nân-pâre-i hayât i’tâ
Ziya Paşa

itâat: Ar. Tav’dan; emir ve tenbihe uyarak gereği gibi amel ve hareket etme.

Asâr-ı tecellîdir sûrette nümû-dârı
Bî-sâyelerin
Esrâr isyânı itâattir
Esrar Dede

itâb: Ar. Azarlama, tersleme, hatır ve gönül kıracak sert söz.

Göz ucuyla âşıka geh lûtf eder gâhî itâb
Bir suâle yer komaz ol gamze-i hâzır-cevâb
Nef’î
Dâd-ı mahmûr-ı çeşm-i nîm-hâbından senin
El-amân şûhî-i ebrû-yı itâbından senin
Mahmut
Nedim
Paşa
Çünkü etmezsin umûrunda hıyânet irtikâb
Uğradıkça derde baht u tâli’e etme itâb
Ziya Paşa

itâb-ı gayb: Bilinmeyen ayıplama.

Okudum ben de kitâb-ıgaybı
Dinledim ben de itâb-ıgaybı
Tevfik Fikret

itâb-ı zehr-nâk: Zehirli söz.

Hem itâb-ı zehr-nâk eyler cihâna gamzesi
Gösterir hem la’line zevk-ı tekellüm n’eydügin
Nef’î

itâre: Ar. Tayerân’dan; 1. Uçurma. 2. Hemen gönderme.

itâre-i rakîme: Mektup uçurma.

Yine ne hoştu dün gece civârına azîmetim
İtâre-i rakîmeye tereddüt üzre cür’etim
recaizade Ekrem

itfâ: Ar. Tufû’dan; ateş veya alevi söndürme, söndürülme.

Nâr-ı hasedi âb-ı mürüvvetle et itfâ
Kim nâr-ı hased yakar özge şererdir
Rif’at (Manastırlı)
Kimse ıslâh eylemek mümkün değil ol kâfiri
Kâbil-i itfâ değil ol âteş-i dûzah-misâl
Yenişehirli Avni
Biter mi bitti denilmekle nûr-ı nâ-mütenâhî
Nefesle kâbil-i itfâ mıdır çerâg-ı İlâhî
Muallim Naci
Ateş-i aşkımı itfâ edemez
Bahr-ı Muhît
Mâcerâmız bizim ey dil dahi çok su götürür

ithâm: Ar. Töhmet’ten; suçlama, suç yükleme.

Değil mi lûtf-ı Hakk’a karşı ayb ayb-cûluklar
Kemîne lokmayı bî-ithâm alır bulunur
Nâbî
Bunda galip geliyor aklıma bir çok evhâm
İşte ben şimdi o töhmetle olundum ithâm
Abdülhak Hâmit

i’tibâr: Ar. Ubûr’dan; 1. Sayma, addetme, nesneyi nesne yerine koyma. 2. İbret alıp uyanık olma. c. i’tibârât
Bir gün olmaz tal’atingörmek müyesser âh kim
Ol gün yanında
Ptibârım kalmadı
Fuzûlî
Nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
Düştü çemende berg-i diraht i’tibârdan
Bâkî
Yaraşr eşk-i âşık olsa cârî
Pınarın su iledir itibârı
Taşlıcalı Yahya
Reh-ı Mevlevîde
Gâlib bu sıfatla kaldı hayrân
Kimi terk-i nâm ü şâne kimi itibâre düştü
Şeyh Galip

i’tibâr-ı ulüvv-i şân: Yüksek şan ve şerefe değer verme.

İ’tibâr etme mülk-i dünyâya
İ’tibâr-ı ulüvv-i şândangeç
Fuzûlî

i’tibârât: İ’tibâr’lar, varsayımlar. i’tibârât-ı tekâsüm: Bölünmelerin varsayımları.

İ’tibârât-ı tekâsüm ü fusûl
İmtiyâzat-ı makâmât ü usûl
Nâbî

i’tibârî: Gerçek olmayan, varsayılan.

Birdir elbet fenâda tahkîk ile tasavvur
Varı yoğu cihânın hep emr-i i’tibân
Ziya Paşa

i’tidâl: Ar. Adl’den, kemiyet ve keyfiyetin orta derecesi, ölçülülük.

Gör
Fuzûlî aşk tuğyânın âdem mülkün gözet
Azm-i künc et kim hevânın
Ptidâli kalmadı
Fuzûlî
Reh-ı Mevlevîde
Gâlib bu sıfatla kaldı hayrân
Kimi terk-i nâm ü şâne kimi itibâre düştü
şeyh Galip

i’tikâd: Ar. Akd’den, 1. Gönül bağlayıp inanma. 2. Sohbet ve sadakatine kalpten inanma, mu’takid olma.

Gökte uçarsa düşmenin etme
Ptimâd
Cennette olsa eyleme şeytâna itika. d
Behiştî
Kesb-i yakîne âdem için yokdur ihtimâl
Her i’tikâd akla göre gâib-ânedir
Muallim Naci
Cesed çürür ve tahayyül kalırsa insânda
Cihân vatandan ibârettir, i’tikâdımca
Yahya Kemal

i’tikâf: Ar. Akf’ten; 1. Nefsini engelleyerek ibadetle meşgul olma. 2. Ramazan ayının son on gününde camide masûre denilen yerde kapanıp ibadetle vakit geçirme.

Her menâr üzre kanâdildengeçirdin tavk-ı nûr
İ’tikâf ashâbının kalbine bahş ettin sürûr
Aşkî

i’tilâ’: Ar. Ulüvv’den; 1. Yükselme, yukarı çıkma. 2. Yücelik, rütbe kazanma.

İdilâ etsem semâ’-i mümkinâtın üstüne
İrtika etmek diler, durmaz, dil-i âlîcenâb
Tahirü’l Mevlevi
Sen, ey mâh, ey muallâ menba’-i ulviyyet-i sevdâ
Kılarsın kalb-i meftûrumda şevk-i istilâ peydâ
Tevfik Fikret
Cihân derler ki dâr-ı ibtilâdır
Ölüm derler medâr-ı itladır
İsmail Safa

i’tilâf: Ar. Ülfet’ten, 1. Alışma, ülfet etme. 2. Uyuşma, uygunluk. c. i’tilâfât.

Beşeriyyet nerede, sulh-i umûmî nerede?
İ’tilâf etmiyor âbâ vü evlâd henüz
Muallim Naci

i’timâd: Ar. Amd ve imâd’tan; inanma, güvenerek inanma.

Baş eğmeziz edânîye dünyâ-yı dûn için Allah’adır tevekkülümüz idimâdımız
Bâk
Bil kıl üzredir esâs-ı hüsnün etme idimâd
Rûzigâr âyîne-ı İskender’e verdi başeş
Necati Bey
İdimâd etme kelâm-ı mülhid-i bî-mezhebe
Sâbit
olmaz münkirin ikrâr da inkârı da
Âgâh
Osman Paşa
(Trabzonlu)
Gökte uçarsa düşmenin etme idimâd
Cennette olsa eyleme şeytâna i’tikâd
Behiştî

i’timâd-ı vüs’at-i hulk-ı azîm: Büyük yaratılış genişliğine inanma.

Cür’et etmek medhine bu ez’afü’n-nâsa sebeb
İdimâd-ı vüs’at-i hulk-ı azîmindir senin
Ubeydî

i’tirâf: Ar. İrfân’dan; inat etmeyip hakkı teslim etme, ikrar etme. c. i’tirâfât.

Bildim ki sa’yimi hep inâyet esîridir
Tâ hadd-i idirâfa varıp bitti gayretim
Esrar Dede
Noksanıma vardır idirâfim Beyhûde değil velîk lafm
Şeyh Galip
Şehriyâr-ı dâd-fermâ kim ulüvv-i tabdnı
İdirâfetmektedir hayretle her akl-ı selîm
Ziyâ Paşa

i’tirâf-ı noksân: Eksiği itiraf etme.

Çekinme, âkıl isen, idirâf-ı noksândan
Emîn olan delidir aklının kemalinden
Muallim Naci

i’tirâf-1 zât-ı vahdet: Birlik sahibinin itirafı.

Garaz bundan mücerred idirâf-ı zât-ı vahdettir
Ne havf-i nâr-ı duzahtır ne şevk u zevk-ı cennettir
şinasi

i’tirâz: Ar. Araz’dan; karşı gelme yoluyla engel ve sakınca ileri sürme. c. i’tizârât.

Tavrıma zahid eğer sûrette eyler idirâz
İhtilât etsem onu şermende eyler sîretim
Fuzûlî
Yalvardım idizar u tazarru’lar eyledim
Aslâ tagayyür etmedi kîn u husûmeti
Ziyâ Paşa

i’tirâzât: İtirazlar.

Ettim nice türlü idirâzat
Hem her birisin de ettim isbât
Şeyh Galip

i’tisâf: Ar. Asf’tan; 1. Zulmetme. 2. Yoldan sapma. c. i’tisâfât.

i’tisâf-ı teng-destî: Cimrilikten dolayı zulmetme.

Fikr-i hevl-i rûz-ı mahşer mihnet-i dünyâ-yı dûn
İdisâf-ı teng-destî tâli’-i nâ-mihr-bân
Kâzım Paşa
Beşer ki olmada birkaç harîs ü bed-emelin
Zebûnu, pençe-i iğfâl ü idisâfinda
Doktor Abdullah Cevdet

i’tisâm: Ar. İsmet’ten; 1. Günah ve ayıptan sakınma. 2. Temiz olma. 3. Bir nesneye eliyle yapışıp tutma, kurutma. 4. Korunma, sığınma. 5. Bitkilerin damar damar olması.

Mazhar-ı fevz ü felâh olmak dilersen ey Salâh
Urve-i vuska-işer’a dâim eyle idisâm
Salahî

i’tisâm-ı Hablu’llah: Kur’an-ı Kerîm’den sakınma.

Çün ihtitâma erer idisâm-ı hablu’llah
Ölünce rişte-i ümmîdi kesmezem kat’â
Hamdullah Hamdi

i’tiyâd: Ar. Âdet’ten; 1. Âdet edinme, alışma. 2. Geri gelme, avdet etme. 3. Rahatsız olanın ziyaretine gitme.

Memdûh olur mu kibr ü müzah i’tiyâd eden
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

i’tizâl: Ar. Azl’den; 1. Kendi takım ve topluluğundan ayrılma. 2. “mu’tezile” denen fırkanın hâli.

Cebr-i sırf i’tizalden yeğdir
Keçecizade İzzet Molla
Emîn im, hem de hoşnûdum bugün ben i’tizâlimden
Müreccahtır dedim olmak uzaktan bir temâşâ-ger
Abdülhak Hâmit

i’tizâm: Ar. Azamet’ten; büyüklük taslama.

Nâsût idi bir zemân makâmın
Lâhuta mı şimdi idizâmın
Muallim Naci

i’tizâr: Ar. Özr’den; özür, engel, bahane ileri sürüp kusurunun affolunmasını isteme.

Demdir ki berg-i nâzük-i gül i’tizar ede
Yeksâle hecr ü renciş âzar-ı hârdan
Rızayi
Kaçmış bugün baban, edecek i’tizâryok
Zevcin
Hasan, o şahs-ı halîü, l-izar yok!
Abdülhak Hâmit
Yalvardım i’tizâr ü tazarrular eyledim
Aslâ tagayyür etmedi kîn ü husûmeti
Ziya Paşa

itkân: Ar. 1. Muhkem kılma, kılınma. 2. Pürüzsüz yapma, yapılma.

Nakş-ı sun’un ol ki itkân üzre tasnîf eylemiş
Cüzü cüzün âlemi terkîb ü te’lîf eylemiş
Nâbî
Güzel sevmekte zahid müşkülün var bizden sor
Bizim ol fende çok tahkîkimiz itkânımız vardır
Nedim
Safha-i âyîne içre hatt-ı rûşen-veş olur
Sînenin esrârı zâhir dîde-i itkânına
Nedim

itlâf: Ar. Teleften; telef ve kaybına sebep olma, ziyan etme.

Girdi miftâh-ı der-i genc-i maânî elime
Aleme bezl-i güher eylesem itlâf değil
Nef’î
Mâlını eyleme bî-vech itlâf
Oldu mabgûz-ı İlâhî isrâf
Nâbî

itlâf-ı vakt: Vaktini boşa harcama.

İtlaf-ı vakt eyleme fasl-ı şebâbda
Kesb-i maârif eyleyegör kâr vaktidir
Vâsık (İstanbullu Ahmet)

itmâm: Ar. Tamâm’dan; tamamlama, ikmâl etme, tekmil etme.

Ederken
Mevlevînin çillesin itmâm bin bir gün
Bizim, bak, çille-i aşk içre bir mîâdımız yoktur
Tahirü’l Mevlevi
Bahârın zevk u şevk esbâbını itmâm eder bülbül
Nevâ-yı dil-keşiyle herkesi hoş-kâm eder bülbül
Recaizade Ekrem

itmâm-ı gâlibiyyet: Galibiyetin tamamlanması.

İtmâm-ıgâlibiyyet için şanlı pâdişâh
Mısr içre kurmak istedi dârü’l-karârnı
Yahya Kemal

itmâm-ı merâm: İsteğini, maksadını tamamlama.

Her kim ki muvaffak değil itmâm-ı merâma
Bî-câ dolaşır baht-ı sezA-vâra yapışmaz
Nâbî

itmâm-ı neam: “Evet, hay hay, öyledir”i tamamlama.

Dediler cümle-i âfâk-ı mübârek bâdâ Allahü’l-hamd
Hudâ eyledi itmâm-ı neam
Nâbî

itmâm-ı zekât: Zekâtı tamamlama.

Sadâkat ile kıl itmâm-ı zekât
Fer’idir aslı zekâtın sadakât
Nâbî

itmînân: (lLjö-kl)
Ar. 1. İnanma, emin olma, güvenme. 2. Rahat ve sükûnet bulma.

Evet, geçer o günüm pür-sükûn-ı itminân
Yarınki şiirime ihzâr için biraz halecân
Tevfik Fikret
Öyle bir cebhe kesilmiş ki: Müselsel îmân
Hangi îmâna dokunsan taşacak itmînân
Mehmet Akif

ittibâ’: Ar. Tâbi’ olma, ardı sıra gitme.

Etsin vücûdu nüshasın evvel mütâla’a
Esrâr-ı hikmete taleb-i ittibâ’ eden
Nâbî
Çarhta hüsn ü vefâ yoktur bilir cânân âh
İttibâ’ eyler ona ol dil-sitân bilmezlenir
Adlî, Âdil (Sultan II. Mahmut)
İttibâ’ eylediler meslek-i âşık-ı ömre
Aşk u şevkıle nice kâfiye-cûyâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
Ziyâ efkâr-ı asra ittibâ’ et râhat istersen
Has u hâşâk zîrâ cûşiş-i enhâra tâbi’dir
Ziya Paşa

ittifâk: Ar. Vefk’ten; 1. Birleşme, uygun bulma. 2. Birlikte uyuşma ve sözleşme.

Budur devr-i zemânın ittifâkı
Ki olur her bir visâlin birfirâkı
Ahdî (Bağdatlı)
Bî-şek aleyhimize bugün var ittifâk
Hatunlar ittifâk ı ki ondan çıkar nifâk
Abdülhak Hâmit

ittifakan: Rastgele.

Çıksa ber-hükm-i kazâ-yı kem ü kâst
İttifakan sözünün birisi râst
Nâbî

ittifâkî: Birleşme, bir konuda fikir birliğine varma.

İttifâkî meğer ol şeyh-i be-nâm
Bir değirmen yanını etti makâm
Şeyhülislam Yahya

ittihâd: Ar. Vahdet’ten; birleşme, birlik üzere olma.

İttihâd edip gam-ı aşkıyla bulursa huzûr
Sâdî vü gam âşıkınyanında hep yek-sân olur
Usuli
İttihâdın göresin hüsn ile aşkın anda
Gönlünü eyler isen ehl-i safâya me’nûs
Esrar Dede
(anda: orada.)
Oldu hezâr zât denip geh sıfata ayn
Bir asldagehî nice asl etti ittihâd
Ziyâ Paşa
Sen yiyip ben bakmalı, öyle olur mu ittihâd
Böyle doğru sözler oldu sizce isyânın adı
Eşref ittihâd-ı seng ü âhen: Demir ve taşın birleşmesi.

Sohbet-i nâ-cins olur elbet medâr-ı inkisâr
İttihâd-ı seng ü âhenden görünmez mi şerâr
İshak (Şeyhülislam Efendi)

ittihâz: Ar. Ahz’den; 1. Edinme, edinilme. 2. Kabul etme. 3. İtibar etme, sayma.

Kutlanma. 5. Tasarlama, kurma.

Râh-ı Hak’ta tîh-i hayret gibi menzîlçok olur
Yol bilen bir kâmili bul eyle mürşid ittihâz
Nuri

ittika: Ar. Vikâye’den; 1. Allah’tan korkma. 2. Sakınıp çekinme.

Arif ol kimsedir ki her hâle
Şükr edip
Hakk’a ittika eyler
Câhil oldur ki gark-ı nimet iken
Yine
Rabb’inden iştikâ eyler
Lamiî Çelebi
Uzak olmak için belâyâdan
İttika eyleyin berâyâdan
Muallim Naci

ittikâ: Ar. Vekâ’dan; dayanma, söykünüp (yaslanıp) dayanma.

Leşker-i mâle ittikâ etmem
Asker-i gayba istinâdım var
Muradî (IV. Sultan Murat)
İttikâya müstaidd olmaz kibâr-ı devlete
Bâliş-i zer-târ eğer huddâma pâ-mâl olmasa
Nâbî
Bâlin-i nâza hâce-i şehr eyler ittikâ
Hâk-i mezellet üzre yatır aç bir garîb
bağdatlı Ruhi

ittisâf: Ar. Vasf’tan ; 1. Saffet sahibi, temiz olma. 2. Nitelik verme, niteleme, vasıflandırma.

Taşı etmiş elmasla ittisâf
Yine olmamıştır tabîatçe sâf
Keçecizade İzzet Molla

ittisâl: Ar. Vasl’dan; 1. Bitişme ve bitişik olma. 2. Kavuşma, yakınlık. 3. Birbirine dokunma. c. ittisâlât.

Cânımın cismimle zevk-ı ittisâli kalmadı
Ah kim sensiz dirilmek ihtimâli kalmadı
Fuzûlî
İttisâl üzre yemîninde yesârında ola
Fatk u retki kalem ü tîği niyâm-ı devlet
Münif ityân: Ar. 1. Getirme, getirilme. 2. Ulaşma, vasıl olma ve irad etme. 3. Zikr ü ispat ve sağlamlaştırma.

Esbâbını eyleyem de ityân
Var ise eğer sözümde noksân
Namık Kemâl
îvâ’: Ar. Bir yere kondurup rahat ettirme, ettirilme.

îvâ-yı misâfirîn: misafirleri rahat ettirme.

Dimâğı eyleyip halvet-serây-ı kût-ı tasvîr
O âlî kasrda şâh-ı hayâlî eylemiş îvâ
Nâbî

ivaz: Ar. Bir şeye bedel olan nesne, karşılık, tranpa.

İstemem nâ-dân bana ger versegenc-i sîm ü zer
Kim ivazsız mâla nâ-dândan tasarruftur vebâl
Fuzûlî
Yârı terk eyle halâs ol bu belâdan derler
Nice bîmâr ola cânın vere dermâna ivâz
Necati Bey
Burc-ı hâverden ivazdır zülfün ey kâfir-nijâd
Çâh-ı Bâbil’den beterdir çeşmin ey câdû-firîb
nizami

i’vicâc: Ar. 1. Eğrilik, eğri olma, kejlik, hamlık. 2. Doğru hareket edememe. c. i’vicâcât. serv-kaddi koyup gayre olmayız mâil
Gönülde sûfî bizim i’vicâcımız yoktur
Nev’î

i’vicâc-ı hâl ü etvâr: Tavır ve hâlde eğrilik.

Yakışmaz i’vicâc-ı hâl ü etvâr ehl-i irfâna
Hersekli Arif Hikmet

iyâb: Ar. Geri dönme, avdet.

iyâb ü zihâb: Gidiş geliş.

Yere nâzil olmuş o ayn-ı şihâb
Ki eyler semâda iyâb u zihâb
Abdülhak Hâmit

iyâd, iyâdet: Ar. 1. Kuvvetlendirme. 2. Takviye eden alet.

Yahyâ’yı ne ola eylesen ey şâh iyâdet
Bî-tâb yatar pister-i hicrânına düştü
Şeyhülislam Yahya

iyân, ıyân: bk. ıyân, ayân.

izâat: Ar. Ziyâ’dan; zayi etme, telef etme, kaybetme.

Evkâtını eyleme izâat
Nâ-dân ile etme akd-i sohbet
Abdullah
Vassf (Akhisarlı Şeyhülislam)

iz’âc: Ar. İz’âc’tan; 1. Taciz etme, rahatsız etme, bunaltma, can sıkma. 2. Yerinden koparma. c. iz’âcât.

iz’âc-ı halk: Halkı rahatsız etme.

İz’âc-ı halk olsa da zî-kıymet âkıbet
Pâ-mâl olur misâl-i rikâb, irtikâb eden
Koca Râgıp Paşa

izâfet: Ar. İki şey arasındaki bağlantı, bağ. c. izâfât.

Amâl ü efkârını ona münhasır kılmış.

Her bedîayı ona izâfetle takdîr eyler
Recaizade Ekrem

izâfât: İzafetler.

Evzanda tahürrüz-i zihâfât
Teksîr-i tetâbu’-ı izâfât
Ziya Paşa
îzâh: Ar. Vuzûh’tan; bir şeyi bütün açıklığıyla anlatma, açık anlatım.

Keşşâf ile keşf olmadı esrâr-ı mahabbet
Tavzîh ile îzâh edemez kimse bu râhı
Hamdullah Hamdi

izâka: Ar. Zevk’ten; Tattırma, tattırılma; tat, lezzet.

Pür-cûş kıldı gönlümü bir zevk-ı ma’nevî
Kevser izâka eyledi gûyâ
Ali bana
Muallim Naci

izâle, izâlet: Ar. Zevâl’den; giderme, giderilme, yok etme.

Aks-i hüsnün girye mahvetmez derûn-ı sîneden
Şüst ü şû kılmaz izâle sûret-i âyîneden
Nazîm (Yahya)
Be-hakk-ı hazret-ı Mecnûn izâle eyler Hak Serimde derd-i hıredten biraz eser kaldı
Keçecizade İzzet Molla
Ol yüzden olundu hep izalet
Alemdeki zulmet-i cehâlet
Ziya Paşa

izâm: Ar. 1. Azîm’ler, büyük olanlar. 2. Azm’ler, kemikler, üstühânlar
Mültecd-yı vüzerâ sadr-ı kibâr-ı ulemâ
Kam-kâr-ı fuzalâ fahr-i mevâlî-i izâm
Nef’î
Vaktiyle hâke basmayan ashâb-ı devletin
Şimdi izâm-ı dest ü seri hâk-i râhdır
Yenişehirli Avni
Her gûşesinde durmada bir heykel-i izâm
Yok başka bir nişâne-i umrân ü intizâm
Abdülhak Hâmit

izâm-ı dest ü ser: El ve baş büyüklüğü.

Vaktiyle hâke basmayan ashâb-ı devletin
Şimdi izâm-ı dest ü seri hâk-i râhdır
Yenişehirli Avni

izâm-ı dûdmân: Soysop büyüklüğü.

Handânı haşre dek ma’mûr olup ol hüsrevin
Zât-ı pâki ile fahr ede izâm-ı dûdmân
İsmail Hakkı Bey

i’zâm: Ar. Azm’den; olduğundan büyük gösterme, büyültme.

Aciz-âne ola bu bendelerinden i’zâm
Rûh-ı pâkine nice tuhfe-i takdîs ü selâm
Âdile Sultan

iz’ân: Ar. 1. Anlama, kavrama, akıl, anlayış. 2. İtaat ve söz dinleme. 3. Bağlı olma.

Cihânın izz ü câhın böyle iz’ân eyledim ben kim
Eşiğinde kul olmak dehre sultân olmadan yeğdir
Nevî
Hüner lutf-ı kelam-ı Hakk’ı bilmektir mahallinde
Hakîkatte budur ehl-i dilin mi’yâr-i iz’ânı
Nef’î
Murâdın anlarız ol gamzenin iz’ânumız vardır
Belî söz bilmeyiz ammâ biraz irfânımız vardır
Nedim

izâr: Ar. 1. Yanak. 2. Utanma.

Meh-i nev bedr olur ammâ kelefgitmez izârından
Olur bir vechili aybı nümâyân ehl-i noksânın
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
Mûsâ giderip hatt-ı siyâhını yüzünden
Gösterdi izârında nigârın
Yed-i beyzâ
İbni Kemâl
Nigâr zülfü gibi
Hamdî bî-karâr oldu
Sebeb bu kim heves-i bûse-i izâr eyler
Hamdullah Hamdi

izâr-ı al: Kırmızı yanak.

Aldıgül-zar içre su aks-i izar-ı âlini
Çekti güller sûretin manzûr edip timsâlini
Fuzûlî

izâr-ı dil-ber: Sevgilinin yanağı.

İzar-ı dil-bere hatt-ı siyâh geldi diye
Kara haber getirir rûz u şeb nesîm-i sabâ
Seyyit Vehbî

izâr-ı dil-rübâ: gönül kapan yanak.

Nûn’dur kaşın cebîn altında çeşmimi fi’Lmesel
Ayn’a benzer kim ızar-ı dil-rübâ üstündedir-
Taşlıcalı Yahya Bey

izâr-ı sâkî: Sakinin yanağı.

Bâkî şafakda mihr-i münevver sanır gören
Aks-i izar-ı sâkîyi câm-ı şarâbda
Bâkî

izâr-ı hoş-bû: Hoş kokulu yanak.

Berg-i gül gibi olurdu nîgû
Terledikçe o izar-ı hoş-bû
Hakanî

izâr-ı ma’nâ: Mana yanağı.

Her nokta-i hûb-ı anberînin
Hâl-i siyeh izar-ı ma’nâ
Ünsî

izâr-ı şâhid-i maksûd: Kastedilen güzelin yanağı.

Seyr eder âhir izar-ı şâhid-i maksûdunu
Azerî nakş-ı garazdan levh-i kalbi pâk olan
Âzeri
Çelebi (İbrahim)

izâr-ı yâr: Yârin yanağı.

Hemîşe merdüm-i çeşmim izar-ı yâre bakar
Gözüm o pencereden sahn-ı lâle-zâra bakar
Şeyhülislam Yahya

izâr ü leb: Dudak ve yanak.

İzar ü lebin vasfın eyler
Fuzûlî
Ona hem müfessir derem hem muhaddis
Fuzûlî

i’zâz: Ar. İzz’den; azizletme, azizletilme, ikram etme.

Bâğa ol nahl-i revân gelse kim etmez i’zaz
Cümleden serv eder sâyesini pây-endâz
Şeyhülislam Yahya
Ayâ bu mudur kâide-i hüsn ü melâhat
Ahbâba cefâ düşmâna i’zaz kılarsın
Nahfi
Bekliyor mihmânların i’zazlar, ikrâmlar
Sâkiyâ etsin derim ilhâhlar, ibrâmlar
Abdülhak Hâmit

izdihâm: Ar. Zahm ve zahmetden; aşırı kalabalıkta sıkışma, yığılma.

Her yanda pür-hurûş u temevvüc bir izdihâm
Her yüzde, her nazarda hüveydâ hulûs-ı tâm
İsmail Safa

izdivâc: Ar. Zevc’den; eş, çift olma, evlenme.

Zaaf-ı bâhım vardır ammâ izdivâc etsem gerek
Koca karılar elinde bir ilâc etsem gerek
Sürûrî
Pîşinde ettiler beşiğin, gark-ı ibtihâc
Bir bûse-i medîd ile tecdîd-i izdivâc
Tevfik Fikret

izdiyâd: Ar. Ziyâde’den; ziyadelenme, artma, çoğalma.

Mebhas-ı vahdette ettikçe yakînim izdiyâd
Eyledişevk-i derûn-ı âteşînim izdiyâd
Besîm
Vecdimi tezyîd eden hem-derdler elhânıdır
Nâle-senc oldukça ney eyler enînim izdiyâd
Muallim Naci

izdiyâd-ı rütbe-i fazl: Fazilet rütbesini arttırma.

Fuzûlî ister isen izdiyâd-ı rütbe-i fazl
Diyâr-ı Rûm gözet terk-i hâk-ı Bağdâd et
Fuzûlî

izhâr: Ar. Zuhûr’dan; 1. Gösterme, ortaya koydurma, gösterme. 2. Açık ve belirli kılma.

Belâ zımnında râhat olduğun izhâr eder halka
Felek bî-hûde hâr-ı huşktan gül-berg-i ter vermez
Fuzûlî
Yansa kül olsa da mazmûnunu izhâr eyler
Sen hemân sözünü yaz dil-bere gönder kâğaz
Şeyhülislam Yahya
Ol re’yi ki etmiş idi ızmâr
Hüddâm ü havassa etti izhâr
Nâbî

izhâr-ı berg: Yaprağı gösterme.

Diraht-ı ye’sden izhâr-ı berg ü bâr-ı ümîd
Tasarrufât-ı İlâhiyyeden baîd midir
Nâbî

izhâr-ı figân: Figan gösterme.

İzhâr-ı figân etmez idim seng-i sitemden
Pâ-mâl-i şikest eyleyecek sagarım olsa
Nâbî

izhâr-ı garâm: Aşk gösterme.

Üst perdeden izhâr-ı garâm eyleme zinhâr
Kânûn-ı muhîtte çalışperde-şinâs ol

izhâr-ı hâl: Hâlini gösterme.

Ta’n-ıgaflettirpen-tal’atlere izhâr-ı hâl
Sanma kim ahbâb hâlinden olur gâfil habîb

izhâr-ı hamd: Şükür gösterme.

Nisâr-ı şefkatindir kim olur izhâr-ı hamdin çün
Fuzûlî tîre tab’ından kelâm-ı cân-fezA peydâ
FuzM izhâr-ı hüner: Hüner gösterme.

Etme izhâr-ı hüner etmeğe mecliste heves
Bülbüle dâm-ı belâ oldu lisâniyle kafes
Râtib
Ahmet Paşa
(Veliyüddin Oğlu. Bursalı)

izhâr-ı i’câz: Can sıkıntısı gösterme.

Her deminde bin
Mesîhâ zinde-i câvid olur
Senden izhâr-ı i’câzı
Mesîhâ etmedi
Fuzûlî

izhâr-ı ilm: İlmini gösterme.

Tecâhül kıl bu eyyâm-ı hüner-düşmende, âkılsen, Sakın izhâr-ı ilm etme, Atâ, gâyet cehâlettir
Atâullah (Şeyhülislam Mehmet)

izhâr-ı kîn: Kin gösterme.

İzhâr-ı kînşi’âr-ı dil-i zârımız değil
Ağyâr ile cidâl bizim kârımız değil
Nâbî

izhârı-ı kudret: Gücünü gösterme.

Kemâl-i hikmetin izhâr-ı kudret kılmağa etmiş
Gubârş-ı tîreden âyîne-i gîtî-nümâpeydâ
Fuzûlî

izhâr-ı melâl: Üzüntü gösterme.

Ne sûd a’dâ-yı bed-hâhı ferah-nâk etmeden gayri
Hilâf-ı gerdişinden çerhin izhâr-ı melâl etmek
Nâbî

izhâr-ı mihr: Güneşi gösterme.

Geldi şâdî gitti gam izhâr-ı mihr etsen ne ola
Sohbeti gün yüzlüler gâyet ferah-nâk ettiler
Enverî

izhâr-ı muhabbet: Sevgi gösterme.

Derd-i hicrâna salıp eyler seni zâr ey gönül
Kılma izhâr-ı muhabbet yâre zinhâr ey gönül
Bağdatlı Ruhi

izhâr-ı müdârât: Yüze gülmeler gösterme.

Zu’m-ıpindâr-i cibillîsini te’kîd ederiz
Süfehâ kısmına izhâr-ı müdârât etsek
Nâbî

izhâr-ı niyâz: Niyaz gösterme.

Fuzûlî nâzenînler görsen izhâr-ı niyâz eyle
Terahhüm umsa ayb olmazgedâlar pâdşâhlardan
Fuzûlî

izhâr-ı ruâf: Kan akıtması gösterme.

Bînî-gonce eder bağda izhâr-ı ruâf
Bâd kim bûy-ı hat-ıgâliye-fâmıngetirir
Rızayi
Fuzûlî

izhâr-ı şevket: Büyüklük gösterme.

Hüsrev-i gül gerçi kim derd-i şitâdan dağ idi
Şimdi
Keyhüsrev gibi izhâr-ı şevket eyledi
Nadirî (Ganizade)

izhâr-ı şem’: Mum gösterme.

Her kimi rûşen-dil etse ağlatır âhir felek
Bezm-i işrette eder bu hâleti izhâr-ı şem’
Riyazî

izhâr-ı şevk: Arzu gösterme.

Çûb-ı zerrîn ile eyler her seher izhâr-ı şevk
Olmağa der-bân-ı der-gâhı şeh-i hâveristân
Nef’î

izhâr-ı tahannün: Şiddetli arzu gösterme.

Ayrıldı kuzu olup mükedder
İzhâr-ı tahannün etti mâder
Muallim Naci

izhâr-ı tecellî-i direng: Bekleme görünüşünü gösterme.

Kılsa ebrû-yı hilâl himemi dünyâya
Berk-ı hâtıf kadar izhâr-ı tecellî-i direng
Ziyâ Paşa

izhâr-ı zarûret: İhtiyaç gösterme.

Kılsa temkînini keştî-i sipihre lenger
Devre-i aşk eder izhâr-ı zarûretle direng
Ziyâ Paşa

izhâr-ı zillet: Nefsini aşağı, hakir gören.

Ey kılan izhâr-ı zillet müjde-i izzet sana
Kim bu der-gehde mukarrerdir azîz olmak
Fuzûlî
Izîd: Far. 1. Allah, Huda, Rab. 2. Zerdüştlerin hayır tanrısı.

Îzîd serîr-i hüsne seni kıldı pâdişâh
A’lâ kemâli zâtike fi ahseni’s-sıfât
Fuzûiî (Allah seni güzellik tahtına padişah etti.

Zatının tamlığını sıfatların en güzelleri içinde yükseltti.)
Hâzin-i genc-i şefâat seni kılmış Îzîd
Hîç kim yok ki sana olmaya âhir muhtâc
Fuzûlî

izmihlâl: Ar. 1. Sıyrılıp açılma. 2. Buhar gibi yok olma.

Ahibbâ şîve-i yağmâda mebhût eyler a’dâyı
Hudâ göstermesin âsâr-ı izmihlâl bir yerde
Yenişehirli Avni
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır
Hakk’a tapan milletimin istiklâl
Mehmet Akif
Fakat ahlâkın izmihlâli en müdhiş bir izmihlâl
Ne millet kurtulur, zîrâ, ne milliyet, ne istikbâl
Mehmet Akif

izz, izzet: Ar. 1. Aziz, şerefli ve yüce değerli, izzet sahibi, muhterem olmak. 2. Kuvvetli ve şiddetli olmak.

Her zilletin elbette bir izzet var içinde
Seyr et çeh-ı Ken’ân ne devlet var içinde
Şeyh Galip
Koyduk vatanı gurbete bu fikir ile çıktık
Kim renc-i sefer bâis ola izz ü aâya
Bağdatlı Ruhi
Yâ Rab bu ne izzet ü alâdır
Yâ Rab ne kemâl ü kibriyâdır
Ziya Paşa

izz ü câh: Rütbe ve değer.

Cihânın izz ü câhın böyle iz’ân eyledim ben kim
Eşiğinde kul olmak dehre sultân olmadan yeğdir
Nev’î

izz ü câh-ı saltanat: Saltanatın derece ve rütbesi.

Vaktine mâlik olan dervîştir sultan-ı vakt
İzz ü câh-ı saltanat değmez cihân gavgâsına
Bâk izz ü saâdet: İzzet ve mutluluk.

Rûy-ı dil-ber ile hep izz ü saâdet bularak
Minnet ü kasr u sarây eylemeyen gönlümdür
Âdile Sultan

izz ü ulâ: Şan ve değer.

Bir kân-ı niamdır ki onun gevheri ikbâl
Bir bâğ-ı İrem’dir ki gülü izz ü uZâdır
Nedim

izzet: Aziz, şerefi yüce, değerli.

Sehâdan addolur izzet, ayb ise de isrâf
Kibârın müsrifi yeğdir hele mümsik hisâbîden
Nev’î
Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten
Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten
Namık Kemâl

izzet-i dâreyn: İki dünyanın izzeti.

Kula efendi rızâsı aliyyü’l-adır
Bulanlar izzet-i dâreyni böyle buldu hemân
Said (Hızır Ağazade)

izzet-i dîn ü devlet-i dünyâ: Dünya ve din onuru.

Nesl-i pâkinden olmasın münfek
İzzet-i dîn ü devlet-i dünyâ
Şeyhülislam Yahya

izzet-i dünyâ: Dünya şerefi.

İzzet-i dünyâ için memnûnu olmam kimsenin
Çekmeğe bâr-ı belâ-yı minneti tâkat mı var
Şeyhülislam Yahya

izzet-i nefis: Şeref, onur, haysiyet.

Her ne yap yap becerip izzet-i nefsinle geçin
Kimseden bekleme yardım iki el bir baş için
Neyzen Tevfik

izzet-i saltanat-ı Mısr: Mısır saltanatının azizliği.

İzzet-i saltanat-ı Mısr’a taleb-kâr olmak
Keyd-i ihvân-ı bün-i çeh kûşe-i zindân yoludur
Nâbî

izzet ü ikbal (ile): Şerefle.

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten
Çekildik izzet ü ikbal ile bâb-ı hükûmetten
Namık Kemâl

izzet: bk. izz.

J
jâj, jâje: Far. 1. Anlamsız, baş söz. 2. Deve dikeni.

jâj-hâ: Saçmasapan söz.

Biz iktisâb-ı kemâl edelim de ey Nâbî
Ko söylesin bir alay jâj-hâ fesânemizi
Nâbî
jâj-hâyî: Anlamsız söz söyleme.

jâj-hâyî-i mest: Sarhoşun anlamsız söz
söyleyişi.

Taarruz eyleyemem jâj-hâyî-i meste
Dehân-ı şîşenin açtıkça gûş kulkuline
Nâbî
jâle: Far. Havanın buğulu durumdayken akşam ve sabah serinliğiyle yerde ve bitkiler üzerinde toplanan küçük su damlaları, çiy, şebnem.

Reşk-i dendânın ile hancere düşdi jâle
Berg-i sûsendegören etdi sanır onu karâr
Bâkî
Cûylar kim dolanır dâmen-i sahrâlarda
Jâleler kim görünür lâle-ı Nu’mân üzre
Bâkî
Bizim çemende jâle ile doldu lâleler
İşret zemânı geldi pür olsun piyâleler
Gazali jâle-i eşk: Gözyaşı çiyi.

Biz cism-i nizâr üzre döküp jâle-i eşki
Çün rişte-i cângevher-i manâda nihânız
Neşatî
jâle-i hîzân-şekl: (Buharlaşıp) kalkan çiy taneleri.

Tâb-ı kahrından ola cümle adû nâ-peydâ
Pertev-i mihr ericek jâle-i hîzan-şekil
Hayâlî Bey
(ericek: ulaşınca)
jâle-bâr: Çiy yağdıran.

Fasl-ı hazânda gül bitire şâh-ı huşkta
Ebr-i bahâr-ı lûtfu eğer olsa jâle-bâr
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
jâle-dâr: Çiy saçan.

jâle-dâr-ı seher: Seherin çiy saçanı.

Dehen-güşâ bütün ezhâr-ı jâle-dâr-ı seher
Nesîm-i fecr ile hep zî-hırâm-ı istiğnâ
ahmet Hâşim
jâle-rîz: Çiğ saçan.

Jâle-rîz oldu havâ sanma seher gül-zarda
Pîr-i çarh etti bükâ kıldıkta dolabı enîn
Hayâlî Bey
jâle-sıfat: Çiy tanesi gibi.

Sahn-ı gül-zâra düşersen yeridir jâle-sıfat
Nev-bahâr oldu gül açıldı güzellendi çemen
Bâkî
jâle-veş: Çiy tanesi gibi.

Düşelden jâle-veş bu hâk-dâne ey dil
Dikip göz süfre-i gerdûne nân-hore sunmazsın
Nâbî
jend, jende: Far. Yamalı, eski hırka.

Rüsûm-ı himmeti ehl-i kerem sûzenden öğrensin
Ten-i uryân ile her bî-nevâya giydirir jende
Beliğ
Çâk çâk etti kara zülfünle
KA’be cübbesin
Jendeler giymiştir
İbrâhîm
Edhem sandılar
Necati Bey
jeng: Far. 1. Pas, kir, küf. 2. Yüzdeki buruşukluklar. 3. Göz kapağı.

Açmaz mı dahi jengini rûşen-gîr-i takdîr
Paslandı yer altında nice âyîne sine
Beliğ jeng-i belâ: Bela pası.

Hemîşe saykal-ı âyînem oldu jeng-i belâ
Henûzpertev-i rû-yı safâ nedir bilmem
Fehim-ı Kadim (Uncuzade)
jeng-i ebr-i tîre: Karanlık bulutun pası.

Erişti pertev-i feyz-i bahâr âyîne-i çarha
Acep mi şimdi olsa jeng-i ebr-i tîreden âri
Nef’î
jeng-i gam: Gam pası.

Hatt-ı jengârın tutaldan ay yüzün devrin tama’
Jeng-i gam tutmuş-durur âyîne-i cânı dürüst
İbni Kemâl
jeng-i günâh: Günah kiri.

Safâ-yı sîneme zulmet veren jeng-i günâhımdır
Amân ey kân-ı ihsân zulmet-i kalbim cilâ ister
Esad Erbilî
jeng-i hamûşî: Suskunluk pası.

Gelir jeng-i hamûşîden küdûret tîz-güftâre
Niyâm şemşîr-i cevher-dâra çün tâbût olmuştur
Esrar Dede
jeng-i kalb: Kalp pası.

Bul riyâzâtın safâsında hayât-ı câvidân
Jeng-i kalbi pâk ü nûr-efşân eder cânân-ı aşk
Âdile Sultan
jeng-i küdûret: Gam pası.

Eğer künhi ile bilmek dilersen nefs-i derrâkın
Mücellâ eyle dil mirâtını jeng-i küdûretten
Gaybî
jeng-âlûde: Pasa bulaşmış.

Nigâh-ı ref’etinde şöyle feyz-i terbiyet var kim
Olur mir’ât-ı jeng-âlûde baksa sebz-gûn dîbâ
Nedim
jeng-dâr: Kir, pas tutan.

Tekellüf ber-taraf der-sîne et sen bir gül-endâmı
Yine mâni değil mirât-ı hâtır jeng-dâr olsa
Esrar Dede
jeng-yâb: Kirlenme, paslanma.

Benden o jeng-yâb ü ben andan safâ-pezîr
Ayine gibi rû-be-rûdur benimle dil
Nâbî
jengâr: Far. Pas, kir; jeng.

Ey Fuzûlî hâtır-ı ehl-i safâ âyînedir
Devr cevrinden eser âyînde jengâr teg
Fuzûlî
jengâr-ı gam: Gam kiri.

Jengâr-ı gamdan et dil ü cân gözgüsünü pâk
Câm-ı mey ile ki âyîne-i gayb-bîn ola
şeyhi (gözgü: ayna.)
jengâr-ı hat-ı yâr: Yârin ayva tüyü pası.

Bulsa jengâr-ı hat-ı yâr ile cevher hancer
Tîğ-ı ebrûya sitem-kârlık eyler hancer
Şeyh Galip
jengâr-ı mû: Kıl kiri.

Ne ola jengâr-ı mûdan sâf ise âyîne-veş sînen
Kimesne görmedi kıl bittiğini mermer üstünde
cinânî (kimesne: kimse.)
jengâr-ı sivâ: Başka pas, kir.

Derûn-ı sîne-i âşıkda jengâr-ı sivâ yoktur
Dil-i âyînede timsâlden gayri nukûş olmaz
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
jiyân: Far. Kızgın, kükremiş, hışımlı.

Şîr-i jiyâna pençe salar gâh hışm u kîn
Bebr-i yâbâna karşı varır vakt-i kâr-zar
Bâkî
Nefsinin verme murâdın yeter terbiyet et
Ki sakın kendin için şîr-i jiyân beslersin
Behiştî
Ola hem-pervâz
Anka niçe mümkindir zübâb
Hirrenin şîr-i jiyân ile olur mu nisbeti
K-
Enderunlu Vâsıf
ka’ka’a: Ar. Mızrak ve kılıç şakırtısından çıkan ses.

jûlîde: Far. Karmakarışık, dağınık saç.

Hayâlî gibi bir dîvâne-i julîde-mûdur kim
Perîşân eylemiş kendin görüp
Sultân-ı Süleymân’ı
Duyulur ka’r-ı beyânında, sadâ-yı âhen
Darb-ı şeş-perle çıkan ka’ka’a miğferlerden
Hayâlî Bey
Tevfik Fikret
(Nefî için söylemiş)
kâ’b: Ar. 1. Topuk, aşık kemiği. 2. Tavla
Sen selâmet kisvetin zîver kıl ey ehl-i salâh
Kim bana bes mûy-ı jülîdem cünûnpîrâyesi
Fuzûlî zarı. 3. Sekiz yüzlü cisim. 4. Küp.

jûlîde-mû: Keçe gibi olmuş saç.

Ey sabâ jûlîde-mû başında
Mecnûn’un sakın
Bî-tekellüf gezme kim
Leylî evidir olpâlâs
Fuzûlî
kâ’b-ı muhannâ: Çarpık topuk.

Biz topuk çalmada siz zevk u safâda her şeb
Kaldırıp kâ’b-ı muhannâ gibi câm-ı bâde
Nedim
Girdiği mesâlike girilmez
İgrâkta kâ’bına erilmez
Ziyâ Paşa
kabâ: Ar. En üste giyilen geniş elbise, cübbe; önü açık kaftan.

Terk edip tâc u kabâyı şevk-işem’-i hüsnüne
Kendimipervâne-âsâ bir nemed-pûş eyledim
Bâkî
Bu riyâ-yı fakr ile bestir sifâl-i kûy-ı yâr
Mahrem-i bezm-i fenâ tâc ü kabâyı neylesin
Nev’î
Zâhid o denlü sıklet-i tâc ü kabâ ile
Uçmak ümîdin etmez idi ebleh olmasa
Nergisî kabâ-yı al: Kırmızı cübbe.

Gûş edip gül seyre çıktığın kabâ-yı al ile
Nev-arûs-ı lâle zeyn etmiş izare hâle ile
Behiştî
kabâ-yı ber-zede-dâmân: Eteği toplanmış elbise.

Olur taalluk-ı çirk ü riyâdan âzâde
Kabâ-yı ber-zede-dâmân per-niyân-ı hulûs
Nâbî
kabâ-yı beyt-i Harâm: Kâbe’nin elbisesi.

Vakt-i vedâ’ âteş-i âhım şirârıdır
Reng-i kabâ-yı Beyt-ı Harâm’ı siyâh eden
kabâ-yı cism: Cisim cübbesi.

Gurûr etme libâs-ı fahr ile ömrüm cihândır bu
Kabâ-yı cismini kor bunda herkes câme-kândır bu
İbnü’n
Neccar
Şeyh Rıza
Ulvî (Bursalı Hüseyin)
kabâ-yı gerdûn: Feleğin cübbesi.

Kâmet-i nâzına kûtâh kabâ-yı gerdûn
Cilve-i rif’atine teng kazâ-yı evhâm
Nâbî
kabâ-yı Nevrûz: Nevruz’un cübbesi.

Her kûşede bir sabâh-ı firûz
Her goncada bir kabâ-yı
Nevrûz
Şeyh Galip
kabâ-yı sebz: Yeşil elbise.

Olsa kabâ-yı sebz ile ol serv cilve-ger
Gûyâ olur minâre-i sebzîn âşikâr
Seyyit Vehbî
kabâ-yı zer-nigâr: Altın işlemeli elbise.

Zemâne giydi nârenc-i kabâ-yı zer-nigâr üzre
Cevâhir tüğmelerle bir çiçekli anberîn hârâ
Sâbit
kabâçe: Far. Hafif giyecek, entari.

kabâçe-i zer-bâft: Sırmalı entari.

Sultân kabâçesini palâsa verir velî
Vermezgedâ kabâçe-i zer-bâfta şâlini
Behiştî
kabâhat: bk. kubh.

kabâle: Ar. 1. Eskiden kadı’nın verdiği
hüccet. 2. Toptan, götürü yapılan iş, kabala. 3. Yahudilerin kendi ceamaatleri için verdikleri
vergi.

Midâd-ı şevk ile pür eylesem ne ola gece gündüz
Sahîfe-i dili üstâd-ı aşk verdi kabâle
Şeyhülislam Yahya
Kâ’be: Ar. 1. Hicaz’da
Mekke şehrinde bulunan kutsal yapı. 2. Müslümanların namaz kılarken yöneldikleri taraf, kıble ve hacı olmak için gidip ziyaret ettikleri yer. 3. Yönelme yeri.

Kâ’be yüzünde benlerini kılmayınca yâd
Vermez safâ şu
Merve vü Zemzem dedikleri
Ş eyhi
Çün yüzün
KA’be hâlin
Hacerü’l
Esved imiş
Subh-ı vaslında yüzüm ona sürem gibi gelir
İbni Kemâl
Taş u toprak tavâfindan vefâ bulmadı âşıklar
Âşıkın kalbidir
KA’be hacc u umre edersen gel
Ümmî Sinan
kâ’be-i aşk: Aşk
Kâbesi.

Nefs ile onlar cihâd-ı ekber eyler dâimâ
KA’be-i aşkındır onlar hâciyân ü serveri
Âdile Sultan
Kâ’be-i dil: Gönül
Kâbesi.

Olmadan
Ebrehe-veş seng-zen-ı KA’be-i dil
Düşmen-ı KA’be, ye vur seng-ı Ebâbîl gibi
Nâbî
Kâ’be-i dîdâr: Yüzünün
Kâbesi.

Cennette anıp
Kâ’be-i dîdârını
Dâvûd
Âheng-ı Hicâz ile dem-â-dem negam eyler
Yenişehirli Avni
kâ’be-i dünyâ: Dünya
Kâbesi.

Merkez-i dâire-pîrâ-yı ulüvv ü azamet
Kutb-ı dîn-ı Kâ’be-i dünyâ vü cihân tefrîd
Kâzım
Kâ’be-i ehl-i ferheng: Edep sahiplerinin
Kâbesi.

Şem’-i mihrâb-ı Hudâ câm’i-i esrâr-ı Hudâ
Secde-gâh-ı ürefâ
Kâ’be-i ehl-i ferheng
Kâzm Paşa
Kâ’be-i hâcât-ı âlem: Alemin dua
Kâbesi.

Eşiğin
KA’be-i hâcât-ı âlem
Hayâlî
Kâ’be, de
Hassan’a benzer
Hayâlî Bey
Kâ’be-i hüsn: Güzellik
Kâbesi.

KA’be-i hüsnünde müşgîn perde olmuş tâb-dâr
Hâl-i anber-bâr bir hindûdur olmuşperde-dâr
İbni Kemâl
kâ’be-i iclâl: Büyüklük
Kâbesi.

Dokuz kat perde çekmiş
KA’be-i iclâline devrân
Zemîni gök bir altun pullu dîbâ-yı mutallâdan
Yenişehirli Avni
kâ’be-i İslâm: İslâm’ın
Kâbesi.

KA’be-ı İslâm’dır dersem aceb mi sâhibin
Şeyhülislâm eylemiş lutf-ı Hudâ-yı
Müsteân
Nef’î
Kâ’be-i kerem: Cömertlik
Kâbesi.

Haylî tazyîk eyledi ehl-i harem
Nâgehân etti Rab
Kâ’be-i kerem
Muallim Naci
Kâ’be-i kûy: Köyün
Kâbesi.

Ol dem hani ki
Kâ’be-i kûyun mekân idi
Ârâm-gâhıgönlümün ol âstân idi
Cem Sultan
KA’be-i kûyunda kıldım gözlerim yaşın sebîl
Teşne-diller çağrışıp derken meded birpâre su
Hayâlî Bey
kâ’be-i revân: Ruhun
Kabesi.

Ol Kâ’be-i revânız ki harîm-i harem-i aşk
Pür-şûr-ı figân-ı ceres mahmilimizdir
Nâilî
Kâ’be-i tahkîk: Doğru olup olmadığını araştırma
Kâbesi.

Gönül ki
KA’be-i tahkîka vâsıl olmuştur
Cihân muhâceme ettikçe
Sûmnât’a güler
Muallim Naci
kâ’be-i ulyâ: Yüce
Kâbe.

Şeşcihetten rûz u şeb kerrûbiyân eyler tavâf
Mescid-ı Aksâ mıdır ya KA’be-i ulyâ mıdır
Yenişehirli Avni
kâ’be-i vahdet: Birlik
Kâbesi.

Dil-i feyz-âşnâ-yı ma’rifet ziynet-fürûş olmaz
Harîm-ı Kâ’be-i vahdette âsâr-ı nukûş olmaz
Namık Kemâl
kâ’be-i vasl: Kavuşma
Kâbesi.

Yollarda kalır râh-rev-ı Kâ’be-i vaslın
Ömr âhir olur mevt erişir zad yetişmez
Bâkî
Kâ’be-cûyan: Kâbe araştırıcıları.

Kâ’be-cûyân-ı mahabbet
Hızr’ı rehber eylemiş
Secde-gâh-ı ehl-i dil hâk-i derinden bellidir
Vecdî
Kâbeteyn: 1. İki
Kâbe; yani
Mekke’deki
Kâbe ile önceden kıble olarak yönelinen
Kudüs’teki
Mescid-ı Aksa’ya verilen isim. 2. İki zar.

Kâeteyn’indegelir nakş çü dâim iki şeş
Ne sebebten ola pâ-beste-i şeşder nergis
Nizamî
Kabe
Kavseyn, Kâbe
Kavseyn: Ar. İki kavis arasındaki mesafe” anlamında, Hz. Muhammed’in Miraç gecesinde Cenab-ı Hakk’a olan yakınlık derecesinden kinaye olarak kullanılır.

Erdim kaşının mi’râcına kim kâbe kavseyndir adı
Vuslat şebinde gör beni ser-tâ-kadem nûr olmuşam
Nesimi
Habîbin
Kâbe
Kavseyn’i rumûzun sûfî benden sor
Muhammed âlinin mâhiyyetin
Veys-ı Karenden sor
Hayâlî Bey
Makâm-ı “Kâbe
Kavseyn” geçip namend-i tîr ol dem
Müyesser oldu ona matlûb-ı a’lâ-yı “Ev-ednâ”
Nadirî (Ganizade)
kabes: Ar. Parlak ateş közü.

Alnın levâmYinden meh-pâre tâb-ı kem-ter
Ruhsârın âteşinden hurşîd bir kabestir
Behiştî
Nûr-ı Hak’tan bir kabes eylerse kullar iktibâs
Onlara ilhâm olur elbette ilm-i iftirâs
Nuri
kabız: bk. kabz.

kabîh, kabîha: bk. kubh.

kabil, kâbil: bk. kabûl.

Kabil, Kâbîl: Ar. Âdem aleyhisselamın büyük oğlunun ismi olup küçük kardeşi
Hâbil’i öldürmüştür.

Ne ola kan dökmekte mâhir olsa çeşmin merdümü
Nutfe-ı KaMl’dürür gamzen gibi üstâdı var
Fuzûlî
Hâbil ile
Kâbîl iki kardeş
Bize târîh
Kardeşliği bir levha-i hûn-rîz ile telvîh
Tevfik Fikret
kabîle: Ar. Bir soydan türemiş, bir başkanın emri altında yaşayan göçer topluluk.

Kim vardı
Arabta bir kabîle
Müstecmi’-i haslet-i cemîle
Şeyh Galip
kabiliyyet, kâbiliyyet: Ar. 1. Anlama, anlayış. 2. Beceriklilik, eli işe yatkınlık, beceri, kapasite, c. kâbiliyyât.

Şahsın isti’dâdı lûtf-ı peykerinden bellidir
KîmyA-yı kâbiliyyet cevherinden bellidir
Nâilî
Kâbiliyyettir husûl-i matlûbun ser-mâyesi
Elde isti’dâd olunca kâr kendin gösterir
Asım (Çelebizade Şeyhülislâm İsmail)
kabîh: bk. kubh.

kâbin, kâbîn: Far. Geline verilen ağırlık (mehr-i müeccel).

Eshâb-ı nikâh olup revâne
Kâbîni kesildi nakd-i câne
Fuzûlî
kâbir: bk. kebîr.

kabl: Ar. zf.

Ön, once, öndeki.

kable’l-fenâ: Yokluktan once.

Keşf-i râz etmez salâbet-kâr olan kable’l-fenâ
Yanmadıkça anber etmez sırr-ı bûyun âşikâr
Vâhit Paşa
(Mehmet)
kabr, kabir: Ar. Mezar, insanın öldükten sonra gömüldüğü çukur.

Gel ser-i kabrimde dur bir lâhza ey sîmîn beden
Nûrdan bir serv dikmişler kıyâs etsin gören
Yenişehirli Avni
Anlardı nedir azâbı kabrin
Görseydi bu hâli cennetinden
Abdülhak Hâmit
Bilmezler ki bu kabirle yoktur alâkam
Ben o çiçeklerdeyim, ben bu çiçeklerim
Cahit
Sıtkı
Tarancı
kabr-i mâder: Ana kabri.

Üsküp’te kabr-i mâdere olsun bu nev-gazel
Bir tuhfe-i bedî’ ü beyân-ı Muhammedî
Yahya Kemal
kabr-i Mecnûn: Mecnun’un kabri.

Düşte görmüş
Leylî’yi bir gece bir sâhib-nazar
Boynunu eğmiş dururdu kabr-ı Mecnûn üstüne
Necati Bey
kabr-i mübârek: Mübarek kabir.

Binâsı taş yüreğindendir ol cebâbirenin
Budur şu kabr-i mübârekte gördüğüm dehşet
Namık Kemâl
kabr-i vahşet-âgîn: Korku dolu kabir.

Biraz çiçek şu hazîn kabr-i vahşet-âgîne
Tevfik Fikret
kabristân: Mezarlık.

Bakma kabristâna ancak sâha-i medhûşuna
Dur da bir müddet kulak ver nâle-i hâmûşuna
Mehmet Akif
kabûl: Ar. 1. İçeri alma. 2. Razı olma. 3. Alıp kullanma.

Ne ola sabr ile şevkinden özge
Avnî’nin
Kabûl eyle budur varı ger kesîr ü kalîl
Avnî
Bîmâr-ı derd-i aşk kabûl eylemez ilâc
Taşlıcalı Yahya Bey
Tutalım arayarak bulmuşum onu ammâ
Kabûl kılmayıp eylerse nezrim istihkâr
Nedim
kabûl-i fenâ: Yokluğu kabul etme.

Mükevvenât-ı hudûs ol Kadîm’dendir kim
Kemâl-i zâtına mümkin değil kabûl-i fenâ
Hayri (Vîranşehirli Reisülküttab Mehmet)
kabûl-i fesh ü nesh: Yıkma ve bozmayı kabul.

Hüccet-i afv ü kerem etmez kabûl-i fesh ü nesh
Kâdî-i endîşe imzA-yı cevâz etmezse de
Nâbî
kabûl-i feyz: Bereket kabulü.

Sadef-âsâ kabûl-i feyze isti’dâd lâzımdır
Ki her mevzi’de nîsân katresi dürr-i semîn olmaz
Hâmî (Hâmî-ı Amidî)
kabûl-i hidmet: Hizmet kabulü.

Vasf-ı Cibrîl-ı Emîn etmiş kabûl-i hidmetin
Sırr-ı Hak keşfine onunla yetip fermân sana
Fuzûlî
kabûl-i iltiyâm: Onarılmayı kabul.

Râşidâ etmez şikeste-dil kabûl-i iltiyâm
Zahm-ı şemşîr-i zebânın var mı görmüş merhemin
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
kabûl-i infiâl: Gücenmeyi kabul.

Etmez ekdâr-ı dil kabûl-i infial
Cevherim vârestedir eczâ-yı âb ü hâkten
Leskofçalı Galip
kabûl-i merhem: Merhemi kabul.

Kabûl-i merhem eder zahm sâhibi değilim
Hezâr-hamd etıbbâya ihtiyâcımyok
Sâbit
kabûl-i Mevlâ: Mevlâ’yı kabul.

Ola zî-bende-i âgûş ü kabûl-ı Mevlâ
Dîn ü dünyâya mülûk-âne bu sa’yi meşkûr
Enderunlu Fazıl kabûl-ı Rabb-ı Vedûd: Çok şefkatli Allah’ı kabul.

Sımâh-ı cânıma hâtiften erdi bu târîh
Ola bu cisri karîn-i kabûl-ı Rabb-ı Vedûd
Şeyhülislam Yahya
(1043 = 1633)
kabûl-i sıhhat: Sıhhat bulma.

Renc çekme sıhhat ümmîdin
Fuzûlî’den götür
Kim kabûl-i sıhhat etmez böyle bîmâr ey hekîm
Fuzûlî
kabûl-i sifâl: Çanak, çömleğin kabulü.

Fakîr isem ne olaşevkin içimde dopdoludur
Aceb mi olsa reyâhîn ile kabûl-i sifâl
Necati Bey
kabûl-i şîve-i ülfet: Dostluk tarzını kabul.

Muhill-i tavr-ı uzlettir kabûl-i şîve-i ülfet
Müreccahdır yanımda merhabâdan dest-i red şimdi
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
kabûl-i tâat: Taati kabul.

Eser-i kabûl-i tâat ona vermiş öyle hâlet
Ki kulûb-ı ehl-i hâle harekâtı câzib olmuş
Fuzûlî kabûl-i terekküb-i icrâ: Akarak meydana gelmeyi kabul.

Besâite şerefi mahremiyyet-i vahdet
Mürekkebâta kabûl-i terekküb-i icrâ
Fuzûlî
kabûl-gâh: Kabul yeri.

Çıksın bu duâ kabûl-gâha
Kılsın her işinde
Hak muvaffak
Muallim Naci
kâbil: 1. Kabul eden, kabul edici; anlayışlı, zeki 2. Mümkün, olabilir, ihtimal.

Kâbil mi arz-ı hâl ile derd-i dili beyân
Sığmaz zebân-ı hâmemize mâcerâ-yı aşk
Fıtnat
Hanım
Kuvvet-i tâli’e bak, istemez istüdâdı
Mansıb-ı devlete nâ-kâbil ü kâbil birdir
İzzet Ali Paşa
Rağbet ü ikbâle minnet çekmez erbâb-ı ukûl
Ka. bil olsun da kişi isterse makbûl olmasın
Namık Kemâl
kâbil-i feyz-i safâ: Neşenin feyzini kabul eden.

Bahâyî-veş değilsin kâbil-i feyz-i safâ sen de
Tekellüf ber-taraf ey hâtır-ı nâ-şâd neylersin
Şeyhülislam Bahayi (Mehmet)
kâbil-i haşr: Toplanma imkânı.

Hande-i tıflâne bak girye-i pîrâna bak
Cilve-i seyrâna bak kâbil-i haşr oldu îd
Esrar Dede
kâbil-i idrâk-i vahy: Vahiy kavrama kabiliyeti.

Olsa isti’dâd-ı ârif kâbil-i idrâk-i vahy
Emr-ı Hak irsâline her zerredir bir
Cebre’îl
Fuzûlî
kâbil-i ihmâl: İhmâl imkânı.

Hep doğru yolu tavsiyedir gâye-i âmâl
Hoş-gûluğugörmekte isem kâbil-i ihmâl
Abdülhak Hâmit
kâbil-i itfâ: Söndürme imkânı.

Biter mi bitti denilmekle nûr-ı nâ-mütenâhî
Nefesle kâbil-i itfâ mıdır çerâg-ı İlâhî
Muallim Naci
kâbil-i ikmâl: Tam kabul edilirlik.

Bizim noksânımız hep kâbil-i ikmâldir ammâ
Bulunmaz neyleyim esbâb-ı istikbâl bir yerde
Yenişehirli Avni
kâbil-i is’âf: Yardım etme imkânı.

Gölge etmezse yeter ehl-i zemân ehl-i dile
Bu temennîde gönül kâbil-i is’âf değil
Halil
Nihat Bey
kâbil-i kuds-i melekût: Melekler âleminin kutsal imkânı.

Ola
Cibrîl gibi kâbil-i kuds-i melekût
Reh-güzârında sücûd eylese
İblîs-i târid
Yenişehirli Avni
kâbil-i medh: Övünme imkânı.

Tab’-ı pâki âzmâyîşten
Cinânî kim kaçar
Kâbil-i medh olmağa ammâ ki bir memdûh yok
Cinânî
kâbil-i te’vîl: Değiştirme imkânı.

Kas’a-işeyh-i imâretten içip çorbayı
Zanneder kâbil-i te’vîl ola zırva-i sühan
Sünbülzade Vehbi
kâbil-i vasf: Övme imkânı.

Tîğ-ı müjgânı değil kâbil-i vasf etmeyecek
Hûn-ı endîşe tereşşuh ciğer-i ma’nâdan

kâbil-i zevâl: Yok olma imkânı.

Saâdet-i ezelî kâbil-i zevâl olmaz
Güneş yer üstüne düşmekle pâymâl olmaz
Fuzûlî
kâbûs: Ar. Uykuda basan ağırlık, karabasan.

Olunca ümmet-i merhûme büsbütün me’yûs
Muhît-i fikrine çullandı kanlı bir kâbûs
Mehmet Akif
kâbûs-ı elem: Sıkıntı ağırlığı.

Çıkıp gûl-i beyâbân gibi geldi meclise zâhid
Biz hengâm-ı bîdâride kâbûs-ı elem bastı

kabz, kabız: Ar. 1. El ile tutup almak; dürmek, devşirmek, tutmak. 2. Peklik, inkıbaz.

Zârdır kabzla bastın dü-ser-i engüştünde
Vaz’-ı hikmetle bu bâzîçe ki best ügüşâd
Nâbî
Verip hakk-ı sarîhin kabz ü bast ü mahv ü isbâtın
Adâlet-hâne-i hikmette etmiş cümlesin irzA
Nâbî
kabz ü inbisât: Keder ve ferahlık.

Bu çemende goncalar güller gören ârif bilir
Kim sebât üstünde kalmaz hîç kabz u inbisât
Fuzûlî
kâbız: Tutup alıcı. (Azrail)
Zehî
Kâbız ki âlem kabza-i hükmünde muztarrdır
Zehî bâsıt ki çekmiş kâinâta sofra-i yağmâ
Nâbî
kabza: 1. Bir tutam, bir avuç şey. 2. Pençe. 3. Kılıcın elde tutulacak yeri.

kabza-i gamze: Gamze pençesi.

Zahm-ı uşşâk için imâle ne hâcet âlet
Kabza-i gamzede şemşîr-i tegâfül var iken
Nâbî
kabza-i hükm: Hüküm pençesi.

Zehî
Kâbız ki âlem kabza-i hükmünde muztardır
Zehî bâsıt ki çekmiş kâinâta sofra-i yağmâ
Nâbî
kabza-i kader-i Hâlık: Yaratıcının kader eli.

Buldum huzûr-ı kalb, Ziyâ, cümle kârımı
Tafvîz-i kabza-i kader-ı Hâlık eyledim
Ziyâ Paşa
kabza-i kudret: Kudret eli.

Kabza-i kudretine kavs-i kuzah şekl-i kemân
Destine nîze-ı Mirrîh felekte nâvek
Cinânî
kabza-i Rezzâk: Rızık verici olan Allah’ın gücü.

Kuvvet-i men’ü atâ kabza-ı Rezzakdadır
Zıll-i nâ-çîz-i tehî-deste perestâr olamam
Nâbî
kabza-i sâtûr: Satırın tutulduğu yer.

Beni öldür beni kimşu’ledepervâne-sıfat
Nice bir titreyeyim kabza-i sâtûr üzre
Nedim kabza-i takdîr-ı Kird-gâr: Allah’ın takdir gücü.

Muhît-i dâire-i aşktan hurûc muhâl
Ne çâre kabza-i takdîr-ı Kird-gârdayız
Yenişehirli Avni
kabza-i tîğ: Kılıç kabzası.

Kabza-i tîğa edip şemşîr-bâzan vaz’-ı yed
Fart-ı reşkinden felek de derdi merrîhü’l-hased
sürûrî
kâc: Far. bot.

Bir çeşit küçük çam.

Bekler, ne zemân kaldıracaklar diye mebhût Üç kıt’a musallâsı olan bir kâca tâbût
Midhat Cemal Kuntay
kadar: Ar. e. Nicelik veya niteliği kıyaslama edatı.

Hıfzı bir micmer-i tefsîdeye olsa sâri
Ne kadar râyihasın etse meşâm istişmâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)
Gehî hâtırımdan çıkardı kadr
Atardım sipihre sabâha kadar
Keçecizade İzzet Molla
Görünce hakkı kabûl ahsen-i hasâildir
Kabîh hulk olamaz âdemin inâdı kadar
Âsaf (Nâfıa Nâzırı Mahmut Celaleleddin Paşa)
kadd: Ar. Boy, endam.

Bezm-i gamda nâya hem-dem oluban
Kaddümü çeng eylemek kânûndur
Avnî (oluban: olarak.)
Terahhum kıl bükülmüş kaddime vehm eyle âhımdan
Sakın çıkmaya nâ-geh yâydan ok ey kemân-ebrû
Fuzûlî
Serp ile gül çemende ki turup oturdular
Bu kadd ü bu izârı yine sende gördüler
Hayâlî Bey
(tur-: ayağa kalkmak.)
kadd-i bâlâ: Yüksek boy.

Ey kadd-i bâlâ hüsnün dil-ârâ
Kıldım temâşâgâyetgüzelsin
Enderunlu Vâsıf
kadd-i beka: Kalıcılığın süresi.

Nahl-i emel ne denlü dırâz olsa hûb idi
Dest-i hayât u kadd-i beka kûteh olmasa
Şeyhülislam Yahya
kadd-i bergeşte: Tersine dönmüş boy.

Gel doğrulalım mey-gedeye rağmına onun
Kim bâr-ı riyâdan kadd-i bergeştesi hamdır
Bağdatlı Ruhi
kadd-i bülend: İnce, uzun boy.

Çıkmadı bir nîm-ten kadd-i bülend himmete
Atlas-ı gerdûnu birkaç kere tahmîn ettiler
Nevres-i Kadim
kadd-i bütân: Güzellerin boyu.

Derûn-ı kubbesi evc-i felek gibi rûşen
Sütûn-ı soffası kadd-i bütân gibi mevzûn
Nef’î
kadd-i cân-fezâ: Can arttıran boy.

Ne hâlet var o şûhun nahl-i kadd-i cân-fezasında
Ki reftârın görüp yoldan döner ömr-i şitâbânım
Nedim
kadd-i dil-cû: Gönül alan boy.

Câme-i gül-penbe açmış ey gül-i hod-rû seni
Bir gümüşten seme döndürmüş kadd-i dil-cû seni
İzzet Ali Paşa
kadd-i dil-dâr: Sevgilinin boyu.

Kadd-i dil-dârı kimi ar’ar okur kimi elif
Cümlenin maksûdu bir ammâ rivâyet muhtelif
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
kadd-i dü-tâ: İki büklüm olmuş boy.

Kûyunagayrları çekme rakîb-i har-tab’
Seyl-i eşkimle döner kadd-i dü-tâ dolâba
Bâkî
kad-i güftâr: Sözün boyu, endamı.

Kad-i güftârıma evvel biçilip câme-i reng
Sonra fersûdesi bâzâr-ı bahârâne gelir
Nedim
kadd-i ham-geşte: Bükülmüş boy.

Eyler kadd-i ham-geştemi gerdîde çü dolâb
Küh-sâr-ı serimden dökülen cûy-i muhabbet
Nedim
kadd-i hamîde: Bükülmüş boy.

EvzA’-ı bâzgûneye mâil mizac-ı aşk
Bunda kadd-i hamîde olur i’tidâle dâl
Koca Râgıp Paşa
kadd-i hoş-reftâr: Güzel yürüyüşlünün boyu.

Serv ü gül nezzâresin neyler sana hayrân olan
Arızınlan kadd-i hoş-reftârın eyler ârzû
Fuzûlî
kadd-i kalem: Kaleme benzeyen boy.

Ham olur kadd-i kalem cevrini tahrîr etsem
Süst olur pây-ı sühan nâzını takrîr etsem
Nâbî
kadd-i ma’nâ: Anlam ifade eden boy.

Zehî hayyât-ı hil’at-dûz-ı bâzar-ı hakâyık kim
Kadd-i ma’nâyı etmiş câme-i terkîb ile berpâ
Nâbî
kadd-i muhterem: Muhterem boy.

Gelse reftâra kadd-i muhteremi
Gûyiyâ arzı devirirdi kademi
Hakanî
kadd-i müstesnâ: Benzersiz boy.

Sandım olmuş ceste bir fevvâre-ı Ab-ı Hayât
Böyle gösterdi bana ol kadd-i müstesnâ seni
Nedim
kadd-i nâzik-ter: Yeni uzamış boy.

âfetin kadd-i nâzik-terine sarf edelim
Ne mertebe sühân-ı nâzikânemiz var ise
Nâbî
kadd-i nihâl: Fidan dalına benzeyen boy.

Çıkarır âdemi şeytân-sıfat cennetten
Şâh-ıgendüm gibi ol kadd-i nihâli küçücük
Neş’et (Hoca Süleyman)
kadd-i pîr: Pirin boyu.

Ser-fürûdur herkese encâm-ı kâr-ı ser-keşân
Eyle bu ma’nâyı istidlâl kadd-ipîrden
Sâmi (Arpaeminizade Vak’anüvis Mustafa Bey)
kadd-i râst: Düzgün boy.

Hep bilirsiniz kadd-i râstımı hâme gibi
Etti engüşt gibi ham-zede bâr-ı tahrîr
Nâbî
kadd-i ser-frâz: Benzerlerinden farklı boy.

Ol esb-i bâd-pây ile ol kadd-i ser-firâz
Bir cây-bâr idi kim ede servi der-kenâr
NeVî kadd-i sürâhî: Sürahiye benzeyen boy.

Şevk-i teşrîfin ile kadd-i sürâhî hamdır
Bûse-i la’lin için çeşm-i kadehpür-nemdir
Nâbî
kadd-i tahsîn: Övünülecek boy.

Yine ol şeh sezA-yı kadd-i tahsîn görmedi
Nâbî
Perend-i şir-i rengînim bu gûne hoş-kumâş ettim
Nâbî
kadd-i Tûbâ: Cennet’teki
Tûba ağacına benzeyen boy.

Kadd-ı Tûbâ’sını arz etse o meh
Hûrlar derler idi aTûbâ-leh”
Hakanî
kadd-i yâr: Sevgilinin boyu.

Şevk-i ten ile cûda olup pâre pâre mevc
Agûş açtı hasret ile kadd-i yâre mevc
Nâbî
Kadd-i yâri kimi halkın serv okur kimi elif
Cümlenin maksûdu bir ammâ rivâyet muhtelif
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
kadd-i zîbâ: Güzel boy.

Bulmaz ol ruhsâr ile ol kadd-i zîbâ hâletin
Bağlasan bir deste gül serv-i hırâmân üstüne
Bâk
kad-hamîde: Boyu bükülmüş.

Elbette kad-hamîde olur nahl-i mîve-dâr
Eşcâr-ıgayr-ı müsmire eflâke ser çeker
Adlî (Sultan II. Bayezid)
kadd-keşîde: Uzamış boy.

Çok serv-i kadd-keşîdesi var bağ-ı devletin
Şâhında mürg binse bir âşiyâne yok
İzzet Ali Paşa
kadd ü kâmet: Boy bos.

Şu serv ile şu kadd ü kamet
Olmaz mı kıyâmete alâmet
Ziya Paşa
kadeh: Ar. su ve içecek kabı, bardak, peymane, piyale.

Ey Muhibbî yâr elinden bir kadeh nûş eyleyen
Hızr elinden ger olursa
Ab-ı Hayvân istemez
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Bir kadehle bizi sâkî gamdan âzad eyledi
Şâd olsun gönlü onun gönlümüz şâd eyledi
İbni Kemâl
?
Hoca Dehhânî? kadeh-i âfitâb: Güneş kadehi.

Nûş etmeyen sunarsa inip
Zühre-i felek
Dünyâ şarâbını kadeh-i âfitâbtan
Hayâlî Bey
kadeh-i kâm: Zevk kadehi.

Teh-cür’adan olmaz yine ümmîd güsiste
Birden kadeh-i kâmı nigûn eyleme yâ Rab
Nâbî
kadeh-i mînâ: Billur kadeh.

At şu, tesbîh-i riyâ-pâşı yed-i takvâdan
Müddeâ safvet ise al kadeh-i mînâdan
Esad Erbilî
kadeh-i ser-nigûn: Ters çevrilmiş kadeh.

Olmadı bâzgûn kadeh-i ser-nigûnumuz
Hun-âb-ı hasret oldu mey-i la’l-gûnumuz
Nâbî
kadeh-i sîm: Gümüş kadeh.

Sâkî vü meş’ale-dârın oluban elde tutar
Kadeh-i sîm-semen meş’al-i zer nergis
Nizami kadeh-i zer: Altın kadeh.

Cür’a-rîz olsa eger gül-şene câm-ı keremin
Tuta nergis-sıfat elde kadeh-i zer sünbül
Bâkî
kadeh-be-kadeh: Kadeh kadehe.

La’lin ki rinde âlem-i meyden haber verir
Nûş-ı meye kadeh-be-kadehgül-şeker verir
Esrar Dede
kadeh-kâr: Sâki, içki dağıtan.

Bâri sen ey nigeh-i hasret edip bir cür’et
Şunu bir söylesen olmaz mı kadeh-kâra aceb
Nedim
Tâze şâh üzre açılmış gülü seyrettin ise
Bir de gel câmı hele dest-i kadeh-kârda gör
Nedim
kadeh-keş: Şarap içen.

Geh nakîl-ipiyâle sad-ra’şe ile âşık
Geh sâkî-i kadeh-keş bin nâz ile nigârî
Ziyâ Paşa
kadeh-nûş: İçki içen.

Sâkî erişip îd aceb
Nâilî
-i zâr
Rindân-ı hûbânı kadeh-nûş görür mü
Nâilî
Lâleler sahn-ıgül-istânda kadeh-nûş oldular
Güft ü gû-yı bülbüle güller kamu gûş oldular
Hayâlî Bey
kadem: Ar. 1. Ayak. 2. Yarım arşın uzunluğunda bir ölçü. 3. Uğur. c. akdâm.

Hâk ol ki
Hudâ mertebeni eyleye âlî
Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâk-i kademdir
Bağdatlı Ruhi
Kadem kadem gece teşrîfi
Nâilî
o mehin
Cihân-cihân elem-i intizâra değmez mi
Nâilî
Basmak tarîk-ı aşka kadem eksiğin değil
Sûfî bu yolda kat’î kehel bilirim seni
Hayâlî Bey
kadem-i i’tibâr: İtibar ayağı.

Bir yolda sâbit et kadem-i idibârımı
Kim reh-ber-i şerî’at ola muktedâ bana
Fuzûlî
kadem-i mülk: Mülkünün talihi.

Harem-gâh-ı beka-bi’l-lâhta hükm-i fenâ yoktur
Kadem-i mülkinde hadd-i ibtidâ vü intihâ yoktur
Leskofçalı Galip
kadem-i nâka: Dişi devenin ayağı.

Kays’a sordum kadem-i nâkaya yüz sürdün mü
Şîve-i üştür edip der, deveyi gördün mü
Sâbit
kadem-i pâk: Temiz ayak.

Kadem-i pâkine yüz sürdü nesîm-i sohbet
Yaraşır
Sidre vü Tûbâgibi eylerse hırâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)
kadem-i ricâl: Erkeklerin ayağı.

Etme zer ü sîm için müdârâ
Olmaz kadem-i ricâle ruh-sâ
Ziyâ Paşa
akdâm: Kadem’ler, ayaklar. akdâm-ı küşt-gîr-i kühen: Eski güreş tutanların ayakları.

Akdâm-ı küşt-gîr-i kühenden muhâldir
Olmakgüşâde ukde-i zânû-yı mağfiret
Nâbî
kâdim, kâdime: Ayak basan, varan, ulaşan. kâdime-i sâhire-i peymây-ı kalem: Kalemin tartıcı büyücüsüne ulaşan.

Bir siyeh mûzeli sûdâ-ger-i bahr ü berdir
Sahttır kâdime-i sâhire-peymây-ı kalem
Nâbî
kader: Ar. 1. İnanılması
İslamî iman esaslarından olmak üzere insanların başına gelecek her türlü işlere dair, Allah’ın ezelî hüküm ve takdiri. 2. Talih, baht.

Ne sendendir ne bendendir ne çarh-ı kîne-verdendir
Bu derd-i ser humâr-ı neşve-i câm-ı kaderdendir
Nâbî
Kader nedir, sana düşmez o sırr istiknâh
Senin vazîfen itâat ne emrederse
İâh
Mehmet Akif
“Kadermiş!”
Öyle mi?
Hâşâ, bu söz değil doğru
Belânı istedin, Allah da verdi.

Doğrusu bu
Mehmet Akif
Hîç şaşmayın sâat gibi işler durur kader
Birgün sâat çalar.

Çok uzaktan gelir haber
Yahya Kemal
kader-i Hâlık: Allah’ın kaderi.

Buldum huzûr-ı kalb, Ziyâ, cümle kârımı
Tafvîz-i kabza-i kader-ı Hâlık eyledim
Ziya Paşa
kadı, kâdî: Ar. >Kâdi, hâkim, hüküm memuru. c. kuzât, kudât.

Kadı ola dâvacı vü muhzır dahi şâhid
Ol mahkemenin hükmüne derler mi adâlet
Ziyâ Paşa
kâdî-yı çarh: Feleğin kadısı.

Da’vî-i haşmet sana değdügine şâhid bu kim
Kâdî-i çarh eşiğin toprağına içer kasem
Nizamî
kuzât, kudât: Kadılar.

Hâkim-i şer’ iken ammâ ki kuzât
Etmez ettikleri zulmü haşerât
Nâbî
Kuzât ahvâlini dersen ne mümkündür beyân etmek
Eğer hasmın ise kâdî efendi yarıcın Allah
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
kadîd, kadîde: Ar. 1. İnce ince kesilip güneşte kurutulan et, pastırma. 2. İskelet. 3. İnce, zayıf kimse
Yarın düşüp ebediyyen türâb solacak
Ganî, fakîr müteşâbih, birer kadîd olacak
İsmail
Hikmet
Düşünde görmeye bir ayağ bâde hâletin
Sûfî riyâzet ile eğer kim ola kadîd
Hayâlî Bey
kadîd-i an’ane-hâh: Anane isteyen zayıf kimse.

Hele sen ey kadîd-i an’ane-hâh
Yetişir çizdiğin hudûd-ı siyâh
Tevfik Fikret
kadîde: Kurumuş, kuru.

Nef’î
ko bu tahkîki tamâm oldu kadîde
Şimden girü âgâz-ı duâ etmek ehemmdir
Nef’î
Her kim ki verir âşık-ı bî-tâba tesellî
Gûyâ nemek-feşânlık eder lahm-ı kadîde
Nâbî
Ey midelerin zehr-i tekâzası önünde
Her zilleti bel eyleyen efvâh-ı kadîde
Tevfik Fikret
kadîm, kadîme: Ar. Kadem’den; 1. Zaman cihetiyle eski olan şey. 2. Evvelini bilir kimse bulunmayan, evveli bilinmeyen şey. 3. Daim, baki. c. kudemâ.

Düşe bir semt-i garîbe reh-i fikr-i nazmı
Ne tarîk-ı rûşen-i tâze ne vâdî-i kadîm
Nef’î
Vücûd vücûd
İlâhî hayât-bahş-ı kerîm
Nefs-i atiyye-i rahmet kelâm-ı fazl-ı kadîm
Nâbî
Sıfatı cilve-i mehtâb-ı tecellî-i şuûn
Cür’ası zübde-i sahbâ-yı hum-istân-ı kadîm
Üsküdarlı Hakkı Bey
kadîm-i gam: Gam eskisi.

Pür-bîm-i bî-vefâyî-i ahbâbım ol kadar
Yâr-i kadîm-i gamla gönül ülfet istemez
Koca Râgıp Paşa
kadîm-i hâdisât: Eski olaylar.

Cihâna nâzır ol Rûhî fenâdır göz yumup el çek
Kadîm-i hâdisât ile dolu efsânedir dünyâ
Bağdatlı Ruhi
kadîm-şâirân: Eski şairler.

Olursa afvın ammâ çarh-ı dûn-ı süfle perverden
Biraz bahs eyleyeyim de’b-i kadîm-şâirân üzre
Ziya Paşa
kudemâ: Eskiler, eski olan şeyler.

Kudemânın görüp âsârını biz zevk ettik
Kudemâ görmedi hayfâ bizim âsârımızı
Nâbî
Bir tâze reviştir bu ki tabr-i latîfi
Revnak-şiken-i hüsn-i beyân-ı kudemâdır
Nef’î
Fikr et kudemâ ne hizmet etmiş
Her nâmeyi ders-i hikmet etmiş
Muallim Naci
kudemâ-yı ehl-i irfân: İrfan sahiplerinin eskileri.

Bâkî’ye gelince nazm-gûyân
Oldu kudemâ-yı ehl-i irfân
Andan
Nâbî’ye dek evâsıt
Eşâr henüz değildi sâkıt
Ziya Paşa
(andan: oradan.)
kâdim, kâdime: bk. kadem.

kadir, kâdir: 1. Allah’ın isimlerindendir. 2. Kudretli, güçlü, servet ve iktidar sahibi.

Hem anâsır, hem tabâyi’ hem mürekkeb hem basit
Cümlenin aslı vü fer’i
Kâdir’in makdûrudur
Nesimi
Tâ sâlik-i reh olmayıcak hem-sirişt-i nûr
Bu perdenin güzâre ne kâdir verâsına
Nâbî
Tutalım sende şefkat yoğ imiş kâdir misin men’e
Gürûh-ı ehl-i dânişten zuhûr-ı lûtf-ı Mevlâ’yı
Nedim
kâdir-i kün fe-yekûn: “Ol” diyen kudret sahibi Allah.

Ol köy benim bu şâr benim bu bahça vü gül-zâr benim
Şimdi seni yere koyar ol kâdir-i kün feyekûn
Şeyyat Hamza
kâdir-i mahv u isbât: İspat ve mahvetmenin kudret sahibi.

Değil tedbîr ile bir ferd kâdir-i mahv u isbâta
Sütûr-ı nüsha-i takdîre kimdir hâme uydurmuş
Koca Râgıp Paşa
Kâdir-ı Mutlak: Mutlak kudret sahibi Allah.

Meydânda senin kudretin ey kâdir-ı Mutlak
Durdursa da sîn-i sâbiteler gökte muallâk
Behçet
kadîr: Allah’ın isimlerindendir.

Kudret sahibi Allah.

Kadîr ü muktedir ü kâdir ü mukadder dahi
Alîm ü âlim ü allâm u a’lem ü alâ
Fuzûlî
kadîr: bk. kâdir.

kadr: Ar. 1. Kıymet, değer, itibar. 2. Rütbe, derece, mikdar.

Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî
Durup el bağlayanlar karşına yârân saf saf
Bâk
Gehî hâtırımdan çıkardı kadr
Atardım sipihre sabâha kadar
Keçecizade İzzet Molla
Taayyüşü mütenâsibti kadr ü şânı ile
Hakîkaten şu demin a’zamı kibârı idi
Recaizade Ekrem
kadr-i âsâr: Eserlerin kıymeti.

Bilinmez ârifin fevtinden evvel kadr-i âsârı
Mihekk-i hâk ile sencîdedir nakd-i hıred şimdi
Abdullah
Vassâf (Akhisarlı Şeyhülislam) kadr-i âşık: Âşıkın kıymeti.

Eylemez her kem-ayâr hüsne rağbet
Nâilî
Kadr-i âşık dil-ber-i sîmîn-berinden bellidir
Nâilî
kadr-i benî-âdem: İnsanoğlunun kıymeti.

Söz kâlbüd-i kadr-i benî-âdeme cândır
Söz vâsıta-i râbıta-i âlemiyândır
Yenişehirli Avnî
kadr-i câh: Mevki kıymeti.

Billâhi yuf bu şu’bede-i hîç-kâre yuf
Yuf kadr-i câh u tantana-i iştihâre yuf
Şeyh Galip
kadr-i çarh: Feleğin kıymeti.

Zemîn-i bisât-ı kadr-i çarh hayme-i azamet
Nücûm-ı sâbit ü seyyâre meş’al-i kudret
Nâbî
kadr-i der: Kapının kıymeti.

Seg-i kem-kadr-i derinden dahi kem-ter kaderim Üstühân-pâre-i ihsânın ile et beni yâd
Nâbî
kadr-i dürr-i güftâr: Söz incisinin değeri.

Yine endîşe bilir kadr-i dür-i güftârım
Rûzgâr ise denî dehr ise sarrâf değil
Nef’î
kadr-i erbâb-ı dil: Gönül sahiplerinin kıymeti.

Onun için kadr-i erbâb-ı dili farkeylemez devrân
Kim onlar sâye salmaz âr eder seb’-işidad üzre
Nef’î
kadr-i güftâr: Söz kıymeti.

İ’tirâz eylerse bir nâ-dân
Ziyâ hâmûş olur
Çünkü bilmez kadr-i güftârın sühan-dân olmayan
Ziyâ Paşa
kadr-i güher: İncinin kıymeti.

Pâymâl olmak ile ehl-i dil olmaz nâkıs
Hâke de düşse yine kadr-i güher dûn olmaz
Nesib-ı Mevlevi (İki Bayraklızade Yûsuf)
kadr-i hayât-ı azîz: Aziz hayatın kıymeti.

Bilinse kadr-i hayât-ı azîz râcihdir
Hezar saltanata yek dem-i kemîne-i ömr
Nâbî
kadr-i hüsn: Güzellik kıymeti.

Bilmezse kadr-i hüsnünü hûbân aceb değil
Mevrûstur misâl-i zenân mükteseb değil
Nâbî
kadr-i kufl-i âhen: Demir kilidin kıymeti.

Kim kadr-i kufl-i âhene muhtactır yine
Memlû iken derûnugüherle hazânenin
Nâbî
kadr-i makderet: Güç ve kuvvet kıymeti.

Arş-ı temkîn ü kadr-i makderet ü dehr-i sebât
Levh-i tarsîn ü kazA bezm-i efsânemizde her çeh bâd-âbâd
Hilmî (Trabzonlu)
kadr-i metâ-ı i’tibâr: Değerli kaynak kıymeti.

Girân-sâmân olan dellâl-veş kâlâ-be-dûş olmaz
Bilen kadr-i metâ-ı itibâr hod-fürûş olmaz
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
kadr-i ni’met: Nimet kıymeti.

Zevâl âkıle tefhîm-i kadr-i nimet eder
Bilirse pîr bilir olduğun şebâb lezîz
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
kadr-i ömr: Ömür kıymeti.

Adem hemîn bu bezm-i dil-ârâya bir gelir
Bil kadr-i ömrünü kişi dünyâya bir gelir
Sezayi (Hasan)
kadr-i resûl: Resül kıymeti.

Hâsılı evsat iken kadr-i resûl
Bir tavîl adam ile yürüse ol
Hakanî
kadr-i safâ-yı sıhhat: Sağlık şenliğinin kıymeti.

Derd-i firâk-ı hasreti mehcûr olan bilir
Kadr-i safâ-yı sıhhati rencûr olan bilir
Akif Paşa
(Mısır Valisi Mehmet)
kadr-i sipihr: Göğün kıymeti.

Kadr-i sipihrin anlayan anlar ham olduğun
Bî-çâre çerh bâr-keş-i âlem olduğun
Nâbî
kadr-i şer’: Şeriatin değeri.

Tahfîf-i kadr-i şer’den endîşe kılmadın
Evlâd-ı Mustafâ’ya cefâ kıldın eyfeZek
Fuzûlî
kadr-i tâat: İbadet kıymeti.

Vakt-i sâat kadr-i tâat hep mezayâsı onun
Lezzet-i şevk u şereften gayrı yazmadı nemat
Gaybî
kadr-i tamâm: Tam kıymet.

Da’vî deminde bedri şakk ettiği budur kim
Kadr-i tamâma ere tâ kim güvâh-ı Ahmed
Hamdullah Hamdi
kadr-i tedbîr: Tedbir kıymeti.

Müsâid ol kadr-i tedbîrine devrân ki kasd etse
Eğer bir emr-i zâhirde hilâf-ı re’y-i cumhûru
Nef’î
kadr-i zât: Kendi kıymeti.

Kadr-i zâtın çarhtan ber-ter der isem vechi var
Müttefiktir bunda cümle râz-dâr-ı rûzigâr
Akif Paşa
kadr-i Zi’n-nûreyn: Zi’n-nûreyn (Hz. Osman)’ın kıymeti.

Ol celîlü’lkadr-ı Zi’n-nûreyn-i sâhib-i hilk kim
Geldi dünyâya saîd ügitti ukbâya şehîd
Bağdatlı Ruhi
kadr-âşnâ: Değerbilir. kadr-âşnâ-yı
Hak-perest: Hakk’a tapan
değerbilir.

Görmedim kadr-âşnâ-yı
Hak-perest ü kâr-dân
Vakfe-gîr-i hayret oldum istikamet nâmına
Reşid
Akif Paşa
kadr-endâz: Kıymet atan; kıymetli.

kadr-endâz-ı kazâ: Kazanın kıymet atanı.

Darb-ı tîğ-ı kadr-endâz-ı kazapeygârı
Etti her hamlede düşmenlerini rû-be-kafâ
Nazîm (Yahya)
kadr-şinâs: Kıymet bilen.

kadr-şinâs-ı sühan: Sözün kıymetini bilen.

Her tîre-meniş kadr-şinâs-ı sühan olmaz
Her sifle hırîdâr-ı leâl-ı Aden olmaz
Nâbî
Kadr ü Berât: Kadir ve
Berat gecesi.

Kim benzer ona kim tuta
Kadr ü Berât’da
Sahn-ı harîm-ı Kâ’be yüzin ser-be-ser çerağ
Nizamî
kaf, Kâf: Ar. 1. Yeryüzünü kaplayan mitolojik dağ silsilesi ve
Zümrüd-ı Anka kuşunun yaşadığı dağ. 2. Kur’an’da bir sure ismi.

Hem cefâdır hem safâ, Hamza’yı attı
Kâf’a
Aşk iledir
Mustafâ, devletlü nesnedir aşk
Yunus Emre
Alem-i uzletin yegânesiyem
Kaftan
Kâf’a yok bana hemtâ
Fuzûlî
Gördü mahsûs olduğun meydân-ı istiğnâ bana
Şeh-perin gönderdi sorguç
Kaftan
Anka bana
Hayâlî Bey
kâf-ı dil: Gönül
Kafi.

Kâdir-i mutlaktır ol kim sende kendin gösterir
Kâf-ı dilde sâkin olan rûh-ı Anka: sendedir
Gaybî
Kâf-ı fenâ: Yok olma dağı.

Bu kasîde kaleme
Kâf-ı fenâdan geldi
Olsa nâmı yakışır beyza-ı Anka: -yı adem
Akif Paşa
Kâf-ı himmet: Gayret dağı.

Cîfe-i dünyâ değil kerkes gibi matlûbumuz
Bir bölük
Ankâlarız
Kâf-ı himmeti besler hezârân
Zâl-i zer
Şeyhülislam Yahya
Kâf-ı kanâat: Kanaat dağı.

Cîfe-i dünyâ değil kerkes gibi matlûbumuz
Bir bölük
Ankâlarız
Kâf-ı kanâat bekleriz
Fuzûlî
Kâf-ı şöhret: Şöhret dağı.

Kanâat, eyledi
Ankadyı
Kâf-ı şöhrete vâsıl
Kişi mümtâz olur âlemde elbet uzlet ettikçe
Fehim-ı Kadim (Uncuzade)
Kâf-ı vücûd: Varlık dağı.

Zîr-i bâlîne alır himmet ile dünyâyı
Gözün aç
Kâf-ı vücûd içre ne
Ankâlar olur
azmî (Pir Mehmet)
kâf: Ar. “kef” harfinin okunuşu.

Gerçi kâf ile nûndan oldu âlem
Ayâ neden oldu kâf u nûn hem
Fuzûlî
kafâ’: Ar. İnsan vücudunun üst kısmı; hayvan vücudunun ön kısmı; uç.

Kiminde san’ata rağbet, kiminde nakde heves
Hulâsa her kafadan başka başka çıkmış
Mehmet Akif
kafâ-yı gamze: Gamzenin ucu.

Hazer hazer saff-ı müjgân-i dil-siyehtir bu
Kafâ-yı gamzede bir gürd-i bî-sipehtir bu
Nâilî
kafâ-dâr: Kafaca birbirine denk olan kimse, arkadaş.

Kafa-dâr oldular şîr ü pelenk âhûya sahrâda
Ederler şol kadar şimdi riâyet hakk-ı cîrânı
Bâkî
kafâ-dâr: bk. kafa.

kafes: Far. Kuş koymak için ince çubuk veya telden yapılmış örme sepet.

Rûz-ı hicrândır sevin ey mürg-ı rûhum kim bugün
Bu kafesten ben seni elbette âzâd eylerem
Fuzûlî
Hezâr-ı bağ-ı gamım âşiyân gözümde değil
Değil bu köhne kafes gülsitân gözümde değil
Keçecizade İzzet Molla
Etme izhâr-ı hüner etmeğe mecliste heves
Bülbüle dâm-ı belâ oldu lisâniyle kafes
Râtib
Ahmet Paşa
kafes-i aşk: Aşk kafesi.

Dili söyletmeğe besdir sühan-ı şîrînin
Tûtîyân-ı kafes-i aşk şeker bilmezler
Nâbî
kafes-i bülbül-i şûrîde-makâl: Âşık ötüşlü bülbülün kafesi.

Dağlar sînede dil nâlede gûyâ kodular
Kafes-i bülbül-i şûrîde-makâl üstünegül
Tıflî
kafes-i hâk: Toprak kafes; mezar.

Pervâz-gehimdir dil-ı Kerrûbî-nişân
Künc-i kafes-i hâkte rûhu’l
Kuds’üm
Esrar Dede
kafes-i subh: Sabah kafesi.

Zâğ-ı şebi sayd etmek için perveriş eyler
Bir tâir-i zerrîn-per ü bâli kafes-i subh
Nâbî
kafes-i ten: Ten kafesi.

Durmaz kafes-i tende şehâ mürg-i dil ü cân
Kûyuna senin uçmak için bâl ü per ister
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
kafes-i teng-i sîne: Göğsün dar kafesi.

Dil bu hevâ ile kafes-i teng-i sînede
Mânend-i mürg-i bâl-şikeste tapan olur
Nef’î
kafes-gîr: Kafese kapatılmış.

Tâir-i lâne-i ıtlâk kafes-gîr olmaz
Kayd-ı tahrîr olsun mu müselsel ma’nâ
Nâbî
kafes-nişîn: Kafeste oturan.

Düştümse niyâza nâzenînim
Elden ne gelir kafes-nişînim
Şeyh Galip
Dil-teng-i cevre şehd-i mükâfât eder zuhûr
Tûtî kafes-nişîn iken eyler şeker zuhûr
Sâmi (Arpaeminizade Vak’anüvis Mustafa Bey)
kâfî: Ar. Kifâyet’ten; kifâyet eden, yetişen.

Eğer maksûd eserse mısrâ’-ı ber-ceste kâfîdir
Aceb hayretteyim ben sedd-ı İskender husûsunda
Koca Râgıp Paşa
Maîşetin sana kâfî gelir mükâfâta
Vücûdun olsa da nizam-ı kişver ü cumhûr
Yenişehirli Avni
Zulm ü sitemin değil mi kâfî
Elvermedi mi a şûh-ı câf
Tâhirü’l Mevlevî
kâfil: bk. kefîl
ka: Ar. 1. Kervan, birlikte yolculuk edilen topluluk. 2. Sıra sıra, takım takım gönderilen şeylerin her bir parçası. c. kavâfil.

Ne râh, ne râh-ber bulundu
Ne kâfileden eser bulundu
Fuzûlî
Yine ferrâş-ı sabâ sahn-ı ribât-ı çemene
Geldi bir kâfile kondurdu yükü cümle bahâr
Bâkî
Halletmediler bu lûgazın sırrını kimse
Bin kâfile geçti hükemâdan fudalâdan
Ziyâ Paşa
kâfile-i dost: Dost kafilesi.

Bilmez kimesne kâfile-i dosttan haber
Geh geh budur kulağıma bâng-ı ceres gelir
Şeyhi kâfile-i ehl-i yakın: Yakın kişiler kafilesi.

Meş’al-i kâfile-i ehl-i yakîn
Hazret-i şeyh-i cihân
Sadreddîn
Hakani
ka: file-i müjde-âver-i ihvân: Dostların müjde taşıyan kafilesi. yanda kâfile-i müjde-âver-i ihvân
Kamîs-ı Yûsuf’u hâmil, mübeşşir ü şâdân
Tevfik Fikret
kâfile-i müşg-bâr: Koku yayan kafile.

Gel ey nesîm-i sabâ kûy-ı yârden ne haber
Gelir mi kâfile-i müşg-bârdan ne haber
Nef’î
kâfile-i nev-bahâr: İlkbahar kafilesi.

Bizimle ey hıred âmâdesin vedâ’ayine
Kudûm-i kâfile-i nev-bahârı biz biliriz
Nâbî
kâfile-i ömr: Ömür kafilesi.

Çekilir kâfile-i ömr diyâr-ı ademe
Nâle-i cân u dil ol kafleye bâng-ı ceres
Şeyhülislam Yahya
kâfile-salâr: Kervan başı, reis.

Ol kâfile-salâr-ı kirâmı hüner-endûz
Erbâb-ı dil ü dâniş ona hayl ü haşemdir
Nef’î
kâfile-sâlâr-ı hurûf: Harflerin reisi.

İstikâmet olur elbet sebeb-i serdârî
Oldu ol yüzden elif kâfile-sâlâr-ı hurûf
Eşref Paşa
(Bursalı Mustafa)
kâfile-sâlâr-ı tarikat: Tarikatın reisi.

Himmet ey kâfile-sâlâr-ı tarîkat tâ çend
Dûrdan gûşumu pür-şûr ede bâng-ı ceresin
Nedim
kavâfil: Kafile’ler.

FezA-yı ma’bedin encüm-nümâ meş’alini
O lem’a lem’a dizilmiş ziyâ kavâfilini
Mehmet Akif
kavâfil-i beşeriyyet: İnsan kafileleri.

Kavâfil-i beşeriyyetşikeste-sâk-ı tüvân
Yürür sükûn ile feyfâ-yı zindegânîde
Cenap Şahabeddin kavâfil-i evrâk: Evrak yığınları.

Şimdi yalnız kavâfil-i evrâk
Mütemâdi sürüklenir bir uzak
Ufk-ı pür-ızdırâb ü nevmîde
Ahmet Hâşim
kavâfil-i feth: Fetih kafileleri.

Teveccüh eyledi her kûşeden kavâfil-i feth
Dağıldı reh-zen-i idbâr kalmadı mahzûr
Nâbî
kâfir: bk. küfr.

kafiye, ka: Ar. İki veya daha çok mısrada son hecelerin harf veya ses olarak uygunluğu. c. kavâfi.

Bir niçe üştür-i ser-mest durur bu ebyât
Ki oldu her birisine kâfiye kûhân-şekl
Hayâlî Bey
Evzanı, kâfiyesi bozuk, sözleri berbât
Gerçi ederim haylice manzûmeler inşâd
Kemalzâde Ekrem Bey
Belâ-yı şâir-i bî-vâyedir zarûret-i vezn
Daha belâsı onun ıstırâbı kâfiyedir

kavâfi: Kafiyeler.

Evzânı kavâfîsi bozuk sözleri ber-bâd
Gerçi ederim haylice manzûmeler inşâd
Kemalzâde Ekrem Bey
kâfûr: Ç3ilÂ) Far. Japonya, Osenya, Hindistan ve
Çin’de yetişen bir çeşit kokusu kuvvetli defne.

Kanlar akar aceb ki bu çeşm-i sefîdden
Hûn-âbe-hîz o çeşme-i kâfûrdur bana
Şeyh Galip
Gerden-i sâfı beyaz öyle ki kâfûr gibi
Çeşm ü ebrûsu siyâh öyle ki semmûrgibi
Nedim
Kimlerin yâresine merhem-i kâfûr oldu
Kandadır kanda o zâlim o sitem-kâre aceb
Nedim
kâfûr-ı ârız: Yanağının kâfuru.

Her kim yüzünde benlerin görmüş değil bilmez nedir
Kâfûr-ı ârız üzre ol hâl-i karanfül nicedir
Şeyhi kâğaz: Far. Kâğıt. Beyân etmeğe hâcet ne hâlini halka
Ziyâ-yı şems gibi râzın ayân eder kâğaz
Selimî, İlhamî, Selimî (Sultan III. Selim)
Yârden geldi bize verdi haberler kâğaz
Başlar üzre yer ederse yeridir her kâğaz
Bağdatlı Ruhi
Yansa kül olsa da mazmûnunu izhâr eyler
Sen hemân sözünü yaz dil-bere gönder kâğaz
Şeyhülislam Yahya
kâğıd: Far. Yazı yazmak için ve kitap basmak için kullanılan ağaçtan yapılmış malzeme.

Sevâd-ı nazma bakıp rûy-ı bahr-i kâğıdta
Aceb mi mâil olursa kenâra deryâ-dil
Esrar Dede
Demem ki kâğıd uçursun peyâm göndersin
Kebûter-i dil ile bir selâmgöndersin
Nihat Bey
kâğıd-ı hûb: Güzel kâğıt.

Hüsn-i hatla görünür kâğıd-ı hûb
Bir kalem başlı hat-âver mahbûb
Seyyit Vehbî
kâğıd-ı zer: Altın kâğıt.

Yanıp mihr âteşinde kâğıd-ı zer oldu hâkister
Eser kaldı henüz âteşten anda câ-be-câ ammâ
Nadirî (Ganizade) (anda: orada.)
kâğıd-âsâ: Kâğıt gibi.

Kağıd-âsâ olma züd-vecheyn olursunşühpesiz
Simsiyâh eyler yüzün bir kilk-i hiddet âşinâ
Râsih (Enderunî İbrahim)
kâh: bk. gâh.

kâh: Far. Saman, saman çöpü.

Ko
Necâtî kapına sürsün yüzün men’ etme kim
Muhkem olmaz hangi dtvârın ki berg-i kâhı yok
Necati Bey
kâh: Far. 1. Köşk, kasır. 2. Yüksek bina. 3. Bir göz oda.

Hezârân safâ hezârân kâh
Ne dîvân-hâne fezâ-yı ferah
Keçecizade İzzet Molla
kâh-ı kün fe-kân: “Ol ” diyenin köşkü.

Tuttu cihânı pertev-i hüsnün güneş gibi
Doldu sadâ-yı aşkın ile kâh-ı kün fe-kân
Bâkî
kâh-ı tahayyül: Hayal edilen köşk.

Lâkin sorun şu penceresinden bakanlara
IKah-ı tahayyülün
Tevfik Fikret
kâh-ı zer-nigâr: Altın işlemeli köşk.

Elim mahbere, endîşe-lîka, ye’s-i midâd
Çekmede satr-ı ümîde hatt-ı butlân-ı kalem
Akif Paşa
kahbe: Ar. 1. Orospu, kahpe, zâniye. 2. Sözünde durmaz, dönek, vefasız.

Tükürün milleti alçakça uran darbelere
Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere
Mehmet Akif
Gel behey kahpe felek gönlümü incitme benim
Taş mı sandın yüreğim kal’a mı sandın bedenim

kahhâr: Ar. Allah’ın zelil ve kahredici sıfatı. Beyt-i ma’mûr-ı Hudâ feth olalı gelmedi hîç
Dehre zâtın gibi bir fâtih-i kahhâr u kadîr
Üsküdarlı İsmailpaşazâde Kahhâr atımın kanlı, kıvılcımla izinde
Bir başka denizdim ebediyyet denizinde
Midhat Cemal Kuntay
kâhiş: Far. Fazla, ziyade, çok fazla.

Bizim o mâh ile peyvend-i irtibâtımızın
Misâl-i mâh-ı felek kâhiş ü fezayişi yok
Nâbî
kahkaha: Ar. Yüksek sesle gülme.

Önümde kebg-veş durmaz surâhî kahkaha eyler
Hevâ şeh-bâzıyam lâzım gelir bana şikâr almak
Behiştî
Mecnûn’um ki hâl-i bed-meâlim böyle gördükçe
Adûlar kahkaha eyler gürûh-ı dostân ağlar
Enderunlu Fazıl
kahkaha-i hande-i gül: Gülün gülüş kahkahası.

Şöylegül-şenpür-tarab kimgûşlar fark eylemez
Kahkaha-i hande-i gülden nevâ-yı bülbülü
Nedim kahkaha-i istihzâ: Alaycı gülüş.

Eyleyip hâline bir kahkaha-i istihzA
Nâvek-i tâne-i düşnâma edip onu siper
Nâbî
kahkaha-i ye’s: Üzüntü kahkahası.

Kudur, ey lücce-i zulmet, mütehevvir, çılgın
Gülerim kahkaha-i ye’s ile çığlıklarına
Tevfik Fikret
kahkaha-zâ: Kahkaha doğuran; kahkaha ortaya koyan.

Tûfân-ı cünûn dense bu tuğyâna sezâdır
Hem kahkaha-zA doğrusu hem girye-fezadır
Muallim Naci
kahkaha-zen: Kahkaha ile gülen, kahkaha atan.

Fâhişe nâmı alan her bir zen
Nâle tarzında olur kahkaha-zen
Abdülhak Hâmit
kahkarî: Ar. Birdenbire geri dönme.

Görmedim hâsılı bir gün râhat
Kahkarî eylemeyince ric’at
Sünbülzade Vehbi
kahr: Ar. 1. Zorlama, zorla iş gördürme. 2. Mahvetme, helâk etme. 3. Çok üzüntü duyma, kederlenme.

Bed-baht ona derler ki elinde cühelânın
Kahr olmak için kesb-i kemâl-i hüner eyler
Şinasi
kahr-ı celâl: Büyüklük kahrı.

Lem’ager nûr-ı cemâlinden cihâna ermese
Zulmet-i kahr-ı celâlin kimse bî-târ eylemez
Muradî (Sultan III. Murat)
kahr-ı cevr-i dil-rübâ: Sevgilinin eziyet üzüntüsü.

Devr-i adlinde mükedder yok meğer kim ağlaya
Kahr-ı cevr-i dil-rübadan âşık-ı şûrîde-hâl
Üsküdarlı Hakkı Bey
kahr-ı cihân-sûz: Cihanı yakan kızgınlık.

Semûm-ı kahr-ı cihân-sûzu esse gül-zâra
Olur usâre-i hanzal zamîr-i güldegül-âb
Nâbî
kahr-ı dehr: Dünyanın sıkıntısı.

Dil var mı ki kahr-i dehr ile vîrân edilmedik Beytül-hazen mi kaldı perîşân edilmedik
Yahya Kemal
kahr-ı düşmen: Düşman sıkıntısı.

Gönlümü geh kahr-ı düşmendir yıkan geh cevr-i dost
MübtelA-yı ışka kanda ise belâ eksik değil
İbni Kemâl
kahr-ı felek: Feleğin öfkesi.

Sitem-keş-âne bu tûl-i emel nedir yâ Rab
Sürünce kahr-ı felek dehrin imtidâdı kadar
Namık Kemâl
kahr-ı hasm: Düşmanı helâk etme.

Bî-muhâbâ reh-i nâ-refteye gitsem de ne var
Kahr-ı hasm eylemeğe elde asâdır hâmem
Koca
Reşid Paşa
kahr-ı hiddet: Hiddeti yok etme.

Yürür, fakat suların böyle kahr-ı hiddetine
Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne
Tevfik Fikret
kahr-ı Hudâ: Allah’ın kahrı.

Bir olur külbe-i dervîş ile kasr-ı şâhî
Ateş-endâz olıcak sâika-i kahr-ı Hudâ
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
(olıcak: olunca.)
kahr-ı Kahramân: Kahraman’ın öfkesi.

Adlin katında cevr ü sitem dâd-ı Keykûbâd
Hışmın yanında lûtf u kerem kahr-ı Kahramân
Bâkî
kahr-ı makâm: Makam sıkıntısı. nemmâmın bize kahr-ı makamı lutf u menn oldu
Dü-çeşmim garka-i eşk olmadan kurtuldu havf-ile
Süleyman Paşa
kahr-ı mülhak: Sonradan katılan öfke.

Gün gibi âşikâresin
Ariflere ayne’l-yakîn
Ehl-i tuğyânın özünde kahr-ı mülhak el-gıyâs
Ümmî Sinan
kahr-ı yâr: Yârin öfkesi.

Bir gelir zevk
AşnA-yı ışka lutf u kahr-ı yâr
Birini dost ârzû eyler birin ağyâr-ı hâr
Hüsnî kahr-ı Yezdân: Allah’ın gazabı.

Ejdehâ-yı kahr-ı Yezdân iltikâm eyler seni
Ehl-i hak şânında ey dil söyleme bâtıl cevâb
Behiştî
kahr u lûtfEziyet ve ihsan.

Dem-â-dem aks alır mirât-ı âlem kahr ü lûtfundan
Onun için geh küdûret zâhir eyler geh safâ peydâ
Fuzûlî
Her meşakkat kim görürsün ind-ı Hak ‘’tandır nüzûl
Kahr u lutfun illetidir tutma sen dilde melâl
Ümmî Sinan
kahramân: Far. 1. Fars mitolojisinde
Rüstem’in yendiği kimse. 2. Yiğit, cesur.

Çektikçe çeşmi hışm ile şimşîr-i gamzesin
Uşşâka dehşet-i gazab-ı Kahramân verir
Nef’î
kâhrübâ, kehrübâ: Far. Saman kapıcı, çerçöp kapıcı.

Yerden çıkarılan bir çeşit reçinenin çekme özelliği.

Türkçede kehribar olarak geçer ve tespih yapılır.

Mûya benzer tenimiz ayrılmaz kabından
Gösterir hâk-i terin hâsiyet-i kehrübâ
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
kaht: Ar. Yağmursuzluk, kuraklık; kıtlık, azlık.

kaht-ı cemâl: Güzellik yokluğu.

Şâm’da her ne kadar kaht-ı mekâsib var ise
Bulunur şehr-ı Haleb’te o kadar kaht-ı cemâl
Nâbî
kaht-ı mekâsib: Kazanç kıtlığı.

Şâm’da her ne kadar kaht-ı mekâsib var ise
Bulunur şehr-ı Haleb’te o kadar kaht-ı cemâl
Nâbî
kaht-ı ricâl: Hükümet ve siyaset yokluğu.

Adîm iken o ve mevcûd iken bu kaht-ı ricâl
Sizinle istedim etmek makâmını ibcâl
Abdülhak Hâmit
kaht-ı sühan: Söz kıtlığı.

Göstermesin o kaht-ı sühan meclisin
Hudâ
Ki âlûde-i tenahnuh ola lafz ü nükteler
Nâbî
kaht-ı tahammül: Tahammül yokluğu.

Şöyledir kaht-ı tahammül sîne-i tengimde kim
Yetmez olmuştur nefes bir âteşîn feryâda dek
Nedim kaht-ı Yûsuf: Yusuf’un pahalılığı.

Bûs-ı la’l ü hat-ı ser-sebzini dilden sorman
Kaht-ı Yûsuf da olan berg ü nevâyı ne bilir
Rızayi kaht u galâ: Kıtlık ve pahalılık.

Yedi iklîmi gezip eylemişiz kaht ugalâ
Şehrden şehre sürülsek ne ola vâfir oluruz
Sürûrî
kahve: Ar. Kökboyasıgillerden bir ağacın meyve çekirdeğinden yapılan içecek.

Aksetti bir dakîka uzaktan hayâlime
Tenhâ
Emirgân’ın
Çınaraltı’nda kahvesi
Yahya Kemal
ka’de: Ar. Bir kere oturma.

ka’de-i ahîre: İki veya daha fazla rekatlı namazların son oturuşları.

Namâz-ı şâm gamın ka’de-i ahîresidir
Gönül kapında tahiyyât-ı ye’se etti kuûd
Sâbit
kâid: Ar. Kıyâdet’ten; 1. Yedici, yedeğine alan, yedekte çeken; yol gösteren. 2. Serasker, kumandan, komutan. c. kâidân.

kâidü’l-ceyş: Askerlerin komutanı.

Kâidü’l-ceyşindir imdâd-ı rusül
Feyz-i te’yîd-i semâvîyâverin
Hamdullah Hamdi
kaide, kâide: Ar. 1. Kural, usül, nizam. 2. Taban, temel: ayaklık.

Bir kâidedir bu câvidâne
Elbette gider gelen cihâne
Ziya Paşa
kâide-i aşk: Aşk kaidesi.

Kays’a
Mecnûn diyenin aklına
Nevres şaşarım
Ne bilir kâide-i aşkıyâbânın delisi
Nevres-i Kadim
kâide-i cevr: Eziyet kaidesi.

Hele sen kâide-i cevrde eksik komadın
Dostluk hakkı ise ancak ola var olasın
Mihri
Hatun
kâide-i devr: Dönme kaidesi.

Âsyâb-ı kadehin kâide-i devri budur
Sen de sabr eyle biraz da sana növbetgelsin
Nâbî
kâide-i hüsn ü melâhat: Güzellik kaidesi.

Ayâ bu mudur kâide-i hüsn ü melâhat
Ahbâba cefâ düşmâna i’zaz kılarsın
Nahfî
kâide-i verd-i hezâr-âşüfte: Bülbüle âşık gülün kuralı.

Böyledir kâide-i verd-i hezar-âşüfte
Bülbül-i dil-şüde-i zârı eder hâre fedâ
Ziya Paşa
kâide-i zer: Altın kaide.

Hep ser-â-pâ-yı cihân mezra’a-i ibrettir
Cereyân etmededir kâide-i zer’ ü hasâd
Nâbî
kail, kâil: bk. kavl.

kaim, kâim: Ar. Kıyâm’dan; 1. Ayakta durucu, duran. 2. Bir işe devam eden ve onda kalan kimse. 3. Birinin yerine geçen, birinin yerini tutan. 4. Vaktini namazda geçiren, namaz kılan.

Her kim onun sünnetiyle farzını kâim tutar
Ne diyem ki âk ıbet soru hisâbtan beridir
Yunus Emre
Kâim olmazdı nizâm ü nesak-ı asl-ı vücûd
Vermeseydin eser-i adl ile dünyâya revâc
Fuzûlî
Kurursa bir gün o menba’ ne his kalır ne hayât
Beka-yı dîn ile kâim hayât-ı cem’iyyet
Mehmet Akif
kâ’inât: Ar. Kevn’den; 1. Var olan, mevcut olan, yaratılmış olan şeylerin hepsi; yaratıklar. 2. Evren.

Gönül ki hande yüzünden yaşar hayâta güler
Hayâta hande eden rind kâinâta güler
Muallim Naci
Kâ’inâtı yaratan
Hazret-ı Hak azze ve cell
Kim onun vahdetidir mebde-ı Feyyâz-ı ezel
Şinasi
Her rûh açılıp da kâinâta
Keyfinle semâda bulsa mesken
Yahya Kemal
kâ’inât-ı gayb: Bilinmeyen evren.

Kâ’inât-ı gaybı tel tel yoklayan mızrâbdan
Vehleten dervâze-i mâzî açılmış âbdan
Yahya Kemal
kâinât-ı hiss: His evreni. yanda koskoca bir kâinât-ı hiss ü şühûd
Kalıp, ümmîd be-leb katre-cû-yı ihsânın
Tevfik Fikret
kâinât-ı nefâis: Nefisliklerle dolu evren.

Bu kâinât-ı nefâisde bir ketîbe-i nâz
Birer bedîa-i hulyâ-nüvâz u his-engîz. kadd ü kâmet-i nâzanla her zemân mümtâz
Birer hayâl-i girizan-ışi’r ü handesiniz
Fâk
Âlî Bey
kâinât-ı hazin: Hüzünlü evren.

Yazayım ben acıklı bir güfte
Sen de elhân-ı kâinât-ı hazîn
Toplayıp da yapar mısın beste
Hüseyin Sîret
kâinât-ı nâime: Uyuyan kâinat.

Dolaşır kâinât-ı nâimeyi
Bir umûmîşekîk-i tenhâî
Cenap Şahabeddin kakııııs: Far. Doğu mitolojisinde çok büyük bir kuş ismi.

Delikli gagasından rüzgâr estikçe birtakım sesler çıkardığına inanılan masal kuşu.

Sözüm arz etse kebûter yâre sözümden benim
Bir od çıkıp minkârdan kaknûsgibi biryân olur
Usuli
Âteş-i aşkı için söndüreyim dilde
Per salıp cismini nâra kaknûs
Beliğ
Tiryâkî-i herze-hâr-ı menhûs
Âteşler içinde pîr-i kaknûs
Şeyh Galip
kâkül: Far. Başın tepesinden bırakılıp alna dökülen saç perçemi, yanaklara doğru sarkan saç, perçem, zülf.

Şemîm-i kâkülün anmış nesîm gül-şende
Demiş ki sünbüle sende emânet olsun bu
Figânî
Nerde mest olmuş yine ol şûh bilmem neşveden
Dîdeler mahmûr, kâküller perîşândır bütün
Üsküdarlı Hakkı Bey
Dili bülbül kıluptur ârızın üstündeki güller
Beni sevdâ ile baştan çıkarmıştır o kâküller
Avnî (kıluptur: kılmıştır.)
kâkül-i anber-nisâr: Anber kokusu saçan kâkül.

Başında kâkül-i anber-nisârın tûğ-ı şâhîdir
Alemsin hüsn ile serdârısın şimdi cüvânânın
Cinânî
kâkül-i anber-şiken: Amberin kokusunu kıran perçem.

Dolaşıp kâkül-i anber-şiken cânâne
Ne kadar hâtır-ı mahzûna dokundu şâne
Taşlıcalı Yahya Bey
kâkül-i cânân: Sevgilinin kâkülü.

Derhem olursa kâkül-i cânân aceb değil
Olur tekellüfât çü meslûb şeb-be-şeb
Nâbî
kâkül-i dil-ber: Sevgilinin kâkülü.

Kıssa-igussam uzundur kâkül-i dil-ber gibi
Nâzenînler nâzı gibi çok-durur derdim benim
İbni Kemâl
kâkül-i hoş-bû: Hoş kokulu kâkül.

Râyete meyl ederiz kâmet-i dil-cû yerine
Tûğa dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine
Gazi Giray
kâkül-ı Leylâ
: Leyla’nın kâkülü.

Olsa ger hükm-i revân âlem-i hüsn-i aşka
Dil-ı Mecnûnu komaz kâkül-ı Leylâ’da esir
Üsküdarlı Hakkı Bey
Târ-mâr etti nice kâkül-i leylâyı felek
Kays ile bu dil-i güm-geşte o sevdâda dahi
Keçecizade İzzet Molla
kâkül-i müşgîn: Mis kokulu kâkül.

Ser-geşteliğim kâkül-i müşgînin uçından
Âşüfteligim zülf-i perîşânın içindir
Fuzûlî
(uçından: sebebiyle)
Bûy-ı cân-perver gelir bâd-ı sabâdan her nefes
Kâkül-i müşgînine cânâ meğer kim şânedir
Hamdullah Hamdi
kâkül-i pür-pîç-i müşgîn-târ: Mis kokulu saç telinin büklüm büklüm olan şekli.

Pây-bend-i aşktan bir dahi olur mu halâs
Kâkül-i pür-pîç-i müşgîn-târa düştü gönlümüz
Şeyhülislam Yahya
kâkül-i zerrîn: Altın renkli perçem.

Ser-pûşun olan kâkül-i zerrin
Döksen kılar endâmını tezyîn
Abdülhak Hâmit
kâl: Ar. Söz, lakırdı, kelam.

Çün cehldedir zevk kemâli ne edelim biz
Kâl ehli safâ eyleye hâli n’edelim biz
Bağdatlı Ruhi
Bir bakışla ne nezâketler eder
Kâlegelmez ne işâretler eder
Sünbülzade Vehbi
Gönül emrâzına kâlden bulunmaz akl-ıla dermân
Bu sırra olmuşam
Lokmân eğer merhem sararsan gel
Ümmî Sinan
kâl ü ef’âl: İş ve sözler.

Deme keşf olur ser-â-ser sana esrâr-ı hafî
Kâl ü ef ‘âlinde vardır çün senin yüz bin hatâ
Âdile Sultan
kal’: Ar. Koparma, koparılma, yerinden sökülme.

Kal edip bîh ü esâsından usûl-i fitneyi
Himmet-i şâh-ânesi vermekte devrâna nizâm
Üsküdarlı Hakkı Bey
kal’a: Ar. Kale, hisar, tahkim edilmiş bina. c. kılâ.

Kal’a dîvârınguzat ettikçe vîrân top ile
Düşmen-i dînin olurdu cismi lerzan top ile
Sururi
Bir kala ki
Sûmenât’a benzer
Her seng-i siyâhı
Lât’a benzer
Şeyh Galip
Gel behey kahpe felek gönlümü incitme benim
Taş mı sandın yüreğim kala mı sandın bedenim

kal’a-i hasm: Düşman kalesi.

Dayanmaz önünde yürürse eğer
Eder kal’a-i hasmı zîr ü zeber
Kemalzâde Ekrem Bey
kal’a-i himmet: Yardım kalesi.

Ceyş-i gamdan kanda etsin ilticâ ehl-i niyâz
Kal’a-i himmette
Nâbî burc u bârû kalmamış
Nâbî
kal’a-i ikbâl: Talih kalesi.

Döşendi kasr-ı temennâya işret esbâbı
Dikildi kal’a-i ikbâle nusret a’lâmı
Nef’î
kal’a-i pûlâd-beden: Çelik bedenli kale.

Lâkin imdâd-ı İlâhî yetişip ordumuza
Oldu her bir neferi kal’a-ipûlM-beden
Reşad (Sultan V. Mehmet Reşad)
kılâ: Kal’alar.

Görüldü mü açılaldan berü bu bâb-ı sefer
Bu gûne hedm-i kılâ ü hezîmet-i tabur
Nâbî
kâlâ: Ar. Kumaş.

Gûne gûne arayıp kâlâlar
Eyleme câme için kavgâlar
Nâbî
kâlâ-yı ayş: Eğlence kumaşı.

Zîver-i kâlâ-yı ayş ü nakş-i tamgâ-yı kesâd
Resm ü âyîni diğer-gûn başka âlemdir gönül
Nâbî
kâlâ-yı gam-ı devrân: Zamanın gam kumaşı.

Ne iktizâ eder elmas u la’l-i âteş-gûn
Vuralım âteşe kâlâ-yı gam-ı devrânı
Yine nûş eyleyelim bâde-i âteş-gûnu
Nâbî
kâlâ-yı maârif: Bilgi kumaşı.

Kâlâ-yı maârif satılır sûklarında
Bâzar-ı hüner ma’den-i ilm ü ulemâdır
Nedim
kâlâ-yı nâ-derîde: Delinmemiş elbise.

Her nâ-kabûle etmez zahm-i sitem teveccüh
Görmez cefâ-yı sûzen kâlâ-yi nâ-derîde
Nâbî
kâlâ-yı nâz: Naz kumaşı.

Tasavvur hurdesin dilden gubâr-âsâ eder ifnâ
Ne toz konduramaz oldu ol perî kâlâ-yı nâz üzre
Hanif Efendi
kâlâ-yı sühan: Söz kumaşı.

Narhı altmışlığa indi hele târihlerin
Pek ucuzlandı bu bâzârda kâlâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
kâlâ-yı sürûr: Sevinç kumaşı.

Ey Bahâyîşeh-i gam râhınapây-endâz et
Genc-i dilde ne kadar var ise kâlâ-yı sürûr
Şeyhülislam Bahayi (Mehmet)
kâlâ-yı şi’r: Şiir kumaşı.

Böyle metâ’-ı tâzeleri var mı
Nâbîyâ
Kdld-yı şi’ri zîver-i dükkân edenlerin
Nâbî
kâlâ-yı vasl: Kavuşma kumaşı.

Kılmış cihânı müşteri kâlâ-yı vaslına
Ayâ o şûh kangı diyârın kumâşıdır
Enderunlu Vâsıf
kâlâ-yı visâl: Kavuşma kumaşı
Bize arzeyleme kâlâ-yı visâlin yetişir
Bildik ey şûh senin biz ne kumâş olduğunu
Sâbit
kâlâ-yı vuslat: Vuslat kumaşı.

Hâce-i aşkız bu gün bâzâr-ı mihr-i yârda
Nakd-i cânla almağa kâlâ-yı vuslat bekleriz
Hayâlî Bey
kâlâ-yı zemâne: Zamanın kumaşı.

Molla ne aceb bilmezse ammâ bu acebtir
Hîç olmaya bir nâkıd-ı kâlâ-yı zemâne
Nef’î
kâlâ-yı zühd: Takva kumaşı.

Ayâ ne gûne câmegiyer subh-ı haşrde
Kâlâ-yı zühdü sûk-ı riyâda mezad eden
Nâbî
kâlâ-be-dûş: Kumaşı omuzunda.

Girân-sâmân olan dellâl-veş kâlâ-be-dûş olmaz
Bilen kadr-i metâ-ı Ptibârı hod-fürûş olmaz
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
kalb: Ar. 1. Yürek, et parçası. 2. Gönül.

Her şeyin ortası, merkezi, önemli noktası. ed. Bir kelimenin tersinden okunarak anlamlı bir kelime meydana getirecek şekilde kullanma sanatı. 5. Değiştirme, çevirme, döndürme. c. kulûb.

Günlerce ne gördüm, ne de bir kimseye sordum «yâ
Rab!
Hele kalp ağrılarım durdu » diyordum
Yahya Kemal
Çünkü âlem bir kapandır, anda âdem fâredir
Ya’nî cebri kalbedenşey hep o kâfirpâredir
Fazıl
Ahmet
Aykaç (anda: orada.)
Fukarâ kalbine her kim dokuna
Dokuna sînesi Allah okuna

Mûr gibi emrine kılmış itâat halk-ı Rûm
Râm oluptur nitekim
Mûsâ’ya ey şeh sihr-i mâr
Lamiî Çelebi (mûr: karınca, Rum: Anadolu, râm: boyun eğme, mâr: yılan kelimeleri anlamlı bir şekilde birbirlerinin tersinden okunabilir.)
kalb-i akdes: En kutsal kalp.

Tasvîr-i gayre kılma mahal kalb-i akdesi
Esnâma mesken eyleme Beytü’l
Mukaddes’i
Usûlî (Yenice Vardarlı)
kalb-i âlem: Âlemin kalbi.

Seng-bâr-ı cevr olan tahrîb-i kalb-i âleme
Haşr olur
Haccâc ile, bin
Kâ’be bünyâd etse de
Namık Kemâl
kalb-i alîl: Hastalıklı kalp.

İsm-i zât oldu ona lafz-ı cemîl
Hüsne tâkat mı eder kalb-i alîl
Enderunlu Fazıl kalb-i ârif: Arifin kalbi.

Bâd-ı seher mi yâ
Rab ya nefha-ı Mesîhâ
Ya feyz-i kalb-i ârif ya mevc-i âb-ı cârî
Ziya Paşa
kalb-i cihân: Cihanın kalbi.

Öyle yükseldi semâvâta ki âvâz-ı cenân
Dinliyor nağme-i eşvâkımızı kalb-i cihân
Kemalzâde Ekrem Bey
kalb-i der-be-der: Perişan, dağınık kalp.

Sendin “Uyukluyor” diye gûyâ donuk, denî
Bir kalb-i der-be-der gibi tel’în eden beni
Tevfik Fikret
kalb-i dilîrân-ı vegâ: Savaş yiğitlerinin kalbi.

Ol saf-şiken-i şîr-i salâbet ki hücûmu
Dehşet-fügen-i kalb-i dilîrân-ı vegadır
Nef’î kalb-i ehl-i hâl: Hâl ehlinin kalbi.

Devrden peymâne-i mihr ü vefâ eksilmede
Kalb-i ehl-i hâlden zevk u safâ eksilmede
Bağdatlı Ruhi
kalb-i elem-zede: Eleme uğramış kalp.

Pek tîrelendi kâlıb u kalb-i elem-zede
Hicrân ugam ikisini de dâg-dâr eder
Esrar Dede
kalb-i emrâz: Hastalıklı kalp.

Kalb-i emrâzın devâsı bâbının miftâhıyım
Pîr ü üstâdım sorarsan bil ki
Lokmân’dır benim
Ümmî Sinan
kalb-i esrâr-ı İlâhî: İlâhî sırların kalbi.

Tab’-ı efkâr-ı füyûzata müzeyyen hacle
Kalb-i esrâr-ı İlâhîye muallâ micdel
Kâzım Paşa
kalb-i feyz-cû: Feyiz arayan kalp.

Ten-i hâkîde kalb-i feyz-cû pejmürde olmuştur
O bir mâhî-i kudsîdir ki berde mürde olmuştur
Esrar Dede
kalb-i gâfil: Gafil kalp.

Hâne-i târîk-i kalb-i gâfil tenvîr eder
Şu’le-i misbâh-ı îmândır
Fütûhât ü Fusûs
Nâbî
kalb-i gam-nâk: Gamlı kalp.

Vaktâ ki durup şu kalb-i gam-nâk
Toprakta nihân olur vücûdum
Recaizade Ekrem
kalb-i harâb: Yıkık kalp.

Ta’mîr-ı KA’be hidem-i sanem-hâne iş değil
Aç dîde-i basîreti kalb-i harâba bak
Naîm (Tezkirecizade Müverrih)
Bu halka vakfedecek milk ü mâlımız yoktur
Beş on gazelle şu kalb-i harâbdan başka
Yahya Kemal
kalb-i hayât: Hayatın ortası.

Acı bir nevha-i teşekkîsi
Yolunda kalb-i hayâtın gelir enîn-i riyâh
Tevfik Fikret
kalb-i istiğnâ: Maddiyattan arınmış kalp.

Pehlivân-ı âlem olmuş kalb-i istiğnâ ile
Top çerhi dehr elinde oynatır elma gibi
Muhlis (Sultan Mustafa)
kalb-i leyâl: Gecelerin kalbi. kadar zaf ile tev’emdi bu şeb kalb-i leyâl
Ne benim vardı gurûrum ne de bir vecd-i hayâl
Mehmet
Behçet Bey
kalb-i mahzûn: Hüzünlü kalp.

Gayret-i gam kalb-i mahzûnum komaz şâd olmağa
Bûm olur mu hîç râzı mülkü âbâd olmağa
Şehrî (Malatyalı Ali Çelebi)
kalb-i meftûr: Kederli kalp.

Sen, ey mâh, ey muallâ menba’-i ulviyyet-i sevdâ
Ularsın kalb-i meftûrumda şevk-ı Ftilâpeydâ
Tevfik Fikret
kalb-i meksûr: Kırılmış kalp.

Niçin cebreylemezsin bir nazarla kalb-i meksûru
Tavâf etsen ne olur bir kerre kâfir Beyt-ı Ma’mûr’u
Nevres-i Kadim
kalb-i menûn: Zamanın kalbi.

Na’ralar müşte-zen-i tabl-ı sımâh-ıgerdûn
Sadmeler, zelzeleler hadşe-res-i kalb-i menûn
Tevfik Fikret
kalb-i metîn: Sağlam kalp.

Nüzûl-ı berk-ı firkat def’aten yaktı harâb etti
Kül oldu hecr ilepûlâd iken kalb-i metînimgel
Esrar Dede
kalb-i millet: Milletin kalbi.

Musırrm, sâbitim ta cân verince halka hizmette
Fedâ-kârın kalır ezkârı dâim kalb-i millette
Namık Kemâl
kalb-i mûr: Karınca kalbi.

Kimseyi dil-teng-i âzâr etme sultânlık budur
Kalb-i mûru taht-gâh eyle
Süleymânlık budur
Nazîm (Yahya)
kalb-i muztarib: Üzüntülü kalp.

Yaşar mıyız seni kaybetsek âh ben, kalbim
Bu kalb-i muztaribim
Tevfik Fikret
kalb-i mü’min: Müminin kalbi.

Kalb-i mümin ki arş-ı Rahmân’dır
Onu yıkmak ziyâde tuğyândır
Sinan Paşa
kalb-i müstmend: Kederli kalp.

Bendeyim bir zâlime kendi efendimdir benim
Dâimâ cervâr-ı kalb-i müstmendimdir benim
Esrar Dede
kalb-i müteessir: Üzüntülü kalp.

Kalb-i müteessir ki dem-â-dem
Eyler darabânında tecellî
Ahzan-ı tarab neş’e-i mâtem
Tevfik Fikret
kalb-i nâ-kâbil: Kabil olmayan kalp.

Nûr-ı hikmet kalb-i nâ-kâbilde işrâk eylemez
Çeşmin etmez merdüm-i hâbîdenin rûşen çerâg
Ali
Ruhi (Bey)
kalb-i nâle-i meşhûn: İnleme dolu kalp.

Bütün şiirlerimin rûhu bir tekeddürdür
Ki dem-be-dem duyarım kalb-i nâle-i meşhûnda
Tevfik Fikret
kalb-i nâ-şâd: Mutsuz kalp.

Firâka bir tesellî bulamam bu kalb-i nâ-şâda
hâle sabr u tâkat gayret-i cânân imiş cânâ
Âdile Sultan
kalb-i nerm: Yumuşak kalp.

Gönül ne ârzû-yı câh eder ne tâc ü taht ister
Reh-i himmette ancak kalb-i nerm ü pây-i saht ister
Nâbî
kalb-i pâk: Temiz kalp.

Diye sükkân-ı semâ işbu duâya âmin
Kalb-i pâki ola âlâm u mihnetten emîn (Sultanzade)
Mehmet
Dâniş
kalb-i perîşân: Perişan kalp.

Zülfün ile kâkülün el bir edip ayak dolar
sebebten rişte-i kalb-i perîşân sarmaşır
Necati Bey
kalb-i rahim: Merhametli kalp.

Tasavvur eyleyemezdim ki ansızın dursun
Felâh-ı ümmet için çırpınan o kalb-i rahîm
Mehmet Akif
kalb-i rakîb: Rakibin kalbi.

Kalb-i rakîbi ko dile bak iltifât ile
Bir görme
Kâbefi et
Sûmenât ile
Hâşimî
kalb-i rakîk: İnce kalbi.

İnsân ona derler ki ede kalb-i rakîki
Alâm-ı benî-nev’i ile kesb-i melâl et
Ziyâ Paşa
kalb-i rindân: Rintlerin kalbi.

Sûy-ı humdan kopan nârın kes ey zühd arasın yoksa
Harâb olur misâl-i kalb-i rindân hânmân-ı gam
Nâbî
kalb-i rûhânî: Ruhani kalp.

Tabîb-i kalb-i rûhânî edip
Nuri kulun
Mevlâ
Olur kalbindeki emrâzını âmâlini muslih
Nuri
kalb-i sanevber: Çam fıstığı şeklindeki kalp.

Benzetti serv kaddini nahl-i sanevbere
Bağlandı târ-ı zülfüne kalb-i sanevberi
Şeyhülislam Yahya
kalb-i selîm: Temiz gönül. allâm-ı hüsn-âferîn
Hakîm
Arar bendegânında kalb-i selîm
Muallim Naci
kalb-i sengîn: Taştan kalp.

Kalb-i sengîne kelâm-ı nerm eder lâ-büd eser
Kıt’a-i elmâs dâim hâk olur kurşun ile
Beliğ kalb-i şâd-mân: Mutlu kalp. tıfl-ı bî-kederin kalb-i şâd-mânda
Derîde oldu o dem bir sehâbe-i gülgûn
Cenap Şahabeddin kalb-i şekûr: Şükreden kalp.

Sutûr-ı midhat-i zâtın sürûr-ı kalb-i şekûr
Misâl-işeh-per-ı Rûhü’l
Emîn oldu hemîn
Taşlıcalı Yahya Bey
kalb-i şerîf: Şerefli kalp.

İffet ü ismet ile tab’-ı latîfi hem-zâd
Himmet ügayret ile kalb-i şerîfi tev’em
Nâbî
kalb-i şîrîn: Tatlı kalp.

Sığmamış sadr-ı peleng-ânene kalb-i şîrîn
Yetmemiş kudretine şöhret-i âlem-gîrin
Tevfik Fikret
kalb-i tabîat: Tabiatin kalbi. Allahü ekber. Allahü ekber.

Bir samt-ı ulvî; kalb-i tabîat
Tevfik Fikret
kalb-i tabîb-i vuslat: Vuslat tabibinin kalbi.

Kalb-i tabîb-i vuslata gelmezse merhamet Allah rahmet eyleye bîmâr-ı hasrete
Yenişehirli avni
kalb-i ulemâ: Âlimlerin kalbi.

Nûr-ı çeşm-i vüzerâ kuvvet-i kalb-i ulemâ
Tâc-ı fark-ı vükelâ kurre-i ayn-ı hükkâm
Nâbî kalb-i uşşâk: Âşıkların kalbi
O
Buhtunnasar hûnî gamzelerle tuttu âfâkı
Yıkar Beytü’l
Mukaddes gibi her dem kalb-i uşşâkı
beliğ
kalb-i ümîd-vâr: Ümitli kalp. şûhtan nice kâbil tehâlüf-i teşrîf
Meğer teveccüh-i kalb-i ümîd-vâr o mudur
Nâbî
kalb-i vîrân: Yıkık kalp.

Sîne çâk ü kalb-i vîrân bülbül-âsâ pür-figân
Adile kuluna rahm ü mekremetle k ıl meded
Âdile Sultan
kalb-i zemân: Zamanın kalbi.

Sen o âlî darabân-ı kalb-i zemânsın ki şuûn
Hûn-ı hürriyet cisminle olur hande-nümûn
Kemalzâde Ekrem Bey
kalb-i ziyâ-bâr: Işık saçan kalp.

Duyulan zemzemeler kalb-i ziyâ-bârından
Saçılan relreleler cûşiş-i efkârından
Kemalzâde Ekrem Bey
kulûb: Kalpler.

Isınıp cümle kulûb âb-ı bürûdet gitti
Cibe-rîz olsa acep mi dönerek arz u sewâf
Nedim
kulûb-ı ârifân: Bilgelerin kalpleri.

Mazhar-ı sırr-ı hakâyıkdır kulûb-ı ârifân
Eylemez şugl-ı abes insân-ı kâmilden zuhûr
Hersekli Arif Hikmet
kulûb-ı âşıkân: Âşıkların kalpleri.

Dürr-i nutkundur kulûb-ı âşıkânaşeb-çerâg
Tâcir-i kâlA-yı vaslın istemezgayrı metâ’
Esrar Dede
kulûb-ı ehl-i hâl: Hâl ehlinin kalpleri.

Eser-i kabûl-i tâat ona vermiş öyle hâlet
Ki kulûb-ı ehl-i hâle harekâtı câzib olmuş
Fuzûlî
kulûb-ı mü’minîn: Mü’minlerin kalpleri.

Eyledi kesb-i hayât-ı tâze halk-ı kâinât
Doldu envâr-ı meserretle kulûb-ı mü’minîn
Ziyâ Paşa
kulûb-ı kâsiye: Sert kalpler.

Gitmez kulûb-ı kâsiyeden nakş-ı infiâl
Seng üzre mürtesim olan âsâr saht olur
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
kâlbüd: Far. 1. Kalıp, şekil; kerpiççi kalıbı. 2. Beden, ceset; gövde, kafes.

kâlbüd-i cism: Cismin kalıbı.

Dü-dest-i lutf ile kurtar isâbet eylemeden
Rivâk-ı kâlbüd-i cisme nâr-ı neft-endûd
Sâbit
kâlbüd-i kadr-i benî-âdem: İnsanoğlunun kıymetli bedeni.

Söz kâlbüd-i kadr-i benî-âdeme cândır
Söz vâsıta-i râbıta-i âlemiyândır
Yenişehirli Avni
kâle: Far. 1. Kumaş. 2. Kelek, ham.

kâle-i dükkân: Dükkânın kumaşı.

Oldu rindân-ı harâbât ile mest-i rüsvâ
Hâce yağmâya verip kâle-i dükkânı bu şeb
Esrar Dede
kâle-i irfân: İrfan kumaşı.

Herze-sevdâ-yı metâ’-ı şöhret etmez bunda sûd
Nakştemgâ-yı kabûlü kâle-i irfâna bas
Koca Râgıp Paşa
kâle-i kâm: Emel kumaşı. zemân ki bezm-i cânda bölüşüldü kâle-i kâm
Bize hisse-i mahabbet dil-i pâre pâre düştü
şeyh Galip
kâle-i râz: Sır kumaşı.

Bir müşterî-i kâle-i râz eyle tedârik
Dükkânçe-i esrârını açmazdan evvel
Râşid (Malatyalı Müverrih Mehmet)
kâle-i vasl-ı dil-ârâ: Gönlü süsleyen kavuşma kumaşı.

Behâ-yı kâle-i vasl-ı dil-ârâ cevher-i cândır
Nukûd-ı eşk-i âşık sûk-ıgamda nâ-revâdır hep
Seyyit
Mehmet
Nesip
kâle-i zer-târ-ı servet: Servetin altın telli kumaşı.

Cihân mahrûmdur hep kâle-i zer-târ-ı servetten
Libâsı fâhir-i erbâb-ı devlettir nemed şimdi
Namık Kemâl
kaleb, kalıb: Ar. Kalıp, şekil.

kaleb-i fersûde: Eskimiş kalıp.

Döndüğü kaleb-i fersûdeye cism-i zârım
Yine ey rûh-ı revân fikr-i visâlindedir
Nedim kâleb-i mahbûb-ı melek-sîmâ: Melek yüzlü sevgilinin bedeni.

Var mı bir kâleb-i mahbûb-ı melek-sîmâ kim
Pertev-i hüsn-i ezel ona hulûl eylemeye
Hayâlî Bey
kaleb-i salsâl: Çamur kalıbı.

Kıbletü’l-halk afâf-ı melekût olmuş idi
Olmadan kaleb-i salsâl sezâ-vâr-ı sücûd
Yenişehirli Avni
kalem: Ar. 1. Kamış, yazı aleti. 2. Dairelerde yazı işlerinin yürütüldüğü büro. c. aklâm.

Gönül gamını niçe safha-i beyâna yazam
Kalemden od çıkuban korkarım ki yanayazam
Avnî (Fatih Sultan
Mehmet II) (çıkuban: çıkarak.)
Sühan bir tûtî-i mu’ciz-beyândır hâmem üstâdı
Kalem bir kahramân-ı tîğ-zendir dil silah-dârı
Nef’î
Kendi bâzen gelir ammâ sözü gelmez kaleme
Muallim Naci
(Meşhur mısra)
kalem-i afv u atâ: İhsan ve bağışlama kalemi.

Bu cerîdemde hatâ olsa eğer
Kalem-i afv u atâlar çekeler
Hakanî
kalem-i câdû-fen: Cadı bilgili kalem.

Safha bir lâhzada
Hârût-sitân oldu yine
Turfa efsûn okudu bu kalem-i câdû-fen
Nedim kalem-i dakîka-dân: Anlaşılması güç olan şeyi bilen kalem.

Güftârıgüzîde, tab’ı nâdir
Kimdir?
Kalem-i dakîka-dânım
Muallim Naci
kalem-i mu’cize-fen: Mucize bilgili kalem.

Sâbit
ü zâhir olunca eser-i bagy ü inâd
Zü’l-fekâr-ı dü-zebâna kalem-i mu’cize-fen
Nâbî
kalem-i mûyî: Kıldan kalem.

Eylesin bâl-ı Hümâ’dan kalem-i mûyînin
Sûret-i esbin eğer etse musavvir tasvîr
Bâkî
kalem-i müje: Kirpiğin kalemi.

Ruhum üzre hatt-ı sirişkimi defe’ât ile kalem-i müjem
Rakam ettiğiyçin el okuyup bilir oldu râz-ı nihânımı
Fuzûlî
kalem-i sun’: Sanat kalemi.

Çekti müsvedde-i tahvîl-i berât ademe
Hatt-ı butlân kalem-i sun’
Hudâ-yı bîçûn
Münif kalem-i zer-ger-i dükânçe-i sun’: Sanat dükkânının altın işlemeli kalemi.

Sukâta-i kalem-i zer-ger-i dükânçe-i sun’
Tirâşe-i güher-i çâr-sûy-ı istiğnâ
Nâbî
kalem-i Yezdân: Allah’ın kalemi.

Mevc mevc kürre-i pîşânî
Satır satır kalem-ı Yezdânî
Nâbî
kalem-dân: Kalem konan kutu.

Serîrinden ciğer-hûn oldu nâ-dân
Bana kandîl yeter oldu kalem-dân
Atâyî (Nev’izade Ataullah)
kalem-ender-kalem: Kalem içinde kalem.

Vücûd-ender-vücûd âsâr-ı te’sîr-i irâdettir
Kalem-ender-kalemdir dest-ı Mânî’den zuhûr
Esrar Dede
kalem-kâr: Nakkaş, sanatkâr.

Nesîm ol denlü nâzik tarh eder âb üzre emvâcı
Ki levh-i sîme üstâd edemez öyle kalem-kârı
Nef’î
Zer-ger-i kâmilidir san’at-işi’rin
Bâkî
Nice olur gel beri seyr eyle kalem-kârlığı
Bâkî
kalem-rev: Bir hükümdarın veya hükümetin hükmünü yürüttüğü yer, ülke.

Azmetmiş idim kalem-revimde
Terk etmemeğe harâb bir yer
Namık Kemâl
aklâm: Kalem’ler.

Re’yi bir mertebet rûşen ki yazarken vasfın
Şem’a gâlib görünür şu’le-i nevk-i aklâm
Nef’î
Gerçi kim evsâfını tahrîre olmazdı mecâl
Olsa eşcâr-ı behişt aklâm ü enhârı midâd
Yenişehirli Avni
kalender: Far. Kayıtsız, dünyaya ilgi duymayan, dünyadan elini eteğini çekmiş kimse.

Girip bin âleme her âlemi bir âlem-i zevk et
Kalender ol, hakîm ol, âlemin her âleminden geç
Celal Paşa
Erenler der-gehinde bir kalender bende-i hâs ol
Tıraş et çâr-darb ile gönülden fikr-i ağyârı
Hayri
Kalenderin zifir olmuş su görmedik yakası
Bakıp da bir titiz insân demiş ki: Kahrolası
Mehmet Akif
kalender-meşreb: Kalender yaratılışlı.

Arif ol, ehl-i dil ol, rind-i kalender-meşreb ol
Ne Müslümân-ı kavî, ne mülhid-i bî-mezheb ol
Nef’î
kâlıb, kâleb: Ar. 1. Kalıp, bir şeye biçim verilmek için kullanılan vasıta. 2. Nümune, örnek. 3. Gövde, beden, vücut.

Rûhtur kâlıb-ı insâna
Fehîmâ irfân
Heykel-i bî-hünerân addolunur seng-i mezâr
Fehim (Hoca Süleyman)
Pek tîrelendi kâlıb u kalb-i elem-zede
Hicrân u gam ikisini de dâg-dâr eder
Esrar Dede
kâlıb-ı bî-cân: Cansız kalıp.

Nisbet edecek olsak eğer ehl-i kemâle
Bir kâlıb-ı bî-cân gibidir zümre-i cühhâl
Hüseyin
Hüsnü
kâlıb-ı bî-rûh: Ruhsuz kalıp.

Kûşe-i hicrânda kalmış kâlıb-ı bî-rûh edip
Eyledi cân mürdelerden cânına rağbetyine
Behiştî
kâlıb-ı bî-nûr: Nursuz kalıp.

Pür etdi kâlıb-ı bî-nûr mâhı pertev-ı Hûrşîd
Cemâli oldu ya âyîne-i hayâle leb-â-leb
Rızâyî
kâlıb-ı fersûde: Eskimiş vücut, yıpranmış beden.

Let urup kâlıb-i fersûdemi geh habs kılar
Geh serâsîme vü uryân bırakır sahrâya
Fuzûlî
Kâlıb-ı fersûdeme verdi hayâlin nev-hayât
Hey kıyâmet bir musavver câna benzettim seni
Behiştî
kâlıb-ı huşk-ı hayâl: Hayalin kuru kalıbı.

Sonra gelse dehre hallâk-ı ma’nîden ne ola
Kâlıb-ı huşk-ı hayâle rûh-ı sânîdir sözüm
Nef’î
kâlıb-ı insân: İnsan kalıbı.

Rûhdur kâlıb-ı insâna
Fehîmâ irfân
Heykel-i bî-hünerân addolunur seng-i mezâr
Fehim-ı Kadim (Uncuzade)
kâlıb-ı salsâl: Çamurdan yapılmış kalıp.

Kıbletü’l-halk afâf-ı melekût olmuş idi
Olmadan kâlıb-i salsâl sezâ-vâr-ı sücûd
Yenişehirli Avni
kâlîçe: Far. Küçük halı.

Pest-fıtratlara ziynet ile rif’at gelmez
Olsa her tarz ile kâlîçe münakkaş, basılır
Koca Râgıp Paşa
kâlîçe-i çemen: Yeşilliğin küçük halısı.

Yer yer serildi gül-şene kâlîçe-i çemen
Meyyâl-i cû mukayyed-i bâd olmadın gönül
Yahya Kemal
kâlîçe-i zer: Altın işlemeli küçük halı.

Mâî kâlîçe-i zer bâfeti yaydı gerdûn
Tâ ki pâ-bûs-ı şerîfiyle ola rif’at-yâb
enderunlu Fazıl
kalîl: bk. kıllet.

kallâb: Ar. Kalb’ten; 1. Kalıptan kalıba giren, kalpazan, kalp ve sahte para basan. 2. Çok hileci.

Nâbî o kadar kîse tehî dünyâ kim
Kallâblığa başladı âlem yek-ser
Nâbî
kallâş: Ar. Kalleş, kancık, dönek, hilebaz.

Bâde-i aşka vücûdun câmesin rehin etti
Aferînler ol melâmet bezminin kallâşına
Bâkî
Esîr-i dâne-i zerk oldu zahid-i kallâş
Elinde dâm-ı riyâdır çevirdiği tesbîh
Nef’î
Dünyâ-yı denî varlığını bir çöpe saymaz
Cân nakdini harc edici kallâşlarız biz
Lamiî Çelebi
kallâş-ı cihân: Cihanın kalleşi.

Sarı saman altında su yürütmede mâhir
Hakka ki hazân faslı da kallâş-ı cihândır
Şeyhülislam Yahya
kaltabân: Far. 1. Deyyus, pezevenk. 2. Tenbel, boş kimse.

Sözüm yok haset eylese şâirân
Neden hasmım oldu biraz kaltaban
Keçecizade İzzet Molla
Baba!
En sevgili annen o senin öz vatanın
Olacak mıydı fedâ hırsına üç kaltabânın
Mehmet Akif
kalyân: Far. Nargile, çilim.

Ah eylediğim neş’e-i kalyânın içindir
Kan ağladığım kahve-i fincânın içindir
Sâbir kâm: Far. Arzu, istek; murat, maksat.

Gerçi cânândan dil-i şeydâ için kâm isterem
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir
Fuzûlî
Cihânı lutf ü mürüvvetle kâm-rân ettin
Cihânda kâm alasın ber-sebîl-i istimrâr
Nedim
Kâm almadık müsâferetinden bu âlemin
Cânânla, meyle son günü ey mevt, sendeyiz
Yahya Kemal
Cevri gönlümdür çeken gözdür gören ruhsârını Allah Allah kâm alan kimdir çeken kimdir ta’ab

kâm-ı dil-i şeydâ: Âşık gönlün muradı.

Gerçi cânândan dil-i şeydâ için kâm isterem
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir
Fuzûlî
kâm-ı cân: Can isteme.

Kâm-ı cân istediği lezzeti sordum bildim
Hân-ı hüsnünde lebi şehdi müheyyâ olmuş
Avnî
kâm-ı dil: Gönül arzusu.

Yüz meşakkat çekse kâm-ı dil tapar encâm-ı kâr
Her kimin
Mevlâsı âlemde şeh-ı Merdân
Fuzûlî
kâm-ı dünyâ: Dünyayı isteme.

Geçti dil râh-ı talebten kâm-ı dünyâdan bile
Fârig oldu
Arzûlardan temennâdan bile
Cevrî (İbrahim Çelebi)
kâm-bahş: İstek verici. kâm-bahş-ı mey-perestân: İçki içenlerin istekçisi.

Yine sâkî gül-efşân-ı girîbân-ı kadeh oldu
Yine devr-i zemâne kâm-bahş-ı mey-perestândır
riyazi
kâm-bîn: Arzusuna ulaşan; bahtiyar, mesut, talihli.

Gelmedi zâtın gibi bir şâh-ı kâmil âleme
Gerçi geldi âleme pek çok mülûk-ı kâm-bîn
Ziya Paşa
kâm-cû(y): Kâm ve ikbal arayan.

Der-geh-i ta’zîm ü tekrîminde âlem kâm-cûy
Harmen-i ihsân ü eltâfinda âdem hûşe-çîn
Fuzûlî
kâm-kâr: Mutlu, isteğine ulaşmış.

Eblak-süvâr-ı rûzigâr, aşıp
Rûm ü Zengibâr
Leşker-şikâr-ı kâm-kâr, Behrâm
Efrîdûn-ı âlem
Nef’î
Görmedim
Nef’î
gibi bir rind-i âlî-meşrebi
Hem gedâ hempâdişâh-ı kâm-kâra nâz eder
Nef’î
kâm-kâr-ı ma’nî: Mana güzelliği.

Feth ile cihân nazm u nesri
Ol Hüsrev-i kâm-kâr-ı ma’nî
Ünsî
kâm-rân: Mesut, bahtiyar, emel süren, isteğine kavuşmuş.

Cihânı lûtf u mürüvvetle kâm-rân ettin
Cihânda kâm alasın ber-sebîl-i istimrâr
Nedim
Muhtâc ola
İlâhî dilenci kapısına
Şol kâm-rân ki dâdın işitmez gedâların
Nevres-i Kadim
Bülbüle hutbe okutup her gün
Oldu sultân-ı kâm-rângonce
Hayâlî Bey
kâm-rân-ı aşk: Aşk bahtiyarı.

Kam-rân-ı aşk olanlardır o bî-nâm ü nişân
Dostunu bulan saâdetli hemân pinhân olur
Âdile Sultan
kâm-revâ: Maksadına, arzusuna nail olan.

Salâhı âlem-i kevn olsa ger fesâdı kadar
Olurdu kâm-revâ her kişi murâdı kadar
Nâilî
Gam değil kâm-revâ olmaz isem âlemde
Rûzgârın teg olaydım şerr ü şûrundan emîn
Nef’î
Olmadım zerre kadar kâm-revâ âlemde
Devletinde pederim olmuş idi gerçi vezir
Üsküdarlı Hakkı Bey
kâm-ver: Arzusuna nail olmuş, mesut, bahtiyar.

Nâ-kâmlıkta ülfet eden kâm-rân olur
Nâ-kâm odur ki kâm-ver ü kâm-yâbtır
Yenişehirli Avni
kâm-yâb: Bahtiyar, mesut.

Nâ-kâmlıkta ülfet eden kâm-rân olur
Nâ-kâm odur ki kâm-ver ü kâm-yâbtır
Yenişehirli Avni
kamâme: Ar. Süprüntülük.

Büt-hâne-i hüsnünde hat zülfü eder tefsîr
İncîl yazar künc-i kamâmede
Yohannâ
Esrar Dede
kamâme-i veseniyyûn: Putperest taifesinin süprüntülüğü.

Harîm-i kalb-i bütân-ı hevâ yeter kıldı
Kamâme-i veseniyyûn ü Sûmnât-ı Hünûd
Sâbit
kamer: Ar. Ay, mâh.

Mütehâlik, samût bir mahşer.

Nâzil olmuş edîm-i arza kamer
Tevfik Fikret
Matla’-ı feyz-ı Hudâ’da hem kamer hem âfitâb
Tûr-ı kurb-ı Hak’ta hem nûr-ı tecellî hem cemâl
Yenişehirli Avni
Ol sîm-ber yakasını açtıkça gül gibi
Gören onu sanır ki buluttan kaçar kamer
İbni Kemâl
kamer-çehre: Kamer yüzlü.

Kamer-çehre perî-rûyum zarîfim şûhum ü şengim
Semen-bûyumgül-endâmım zehî serv-i gül-istânım
nesimi
kamer-ruh: Ay yanaklı.

Ey kamer-ruh fil-mesel bir bende-i ferzane-veş
Atı önüncepiyâde sen şehin ben kulyeter
Zâti
kamer-ruhsâr: Ay yüzlü.

Tâ ki arz etti cihâna subh-dem dîdârı îd
Gün gibi pür-şevk kıldı her kamer-ruhsârı îd
Zâti
kamer-tâb: Ayı aydınlatan.

Şer’i ile kıldı ol kamer-tâb
Ta’lîm-i hukûku fazl ü âdâb
Ziyâ Paşa
kamer-tal’at: Ay yüzlü.

Ey kamer-tal’at meh rûyundan istihyâsı-çün
Perde-i eflâk olur kat kat hicâb-ı âfitâb
Hasırcızâde Hafız kâmet: Ar. 1. Boy, kad. 2. Camilerde farz namazına kalkmak için söylenen iç ezanı.

Bana ol kameti
Tûbâ lebi ünnâb gerek
Ne ideyimgörmek ile serv-i çemenden ne biter
Necati Bey
Hilâl-i kametin kavs etmeyen âlî-makâm olmaz
Mehi gör kim hMl olmazdan evvel bedr-i tâm olmaz
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
Yerlerde sürünme vakti geçti
Doğruldu semâya doğru kâmet
Namık Kemâl
kâmet-i ar’ar: Selvi boylu.

Kadd-i bülend ü kâmet-i ar’ar hırâm-ı yâr
Gül-zâr-ı Ptidâlde bitmiş nihâldir
Bâkî
kâmet-i bâlâ: Uzun boylu.

Çok belâya saluban halka kıyâmet koparır
Çok kıyâmet edip ol kâmet-i bâlâ salınır
Zeynî kâmet-i ber-ceste: Seçme, latif boy.

Meğer fevvâreden âb-ı letâfet sıçramış çıkmış
rütbe kâmet-i ber-cesten ey şûh-ı revân vardır
Nedim
kâmet-i bülend: Yüce boy.

Tâk-ı hakîrde bulunan mîve-i lezîz
kâmet-i bülende bedeldir çenârda
Nâbî
kâmet-i dil-cû: Gönül çeken boy.

Akar cûy-i sirişkim kâmet-i dil-cûnu andıkça
Dolar kan ile çeşmim la’lini yâdettiğim demler
Üsküdarlı Sırrî
kâmet-i ham: Eğri boy.

Kâmet-i ham birle bir ehl-i kerâmettir kaşın
Taş oluptur görülen baş eğmemiş mihrâb ona
Fuzûlî
kâmet-i hamîde: Övülmüş boy.

Sipihre olmadan gayr çeşm-bâz-ı niyâz
Ne nef’i var bize bu kâmet-i hamîdemizin
Nâbî
kâmet-i ikbâl: Talih uzunluğu.

Kâmet-i ikbâl gâyet mâil-i idbâr olur
Ser-bülend vakt-ipîrîde iki kat bâr olur
Benlekçi
İzzet Bey
kâmet-i ma’nâ: Mana boyu.

Aceb mi kâmet-i ma’nâya
Nâbî olsa nâ-çesbân
Gubâr-âlûde olmuş hâme-i hâtır kühenlenmiş
Nâbî
kâmet-i mevzun: Ölçülü, düzgün boy.

Bâğ-bânger meyl kılmam servine ma’zûr tut
Serviden yiğrekgelir o kâmet-i mevzûn bana
Fuzûlî
kâmet-i mu’tedil: Orta boy.

Serverâ servi boyun hem-ser-ı Tûbî mi değil
Kâmet-i mu’tedilin hasret-i tûtî mi değil
Şeyhi kâmet-i nâz: Nazlı boy.

Kâmet-i nâzına kûtâh kabâ-yı gerdûn
Cilve-i rif’atine teng kazâ-yı evhâm
Nâbî
kâmet-i nâzân: Nazlı boy. kadd ü kâmet-i nâzanla her zemân mümtâz
Birer hayâl-i girizan-ı şi’r ü handesiniz
Fâk
Âli Bey
kâmet-i nâzende: Nazlı boy.

Gam-ı kalbim sürûd-ı şevkile tebdîl eden cümle
Misâl-i yâsemen ol kâmet-i nâzendedir bil hep
İlhamî, Selimî (Sultan III. Selim)
kâmet-i nâzenîn: Nazlı boy.

Dest-i berhem-zen olursan ne kadar şiddet ile
Kâmet-i nâzenîne etmez yine teklîf-i kıyâm
Nâbî
kâmet-i ömr: Ömür uzunluğu.

Yek-sân bilen bahâr u hazânın bu gül-şenin
Mânend-i serv kâmet-i ömrü dirâz olur
Koca Râgıp Paşa
kâmet-i serv: Servi boy.

Bir dem sanemâ kâmet-i servinle kıyâm et
Tâ kim bize zâhir ola ahvâl-ı Kıyâmet
Figânî
kâmet-i şimşâd: Şimşir ağacına benzeyen boy.

Ra’nâlık ile kâmet-i şimşâdı eden zikr
Olmaz mı hacîl serv-i hırâmânınıgörgeç
Fuzûlî
Afet-i cân dediler gamze-i cellâdın için
Nahl-i gül söylediler kâmet-i şimşâdın için
Nedim
kâmet-efrâz: Boy yükselten.

Sipihr-i rif’atin tâbende mâh-ı âlem-efrûzu
Riyâz-ı devletin zîbende serv-i kâmet-efrâzı
Nef’î
kâmi’: Ar. Kam’dan; kahreden, yok eden, ortadan kaldıran; aşağılayan.

kâmi’-ı bih ü sitem: İyilik ve zulmu aşağılayan.

Câmi’-i seyf ü kalem dâfi’-i şerr-i âlem
Kâmi’-ı bih ü sitem kâtı’-ı ırk-ı nîreng
Üsküdarlı Hakkı Bey
kâmi’-ı küfr ü dalâl: Sapıklık ve küfrü yok eden.

Dürri-i çarh-ı celâl u dürr-i deryâ-yı kemâl
Kâmi’-ı küfr ü dalâl u câmi’-i hulk-ışiyem
Nizami kâmi’-ı şirk ü dalâlet: Sapıklığı ve Allah’a ortak koşuculuğu aşağılayan.

Aftâb-ı adl
Sultân ibn-ı Sultân
Bâyezîd
Kâmı’-ı şirk ü dalâlet lâmi’-i nûr-ı yakîn
Necati Bey
kâmil: bk. kemâl.

kamîs: Ar. Gömlek.

kamîs-i beden: Beden gömleği.

Zehr-i hasedi düşmenin, ef’î gibi, çıkmaz
Tâ çıkmayıcak rûhu kamîs-i bedeninden
Sâbit
kamîs-i Yûsuf: Yusuf’un gömleği. yanda kâfile-i müjde-âver-i ihvân
Kamîs-ı Yûsuf’u hâmil, mübeşşir ü şâdân
Tevfik Fikret
kâm-rân: bk. kâm.

kamtarîr: Ar. Uğursuz ve şiddet ile adlandırılan gün.

FezA-yı haşr tutar gulgul-i sıgâr ü kibâr
Eder mehâbet ile yevm-i kamtarîr zuhûr
Yenişehirli Avni
kamus, kâmûs: Ar. 1. Dış deniz, okyanus. 2. Açıklamalı sözlük kitabı.

Ey şi’r meyânında satan lafz-ıgarîbi
Dîvân-ı gazel nüsha-i kamûs değildir
Nâbî
Mahşer gibi âfâkımı sarmış zulemâtın
Teşrîhine, kamûsu yetişmez kelimâtın
Mehmet Âkif
kân: Far. Maden ocağı; menba, mastar.

Ehl-i kân-ı kerem-i şehsüvâr-ı âlem
Hüsrev-ı Cemşiyem
İskender-i iklîm-küşâ
Nef’î
Muhabbet bahridir cismim elifler onun emvâcı
Belânın kânıdır gönlüm o la’l-i cân-fezA
Hayâlî Bey
Zer ügevherden eder ma’den ü kânı hâlî
Sâil-i lûtfuna bir kerre ki ihsân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)
kân-ı Bedahşân: Bedahşan kaynağı.

İçelim la’l-i müzabı saçalım cür’aları
Hâk-i gül-zârı bugün kân-ı Bedahşân edelim
Bâkî
kân-ı dâd: Adalet kaynağı.

Şâh-ı cihân
Sultân
Murâd şâhen-şeh-i âlî-nijâd
Bahr-i adâlet kân-ı dâd zıll-ı Hudâ-yı zü’l-minen
Nef’î
kân-ı endîşe: Endişe kaynağı.

Kân-ı endîşe hazef-pâreleridir
Ekrem
Bugüherler ki sana her biriyek-dâne gelir
Recaizade Ekrem
kân-ı gevher: Cevher kaynağı.

Etse bir kûhagüzer bâd-ı semûm satvetin
Ma’den-i kükürd eder te’sîri kân-ıgevheri
Nedim
kân-ı ihsân: İhsan kaynağı.

Safâ-yı sîneme zulmet veren jeng-i günâhımdır
Amân ey kân-ı ihsân zulmet-i kalbim cilâ ister
Esad Erbilî
kân-ı imkân: İmkân kaynağı.

Nisâr-ı Şâh’a lâyık mümkin olsa bir güher bulmak
Kazardım tîşe-i endîşe birle kân-ı imkânı
Bâk kân-ı irfân: İrfan kaynağı.

Şeref vermez dürr ü gevher kemâl olmaz zer ü zîver
Hüner kesbet hüner, bahr-i fazîlet, kân-ı irfân ol
Bâkî
kân-ı kerem: Cömertlik kaynağı.

Hâtem-sıfatâ tab’ u dil ü dest-i kerîmin
Deryâ-yı himem kân-ı kerem ebr-i atâdır
Nedim
kân-ı kıdem: Eskilik madeni.

Kopmadı kân-ı kıdemden bir
Hayâlî ey felek
Destine sultân-ı Rûmun söz gibi gevher sunar
Hayâlî Bey
kân-ı maânî: Manalar kaynağı.

Lisânım olsa ne var nâşir-i cevâhir-i hikmet
Selîka nâkıd-ı gevher, karha kân-ı maânî
Muallim Naci
kân-ı müşterî-i müflis: İflas etmiş müşterinin hazinesi.

Gevher-i güftârının kân-ı müşterî-i müflisi
Kûçe-i esrârının hûrşîd-i düzd-i şeb-revi
Nef’î
kân-ı niam: Nimetlerin kaynağı.

Bir kân-ı niamdır ki onun gevheri ikbâl
Bir bağ-ı İrem’dir ki gülü izz ü a’lâdır
Nedim
kanâat: Ar. Az şeyle iktifa etme, kısmete ve nasibe razı olma.

Doyulmaz hân-ı ihsâna kanâat gelmez insâna
Kerem gördükçe ey Bâkî gedâlardan recâ artar
Bâkî
Ol bûse-i lebten ki ola renc ile hâsıl
Şîrîn-ter imiş bûs-ı leb-i hân-ı kanâat
Nâbî
Kanâat, eyledi Anka: ’yı
Kâf-ı şöhrete vâsıl
Kişi mümtâz olur âlemde elbet uzlet ettikçe
Fehim-ı Kadim (Uncuzade)
Rızkı ile eyleyip kanâat
Sürmez yere cebhe-i darâat

kâni’, kani: Rızkına razı ve hâlinden memnun olan.

Yüksel hünerinle kâni’ olma
İhsân-ı Hudâ’ya mâni olma
Namık Kemâl
Fidlime ukbâda
Mevlâ’dan mükâfât istemem
Kâniim emniyet-i vicdân ü irfânımla ben
Namık Kemâl
Kâni olmazlar cihânda olsalar
Kârûn-ı vakt
Ağniyânın tîre kalbinden gınâ eksilmede
bağdatlı Ruhi
kanber: C~i)
1. Hz. Ali’nin sadık kölesi. 2. mec. Bir evin gediklisi, emektarı.

Gelir şûrâne sîmâsın gören kâfirler îmâna
Behiştî
bir
Alî sûretli şâhın
Kanber’i oldum
Behiştî
kand: Ar. Kamış şekeri, şeker.

Câm üzre şekkerinden eğer tamsa kût-ı cân
Kand ü nebât kıla şarâb-ıpiyâleyi
Şeyhi
Güftâregeldi nâ-geh açıp la’l-i nûş-hand
Bir piste gördüm anda döker rîze rîze kand
Fuzûlî
(anda: orada.)
Telh-i şarâb-ı gussa-i devrânı def’ eder
Şîrin lebin dehânıma alsam niteki kand
Bâkî
kand-i la’l: Kırmızı şeker.

Her hâme kanda vasf kılar kand-ı la’lini
Alemde her kamış ki bite ney-şeker değil
İbni Kemâl
kand-i leb: Dudak şekeri, dudaktaki tat.

Ederse kand-ı lebin hâtır-ı mezâka hutûr
Diyâr-ı Mısr’a değil
Kandehâr’a dek gideriz
Nâilî
kand-i ma’nî: Mana şekeri.

Tab’ıma feyz-ı Hudâ zaika-bahş ilhâm
Kand-i ma’nî leb-i endîşeme hâzır halvâ
Nazîm (Yahya)
kand-i mükerrer: Saf şeker.

Ağzına almaz eğer kand-i mükerrer olsa
Lafz-ı hâyîde-i tûtî-i şeker-hâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
kand-i nâb-ı mükerrer: Saf şarap şekeri.

Vasf-ı lebinle şi’rim olur ser-be-ser lezîz
Kim âbı kand-i nâb-ı mükerrer eder
Zezîz
Resmî
kandîl, kındîl: Ar. İçinde fitil ile zeytin yağı yakılan kap, kandil. c. kanâdîl.

Şem’-i ruhsârı dönerdi mâha
Sanki kandîl idi arşu’l-lâha
Hakmî
Serîrinden ciğer-hûn oldu nâ-dân
Bana kandîl yeter oldu kalem-dân
Atâyî (Nevizade Ataullah)
Ma’bed-i hayl-i nücûmun günbed-i eflâktir
Mihr ü meh kandîl ona kavs-i kuzah mihrâb-ı çerh
Beliğ
kandîl-i bezm-i pîr-i mey: İçki pirinin meclis kandili.

Ma’nâ-yı âb-ı zindegîyi rûşen eyledim
Kandîl-i bezm-i pîr-i meye revgan eyledim
Nevres-i Kadim
kandîl-i cân: Can kandili.

Bâd-ı ecel ki söndüre kandîl-i cânını
Başı ucunda bî-hûde şem’î mezârayuf
Şeyh Galip
kandîl-i hidâyet: Hidayet kandili.

Ol Habîb’in hakkıçün kim nûr-ı hüsnünden onun
Yandı kandîl-i hidâyet söyünüp nâr-ı dalâl
Hayâlî Bey
(söyün-: sönmek)
kandîl-i mâh: Ay ışığı.

Kubbe-i mînâda her şeb kim yana kandîl-i mâh
Zühreşem’-i meh çerâgıgöstereşem’-i ucâb
Nizami kandîl-i minâr: Minarenin kandili.

Subha dek olmazsa sûzan ne ola kandîl-i minâr
Kimsenin subha çerâgını çıkarmaz rûzgâr
Nâbî
kandîl-i münîr: Parlak kandil.

Etti âvihte ol Hayy-ı Kadîr
Tâk-ı çarha iki kandîl-i münîr
Nâbî
kandîl-i neş’e: Neşe kandili.

Esrâr feyz-i bâdeye zâhid demiş ki dün
Kandîl-i neş’eyi eden etsin yine sirâc
Esrar Dede
kandîl-i rûh-ı müşrikîn: Müşrikler ruhunun kandili.

Söyünürdü ol nefes kandîl-i rûh-ı müşrikîn
Her kamış günçeler tokunsa nitekim bâd-ı sabâYahya Bey (Taşlıcalı)
(söyün-: parlaklığı gitmek; günçe: güneşli yer)
kındîl-i sipihr: Göğün kandili.

Çıkalı göklere âhım şereri döne döne
Yandı kındîl-i sipihrin ciğeri döne döne
Necati Bey
kandîl-ı Zebûr ü İncîl: İncil ve
Zebur’un ışığı.

İncilâ-yı ruhu yaktıkta fetîl
Söndü kandîl-ı Zebûr ü İncîl
Hakanî
kâne: Ar. “Oldu, meydana geldi” anlamında bazı terkiplerde kullanılır.

kâne-i nahvet: Gurur meydana getirme.

Ey olan kâne-i nahvette ser-mest-i gurûr
Bir de fikret hâk-i zillette humâr-ı mihneti
Ebubekir Sâmi Paşa
kâni: bk. kanaat.

kannâd: Ar. Şeker yapan, şekerci.

Telh olur zaika-i nazm-ı umûr-ı âlem
Olmasa sirke-fürûşa mütekâbil kannâd
Nâbî
Görünce lezzet ü keyf-i kelâmımı yaraşır
Denilse tab’ıma hem mey-fürûş u hem kannâd
Nef’î
kantara: Ar. Taştan yapılmış göz ve kemerleri olan büyük köprü, su köprüsü. c. kanâtır.

kantara-i misk-i Hoten: Hoten vadisinin misk gibi kokan köprüsü.

Kaşları kantara-i misk-ı Hoten
Gamzeye doğru güzer-gâh-ı fiten
Sünbülzade Vehbi
kantara-i mecâz: Mecaz köprüsü.

Seyl-i hevesle doldu
Yahyâ yine vâdî-i hevâ
Geçmeğe sa’y u himmet et kantara-i mecâzdan
Şeyhülislam Yahya
kanûn, kânûn: Ar. 1. Nizam, kural, kaide. 2. Herhangi bir konu üzerindeki kanunu taşıyan kitap. 3. Çalgı aleti.

Biri tuğra-i dil-ârâ, biri fermân-ı münîf
Biri şer’ ü biri kânûn u nizâm-ı âlem
Nâbî
Bezm-i gamda nâya hem-dem oluban
Kaddimi çeng eylemek kânûndur
Avnî (oluban: olarak)
Hakk u insâf ile kan etmeden ettin kânûn
Oldu bâtıl işi cellâd-ı leîmin battâl
Şinasi
Bir ıtık-nâmedir insâna senin kânûnun
Bildirir haddini sultâna senin kânûnun
Şinasi kânûn-ı belâgat: Söz kanunu.

Şîve-i nazmıma erbâb-ı fasâhat meftûn
Nağme-i kilkime kânûn-ı belâgat dem-sâz
Nef’î
kânûn-ı cezâ: Ceza kanunu.

Afv ile mübeşşer midir eshâb-ı merâtib
Kânûn-ı cezA âcize mi hâs demektir
Ziyâ Paşa
kânûn-ı cihân: Dünya kanunu.

Nesi var cünbiş-i kânûn-ı cihânın
Nâbî
Bî-nemek zemzeme-iperde-i bîrûndangayrı
Nâbî
kânûn-ı dâd: Adalet kanunu.

Her saltanat ki hükm-i nesak-sâz ola ona
Kânûn-ı dâdı devlet-ı Nûşirevân verir
Nef’î
kânûn-ı felek: Feleğin kanunu.

Cüst ü cû eylese âdem küre-i arzı tamâm
Hükm-ı kânûn-ı felekten bulamaz bir hoşnûd
Yenişehirli Avni
kânûn-ı fırsat: Fırsat kuralı.

Müsevvifler için dünyâda mahvolmak tabiîdir
Bu bir kânûn-ı fırsattır ki yok te’vîli kat’îdir
Mehmet Akif
kânûn-ı istimrâr: Devam eden kanun.

Sehâb-âsâ yürürler yerde câmid gördüğün dağlar
Bütün zerrât bir kânûn-ı istimrâra tâbi’dir
Ziyâ Paşa
kânûn-ı mahabbet: Sevgi kanunu.

Aşık gam-ı dehr ile kesel-nâk olur mu
Çalınmadı mıgûşuna kânûn-ı mahabbet
Behiştî
kânûn-ı muhît: Çevre kanunu.

Üst perdeden izhâr-ı garâm eyleme zinhâr
Kânûn-ı muhîtte çalış perde-şinâs ol

kânûn-ı riyâ: İki yüzlülük kanunu.

Kangı bî-insâftan kaldı ki kânûn-ı riyâ
Vaz’-ı âyîn eyleyen hep
Cem olaydı kâşkî
Şeyhülislam Yahya
kânûn-ı selef: Daha önceki kişinin kanunu.

Her kim eylerse hilâf-ı emr-i kânûn-ı selef
Nâ-halefdir nâ-halefdir nâ-halefdir nâ-halef
Nahifi (Süleyman)
kânûn-ı sühan: Söz kanunu.

Belki kânûn-ı sühanda hall ü akd-i nüktede
Hikmet-i fikr ü hayâlin feylesof-i ekberi
Nef’î
kânûn-ı tabîat: Tabiat kanunu.

Kânûn-ı tabîat, âh o kânûn
Olmuş tutalım hükümle meşhûn
Tokadizâde Şekip Bey
kânûn: Ar. 1. Ateş yakılan yer, ocak. 2. Soba, mangal. 3. kânûn-ı evvel: Aralık.

Kânûn-ı sânî: Ocak.

kânûn-ı mahabbet: Sevgi ocağı.

Vâiz ola mı sert sözünden müteessir
Bir dilde ki sûzân ola kânûn-ı mahabbet
Şeyhülislam Yahya
ka’r: Ar. Dip, derinlik.

Kahrımızgavvâs-ı efkâr ü tasavvur bulamaz
Bizdedir dürr-i maânî ma’rifet deryâsıyız
Zâti
Garîk-i lücce-i hayret bu heft girdâbın
Ne ka’rına nazar eyler ne dest-yâr ister
Nâilî
Düştüm zalâm-ı ka’rına bin şehr-i zulmetin
Baktım zılâl-i kalbine bin merd-i mihnetin
Kemalzâde Ekrem Bey
ka’r-ı beyân: Açıklanan derinlik.

Duyulur ka’r-ı beyânında, sadâ-yı âhen
Darb-ı şeş-perle çıkan ka’ka’a miğferlerden
Tevfik Fikret
(Nefî için söylemiş)
ka’r-ı cahîm: Cehennemin dibi.

Yâ Rab benim iktizâ-yı âmâlim ile
Olmak görünür râh-rev-i ka’r-ı cahîm
Nâbî
ka’r-ı çâh-ı Bâbil: Bâbil kuyusunun dibi.

Üftâde-i ka’r-ı çâh-ı Bâbil olsam
Minnet-keş-i rîsmân-ı nâ-dân olmam
Bülendî (Çelebi)
ka’r-ı çâh-ı gussa: Gam kuyusunun dibi.

Dehr kahrından düşerdim ka’r-ı çâh-ıgussaya
Zâhidâ rahm eyleyip ger tutmasa mâ’-i ineb
Zâti ka’r-ı çeh-i dûzah: Cehennem kuyusunun dibi.

Isınırdı yerine ka’r-ı çeh-i dûzahta
Etse
Firaml
Hudâ böyle havâda gark-âb
Nef’î
ka’r-ı deryâ: Denizin dibi.

Olan me’lûf-ı cevr-i rûzgâr erbâb-ı rif’attir
Havânın şiddetinden ka’r-ı deryâda hurûş olmaz
Namık Kemâl
ka’r-ı havz: Havuz dibi.

Fevvâre ka’r-ı havza düşerşerm-sâr olup
Baktıkça gül-istânda hırâmân olan sana
Yahya Kemal
ka’r-ı yemm-i hayret: Hayret denizinin dibi.

Nuri dem-i dehşette bahr-i gam-ı fürkatte
Kadr-ı yemm-i hayrette dürdâne miyem bilmm
Nuri
ka’r-ı târ: Karanlık çukur.

Beşerin işte, pür-ümmîd ü heves, kıvranarak
Ka’r-ı târında şinâh ettiğigirdâb-ı üfûl
Tevfik Fikret
kâr: Far. İş, amel, fiil.

Zevk-ı Bâkî bulayım dersen eğer âhir kâr
Alemin zevk u safâsıngam u âlâma değiş
Bâk
Hep sen mi kâm-yâb olacaksın zemâneden
Ey teng-çeşm kâr be-nevbet değil midir
Nâbî
Niçin saldın bürûdet ey hazân eczA-yı gül-zare?
Niye kârın hezâr-ı bî-nevânın âh-ı serd ettin?
Nâbî
kâr-ı abes: Boş iş.

Hakîm-i kâmile kâr-ı abes nakîsa verir
Hakîkat ehline terk-i mecâz
Zâzımdır
Nahîfî kâr-ı âkıl: Akıllı işi.

Herkese olmuş iken meşreb u tezvîr ü riyâ
Kar-ı âkıl mı bu halka nefsini etmek fedâ
Ziya Paşa
kâr-ı aşk: Aşk işi.

Ah kim her dem kılar ben mübtelayı zar-ı aşk
Bilmez idim müşkil imiş dostlar bu kâr-ı aşk
Muradî (Sultan III. Murat)
Leylînin
Mecnûn’u
Şîrînin dilâ
Ferhâd! var
Kâr-ı aşkı bana sor her san’atin üstâdı var

kâr-ı cihân: Cihanın işi.

Sâkî mey-ı Bâkî’yi getir bezme safâ ver
Çün kâr-ı cihân âkıbet emrü’l-fenâdır
Bâkî
kâr-ı derhem-i âlem: Âlemin karışık işi.

Olup âmâde-i islâh-ı kâr-ı derhem-i âlem
Umûr-ı dîn ü devlet müstaidd-i intizâm oldu
Nedim
kâr-ı dîn: Din işi.

Kâr-ı dîn ısmarlanır dünyâyı bilmez gâfile
Söze âgâz etse ammâ dîn ü dünyâdır gider
Şeyhülislam Yahya
kâr-ı düzd: Hırsız işi.

Pîr-âne tekellüf etmiş el-hakk
Vermiş hele kâr-ı düzde revnak
Şeyh Galip
kâr-ı evvel: İlk iş.

İbtidâ-yı amelin âhırı der-pîşgerek
Kâr-ı evvelde kişi âkıbet-endîşgerek

kâr-ı fermâ: İş buyuran, hükümdar.

Kâr-ı fermâsını bil nakş-ı hayâl-i suverin
Sen bu bâzîçeye aldanma, temâşâsına bak
şeyh Galip
kâr-ı hayr: Hayır işi.

Dedim ne vech ile öldürdün
Ahmed’i dedi kim
Bu kâr-ı hayra ne lâzım ki istihâre kılam
Ahmet Paşa
kâr-ı mahabbet: Sevgi işi.

Hîç yok mudur netîcesi kâr-ı mahabbetin
Cânâ bir âh u nâlelerim hep hevâ mıdır
Nahîfî kâr-ı Muhammed: Muhammed’in işi.

Me’yûs ola mı mü’min olan rahmet-ı Hak’tan
Ol günde şefâat olacak kâr-ı Muhammed
Nuri
kâr-ı müşkil: Zor iş.

Ne kâr-ı müşkili düşse umûr-ı dîn ü devlette
Düşe makbûlü şahinşâh-ı âlem sa’y-i meşkûru
Nef’î
kâr-ı növbet: Nöbet işi.

Çaldım niçe gün derdile tabl-ı gam u mihnet
Al sen de vefâ sâzın ele kâr-ı növbet
Zâti kâr-ı ömr: Ömrün işi.

Ahvâl-i cihânı seyredip görmedeyim
İşrettir kâr-ı ömr bâkîsi yalan
Yahya Kemal
kâr-ı takdîr: Takdirin işi.

Mahlas olmaz dile teslîm-i kazâdan gayrı
Kâr-ı takdîre nedir çâre rızâdan gayri
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
kâr-ber-kâr: Kâr üstüne kâr.

Her kişi dünyâda meşgûl oldu bir kâr üstüne
Sana meşgûl omuşuz biz kâr-ber-kâr üstüne
Muradî (Sultan II. Murat)
kâr-dân: İş bilen, işten anlayan.

Hüner iş bilmemek humk u cehâlet kâr-dânlıktır
Dirâyet âciz aldatmak zarâfettir yalan şimdi
Ziyâ Paşa
kâr-dân-ı vükelâ: Vekillerin iş bileni.

Kâr-dân-ı vükelâ cevher-i silk-i eyyâm
MenbaH izz ü a’lâ mastarı âsâr-ı himem
Nâbî
kâr-gâh: İş yapılan yer.

kâr-gâh-ı âlem-i bâlâ: Yüce âlemin iş yeri.

Fikripür-mazmûn mudur âyîne-i tabHmda ya
Aksi nakş-ı kâr-gâh-ı âlem-i bâlâ mıdır
Nef’î
kâr-gâh-ı gam: Gam işinin yapıldığı yer.

Yâ Rab bu ne kâr-gâh-ı gamdır
Yâ Rab bu ne vâdî-i elemdir
Ziyâ Paşa
kâr-dân: İşinin ehli, işten anlayan.

Hüner iş bilmemek humk u cehâlet kâr-dânlıktır
Dirâyet âciz aldatmak zarâfettir yalan şimdi
Ziya Paşa
kâr-fermâ: İş buyuran, iş buyurucu.

Bir vezîr-i kâr-fermâ ettiler
Bağdâd’a kim
Buldu zâtında onun resm-i vezaret ihtitâm
Nâbî
kâr-ger: İş yapan, hüner ve sanat ehli.

Ne himmet kâr-gerdir ne taleb ne hüsn-i istâdâd
SezA-yı vasl-ı ânân olmağa âlemde baht ister
gazi Giray
kâr-hâne: 1. İş görülen yer, fabrika. 2. Fahişelerin bulunduğu ev.

Kâr-hâne gezerek ol mekkâr
Oldu bir hâne-be-dûş-ı bî-kâr
Sünbülzade Vehbi
Rağbetim yok sendeki âlâyişe
Gönlümü kerhâne sanmafâhişe
Abdülhak Hâmit
kâr-hâne-i gaflet: Gaflet iş yeri.

Olursa zımn-ı tezelzüldedir yine râhat
Bu kâr-hâne-i gaflette gâhvâre gibi
Nâbî
kâr-sâz: Becerikli, iş işleyen.

Dünyâ vü âhirette budur nakd-i kâr-sâz
Mahlûk için müdâhane Hallâk için namâz
Yenişehirli Avni
kâr-zâr: Cenk, kavga, savaş.

Şîr-i jiyâna pençe salar gâh hışm u kîn
Bebr-i yâbâna karşı varır vakt-i kâr-zar
Bâkî
kâr ü bâr: İş güç; kazanç.

Yap gönlümün harâbesin ey bânî-i cefâ
Bir gün ola harâba vara kâr ü bâr-ı hüsn
Avnî (Sultan II. Mehmet)
Kılmazam kâr ü bâr-ı âleme meyl
Çekmezem azl ü nasb için kavgA
Fuzulî
Değildir kâr ü bâr-ı câh mâni kurb-ı Yezdânfo
Hasîrı âlet-i kurb etme zâhid bu riyâdan geç
Nâbî
Zevk u tarab idi kâr ü bârı
İşretle geçerdi rûzgârı
Nâbî
kâr: Far. “-lı, -li; -cı, -ci; eden, edici” eklerini alarak isimleri sıfat yapar.

Âhir-kâr: İşin sonunda.

Sabânın kasdı zülf-i yâre dönmekten dolaşmaktan
O ejderhâ-yı hâb-âlûdu âhir-kâr uyarmaktır
Esrar Dede
Âmirz-kâr: Affedici, Allah, Tanrı.

Tövbekâr ümîd-i gufrân-ı âmirz-kâr eder

âşüfte-kâr: Çılgınca iş yapan.

Evc-i istiğnâda pervâz etmedikçe mürg-i dil
Pây-bend-i aşk ile âşüfte-kâr olmak dagüç
Neşati
bed-kâr: İşi kötü.

Bir tîg urulup dü-pâre olmuş
Bed-kâr idi bed-sitâre olmuş
Şeyh Galip
beste-kâr: Beste yapan, besteci.

beste-kâr-ı serserî: Serseri besteci. yerlerde sabâ bir beste-kâr-ı serserîdir ki
Perîşân nağmeler perrân olur gûyâ enîninden
rıza Tevfik
bezr-kâr: Tohum ekici, tohumcu.

Bezr-ger yerini tutmaz zer-ger
Kefş-ger kârını bilmez dürger
Nâbî
bî-kâr: İşsiz, aylak.

Her kârı bırak maksadını kendine kâr et
Matlûba eren merdüm-i bî-kâr değildir
Esrar Dede
cefâ-kâr: Çileli.

Dert ile beni sen eyledin zâr
Ben handân ü Leylî-i cefâ-kâr
Fuzulî
cedel-kârî: Savaş, çekişme edenle ilgili.

cedel-kârî-i takdîr: Takdirin çekişmesiyle
Ugm.

Ser-i teslimi edip hâk-i rızâya sûde
Dânişâ terk-i cedel-kârî-i takdîr ettim
Dâniş (Dâniş-ı Atîk; Dâniş-ı Kadim)
der-kâr: 1. İşin içinde bulunan. 2. Belli, meydanda.

Kim görse bunu ederdi ikrâr
Kim ola beka fenâda der-kâr
Şeyh Galip
desîse-kâr: Hileci.

Bir câm-ı vaj-gûn ile çarh-ı desîse-kâr
Mest-i harâb-ı gaflet eder ehl-i devleti
Nâbî
dest-kâr: El işi.

dest-kâr-ı Ferhâd: Ferhad’ın el işi.

Her kubbesi dest-kâr-ı Ferhâd
Her sengi velî mezâr-ı Ferhâd
Şeyh Galip
endîşe-kâr: Endişeci.

endîşe-kâr-ı lâ-halâ: Boş olmayan endişeci.

Kimi endîşe-kâr-ı ld-halâdır
Kimi bürhan-şümâr-ı Zâ-meZâdır
İsmail Safa
füsûn-kâr: Büyüleyici.

Sahbâ-yı lebin çeşm-i füsûn-kâra mı mahsûs
Feyz-i dem-i Îsâ iki bîmâra mı mahsûs
Şeyh Galip
galat-kâr: Yanlış iş.

Şekvemiz var feleğin vaz’-ı galat-kârından
İstimâ’ et ki budur zabıta-i mülke ehemm
Nâbî
gamze-kâr: Gamzeci, gamze işini yapan.

Şu karşıdan gelen dil-ber be-gâyet gamze-kâr ancak
O fitne-çeşm âşık-küş kemân ebrû ancak
Hayâlî Bey
gayret-kâr: Gayretli.

Cebra’îl olsa dahi hem-dem-i gayret-kârım
Sıklet-i bâr-ı kasâvet yine gitmez benden
Yenişehirli Avni
güneh-kâr: Günahkâr.

Kûşiş etmekle zuhûrâtına hükm-i afvin Ücret-i hıdmetidir afv güneh-kârların
Nâbî
hâhiş-kâr: İstekli.

Teşne-gânın çâk çâk olmuş leb-i hâhiş-geri
Çeşme-sâr-ı merhamette bir içim su kalmamış
Nâbî
heves-kâr: Hevesli, istekli.

Olma dil-dâde-i gül-handi sitem-kârların
Zûd-ter zail olur şevki heves-kârların
Nâbî
hizmet-kâr: Hizmetçi.

Müselsel bir esârettir zarûret her hükûmette
Ki sultân nâzıra, nâzır da hizmet-kâra tâbidir
Ziya Paşa
hud’a-kâr: Hile yapan, aldatıcı.

Şemşîr kuvvetinde hâmendi lerze-bahşa
Mu’cizdi misl-i hâme, şemşîr-i hud’a-kârın
Abdülhak Hâmit
hurde-kâr: Usta elinden çıkan ince, zarif iş.

hurde-kâr-ı bî-reng: Renksiz kırık dökük iş.

Mermerleri hurde-kâr-ı bî-reng
Dîvârı sûr-nümâ-yı erjeng
Şeyh Galip
hüner-kâr: Hünerli.

Hakka ki
Nahîfî-i hüner-kâr
Yazdı nice ber-güzîde âsâr
Ziyâ Paşa
kadeh-kâr: Sâkî, içki dağıtıcı.

Tâze şâh üzre açılmış gülü seyrettin ise
Bir de gel câmı hele dest-i kadeh-kârdagör
Nedim
kâm-kâr: İsteğine kavuşmuş.

Görmedim
Nef’î
gibi bir rind-i âlî-meşrebi
Hemgedâ hempâdişâh-ı kâm-kâra nâz eder
Nef’î
kerem-kâr: Kerem eden, lütfeden.

Sen ol vezîr-i kerem-kârsın ki âlemde
Kemâl-i cûd ile zât-ı kerîmin oldu alem
Nedim
lutf-kârân: Lütuf sahipleri.

lutf-kârân-ı kirâm: Büyük lütuf sahipleri.

Mülk-dârân-ı izâmın a’zamı
Lutf-kârân-ı kirâmın ekremi
Ziyâ Paşa
maâsî-kâr: Günah işleyenler.

Mebhas-ı cebr ü kederden o kadar bîzârım
Şu kadar fehm ederim ben ki maâsî-kârım
Keçecizade İzzet Molla
meded-kâr: Yardımcı.

Beni bîrûn edemez dâire-i hayretten
Cebrâ’il olsa meded-kâr dil-i mebhûtum
Yenişehirli Avni
müdâm-kâre: Her zaman işleyici.

Müdâm-kâre-i sehv ü hatâya zâtındır
Kefîl-i lutf ü zâmin-i kerem dem-i mev’ûd
Sâbit
nâliş-kâr, nâliş-ker: İnleyen, inildeyen.

Mânend-i andelîb nâliş-ker eder
İnsânı
Nâimâ’da olan hüsn-i edâ
Nâbî
pereştiş-kâr: Tapan, tapınan.

Perestiş-kârlık teklîfi uşşâka güzel ammâ
Hele o haste-gân-ı mihnetin tâb ü tüvânın bul
Nâbî
perhîz-kâr: Sofu, mahrem olan şeylerden kaçınan.

Bulmaz yemezdir ekserî erbâb-ı iffetin
Gördük zemânenin nice perhîz-kârını
Kâzım Paşa
rehâ-kâr: Kurtarıcı.

Nâmûs u ümmîdin
Masûn kaldıyısa bil, zair, rehâ-kârın bu hey’ettir
Tevfik Fikret
riyâ-kâr: İki yüzlü.

Çok riyâ-kâr var velî görünür
İbn-ı Mülcem ile
Alî görünür
Osman
Nuri Paşa
(Diyarıbekirli)
sâz-kâr: 1. Uygun. 2. Saz çalan sanatçı. 3. müz. Bir çeşit mürekkep makam.

Mevsim-i gülde
Bâkî yâ gül-şene vardığım bu kim
Nağme-i âhı bülbülün nâleme sâz-kârdır
Bâkî
sadef-kârî: 1. Sedef işçiliği. 2. Sedef işi.

Cenâb-ı şâha ey Bâkî nisâr et lü’lü’-i nazmın
Bu sandûk-ı sadefkârîde dürr-işeh-vâr olsun
salâbet-kâr: Sağlam iş gören.

Keşfi râz etmez salâbet-kâr olan kable’l-fenâ
Yanmadıkça anber etmez sırr-ı bûyun âşikâr
Vâhit Paşa
(Mehmet)
sefeh-kâr: Akılsızlık işi.

Günâh-kârım, sefeh-kârım, siyeh-kârım, siyeh-kârım
Beni reddetme ferdâ-yı kıyâmet yâ
Resûlallah
Nef’î
senâ-kâr: Öven, metheden.

Ne vücûd-ı bî-nazîrin gibi bir memdûh olur
Ne benim gibi senâ-kâra felek efzan bulur
Nef’î
serzeniş-kâr: Başa kakıcılık eden.

Ah o dallardaki fütûr-ı derûn
Onların tavr-ı serzeniş-kârı
Onların mâder-âne ekdârı
Cenap Şahabeddin
sevdâ-kâr: Sevda çeken.

Semâ-yıgam-ı hayâtın, o ufk-ı hüznünde
O, bir sitâre, o, bir mihr-i şûh u sevdâ-kâr
ahmet Hâşim
sitem-kâr: Zulüm eden, gaddar.

Baht-ı ser-geştesi üstüne döner bir dahı yok
Ehl-i mihrin ne diyem çarh-ı sitem-kâr gibi
Lamiî Çelebi
sitîze-kâr: Kavgacı.

Serkeşlik etti tûsen-i baht-ı sitîze-kâr
Düştü zemîne sâye-i eltâf-ı Kird-gâr
Bâk
siyeh-kâr: Suçlu.

Zebânımla ta’rîze mecbûr olup
Bu kilk-i siyeh-kâra mağrûr olup
Keçecizade İzzet Molla
suhre-kâr: Maskaralık ve soytarılık yapan.

Fasîh gılzeti bir suhre-kâr üstâdın
olur dehân-ı kadîdinde nükte-zA-yı zuhûr
Tevfik Fikret
şâh-kâr: Baş eser, şaheser.

Hazret-ı Akif’in en son edebî şeh-kârı
İsmi “Asım”dır. evet, ismini öğren bâri
Halil Nihat
şefâat-kâr: Şefaatli.

Kerem-kâr u şefâat-kâr bir âlî peyam-berdir
Güler yüzlü şeker sözlü azîmü’l-kadr serverdir
Gülistan
Tercümesi
Bâkî
şekve-kâr: Şikâyet eden, sızıldayan.

şekve-kâr-ı hayât: Hayatın şikâyetçisi.

İki âciz kadîd-i lerzende
İki mat’ûn-ı şekve-kâr-ı hayât
Tevfik Fikret
: şîve-kâr: İşveli.

Düşsün mizac-ı zühde muvâfik ya düşmesin
Sâkî-i şîve-kâr içirir ister istemez
Nâbî
şîven-kâr: Feryat eden.

Sana kim gerdûn olur beyhûde her şeb ferve-pûş
Dehr-i şîven-kâr kıldık hep melâl-i kalb ile
Leskofçalı Galip
table-kâr, tabla-kâr: 1. Tabla üzerinde öteberi satan küçük esnaf, işportacı. 2. Yemek yenirken iş gören hizmetçi.

Helvacıya table-kâr lâzım
O kâra da iktidâr lâzım
Ziyâ Paşa
taleb-kâr: İstekli.

İzzet-i saltanat-ı Mısr’a taleb-kâr olmak
Keyd-i ihvân-ı bün-i çeh kûşe-i zindân yoludur
Nâbî
ta’ne-kâr: Ayıplayıcı.

Bir kişinin verme, olup ta’ne-kâr.

Ayîne-i hâtırına inkisâr
Âzerî
Çelebi (İbrahim)
terâne-kâr: Öten, ötücü.

Birer ümîd-i mücennah letâfetiyle uçan
Terâne-kâr iki nermîn kebûter-i mağrûr
Tevfik Fikret
tevbe-kâr, tövbe-kâr: Tövbe etmiş, tövbeli.

Fasl-ıgüldür câm sun sâkî ki şeyh-i tövbe-kâr
Vâdî-i hayrettedir ser-geşte-i encâmdır
Bağdatlı Ruhi
tîşe-kâr: Baltacı.

Mâil-i âzâr olan bulmaz rehâ âzârdan
Tîşe-kâr evvel urur seng-i fesâna tîşesin
Nâbî
yek-kâr: Tek iş.

Pâ-mâl olurdu gerd-i kesâda dükânları
Yek-kârda cemâl ü nazar bâ-hemm olmasa
Nâbî
zer-kâr: Sırma işlemeli.

Tâk divârıyla reşk kubbe-i fîrûze-renk
Nakş-ı zer-kârıyla âzerm-i behişt-i câvidân
Üsküdarlı Hakkı Bey
zinâ-kâr: Zina yapan.

Zihî haclet ki çün k ıyâmet ola
Her zinâ-kâr olan melâmet ola
Hamdullah Hamdi
kar’: Ar. 1. Doktorun hastayı muayene ederken, bir uzva ses almak için parmakla vurması. 2. Su kabağı. 3. Kapı çalma. 4. Gül suyu kabı. c. karâ’.

Ona ne kar’ ü ne inbîk gerek
O nefestir ona tevfîk gerek
Nâbî
karâbe: Ar. Büyük testi, sürahi, şişe gibi doldurulacak kap.

Sâkî ne dem karâbesini mey-nisâr eder
Bezmi ukûs-ı neş’esi nakş-ı nigâr eder
Esrar Dede
karâbet: bk. kurb.

karanfil, karanfül: Ar. 1. Bilinen çiçek. 2. Mimarideki çiçek motifi.

Bâğa gel kadd ü ruh u hâlin görüp olsun hacel
Serv gülden gül karanfilden karanfil lâleden
Nâbî
Sînemde câ-be-câ açılıp pâre pâre dâg
Nev nevyetişti lâle karanfil taraf taraf
Esrar Dede
Câ-be-câ yaktı karanfiller başında meş’ale
Aşk-ıla lâgar-ı miyân olmuş ser-â-pâ üstühân
Nuri
karâr: Ar. 1. Durma. 2. Rahat. 3. Devamlılık, süreklilik. 4. Tahmin. 5. Ölçülülük. 6. Neticeye bağlama.

Cûy-veş yok yine bir yerde karârın ey dil
Yoksa meylin yine bir serv-i ser-efrâza mıdır
Neylî
Eyvâh o üç çifte kayık aldı karârım
Şarkı okuyup geçti bir âfet var içinde
Nedim
Kıllet-i idrâkten sanma
Ziyâ’nıgayretin
Neylesin kim yer gelir sabr u karâr elden gider
Ziyâ Paşa
karâr-ı bülbül-i zâr: İnleyen bülbülün kararı.

Dönüp girdâb-ı bahr-i hûna her gül lâle-zar içre
Dolaştırmakta keştî-i karâr-ı bülbül-i zârı
Nef’î
kârbân: Far. Kervan. bk. kârvân.

Zât-ı Hakk’a doğru varan kârbân ehlinden ol
Olmasın yanlış işinde yolun âsân eylegil
Ümmî Sinan
Hac yollarında meş’ale-i kârbân gibi
Erbâb-ı aşk içinde nümâyânsın eygönül
Nedim
Elinde nâka-ı Leylâ, başında mürg var
Kays’ın
Benim deşt-i cünûnumdan kuş uçmaz, kârbân geçmez
Faik
Memduh Paşa
(Esbak Dahiliye Nazırı)
kârbân-ı akl u cân: Can ve akıl kervanı.

Kârbân-ı akl u cân bağladı mahmil gitmeğe
Dil ceres-mânend eder feryâd u efgân elvedâ
Lamiî Çelebi
kârbân-ı aşk: Aşk kervanı.

Meyve-i memnû’dan tadmak günâhından beri
Kârbân-ı aşk bitmez bir beyâbândan geçer
Yahya Kemal
kârbân-ı ecel: Ecel kervanı.

Kefen-be-dûş-ı beka bî-nihâye ecsâdın
O, dehri hîçe sayan, kâr-bân-ı ecdâdın
Mehmet Akif
kârbân-ı gam: Gam kervanı.

Ribât-ı köhne dünyâ bu göçer çü kârbân-ı gam
Buna dil bağlamaz dânâ gönül vermez buna âk ıl
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
kârbân-ı hicret: Hicret kervanı.

Aşiyân-ı bülbülü kıldı mahaffe âline
Benzer etti kârbân-ı hicretin ihzargül
Hayâlî Bey
kârbân-ı ışk: Aşk kervanı.

Kârbân-ı ışkıla seyr eyle mihnet deştini
Kim nidâ-yı müjde-i vasl eyler anda her ceres
İbni Kemâl
kârbân-ı kûy-ı dost: Dost köyünün kervanı.

Ol aradan geçmemiştir kârbân-ı kûy-ı dost
Kijde anda değme bir cân gûşuna bâng-ı ceres
İbni Kemâl
kârbân-ı nazm: Nazım kervanı.

Nutkumuzda ma’nî-i rûşengibi olduk ayân
Kârbân-ı nazm içinde bûy-ı pîrâhen biziz
Esrar Dede
kârbân-ı râh-ı tecrîd: Allah’a gönül verme yolunun kervanı.

Kârbân-ı râh-ı tecrîdiz hatar havşın çekip
Gâh
Mecnûn gâh ben devr ile nevbet bekleriz
Fuzûlî kârbân-ı vasl-ı dil-dâr: Sevgiliye kavuşma kervanı.

Kârbân-ı vasl-ı dil-dârı be-gâyet bekleriz
Nice yıllardır ki der-bend-i mahabbet bekleriz
enverî
karha, kurha: Ar. İçinde irin toplanmış olan çıban veya yara.

Beşerin rûhunu tesmîm edecek karha budur
Ne musîbettir o, tâûnlara rahmet okutur
Mehmet Akif
Sak ın frengiye benzetmeyin fecâatini
Bu karha milletin emmekte rûh-ı gayretini
Mehmet Akif
karha-i hayât: Hayat yarası.

Ey karha-i hayâtı olan mel’anet, çekil
Toprakta bâri inlemesin rûh-ı ismet
Tevfik Fikret
karîb, karîbe: bk. kurb.

kârid: Far. Bıçak.

kârid-i gam: Gam bıçağı.

Gamze-i cellâd-ı cânân deste kârid-i gam alıp
Alemi etmek diler tehlîk tehlîk üstüne
Zârî-i Kürîdî karîha: Ar. 1. İnsanda kendiliğinden olan fikir ve niyet. 2. Tabiat. 3. Fikir kuvveti.

Lisânım olsa ne var nâşir-i cevâhir-i hikmet
Selîka nâkıd-ı gevher, karîha kân-ı maânî
Muallim Naci
kârie: Ar. Kırâat’ten; okuyan (kadın).

Benim de ağlayarak yazdığım bu şi’r-i siyâh
Lebinde kâriemin handelerle titreyecek
Tevfik Fikret
karın: Ar. 1. Yakın. 2. Hısım, komşu gibi yakınlardan her biri. 3. Bir şeyi elde eden, nail olan. c. kurenâ.

Tâli’-i kevkebi olmazdı mukârinşerefe
Sana ism ile karîn olmasa
Veyse’l
Karanî
N’izamî
Bana hîç nefs-i emmâremgibi sû’-i karîn olmaz
Bu düzd-i hâne-gînin kimse şerrinden emîn olmaz
Hâmî (Hâmî-ı Amidî)
Rüştünle karîn olup kemâle
Tedbîr ile a’kalü’r-ricâl ol
Abdülaziz
Mecdi Efendi
karîn-i afv: Bağışlamaya yakınlık.

Esîm-i mu’terife merhamet mürüvvettir
Karîn-i afv olagelmiş hatâsı insânın
Ziyâ Paşa
karîn-i cünûn: Delirme yakınlığı.

Bütün karîn-i cünûndur ukûl-i maddiyûn
Bu ihtild-yı acîbe misâldir „Bühner“
Nazım Paşa
karîn-i eşkıyâ: Eşkıyaya yakın olma.

Selâmı nîze ucuyla verir bize şimdi
gamze oldu karîn-i eşkıyâya hayf hayf
Hâzık
karîn-i firkat: Ayrılık yakınlığı.

Bâkî karîn-i firkatin olmak revâ mıdır
Akrân içinde böyle iken imtiyâzda
Bâkî
karîn-i Hak: Hakk’a yakın.

Va’de-i bûs-i lebinle gözdeki cûlar durur
Söz karîn-ı Hak olunca hep akan sular durur
Ali
Ruhi
karîn-i hikmet: Hikmet yakınlığı.

âsaf-ı hikem-âmûz ü fazl-pîrâ kim
Karîn-i hikmet idi cümle tarz u mişvârı
Ziyâ Paşa
karîn-i inhilâl: Erimeye yakınlaşma.

Nâle kılmaktan tenim oldu karîn-i inhilâl
Öyle zafa uğradım ki herkes beni zannetti nâl
Lâ karîn-i kabûl-ı Rabb-ı Vedûd: Çok şefkatli olan Allah’a teslim olma yakınlığı.

Sımâh-ı cânıma hâtiften erdi bu târîh
Ola bu cisri karîn-i kabûl-ı Rabb-ı Vedûd
Şeyhülislam Yahya
(1043 = 1633)
karîn-i şâm-ı vuslat: Kavuşma akşamının yakınlığı.

Var ümîdim kim karîn-i şâm-ı vuslat olıcak
Adile açar hicâbı ol arûs-ı subhgül
Âdile Sultan
karîn-i şevk: Arzu, istek yakınlığı.

Olmaz karîn-i şevk gumûm-idiyM olan
Bilmez safâ-yı bâl nedir, nâ-murâd olan
Salim (Trabzonlu)
karîne: Ar. Delil, emare, ipucu. c. karâin.

karîne-i rûh: Ruh delili.

Leylî dedi ey karîne-i rûh
Kâm-ı dil-i mübteld-yi mecrûh
Fuzûlî
karîr: Ar. Sevinmiş, memnun. karîr-i rûşenî-i tal’at: Yüz parlaklığına sevinmiş.

Karîr-i rûşenî-i takatinle çeşm-i şühûd
Bülend mertebe-i kudretinle pây-ı vücûd
nevres-i Kadim
karn: Ar. Boynuz.

Olmuş idi mâ-sebakta rûbâh
Bir teys-i dırâz karna hem-râh
Recaizade Ekrem
Karun, Kârûn: Ar. 1. Benî
İsrail’den zengin bir kimsenin ismi. (Krezüs). 2. ed. Bu kişinin isminden dolayı, çok zengin kimse anlamına kullanılır.

Sîr-çeşm oldular ol mertebe kim etmezler
Bezl-i gencîne-ı Kârûn’a tenezzül fukarâ
Nâbî
Râyiz-i hükm-ı Celîl’in onu elbet yola kor
Ne kadar tünd ü Kârûn olsa da rehar-ı felek
Aynî
Karz vermiş akçesin
Kârûn’a gûyâ kâinât
Sû-yı âlemde geçen yek-pâre arz-ı ihtiyâc
Keçecizade İzzet Molla
Kârûn-ı vakt: Vaktin
Kârûn’u.

Kâni olmazlar cihânda olsalar
Kârûn-ı vakt
Ağniyânın tîre kalbinden gınâ eksilmede
Bağdatlı Ruhi
kârvân, kervân: Far. Kervan. bk. kârbân.

Kibriyânın kârvânından haber vermez ukûl
Ermez ondan cân kulağına meğer bâng-ı ceres
şeyhi
kârvân-ı adem: Yokluk kervanı.

Sen ol haremdeki mahmil-nişîn-i izzet idin
Ne kârvân-ı adem vardı ne derây-ı vücûd
Nevres-i Kadim
kârvân-ı encüm: Yıldızlar kervanı.

Tâ kârvân-ı encümü her subh almağa
Çektikçe mihr-i çarh reh-i keh-keşâna tîğ
Hayâlî Bey
kârvân-ı gam-ı dil: Gönül gamının kervanı.

İstemez aşk ile vîrân olan ma’mûrluk
Kârvân-ı gam-ı dil menzili vîrâne gerek
Âdile Sultan
kârvân-ı îş: Eğlence kervanı.

Bir kârvân-ı îş ü neşâtın gubârıdır
Olmaz nişeste hâtrınagirdî-igam abes
Nâbî
kârvân-ı nâle: İnleme kervanı.

Olmaz resîde kimse sadâ-yı derâsına
Sad kârvân-ı nâle şeb-i târdan geçer
Nâbî
kârvân-ı nazm: Nazım kervanı.

Bender-i çeşme olur azîm reh-i kırtâstan
Kârvân-ı nazm çıksa hıtta-i enfâstan
Nâbî
kârvân-ı râh-ı tecrîd: Masivadan sıyrılma yolunun kervanı.

Kârvân-ı râh-ı tecrîdiz hatar havşın çekip
Gâh
Mecnûn gâh ben devr ile nevbet bekleriz
Fuzûlî
kârvân-sarây: Kervansaray.

Dünyâ bir köprü ya bir kârvân-sarây
Muttasıl konar göçer yohsul u bây
Ali karye: Ar. Köy; kasaba. c. kurâ.

Diyâr-ı Rûm’da bir karye vardır
Onun etrâfı kûh-istâna benzer
Hayâlî Bey
Akşam oluyor da olmuyor gâh
Bir karye müsâdif-i nigâhım
Muallim Naci
karz: Ar. 1. Ödünç verme, ödünç alma. 2. Borç.

Karz mıkrâs-ı muhabbet idügin kat’î bil
Etme ahbâbına bir habbe kadar şey ikrâz
Sünbülzade Vehbi
Karz vermiş akçesin
Kârûn’agûyâ kâinât
Sû-yı âlemde geçen yek-pâre arz-ı ihtiyâc
Keçecizade İzzet Molla
Verdi beşere karz ile
Hak nakd-ı hayâtı
İnde’t-taleb elbette müheyyâ-yı edâdır
Emrî (Edirneli Emrullah) karz-ı mıkrâs-ı mahabbet: Sevgi ölçüsünün borcu.

Karz mıkrâs-ı muhabbet idügin kat’î bil
Etme ahbâbına bir habbe kadar şey ikrâz
Sünbülzade Vehbi
(idügin: olduğun.)
kas’a; Ar. On kişiye yetecek kadar yemek alan kap. c. kısâ’.

kas’a-i şeyh-i imâret: İmaret şeyhinin yemek kabı.

Kas’a-işeyh-i imâretten içip çorbayı
Zanneder kâbil-i te’vîl ola zırva-i sühan
Sünbülzade Vehbi
kasabü’s-sebak: Ar. Emsaline. benzerlerine üstün gelen kimsenin kazandığı mükafat, ödül. kasabü’s-sebak-ı belâgat: Sözün mükâfatı.

Ne ola derlerse bana sâbık-ı meydân-ı sühan
Kasabü’s-sebak-ı belâgat mı değil elde kalem
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
kasâid, kasâyid: bk. kasîde.

kasâvet: Ar. 1. Kaygı, kasvet, keder. 2. Sertlik, katılık.

Cebra’îl olsa dahi hem-dem-i gayret-kârım
Sıklet-i bâr-ı kasâvet yine gitmez benden
Yenişehirli Avni
Cânımda sürûra var adâvet
Şâd ol desen eylerim kasâvet
Şeyh Galip
Ey tehî-dest ü belâ-dîde kasâvet çekme
Erişir gam yeme vakt-i kerem Allah kerîm
enderunlu Fazıl
kasd: Ar. 1. Niyet, azim. 2. Bile bile yapma. 3. Bir işe bilerek, isteyerek girme.

Dövme, yaralama gibi işlere kalkışma.

Hâlin ki zülfüne dolaşıp alnına ağar
Hindû-sıfat kemend ile eyvâna kasd eder
Şeyhi
Müsâid ol kadr-i tedbîrine devrân ki kasd etse
Eğer bir emr-i zâhirde hilâf-ı re’y-i cumhûru
Nef’î
Beni göndermemiştin
Rabbim, destân yazmağa
Görmekti kasdın beni destânlar kahramânı
Faruk
Nafiz
Çamlıbel
Halef eyleme va’dinde beni üzme sezA mı
Kasdın bunu yapmaktan aceb nâz u edâ mı

kasd-ı âşık: Âşıkın niyeti.

Kasd-ı âşık tâ ki tende bulmasın noksânını
Cân vedâ’ edince tenden çıkmaya hiçbir nefes
Âdile Sultan
kasd-ı cân: Cana kıyma.

Gamze-i tîğ-keş ü çeşm-i sihir-sâzına bak
Kasd-i cân eyler iken şîvesine nâzına bak
Nef’î
kasd-i cenk: Cenk niyeti.

Ol dem ki kasd-i ceng eder sahrâları gül-reng eder
Dünyâyı hasma teng eder olursa
Sâm ü Güstehem
Nef’î
kasd-ı dâiye-i şöhret: Şöhret iddiası niyetiyle.

Etmez zuhûr asrı da bir kimseden kerem
Zımnında kasd-ı dâiye-i şöhret olmasa
Nâbî
kasd-ı derûn: Kalbi yaralama.

Müddeî
Flâmı hâle etmedenşakk-ı şefe
Fehmedip kasd-ı derûnun lutfunu der-kâr eder
Enderunlu Vâsıf
kasd-ı firîb: Aldatma niyeti.

Meyl-i şekîb ederdi dil-i bî-şekîbimiz
Kasd-ı firîb edeydi eğer dil-firîbimiz
Nâbî
kasd-ı gâret: Yağma niyeti.

Ne ola her dem nikâb ile çıkarsa yollara zenler
Ki bağlar yüzlerini kasd-ı gâret etse reh-zenler
bekaî
kasd-ı garîb: Garip niyet.

Bel bağlayıp ki cânıma kasd ol habîb eder
Nâzik hayâl bağlar u kasd-ı garîb eder
Nizami kasd-ı gayret-keşî-i devlet ü dîn: Din ve
devletin gayretkeşlik niyeti.

Zanneder onu nice zâhir-bîn
Kasd-ı gayret-keşî-i devlet ü dîn
Sünbülzade Vehbi
kasd-ı ictinâb: Çekinme niyeti.

Kimseden havf etmeyip söylerdi hakkı bî-dirîğ
Levm-i lâimden kaçıp kılmazdı kasd-ı ictinâb
cinânî
kasd-ı mazlûm: Zulüm görmüş olma niyeti.

Hemen kasd-ı mazlûm olan cânedir
Hep efâl-i sâhib-hurûc-ânedir
Abdülhak Hâmit
kasd-ı nümâyiş-i şeref ü şevket: Şeref ve saltanat gösterme niyeti.

Kendi vücûduna bile kıymazdı mâlı halk
Kasd-i nümâyiş-i şeref ü şevket olmasa
Nâbî
kasd-ı sitem: Sitem niyeti.

Kasd-ı sitemle kalbine reh-yâb olursa da
Nâbî yi nâ-murâda saâdet değil midir
Nâbî
kasd-ı şeb-hûn-i dil: Gönlün gece baskını niyeti.

Hep siyeh-pûş oldular kasd-i şeb-hûn-i dile
Girdiler müjgânların bir cenge câdûlargibi
Nâilî
kasd-ı takarrüb-i ma’bûd: İbadet edilene yaklaşma niyeti.

Çün etti hüsn-i kabûl ile hâtırın tatyîb
Onunla eyledi kasd-ı takarrüb-i ma’bûd
Şeyhülislam Yahya
kasd-ı te’dîb: Edeplendirme niyeti.

Revâcın kasd-ı tedîb ile dârü’l-darb-ı âlemde
Urulmuş sikkedir tamgâ-yı pistân sîm-tenlerde
Nâbî
kasd-ı tenezzül: Gönül alçaklığı niyeti. zâtı ganî etmez idi kasdı tenezzül
Bulsaydı tahakkuk biri sensiz bu sıfatın
Nâbî
kâsıd: 1. Kasteden, niyetlenen. 2. Postacı, haberci, tatar.

Sen kâsıd imişsin ey hamâme
Benden hem ilet nigâre nâme
Fuzûlî
Biz kamu tâlibleriz matlûb-ı aslî zâtıdır
Cümlemiz kâsıdlarız maksad cemâlidir ebed
Âdile Sultan
kâsıd-ı müşgîn: Mis kokulu postacı.

Ey nesîm-i subh sensin kâsıd-ı müşgîn nefes
Hâlim ol meh-rûya arz et senden oldur mültemes
Lamiî Çelebi
kâse: Far. Kulpsuz küçük kap, çanak. c. kâse-hâ.

Bugün sâkî-i gam sunduğu kâse ışk bezminde
Leb-i cânân hayâli ile döker bin câm-ı fağfûrî
İbni Kemâl
Düşnâm-ı yârdan dil şöyle safâ alır kim
Pür-teşne buldu gûyâ bir kâse mâ-i bârid
Behiştî
Kazarâ bir sapan taşı bir altın kâseyi kırsa
Ne artar kıymeti taşın ne kıymetten düşer kâse
Lâ (meşhur beyit)
kâse-i çarh: Feleğin kâsesi.

Kâse-i çarhı şikest eyledi tîr-i da’avât
Cereyân eyledi hep âleme bahr-i mescûr
Enderunlu Fazıl
kâse-i çînî: Çini kâsesi.

Çünki mihmânına bir lokmada bin zehr verir
Feleğin kâse-i çînîsine vü hânına yuf
Usûlî (Yenice Vardarlı)
kâse-i deryûze: Dilenci çanağı.

Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin
Nâbîyâ çok bâde-hârın görmüşüz
Nâbî
kâse-i dil: Gönül kâsesi.

Kâse-i dil hasret-i meyden ko olsun münkesir
Nuri kesri iste mazmûm olasın cânâne sen
Nuri
kâse-i fağfûr: Fağfur kâsesi.

İntisâb-ı ehl-i devlet hâki de eyler azîz
Zâil olmaz sît-ı izzet kâse-i fağfûrdan
Koca Râgıp Paşa
kâse-i gerdûn: Dünyanın kâsesi.

Hânımız kâse-i gerdûn gibi yek-kâse iken
Nice doysun bir alay gürisne-çeşmân-ı avam
NâM kâse-i hussâd: Hasetçilerin kâsesi.

Telh-kâm-ı sitemin gör ne çekermiş bilesin
Sen de zehr-âbe-hor-i kâse-i hussâd olasın
Nâbî
kâse-i in’âm: Nimetlenme kâsesi.

Kâse-i inşâmın şâh ugedâ dil-teşnesi
Mest-i aşkı
Hızır ile
İsî habîb-i kibriyâ
Nazîm (Yahya)
kâse-i leb-rîz: Ağzına kadar dolmuş kâse.

Kâse-i leb-rîz fağfûr olsa da vermez sadâ
Servet-i efzayiş bulunca ağniyâ hissetlenir
Koca Râgıp Paşa
kâse-i metrûk-i mey: Şarabın terkedilmiş kabı.

Kâse-i metrûk-i mey reng-i lebinden bellidir
Müflisin evvelki hâli meşrebinden bellidir
Yüsrî
kâse-i mînâ: Billur kâse.

Câ-be-câ sâf habâb-ılagelir bezm-i kadeh
Benzer ol zevraka kim kâse-i mînâ getirir
Rızayi kâse-i nergis: Nergisin kâsesi.

Kâse-i nergiste etti gözleri yaşın gül-âb
Gördü bülbül goncanın başın ağırtır nâleler
Hayâlî Bey
kâse-i semm: Zehirli kâse.

Gâh eder bir neşter-i mesmûm merhemden zuhûr
Gâh eyler nûş-ı dârû kâse-i semden zuhûr
Ziya Paşa
kâse-i ser: Baş kâse.

Kâse-i ser hecr ile peymâne-i hâk oldu gel
Hey bizimle ahd ü peymânın ferâmûş eyleyen
Usulî (Yenice Vardarlı)
kâse-i sîr-âb: Suya kanmış kâse.

Mevc-i hattan cezb eder çeşmin şarâb-ı işveyi
Kâse-i sîr-âb olup ol mey-fürûşa la’l-i leb
Esrar Dede
kâse-i tanbûr: Tanbur kâsesi.

Câm kıl bâde-i tevhîde
Hayâlî serini
Ya belâ bezmine bir kâse-i tanbûr eyle
Hayâlî Bey
kâse-ı Tesnîm: Cennet’teki
Tesnim suyunun kâsesi.

Her biri kâse-ı Tesnîm’e olur turfe-nisâr
Düşse pây-ı nazar rağbetine bâde vü benek
Kâzım Paşa
kâse-i yâkût: Yakut kâsesi.

Ol kadar kan döktü şimşîrin ki aksiyle onun
Kâse-i yâkûta döndü kümbed-i nilûferi
Nef’î
kâse-i zehr-i melâmet: Kınama zehrinin kâsesi.

Kâse-i zehr-i melâmet başıma efser yeter
Eğnime zillet libâsı câme-i zîver yeter■
Âhi kâse-i zerrîn: Altın işlemeli kâse.

Gül-şen-i hüsnünde bir havz-ı zeberceddir felek
Kâse-i zerrindir ol havz içre devr eyler güneş
İbni Kemâl
kâse-hâ: Kâseler.

kâsehâ-yı ser: Baş kâseler.

Rezm-gâh içre
Muhibbî merd olanlara müdâm
Hûn-ı düşmen mi gerektir kâsehâ-yı ser kadeh
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
kâse-lîs: Kâse yalayıcı: dalkavuk, tufeyli. c. kâse-lisân.

Köfte-hor u kâse-lîsi sofradan kovmak muhâl
Bitmeyince aş elinden ahz-ı kab etmek de güç
Sürûrî
Düşüp kûy-ı harâbât içre sûfî kâse-lîs olmak
Serîr-i devlete
Fağfûr-ı hakîm olmadan yeğdir
NeVî
kâse-lîsân: Çanak yalayıcılar.

Kâse-lîsân eder birbirini istiskâl
Cümleden olsa da memnûn veliyyü’nimet
Hâzık
kasem: Ar. Yemin, and.

Ol şâhid-i halvet-geh-i kurb ü samedî kim
Ve’l-leyl deyip zülfüne Allah kasem eyler
Yenişehirli Avni
Da’vî-i haşmet sana değdigine şâhid bu kim
Kâdî-i çarh eşiğin toprağına içer kasem
Nizamî
Öptürmemeye ağzını ant içtin eğerçi
Hîç yok yere Allah’a efendim kasem ettin
İznikli Hilmi
kâsıd: bk. kasd.

kâsır: bk. kusûr.

kâsî, kâsiye: bk. kasvet.

kâsid: Ar. Kesâd’tan; geçmez, sürüm-
süz, aranmaz.

Senin bâzar-ı aşkında eder dellâl cân feryâd
Metâ’-ı akl-ı kâsidtir hırîdâr olmasın kimse
Ahmet Paşa
Kâsid görünür gerçi ki dükkân-ı kanâat
Der-kârdır ammâ yine mizan-ı kanâat
Nâbî
Eğer kim olmasaydı kalbi fâsid
Cihânda olmaz idi kadri kâsid
Sünbülzade Vehbi
kasîd: bk. kasîde.

kasîde: Ar. 15 beyitten fazla olan ve
bütün beyitlerin ikinci mısraları en başta bulunan mısra ile kafiyeli bulunan ve daha çok büyükleri övmek maksadıyla yazılan uzun manzume. c. kasâ’id.

Bu devr içinde benim pâdişâh-ı mülk-i sühan
Bana sunuldu kasîde bana verildi gazel
Bâkî
Vehbî-i zarın efendim gayrı dest-âvîzi yok
Ya gazeldir ya kasîde armağanı şâirin
Sünbülzade Vehbi
kasîde-i latîf: Hoş kaside.

Her tâze kasîde-i latîfin
Bir şâhid-i ştve-kâr-ı ma’nî
Ünsî
kasîde-gû: Kaside söyleyen.

Kıbrıs şerâbı aktı zemânında sû-be-sû
Yahyâgazel-serâ idi
Bâkî kasîde-gû
Yahya Kemal
kasâ’id, kasâyid: Kasîde’ler.

Vassâf-ı muhteşem-sühanım kim kasâyidim
Şâhân-ı Cem-şükûh-ı cihân-bâna şan verir
Nef’î
Nef’î
vâdî-i kasâ’idde sühan-perdâzdır
Olamaz ammâ gazelde
Bâkî vü Yahyâ gibi
Nedm
Nedir bu sizdeki aşk-ı teceddüd ü îcâd
Ne gördünüz gazeliyyâttan, kasâidden
Tevfik Fikret
kasîd: Kaside.

kasîd-perdâz: Kaside düzenleyen.

Nükte-senc ü sühan-ârâ vü maânî-perver
Kıt’a-pîrâ-yı gazel-gû-yı kasîd-perdâz
Nef’î
kâsil: bk. kesel.

kasîr: G) bk. kasr.

kasm: Ar. 1. Kırıp ayırma. 2. Kırma.

Sende zahir olunca kibr ü gurûr
Kasm eder Allah-ı Gayûr
Nâbî
kasr: Ar. Köşk, kâşâne.

Nedir o kasr-ı muallâ kenâr-ı deryâda
Ki aks-i kubbesi olmuş nazîre-i gerdûn
Nef’î
Ey Alem-ı Misâl’in seyyâh-ı hûş-yârı
Hîç kasr sûretinde gördün mü nev-bahâr?
Nedim
Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm
Dolaştım mülk-ı İslâm’ı bütün vîraneler gördüm
Ziyâ Paşa
kasr-ı a’lâ-yı melâhat: Güzelliğin yüce köşkü.

Kasr-ı a’lâ-yı melâhattte
Süleymânsın sen
Ey perî-rû seni her nâ-kes ü ednâ ne bilir
Makalî
kasr-ı cefâ: Cefa köşkü.

Kasr-ı cefâyı yapmaya şâhân-ı mülk-i hüsn
Ferhâd’ı taşlara beni toprağa saldılar
Hayâlî Bey
kasr-ı Cennet: Cennet köşkü.

Kasr-ı cennet mi bu ya bâğ-ı İrem ya gül-istân
Ya harîm-ı Kuds ya Beytü’l-harem ya âsmân
Nev’î
kasr-ı cinân: Cennetler köşkü.

Geh varıp havz kenârında hırâmân olalım
Geh gelip kasr-ı cinân seyrine hayrân olalım
Nedim
kasr-ı dehr: Dünya köşkü.

Dilâ bu menzil-i vîranı sanma cây-ı sürûr
Ki kasr-ı dehrde bulunur hezâr türlü kusûr
Hayâlî Bey
kasr-ı emel: Emel köşkü.

Geçip gitmekte ömrüm derd ü mihnet gibi şeylerle
Müşerref olmadı kasr-ı emel ferhunde-peylerle
Nedim
kasr-ı felek-rifat: Felek yücelikli köşk.

Ey kasr-ı felek-rif’at ü ey tâk-ı muallâ
Her bâb ile benzer kapında cennet-ı Me’vâ
Ahmet Paşa
kasr-ı Havernak: Havernak köşkü.

Hezar kasr-ı Havernak’tan elbet a’lâdır
Bu kârgâhta bir beyt-i kâmilü’l-mazmûn
Yenişehirli Avni
kasr-ı Kayser: Kayser’in köşkü.

Makâm-ı kurba eren hak budur ki dünyânın
Ne kasr-ı Kayser’in ister ne kasr-ı Dârâ’sın
Bağdatlı Ruhi
kasr-ı muallâ: Yüce köşk.

Nedir o kasr-ı muallâ kenâr-ı deryâda
Ki aks-i kubbesi olmuş nazîre-i gerdûn
Nef’î
kasr-ı muhabbet: Sevgi köşkü.

Başlandı çünkü kasr-ı muhabbet yapılmağa
Ferhâd’ı taşa
Hüsrev’i toprağa saldılar
Taşlıcalı Yahya Bey
kasr-ı Nu’mân: Numan’ın köşkü.

Kasr-ı Nu’mân’a
Havernak denilir kim meşhûr
Ziynet ü hüsne de revnak dahi köşkün adı kâh
Sünbülzade Vehbi
kasr-ı Sa’dâbâd: Sa’dâbâd köşkü.

Kasr-ı Sa’dâbMgül-zâr-ı hümâyûn-sâyına
Eyledim mehtâbı hem daPet düğün âlayına
Yahya Kemal
kasr-ı sîm-endûd: Gümüşle bezenmiş
köşk.

Habâb-ı eşk ü âh-ı pür-şerer kılmış beni fârig
Cihânın kasr-ı sîm-endûd u kâh-ı zer-nigârndan
Fuzûlî
kasr-ı sürûr: Zevk ü sefa köşkü.

Kasr-ı sürûr künc-i kanâat değil midir
Sahn-ı behişt kûy-ı ferâğat değil midir
Nâbî kasr-ı tarab ü ayş ü safâ: Yeme içme ve eğlence köşkü.

Bu cihân kimine kasr-ı tarab ü ayş ü safâ
Kiminin mihnet ile başına zindân ancak
Bâkî
kasr-ı tevâzu’: Alçak gönüllülük köşkü. denlü mürtefi’bünyâddır kasr-ı tevâzu’kim
Riyâz-ı Cennete nezzare mümkindir zemîninden
Bâhir (İmam-ı Sultanî Abdurrahman)
kasr-ı vasl-ı yâr: Yâre kavuşma köşkü.

Kasr-ı vasl-ı yâre kim çıkmak dilerse kâm-rân
Ona varın harc edip etsin gümüşten nerdübân
Cinânî
kasr-ı zer-ender-zer: İki katlı altın tabakalı köşk.

Böyle bir kasr-ı zer-ender-zer pür-san’at kim
Reşk eder hâme-i nakkâşına sûret-ger-ı Çîn
Nef’î
kasr: Ar. 1. Kısa kesme, kısaltma, kısma. 2. Azaltma, kesme, eksiklik.

kasîr: Kısa, boysuz.

Ehl-ı İslâm’a ol muîn ü nasîr
Dest-i a’dayı eyle bizden kasîr
Sultan
I. Murat (Hüdavendigâr)
Ne tavîl idi o tal’at ne kasîr
Füsehâ ona esîlü’l-had dir
Hakanî
Şems-i asr idi asırda şemsin
Zıll-i memdûd olur zemân-ı kasîr

kassâb: Ar. Kasap.

Dehen-i hançer-i ser-tîzini tîz etmektir
En büyük şefkati kurbânlara kassâbların
Sâbit
kassâm: Ar. Kısmet’ten; 1. Miras payını taksim eden memur. 2. Kısım kısım ayıran, kısım kısım veren.

Hasûd münkir olur kısmet-ı İlâhîye
Sanır hemîşe sitem adl ü dâd kassâmı
Nef’î
Verese hakkı iken binde birin eyleyemez
Mâla kassâmların ettiği teftîşlerin
Nâbî
Kassâm-ı Ezel: Ezelin taksim edicisi (c. c.).

Ne hikmettir bu kim fikr-i lebinsiz bana dirlik yok
Meğer kim onu
Kassâm-ı Ezel bahş etti cânımdan
behiştî
kassâm-ı kazâ: Kader ve kazayı ayıran (c. c.).

Hayf kim taksîm-i derd ettikte kassâm-ı kazA
Tîr-i gamzen düştü sehm-i âşık-ı eşgendeye
Nedm kassâr: Ar. Çırpıcı (halı).

Lûtfunda ebr-i rahmet eder rûyumuz sefîd
Yaksa bizim icâreli kassârımız değil
Nâbî
Her rûz eyledi nice kirpâsı rû-sefîd
Ammâ sepîdî-i ruhu kassâre kalmadı
Nâbî
kassâr-ı felek: Feleğin çırpıcısı.

Sevdiğin taşa urur âhırı kassâr-ı felek
Var kıyâs eyle onun sevmediği zaf-ı teni
Kâmîi Amidî
kâst: Far. Eksik, noksan.

Çıka bir hükm-i kazâ-yı kem ü kâst
İttifâkangörüne birisi râst
Nâbî
kasvet: Ar. 1. Katılık, sertlik. 2. Acımasızlık. 3. Sıkıntı, iç darlığı.

Günler geçer ki paslı bulutlarla kasvetin
Bir âhenîn siper gibi örter semâmızı
Tevfik Fikret
kasvet-i hümûm: Kaygıların sıkıntısı.

Olup hücûm-ı elemden şikeste-hâtırlar
Derûna dolmuş idi kasvet-i hümûm u keder
Nedim
kâsî, kâsiye: Katı, sert; duygusuz.

Gitmez kulûb-ı kâsiyeden nakş-ı infial
Seng üzre mürtesim olan âsâr saht olur
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
kâşân, kâşâne: Far. Konak, küçük köşk.

Seyr ettim
İsfehân’ını çok sürmeli hûbânını
Sad-âfet kâşânını celb eyledim kâşâneye
Sünbülzade Vehbi
Diyâr-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm
Dolaştım mülk-ı İslâm’ı, bütün rîrâneler gördüm
Ziyâ Paşa
Kurardım bu sahrâya çok hâneler
Ne âlî binâlar ne kâşâneler
Keçecizade İzzet Molla
kâşâne-i Fağfûr: Çin imparatorlarının köşküne benzeyen, çin işi köşk.

Nerdübânlar bûsiş-i nermîn-i dâmâniyle mest
İndi bin işveyle bir kâşâne-ı Fağfûr’dan
Yahya Kemal
kâşâne-i hâtır: Gönül köşkü.

Hâlî koyalı hûbların fikr ü hayâli
Kâşâne-i hâtır yine yüz tuttu harâbe
Reşid
Çeşmizâde kâşâne-i Havernak: Havernak köşkü.

Cem taht-gâhı tahta-i mey-hâne kendidir
Kâşâne-ı Harernak-ı şâh-âne kendidir
Nâilî
-ı Kadim
kâşâne-i iclâl: Büyüklük köşkü.

Kâşâne-i iclali için micmer olurdu
Sîmîn küre-i mâh eğer olsa müşebbek
Nedim
kâşâne-i rûh: Ruhun köşkü.

Bâd-ı seheri getirse bûy-ı zülfün
Kâşâne-i rûh ser-be-ser revzen olur
Hâleti kâşif: bk. keşf.

kâşki: Far. e. kâş ki’den; kâşkî, keşke, ne olaydı, ne olurdu.

Kürsîde ona kâşki ben vâiz olaydım
Ya kûşe-i câmi’de okur hâfız olaydım
Enderunlu Fazıl
Dâimâ bî-gânelerdir lûtf u ihsânın gören
Olmayaydık kâşki yâr ile bâri âşinâ
Şeyhülislam Yahya
Dediler ki yârine ağyâr oldu dedim
Kâşki cümle cihân yâr olsa ağyâr olmasa
İbni Kemâl
kat’: Ar. Kesmek, ayırmak. (maddî ve mânevî unsur olarak kullanılır.).

Her ne denlü cürmüne hadd ü nihâyet yoksa
Avniyâ kat’ eyleme sen avn-ı Rahmân’dan ümîd
Avnî
Hatm olup ömrüm eğer kalmaya bende bir nefes
Sanma kat’ edem hevâ-yı vasl-ı zülfünden heves
Hamdullah Hamdi
Kat’ eyledi dest-i berf-nâki
Gördü o musîbet-i helâki
Şeyh Galip
kat’-ı alâka: İlgiyi kesme.

Kat’-ı alâka eyle cihândan sen
Ahîyâ
Şol hîz-i bî-temîzi ko mekr ü hiyel seve
Ahi
Kat’-ı alâka mı ya tegâfül mü maksadın
Hem işve hem itâb nedendir neden neden
Esrar Dede
kat’-ı eşk-i çeşm-i ter: Islak gözyaşını kesme.

Olur semend-i enâmilde cilveden mahrûm
Kalem ne dem ki eder kat’-ı eşk-i çeşm-i terin
Nâbî
kat’-ı hayât: Hayatın kesilmesi; ölüm.

Bes ki hicrânındadır hâsiyyet-i kat’-i hayât
Ol hayât ehline hayrânım ki hicrânındadır
Fuzûlî
kat’-ı mahabbet: Sohbet etmeyi kesme.

Gerçi ey dil yâr için yüz verdi yüz mihnet sana
Zerrece kat’-ı mahabbet etmedin rahmet sana
Fuzûlî
kat’-ı nazar: Dikkate almamak, dönüp bakmamak.

Kesmişti taalluku cihândan
Kat’-ı nazar eylemişti cândan
Fuzûlî
kat’-ı râh: Yol kesme.

Gerçi her rûz kat’-ı râh ederim
Bilmem ammâ ne vakte dek giderim
Nef’î
kat’-ı recâ: Ümidi kesme.

Yârdan kat’-ı recâ etme
Hayâlî zinhâr
Sana bir cevr ü cefâ var mı ki ol eylemeye
Hayâlî Bey
kat’-ı taalluk: Alâkayı kesme.

Ey Fuzûlî eylerem kat’-ı taalluk barçadan
Bu tarîk içre bana tevfîk ederse yârlığ
Fuzûlî
kat’-ı tarîk: Yol kesme.

Dilersen ki kat’-ı tarîk edesin
Gel ey Hamdî senden sen evvel kesil
Hamdullah Hamdi
kat’-ı ülfet: Dostluğu kesme.

Kat’-ı ülfet gâlibâ düşvârdır kim eylemiş
Nakş-ı Şîrîn ile
Ferhâd-ı mukayyed
Bî-sütûn
Fuzûlî
kat’-ı ümîd: Ümidi kesme.

Kat’-ı ümîd etmem afvından kusûr u zenble
Ben kulum kuldan hatâ yâ
Rab cenâbından atâ
Enderunlu Vâsıf
kat’-ı yed: Eli kesme.

Yûsuf-ı çâh-ı devâtıngöricek ruhsârın
Aybdır kat’-ı yed etmezse
Züleyhâ-yı kalem
Nâbî
(göricek: görünce.)
kat’-ı zebân: Dilini kesmek.

Sirkat-i şi’r edene kat’-ı zebân lâzımdır
Böyledir şer’-i belâgatte fetvâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
kat’-ı zünnâr: Kuşağı kesme.

Lâ-cerem derler şerîat ehlinin sarrâfıyız
Lâkin ol vasl-ı likâya kat’-ı zünnâr eylemez
Ümmî Sinan
kâtı’: Kesen, kesici. c. kuttâ’
Nass-ı kâtı’ olalı âleme tîğ-ı şer’î
Edemez âdemi devrinde şeyâtîn idlâl
Taşlıcalı Yahya Bey
Eylemişti onun el-hakk sâni
Tîğ-ı müjgânını nass-i kâtı’
Hakanî
Hükm-i sâtı’ gâlibdir nass-ı kâtı’ kuvvetin
Bak cidâl-i kâinâta başka bürhân istemez
Abdülaziz
Mecdi Efendi
kâtı’-ı tarîk: Yol kesen.

Bir memlekette salb olunur kâtı’-ı tarîk
Bir yerde mûcib-i şeref ü fahr olur bu hâl
Ziyâ Paşa
kuttâ’: Kesiciler, kesenler kuttâ’-ı tarîk: Yol kesiciler, eşkıya.

Ne demek dağdaki kuttâ’-ı tarîk
Kader eyler mi o halkı teşvîk
Abdülhak Hâmit
Bir hâneye mâlik değilim ben şu cihânda
Kuttâ’-ı tarîkin dahi şeş-hânesi vardır
Pertev Paşa
(Mülkiye Nâzırı
Mehmet Said)
kat’î: 1. Kestirme, kesin. 2. Adamakıllı kararlaştırılmış.

Dâd-ı Hudâdır demişler kisbî değildir aşk
Tahsîli kat’î müşkül olmayıcak liyâkat
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Basmak tarîk-ı aşka kadem eksiğin değil
Sûfî bu yolda kat’î kehel bilirim seni
Hayâlî Bey
Nasıl sükût ile kat’î cevâb vermeyeyim
Lâkırdı anlamıyor anladım suâlinden
Muallim Naci
kat’â, kat’an: Ar. Asla, hiçbir vakit.

Kırılsa pâre pâre olsa ammâ
Zarar gelmez ona bir türlü kat’â
Sünbülzade Vehbi
(lügaz: Altın)
Olma Allah’ı seversen kat’â
Tâlib-i râh-ı kazA vü fetvâ
Nâbî
Eyleme kimseyi kat’â techîl
Etme mahlûk-ı Hudâ’yı tahcîl
Nâbî
Lânesinden bulsa bir dem infisâl
Yoktur ircâHnda kat’â ihtimâl
Ziya Paşa
katâr: Ar. Aslı “kıtar”.

Bir sıra üzerinde giden hayvan veya lokomotifin çektiği demiryolu arabaları, tren; yığın.

Dizilmiş nihâlân-ıgül sû-be-sû
Katâriylegelmiş meğer reng ü bû
Nedim
Sâr-bân-ı vakt isen hazm eyle zîrâ vakt olur
Bir topal merkeb belâsıyle katâr elden gider
Ziyâ Paşa
katâr-ı cevher-i ma’nî: Mana cevherinin yığını.

Yazıldı katre-i şeb-nem ser-â-pâ berg-i sûsende
Katâr-ı cevher-i ma’nî gibi tîğ-ı zebân üzre
Nef’î
katâr-ı ışk: Aşk katarı.

Katâr-ı ışka çekildi götürdü bâr-ı gamı
Hayâlî köçek iken oldu çak dedem âşık
Hayâlî Bey
(çak dedem âşık: Bir tarikata yeni girmiş genç derviş adayı)
kâtı: bk. kat’.

kat’î: bk. kat’.

kâtib: bk. kitâbet.

katl: Ar. Öldürme, cana kıyma, yasa dışı yollarla birinin hayatına son verme.

Subha saldı bu gece şem’ kimi katlimi hecr
Ola kim subh gelince gele yârim bu gece
Fuzûlî
Katl için yazmış idi i’lâmı
Olayazdı arada kendi katîl
Sürûrî
Şerm eyliyor muvânis-i dîdâr gözlerim
Bir katl etmek istiyor ihzâr gözlerim
Muallim Naci
katl-i Âl-i Abâ: Al-ı Abâ’nın öldürülmesi.

Tedbîr-i katl-ı Al-ı Abâ kıldın ey felek
Fikr-i galat hayâl-i hatâ kıldın ey felek
Fuzûlî
katl-i âm: Toplu ölüm.

Katl-i âma ârzû-yıgamzesin takrîr ile
Rûzgârın tîğ-ı kininpâ-be-dâmân eyledim
Nâbî
katl-i bî-günâh: Günahsız öldürme.

Girişme dil-firîb-âne tegâfüllerle nâzende
Nigâh mest-âne katl-i bî-günâh ile mübâhîdir
Nef’î
katl-i ehl-i ışk: Aşk ehlinin öldürülmesi.

Aftâb-ı tal’atin tuttukça evc-i irtifâ
Katl-i ehl-i ışka tîğ-ı gamzedir ondan şu’â’
Fuzûlî
katl-i nüfûs: Nüfusu yok etme.

Şehirde evlere baskın, kazada katl-i nüfûs
Kur’ada kalmadı telvîs olunmadık nâmûs
Mehmet Akif
katl-i samûr-ı zâr: İnleyen samurun öldürülmesi.

Bîdesterin helâkine hayye olur sebeb
Katl-i samûr-ı zare olur postu medâr
Ziya Paşa
katl-i uşşâk: Aşıkları öldürme.

Katl-i uşşâkı şehâ kendine assı sanıp âh
Kılma bu âdeti kim sonra ziyânın olısar
Cem Sultan
(assı: fayda, olısar: olacak.)
kâtil: Katl eden, öldüren.

Katl nigâhın açmadı çün şerha sîneme
Bu zahm-ı zehr-i nâb nedendir neden neden
Esrar Dede
İki hûn-rîz ü kâtildir eğer çeşmin eğer gamzen
İki bî-rahm ü zâlimdir eğer hasret eğer firkat
Cinânî
Emvâl-i halkı sârik alıp sârikim demez
Katl vebal-i katle dahi vermez ihtimâl
Ziyâ Paşa
kattâl: Çok öldüren.

Şöyle benzer hûblar dârû-yı buhrân kattılar
Bâde-i aşkı nedir çak böyle kattâl eyleyen
Nev’î
Şarâb-ı ışk hoş kattâl imiş içmiş iki âşık
Yıkılmış biri sahrâda biri küh-sâra yasdanmış
Hayâlî Bey
katîl: Öldürülmüş, katl ü ihlâk edilmiş.

Katl için yazmış idi i’lâmı
Olayazdı arada kendi katîl
Sürûrî
Cân alıp baş kesmeyi kesmedi gamzen hançeri
Kanda âşûb olsa anda bir katîl eksik değil
Hamdullah Hamdi
(kanda: nerede; anda: orada)
katîl-i kavm-i dil-dâr: Sevgili kavmin öldürülmüşü.

Ver görse katîl-i kavm-i dil-dâr
Derdiyle kılırdı nâle vü zâr
Fuzûlî
kıtâl: Birini öldürme.

Işkın kıtâli geldi vü sabr oldu münhezim
Bir meklekette fitne olur olsa iki şâh
Ahmet Paşa
Adım başında şekâvet adım başında kıtâl
Şenâatin ne kadar kanlı şekli varsa helâl
Mehmet Akif
katil, kâtil: bk. katl.

katîl: bk. katl.

katrân: Ar. Bazı ağaçlardan ve yer kömüründen süzülerek çıkarılan reçineli madde.

Bembeyâz saçları katrânlara batmış dedeler
Göğsü baltayla kırılmış memesiz râlideler
Mehmet Akif
katre: Ar. Damlayan şey, yağmur gibi dökülen şeyin damlası. c. katarât.

Ko döksün dîdeden bir katre dil kim ser verip hurşîd
Alıp şeb-nem gibi sürsün girîbân ile dâmâna
Nâbî
Hûn-ı dil kim bâde-i sâf mahabbettir bana
Ab-ı rûy-ı çeşme-i hûrşîddir her katresi
Nâilî
Zahm-ı tîğınla bürür sînemi hûn hatreleri
Çaldıran deştinegûyâ ki
Kızılbaşgelir
Behiştî
Bî-baht olanın bâğına bir katresi düşmez
Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan
Ziyâ Paşa
katre-i âvâre: Başıboş damla.

Ey katre-i âvâre, bu cûşun, bu hurûşun
Ahengine uymazsan emîn ol, boğulursun
Mehmet Akif
katre-i bârân: Yağmur damlası.

Nîk-bahtân ki bulur cevf-i sadefte dürr-i pâk
Şümû’-ı bahtla biz katre-i bârân buluruz
Nâbî
katre-i berf: Kar damlası.

Düşerse nâ-gehân bir katre-i berfi bu sermânın
Ger âteş-hâne-i sad sâle-i kibr ü mugân üzre
Ziya Paşa
katre-i eşk: Gözyaşı damlası.

Akan her katre-i eşkimde bin tûfân olur peydâ
Hurûş-ı cûş-ı deryâ çeşm-i giryânımdan öğrensin
Leskofçalı Galip
Katre-i eşkine öykündü diye
Bâkî’nin
Çerh-i hakkâk deliptir güheri döne döne
Bâkî katre-i jâle-i ter-gonca: Yeni gonca üzerindeki çiğ tanesinin damlası.

Katre-i jâle-i ter-goncayı handân eyler
Ne olapeykân-ı hadengin dilimi eylese şâd
Nadirî katre-i Nîsân: Nisan yağmuru.

Tenezzül etmedikçe, cevher olmaz, katre-ı Nîsân
Bulur rûşen-zamîrân rif’ati oldukça efkende
Koca Râgıp Paşa
katre-i şeb-nem: Gece neminin damlası, çiğ damlası.

Düşünce berg-i güle mihr olur bagal-gîri
Çemende katre-i şeb-nemden al fütâdeliği
Neylî
Mihrin ile âlem-i bâlâya azm etsem gerek
Katre-i şeb-nem gibi üftâde-i gerdûn olup
Taşlıcalı Yahya Bey
katre-i şîr: Süt damlası.

Katre-i şîr gibi damladığınca şeb-nem
Goncalar ağız açar nitekim etfâl-i sigâr
Mesihî katre-i lâ-yetecezzâ: Bölünemeyen en küçük damla.

Eğer âyîne-i irfânına akseyler ise
Katre-i lâ-yetecezzA görünür bahr-i ulûm
Yenişehirli Avni
katre-cû: Bir damla arayan.

katre-cû-yı ihsân: Cömertlikten bir damla
arayan. yanda koskoca bir kâinât-ı hiss ü şühûd
Kalıp, ümmîd be-leb katre-cû-yı ihsânın
Tevfik Fikret
katre-veş: Damla gibi.

Eşiğine sür yüzünü cân kulak tut sözüne
Su gibi pâk et özünü katre-veş ummâna gel
Âdile Sultan
katre katre: Damla damla.

Lâhza lâhza gönlüm odundan şererlerdir çıkan
Katre katre göz döken sanman sirişkim kanıdır
Fuzûlî (od: ateş)
katarât: Damlalar. katarât-ı arak: Ter damlaları.

Hıfzı ger istese eyler katarât-ı arakı
Dür gibi zîver-i zerrîn-güle şem’-i münîr
Nef’î
katarât-ı emtâr: Yağmur damlaları.

Dürr ü yâkût ile bir nahl-i murassa sandım
Erguvân üzre dökülmüş katarât-ı emtâr
Nâilî
katarât-ı girye-ver: Ağlayan damlalar.

Sessiz eserdi bâdiyeye bâd-ı nâle pür
Mahfî düşerdi hâke katarât-ı girye-ver
Kemalzâde Ekrem Bey
kattâl: bk. katl.

kavâbil: Ar. “Kâbile”ler, kadın ebeler.

Ger mezâyâ-yı kavâbil ne demek bildinse
Meh değil mihri bile var çeh-ı Nahşeb’den sor
Esrar Dede
kavâfî: bk. kâfiye.

kavâfil: bk. kâfile.

kavi: Ar. Kuvvet’ten; 1. Güçlü, kuvvetli. 2. Muhkem, sağlam, dayanıklı.

Cümle a’zA-yı şerîf-i nebevî
Biri birinden idi tünd ü kavî
Hakanî
Arif ol, ehl-i dil ol, rind-i kalender-meşreb ol
Ne Müselmân-ı kavî, ne mülhid-i bî-mezheb ol
Nef’î
Dost bî-pervâ felek bî-rahm devrân bî-sükûn
Derd çok hem-derd yok düşmen kavî tâli zebûn
Fuzûlî
Bir kavî âile bol bir mahsûl
Başka şey fikrini etmez meşgûl
Tevfik Fikret
kavîm: Ar. Kıvâm ve kıyâm’dan; 1. Doğru, dürüst, râst. 2. Ayakta.

Tarz-ı nev saldı binâ-yı adle mimâr-ı kazA
Hemçü erkân-ı kavîmi kubbe-i firûze-fâm
Üsküdarlı Hakkı Bey
kâviş: Far. Kazma, eşme.

Ser-tîşe-i talebten diller harâb-ı kâviş
Bir genc var nühüfte vîraneler de bilmez
Nâbî
Kaviş ehli eder idrâk zemîn-i şi’ri
Nâbîyâ kadrini bu ma’nî-i nâ-yâbların
Nâbî
kâviş-i tîşe-i endîşe: Düşünce baltasının kazısı.

Kâviş-i tîşe-i endîşe edip şimdi ayân
Oldu her gevheri ârâyiş-i silk-i eyyâm
Nef’î
kâviş-ger: Kazan, kazıcı.

Dâg dâg oldu tenim şöyle ki kâviş-ger-i gam
Zîr-i zahmımda bulur genc-i defîn-i yâkût
Hersekli Arif Hikmet
kavl: Ar. 1. Söz, lakırdı. 2. Sözleşme, anlaşma.

İlhâm-ı vâridim yok hükm-ı Utâridim yok
Kavlimde câhidim yok “dîvâne-râ kalem nîst”
Esrar Dede
(dîvâne-râ kalem nîst: Delinin kalemi yoktur.)
Müttefiktir halk eğerçi matlab ü maksûdda
Olmaz ammâ kavl ü fi’l ü dem-i etvâr bir
Şerifî
kavl-i dervîşân: Dervişlerin sözü.

Zevk-ı vicdânı bulup cân ile kıl dilde semâ
Dinleme münkir sözünü kavl-i dervîşâna gel
Âdile Sultan
kavl-i düşmen: Düşman sözü.

Al ile kıydın ona kâni hakîkat bu mudur
Kavl-i düşmen sana kâr etti meveddet bu mudur
sâmi
kavl-i ehem: Önemli söz.

Bu hadîs içre budur kavl-i ehem
Ya’nî Allah
Taâlâ a’lem
Hakanî
kavl-i hasen: Güzel söz.

Firdevs içinde olmasa
Hamdî visâl-i yâr
Kavl-i hasen ola ona dâr-ı hazen desem
Hamdullah Hamdi
kavl-i hükemâ: Bilgelerin sözü.

Rindân-ı Hudâ-perver-i ma’nâ bu mahalde
Ne çarha ne kavl-i hükemâya nazar eyler
Nef’î
kavl-i müreccah: Üstün tutulan söz.

Budur kavl-i müreccah mezheb-i ehl-i hakîkatte
Geçer cânından erbâb-ı mahabbet yârdan geçmez
Rahmî (Tersane Kâtibi Vak’anüvis Kırımlı Mustafa)
kavl-i rakîb: Rakibin sözü.

Çok kana girer gamzen uyup kavl-i rakîbe
Gammâze muvâfık görünür rây-ı münâfık
Nizami kavl-i sahîf: Boş söz.

Hâşelillâh nedir ol kavl-i sahîf
Diyeler sâkıt olurmuş telf
Sünbülzade Vehbi
kavl-i sâlikân-ı riyâ: İki yüzlü yola girenlerin sözü.

Böyle zemânda acırım ol sâde-dillere
Kim kavl-i sâlikân-ı riyâya inandılar
Bağdatlı Ruhi
kâil: 1. Söyleyici, söyleyen. 2. Rıza gösteren, boyun eğen.

Nâbîyâ kâilinin zilletine hüccettir
Devlet-i sâbıkını fahr ile îrâd etmek
Nâbî
Ne hâl ise o şâhın kâil olduk cevrine
Nâbî
Eğerçi cevr sa’b ammâ ki hicrân andan es’abdır
Nâbî
Vâsıl-ı nezd-ı Hudâ eyleyemez kîl ile kâl
Künc-i vahdette hemân sâkit ü kâil birdir
Keçecizade İzzet Molla
kâil-i nâ-bedîd: Söyleyeni bilinmeyen söz.

Hayf kimgüm-geşte râh-ı tîh hayret olmuşuz
Bir sadâgûş eyleriz ammâ ki kâil-i nâ-bedîd
Ziya Paşa
kavm, kavim: Ar. 1. İnsan topluluğu. 2. Bir peygamberin gönderdiği topluluk, kavim. c. akvâm.

Benden benliğim gitti hep mülkümü dost tuttu
Lâ-mekâna kavm oldum mekânım yağmâ olsun
Yunus Emre
kavm-i Âd u Semûd: Âd ve
Semûd kavmi.

Vücûdı âleme rahmet değil midir fikr et
Ne gûne oldu mücâzat-ı kavm-ı Ad ü Semûd
rızayi
kavm-i ahibbâ: Dostlar topluluğu.

Yok farkı bahîl ile o ehl-i keremin kim
İn’âmı ola kavm-i ahibbâsına mahsûs
Sünbülzade Vehbi
kavm-i dil-dâr: Gönül çalan sevgilinin soyu.

Ver görse katîl-i kavm-i dil-dâr
Derdiyle kılırdı nâle vü zâr
Fuzûlî
kavm-i ezel-hikmet: Ezelin bilge kavmi.

Ey büyük kavm-i ezel-hikmet ü âlem-fitrat
Hâmî-i adl-ı Hudâ, nâşir-i rûh-ı kudret
Kemalzâde Ekrem Bey
kavm-i nasârâ: Hıristiyan kavimleri.

Gâh şemşîr-i sitem gâhî azab-ı âteş
Küşte-i kavm-i nasârâ gibidir tenbâkû
Nâbî
kavm-i necîb: Soylu ırk.

Hani milletlere meydân okuyan kavm-i necîb
Görmedim bir kişi tek bir kişi meydânda.

Garîb
Mehmet Akif
kavm-i Yehûd: Yahudi kavmi. dem ki dest-i zebânî-i dûzaha verile
Tugât-ı kıbt-i nusarâ bugât-ı kavm-ı Yhûd
Sâbit
kavm-i Züleyhâ: Züleyha’nın kavmi.

Hayretinden
Yûsuf’un kavm-ı Züleyhâ kesti el
Sen ciğerler zahmını dillerde destân eyledin
Hayâlî Bey
akvâm: Kavim’ler.

Bu şehriyâr değil miydi hâdimü’l-haremeyn
Metâ’-ı cümle-i akvâm iken o zî-kudret
Abdülhak Hâmit
akvâm-ı beşer: İnsanoğlunun bütün kavimleri.

Eski dünyâ, yeni dünyâ bütün akvâm-ı beşer
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi hakîkat, mahşer
Mehmet Akif
kavmiyyet, kavmiyet: Kavim topluluğu, milliyet; kavimcilik.

Fakat erîke vü ünvânda yok ehemmiyet
Tezahür etmede mahzA beka-yı kavmiyet
Abdülhak Hâmit
Aynı milliyetin altında tutan
İslâm’ı
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir
Mehmet Akif
kavs, kavis: Ar. 1. Yay, keman. 2. Kıta, parça.

Hilâl-i kametin kavs etmeyen âlî-makâm olmaz
Mehi gör kim hMl olmazdan evvel bedr-i tâm olmaz
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
Oklar sihâm-ı kavs-i kazadan nişân verir
Peykân-ı tîr ise ecel-i nâ-gehân olur
Nef’î
kavs-ı kazâ: Kaza yayı.

Tîr-veş kavs-ı kazadan tîr-i kudret atıcak
Sûfî mescid kûşesine düştü ben mey-hâneye
behiştî (atıcak: atınca)
kavs-ı kuzah: Alâimi’s-semâ, ebem kuşağı.

Yüzün üstünde kaşın lûtfuna erişmez eğer
Gelse kavs-ı kuzah üstüne meh-i çâr-dehin
Nizamî
Ağladıkça kaşım rengîn ü hûnîn yaşımı
Der gören kavs-i kuzah kuruldu bârân üstüne
Cem Sultan
kavs-i kasîde: Kaside parçası.

Elimde kavs-i kasîde kepâde olmuştur
Kepâdemi çekemez lîk değme bir kavvâs
Bağdatlı Ruhi
kavs-veş: Kavs gibi.

Kavs-veş râhatı yok keşmekeş-i mihnetten
İki yüzlü iki ağızlı kec-endîşlerin
Nâbî
kavseyn: İki kavs.

Kâbe
Kavseyn’i tezekkürde ıyân
Arz-ı evvel kaşı kemân idi hemân
Hakanî
Ağladıkça kaşım rengîn ü hûnîn yaşımı
Der gören kavs-i kuzah kuruldu bârân üstüne
cem Sultan
kavvâs: 1. Oklu asker. 2. Ok yapan, okçu.

Elimde kavs-i kasîde kepâde olmuştur
Kepâdemi çekemez lîk değme bir kavvâs
bağdatlı Ruhi
kavseyn: bk. kavs.

Kâvûs: Far. 1. Keykâvûs. (Keyâniyân’ın ikinci hükümdarı olan
Keykubad’ın torunu ve halefidir.)
2. ast.

Küçükayı ile
Kuğu burcu hizasında üç parlak yıldız.

Taht-ı Kavûsgül ü çetr-ı Ferîdûn lâle
Bezm-ı Cemşîd çemen câm-ı Sikender nergis
İbni Kemâl
kavvâme: Ar. Hâkim, üstün, âmir.

kavvâme-i sâhib-nüfûz: Sözü geçen âmir.

Ricâl üzre nisâ kavvâme-i sâhib-nüfûz oldu
Eder ta’lîm-i âvâze horoza mâkiyân şimdi
Ziya Paşa
kayd: Ar. 1. Bağlama, bağlanma. 2. Ayağa vurulan zincir, bukağı. 3. Sınırlama, belirtme.

Yazma, yazılma. 5. Telâş, endişe, düşünce, kaygı. 6. Alaka, ilişik. c. kuyûd.

Câm ü dil kaydını çekmekten özüm kurtardım
Cânı cânâneye ettim dil-i dil-dâraşedâ
Fuzûlî
Defter-i nisyânda kayd et ism ü resmim nâ-bedîd
Pençe-i dest-i ecel sayyâd-bâzda bul beni
Âşık Ömer
Tıfl-ı nev-sevdâ-yı dil gittikçe bî-hâb olmada
Gerçi der-kayd olduğum yer kalmıyor kehvâreden
Muallim Naci
kayd-ı akl: Akıl bağı.

Dil kayd-ı aklı selb edeli şâd olup gider
San tıfldır ki hâceden âzâd olup gider
Bâkî
kayd-ı alâik: İlişkiler düşüncesi.

Cünûn feyziyle âzad olmuşam kayd-ı alâiktan
Kemâl ü fazl terki rütbe-i fazl ü kemâlimdir
Fuzûlî
kayd-ı âlem: Dünya bağı.

Cânım aldın kayd-ı âlemden halâs ettin beni
Kanım içti gözlerin verdin iki bîmâre su
Hayâlî Bey
kayd-ı belâ: Bela zinciri.

Handa bir gam etse benden istesinler ben zamân
Yok bana kayd-ı belâ vü dâm-ı mihnetten emân
Fuzûlî
(handa: nerede)
kayd-ı diğer: Diğer düşünce.

Müstehlik olup fakr u fenâ bahrine düştüm
Ne kayd-ı diğer kaldı ne hod fikr-i ser oldu
Esrar Dede
kayd-ı emel: Emel kaydı; arzular peşinde koşma düşüncesi.

Azade-gân-ı kayd-ı emel ser-firâz olur
Nâz eylesin sipihre o kim bî-niyâz olur
Koca Râgıp Paşa
kayd-ı esâret: Esirlik düşüncesi.

Etmiş hulâsa bir emel-i hâs-ı bî-lüzûm
Herşahs-ı hürrü kayd-ı esâretle mübteld
Zıya Paşa
kayd-ı gam-ı rûzgâr: Zamanın kederine bağlı kalma.

Kayd-ı gam-ı rûzgâr bir illettir
Ol illete aşktır tabîb-i hâzık
Fuzûlî kayd-ı girân-ı gam u derd: Dert ve sıkıntı ağırlığı düşüncesi.

Nâbî ne kayd-ı girân-ı gam u derdin hamıdır
Yetiş ey Hızr-ı meded-res ki inâyet demidir
Nâbî
kayd-ı hayât: Hayat bağlılığı.

Hâhiş-ker olma râhata kayd-ı hayât ile
Tâ aktı sulh etmeyicek kâinât ile
Şânizâde kayd-ı hırka-i peşmîne: Sufi hırkasını giyme düşüncesi.

Bezenmiş penbe-i dâg ile bir ser-mest âbdâlız
Ne sâlûsuz ne kayd-ı hırka-i peşmînemiz vardır
Bağdatlı Ruhi
kayd-ı ışk: Aşk bağlılığı.

Işka tâ düştün
Fuzûlî çekmedin dünyâ gamın
Bil ki kayd-ı ışk imiş dâm-ı taalluktan necât
Fuzûlî
kayd-ı iğlâk: Anlaşılmazlık kaydı.

Ne lâzımdır düşürmek şiri
Nâbî
kayd-ı iğlâka
Bu denlü bî-tekellüf sâde şi’r-i dil-güşâ derken
Nâbî
kayd-ı leb-i cûy: Irmak kenarı düşüncesi.

Bahâr âşüfte-gânın çekmeye kayd-ı leb-i cûya
Müselsel mevc-i enhârıgümüş zencîr eder mehtâb
Koca Râgıp Paşa
kayd-ı mâ-sivâ: Allah’tan başka şeylere bağlılık.

Tutan mürgân-ı hırsı dânedir hâk-i mezellette
Sükûn bu âlem-ı Süflî’de kayd-ı mâ-sivâdandır
Namık Kemâl
kayd-ı müdârâ: Dost gibi görünme.

Rencûr-ı aşka kayd-ı müdârâ da bir maraz
Cân-ı alîle nâz-ı etıbbâ da bir maraz
Sâbit
kayd-ı nâm: Meşhur olma düşüncesi.

Bilenler âlem-i kevn ü fesâdın neydüğin, Hikmet
Ne fikr-i câh ü ikbâle ne kayd-ı nâme düşmüştür
Hersekli Ârif
Hikmet (neydügin: ne olduğunu)
kayd-ı nâm ü neng: Şöhret ve ünlü olma düşüncesi.

Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü neng
Tâ-key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng
Bâkî
kayd-ı nâmûs: Namus bağılılığı.

Alem-i mihnete sabr eyle rızâ dâd olup
Kayd-ı nâmûsugeçip
Arı koyan gönlümdür
Âdile Sultan
kayd-ı nemed: Kebe, keçe kaygısı.

Gönül rehâ bulamaz mevce-i taalluktan
Tecerrüd ehline kayd-ı nemed ne müşkil imiş
Nâbî
kayd-ı rüsûm: Merasim düşüncesi.

Kayd-ı rüsûmdur hep tesbîh ü tâc u hırka
Dervîş-i bî-ser ü pâ vaz’ u vakam ne eyler
Nâbî
kayd-ı saltanat-ı dehr: Dünya saltanatı düşüncesi.

Sultâna kayd-ı saltanat-ı dehrpây-bend
Dervîş kendi başına sultân olupgezer
Bâkî
kayd-ı sevdâ: Sevda düşüncesi.

Perde-i zülf-i bütândangösterip binşu’bede
Dilleri zünnâr-ı bend-i kayd-ı sevdâ eyledin
Yenişehirli Avni
kayd-ı sıfat: Yüz, surat kaygısı.

Aşk kim vâreste-i kayd-ı sıfat eyler beni
Cezbe-ı Hak vâsıl-ı ıtlâk-ı zât eyler beni
Namık Kemâl
kayd-ı sitem-i çarh: Feleğin zulm endişesi.

Etmiş bizi kayd-ı sitem-i çarh hirâsân
Azade kebûter gibiyiz dâm-ı belâdan
Nâilî
kayd-ı şâh: Şah düşüncesi.

Şekli zülfeynin havaşisinde zîbâ hattının
Kayd-ı şâhtır ki hatın onsuz hatâlar gösterir
Ahmet Paşa
kayd-ı tahrîr: Yazma düşüncesi.

Kayd-ı tahrîrim ile pây-ı sühan der-zencîr
Dâg-ı fermânım ile cebhe-i endîşe vesîm
Nef’î
kayd-ı taklîd: Taklit düşüncesi.

Kayd-ı taklîd
Fuzûlî sana bir âfettir
Bir hisâr edegör ondan özine zünnârı
Fuzûlî
kayd-ı tanzîm: Düzeltme düşüncesi.

Ikd-ı gevher gibi manzûm ola tab’a vârid
Çekmeye nâzım olan zahmet-i kayd-ı tanzm
Nef’î
kayd-ı tasavvur: Zihinde şekillendirme düşüncesi.

Sihr ederdim medhine geldikçe ammâ neyleyim
Eylemiş
Hak vasfını kayd-ı tasavvurdan berî
Nef’î
kayd-ı tensîk: Yoluna koyma düşüncesi.

Görüp bî-râbıta etvâr düşme kayd-ı tensîka
Sebük-mağzane âkıl, âkıle dîvânedir dünyâ
haşmet
kuyûd: Kayıtlar; bağlılıklar.

Merhamet merhamet ey dâd-res-i haste-dilân
Beni dûçâr-ı kuyûd eyledi nefs-i allâk
Aynî
kuyûd-ı dehr: Dünya bağlılıkları.

Kuyûd-ı dehr ile âsûde-hâtır olmayan şehten
Alâyıktan geçip dervîş olanlar mutlaka yegdir
Cinânî
kuyûd-ı mâ-sivâ: Dünyaya ait olan şeylere bağlılık.

Azade kuyûd-ı mâ-sivâdan
Bî-gâile havftan, recâdan
Mehmet Âkif
kuyûd-ı zâide: Gereksiz bağlılıklar.

Hayâ, edeb gibi sözler rüsûm-ı şâsidedir
Vatanla âile, hattâ, kuyûd-ı zaidedir
Mehmet Âkif
kayrevân: Ar. Kervan, kafile.

kayrevân tâ kayrevân: Doğudan batıya kadar.

Sensin ol hûrşîd-i evc-ârâ-yı şevket kim senin
Tuttu dehr-i nûr-ı adlin kayrevân tâ kayrevân
Üsküdarlı Hakkı Bey
Kays: Ar. Leyla ile
Mecnun mesnevisinin erkek kahramanı, Mecnun’un asıl adı.

Eyle edeb riâyetin ey nev-cünûn-ı aşk
Kays’ı mezemmet eyleme yâbâna söyleme
Nâilî
Aşkın havâdisin bana sor eyleyem beyân
Seyr et
Kays fıkrası da dâstân mıdır
Esrar Dede
Kays-ı nâlân: İnleyen
Kays.

İktisâb-ı sevb-i vuslattır tecerrüdden murâd
Sanma kim bîhûde kıldı
Kays-ı nâlân insilâh
Fâik
Memduh Paşa
(Esbak Dâhiliye Nâzırı)
Kayser: Ar. >Yun.

Eski
Roma ve
Bizans imparatorlarının lâkabı.

Pâdişâh-ı âdil ü âlî-neseb kim yaraşır
Etse ger serheng ü der-bân
Keykubâd ü Kayseri
Nef’î
kayser-i Rûm: Anadolunun kayseri. nebî-ı Arabî kim hâs ü hâşâk deridir
Taht ü tâc-ı haşem ü kevkebe-ı Kayser-ı Rûm
Yenişehirli Avni
kayyûm: Ar. Bizzat bâki ve kaim olan, ebedi, ezeli (Allah)
Kereminden o
Kâdir-ı Kayyûm
Eylemez hîç kimseyi mahrûm
Fuzûlî
kâz, gâz: Far. Makas.

Çünkü olsa zebân-ı şem’ dırâz
Târ olur onu kesmese kâz
Hamdullah Hamdi
kazâ’: Ar. Olacağı, ezelden Allah tarafından takdir edilen şeylerin meydana gelmesi.

İstemeden yapılan ve elden çıkan kötü iş.

Vaktinde kılınmayan namaz veya oruç borcunun kuralına göre yerine getirilmesi.

Ahkâm-ı kazA mevkî’-i tahkîka gelince
Hîç kimse hakîkatte günehkâr bulunmaz
Yenişehirli Avni
Teveccüh eylese dâniş-verân-ı dehre kazA
Verir efendi zarûrî hemen kazaya rızâ
Beliğ
Bakıp sükût ediyorlardı, başlarında uçan
Kazayı anlatıyorlardı, böyle birbirine
Tevfik Fikret
Kıskanıp gizlemiş kazA ve kadere
Belki binden ziyâde bestesini
Yahya Kemal
kazâ-yı âlem-i pehnâ-ver: Geniş âlemin kötü işi.

Bildirir haddin sana teng eyleyip haddâd-ı çarh
Vüs’at istersen kazA-yı âlem-i pehnA-ven
Nazîm (Yahya)
kazâ-yı bikr-i fikr: Fikir tazeliğinin kazası.

Encüm değil felekte kazA-yı bikr-i fikrime
Her şeb hediyye bir tutuk-ı zer-nişân verir
Nedim
kazâ-yı evhâm: Vehimler kazası.

Kâmet-i nâzına kûtâh kabâ-yı gerdûn
Cilve-i rif’atine teng kazâ-yı evhâm
Nâbî
kazâ-yı Hudâvend: Allah’ın takdiri.

Teslîm olup kazA-yı
Hudâvend’e
Dânişâ Takdîr ile muârazadan vâz geçmeli
Dâniş (Dâniş-ı Atîk; Dâniş-ı Kadim)
kazâ-yı kem ü kâst: Eksik ve kötü takdir.

Çıka bir hükm-i kazâ-yı kem ü kâst
İttifâkangörüne birisi râst
Nâbî
kazâ-yı “kün fe-yekûn”: “Allah ol dedi ve her şey oldu, yani yaratıldı.

” şeklinde kabul ve iman edilen mukadderat gereğince söylenen söz.

İktizâ-yı kazâ-yı
Kün
Fe
Yekûn
Kıldı her emri vaktine merhûn

kazâ-yı Lâ
Yezâli: Bitimsiz olan Allah’ın takdiri.

Hamse-ı Al-ı Abâ’nın başlasam ta’rîfine
Pençe-i hükm-i kazA-yı
Ld-yezdlidir sözüm
Yenişehirli Avni
kazâ-yı nâ-muvâfık: Uygun olmayan kaza.

Bir hükm-i kazA-yı nA-muvafık
Hüsn oldu cemâl-i aşka âşık
Şeyh Galip
kazâ-yı nâ-bî-sâmân: Sermayesiz olmayanın takdiri.

Olurdu kazâ-yı nâ-bî-sâmân
Hüsn’e dahi gehvâre-cünbân
Şeyh Galip
kazâ-yı reml: Remil (dolandırıcılık, göz boyama) kazası.

KazA-yı remle de reml ile fehm edip kıra bahtın
Yakayı aldı hayfâ gazzeden geçti o nasrânî
Enderunlu Vâsıf
(gazze: gurur, kibir)
kazâ-temşiyet: Kaza yürütme.

Müşterî-rey ü Utârid-kalem ü mihr-âsâr
Arz-temkîn ü kazA-temşiyet ü çarhahkâm
Nef’î
kazârâ: Kaza suretiyle, kaza olarak, bilmeyerek.

Kazarâ bir sapan taşı bir altın kâseyi kırsa
Ne artar kıymeti taşın ne kıymetten düşer kâse

kazâ vü fetvâ: Fetva ve kaza.

Olma Allah’ı seversen kat’â
Tâlib-i râh-ı kazA vü fetvâ
Nâbî
kazâ vü kader: Kaza ve kader.

Vermez feleğin devr-i çeb-endâzına hükmü
Kor hikmeti, teslîmi kazA vü kader eyler
Nef’î
kâzib: bk. kizb.

kaziyye: Ar. 1. İş, husus, mesele, dava. 2. gr.

Cümlecik. 3. man.

Teklif, önerme. 4. mat.

Yardımcı teori. c. kazâyâ.

Bir nice zarîf-i hıtta-ı Rûm
Rûmî ki dedik kaziyye ma’lûm
Fuzûlî
Bize derlerdi vakt-i mâzîde
Senden ednâya bak da şükreyle
Şimdi aks-i kaziyyedir âlem
Senden a’lâya bak da şükreyle
Ar’if
kazâyâ: Kaziyye’ler.

Tasavvurât-ı maânî tebeddülât-ı şuûn
Muâmelât-ı kazâyâ tenevvür-i esrâr

kazzâz: Ar. İpekçi, ipek işiyle uğraşan, ipek satan.

Hüsn bâzarında şimdi anılan kazzâzdır
At meydânında karşı salınan cânbâzdır
Nizamî
Kurbağa mandayı taklîd edemez
Yak ışır mı deveye kazzazlık
İsmail Safa
kazzâz-ı tannâz: Alaycı ipekçi.

Başta ol kazzaz-ı tannâzın hevâ-yı zülfü var
Ebri şimden-girü eyler bâda hem târ-mâr
Cinânî
kebâb: Ar. Ateşte kızartılan et. ten ki hâk ola aşk ın güdâz u sûzundan
Biten giyâhı dem-i haşre dek kebâb kokar
Nedim
Ne meyde neş’e var ne nemek var, kebâbta
Mecliste korkarım bu gece yâd ayağı var
Nevres-i Kadim
Ar ile olmaktan ise dil-harâb
Nâr ile hoştur kişi olmak kebâb
Nahîfî
kebâde: Far. Talim yayı, kepaze.

Mülâyemet, eder âlemde âdemi bî-kadr
Kemân-ı mermi felek vakfeder kebâdeliğe

kebâir: bk. kebîre.

kebg, kebk: Far. Keklik.

Adli bir gâyette kim devrinde kebk ü şâh-bâz
Birbirini âşiyânında gelir mihmân bulur
Nef’î
kebk-i derî: Dağ eteğinin kekliği.

Alâik dâmının giryânlarına kahkahâ eyler
Tecerrüd kûhunun başında bir kebg-i derî oldum
behiştî
kebk-i handân: Gülen keklik.

Safâgül-zarının ön sayd edermiş kebg-i handânın
Ki el üzre tuta şeh-bâz-veş câm-ı mey-i nâbı
behiştî
kebk-i hırâm: Salına salına yürüyen keklik.

Ben zebûnun şehlere lâyık mı ey kebk-i hırâm
Mürg-ı cânın sayd için şeh-bâz-ı zülfin salalar
Âhi kebk-i hırâmân: Salına salına yürüyen keklik.

Bülbül şetâreti gül-i handânı güldürür
Taklîd-i zağ kebk-i hırâmânıgüldürür
Şeyhülislam Yahya
kebk-i hûb u hoş-reftâr: Güzel yürüyen, güzel keklik.

Sirişki dânesin deryâ edince dem-be-dem döktü
Gözüm tuttu o kebg-i hûb u hoş-reftâr yem döktü
Şeyhülislam Yahya
kebk-i küh-sârî: Dağ kekliği.

Kül olmış âteş-i şevkında bülbül kebk-i küh-sârî
Edinmiş sâyebân bir hârı seng-i hârâ yasdanmış
Hayâlî Bey
kebk-i nâz: Naz kekliği.

Rakîbi iğne yutmuş kelbe döndürdü o kebk-i nâz
Onunjçin cüst ü cûda etti nâle inceden ince
Fatin Efendi
kebg-veş: Keklik gibi.

Önümde kebg-veş durmaz surâhî kahkaha eyler
Hevâ şeh-bâzıyam lâzım gelir bana şikâr almak
behiştî
kebîr: Ç„Â) bk. kibr.

kebîre: Ar. Büyük günah. c. kebâir.

kebâir: Kebîre’ler.

Bâde içmiş yine
İlhâmî işittim zâhir
Hayflar böyle kebâirde günâh etti aceb
İlhamî, Selimî (Sultan III. Selim)
Denirse kendine, milletlerin ekâbirini
Sayardı göstererek hepsinin kebâirini “Falan içerdi.

Filân fuhşa münhekmikti.

” diye
Mehmet Akif
kebkeb, kebkebe: Far. Ayak patırtısı çıkaran kabara çivisi.

Nalça ile beraber kullanılır.

Nigârâ kebkebin nakşın meğer görmek diler kevkeb
Ki durmaz âsitânın devr eder şâm u seher kevkeb
Bâkî
Yer yer yüzünde nalçe vü kebkebin izin
Göklerde mâh-ı nevle
Süreyyâ’ya vermezem
Mesihi kebkeb-i mûze: Çizme patırtısı.

Her nücûma basmazdı ger yerde senin
Kebkeb-i mûzengörüp reşk etmeseydi âsumân
Hayâlî Bey
kebûd: Far. Gök rengi, mavi.

Kılsın kebûd câmelerin âsümân siyâh
Giysin libâs-ı mâtem-i şâhî bütün cihân
Bâkî
Değil çeşm-i kebûd ol ebruvânın zîr-i tâkında
İki âvâre kumrudur ki gelmiş âşiyân tutmuş
Nedm
Zekî nazarlarının hande-i kebûdiyle
Tenevvür eyleyen ecfânı sankipür-şu’le
Tevfik Fikret
kebûd-ı girye-nümûd: Ağlar gibi görünen mavi gök.

Bu yanda çamları örten buhâr-ı berrâkın
Kebûd-ı girye-nümûdunda bir yağın zerrât
Tevfik Fikret
kebûter: Far. Güvercin. c. kebûterân.

Sözüm arz etse kebûter yâre sözümden benim
Bir od çıkıp minkârdan kaknûs gibi biryân olur
Usûlî rütbe âteş-i germâ ki olmaz istiğrâb
Hevâ yüzünde kebûter dönerken olsa kebâb
Esrar Dede
Bana doğru meyl ede gâh o kebûter-i melâhat
Çıkar âşiyân-ı dilden ona bin terâne karşı
Tevfik Fikret
kebûter-i dil: Gönül güvercini, güvercine benzeyen gönül.

Demem ki kâğıd uçursun peyâm göndersin
Kebûter-i dil ile bir selâmgöndersin
Nihat Bey
kebûter-i dil ü cân: Can ve gönül güvercini.

Cihân şikârına şeh-bâz-ı zülfünü salagör
Kebûter-i dil ü cân hep senin şikârındır
Ahmet Paşa
kebûter-i mağrûr: Gururlu güvercin.

Birer ümîd-i mücennah letâfetiyle uçan
Terâne-kâr iki nermîn kebûter-i mağrûr
Tevfik Fikret
kebûter-i melâhat: Güzellik güvercini.

Bana doğru meyl ede gâh o kebûter-i melâhat
Çıkar âşiyân-ı dilden ona bin terâne karşı
Tevfik Fikret
kebûterân: Güvercinler.

kebûterân-ı âsmân: Göğün güvercinleri.

İner birer birer iner
Kebûterân-ı âsmân
İner sımâh-ı rûhuma
Cenap Şahabeddin kec, gec, kej: Far. Eğri çarpık, düzgün olmayan; kötü.

Müddeîler tapuna her dem beni kec anlatır
Ah kim zülfün gibi bir rû-siyeh eksik değil
Lamiî Çelebi (tapu: huzur)
Geç otur mastaba-i işrete
Cemşîd-âne
Kec edip tarf-ı külâh-ı ser-i istiğnâyı
Nergisî kec-i âb: Suyun eğri akışı.

Verip teselsüle kuvvet tabîat-i kec-i âb
Olurdu nâfî-i isbât-ı illet-i ûlâ
Fuzûlî
kec-bîn: Eğri bakan, şaşı.

Dili âlûde-i hülhül, gözü kec-bîndir âdâbın
Musâb olmaksızın azdır çıkan nezdinden ahbâbın
Abdülhak Hâmit
Mechûldür tabîati kec-bînine senin
Tedbîre gâlib olduğu
Hakk’ın irâdeti
Nâbî
kec-bînî: Şaşılık.

kec-bînî-i neyzen: Neyzenin şaşılığı.

Hemen sen müstakîm ol çerh-i kec-revden hirâs etme
Makâm-ı Râst’a vermez halel kec-bînî-i neyzen
Nihalî (İbrahim)
kec-endîş: Yanlış düşünce.

Kars-reş râhatı yok keşmekeş-i mihnetten
İki yüzlü iki ağızlı kec-endîşlerin
Nâbî
kec-külâh, kec-küleh: Külahı eğri.

Aldıkça ele câm-ı mey ol kec-küleh-i mest
Bin fitneye âmâde olur her nigeh-i mest
Nâilî
kec-meniş: Kötü huylu.

Cihânda kec-menişten râst-kîşin renci efzûndur
Bu menzil-gehde tîrin çektiği cevri kemân çekmez
Âsım (Bursalı Seyyid
Mustafa Çelebi)
kec-muâmele: Kötü davranış.

Dânâya kec-muâmele, nâ-dâna iltifât
Düşmez, efendi, böyle edâ şân-ı devlete
Beliğ
kec-nazar: Eğri bakışlı.

Kelâl verdi temâşâ-yı hüsnü zühhâde
Aceb mi kec-nazarânagetirse hâb kitâb
Koca Râgıp Paşa
kec-nigehân: Eğri bakışlılar; hasetçiler.

Sûretâ doğrulara fâik olur kec-nigehân
Nazar et tavrına, fevkinde minârın, alemin
Edhem (İbrahim Efendi)
kec-nihâd: Bozuk ahlaklı, kötü huylu.

Huzûr isterse
Vehbî bu sipihr-i kec-nihâd içre
Demesin kimseler gönlümce bir yâr-i şefîk olsun
Seyyit Vehbî
kec-râ: Eğri “r” harfi.

Gelmedi hergiz dilimden kaşına kec-râ demek
Doğrular gönlünde olmaz dostum eğri hayâl
İbni Kemâl
kec-reftâr: Eğri giden; fikir ve meslek sahibi olmayan.

Benimçün kimse gam yer yok dil-i gam-hârdan gayri
Döner yok üstüme bu çarh-ı kec-reftârdangayri
kutsî kec-rev: Eğri yürüyüşlü.

Ey murâdım aksine devreyleyen kec-rev felek
Şimdi gönlüm nâ-murM olmak diler n’etsen gerek
Harirî (Bursalı)
Dünyâ-yı dûn için eğmedik baş zühhâd u ulemâya
Geçtik sinn-i hamsîni akreb-i kec-rev gibi
Fethi
Atâ
Ferzîngibi kec-revliği ko nat’-ı felekte
Çerh etse gerektir seni bir lu’b ile şeh-mât
Hayâlî Bey
kec-tab’: Düzgün yaratılışlı olmayan.

Kaşların cânâ hilâl-i îd’a teşbîh eylemek
Kim bilir onu nice kec-tabın eğri râyıdır
Âhi
kec-tab’ân: Eğri yaratılışlılar; yılanlar.

Nigâh-ı rağbet etmez hatt-ı sebz-iyâre kec-tab’ân
Temâşâ-yı zümürrüd sâz-kâr-ı çeşm-i mâr olmaz
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
kej-düm, gej-düm: Eğri kuyruklu, akrep.

Varsam gam-ı hattınla çemen-zara görünür
Her tâze benefşe bana mânend-i kej-düm
Şeyhülislam Yahya
kej-düm-nihâd: Eğri yaratılışlı, ahlaksız.

Kej-düm-nihM olanlara ikbâl eder bu çarh
Ahkâm-ı vakti, bak sâate, akrebindedir
Sâlim (Trabzonlu)
kej-düm-sıfat: Huyu bozuk.

Taylasânına dolaşma zâhidin ey rind olan
Kıl hazer kej-düm-sıfattır zehri kuyruğundadır
Hamdullah Hamdi
kedd: Ar. Bir iş yapmak için emek ve sıkıntı çekme, zorlanma.

Nâbî taleb-i visâle kedd lâzımdır
Deryâ-yı ümîde cezr ü medd lâzımdır
Nâbî
kedd-i ihtiyâr: Seçme gayreti.

Nasîb-i ömrün olan nekbet ü saâdet de
Gelir vücûda bütün kedd-i ihtiyârımla
Tevfik Fikret
kedd-i yemîn: Sağ elin emeği; el emeği. kahramân babalardan doğan bu nesl-i cebîn
Ne gîrûdâr-ı maîşet bilir, ne kedd-i yemîn
Mehmet Akif
keder: Ar. 1. Bulanık olmak. 2. Kaygı, elem, hüzün, gussa. c. ekdâr.

Yâ Rab beni âzade-i derd ü keder etme
Her mûyumu cân ü dile bir nişter etme
Leskofçalı Galip
Olup hücûm-ı elemden şikeste-hâtırlar
Derûna dolmuş idi kasvet-i hümûm u keder
Nedim
Etme ahvâl-i halkı istifsâr
Nakl edersem keder verir zîrâ
Osmanzâde Tâip
Güzel gözlerinle gözlerime bak
Bir parça uzaklaş kederlerinden
Ahmet Hamdi Tanpınar
Neden sonra bendene himmet edip gel desen
Gider gam ve kederler ne hat kalır ne desen
Şeref Yılmaz
keder-âgîn: Keder dolu.

Gâzen ne kadar olsa da rengîn
Ruhsârını eyler keder-âgîn
Abdülhak Hâmit
keder-hîz: Keder sıçrayan.

Ademin hâne-i temkînin edermiş vîrân
İ’tibârât-ı keder-hîz ügam-engîzi liâm
Nâbî
ekdâr: Keder’ler.

Ağlasam, âh azıcık ağlayabilsem, ömrüm
Bütün âlâm ile ekdâr ile geçsin, aramam
Tevfik Fikret
ekdâr-ı dehr: Dünyanın kederleri.

Ekdâr-ı dehri çekmez imiş mübtelâ-yı aşk
Fıtnat
Hanım
Baktıkça size denilse şâyân
Ekdâr hep ihtirâ’-i insân
Abdülhak Hâmit
ekdâr-ı cihân: Cihanın kederleri.

Etmez ekdâr-ı dil kabûl-i infi
Al
Cevherim vârestedir eczâ-yı âb ü hâkten
leskofçalı Galip
kedû: Far. 1. Şarap kabı. 2. Kabak. 3. mec. Kafatası.

Noktadan dâireningerdişin et istişhâd
Tohmunun zafınıgör cirm-i kedûyı seyr et
Nâbî
Agûşu haşyetiyle o şûhun miyânını
Deryâ-yı gamda iki kedûdür benimle dil
Nâbî
Vechi var bulduğu eşcâra tevakkuf etse
Çünkü destâr-ı mükevverle zuhûr etti kedû
Nâbî
kedû-yı dehr: Zamanın şarap kabı.

Kedû-yı dehripür etmezdi eşk-i hûnînim
Yanında def’-i gama bir sebû şarâbım olaydı
Râmi
Mehmet Paşa
kedû-yı tîre-baht: Kara bahtlı kabak.

Çenârı pây-mâl eyler kedû-yı tîre-baht ammâ
Rehâ bulmaz çenârın pençesinden zarf-ı dâmânı
Nâbî
kedûret: bk. küdûret.

kedhudâ, kethudâ: Far. 1. Ev sahibinin büyüğü. 2. Konaklarda ailelere bakan, kâhya.

Kethudâ kendisi nâib kendisi
Kimseyi kılmaz umûrunda vekil
Sürûn ke-en-lem-yekûn: (j&JlÂ)
Ar. Sanki yokmuş gibi, hiç olmamış gibi.

Dinlemem ey münşî-i sath-ı sühan
Her sühanın bence ke-en-lem-yekün
Muallim Naci
kef: Far. Köpük.

Ey muhît-i keremin katresi ummân-ı kerem
Bâğ-ı cûd ebr-i kefinden dolu bârân-ı kerem
Ahmet Paşa
Kef kef geçer denizler aşk ile muzdarib-hâl
Dağlar şikâyet eyler sabr u sükûn elinden
Ned kef-i deryâ: Deniz köpüğü.

Sâf-dil tîre-nihâdâna olur feyz-resân
Güher-efşânî-i sâhil kef-i deryâdandır
Sâmi kefen: Ar. Gömülmeden önce ölen insanın sarıldığı kolsuz beyaz bez.

Azrâil alır cânımız kurur damarda kanımız
Yuyacağız kefenimiz saranlara selâm olsun
Yunus Emre
Hamdî lebi şevk ından ölürsen o perînin
Cân bûyun ala cümle melekler kefeninden
Hamdullah Hamdi
Al kanlı bir kefenle donat hayme-gâhını
Cânlarla yak meşâ’il-i mâtem-penâhını
Midhat Cemal Kuntay
kefen-be-dûş, kefen-ber-dûş: Kefeni omuzunda, ölümü göze almış.

Neşâtından çıkarlar rûy-ı dünyâya kefen-ber-dûş
Okunsa bu kasîdem mürg-zâr-ı mürdegân üzre
Ziyâ Paşa
kefen-be-dûş-ı beka: Bekanın ölümünden korkmayan.

Kefen-be-dûş-ı beka bî-nihâye ecsâdın
O, dehri hîçe sayan, kâr-bân-ı ecdâdın
Mehmet Akif
kefere: bk. küfr.

keff, kef: Ar. El, pençe, avuç.

Hattınla haddin göricek hacletten ey serv-i revân
Gark-ı arak olur çemen gül-berg-i reyhân kef çeker
Nizami (göricek: görünce)
keff-i dest: Elin avuç içi, el ayası.

Dîv-i buhlu hıtta-i cûdunda olmuş rahm için
Keff-i destin âsmân u kilk-i zerrininşihâb
Nef’î
kef-i dil-ber: Sevgilinin eli.

Gül değil bu görünen yine şeb-i îdde mâh
Kef-i dil-ber gibi hınâladıgül-zarın elin
Cafer
Çelebi
kef-i himmet: Himmet eli.

Olşeh ki kef-i himmeti hengâm-ı keremde
Dünyâyı ganî, kânı tehî, bahr berr eyler
Nef’î
kef-i ihsân: Cömertlik eli.

Kef-i ihsân lâkabı mazhar-ı İsm-ı A’zam
Dest-berd-i gadabı hançer zü’l-batş-ı şedîd
Kâzım Paşa
kef-i kân-bahşiş: Maden ocakları bağışlayan el.

Yüzüne kef urup gömgök eder bâd-ı sabâ her dem
Kef-i kân-bahşişine bahs eder dâyim meğer deryâ
zâti
kef-i kerim: Cömert el.

Ulüvv-i câhı ile tâk-ı âsmân hem-dûş
Kef-i kerîmi ile ebr-ipür-atâ hem-zad
Nâbî
kef-i
Nâilî
:
Nâilî
’nin eli.

Felek girerse kef-ı
Nâilî
‘ye dâmânın
Seninle mahkeme-ı Gird-gâr’a dek gideriz
Nâilî
keff-i zer-efşân: Altın dağıtan el.

Güneşi keff-i zerefşânına benzer der idim
Almasa mâha atâ eylediğin âhir-ı kâr
Bâkî
keffe: El ayası, avuç içi; terazi gözü.

keffe-i cürm: Suçu tutucu.

Yâd-ı nâmınla ne ola keffe-i cürm olsa sevâb
Feyz-i na’tınla girer vezne ibârât-ı rekîk
Nâbî
keffe-i mîzân: Tartı avucu.

Aşk ile mahveyle cürm ü tâatin tâ rûz-ı haşr
Keffe-i mîzana bir bâr-ı girân kalmasın
Leskofçalı Galip
kefîl: Ar. Kefâlet’ten; kefâlet eden, birinin borcunu üzerine alan kimse.

Umûruna karışan âharın vekîl gibi
Netîcesinde garâmet çeker kefîlgibi
Sâbit
Seni halk eylemeden rızk ını halk etti
Celîl
Rızkın için gam yeme sana
Hâlık oldu kefîl

kâfil: Kefalet eden, kefil olan.

Şanlı târihini tebcîle ezeller kâfil
Şöhret ü sıytını dünyâya ebedler nâkil
Kemalzâde Ekrem Bey
kâfil-i îcâd-ı diğer: Diğer icadın kefil olanı.

Kâbil-i feyz-i vücûd olmaktadır hükm-i adem
Kâfil-i îcâd-ı diğerdir fenâ-yı kâinât
Yenişehirli Avni
kefş: Far. Pabuç, ayakkabı.

Zîr-i kefş olmağa nâz eylese cirm-i mağrûr
Tabla-i nâvek-i cevr ü sitem olmaz da ne olur
Nâbî
Pinhân olamaz az ise de bahye-i kefş
Pûşîde kalır hezâr çâk-i destâr
Nâbî
kefş-i hilâl: Hilalin pabucu.

Etti o meh kefş-gerin mihr-i cemâli
Endâhte bâm-ı feleğe kefş-i hilâli
Nâbî
Sipihr-i pîr çürüttü hezar kefş-i hilâl
O mâhı hâle-i bezme dadandırmaya dek
Nâbî
kefş-ger: Ayakkabıcı.

Etti o meh kefş-gerin mihr-i cemâli
Endâhte bâm-ı feleğe kefş-i hilâli
Nâbî
kehf: Ar. Mağara; sığınacak yer. (Kur’an’da geçen
Ashab-ı Kehfin sığındığı mağara.) c. kühûf.

Cemâl-i pâkini
Ashâb-ı Kehf görmek için
İle’l-ebed olamaz hâb-ı aşkından bîdâr

kehf-i ümmet: Ümmetin sığınacak yeri.

Sütûde kehf-i ümmet iftihâr-ı şer’-ipeygamber
Güzîde fahr-i millet mahz-ı lutf-ı hazret-ı Bârî
nef’î
kehfü’l-emân: Emniyetli sığınacak yer.

Haste-i derd ü gama âb u hevâsı sâz-kâr
Mübteld-yı kahr-ı dehre der-gehi kehfü’l-emân
Nef’î
Melce-i bîçâre-gânsın dest-gîr-i ehl-i gam
Hâk-pâ-yı devletindir âleme kehfü’l-emân
Ziyâ Paşa
kehfü’l-ümem: Ümmetlerin sığınacak yeri.

Bâr-geh-i mahkeme-i adl ü dâd
Der-geh-i kehfü’l-ümem-i rûzigâr
Nef’î
kehhâl: bk. kuhl.

kejdüm, gejdüm: bk. kec.

keh-keşân, kâh-keşân: Far. Açık ve berrak gecelerde gökte görünen beyaz yol, saman uğrusu, hacılaryolu.

Bir zerre mihr görmedim ol mâhtan velî
Eşkim sitâre eyledim âhımı keh-keşân
Avnî
Zîb-i miyân-ı Edhem-i çerh idi keh-keşân
Kırdı topuzla mihr o gaddâra kalmadı
Nâbî
Haylî kevâkib içre yanıp meş’al-i kamer
Sahn-ı semâda rûşen idi râh-ı keh-keşân
Bâkî
Hirmen-i eflâke konmuş bir kebûterdir hilâl
Keh-keşân ile
Süreyyâ dâneyile dâmdır
İbni Kemâl
keh-keşân-ı encüm-bâr: Yıldızlar yağdıran saman uğrusu.

Kanatlarından edip mevce mevce nûr isâr
Döner fezalara keh-keşân-ı encüm-bâr
Kemalzâde Ekrem Bey
kehl, kehel: Ar. 30-50 yaş arasında olan kimse, yetişkin, olgun kimse.

Basmak tarîk-ı aşka kadem eksiğin değil
Sûfî bu yolda kat’î kehel bilirim seni
Hayâlî Bey
kehl-i a’yân-ı Acem: Acem’in ileri gelen yetişkinleri.

Bâd-pây-ı azm-i kişver-gîr-i âlem-i gerd ile
Kehl-i a’yân-ı Acem kıldıkta hâk-i reh-güzar
Fuzûlî
kehl, kehle: Ar. Bit.

Ne kehle var o mübârek döşekte hîç, ne pire
Kaşınma hissi muattal bu i’tibâragöre
Mehmet Akif
Olıcak bir kişinin bahtı kavî, tâlii yâr
Kehlesi dahi mahallinde onun işe yarar
lâ (olıcak: olunca) kehrübâ, kehrübâr, kehribâr: Far. Saman kapan, kehribar.

Cezb-i muhabbetinle dil zerd ü nizar olup gider
Bilmediler hakîkatin kâh mı kehrübâ mıdır
Nâilî
kehvâre, gehvâre, kâhvâre: Far. Beşik.

Tıfl-ı nev-sevdâ-yı dilgittikçe bî-hâb olmada
Gerçi der-kayd olduğum yer kalmıyor kehvâreden
Muallim Naci
kehvâre-i imkân: İmkân beşiği.

Ümm-i devrân beste-rahim olmuş da kalmıştır, senin
Mislini kehvâre-i imkâna ityân etmede

kehvâre-i sîne: Göğüs beşiği.

Uyur kehvâre-i sînemde bizzat
Uyur sevdâ o hırçın tıfl-ı bîdâr
Tevfik Fikret
kelâb: Ar. 1. Kuduz hastalığı, kudurma. 2. Su ürküntüsü, idrofobya.

Ta’n-ı adû
Behiştî
’ye sanma keder verir
Bahrı mülevves eyleyemez her zerre kelâb
Behiştî
kelâğ: Ar. Kuzgun.

Olur bülbüllerin mahbûbu gül-şen
Kelâğın cîfe, mıknatisin âhen
Latifî
kelâl: Ar. Yorgunluk; bıkkınlık, usanç.

Geldi kelâl kıssa-ı Ferhâd ü Kays’tan
Derd-i derûnu söyle gönül şinîdedir
Fıtnat
Hanım
Kelâl verdi temâşâ-yı hüsnü zühhâde
Aceb mi kec-nazarânagetirse hâb kitâb
Koca Râgıp Paşa
Rencûr-ı kelâl olmuş idi hâme-ı İzzet
Bâlin-çe-i hokkaya bir pâre dayanmış
Keçecizade İzzet Molla
kelâm: Ar. 1. Söz, lakırdı. 2. İbare, fıkra; cümleler veya cümlecikler. 3. Allah’tan ve Allah’ın birliğinden bahseden ilim. 4. Söz, söyleyiş.

Besmeleyle edelim feth-i kelâm
Feth ola tâ bu muammâ-yı be-nâm
Hakanî
Onlar ki kelâma cân verirler
Mecnûn o kabîledendi derler
Şeyh Galip
Kamil oldur ki ola mahrem-i esrâr-ı kelâm
Gele irsâl-i melâikle ona her ilhâm
Ziyâ Paşa
kelâm-ı bî-bedel: Karşılıksız söz.

Na’lçen izin gördük rakîbe vardığın duyduk
Yerin kulağı var derler kelâm-ı bî-bedeldir bu
Feyzi kelâm-ı bülegâ: Belâgat sahiplerinin sözü.

Muntavî nutk-ı fasîhinde kelâm-ı bülegâ
Münderic nazm-ı şerîfinde nikât ü mazmûn
Cinânî
kelâm-ı cân-fezâ: Can arttıran söz.

Nisâr-ı şefkatindir kim olur izhâr-ı hamdin çün
Fuzûlî tîre tabından kelâm-ı cân-fezA peydâ
Fuzûlî
kelâm-ı dürûg: Yalan söz.

Salâh u sıdk u sedâdın elinden aldı yerin
Şühûd-ı zûr u makâl-i hiyel kelâm-ı dürûg
Nâbî
kelâm-ı edîb: Edepli söz.

Bahr-i letâfet içre güher görmek istesen
Nev’î sözünü dinle kelâm-ı edîbi gör
Nev’î
kelâm-ı ehl-i kemâl: Olgun kimselerin sözü.

Şu söz kim ola misâl-i kelâm-ı ehl-i kemâl
Selâsetinden hacîl ola
Selsebî ü Zülâl
Necati Bey
kelâm-ı fazl-ı kadîm: Eski fazilet sözü.

Vücûd vücûd
İlâhî hayât-bahş-ı kerîm
Nefs-i atiyye-i rahmet kelâm-ı fazl-ı kadîm
Nâbî
kelâm-ı fusehâ: Güzel konuşanların sözü.

Takdîr edemez kıymet-i ıkd-i dürr-i nazmım
Endîşe ki simsâr-ı kelâm-ı fusehâdır
Nfî kelâm-ı Hak: Hak sözü.

Eğer ârif isen etme hakîkat sırrını ifşâ
Kelâm-ı Hak çıkardı baştan
Hallâc-ı Mansûr’u
Vâlih-ı Kadim (Kurtzade Edirneli Şeyh)
kelâm-ı hâtif: Seslenicinin sözü.

Bu kelâm-ı hâtifi verdi küşâyiş zihnime
Hikmet-i bed-rengî-i âlemde oldu müstebân

kelâm-ı ışk: Aşk sözü.

Kelâm-ı ışk ey Bâkî ser-â-ser sırr-ı vahdettir
Murâdı cümlenin birdir bütün dünyâyı söyletsen
Bâkî
kelâm-ı İlâhî: İlahî söz.

Şi’rinde bir kelîm-i semâvî sadâsı var
Ey Tûr’dan kelâm-ı İlâhîyi gûş eden
Yahya Kemal
kelâm-ı mülhid: Dinden çıkaran söz.

İ’timâd etme kelâm-ı mülhid-i bî-mezhebe
Sâbit
olmaz münkirin ikrâr da inkârı da
Âgâh
Osman Paşa
(Trabzonlu)
kelâm-ı naklî: Nakil sözü.

Biz kelâm-ı naklîyiz nerde o sâhib-i güftâr
Ona teslîm edelim emrine münkâd olalım
Muradî (Sultan IV. Murat)
kelâm-ı nerm: Yumuşak söz.

Kalb-i sengîne kelâm-ı nerm eder lâ-büd eser
Kıt’a-i elmâs dâim hâk olur kurşun ile
Beliğ kelâm-ı sıdk: Doğruluk sözü.

Kelâm-ı sıdkta tasdîk olunmadan kaldı
Mesâmi’i o kadar etti pür peyâm-ı dürûg
Nâbî
kelâmullah: Allah sözü.

Sıfatından senin zâtın sözüdür kim kelâmullah
Sıfatından sözün söyler sözün dinler olur gûyâ
şeyhi İbrahim
kelb: Ar. Köpek. c. kilâb.

Tâhir effendi bize kelb demiş
İltifâtı bu sözde zâhirdir
Mâlikî mezhebim, benim zîrâ
İtikadımca kelb tâhirdir
Nef’î
Rakîbi iğne yutmuş kelbe döndürdü o kebk-i nâz
Onunjçin cüst ü cûda etti nâle inceden ince
Fatin Efendi
Olur musâhibi kimde görürse nân-ı fatîr
Silivri kelbine benzer harîs-i mâl-ı hakîr

kelb-i akûr: Isıran, kuduran köpek.

Hâtır-ı yâra dokunmuş kakmış ol it rakîb
Kakıyıp taş talasa kelb-i akûr olmaz acîb
Hamdullah Hamdi
kelb-i habâset: Pis köpek.

İkbâl-i felek teveccüh ederse her kime Beyz-i kebûter durur veted üzre
İdbâr da ikbâli gibi ger ederse neş’et
Kelb-i habâset bevl eder esed üzre

kelb-i hakîr: Adi köpek.

Geh kılar
İblîs’i
Me’vâ’dan sürüp kelb-i hakîr
Gâh bâb-ıgârda
Kıtmîr’e
Me’vâ gösterir
Aşkî
kilâb: Kelb’ler, köpekler.

Esâfil behredâr-i kurb-ı cebbârân-ı devlettir
Kilâb olmaz cüdâ sayyâd-ı bî-dâdın rikâbından
Namık
Kemal kilâb-ı der-geh-i monla: Mollanın dergâhının köpekleri.

Kilâb-ı der-geh-i monlâya ben mensûb olur muydum
Tevessül etmeseydim himmet-i merdâne gönlümden
Keçecizade İzzet Molla
kilâb-ı kûy: Mahallenin köpekleri.

Kilâb-ı kûyun ile hem-sifâl olup hırıldaşmak
Varıp bezminde
TOhmas’ın gazel-hân olmadan yeğdir
Bâkî
kilâb-ı kûy-ı dil-ber: Sevgilinin mahallesinin köpeği.

Gönül âyînesin seng-i belâ sad-pâre kılmıştır
Safâ-yı kalbimiz yok mübtelâ-yı inkisârız biz
Cinânî
kilâb-ı kûy-ı yâr: Yârin köyünün köpeği.

Acîb olmaya gördükçe ululanırsa ağyâre
Kilâb-ı kûy-ı yâr ile
Behiştî
şimdi yârândır
Behiştî
kilâb-ı nahvet: Gurur sahibi köpekler.

Ser-fürû etmez kilâb-ı nahvete rindân-ı aşk
Bîşe-i himmette zîrâ her biri bir şîrdir
Andelib (Mehmet Esat Fâik)
kilâb-ı rûzgâr: Zamanın köpekleri.

Der-gehinde bir dilim nânı bana çok gördüler
Uydular üleştiler birkaç kilâb-ı rûzgâr
Nef’î
kelef: Ar. İnsanın yüzünde veya ay üzerinde görülen lekeler.

Meh-i nev bedr olur ammâ kelef gitmez izârndan
Olur bir vechile aybı nümâyân ehl-i noksânın
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
kelef-i bedr: Dolunayın lekeleri.

Önüne ebr-i siyâhı çekerek
Etti pinhân kelef-i bedri felek
Muallim Naci
kelîm: Ar. Kilâm’den; 1. Söz söylenen ikinci şahıs. 2. Hz. Musa’nın lakabı. 3. Kur’an’da 20. sure (Tâ-hâ suresi).

Ol reh-revâne ki
Hızr ü Kelîm bedrekadır
Fürûğ-ı âh yeter şem’-ı Tûr’u neyşerşer
Nâilî
Vâdî-i îmân femin andan lisânındır kelîm
Hîç zemâne geliser mi ilm ü hikmetten ferâğ
Gaybî
kelîm-i müdrike: Ulaşan söz.

Kelîm-i müdrikeyi hîre-çeşm eder her şâm
Nahîl-ı Tûr-ı felekten bu âteşîn urcûn
Yenişehirli Avni
kelîm-i lem’a-i bînîş: Görüş parıltısı meydana getiren söz.

Kelîm-i lem’a-i bîniş ki envâr-ı hayâlinden
Devâtı tûr-ı feyz ü kilk-i nazmı nahl-ı Mûsâ’dır
sabri
kelîm-i semâvî: Semavi söz.

Şi’rinde bir kelîm-i semâvî sadâsı var
Ey Tûrdan kelâm-ı İlâhî’yi gûş eden
Yahya Kemal
kelime: Ar. Kelâm’dan; 1. Anlamlı ses dizisi. 2. Lakırdı. c. kelimât.

kelimât: Kelimeler.

kelimât-ı garrâ: Şatafatlı kelimeler.

Söyleten himmet-i sultânı-ı cihândır yoksa
Kanda ben kanda bu gûna kelimât-ı garrâ
Nef’î
kelle: Far. Baş ve başın tepesi.

Rüştü idrâk gerek insâna
Yaraşır kelle kulak hayaa
Enderunlu Fazıl
kelle-i adüvv: Düşman kellesi.

Düştükçe hâkegûy-sıfat kelle-i adüvv
Pây-ı semendi tut ki ona savlecân olur
Nef’î
kelle-i uşşâk: Âşıkların kellesi.

Kelle-i uşşâk satılmaz kesâdı var katı
İşlemez oldu mahabbet şehrinin ser-hânesi
Hayâlî Bey
kem: Far. 1. Eksik, noksan, nâkıs 2. Fena, kötü, bozuk.

Bâr-ı mihnetten nihâl-i kametin ham olmasın
Başımızdan sâye-i serv-i kadin kem olmasın
Fuzûlî
Kem cür’a ile
Hamdî’ye bir keyf verdi ışk
Kim ân u în görünmez ona keyf ü eyn
Hamdullah Hamdi
Kara bahtım kem tâhihim, taşa bassam iz olur
Ağustos’ta suyagirsem balta kesmez buz olur

kem-bahâ: Az kıymet.

Hîç tâc-ı Kubad’a benzeye mi
Kem-bahâ bir külâh-ı bârânî
Hayâlî Bey
kem-fursat: Kötü fırsatlı. c. kem-fursa-
tân.

Lezzet-i afvi sitem-pîşeler idrâk etmez
Yâ İlâhî sen kem-i fursata fursat verme
Hâmî-ı Âmidî
kem-fırsatân: Kötü fırsat düşkünleri.

Akıl eder mi çerhten ümmîd-i merhamet
Kem-fırsatân adûsunu sağ u esen mi kor
Nâbî
kem-hıred: Aklı noksan.

Lezzet-i gam nüsha-i sun’un temâşâsındadır
Kem-hıreddir çekmeyen evzA’-ı dünyânın gamın
Nâbî
kem-ıyâr: Ayarı bozuk.

Sanma hâlis dost olur her kem-ıyâr ü ebteri
Ur mihekk-i imtihâna, fârik ol seng ü zeri
Âgâh
Osman Paşa
(Trabzonlu)
kem-mâye: Yaratılışı kötü. c. kem-mâyegân.

Nâdir bulunur tıynet-i kâmilde kusûr
Kem-mâyeden eyler ne ki eylerse zuhûr
Ziyâ Paşa
kem-mâyegân: Kötü yaratılışlılar. kem-mâyegân-ı asr: Asrın kötü huyluları.

Hâhiş-i lûtf eylemek kem-mâyegân-ı asrdan
Nûr ümmîd etmedir aynıyle çeşm-i kûrden
Nüzhet
kem-mâyegî: Yaratılıştan olan kötülük.

Mevkûf ise mahşerde de ey
Nâilî
-i zâr
Aşıkla kem-mâyegî rü’yet-i dîdâr
Nâilî
kem-nâm: Kötü şöhret.

kem-nâm-ı adem: Yokluğun kötü şöhreti.

Hâlâ o sühan-senc-i hoş-âyende kelâmım
Kim var ise mislim dahi kem-nâm-ı ademdir
Nef’î
kem-pâye: Derecesi düşük.

Kasr-ı bâlâyı hakîkat ki ukûl-ı aşere
Gurfe-i esfel-i kem-pâyesinin süllemidir
Nef’î
kem-ter: 1. Daha aşağı, hakir, itibarsız. 2. Eksik, noksan.

Osmân
Ertuğrul oğlusun
Oğuz
Karahan neslisin
Hakkın bir kem-ter kulusun
İslâmbolu aç gül-zâr yap
Sultan I. Osman “Gazi”
Kapında kulların bî-had velî kem-ter kulun
Ahmed
Ne
Ahmed
Ahmed-ı Dâî ne
Dâî
Dâî-i çâker
Ahmed-ı Dâî
Kem-ter kulundu hepsi o gün bağlamış kemer
Fağfûr ü şâh ü kayser ü hakan efendimiz
Faruk K. Timurtaş
kem-terîn: En aşağı, en çok eksik.

Ben kimim bir fakîr bî-ser ü pâ
Kem-terîn bende vü kemînegedâ
Fuzûlî
kem-yâb: Az bulunur, nâdir.

Mürşid-i kâmil olunca kem-yâb
Sana mürşid yetişir şimdi kitâb
Nâbî
kem ü kâst: Eksik ve noksan.

Çıka bir hükm-i kazâ-yı kem ü kâst
İttifâkangörüne birisi râst
Nâbî
kemâhî: Ar. “Olduğu gibi, hakkıyle” anlamına gelen“kemâ-hüve hakkuhü” veya kemâ-hiye-hakkıha” şeklinin kısaltılmışı.

Hâsiyyet-i ışkı bilemez kimse kemâhî
Mâhiyyet-i mâ’yı bilemez niteki mâhî
Hamdullah Hamdi
Ammâ daha bahşiş-ı İlâhî
MFrâcını bulmadı kemâhî
Şeyh Galip
Ey kudretine olmayan âgâz u tenâhî
Mümkün değil evsâfını idrâk kemâhî

kemâ-kân: Ar. zf.

Eskiden olduğu gibi, aynısı gibi.

Hat bozdu ise hüsnünü ebrûsu kemâ-kân
Mescid ne ola vîrân ise mihrâb yerinde
Tâtiî kemâl: Ar. 1. Tamlık, olğunluk, yetkinlik. 2. En yüksek değer, mükemmellik. c. kemâlât.

Şeref vermez dürr ü gevher kemâl olmaz zer ü ztver
Hüner kesbet hüner, bahr-i fazîlet, kân-ı irfân ol
Bâkî
Dürri-i çarh-ı celâl u dürr-i deryâ-yı kemâl
Kâmi’-ı küfr ü dalâl u câmi’-i hulk-ı şiyem
Nizamî
Câhilin fahri câh u mâl iledir
Arifin izzeti kemâl iledir
Âhi
kemâl-i câh: Mevki mükemmelliği.

Kemâl-i câha mağrûr olmasın, erbâb-ı ikbâlin
Dem-i idbâr olur kim aybını izhâr eder dünyâ
Hersekli Arif Hikmet
kemâl-i cehl: Cehalet tamlığı.

Fuzûlî
âlem-i kayd içresin dem urma aşkından
Kemâl-i cehl ile daPâ-yı irfân eylemek olmaz
Fuzûlî
kemâl-ı cûd: Tam cömertlik.

Sen ol vezîr-i kerem-kârsın ki âlemde
Kemâl-i cûd ile zât-ı kerîmin oldu alem
Nedim
kemâl-i hayret: Tam hayret.

Kaçan ki bu sözü gûş etti dil kalıp bî-hûş
Kemâl-i hayretle hemçü sûret-i dîvâr
Nedim
kemâl-i hüsn: Tam güzellik.

Kemâl-i hüsn veriptir şarâb-ı nâb sana
Sana helâldir ey muğ-beçe şarâb sana
Fuzûlî
kemâl-i lûtf: Lûtfunun büyüklüğü.

Biz müttekâ-yı zer-keş-i câha dayanmazız
Hakkın kemâl-i lûtfunadır istinadımız
Bâkî
kemâl-i sun’: Sanat mükemmeliği.

Bırak nikâb ki bilsin kemâl-i sun’ıgörüp
Ferişte hilkat-ı Adem’de şübhesin bâtıl
Fuzûlî
kemâl-i vecd: Kendinden geçerek, vecd ile.

Zalâmı sîneye çekmiş yatan sokaklardan
Kemâl-i vecd ile geçtim, önümde bir meydân
Mehmet Akif
kemâlât: Olgunluklar, tamlıklar.

Her kemâlât ile kâmil şâh idi
Onun-çün ol Habîbullah idi
Süleyman
Çelebi
Hem-nev’ine hizmet eden erbâb-ı kemâlât
Mahsûd-ı rakîb olsa da mahbûb-ı ümemdir
Behçet (Çankırılı)
Ne ola devşirse bakâyâsını mazmûnlarının
Hâme tahsîl-i kemâlâtta bâkî kavil midir
Sâbit
kâmil: Tam, tamam, noksansız, bütün. c. kümmel.

Kâmil odur her nefes âkıbet-endîş ola
Sonunu fikr etmeyen sonu peşîmân olur
Nahîfî (Süleyman)
Eğerçi ehl-i dile göre kâmil de değilsem de
Yine ol câhil-i hod-bîn gibi de değilim sûfî
Âdile Sultan
kâmilü’l-mazmûn: Tam mazmun.

Hezar kasr-ı Havernak’tan elbet a’lâdır
Bu kâr-gâhta bir beyt-i kâmilü’l-mazmûn
Yenişehirli Avni
kâmil ü yek-tâ: Tek ve noksansız.

Akıl ü dânâ
Hudâvend-i zemîn
Kâmil ü yek-tâ hüner-mend-i fatîn
Ziyâ Paşa
kâmil-ıyâr: Tam ayar.

Vücûdun pûtasın kâl et çalış tehzîb-i ahlâka
Eğer zer sâf ü hâlis olmasa kâmil-ıyâr olmaz
Hassân (Süleyman Hâdi Beyzade Mehmet)
kümmelîn: ‘Kâmil’in cemi, kümmel’in cemi. kümmel’ler.

kümmelîn-i vâsılîn: Kavuşanların hepsi.

Hak yolu aşktır dediler kümmelîn-i vâsılîn
Berzahîler dediler kim
Hakk’ayol esmâ’dadır
gaybî
kemân: Far. 1. Yay, kavis. 2. Yayla çalınan çalgı aleti.

Hattın değilse fikr-i ebrûvândan bir zemân geçmem
Ben eller geçtiği köprüden ey kaşı kemân geçmem
Necip (III. Sultan Ahmet)
Perdesizliktir amân etme gümân
Yak ışır sîne-ı CorcPye kemân
Sünbülzade Vehbi
kemân-ı çerh: Feleğin yayı.

Nasîbimiz bu fenâ yerde sehm-i kürbet imiş
Kemân-ı çerh bizi attı bir diyâra dahi

kemân-ı hicr: Ayrılık kemanı.

Geh kemân-ı hicr ü geh zehr-i sitem geh bâr-ı gam
Aşık-ı fersûde-bâzû çekmedik mihnet mi var
Nâbî
kemân-ı ışk: Aşk kemanı.

Kemân-ı ışkı eğer çektin ise merdâna
Gerek durur ki ola tîr-i âha sîne kubûr
Hayâlî Bey
kemân-ı kabza-i kudret: Kudret kabzasının yayı.

Ya kemân-ı kabza-i kudrettir ehl-i âleme
Atmağa tîr-i kazayı nâvek-i mihnet gibi
Ebussuud Efendi
kemân-ı mermi: Mermi yayı.

Mülâyemet, eder âlemde âdemi bî-kadr
Kemân-ı mermi felek vakfeder kebadeliğe

kemân-çe: Kemençe, küçük keman.

Kemençe şekline girdim elinde mutrib-i aşkın
Keşâkeşten halâs olmaz dahi sînem rebâb-âsâ
Bâkî
kemân-keş: Yay kullanarak ok atan kimse, okçu.

Ne hevâ vü ne kemân ü kemân-keş ancak
Erdiren menziline tîr-i nidâyı yâ Hak
Neşet (Hoca Süleyman)
Kimi yayı öptü, kimi fırlattı
En er kemân-keşe yetti üç atım
Yahya Kemal
kemân-ebrû: Keman kaşlı. c. kemân-ebruvân.

Şu karşıdan gelen dil-ber be-gâyet gamze-kâr ancak
fitne-çeşm âşık-küş kemân ebrû ancak
Hayâlî Bey
kemân-ebruvân: Keman kaşlılar. kadar dil-dûzdur gûyâ ki bir şûh-ı âfetin
Nâvek-i müşgîn-i kemân-ı ebruvânıdır sözüm
Nef’î
kemân-misâl: Keman gibi.

Kemân-misâl geç ol maksadın tekarrüb ise
Atılma ok gibi yâbâna istikâmetle

kemend: Far. Ucu ilmikli ip; bazen başıboş dolaşan hayvanları yakalamak için kullanılır; bağ, bent.

Tuttular o iki derd-mendi
Taktılar ayağına kemendi
Şeyh Galip
Her güzel çehreye kandık da top ettik başımız
O kemend saçlara düştük yine çevgân diyerek
seferî
kemend-i âb: Su bağı.

Kûh-ı ebr içre girip yettim getirdim kûyuna
Şîr-i hûrşîdi kemend-i âb ile ey meh-lika: Enverî
kemend-i âh: Ah bağı.

Unutulmuş idi cân
Yûsuf’u bu mahbes-i tende
Kemend-i âh ile sultân-ı âlem onu kurtardım
enverî
kemend-i aşk: Aşk kemendi.

Kemend-i aşkına bir şeh-süvârn oldu şikâr
Bu dâm-gâhta sayyâd gördüğün gönlüm
Nazîm (Yahya)
kemend-i belâ: Bela bağı.

Zülfün esîri
Bâkî-i bî-çâre dostum
Bir mübtelâ-yı bend-i kemend-i belâ imiş
Bâk kemend-i cân-güdâz: Can alıcı kement.

Kemend-i cân-güdâzı ejder-i kahr olsa cellâdın
Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten
Namık Kemâl
kemend-i dûd-ı âh: Ah dumanının kemendi.

Kemend-i dûd-ı âhındır
Fuzûlî çarh boynunda
Aceb sayyâdsan kim çarh kurtulmaz kemendinden
Fuzûlî
kemend-i efkâr: Fikirler bağı.

Asmân-pâye hümâ-sâye
Alî Paşa
kim
Eremez tâk-ı celdline kemend-i efkâr
Bâkî
kemend-i emel: Arzu bağı.

Çıkardı gûşe-i bâm-ı visâle dil ammâ
Ham-ı kemend-i emel küngür-i recâda değil
Nâbî
kemend-i hicr: Ayrılık kemendi.

Cân çıkardı mahbes-i tenden kemend-i hicrile
Lîk zencîr-i ümîd-i vasl dil-ber bağlar
Zâti
kemend-i kâkül-i anber-feşân: Amber kokusu saçan perçemin bağı.

Kocaldın ey deli gönlüm nedir bu tûl-ı emel
Kemend-i kâkül-i anber-feşândır istediğin
bağdatlı Ruhi (kocal-: ihtiyarlamak.)
kemend-i nâle: İnleyen kement.

Erdim figân ü zâr ile ol âsitâne ben
Çıktım kemend-i nâle ile âsümâna ben
Bâkî
kemend-i nâz: Naz bağı.

Dil-beste kalmadı edecek rişte-bend-i nâz
Zülf-i nigâr yıldıza atar kemend-i nâz
Sâbit
kemend-i nazm: Nazım kemendi.

Kemend-i nazmım ederken gazal-i ma’nîyi râm
Yine o şûhuma
Gâlib gazel beğendiremem
Şeyh Galip
kemend-i sayd-ı dil: Gönül avının kemendi.

Kemend-i sayd-ı dil ü cân iken kesip zülfün
Yine kesilmedi zülf-ı Ayaz’dan
Mahmûd
Beliğ kemend-i zülf: Saçının bağı.

Hâlini gördüm esîr oldum kemend-i zülfüne
Dâne için kendimi saldım düşürdüm dâme ben
Nevres-i Kadim
Mecnûn’a döndü gördüğü an ol mehi gönül
Düşmek kemend-i zülfüne hoş mâcerâ imiş
Faruk K. Timurtaş
kemend-endâz: Kemend atıcı.

Kime bend etmeye hindû-yı kemend-endâzın
Çün kemîn-gâh-durur tîr ü kemânı ile bile
Şeyhi kemer: Far. 1. Ele takılan kumaş veya kayış. 2. Kapı, pencere veya köprü gibi şeylerin oyuğu aşağı bakan kavisli kubbesi.

Boğçasın etmez kumaşçı olsa da kaddi kemer
Yük değildir kendine sırtında hammâlın semer
sürûrî
kemer-i himmet: Gayret kuşağı.

Kemer-i himmeti bağlan beline yüz yere ur
Dâne-i hırmen-i tevhîde özün mûr eyle
Hayâlî Bey
kemer-i vahdet: Birlik kemeri.

Girmiş kemer-i vahdete almış ele tesbîh
Her birisinin vird-i zebânı çil ü pencâh
Bağdatlı Ruhi
kemer-bend: 1. Kemer bağı. 2. Belinde kemeri olan. 3. mec. Derviş.

Kuşağın düğmesini çözmekte havfim yoktur ama kim
Yürek titrer kemer-bendindeki hançer husûsunda
Nedim
kemer-bend-i tarîkat: Tarikatin dervişi.

Kat’ eyledi dest-i berf-nâki
Gördü o musîbet-i helâki
Şeyh Galip
Kuşağın düğmesin çözmekte havfm yoktur ammâ kim
Yürek titrer kemer-bendindeki hançer husûsunda
Nedim
kemer-gâh: Kemer takılan yer.

Tâ kemer-gâhına dek gamzesi hâb-âlûde
Tâ giribânına dek çeşmi şarâb-âlûde
Nedim
kemer-güsiste: Kemersiz, çıplak.

Hezar zaf ile hammâma doğru azm ettim
Kemer-güsiste perâkende kûşe-i destâr
Nedim
kemhâ: Far. Hafsiz, üzeri hafifçe tüylü kadife; ipek kumaş.

Libâsında değildir nakş-ı kemhâ pençe şeklinde
Benim dest-i ümîdimdir ki dâmânında kalmıştır
Lisanî
Ya bister-i kemhâda ya vîrânede cân ver
Çün bay ügedâ hâke berâber girecektir
Ziya Paşa
kemin: Ar. 1. Pusu. 2. Pusuya gizlenmiş kimse.

Zemân-ı ma’deletinde kemînden çıkamaz
Ne denlü fitnenin olursagerm bâzârı
Nef’î
Esîr-i fursat olmak bâis-i nakz-i hamiyyettir
Güzer-gâh-ı adûda merd-i kâmil der-kemîn olmaz
Beliğ (Bursalı İsmail)
Hep samt u ra’şe; saklı bu vâdî-i muzlimin
Her hatvesinde şüpheli bir hufre, bir kemîn
Tevfik Fikret
kemin-i fırsat: Fırsat pususu.

Bekler kemîn-i fırsatı mânende-i segân
Hâtır-şikenlik etmek için bed-hisâller
Nâbî
kemîn-i şekâvet: Eşkiyalık pususu.

Kimi tarîk-ı saâdette tûşe-bahş-ı kerem
Kimi kemîn-i şekâvette kûşe-gîr-i kümûn
Yenişehirli Avni
kemîn-i üfûl: Batma pususu.

Güneş kemîn-i üfûlündeparlayıp sönerek
Fezada gösteriyor handeler, tezehhürler
Tevfik Fikret
kemîn-gâh: Pusu yeri.

Kime bend etmeye hindû-yı kemend-endâzın
Çün kemîn-gâh-durur tîr ü kemânı ile bile
Şeyhi
kemîn-gâh-ı riyâ: İki yüzlülüğün pusu yeri.

Hüner halvet-nişîn-i encümen olmaktadır yoksa
Kemîn-gâh-ı riyâdır kûşe-gîr-i inzivâ olmak
İzzet Ali Paşa
kemîn-küşâ: Tuzak kuran.

Kim gördü böyle hindû-yı mest-i kemîn-küşâ
Kim bir hadengi âfet-i cân-ı cihân olur
Nef’î
kemîne: Far. 1. Noksan, eksik. 2. Âciz, zavallı.

Kemîne müflise kem-ter atâsı hâsılı deryâ
Muhakkar meclise bezl-i hakîri behre-i kândır
Fuzûlî
Kemîne nemleyi pâ-mâle niyyet etmemişizdir
Bu arsa-gâhta hayyâl idik zemân ile biz de
Nâbî
Tûfân kemîne katresidir cûşumun benim
Gerdûn sebû-yı kem-teridir dûşumun benim
Nâbî
Vermez binâ-yı fakra halel cûş u hâdisât
Mahvedemez kemîne hâs-ı sad-hezar mevc
Sâmi (Arpaeminizade Vak’anüvis Mustafa Bey)
kemîne-i ömr: Ömrün âcizi.

Bilinse kadr-i hayât-ı azîz râcihdir
Hezâr saltanata yek dem-i kemîne-i ömr
Nâbî
kem-ter: bk. kem.

Ken’ân: Ar. Hz. Yakub’un memleketi, Filistin, Palestin.

Şifâda aynıdır
Ya’kûb-ı çarhın
Safâda
Y’ûsuf-ı Ken’ân’a benzer
Hayâlî Bey
Ken’ân-ı mihnet: Sıkıntı
Kenan’ı.

Ne ola
Ken’ân-ı mihnette düşersen çâh-ı hırmâna
Varırsın
Yûsuf-âsâ vâkıan ihvâna söylersin
MefH kenâr: Far. 1. Kıyı, çevre. 2. Deniz kıyısı. 3. Uç, köşe. 4. Kucaklama, kucağına alma.

Kenârım dürr-i maksûd ile pürdür
Avniyâ çün kim
Gözüm yaşı akar deryâ gibi her dem kenârmdan
Avnî
Olsun harâm câm-ı muhabbet o meste kim
Nâbî kanâat etmeye bûs u kenâr ile
Nâbî
Yem-i ışkının dilinde çü kenârı yok bilirsin
Ne aceb kenâre çekse seni bir gece
Cinânî
Cinânî
kenâr-ı câm: Kadehin kenarı.

Söyleyip vasf-ı mey-i la’linde
Vâsıf bir gazel
Yâdigâr-ı bezm-i rindân et kenâr-ı câma yaz
Enderunlu Vâsıf
kenâr-ı cûy-bar: Irmak kenarı.

Sebz ü hurrem bir fezA mı her kenâr-ı cûy-bâr
Ya miyân-ı cûda aks-i günbed-i hazrâ mıdır
Nef’î
kenâr-ı dest-i aşk: Aşk elinin kenarı.

Kenâr-ı dest-i aşka pâ-nihâde olduğum günden
Cefâdan olmadım bir lâhza hîç âzad ey bî-dâd
Esrar Dede
kenâr-ı havz-ı rütbet: Rütbe havuzunun kenarı.

Kenâr-ı havz-ı rütbette bitiptir veche-i ismet
Semer verdi nice türlü beyâz ü hazr ü âlından
Muradî (Sultan III. Murat) (bitiptir: bitmiştir.)
kenâr-ı mâder: Annenin kucaklaması.

Arif ol, ârif ki, asla farkı yoktur ârife
Kûşe-i lâhdin kenâr-ı mâder ügeyvareden
Muallim Naci
kenâre: 1. Kenar, kıyı. 2. Kucak. 3. Kayış asılan çengel.

Yaşım suyu oldu vara vara
Bir bahre ki yok ona kenâre
Fuzûlî
kene: Far. İnsan veya hayvanın vücuduna
yapışıp kanını emen bir cins bit.

Emiyor fırsatı bulmuş yapışıp hem ne emiş
Kene bir şey mi aceb, âh o ne doymaz şeymiş
Mehmet Akif
kenef: Ar. 1. Taraf, yan, canip, orta. 2. Hela. c. eknâf.

eknâf: Kenef’ler, ortalar. yanlar.

Erişe müjde-i feth ü zafer etrâf u eknâfa
Tuta dünyâyı hepgül-bâng-ı kûs-ı nusret âvâzı
Nef’î
eknâf-ı Haleb: Haleb’in ortası.

Zülkfün kokusu müşg olup nâf-ı Haleb’te
Rağbet mi kodu anbere eknâf-ı Haleb’te
Şeyhülislam Yahya
kenîsa, kenîsâ, kemse: Ar. Kilise.

Rad-ı tekbîr kopup gitmelidir bâng-ı ezan
Dâr-ı küffârda meşhûr kenîsâya kadar
Yahya Kemal
kenîz, kenîze, kenîzek: Far. Kız, cariye, halayık. (Kenizek de küçük cariye, halayık yerine kullanılır.) c. kenîzegân.

Yok kenîzekte hele bir mahzûr
Tâzeden tâzesin al eyle huzûr
Nâbî
kenîzegân: Hizmetçiler.

Tâze kenîzegân ise incizab-ı dil
Bî-tâblıkta fevt olur onun da lezzeti
Nâbî
kenûd: Ar. 1. Nankör, iyilik bilmez. 2. Günahkâr, âsî. 3. Cimri, tamahkâr.

Teşebbüs etse eğer dâmen-i şefâatine
Harîm-i rahmete medhal bulurdu dîv-i kenûd
Sâbit
kenz: Ar. 1. Altın, gümüş gibi kıymetli şeylerin saklandığı sandık. 2. Toprağa gömülen para, hazine.

”El-kanâat ü kenzün lâ-yefnâ” (kanaat tükenmez bir hazinedir.) c. künûz, künûzât.

Bir kerre bu kenze nâil oldum
Bir başka cihâna vâsıl oldum
Ziya Paşa
kenz-i âlem: Âlemin hazinesi.

Mutahhardır eyâdî-i ehl-i dil çirk-âb-ı âlemden
Verilse kenz-i âlem ser-be-ser, dirhem kabûl etmez
Esad (Selanikli Mehmet Dede)
kenz-i a’zam: En büyük hazine.

Bâbı sensin cümle ilmin şehri şâh-ı Mustafâ
Kenz-i a’zam kapısın buldu cemâatMurtazA
Ümmî Sinan
kenz-i fırsat: Fırsat hazinesi.

Rind olan yeksân bilir hicr ile devr-i vuslatı
Pûla saymaz hâl-i hirmânında kenz-i fırsatı
Ebubekir Sâmi Paşa
kenz-i kanâat: Kanaat hazinesi.

Biz kenz-i kanâatle fenâ mülküne şâhız
Erbâb-ıgınâ bende-i tahsîl-i teemmül
Cinânî
kenz-i lâ-yefnâ: Tükenmez hazine.

Dehri pür-gevher eder noksan-pezîr olmaz yine
Bahr-i zehhâr-ı kerem mi kenz-i lâ-yefnâ mıdır
Yenişehirli Avni
kenz-i mahfî: Bir kudsî hadiste “Ben gizli bir hazine idim bilinmemi istedim, bundan dolayı ki halkı yarattım, yokken var ettim.

”anlamına gelen hadisin kısaltılmışı.

Kendini bildirmek için “Kenz-ı Mahfî” etti zuhûr
Etmedi var hazret-ı Hak cinn ile insânı abes
Zâtî
Cümleten bir kenz-i mahfîdir nihân-ender-nihân
Pes nihâd olgıl ki bu remzi ayân şerh eylemez
Muradî (Sultan II. Murat) (olgıl: ol.)
kenz-i medfûn: Gömülü hazine.

Gerçi vîrân-şüde-i dest-i taaddî-i gamım
Lîk var dilde nühüfte nice kenz-i medşûn
Münif kenz-i mübhem: Gizli hazine.

Bende mahfî oldugaybü’l-gaybın esrâr hemîn
Bendedir sırr-ı emânet ona kenz-i mübhemim
Niyazi
kenz-i pür-hürmet: Hürmet dolu hazine.

Türâbım kesbedip kıymet, olup bir kenz-i pür-hürmet
Hayâlim dâimâ tâze, şebâbım dâime eşzûn
Abdülhak Hâmit
kenz-i vücûd: Vücut hazinesi.

Bir kenz-i vücûda dalarak bahr-i ademde
Şöyle olayım mest-i mey-i cân-ı mahabbet
Âdile Sultan
künûz: Kenz’ler, hazineler.

San’at der-i izzetinde bende
Miftah-ı künûz-ı rûh sende
Tokatlızâde Şekip
Lafzı rumûzu mahzen-i esrâradır künûz
Ayağı tozu dîde-i ervâha tûtiyâ
Nizamî
Muhtecibtir şerm-i isti-yı fikrimden guyûb
Muhtefîdir reşk-i istiğnâ-yı tab’ımdan künûz
Muallim Naci
künûz-ı gayb: Bilinmeyen hazineler.

Mezad olunsa eğer şemme gird-i râhından
Künûz-ı gayb olur ferş-i kûçe vü bâzar
Ziyâ Paşa
künûz-ı ma’rifet: Marifet hazineleri.

Sendedir kufl-i tılsımât-ı künûz-ı ma’rifet
Sendedir yarlığı fermân-revâ-yi iklîm-i şân
Ziya Paşa
künûzât: Künûz’lar. (cem’in cem’i)
Güncîde durur hırkamız altında künûzât
Dervîşleriz gerçi nazarda fukarâyız
Ziya Paşa
kepâde: Far. Ok.

Elimde kavs-i kasîde kepâde olmuştur
Kepâdemi çekemez lîk değme bir kavvâs
bağdatlı Ruhi
kerâhet: Ar. 1. İğrenme, tiksinme. 2. İstemeyerek, baskı ile yapma.

Kerâhettir mey içmek diye esrâra rızâ verdin
Hezâr ahsente sûfî haylice re’y-i savâb olmuş
Avnî
kerâmet: Ar. 1. Ermişçesine yapılan iş, hareket veya söz. 2. Kerem, bağış. c. kerâmât.

Hırka vü tâc ile zâhid kerem et sıkleti ko
Ademe cübbe vü destâr kerâmet mi verir
Şeyhülislam Yahya
Kerâmet bu yeter ışka ki gördün ârız-ı yâri
Vilâyette
Behiştî
gözgüsü olduk bugün
Rûm’un
behiştî (gözgü: ayna)
Cifr ise ehl-i kerâmet işidir
Kim görür ehlin onun kim işitir
Sünbülzade Vehbi
Bir söz dedi cânân ki kerâmet var içinde
Dün geceye dâir bir işâret var içinde
Nedim
kerâmet-pîşe: Keramet gösteren.

Hakîm-i endîşe şâirdir kerâmet-pîşe sâhirdir
Tefekkürde
Felâtûndur tekellümde
Mesîhâ’dır
Nefi
kerâmât: Kerâmet’ler.

kerâmât-fürûş: Kerametler satan.

Nüshan maraz-ı aşka ilâc eylemedi hîç
Ey şeyh-i kerâmât-fürûş ez de suyun iç
Sâbit
kerân: Far. Uç, nihayet, kenar; serhat, sınır boyu. (yalnız “bî-“ ile kullanılır.

bî-kerân: Uçsuz, bucaksız.

Kşver-i câh-ı celâlindir o mülk-i bî-kerân
Kim onu tayyetmeğepeyk-i kader edip şitâb
Nef’î
kerb, kürbet: Ar. Kalbi sıkan hüzün, keder ve kaygı.

Sabr-ı dil-ı Hüseyin görün
KerbelA’da kim
Cân verdi teşne-leb demedi hîç bu kerbe lâ
Hamdullah Hamdi
kerb-i şedîd: Şiddetli kaygı.

Onulur yara, ferâmûş olunur hâl midir
Böyle bir zahm-ı ciğer-sûz ile kerb-i şedîd
Yenişehirli Avni
Nasîbimiz bu fenâ yerde sehm-i kürbet imiş
Kemân-ı çerh bizi attı bir diyâra dahi

kürbet-i gurbet: Gurbet kaygısı.

Ben kürbet-i gurbet içre bî-tâb
Sen zevk u safâdaşen, ferah-yâb
Şeyh Galip
Kerbelâ: Ar. Irak’ta
Bağdat dolaylarında
Hz. Hüseyin’in şehit edildiği ve türbesinin bulunduğu yer.

Cibrîl var haber ver
Sultân-ı enbiyâya
Düştü
Hüseyn atından sahrA-yı
Kerbelâ’ya
Kâzım Paşa
Sabr-ı dil-ı Hüseyin görün
Kerbelâ’da kim
Cân verdi teşne-leb demedi hîç bu kerbe lâ
Hamdullah Hamdi
Metâ’-ı hûn-ı azîzana müşterî olma
Bu Kerbelâ’da olan bey’ men yezîd midir?
lâ (bey’ men yezîd: artırma ile satış)
Kerbelâ-yı aşk: Aşk
Kerbelası.

Teşne-i tîğin kalır cân-ı vefâ-perverine
Kerbelâ-yı aşkı seyr eylesem kanımla ben
Muallim Naci
kerbelâ-yı gam: Gam
Kerbelası.

Nakd-i cân nezrini kurbânına uydur yola gir
Kerbelâ-yı gama gel sen dahi âşûr eyle
Hayâlî Bey
kerem: Ar. 1. Cömertlik, lütuf, el açıklığı, bağış. 2. Asillik, soyluluk.

Hırka vü tâc ile zâhid kerem et sıkleti ko
Ademe cübbe vü destâr kerâmet mi verir
Şeyhülislam Yahya
Kerem erbâbına vermezdi atâya növbet
Zevkini bilse bahîlân dahi bezl-i diremin
Sünbülzade Vehbi
Gel murâdın cân ise olmaz dirîğ ey çerh-i dûn
Ben kerîmim hasma ihsân ü keremdir âdetim
Namık Kemâl
kerem-i âlem: Âlemin cömertliği.

Bî-nihâye kerem-i âleme şâmil mi değil
Yoksa âlemde kulu âleme dâhil mi değil
Şinasi
kerem-i bî-nihâyet: Sonsuz cömertlik.

Masrûf-ı cebr-i hâtır-ı ehl-i niyâzdır
Lutf-ı dem-â-demin kerem-i bî-nihâyetinde
Nâilî
kerem-i kîse-i erbâb-ı recâ: Ümit sahiplerinin kesesinin cömertliği.

Hâk-i harem-i menşe’-i ikbâl-i ekâbir
Ceyb-i kerem-i kîse-i erbâb-ı recMır
Nef’î
kerem-i Mevlevî: Mevlevi cömertliği.

Esrâr matbah-ı kerem-ı Mevlevî’ye bak
Kerrûbiyânı eylemiş âteş-perest-i aşk
Esrar Dede
kerem-i Rabb-i Celîl: Büyüklük sahibi Allah’ın cömertliği.

Ona bir necl-i asîl etti kerem-ı Rabb-ı Celîl
Kıldı gül-deste ile san onu tayyib-i hâtır
behçet kerem-i sufra-keş-i halk-ı cihân: Dünya halkının sofra çeken cömertliği.

Pehlevân-ı kerem-i sufra-keş-i halk-ı cihân
Kahramân-ı gazab-ı râyiz-i yek-rân-ı felek
Nef’î
kerem-i şehsüvar-ı âlem: Âlemin en iyi ata binen cömerdi.

Ehl-i kân-ı kerem-i şehsüvâr-ı âlem
Hüsrev-ı Cemşiyem
İskender-i iklîm-küşâ
Nef’î
kerem-dîde: Cömertlik görmüş.

Ale’l-husûs ki bu bende-i kerem-dîden
Bu çâkerin bu kemînen bu abdi zâr ü nizâr
Nedim
kerem-fermâ: Cömertlik emreden.

Hamd-i bî-had o kerem-fermâya
Ki onun nimetidir bî-gâye
Sünbülzade Vehbi
kerem-ger: Cömertlik yapan.

Ömr-i atvelle muammer olsan
Adl ü dâdınla kerem-ger
Dârâ
Şerif
kerem-girdâr: Cömertlik âdeti.

Şeh-i yek-tâ-yı mihr-i burc-ı devlet âfitâb-ı cân
Visâl-i kurb-ı Hak lutf u kerem-girdârına mahsûs
Âdile Sultan
kerem-güster: Kerem sahibi, cömert.

Aceb tevfîka mazhar oldun ey sadr-ı kerem-güster
Ki sana
Hak müyesser kıldı böyle nâm-ı vâlâyı
Nedim
kerem-kâr: Kerem eden, lütfeden.

Sen ol vezîr-i kerem-kârsın ki âlemde
Kemâl-i cûd ile zât-ı kerîmin oldu alem
Nedim
kerem-pîşe: Cömertliğe alışmış.

Hikem-âmûz u sühansenc ü maârif-perver
Şefkat-endîşe, kerem-pîşe, dilîr ü akal

kerem-şiâr: Kerem gösteren.

Affet beni ey kerem-şiarım
Yoktur onu terke iktidârım
Todadizâde Şekip Bey
kerem ü lûtf: Lütuf ve kerem
Kesmem ümmîdimi ihsân-ı Hudâ’dan zîrâ
Kerem ü lutfu füzûndur benim ümîdimden
Nâbî
Kerem ü lûtfun ümîdinde kunûtum yoktur
Gerçi ben bende-i âsî değilim ehl-i kunût
enderunlu Fazıl
kerîm: 1. Kerem sahibi, cömert. 2. Şerefli, soylu. 3. Ulu, büyük. (Allah’ın sıfatlarından). c. kirâm.

Gel murâdın cân ise olmaz dirîğ ey çerh-i dûn
Ben kerîmim hasma ihsân ü keremdir âdetim
Namık Kemâl
Ömer de kim?
Benim ondan daha kerîm adamdı babam
Ölür de yüz suyu dökmem sizin
Halîfenize
Mehmet Akif
kirâm: Kerim’ler.

Soydan gelen soylu kimseler. 2. Cömertler, eli açıklar.

Hâdim-i halka-be-gûş dürrü sâdât-ı kirâm
Bende-i bar-gehi cûdî hezârân çelebi
Nazîm (Yahya)
kerîme: 1. Kız çocuk. 2. Kur’an’ın ayetlerinden her biri. 3. Kıymetli ve seçilmiş şey.

Verirdi mâ-melekin bezl için kerîme leîm
Ederdi hizmet-i rindânî şevkle zühhâd
Nef’î
Re’yim olamaz bunda serim olsa cerîmem
Mîr-ı Hasan’ın zevcesidir çünki kerîmem
Abdülhak Hâmit
kerges, kerkes: Ar. Akbaba. c. kerkesân.

Cîfe-i dünyâ değil kerkes gibi matlûbumuz
Bir bölük ankâlarız
Kâf-ı himmeti besler hezârân
Zâl-i zer
Şeyhülislam Yahya
Koca kerkesler ile konuşup uçmaktan ise
Yavru şâhînler ile kanlara boyanmağ yeğ
Amrî (Abdülkerim Oğulluğu)
kerkesân: Akbabalar. kerkesân-ı çarh: Feleğin akbabaları.

Bulsa ger zîr-i cenâh himmetinde perveriş
Nâz ederdi kerkesân-ı çarha bir kem-ter hamâm
Üsküdarlı Hakkı Bey
kerîh: Ar. Kerh’ten; çirkin, iğrenç, menfur.

Ahger ola sefîh-i ser-keş
Etvârı kerîh ü hulku «A-hoş
Fuzûlî
Dinleme öyle kerîh akvâli
Uğrasın başına sûhâli
Sünbülzade Vehbi
Halka bildirme bu dünyâyı kerîh
İlm ile ma’rifet eyle tenbîh
Abdülhak Hâmit
kerîh-manzar: Çirkin görünüşlü.

Sûfî cemâl-i yâra ne yüzle baka bilir
Almaz eline çünkü kerîh-manzar âyîne
Necati Bey
kerîm, kerîme: bk. kerem.

kerm: Ar. Üzüm çubuğu, asma, asma kütüğü. c. kürûm.

Yek bîhten demîde olurken nihâl-i kerm
Düşâb ügûre sirke vü mey imtiyâzda
Nâbî
kerrâke: Ar. Yünden ve softan yapılmış ince cüppe.

Ne gördüm ol büt-i nâzende nîm-mest olmuş
Kolunda dâmen-i kerrâke elde bir gül-i al
Nedim
kerrâr: Ar. Kerr’den; savaşta düşmana döne döne saldıran.

Hz. Ali’nin lakabı (Haydar-ı Kerrar)
Benim olHaydar-ı Kerrâr-ı ma’nâ kim hicvimden
Dilîrân-ı hayâle teng olur endîşe meydânı
Nef’î
kerrâr-ı vegâ: Savaşın döne döne saldıranı.

Merd-i ejder-dil ü kerrâr-ı vegâ kim rezmi
Arsa-i âlemi pür-âteş-i sûzân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)
kerrât: bk. kerre.

kerre: Ar. Defa, birçok kez. c. kerrât.

Sormadın hastanı rahmeylemedin bir kerre
Nicedir hâli diye söylemedin bir kerre
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
Kaç
Süleymân’a firâş olduğunu anlar idin
Ah bir kerre dile gelse bu sahrA-yı ketûm
Yenişehirli Avni
kerrât: Kerre’ler, defalar.

Aşk câmı râh-ı vahdetle leb-â-lebtir henüz
Gerçi kerrât ile
Arifler onu nûş ettiler
Bağdatlı Ruhi
Varı kerrât ile yok olmuştur
Onu soymuştu ba’zı mücrimler
Abdülhak Hâmit
kerrûbî: Ar. Meleklerin büyüğü, en
büyük melek. c. kerrûbiyyûn. (Farsça cem’i kerrûbiyân)
kerrûbiyân: Büyük melekler (Cebrail, Mikaîl, İsrafil ve Azrail).

Nağme-ı Cebre’îl’dir nağme-i büt-perestleri
Şenşene-i kerrûbiyân velvele-i derâları
Esrar Dede
Şeşcihetten rûz u şeb kerrûbiyân eyler tavâf
Mescid-ı Aksâ mıdır ya
KA’be-i ulyâ mıdır
Yenişehirli Avni
Ol şâh ki tahtı lâ-mekândır
Cârûb-keşi kerrûbiyândır
Şeyh Galip
kerrûbiyân-ı beka: Kalıcı büyük melekler. şâh-bâz-ı fenâyız ki lâ-mekân içre
Kerrûbiyân-ı bekâyı şikâra dekgideriz
Esrar Dede
kes: Far. Kimse, kişi. c. kesân.

Nikât-ı nüsha-i hüsne o kes ki vâkıf olur
Edeble bûse-zen-i dâmen-i mesâhif olur
Nâbî
kesân: Kes’ler. kimseler, insanlar.

Kendi aybından olur rûy-nümâ ayb-ı kesân
Olsa âyîne şikeste olur endâm şikest
koca Ragıp Paşa
ke’s: Ar. 1. İçi dolu kap, çanak. 2. Kadeh, bardak. 3. Şarap dolu kadeh, bardak. c. küûs.

ke’s-i dehak: İçi dolu kadeh.

Lebin hayâli ile bâde-nûş olan âşık
Eder mi meyl-i şarâb-ı tâhûr u ke’s-i dehak
nevres-i Kadim
küûs: İçi dolu kaplar, çanaklar.

Hûn-ı kebûter ile pür olur yine küûs
Devr-ipiyâlegöstere mi dîde-i horos
Bâkî
kesâd: Ar. 1. Alışverişte görülen durgunluk, sürümsüzlük. 2. Yokluk, kıtlık.

Etme bâzar-ı cihâna bir alır gözle nazar
Kimi hem-dest-i revâc ü kimi hem-gerd-i kesâd
Nâbî
Kelle-i uşşâk satılmaz kesâdı var katı
İşlemez oldu mahabbet şehrinin ser-hânesi
Hayâlî Bey
Tâc u tesbîh u asâ bâzarına erdi kesâd
Rind ü rüsvâ vü melâmet bâde-nûşan devridir
Gaybî
Revâc-ı ilm ü kemâl olsa ger kesâdı kadar
Ererdi devlete ehl-i hüner murâdı kadar
Namık Kemâl
kesâfet: Ar. 1. Sıklık, dolmuşluk. 2. Saydam olmama, bulanıklık. 3. Kalabalık, çokluk. fiz.

Yoğunluk, koyuluk.

Çöz düğmelerin gör ne letâfet var içinde
Teşbîh edemem mâha kesâfet var içinde
Kâmî (Edirneli)
Tazyîkinin altında silinmiş gibi eşbâh
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh
Tevfik Fikret
kesîf: 1. Sık, çok. 2. Yoğun, kalın, kaba. 3. Saydam olmayan. 4. Koyu.

Zulümâtın arasından çıkarır nûr-ı latîf
Dahi envârn içinden yaratır zıll-ı kesîf
Ş’rnasi
Solgun bakışlarıyla, semâ-yı kesîfinin
Teşyî’ eder gibiydi uzak bir sehâbını
Tevfik Fikret
Mukaddesâtını tesbîte uğraşıp durdu
Mücerredât-ı kesîfiyle bir cihân kurdu
Mehmet Akif
kesân: bk. kes.

kesb, kisb: Ar. Çalışıp kazanma, elde etme, sahip olma.

Vüfûr-ı kâbiliyyet dâd-ı Haktır kesb ile olmaz
Bi-hamdillâh
Cinânî buldum ol dâd-ı İlâh’ı ben
Cinânî
Ne kesb ettim hayâtımdan bu bender-gâh-ı fânîde
O da nisyâna merhûn, âh boş bir nâmdan başka
Muallim Naci
Ferâmûş edip kesbini kârnı
Bitirdi iki günde hep varını
Keçecizade İzzet Molla
kesb-i fazâil: Faziletler kazanma.

Ömrümü kesb-i fezailde abes harc eyledim
Cehl ile unvân bulup âlemde dil-şâd olmadım
Sadi
Çelebi
kesb-i gubâr-ı reh-güzâr: Geçilen yol tozunun kazanılması.

Murâdımgiryeden kesb-i gubâr-ı reh-güzarndır
Gözüm yaşı dem-â-dem çihremi bî-hûde nem kılmaz
Fuzûlî
kesb-i huzûr: Huzur elde etme.

Böyle lütfun kim eder şükrünü îfâda kusûr
Sâyesinde o kadar etti cihân kesb-i huzûr
Ziya Paşa
kesb-i hüner: Hüner kazanma.

Sa’y etmeli tahsîl-i kemâlâta taabla
Ahlâk ü edeble
Kesb-i hüner ü feyz-i cihân bî-taab olmaz
Olmazgözüm olmaz

Emirî (Emirîzade Emirî)
kesb-i hürmet: Hürmet kazanma.

Her kim ki o şer’a hidmet eyler
Dâreynde kesb-i hürmet eyler
Ziyâ Paşa
kesb-i ihtisâs: İhtisas kazanma.

Olamaz âlemde onsuz bezm-i hâss
Eylemiş her bezme kesb-i ihtisâs
Ziyâ Paşa
kesb-i kemâl ü hüner: Hüner ve marifet kazanma.

Bed-baht ona derler ki elinde cühelânın
Kahr olmak için kesb-i kemâl ü hüner eyler
Şinasi kesb-i maârif: Bilim kazanma.

İtlâf-ı vakt eyleme fasl-ı şebâbda
Kesb-i maârif eyleyegör kâr vaktidir
Vâsık (İstanbullu Ahmet)
kesb-i meâl: İlmin en yüksek mertebesine erişme.

Mıkdâr-ı meşâkagöredir kesb-i meâli
Terk etmelidir hâbı heves-kâr-ı teâlî
Muallim Naci
kesb-i melâl: Üzüntülü olma.

İnsân ona derler ki ede kalb-i rakîki
Alâm-ı benînev’i ile kesb-i melâl et
Ziya Paşa
kesb-i neşât: Neşe kazanmak.

Bulmam safâ-yı kalbi bir bâde olmayınca
Kesb-i neşât olmaz tâ perde-râz olmayınca
Âdile Sultan
kesb-i nûr-ı ma’rifet: Marifet ışığını kazanma.

Adile kıl meclisinde kesb-i nûr-ı ma’rifet
Hâtır-ı pür-zulmeti tenvîr eder hey’ettir aşk
Âdile Sultan
kesb-i râhat-ı ukbâ: Âhiret rahatını kazanma.

Ne cem’-i servet-i dünyâ ne kesb-i râhat-ı ukbâ
Bu bâzar-ı fenâda
Akifâ hüsrândır feryâd Akif Paşa
(Mısır Vâlisi Mehmet)
kesb-i şân: Şan kazanmak.

Olmayınca nef’i fevka’l-bahre kesb-i şân için
Şark filosun
Rusya tahted-bahre tebdîl eyledi
Tahirü’l Mevlevi
kesb-i şöhret: Şöhret kazanma.

Aslı yok Anka: gibi mechûlü olma herkesin
İlm ile ma’lûm-ı âlem ol da kesb-i şöhret et
Enderunlu Vâsıf
kesb-i yakîn: Sağlam kazanç.

Kesb-i yakîne âdem için yoktur ihtimâl
Her idika-.

d akla lgöre: gâib-ânedir
Muallim Naci
kisb-i yed: El işi.

Kisb-i yeddir denilir başa gelen insânın
Safha-i kefte hat-i cebhesi mersûmgibi
Nedim
kesb-i zarâfet: İncelik kazanma.

Her güzelle salınan kesb-i zarâfet edemez
Her
Gül-istân okuyan sanma ki hep şâ’ir olur
Âhi kesel, keselân: Ar. Gevşeklik, üşenç.

Gelir şevke kesel neyl-i visâl-i yârden sonra
Olur ârız girânlık sâime iftârdan sonra
Nâbî
Azâde-serimgâile-i şevk u keselden
Mâdemâ ki encâm-ı havâdiste fenâ var
Abdülhak Hâmit
Elhân duyulmadıkça belâgat girân gelir
Lâf ü güzâftan mütehassıl kesel gibi
Yahya Kemal
kesel-nâk: Uyuşuk, gevşek.

Aşık gam-ı dehr ile kesel-nâk olur mu
Çalınmadı mıgûşuna kânûn-ı mahabbet
Behiştî
kâsil: Gevşek davranan, üşengeç, tembel.

Sağlam insânda kesel küfrândır
Kâsilin durduğu yer vîrândır
İsmail Safa
kesîf: bk. kesâfet.

kesîr: ÇaÂ) bk. kesret.

kesr: Ar. Bozma, halel gelme; kırma, kırılma.

Nâmûs-ı aşka kesr verir hâhiş-i visâl
Bir lokma ile bozmayalım iştihâmızı
Nâbî
Kase-i dil hasret-i meyden ko olsun münkesir
Nuri kesri iste mazmûm olasın cânâne sen
Nuri
kesr-i hâtır: Gönül kırma.

Çerhin hilâf-ı devri var ammâ senin gibi
Uşşâka kesr-i hâtır ile müttehem değil
Nâbî
kesr-i kadr: Kıymeti yok etme.

Kemâl erbâbı kesr-i kadr ile bî-i’tibâr olmaz
Zer-i hâlis şikeste olsa da nâkıs-ıyâr olmaz
Sünbülzade Vehbi
kesr-i nefs: Nefsi kırma.

Kimsenin medhine mağrûr olma
Kesr-i nefs eylemeden dûr olma
Nâbî
kesr-i şân: Şöhreti yok etme.

Lütfun olursa ger sühan pest-pâyesi
Nazm-ı bülend-i muhteşeme kesr-i şân verir
Nef’î
kesret: Ar. 1. Çokluk, bolluk, ziyadelik. 2. tas.

Kalabalık.

Mevc-i kesret nev-be-nev hep bahr-i vahdetten gelir
Alem-ı İmkân her var vâhidiyyetten gelir
Aczî (Mirzade Mustafa Ağa)
kesret-i bârân-ı gam: Gam yağmurunun çokluğu.

Kesret-i bârân-ı gamdan oldu bu gül-şen-i harâb
Meyve-i ümîdi gâyet bozdu lezzet kalmadı
Hâletî (Azmizade)
kesret-i mey: İçki bolluğu.

Kesret-i meyden sudâ’ erip namâza çıkmadı
Zâhid-i hod-bîn bu özrüyle meğer ma’zûrmuş
Avnî
kesret-i peykân: Okların çokluğu.

Kar-ger düşmez hadeng-i ta’ne-i düşmen bana
Kesret-i peykânın etmiştir demirden ten bana
Fuzûlî kesret-i reng-i mezâhir: Görünen rengin çokluğu.

Kesret-i reng-i mezahir mâni’-i vahdet değil
Sad hezârân necm olur ammâ ki mâh olmaz iki
Namık Kemâl
kesret-i vahdet: Birlik çokluğu.

Kesret-i vahdetten ey dil ayn-ı vahdettir garaz
Kalbi tathîr etmedenyenbû’-ı hikmettir garaz
Bursalı
İsmail
Hakkı kesret-i yârân: Sevgililerin çokluğu.

Arif-i vahdet olup kesret-i yârândan geç
Razî-i kısmet olupgayret-i akrândan geç

kesret-gâh: tas.

Dünya.

Denir mi zâtını tevhîdden âsâr hâlîdir
Bu kesret-gâh nûr u vahdet-i zâtınla mâlîdir
Tevfik Fikret
kesret-nümâ: Çokluk gösteren.

Bü’l-aceb mecmûa-i kesret-nümâdır kâinât
Cümleninşîrâze-i cem’iyyet eczası bir
Hersekli Arif Hikmet
kesîr: Çok, bol.

Lâfzı endek ola ma’nâsı kesîr
Etmeye kimseyi aslâ tekdîr
Nâbî
kesîr ü kalîl: Az ve çok.

Ne ola sabr ile şevkinden özge
Amînin
Kabûl eyle budur varı ger kesîr ü kalîl
Avnî-keş: Far. “çeken, çekici” anlamında birleşik sıfatlar yapar. c. keşân.

ârzû-keş: İstekli, hevesli.

ârzû-keş-i sîm ü zer: Altın ve gümüş isteklisi.

İki cihânda budur ârzû-yı cân u dilim
Ne ârzû-keş-i sîm ü zerim ne tâlib-i hûr
Yenişehirli Avni
bâde-keş: Şarap içen.

Ne rind-i bâde-keşiz
Nâilî
ne zahid-i huşk
Bize ne mey-kede ne hân-gâh lâzımdır
Nâilî
belâ-keş: Bela çeken.

Merd-i bî-kayda belâ-keşlikdedir ârâm-ı dil
Yoksa çoktan terkederdim cânı da cânânı da
şeyh Galip
cârûb-keş: Süpürücü.

Nereye gitse o mâh karşı
Perçem-i hûr idi cârûb-keşi
Hakanî
cefâ-keş: Sıkıntı çeken.

Cefâ-keş olanda cefâ tümen tümen
Sabır kılıcını boşa çalma hemen
Fethi
Atâ
cemmâze-keşân: Hızlı giden dişi develer.

Sadr-ı Cem pâyına cemmâze-keşân eflâk
Eylemiş kayd-ı ikbâline teslîm-i zemân
Nef’î
çille-keş: Çile çeken.

Nefsi riyâzet ile tutar çille-keş olan
Nerm eyler esb-i serdi inânın sıkıntısı
Arif (Mütercim-ı Arabî
Reisilküttâb
Mir)
dâg-keş: Yara açan.

dâg-keş-i fülfül-i hâl: Ben’in karabiber gibi açılan yarası.

Bu ne ândır ki melâhetle nemek-dân-ı lebin
Hindû-yı dâg-keş-i fülfül-i hâl etti beni
Nevres-i Kadim
dâmen-keş: Etek çeken. mec. Nazlı nazlı yürüyen.

Zirve-i şâhta dâmen-keş olan mîve-i nâz
Ahir üftâde-i habs-i şikem olmaz da ne olur
Nâbî
defter-keş: Defter çeken, defter süsleyen. defter-keş-i meâyib-i nâs: İnsanların kusurlarını yazan, gören.

Defter-keş-i meâyib-i nâs ol, merd isen
Kıl zâtını nazarlara mecmûa-i edeb
Nedim
dem-keş: Bülbül gibi uzun uzun ötme.

Gûş-ı câna subh-dek her şeb sadâ-yı
Hû gelir
Burc-ı tende dil değil bir mürg-ı dem-keş var gibi
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
deryâ-keş: Çok içki içen.

Bir zemân
Rûm’da deryâ-keş idik ey sâkî
Şimdi
İrân’da kanâat ederiz çay ile biz
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
dil-keş: Gönül çekici.

Ma’nâsı latîf lafzı bî-gışş
Mazmûn-ı nev insicâmı dil-keş
Ziyâ Paşa
dûd-keş: Duman çeken.

Aşıkıngönlü kararır dem-be-dem etmezse âh
Dûd-keş olmayıcak yalın evi kılar siyâh
Necati Bey
dürd-keş: Şarap tortularını içen.

Dem olur kûy-ı harâbâtta bir dürd-keşin
Çarh-ı çârimde
Mesîhâ eremez pâyesine
Hayâlî Bey
esrar-keş: Esrar çeken.

Esrâr-ı kâinâtı esrâr-keş ne bilsin
Muallim Naci
firkat-keşân: Ayrılık çekenler.

Alınmaz zevk-ı câm-ı vasl-ı bî-hamyâze-i hicrân
Alan firkat-keşândır lezzetin vakt-i mülâkâtın
Nâbî
gayret-keş: Gayret çeken, çaba harcayan.

Cümle âlem bize gayret-keş iken lâyık mı
Olalım pençe-i nâ-ehilde pâ-mâl-i sitem
Nâbî
gerden-keş: Boyun çekici. mec. inatçı. c. gerden-keşân.

Ne mülk-ârâ ki bu tedbîr-i sâib
Ne katı seyftir gerden-keşâna
Enderunlu Fazıl
gerden-keşân: Boyun eğenler.

gerden-keşân-ı âlem: Âlemin itaatlileri.

Emrine râm etti hepgerden-keşân-ı âlemi
Şimdi devletle odur mâlik rikâb-ı rûzigâr
Nef’î
hamyâze-keş: Esneyen.

Oldu hamyâze-keş dehân-ı devât
Ahir-i nazm dâstânımdır
Riyazî
hased-keş: Kıskanan.

Bize rakîb-i hased-keş idi bütün âlem
Sana muhabbet ile iştihârımız var idi
Ziyâ Paşa
hasret-keş: Hasret çeken.

Lâubâlî vaz’-ı râhat-bahşa mâni’dir hıred
Bunda hasret-keş olur zevk-ı cünûna hûşlar
Koca Râgıp Paşa
kadeh-keş: Kadeh kaldıran.

Nizam-bend-i şühûd olalı bu bezm-i cihân
Ne rindler ne kadeh-keşler ettiler güzerân

kemân-keş: Okçu, ok atan.

Kimi yayı öptü, kimi fırlattı
En er kemân-keşe yetti üç atım
Yahya Kemal
keş-â-keş: Çekişme, mücadele.

Reşk-i ruh-ı âlinle gül âteşlere düşmüş
Mey hasret-i la’linle keş-â-keşlerle düşmüş
Nâbî
leşker-keş: Asker çeken, asker idare eden. leşker-keş-i livâ-yı belâ: Bela sancağını askerin önüne çeken.

Sînemde kıl nazar elif ucunda dâgıma
Leşker-keş-i livâ-yı belâya livâ budur
Hayâlî Bey
melâmet-keş: Aşağılanan.

melâmet-keş-i ışk: Aşk yüzünden aşağılanan.

Hâlâ ki biz üftâde-i hûbân-ı Dımışk’ız
Ser-halka-i rindân-ı melâmet-keş-i ışkız
bağdatlı Ruhi
mey-keş: İçki içen.

Ne sâfî bâdesi ne gerdiş eyler câmı kalmıştır
Harâbâtın miyân-ı mey-keşânda nâmı kalmıştır
Üsküdarlı Hakkı Bey
mıstar-keş: Cetvel çeken. mıstar-keş-i sahîfe-i âsâr: Eserlerin sayfasına cetvel çeken.

Dülbend-i ebri barmağına sarmasın hilâl
Mıstar-keş-i sahîfe-i âsârmız değil
Nâbî
mihnet-keş: Sıkıntı çeken.

Sabr eder cevrine
Rûhî dediler dedi o şâh
Kulumuzdur biliriz biz onu mihnet-keştir
Bağdatlı Ruhi
minnet-keş: Yapılan iyiliği başa kakan.

minnet-keş-i ihsân: İyiliği başa kakan.

Her ne mihnet çektirirse râzıyım
Cevrî bana
Tek hemân minnet-keş-i ihsânı nâ-dân etmesin
Cevrî (İbrahim Çelebi)
mühre-keş: Mühre çeken.

Olup
Hûrşîd ü mehden mühre-keş evrâk-ı eflâke
Hutût-ı rûz u şebden nüsha-i sun’ eylemiş inşâ
Nâbî
nevâle-keş: Yiyecek çeken, yiyecek taşıyan. nevâle-keş-i hân-ı enbiyâ: Nebiler sofrasına yiyecek taşıyan.

Efsûs ömr-i telh-mezakân-ı âleme
Cibrîl iken nevâle-keş-i hân-ı enbiyâ
Nâbî
peymâne-keş: İçki içen. peymâne-keş-i mest-i müdâm-ı dü cihân: İki cihanın devamlı içki içeni.

Biz velvele-i aşka düşen
Mevlevî’yiz
Peymâne-keş-i mest-i müdâm-ı dü cihânız
Esrar Dede
pîş-keş: Hediye, armağan.

Kasr-ı firkatte eyâ hâce hayâl-i kalbin
Pîş-keş çekti gönülşâhına bir kıymetî taş
Enverî
piyâle-keş: İçki içen, kadeh kaldıran.

Piyâle-keşliğimiz muktezâ-yı meşrebtir
Cihânda çektiğimiz hep belâ-yı meşrebdir
Resîm (Mustafa Çelebi)
rakam-keş: Rakam çeken, yazı yazan, çizgi çizen.

Olmaz ruh-ı bütâna rakam-keş kalem abes
Çekmez beyâza kâtib-i kudret rakam abes
Nâbî
râyet-keş: Sancak çeken. râyet-keş-i adâlet ü insâf: İnsaf ve adalet sancağını çeken.

Rayet-keş-i adâlet ü insâf kahrede
Dahhâk-i zulmü
Gâve-i âhen-gerângibi
Nâilî
sâgar-keş: Kadehle içen, kadeh kaldıran, kadeh çeken. sâgar-keş-i derd-i nifâk: İki yüzlülük sıkıntısıyla kadeh kaldıran.

Basma bezm-i sohbet-i ehl-i hevâya hîç ayak
Kılmasınlar tâ seni sâgar-keş-i derd-i nifâk
Âgâh
Osman Paşa
(Trabzonlu)
sebû-keş: Testi çeken, içki dağıtan.

Gerçi bu hum-hâne-i dehrin sebû-keş rindiyiz
Bilmedik ammâ ki sahbâ-yı safa keyfyyetin
Nâbî
ser-keş: Baş çeken, asi.

Olur her tünd-hûy ser-keşi bir râm eder düşmen
Ne denlü saht ise âteşle lâ-büdd nerm olur âhen
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
sıklet-keş: Yük taşıyan, ağırlık çeken.

Çâbük-ter olduğun gam-ı nâ-geh-res-i heves
Sıklet-keş-i misâfr-i bîgâh olan bilir
Nâbî
sîm-keş: Sırma çeken, sanatkâr.

Haddeden tel gibi çektin kendine târ-ı dili
Ey cüvân-ı sîm-keş sat âferîn üstâdına
Seyyit Vehbî
sipeh-keş: Asker başı çeken, başkomutan.

Olmaz sahâyifn yine kadr-i bülendi pest
Saff-ı sipeh-keş-i kaleme pây-mâl iken
Nâbî
sitem-keşân: Zulüm çekenler.

Ne denlü câme-i nahvet olursa teh-ber-teh
O denlü serdî-i âh-ı sitem-keşân geçiyor
Râmî
Mehmet Paşa
sürme-keş: Sürme çeken.

Mihr ü mâhı çarh edinmiş gece gündüz döndürür
Rişte-i ömrüne gerdûn halkın olmuş sürme-keş
behiştî
şîre-keş: Şıra içen.

Bengî ketm eylemez esrârın
Şîre-keş tatlı sanır güftârın
Sünbülzade Vehbi
ter-keş, tîr-keş: Ok kabı.

Bu zahm-ı aşkıma bâdî nigâhım olmuştur
Yine bu tîr bana kendi ter-keşimdendir
Nâbî
terâne-keş: Nağme eden, şarkı söyleyen.

Anâdil etti beyân-ı merâtib-i nagamât
Kumâr oldu terâne-keş ü sürûd-i senâ
Fuzûlî
tîğ-keş: Kılıç çeken.

Gamze-i tîğ-keş ü çeşm-i sihir-sâzına bak
Kasd-i cân eyler iken şîvesine nâzına bak
Nef’î
zehr-keşân: Zehir içenler.

zehr-keşân-ı hum-ı aşk: Aşk küpünden
zehir içenler.

Sahbâ yerine zehr-keşân-ı hum-ı aşkız
Reşk etme bizim hâlimize biz
Cem-i aşkız
Nef’î
zer-keş: Sırmacı, altın tel yapıcı.

zer-keş-i câh: Mevkinin sırmalı elbisesi.

Biz müttekâ-yı zer-keş-i câha dayanmazız
Hakk’ın kemâl-i lutfunadır istinMımız
Bâkî
keşân: Çekenler, çekiciler.

keh-keşân: Samanyolu.

peymâne-keşân: İçki içenler.

Biz mest-i mey-i mey-gede-i âlem-i cânız
Ser-halka-i cem’iyyet-ipeymâne-keşânız
bağdatlı Ruhi
keşâkeş: Far. >keş-â-keş.

Çekişme, münakaşa. 2. İki kişinin bir şeyi birbirine doğru çekmesi. 3. Gam, keder, sıkıntı. 4. Felâket.

Pehlivanların birbiriyle güreşmesi.

Kemençe şekline girdim elinde mutrib-i aşkın
Keşâkeşten halâs olmaz dahi sînem rebâb-âsâ
Bâkî
Sen eğer dâdımı dâd etmez isen seyreyle
Ne keşâkeşte kalır kûşe-i dâmân-ı felek
Nef’î
keşâkeş-i gerdûn: Feleğin kederi.

Belâ-yı gerdiş-i çerh ü keşâkeş-i gerdûn
Cefâ-yı gayret-i akrân ü mihnet-i emsâl
Veysî (Alaşehirli Üveys
Kadı.)
keşân: Far. Keşîde’den; çeken, çekerek götüren.

keşân keşân: Çeke çeke.

Salarsa zülfün ucu halka halka zencîri
Hezâr zahid-i huşku keşân keşân iletir
Şeyhi keşef: Far. Kaplumbağa.

Aciz iken uka. bagiriftâr olur keşef
Gûk-ı zaîfi kût edinir
M-vesîle mâr
Ziya Paşa
keşf, keşif: Ar. Var olduğu bilinmeyen bir şeyin ortaya çıkarılması.

Keşfet nikâbını yeri göğü münevver et
Bu âlem-i anâsırı firdevs-i enver et
Zeynep (Zeynünnisa Hanım)
Dermiş bana keşf oldu rumûzât-ı hakîkat
Vallâhi yalandır sözü billâhi yalandır
Bağdatlı Ruhi
Deme keşf olur ser-â-ser sana esrâr-ı hafî
Kâl ü ef ‘âlinde vardır çün senin yüz bin hatâ
Âdile Sultan
keşf-i avret: Avret yerini açma.

Açılıp ummadığın mestûre
Keşf-i avretle olur meşhûre
Sünbülzade Vehbi
keşf-i esrâr: Sırları açma.

Olıcak buğz u adâvet der-kâr
Etme bî-gâneye keşf-i esrâr
Sünbülzade Vehbi
(olıcak: olunca.)
keşf-i hikem: Bilgelik açma.

Erbâb-ı şühûdun sühanı keşf-i hikemdir
Makbûlü sanâdîd-i sühan-dân-ı ümemdir
Sâmi keşf-i hüsn: Güzelliği açma.

Meşârık keşf-i hüsnünden ibâret
Hafâsından kinâyettir magârib
Çermikli
Zihni keşf-i kınâ’: Örtüyü açma.

Zulmet-i âsâm olur ruhsâre-pîrây-ı adem
Eylese dûşîze-i afvın eğer keşf-i kınâ’
Nâbî
keşf-i mezâyâ-yı sühan: Söz meziyetlerini açma.

Olmayan hall-ı İlâhî’ye karîn eylemez
Dil-i pür-ukde ile keşf-i mezayâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
keşf-i râz: Sırını açma.

Ehline arzetmeyip ağyâra keşf-i râz eden
Olsa da
Halldc-ı Mansûr-ı zemân ber-dâr olur
Abdülaziz
Mecdi
keşf ü kerâmet: Keşif ve keramet.

Sûfiye zerk ü riyâ setrü’l-hicâb oldu ise
Câm-ı saf ile biz keşfü’l-kerâmet edelim
Şeyhi
kâşif: Keşfeden, bilen, meydana çıkaran. kâşif-i esrâr-ı Hudâ’ Allah’ın sırlarını bilen.

Ey kâşif-i esrâr-ı Hudâ
Mevlânâ
Sultân-ı fenâ şâh-ı beka
Mevlânâ
Şeyh Galip
kâşif-i hakâyık: Hakikatleri keşfeden.

Ey Fuzûlî özünü kûşe-nişîn et hum-ı mey teg
Ola nâ-geh olasın kâşif-i hakâyık
Fuzûlî
kâşif-i sırr-ı velâyet: Velilik sırrım keşfeden.

Şâh-ı Merdân
Şîr-ı Yezdân pîşvâ-yı ehl-i dîn
Kâşif-i sırr-ı velâyet
Haydar-ı Kerrâr mest
Nesimi
keşşâf: 1. Çok keşfeden. 2. Sırları çözen. 3. Keşif kolu, izci.

Ben ne keşşâfim ne sâhib-keşf ammâ ma’nîde
Muşikâf-ı nükte-hâ-yı âsümânîdir sözüm
Nef’î
keşîde: Far. 1. Çekmiş, çekilmiş. 2. Dizilmiş, düzenlenmiş. 3. Yazılmış. 4. Eski yazıda bazı harflerin üzerine çekilen çizgi.

Keşîde pîş-gehinde livâ-yı hayrül-enâm
Olur ne cânibe azm etse ol livâ mansûr
Nâbî
Hân-ı âfâka keşîde niam-ı Hak
Nâbî
Sen dahi eyle tenâvül yürü bir yanından
Nâbî
Bir nîmneş’e say bu cihânın bahârını
Bir sâgar-ı keşîdeye tut ldle-zdrnı
Nedim keşîde-pâ: Ayak çekmiş.

Ya’nî olup diyâr-ı Haleb’den keşîde-pâ
Tahrîk edince
Rûm’a rikâb-ı azîmeti
Nâbî
keşîş: Far. Papaz, karabaş, kilise papazı. c. keşîşân.

Gâziyân saldıkça her dem sîne-i küffâra şiş
Mürdegânın dâvet eylerdi cehennemde keşîş
Sürûrî
Tutmasaydı dâmen-i dünyâya tûfân-ı riyâ
Kainât olsaydı ârî şeyhten keşîşten
Yenişehirli Avni
Keşîş
Dağı: Bursa’daki
Uludağ’ın eski ismi.

Soğuklukta, girân-cânlıkta, kâfirlikte her şeyde
Füzûn-terdir
Keşîş
Dağı’yla zahid denk gelmezse
Şeyh Galip
keşkûl, keçkûl: Far. 1. Hindistan cevizinin kabuğundan yapılıp dilencilerin ellerinde taşıdıkları kap. 2. Bir çeşit süt tatlısı.

Felek imşeb hilâl-i hâle-pirâyı edip der-dest
Hemânâ ol dervîşe tutmuş bir kemer keşkûl
Kânî (Ebûbekir)
Terkeylemiş cihânıgönülyâhut etmemiş
Bâr-ıgirân olur mu hîç abdâla keşkûlü
Mehmet
Râkım Paşa
Mâh-ı nev aksini keçkûl edinip deryâlar
Oldu kapında gedâ lücce-i ummân-şekl
Hayâlî Bey
keçkûl-i dünyâ: Dünya keşkülü.

Hutâm-ı lezzet-i keçkûl-i dünyâya tama’ kılma
Nice deryûze-ger pây-ı gedâdan arta kalmıştır
Osman
Şems Efendi
keşkûl-i gedâ: Dilenci keşkülü.

Bir olur efser-i şâhî ile keşkûl-i gedâ
Ser-nigûn olsa eğer sûret-i iklîlgibi
Sâmi keşmekeş: Far. 1. Çekişme, kavga. 2. Kararsızlık.

Hep çektiğim endûh sebük-serliğimindir
Bu keşmekeşe düşmez idim lengerim olsa
Nâbî
Çesbândır ârzû-yı dile ye’sten hele Ümmîd esîr-i keşmekeş-i ihtimâl iken
Nâbî
Keşmekeşlerle eder ömr-i güzer
Buna devlet mi denir hâk-be-ser
Nâbî keşmekeş-i derd-i ihtiyâc: İhtiyaç derdinin kavgası.

Yâ Rab nedir bu keşmekeş-i derd-i ihtiyâc
İnsânın ihtiyâcı ki bir lokma nânadır
Ziyâ Paşa
keşmekeş-i intizâr: Bekleyiş kararsızlığı.

Düşmüş hevâ-yı cism-i latîf ile
Nâbîyâ
Leyl ü nehâr keşmekeş-i intizâra mevc
Nâbî
keşmekeş-i mihnet: Sıkıntı kargaşalığı.

Kavs-veş râhatı yok keşmekeş-i mihnetten
İki yüzlü iki ağızlı kec-endîşlerin
Nâbî
keşşâf: bk. keşf.

keştî: Far. Gemi, sefine.

Derd ü gamdan ıztırâb etmez hevâyî-meşrebân
Keştîye bâr-ı girânı bâis-i temkîn olur
Koca Râgıp Paşa
Herkes olsa ne ola ser-geşte-igirdâb-ı elem
Dümeni, yelkeni yok keştîye döndü âlem
Cem’î
Yapıldı himmetile harb için çok âhenîn keştî
Ki her bir kıt’ası bir kal’a-ipûlâd-ı bünyândır

keştî-i akl: Akıl gemisi.

Keştî-i akla olur her mevci bir girdâb-ı ye’s
Aşk bir deryâ-yı ummândır ki sâhil nâ-bedîd
Ziya Paşa
keştî-i Cem: Cem’in gemisi.

Keştî-ı Cem gibi emvâc-ı belâdan sındı dil
Sâkiyâ sun leblerin câmın ki gam-perdâzdır
Lamiî Çelebi
keştî-i dil: Gönül gemisi.

Bu emvâc-ı belâ içre bulunca sâhil-i cûdu
Mekân-ı keştî-i dilgeh firâz ugeh nişîb oldu
Şeyhülislam Yahya
keştî-i emn ü emân: Sığınma gemisi.

Şurta-i lutf ile tûfân-ı fiten buldu sükûn
Keştî-i emn ü emân buldu muvâfik eyyâm
Nâbî
keştî-i gaflet: Gaflet gemisi.

Biz âremîde-i keştî-i gafletiz ammâ
Nefes nefes ceryân üzredir sefîne-i ömr
Nâbî
keştî-i gönül: Gönül gemisi.

Rüzgâr-ı aşka uymuştur havA-yı vaslıla
Keştî-i gönlüm vatandan hubb ü sevdâdan geçer
Âdile Sultan
keştî-i hayâl: Hayal gemisi.

Bir keştî-i hayâl ile âfâka yelken aç
Deryâyı dinle gör nice esrâr söylenir
Yahya Kemal
keştî-i hilâl: Hilal gemisi.

Var ümîdim tâ bu deryâ üzre keştî-i hilâl
Gâh seyr-i hâver eyler gâhgeşt-i bâhter
Fuzûlî
keştî-i isyân: İsyan gemisi.

Çok keştî-i isyânı çeker sâhil-i afve
Bahr-i keremin mevc-i atâsın ne bilirsin
Nâbî keştî-i karâr-ı bülbül-i zâr: İnleyen bülbülün karar gemisi.

Dönüp girdâb-ı bahr-i hûna her gül lâle-zar içre
Dolaştırmakta keştî-i karâr-ı bülbül-i zarı
Nef’î
keştî-i nâz: Naz gemisi.

Yakmadan bahr bahr ü beri âteş-i âh-ı Esrâr
Keştî-i nâza süvâr ol da efendim tîzgel
Esrar Dede
keştî-i Nûh: Nûh’un gemisi.

Hücûm-ı gamda bana onu etti zevrak-ı mey
Kim etmedi onu tûfân olanda keştî-ı Nûh
Fuzûlî
keştî-i nüh-âsmân: Dokuz göğün gemisi.

Şukka-i râyât-ı bahtınla rikâbın olmasa
Keştî-i nüh-âsmânın bâd-bân u lengeri
Nef’î
keştî-i sahbâ: Şarap gemisi.

Yakan âb üzre âteş sanmanuz keştî-i sahbâyı
Şuâ’-i tîğ-ı kahrından tutuştu
Şeh
Süleymân’ın
Bâkî
keştî-i sergin: Gübre gemisi.

Tasaddur etse ne gam rinde câhil-i hod-bîn
Gehi tevakkuf eder bahre keştî-i sergîn
Nâbî
keştî-i sipihr: Feleğin gemisi.

Kılsa temkînini keştî-i sipihre lenger
Devre-i aşk eder izhâr-ı zarûretle direng
Ziyâ Paşa
keştî-i ümmîd: Ümit gemisi.

Sühûletle gelir sanma kenâra keştî-i ümmîd
Müsâid bahta dâir bir muvâfık rûzgâr ister
Kelîm-ı Eyyûbî
keştî-bân: Gemici; kaptan.

Pâyine gelmese rûzileri bî-nâblarn
Keştî-bân düşmez idi dâmına girdâbların
Nâbî
keştî-nişînân: Gemide seyahat edenler.

İmtiyâz-ı sâbit ü seyyâr-ı müşküldür hayâl
Zanneder keştî-nişinân sâhil-i deryâ yürür
Koca Râgıp Paşa
ketâib: bk. ketîbe.

ketebe: bk. kitâbet.

ketîbe: Ar. Asker, alay, birlik. c. ketâib.

ketîbe-i ilhâm: İlham birliği.

Her nazar bir ketîbe-i ilhâm
Olarak sânihamda dalgalanır
Süleyman Nazif
ketîbe-i nâz: Naz birliği.

Bu kâinât-ı nefâisde bir ketîbe-i nâz
Birer bedîa-i hulyd-nürâz u his-engîz. kadd ü kâmet-i nâzanla her zemân mümtâz
Birer hayâl-i girizan-ı şi’r ü handesiniz
Fâik
Âli Bey
ketâib: Ketîbe’ler, asker bölükleri, asker birlikleri.

ketâib-i cihâd: Cihadın asker birlikleri.

Şevk ın galeyân ederdi peydâ
Hûnunda ketâib-i cihâdın
Recaizade Ekrem
ketm: Ar. Saklama, gizleme.

Aciz olanın ketm olunur hakk-ı sarîhi
Mahmîleri her yerde himâyet yeni çıktı
Ziyâ Paşa
Ketminde aceb tekellüf etmiş
Tahrîf etmiş, tasarruf etmiş
Ziyâ Paşa
Aşıkım hâl-i derûnun âleme izhâr güç
Ketmi lâzımdır velâkin derdimin izhârı güç
Âdile Sultan
ketm-i adem: Allah’ın ruh ve madde âlemlerini yaratmak istediği zaman ilk yeşil cevherin çıktığı yer. (kenz-i mahfî)
Şeyhe bak ketm-i ademden diye takrîr eyler
Bilmez ammâ ki nedir maânî-i ihfâ-yı adem
Akif Paşa
Kurtulamadım âlemde bir ân derd ü elemden
Sahrâ-yı vücûda geleli ketm-i ademden
Şinasi ketm-i esrâr: Sırları saklama.

Ketm-i esrâra eğer mâni olursa emri
İhtifâ eyleyecek yer bulamaz şîr-i künâm
Yenişehirli Avni
ketm-i irfân: Bilgiyi saklama.

Şimdi âk ıl odur zemânede kim
Ketm-i irfân edip deligörünür
Nevres-i Kadim
ketm-i nefes: Nefesi tutma.

Şikest-i kâse-i dildir figâna mâni olan
Bu denlü ketm-i nefes inkisârımızdandır
Nâbî
ketm-i râz: Sır saklama.

Aklına mecnûnların tahsîn ki ketm-i râz edip
Geh sipihregeh der ü dîvâra söyler söylese
Nâbî
ketm ü hafâ: Gizlilik ve sır.

Aşk bir esrârdır ketm ü hafâ mümkin değil
Şânına şâyan nakl-i mâ-cerâ mümkin değil
Esrar Dede
ketm ü pinhân: Gizleme ve saklama.

Ey sebak-hân-ı debistân-ı taleb ehl-i dilin
Ketm ü pinhân ettiği hod nükte-i peydâsıdır
Esrar Dede
ketûm: Çok fazla gizleyen.

Kaç
Süleymân’a firâş olduğunu anlar idin
Ah bir kerre dile gelse bu sahrA-yı ketûm
Yenişehirli Avni
kettân: Ar. Keten.

Dil görse ârızını çâk çâk olur
Kettân olur mu pençe-i mehtâbtan halâs
Sünbülzade Vehbi
ketûm: bk. ketm.

kevâkib: bk. kevkeb.

kevkeb: Ar. Yıldız, necm. c. kevâkib.

Ne taşlar bastı seng-endâz-ı âhım deyr-i gerdûne
Düşen altın kayalardır değil vakt-i seher kevkeb
Bâkî
Eğerçi gök yüzünde ahter-i ferhunde-fer çoktur
Hani hâl-i ruhun mânendi bir rûşen-güher-i kevkeb
Bâkî
Eğer burc-ı saâdetten gurûb ettiyse bir kevkeb
Cihâna fer veren
Hûrşîd-i devlet pâyidâr olsun

kevkeb-i âlî: Yüce yıldız.

Kevkeb-i âlîsin idrâk eylemez erbâb-ı fen
Etseler vaz’-ı rasad tâ tarh-ı Hâmân üstüne
Nedim
kevkeb-i baht-ı zebûn: Güçsüz bahtın yıldızı.

Felekte berk-ı âhımdan ser-â-seryandı kevkebler
Kalan odlara yanmış kevkeb-i baht-ı zebûnumdur
Fuzûlî
kevkeb-i câh: Mevki yıldızı.

Aftâb olsa eğer kevkeb-i câh ile hasûd
Kîn-i şemşîr-i cihân-gîr zebânım çekemez
Nef’î
kevkeb-i dîn: Din yıldızı.

Şükûh-ı kevkeb-i dîn şân ü şevket-ı İslâm
Olur mu pâ-zede-i firka-i anûd u nefûr
Nâbî
kevkeb-i dürrî: İnciye benzeyen yıldız.

Vak’ı yok pîş-i hakîkatte mecâzın
Nâbî
Kevkeb-i dürrîye şeb-tâb berâbergelemez
Nâbî
kevkeb-i eşk: Gözyaşı yıldızı.

Gam sipihri kevkeb-i eşkimle her şeb zeyn olur
Subh-veş sıdkımgörüp mihrinde kalır meh tana
İbni Kemâl
kevkeb-i ikbâl: Talih yıldızı.

Gelmeyip kevkeb-i ikbâline yek zerre fütûr
Kuvvet-i bazû-yı bahtı bula gittikçe kıyâm
Nâbî
kevkeb-i menkûb-ı dost: Yıldızı düşmüş dost.

İkisi birdir muazzeb eylemekte âdemi
Tâli’-i mes’ûd-ı düşmen kevkeb-i menkûb-ı dost
Sâbit
kevkeb-i rahşân: Parlak yıldız.

Şeb ki meh geçti felek tahtına sultân-şekl
Oldu her kevkeb-i rahşân ona a’yân-şekil
Hayâlî Bey
kevkeb-i şân: Şan yıldızı.

Şükûh-ı kevkeb-i şân ü şevket-ı İslâm
Olur mu pâ-zede-i utüvv ü fütûr
Nâbî
kevkeb-i şuarâ: Şairler yıldızı.

Dürr-i nazmım çarha mengûş olsa bilmez rûzigâr
Şi’r-ı Nef’î midir ol ya kevkeb-i şuarâ mıdır
Nef’î
kevkeb-i tâli’: Talih yıldızı.

Tulû’ etmez sitâremde
Usûlî kevkeb-i tâli
Yeridir odlara yansa felekler dûd-ı âhımdan
Usûlî
kevkeb-efşân: Yıldız saçan.

Kevkeb-efşân âftâb olmazsa ger ol maşrıkın
Ikd-ı Pervîn-i güsiste-rîsmânıdır sözüm
Nef’î
kevâkib: Kevkeb’ler, yıldızlar.

Gözü yaşlıların hâlin ne bilsin merdüm-i gâfil
Kevâkib seyrini şeb-tâ-seher bîdâr olandan sor
Fuzûlî
Haylî kevâkib içre yanıp meş’al-i kamer
Sahn-ı semâda rûşen idi râh-ı keh-keşân
Bâkî
Rûhumda benim korku, ölüm, leyle-i târîk
Çeşminde onun aks-i kevâkible dönerdik
ahmet Hâşim
kevkebe: Ar. 1. Yıldız, necim. 2. Tantana, ihtişam, ün, şöhret. 3. Süvarı alayı.

Titrerdi kevkebenle senin âlem-i vegâ
Eylerdi kanlı gölgene düşmânlar ilticâ
Kemalzâde Ekrem Bey
Ey şaşaanın, kevkebenin mehdi, mezarı
Şarkın ezelî hâkime-i câzibe-dârı
Tevfik Fikret
kevkebe-i Kayser-i Rûm: Rum
Kayser’inin ünü. nebî-ı Arabî kim hâs ü hâşâk deridir
Taht ü tâc-ı haşem ü kevkebe-ı Kayser-ı Rûm
Yenişehirli Avni
kevkebe-i lem-yezelî: Kalıcılık ihtişamı.

Hâstır zât-ı İlâhîsine mülk-i ezelî
Bî-hudûd anda olan kevkebe-i lem-yezelî
Şinasi (andâorada.)
kevn: Ar. Var olma, sonradan meydana gelme; varlık, vücut. c. ekvân.

Salâhı âlem-i kevn olsa ger fesâdı kadar
Olurdu kâm-revâ her kişi murâdı kadar
Nâilî
Asûdeyiz bu kevnde hünkâr-ı ekberin
Şems-i cemâli üstümüze sâye-bânken
Esrar Dede
Hulâsa, bir edebî kevni yok, zemîn-i fesâd
İçinde haşre kadar haşrolur durur ecsâd
Mehmet Akif
kevn-i mağşûş: Karışık, hileli dünya.

Nedir lüzûmu vücûdu şu kevn-i mağşûşun
Değer mi külfeti îcâdı bunca daâya
Fent Bey
kevn ü fesâd: Olma ve bozulma.

Kevn ü fesâdın anladım îrâd ü masrafın
Dil-hâhına müzayakadan mâ’adâsı yok
Nâbî
Kevn ü fesâd âlemidir dehr-i cân-şikâr
Kalmaz bu kâr-gâhda bir kimse pâyidâr
Yenişehirli Avni
kevn ü mekân: Varlık, kâinat.

Hey ne deryâdır o deryâ-yı ezel kim katresi
Asiyâ-yı âlem kevn ü mekânı döndürür
Ziya Paşa
kevneyn: Madde ve ruh âlemi; her iki dünya.

Ahkâm-ı İlâhiyye’yi ettin bize ta’lîm
Ey hâce-i kevneyn edip îsâr-ı cevâhir
Rızayi
kevneyn-i cûd: Her iki cömert dünya.

Çü mevcûd eyledi kevneyn-i cûdu
Delîl-i vahdet etti her vücûdu
Şeyhi
ekvân: Kevn’ler, vücutlar, varlıklar, âlemler, dünyâlar.

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Şeyh Galip
ekvân-ı bî-nihâyet: Sonsuz varlıklar
Nedir şu ekvân-ı bî-nihâyet
Recaizâde Ekrem kevser: Ar. Cennette bulunduğuna inanılan bir havuz veya bir akarsuyun adı.

Dem bu demdir behey idrâksiz endîşeyi ko
Kevseri havzu ile sâgar-ı sahbâya değiş
Nef’î
Lebinin yâdı ile içse eğer bir atşân
Ab-ı Kevser gibi cân-perver olur mâ’-i semûm
Yenişehirli Avni
Kevseri anmaz ol içtiği mey-i nâbı içen
Mescide varmaz o vardığı kilîsâyı gören
Avnî
kevser-i âteş-nihâd: Ateşten yaratılan su.

Kevser-i âteş-nihâdın adı aşk
Dûzah-ı cennet-nümânın adı aşk
Şeyh Galip
kevser-i bâğ u nesîm-i subh: Sabah rüzgârının ve bağın kevseri.

Gül-zara gel ki kevser-i bâğ u nesîm-i subh
Emvât-ı hâki ettiler ihyâ-yı
Mesîh-vâr
Necati Bey
kevser-i cûd: Cömertlik kevseri.

Ne melek-hûy meliksin dem-i lutfun ile
Kevser-i cûd akıtır ravza-ı Rıdvân-ı kerem
Ahmet Paşa
kevser-i cûşân: Coşan kevser.

Şükûfe-zâr-ı behiştî midir bu mecma’-ı hûbân
Bu âb-ı sâfî-i gîtî-nümâ, bu kevser-i cûşân
İsmail Safa
kevser-i hûr: Huri kevseri.

Kevser-i hûra murâdı zâhidin
Fikr-i âşık şâhid ü âb-ı ineb
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
kevser-i mey-âlûd: Şaraba bulaşmış kevser.

Hatt-ı ruhı dûd-ı nâr-ı Nemrûd
La’l-i lebi kevser-i mey-âlûd
Şeyh Galip
kevser-i pâkize: Temiz kevser.

Havzdan kevser-i pâkizeyi nûş eyleyeyim
Kasrdan bûy-ı cinânı edeyim istişmâm
Nedim
kevser-i rûhânî: Ruhani kevser.

Kevser-i rûhânîlerden lezzet alan âdemî
Çeşme-ı Hayvân’ı nejtsün çeşme-i hayvânîdir
Hamdullah Hamdi
key: Far. Eski
Acem şahlarından ikinci tabakada bulunanların adlarının başına getirdikleri lâkap. c. keyân.

Şu’le-i dâglagönlü büyüdü abdâlın
Ne ola mağrûr ise başındaki tâc-ı Key’i
Şeyhülislam Yahya
keyân: Key’ler.

Sâid-i izzete şehbâz-ı saâdettir ol
Mâkiyân olmaz ona nisbet olunsaydı keyân
Cinânî
Bâlâ-nişîn-i mesned-i şâhân-ı tâc-dâr
Vâlâ-nişân-ı ma’reke-i arsa-i keyân
Bâkî
keyân: bk. key.

keyd: Ar. Hile, oyun, desise. keyd-i ihvân-ı bün-i çeh: Kuyu dibi dostlarının hilesi.

İzzet-i saltanat-ı Mısr’a taleb-kâr olmak
Keyd-i ihvân-ı bün-i çeh kûşe-i zindân yoludur
Nâbî
keyf, keyif: Ar. Sağlık, vücut esenliği.

Hoşça bir keyf idi enfiyye-i habîs
Etmese rîş ü burunu telvîs
Sünbülzade Vehbi
Şarâb-ı âteşînin keyfi rûyunşu’lelendirmiş
Bu hâletle çerâg-ı meclis-i mestân mısın kâfir
Nedim
Rübâbımın şu kırık tellerinde vaktiyle
Boğuk bir aksini titrer duyunca keyfinden
Onuncu kat göğe yükseldiğim
Tevfik Fikret
keyf-i arak: Rakı keyfi.

Meclis-i keyf-i arak âlem-i diğer etti
Rûy-ı mînâmıza aks eyledi hattâ mînû
Esrar Dede
keyf-i bâde: Şarap keyfi.

Esrâr-ı aşkı dert ile bî-hûş olan bilir
Elbette keyf-i bâdeyi ser-hoş olan bilir
Leskofçalı Galip
keyf-i cân-bahş: Cana can katan keyf.

Keyf-i cân-bahşın ki cism ü câna râhat bundadır
Hikmetin inkâr eder vâiz hamâkat bundadır
Nef’î
keyf-i humâr: İçkiden sonraki baş ağrısı keyfi.

Ser-germ-i nahvet olmasın ol şâh çok da kim
Değmez neşât-ı bâde-i keyf-i humârna
Seyyit Vehbî
keyf-i kelâm: Söz keyfi.

Görünce lezzet ü keyf-i kelâmımı yaraşır
Denilse tab’ıma hem mey-fürûş u hem kannâd
Nef’î
keyf-i rahîk-i mazmûn: Mazmun şarabın keyfi.

Ne nâmedir bu ki keyf-i rahîk-ı mazmûnu
Verir mülâhazaya bir neşât-ı rûhânî
Nef’î
keyf-i nesîm-i mey: Şarap kokusunu getiren rüzgârın keyfi.

Gösterir mevc-i tebessümden dürr-i nâ-yablar
Başlasa keyf-i nesîm-i meyle cûşa la’l-i leb
Esrar Dede
keyf-i şerâb-ı Edrine: Edirne şarabının keyfi.

Meşreb-i şûhunda bir sır var ki te’sîr eylese
Zâyi olmaz haşre dek keyf-i şerâb-ı Edrine
Nef’î
keyfe: Ar. “Nasıl” anlamına kullanılır.

“-mâ” ile birleşerek> keyfe-mâ: “Her nasılsa” anlamına kullanılır.

keyfe-mâ: Her nasılsa.

Mülkünde
Hak tasarruf eder keyfe-mâ yeşâ
İsterse kevni yok eder, isterse var eder
Ziyâ Paşa
keyfe mettefak: Hangisi olursa.

Bir iki beytin onun keyfe mettefak nâgâh
Bir ehl-i dil okuyup etti dahi tekrâr
Nedim
keyfiyyet: Ar. 1. Nitelik. 2. Bir şeyin iyi veya kötü olma ciheti. 3. gr.

Bazı dillerde kelimelerin müennes veya müzekker olma durumu.

Bilinmez kadri mahmûr olmadıkça neşve-i câmın
Şebâb eyyâmının keyfiyyetin pîr-i dü-tâdan sor
Fıtnat
Hanım
Belâ bezminde
Ferhâd ile
Mecnûn geçti ben kaldım
Sorarsan meclisin keyfiyyetin kendin bilenden sor
Hayâlî Bey
Ger sorarsan tâ ezelden neydügün keyfiyyetim
Bâde-i ışk ile tahmîr eylemişler tıynetim
Behiştî
keyfiyyet-i aşk: Aşkın niteliği.

Kimden istifsâr edem keyfiyyet-i aşkı aceb
Arifi âgâh ser-hoş, vâkıf-ı esrâr mest

keyfiyyet-i hall: Sirkenin niteliği.

Bir midir ikisi de şîre-i engûr iken
Neşve-i bâde-i gülgûnla keyfiyyet-i hall
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
keyfiyyet-i hamr: Şarabın iyi veya kötü oluşu.

Bir ayş ki mevkûf ola keyfiyyet-i hamra
Ayyâşına yuf hamrına hammârna hem yuf
Bağdatlı Ruhi
keyfiyyet-i mahsûsa: Gam niteliği.

Yetmez mi bu keyfiyyet-i mahsûsa ona kim
Zevk-ı gamı erbâb-ı dile rûh-fezadır
Nef’î
keyfiyyet-i sahbâ: Şarabın niteliği.

Koyalım sâgarı zahid sana hem-reng olalım
Bize keyfiyyet-i sahbâ gibi bir hâlet bul
Bâkî
Keyhüsrev: Far. İran’ın
Keyâniyân sülâlesinden olan
Keykâvus’un torunu.

Büyük hükümdarlar hakkında sıfat olarak kullanılır.

Tâc-ı Keyhüsrev gerekmez lîk
Hak’tan rûz u şeb
Kullarınla kendimi kapında der-bân isterim
Ahmet Paşa
Anılmaz idi
Ferîdûn ü Cem’le
Keyhüsrev
Cihâna gelmese ger şâirân-ı şehd-makâl
Hayâlî Bey
Hüsrev-i gül gerçi kim derd-i şitâdan dağ idi
Şimdi
Keyhüsrev gibi izhâr-ı şevket eyledi
Nadirî (Ganizade)
keyhüsrev-i sânî: İkinci
Keyhüsrev.

Hemân oldur niyâzım senden ey Keyhüsrev-i sânî
Ki gûş-ı hûşa mengûş eyle dürr-i pend-i pîrânı
Bâkî
keykûbâd: Far. Eski
İran’daki meşhur bir şah sülalesinin ismidir.

Key lâkabını ilk defa kullanan odur.

Adaletiyle ün salmıştır.

Adlin katında cevr ü sitem dâd-ı Keykûbâd
Hışmın yanında lûtf u kerem kahr-ı Kahramân
Bâkî
Nerde dîvân-ı Ferîdûn, meclis-i çenk-ipeşenk
Nerde dârât-ı Sikender, dârû-berd-ı Keykûbâd
Mehmet
Salahî
Pâdişâh-ı âdil ü âlî-neseb kim yaraşır
Etse ger serheng ü der-bân
Keykubâd ü Kayser’i
Nef’î
keyvân: Far. 1. Satürn (Zühal yıldızı). 2. Mutsuzluk, uygunsuzluk.

Birinin mansıbını bana inâyet kıl kim
Meh-çe-i râyetimi irgüre
Keyvân’a kerem
Hayâlî Bey
Ah-ı âşık der idim tîrine ger nâvek-i âh
Delse eflâki geçip küngüre-i keyvânı
Nef’î
Keyvân ki eylemiştir yedinci çarhı mesken
Kasrında pâs-bâna olmaz dahi mümâsil
Nizami keyvân-ı iftirâk: Ayrılık mutsuzluğu.

Hükmü gerdûnda merâm etseyidi sa’d-i ber-karâr
Eylemezdi tâ-ebed
Bercîs’e keyvân-ı iftirâk
Üsküdarlı Hakkı Bey
keyvân-ı köhne: Eski mutsuzluk.

Bâlâ-yı çarh-ı heftime keyvân-ı köhne sal
Oturmuş nite ki
Hindî-i pîl-bân
Bâk kezîm: bk. kezm.

kezm: Ar. Hiddetini, öfkesini yenme.

kezm-i gayz: Öfkesini yenme.

Kezm-i gayz ile dahi aff-ı cemîl
Oldu memdûh-ı Hudâvend-ı Celîl
Sünbülzade Vehbi
kezîm: Kızgınlığını, öfkesini yenen.

Envâr-ı mağfiret eder imhâ-yı ma’siyet
Ehl-i kemâl zulmet-i gayzı kezîmdir
Nevşehirli Hikmet
kıbâb: bk. kubbe.

kıble: Ar. 1. Namaza başlarken yönelinen taraf, Mekke tarafı. 2. Güney tarafı. 3. Güneyden esen rüzgâr.

Ol ham-ı ebrûya kılsam secde her sâat ne ola
Kıble ile ol ham-ı ebrû berâberdir bana
Fuzûlî
Eşiğinde âhım işiten döker göz yaşların
Nitekim kıble yeli esse firâvân yağdırır
Necati Bey
Zâhid cevân-perestlere kâfir demiş velî
Tekfîr-i ehl-i kıble eden
Müslümân mıdır
Esrar Dede
kıble-i cân: Can kıblesi.

Görmez eşiği taşını ol kıble-i cânın
Çöp düştü meğer kim gözüne kıble-nümânın
Bâk
Doğru bakamaz yüzüne ol kıble-i cânın
Aşık gibi titrer yüreği kıble-nümânın
Hâlisî
kıble-i dil-şüdegân-ı bî-tâb: Güçsüz âşıkların kıblesi.

Ki odur câmi’-i hüsne mihrâb
Kıble-i dil-şüdegân-ı bî-tâb
Sünbülzade Vehbi
kıble-i ebrû: Kaşının kıblesi.

Subh u şâm ol kıble-i ebrû berâberdir bana
Ey Fuzûlî
Tanrı gözden saklasın ikbâlimi
Fuzûlî
kıble-i ebrû-yı yâr: Yârin kaşının kıblesi.

Tîr-i ser-tîzi duâsın arşa tâ îsâl eder
Kıble-i ebrû-yı yâre ol kim eyler iktidâ
Leskofçalı Galip
kıble-i ehl-i niyâz: Niyaz ehlinin kıblesi.

İntisâbım var ricâl ile kibâr-ı asra kim
Der-geh-i âlîleridir kıble-i ehl-i niyâz
Sürûrî
kıble-i erbâb-ı maârif: Bilim sahiplerinin kıblesi.

Fahr-i şuarâ kıble-i erbâb-ı maârif
Kutb-ı vüzerâ, Asaf-ı dânâ-yı zemâne
Nef’î
kıble-i hâcet: İhtiyaç kıblesi.

Kıble-i hâcet-durur onun cemâli
KA’besi
Kim teveccüh eyler ona her taraftan şeyh ü şâbb
nizami
kıble-i maksûd: Amaçlanan kıble.

Kıble-i maksûdudur zevk-ı Behişt Allah bilir
Cezbe-i dîdâr bilmez sûfî-i havrâ-perest
Esrar Dede
kıble-i tâat: İbadet kıblesi.

Zâhidâ sen kıl teveccüh kûşe-i mihrâba kim
Kıble-i tâat ham-ı ebrû-yı dil-berdir bana
Fuzûlî
kıble-gâh, kıble-geh: Kıble yeri.

Kıble-gehtir
KA’be, den efdal cemâlin âşıka
Adile görsün o vechi lûtf-ile ref et nikâb
Âdile Sultan
kıble-gâh-ı âşık: Âşıkın kıble yeri. Beyt-i cânânı tavâf et kıble-gâh-ı âşıktır
Sa’y eden onu bulur dilde sakın olma cüdâ
Âdile Sultan
kıble-gâh-ı ehl-i fenâ: Yokluk ehlinin kıble yeri.

Ey kıble-gâh-ı ehl-i fenâdan esen sabâ
Havfim bu, müntehâ-yı hübûbun olur hebâ
Abdülhak Hâmit
kıble-nümâ: Kıbleyi gösteren alet, pusula.

Müstağnî-i irşâd olur erbâb-ı basîret
Sükkân-ı Harem neyler imiş
Kıble-nümâyı
Seyyit Vehbî
Vâreste-i irşâd olur erbâb-ı hakîkat
Sükkân-ı Harem neyler imiş kıble-nümâyı
Sünbülzade Vehbi
kıbleteyn: Mekke’de bulunan
Kâbe ile
Kudüs’te bulunan Beyt-ı Makdis.

Mihrâb-ı ebruvânını arz eyle ey sanem
Makbûl secde etmek için ehl-ı Kıbleteyn
Hamdullah Hamdi
Kıbt, Kıbtî: Ar. Kıbt’tan; 1. Mısır’ın en eski yerli halkı. 2. Kıbt soyundan çingene.

Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun
Şecâat arz ederken merd-ı Kıbtî sirkatin söyler
Koca Râgıp Paşa
Sâir akvâma meyli akmaz
Kıbtî kıbtîliğin bırakmaz

kıdem: Ar. 1. Kadimlik, eskilik. 2. Zamanca, memuriyetçe rütbece eskilik.

Hâdisât-ı feleğe olsa nazar
Kıdem zâtını îcâb eyler
Hakanî
Kopmadı kân-ı kıdemden bir
Hayâlî ey felek
Destine sultân-ı Rûmun söz gibi gevher sunar
Hayâlî Bey
Harem-gâh-ı bekabi’l-lâhta hükm-i fenâ yoktur
Kıdem mülkünde hadd-i ibtidâ vü intihâ yoktur
Leskofçalı Galip
kıdem-i zât: Zatının eskiliği.

Hâdisât-ı feleğe olsa nazar
Kıdem-i zâtını îcâb eyler
Hakanî
kıdve: Ar. 1. Kendisine uyulup arkasından gidilecek kimse. 2. Bir sınıf veya topluluğun başındaki lider.

kıdve-i alem: Âlemin lideri.

Hüsnü müsellem gül gibi hurrem mûnis ü mahrem müşfik ü hem-dem
Zübde-i âlem kıdve-i âdem şâh-ı mükerrem gayret-ı Dârâ
Cinânî
kıdve-i ehl-i nazar: İleri görüş sahiplerinin lideri.

Kdve-i ehl-i nazar
Hazret-ı Nâzır-zade
Kim oluptur eşiği devlet-i dâreyne medâr
cinânî (oluptur: olmuştur.)
kîl ü kâl: Ar. Dedikodu.

Leb ü miyândan idi bahsiniz
Nedîm ile hep
Dahi miyânede ey dil o kîl ü kâl midir
Nedim
Hakîkatle kamu eşyâya bak gel seyrân ede gör
Kulak verme bu kîl ü kâlegûş-ı cânla dinle gör
Âdile Sultan
Ariflerden nişân budur her gönülde hâzır ola
Kndüyü teslîm eyleye sözde kîl ü kâl olmaya
Yunus Emre
kılâde: Ar. Gerdanlık; akarsu. c. kalâid.

Kılâde kıldığı tesbîhi boynuna sûfî
Muhakkıkam sanır illâ hemân mukalliddir
Şeyhi kıllet: Ar. 1. Azlık. 2. Kıtlık.

Klletimden anlaman peşmîne-pûş olduğumu
Zeng-i gamdan gönlümün âyînesin saklar nemed
Necati Bey
Sâdıku’l-va’d olur ehl-i himmet
Şimdi ol zümrede vardır kıllet
Sünbülzade Vehbi
kıllet-i dâniş: Bilgi eksikliği.

Tarz-1 âdâbı gözet müksir ü nâ-dân olma
Kllet-i dâniş olur kesret-i güftâra sebeb
Hersekli Arif Hikmet
kıllet-i idrâk: Kavrama eksikliği.

Kllet-i idrâkten sanma
Ziyâ’nıgayretin
Neylesin kim yer gelir sabr u karâr elden gider
Ziya Paşa
kalîl: Az, çok olmayan.

Ne ola sabr ile şevkinden özge
Avnî’nin
Kabûl eyle budur varı ger kesîr ü kalîl
Avnî
Olsa bir bezmde nezzâreye şâyeste kalîl
Öyle bezme varanın bir gözü pûşîdegerek
Nedim
kımât: Ar. Sargı, örtü, sarılacak bez.

Yüzümün kan ile kımâtını al ettim kim
Alet-i san’at ola ol büt-i bî-pervâya
Fuzûlî
kımât-ı ıztırâb: Istırap sargısı.

Bed’ eyledi aşk pîç ü tâba
Bend oldu kımat-ı ıztırâba
Şeyh Galip
kımme: Uç, tepe.

kımme-i tâc-ı îcâd: İcat edilen tacın ucu.

Ey vücûdun güher-i kımme-i tâc-ı îcâd
Resm-i kadîm-i elif-i fâtiha-i istidâd
Nâbî
kınâ’: Ar. Örtü, baş örtüsü.

Zulmet-i âsâm olur ruhsâre-pîrây-ı adem
Eylese dûşîze-i afvın eğer keşf-i kınâ’
Nâbî
kındîl: Ar. Kandil. c. kanâdîl. bk. kandîl.

Bulur ser-mâye-i dânişle âdem revnakı yokken
Ziyâ vermez ne denlü zîver-i câm olsa boş kındîl
koca Ragıp Paşa
kîr: Ar. Zift, katran.

Nûr-ı re’yinde eser bulsa eğer zerre kadar
Ola bir mihr-i felek her şerer-i kûre-i kîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
kırâb: Ar. Kılıç ve bıçak kını.

Çeşm-i mesti tîğ çekmiş gamzeden bir
Kahraman
Ebrû-yı müşgîni bir şemşîrden hâli kırâb
Nef’î
kırân: Ar. Birleşme, yan yana gelme, yakınlık.

Kubbesinde levha-i sîmîn ilegülmîh-i zer
Müşterîdir kim felekte mâh ile etmiş kırân
Nef’î
Bindi bir zevraka
Dâmâdı ile
Hazret-ı Şâh
Burc-ı âbîde kırân eyledi san mihr ile mâh
Nedim
kırât, kîrât: Ar. Dört keçi boynuzu çekirdeği ağırlığında, mücevher tartı birimi.

Arz eder gayrıya mutrib neye mâlik ise hep
Buna mıskalla satar nâzı geçirmez kırât
Beliğ
kırtâs: Ar. 1. Kâğıt, kâğıt tabakası, sayfa. 2. Kâğıtçı. c. karâtîs.

Bender-i çeşme olur azîm reh-i kırtâstan
Kârvân-ı nazm çıksa hıtta-i enfâstan
Nâbî
kîrvân: Ar. 1. Kervan, kafile. 2. Dünyanın doğu ve batı tarafları.

Sensin ol hûrşîd-i evc-ârâ-yı şevket kim senin
Tuttu dehri nûr-ı adlin kîrvân tâ kîrvân
Üsküdarlı Hakkı Bey
kısm: Ar. 1. Kısım, bölük, parça, çeşit. 2. Bahis, fasıl. c. aksâm.

kısm-ı mümteni’ât: Olamazlar kısmı.

Erişti evc-i kemâlâta nûr-ı idrâkât
Yetişti rütbe-i imkâna kısm-ı mümtenüât
Sadullah Paşa
aksâm: Kısım’lar, parçalar, cüz’ler, bölükler. aksâm-ı fazl-ı nâ-mahsûr: Sönmeyen fazilet parçaları.

Zamîr-i câhına envA-ı dâniş ü irfân
A’lâ kadrine aksâm-ı fazl-ı nâ-mahsûr
Nâbî
kısmet: Ar. 1. Bölmek, taksim etmek, parçalara ayırmak. 2. Pay, hisse.

Kısmetindir gezdiren yer yer seni
Göğe çıksan âkıbet yer yer seni
İbn-ı Kemal
İhtiyâriyle cihânda kimse gitmez gurbete
Ab u dâne serpilir insânı kısmet gezdirir

kısmet-i İlâhî: İlahî kısmet.

Hasûd münkir olur kısmet-ı İlâhî’ye
Sanır hemîşe sitem adl ü dâd kassâmı
Nef’î
kıssa: Ar. 1. Hikâye, fıkra. 2. Ders alma. c. kasas.

Çün hisse imiş kıssadan ehl-i dile maksûd
Maksûd nedir anla bil ey ârif ü dânâ
Ruhi kıssa-i aşk: Aşk hikâyesi.

Şeb-i yeldâda uzar fecre kadar kıssa-i aşk
Tâ ki
Mecnûn bitirir nutkunu
Leylâ söyler
Yahya Kemal
kıssa-i cânân: Sevgilinin hikâyesi.

Kâşkî sevdiğimi sevse bütün halk-ı cihân
Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa
Taşlıcalı Yahya Bey
kıssa-i Dârâ: Dârâ hikâyesi.

Devlet-i dâr-ı cihân devr-i zemân ey Bâkî
Pây-dâr olmadığın kıssa-ı Dârâ’dan bil
Bâkî
kıssa-i efsâne-cûyân: Boş vakit geçirenlerin kıssası.

Kimseler hem kıssa-i efsâne-cûyân olmasın
Muallim Naci
kıssa-i ejder: Ejder hikâyesi. Beyim bitmez tükenmez bir hikâye vasf-ı zülfündür
Yılan efsânesinden de uzundur kıssa-i ejder
Lebib (Mehmet)
kıssa-i Ferhâd: Ferhat kıssası.

Geldi kelâl kıssa-ı Ferhâd ü Kays’tan
Derd-i derûnu söyle gönül şinîdedir
Fıtnat
Hanım
Kıssa-ı Ferhâd ü Mecnûn kim okurlar
Ahîyâ
Bir varaktır defter-i ışk-ı mecâzımdan benim
Âhi kıssa-i gussa: Keder kıssası.

Kıssa-i gussam uzundur kâkül-i dil-ber gibi
Nâzenînler nâzı gibi çok-durur derdim benim
İbni Kemâl
kıssa-i Kays: Kays’ın hikâyesi.

Eskimiştir güzelim kıssa-ı Kays ü Ferhâd
Kendimizden yeni efsâneler îcâd edelim
Atâyî (Nev’izade Atâullah)
kıssa-i pür-hisse: Hisse dolu kıssa.

Aleme taksîm olunsa bizdeki mihnet yeter
Kıssa-i pür-hissemiz derd ehline ibret yeter
Azmizâde Hâleti kıssa-i pür-hisse-ı Cem: Cem’in hisse dolu kıssası.

Cân kulağın tut hele sâkî alup câmı ele
Kıssa-i pür-hisse-ı Cem’dir sürâhî kulkulu
Şeyhülislam Yahya
kıssa-i uşşâk: Âşıkların kıssası.

Kıssa-i uşşâk anıldı bu dil-ı Mecnûn gamın
Ben anınca dediler ol kıssa-i meşhûrdur
İbni Kemâl
kıssa-i zülf-i mutavvel: Uzun saçın hikâyesi.

Vâiz bilir mi kıssa-i zülf-i mutavvelin
Onun hayâli nakş-ı hat-ı muhtasardadır
Beliğ
kıssa-perdâz: Hikâye düzen, masalcı.

Feyz-bahş olsa eğer tab’-ı sühan-gûyum olur
Kssa-perdâz-ı maânî-suveriperde-i râz
Nef’î
kıssa-tırâz: Kıssa süsleyen, kıssa düzen.

Tûtî-i kıssa-tırâz kelimât-ı aşkım
Oldu mirat-ı melâhat dil-i sad-çâk bana
Leskofçalı Galip
kıssîs: Ar. Keşiş, papaz. kıssîs-i sanem-hâne-i aşk-ı ezel: Ezelî aşkın put evinin papazı.

Turfa kıssîs-i sanem-hâne-i aşk-ı ezeliz
Bâng-ı Hakkı fem-i nâkustan ısgâ ederiz
Üsküdarlı Hakkı Bey
kışr: Ar. 1. Kabuk. 2. Tahıl, yemiş kabuğu. c. kuşûr.

Lübb ile kışrın eder farkını iş’âra
Hakîm
Dürr ü sübha def’-i hânendeye zînet sadefin
Nâbî
Gerçi kim akl da bu hükme verir vech-i rızâ
Lübb ile kışrdadır bunda olan nakş-ı me’âl
Nâbî
Bir kışrdır ki cümle hayvâna rûz u şeb
İhzâr-ı rızk u tûşe için eyler inhimâk
Ziyâ Paşa
kışr-ı zâhirî: Dış kabuk, dış görünüş.

Ammâ ki kışr-ı zahirîdir bildiğin senin
Yok takının hakâyıkın idrâke kudreti
Nâbî
kıt’a: Ar. 1. Kesik; bölük, parça. 2. Bir, beş, on mısralardan her biri. 3. Yeryüzünün bölümleri. c. kıtaât.

Her cümle merkezinde eder seyr-i bî-vukûf
Her kıt’a mihverinde bulur feyz-i câvidân
Ziyâ Paşa
Her vezinde kıt’a etmiş imlâ
Birçok da rübâî-i dil-ârâ
Ziyâ Paşa
Bekler, ne zemân kaldıracaklar diye mebhût Üç kıt’a musallâsı olan bir kâca tâbût
Midhat Cemal Kuntay
kıt’a-i eş’âr: Şiirler kıtası.

Var ise zımnında bir nâ-gûş-zed ma’nî-i ter
Kt’a-i eş’âr hoştur kıt’a-i elmâstan
Nâbî
kıt’a-i fesîha: Açık kıta.

Her cümle-i vesîada mebsût bin vücûd
Her kıt’a-i fesîhada meşhûd bin cihân
Ziyâ Paşa
kıt’a-i elmâs: Elmas kıta.

Var ise zımnında bir nâ-gûş-zed ma’nî-i ter
Kıt’a-i eş’âr hoştur kıt’a-i elmâstan
Nâbî
kıt’a-pîrâ: Kıta düzenleyici.

kıt’a-pîra-yı gazel-gû: Gazel söyleyen kıta düzenleyici.

Nükte-senc ü sühan-ârâ vü maânî-perver
Kıt’a-pîrâ-yıgazel-gû-yı kasîd-perdâz
Nef’î
kıtâl: bk. katl.

kıtâr, katâr: bk. katâr.

Kıtmîr: Ar. Ashab-ı Kehf e rehberlik eden köpeğin ismi.

Geh kılar
İblîs’i
Me’vâ’dan sürüp kelb-i hakîr
Gâh bâb-ıgârda
Utmîr’e
Me’vâgösterir
Aşkî
Fikreyler iken bu hâle tedbîr
Geldi dilime misâl-ı Kıtmîr
Ziya Paşa
kıvâm: Ar. 1. Duruş, durma. 2. Direk.

Rükn-i devlet dense hakka kim sezadır zâtına
Kim bulur her kâr tedbîrin ile feyz-i kıvâm
Üsküdarlı Hakkı Bey
kıvâm-ı devlet: Devlet direği.

Sensin ol nabz-şinâs-ı lebi tab’-ı umûr
Dürc-i re’yindedir eczâ-yı kıvam-ı devlet
Münif kıyâfet: Ar. Kılık, bir şeyin dış görünüşü. 2. Şekil, heyet, suret.

Lâzım gelirdi serv ü çenâr ola meyve-dâr
Fazl ü hünerde medhali olsa kıyâfetin
Nâbî
Nedir bu câme-i zerrîn, bu kisve-i zîbâ
Kadın k ıyâfeti kesbeylemek niçin acaba
Abdülhak Hâmit
Bir dâhiye-i melek-kıyâfet
Şeytânı da aldatır o âft
Muallim Naci
kıyâm: Ar. 1. Ayağa kalkma, dikelme. 2. İsyan, ihtilâl. 3. Namazda ayakta durma. 4. Ölümden sonra dirilip ayağa kalkma.

Gelmeyip kevkeb-i ikbâline yek zerre fütûr
Kuvvet-i bâzû-yı bahtı bulagittikçe kıyâm
Nâbî
kıyâm-ı fitne: Fitne ayaklanması.

Kaddin kıyâma gelse firâkın düşer dile
Zîrâ kıyâm-ı fitne kıyâmet nişânıdır
Sadi
Ne benden rücû ne senden k ıyâm
Selâmün aleyküm aleyküm selâm

kıyâm-âver: Ayağa kalkma, ayaklanma.

Gitti nakd-i dil ü dîn
Nâiliyâ bir büte kim
Sanem-i ebrûsuna
Cibrîl kıyâm-âver olur
Nâilî
kıyâmet: Ar. 1. Dünyanın sonu, ölülerin dirilişi. 2. Büyük belâ, sıkıntı. 3. Ortalığı velveleye verme.

Kad kıyâmet, gamze âfet, zülf fitne, hat belâ
Ah kim ben hüsnünün bunca belâsın bilmedin
Ahmet Paşa
Kaddin libâs-ı sürh ile âfet değil midir
Afet değil kızılca kıyâmet değil midir
Neylî
Şu serv ile şu kadd ü kamet
Olmaz mı kıyâmete alâmet
Ziyâ Paşa
Eşin var âşiyânın var bahârın var ki beklerdin
Kıyâmetler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin
Mehmet Akif
kıyâmet-kadd: Kıyamet boy.

Vuslatın cennettir ehl-i aşka hicrânın cahîm
Ey kıyâmet-kadd oluptur arada aşkın sırât
Bağdatlı Ruhi
kıyâmet-kâmet: Kıyamet boy.

Ser-nigûn eyledi
Tûbâ’yı ol âfet-kamet
Doğrusu anculayın var mı kıyâmet-kâmet
Celalî kıyâs: Ar. Bir şeyi diğer bir şeyle takdir etmek, bir şeyi emsaliyle zihnen ölçme. c. kıyâsât.

Gark eder âlemleri bir katre âb-ı mağfiret
Var kıyâs et vüs’at-i deryâ-yı rahmet ne idügün
Bâkî
Yok
Rûm’da mesnevî demiş çok
İrân’a kıyâs olunsa hîç yok
Ziyâ Paşa
kıyâsât: Kıyaslar. kıyâsât-ı umûr: İşlerin kıyasları
Ne ola eşkâl-i kıyâsât-ı umûr olsa akîm
Alemin suğra vü kübrâsında nisbet kalmamış
Nâbî
kıymet: Ar. 1. Değer. 2. Bedel, tutar. 3. Şeref, onur, itibar.

Bilmedi gitti zemâne kıymetim
Râmî benim
Hâk-i zillette yatar bir gevher-i erzendeyiz
Râmi
Bâğbân mey içeli bildi üzüm kıymetini “Meded öldüm!” diyenin aynına sıkmaz koruğu

kıymet-i anber: Amber kıymeti.

Kaddin yürütmez oldu çemende sanevberi
Zülfün yanında kıymet-i anber şikest olur
Hisalî kıymet-i dünyâ: Dünyanın değeri.

Kıymet-i dünyâ nedir indimde var eyle kıyâs
Cenneti bir habbeye satmış bir âdem-zâdeyim
Eşref
kıymet-i ıkd-i dürr-i nazm: Nazım incisinin gerdanlık kıymeti.

Takdîr edemez kıymet-i ıkd-i dürr-i nazmım
Endîşe ki simsâr-ı kelâm-ı fusehâdır
Nef’î
kıymet-i kevn ü mekân: Varlık âleminin kıymeti.

Rîze-seng-i reh-güzar kıymet-i kevn ü mekân
Zerre-i hâk-i cevâdı hûn-ı behâ-yı kâinât
Yenişehirli Avni
kıymet-i vâiz: Vaizin kıymeti.

Satmazsa eğer halka vazîfeyle nasîhat
Nâbî o zemânlar bilinir kıymet-i vâiz
Nâbî
kıymet-i vasl: Kavuşma bedeli.

Cevherin im’ân ile bâzar-ı irfân vezn eder
Kıymet-i vaslın bahâsın cân eder cânân-ı aşk
Âdile Sultan
kıymet-dâr: Kıymetli.

Dâmeninden kâkülün silker gubâr-ı pâyini
Müşg-i kıymet-dâra bildim
Çîn’de yoğimiş revâc
behiştî
kibâr: ÇLÂ) bk. kibr.

kibr, kibir: Ar. Ululuk, büyüklük, azamet. 2. Ululuk, büyüklük taslama, gurur.

Sana kibreyleyene kibretmek
Sadaka verme gibidir bî-şek
Sünbülzade Vehbi
Terk eyleye kibr ile inâdı
Hasr etmeye nefe i’timâdı
Ziyâ Paşa
Düşerse nâ-gehân bir katre-i berfi bu sermânın
Ger âteş-hâne-i sad sâle-i kibr ü mugân üzre
Ziya Paşa
kebîr: 1. Büyük, ulu. 2. Yaşlı. 3. Çocukluktan çıkmış genç. c. kibâr, küberâ.

Elli yıldır ki müsellem sana seccâde-i nazm
Şimdi sensin şuarâ zümresine şeyh-i kebîr
Nâbî
kibâr: 1. Kebîr’ler, ulular, büyükler. 2. Nazik.

FezA-yı haşrı tutar gulgul-i sıgâr ü kibâr
Eder mehâbet ile yevm-i kamtarîr zuhûr
Yenişehirli Avni
Dünyâ o fenâ-hâne ki şeklinde beka: yok
Bir yer ki kibârında, sıgârnda hayâ yok
Kemalzâde Ekrem kibâr-ı âlem: Âlemin büyükleri.

İmtihânından halâs olmak kibâr-ı âlemin
Çeşme-sâr-ı ârzûdan dest-şûyluklardadır
Nâbî
kibâr-ı asr: Devlet büyükleri.

Nâbîyâ şimdi atâyâsı kibâr-ı asrın
Değmez ebrûlarının çînine bevvâbların
Nâbî
Kapılma lutfuna ey dil kibâr-ı asrın bil Ümîd-i reddiledir verdiği selâm dahi
Mânî (Şeyh Mehmet bin
Çalık
Ali)
kibâr-ı evliyâ: Velilerin büyükleri.

Kibâr-ı evliyâ âşık demezler şol mürîde kim
Cemî’-i hüsn-i hulka onu irgürmeye irfânı
Gaybî
(irgür-: ulaştırmak)
kibâr-ı ulemâ: Âlimlerin büyükleri.

Mültecâ-yı vüzerâ sadr-ı kibâr-ı ulemâ
Kâm-kâr-ıfuzalâ fahr-i mevâlî-i izâm
Nef’î
kibâr-zâdelik: Soylu doğmuşluk.

Neşât-bahşî-i mey intisâb-ı humdandır
Kerem güvâh-ı nesebtir kibâr-zadeliğe
Seyyit Vehbî
küberâ: Kebîr’ler, büyükler, ulular.

Mümtaz ü hakîkî küberânın, fuzelânın
Çok kerre mükâfâtı olan cevr ü ezâyı
Fâik
Âli Bey
kibriyâ: Çok büyüklük, ululuk, azamet.

Bu dokuz kat felek-i bî-temsîl
Kibriyâsınagöre şey’-i kalîl
Hakanî
Bil ki bir rüfâdır evkân-ı fenân
Tek hakîkat var: Cenâb-ı Kibriyâ
Kemalzâde Ekrem Bey
kâbir: Büyük, ulu.

Ona rif’at kâbiren an kâbirin mevsûldür
Nüh felek gûyâ nisbet-i abâsıdır
Nedim
kibrît: Ar. 1. Kırmızı yakut, altın. 2. Kükürt. 3. Kibrit.

kibrît-i ahmer: Kırmızı kibrit.

Düşmüş kimi tecessüs-i kibrît-i ahmere
Olmuş kimine mûcib-i iflâs kîmyâ
Ziya Paşa
kibriyâ: bk. kibr.

kihân: Far. Kih’ler, küçükler, sagirler.

kihân ü mihân: Küçükler ve büyükler.

Seni âlî tanır kihân ü mihân
Muallim Naci
kilâb: bk. kelb.

kilîd: Far. Anahtarla açılan alet. (Yunanca’da anahtar anlamına gelir.)
Tenimde sancılı nâreklerinle şâdem kim
Der-i belâ bu kilîd iledir bana meftûh
Fuzûlî
kilîd-i endîşe: Endişe kilidi.

Saçınla eğleniriz ey büt-i cefâ-pîşe
Ki halka halka-durur çün kilîd-i endîşe
Necati Bey
kilîd-i işret: Eğlence kilidi.

Bahâr erişse olur her şükûfe bir miftâh
Kilîd-i işreti gül-şende kılmağa meftûh
Şeyhülislam Yahya
kilk: Ar. Kamıştan yapılmış yazı kalemi, kamış kalem.

Işk kilk çekti hat harf-i vücûd-ı âşıka
Kim ola sâbit
Hak isbâtında nefy-i mâ-adâ
Fuzûlî
Takrîr-i kemâl-i hüneri nutk-ı zebândır
Tahrîr-i medârı-ı şerefi kilk ü rakamdır
Nef’î
Ey
Nâilî
terâne-i kilkinden oldular
Rûhâniyân-ı mastaba-i intibâh mest
Nâilî
kilk-i Bercîş: Berciş’in kalemi.

Ta ki bu levha-ipîrûzede kilk-ı Bercîs
Ede her rengte tecdîd mezâmîn-i kühen
Keçecizade İzzet Molla
kilk-i beyân: Açıklama kalemi.

Vasf-ı la’l-i dil-ber ise kasdın ey kilk-i beyân
Tercemân olmaklığa şîrîn-zebân lâzım sana
Nedim
kilk-i cârî: Akıp giden kalem.

Yine kıl deste alıp kilk-i cârî
Gül-âb-efşânî vü anber-nisârî
Atâyî (Nevizade Atâullah)
kilk-i çâlâk: Çabuk hareket eden kalem.

Nice bin vâridat âmâde-i tahrîr olur dilde
Olunca sâye-güster kilk-i çalâkim benân üzre
Nef’î
kilk-i dür-efşân: İnci saçan kalem.

Verir tâb-ı safâ-bahşım keder âyîne-i âba
Eder kilk-i dür-efşânım hacîl ebr-i güher-zayı
Nef’î
kilk-i etfâl: Çocukların kalemi.

Ne mümkün pey-rev olmak
Nâbîi üstâda ey Sâmî
Sevâd-ı nâ-becâdır meşk-işi’ri kilk-i etfâlin
Sâmi
kilk-i fitne-engîz: Fitne çıkaran kalem.

Gel ey Şâpûr-ı kilk-i fitne-engîz
Yine nakşınla kıl evrâkı gül-rîz
Nevizâde Atâyî (Nevizade Atâullah)
kilk-i füsûn-sâz: Büyülü kalem.

Başkadır feyz-i hüner kilk-i füsûn-sâzında
Canlanır vecdegelir söz leb-ı Ycâzında
Tevfik Fikret
kilk-i gazel-perdâz: Gazel söyleyen kalem.

Ey kilk-i gazel-perdâz âhir ederek nâle
Derd-i dil-ı Esrâr’ı ettin mi yine şâ
Esrar Dede
kilk-i hayâl: Hayal kalemi.

Muhassal yok bir eğlence firâkında dil-i zâre
Meğer kilk-i hayâli nükte-senc ü nükte-perdâzı
Nef’î
kilk-i Hızr: Hızır’ın kalemi.

Yaza bilmez leblerin vasfın temâm-ı ömrde
Ab-ı Hayvân verse kilk-ı Hızr’a zulmetten devât
Fuzûlî
kilk-i hiddet: Hiddet kalemi.

Kâğıd-âsâ olma zül-vecheyn olursunşühpesiz
Simsiyâh eyler yüzün bir kilk-i hiddet âşinâ
Râsih (Enderunî İbrahim)
kilk-i hoş-nevâ: Güzel sesli kalem.

Evrâkı tayy edip kilk-i hoş-nevâ gelgel
Terâne-senc olalım na’t-i müstetâbında
Nâilî
kilk-i hoş-hırâm: Güzel yazan kalem.

Nazm ile
Selmân-ı asrım nesr ile
Vassâf-ı dehr
Nazm u nesr içre müsellemdir bu kilk-i hoş-hırâm
Nadiri (Ganizade)
kilk-i hükm: Hüküm kalemi.

Kilk-i hükmün çekti harf-i sâ’ir-i edyâna hat
Hükm-i isbât etti nefy-i sâ’ir-i edyân sana
Fuzûlî
kilk-i hüzn-engîz: Hüzün veren kalem.

İftirâkın faslını yazdıkça eyler dil enîn
Kilk-i hüzn-engîz gönlüm sâzının mızrâbıdır
Muallim Naci
kilk-i irfân: Bilim kalemi.

Dest-i üdebâda kilk-i irfân
Oldu hele tercemân-ı vicdân
Namık Kemâl
kilk-i kazâ: Kaza kalemi.

Yazmış ey Yahyâ kitâb-ı hüsnünü kilk-i kazA
Hatt-ı la’li ol kitâb-ı müstetâbın hatmidir
Şeyhülislam Yahya
kilk-i kudret: Kudret kalemi.

Kilk-i kudret levh-i sînemde seni kılmış rakam
Eyleyip mahbûblar mecmûasından intihâb
Fuzûlî
kilk-i maânî-perver: Manalarla dolu kalem.

Böyle tahrîr etti levh-i mihre vasf-ı pâkini
Kâtib çarhın ser-i kilk-i maânî-perveri
Nedim
kilk-i müjgân: Kirpik kalemi.

Dem-â-dem kilk-i müjgân ile tıfl-ı merdüm-i çeşmim
Hat-ı sevdâ-yı hâlin meşk eder levh-i hayâl üzre
Fuzûlî
kilk-i nazm: Nazım kalemi.

Kelîm-i lem’a-i bîniş ki envâr-ı hayâlinden
Devâtı tûr-ı feyz ü kilk-i nazmı nahl-ı Mûsâ’dır
sabri
kilk-ı Nedîm
: Nedim’in kalemi.

Bü’l-aceb ayyâr-ı efsûn-gersin ey kilk-ı Nedîm
Çok tabîat sarhoş eylersin bu dârûlarla sen
Nedim
kilk-i pejmürde: Pejmürde kalem.

Zîb-i destâr eylemez kimse kilk-i pejmürdesin
Enderunlu Vasıf kilk-i sebük-cevlân: Çok çabuk gidip gelen kalem.

Meğer kilk-i sebük-cevlânın olmuşgerm-rev
Gâlib
Zemîn âteş zemân âteş bütün nakş u nigâr âteş
Şeyh Galip
kilk-i siyeh-kâr: Suçlu kalem.

Zebânımla ta’rîze mecbûr olup
Bu kilk-i siyeh-kâra mağrûr olup
Keçecizade İzzet Molla
kilk-i sun’: Sanat kalemi.

Safha-i ruhsârına ol nokta-i hâl-i siyâh
Dest-i kilk-i sun’ ile konmuş nişân-ı bûse-gâh
Âhi kilk-i sühan-pâlâ: Söz süzgecinin kalemi.

Gark olur kevn ü mekân
Ab-ı Hayât-ı feyze
Aldığımca elime kilk-i sühan-pâlâyı
Nef’î
kilk-i şehâb: Gençlik kalemi.

Dest urmuş idi kilk-i şebâba debîr-i çerh
Tuğra-nüvis-i hükm-ı Hudâvend-i ins ü cânn
Bâkî
kilk-i şûh-meşreb: Güzel huylu kalem.

Ne ola nazm-ı veliyy-i nbmete olsam
Ziyâpey-rev
Hüner bahsinde kilk-i şûh-meşreb ldübâlidir
Ziyâ Paşa
kilk-i tahrîr: Yazı kalemi.

Kan damlar kaleminden denilen işte budur
Çatlasa kâdir olur mu onu kilk-i tahrîr
Keçecizade İzzet Molla
kilk-i ter: Yeni kalem.

Sonra alıp elime ney-şeker-i kilk-i teri
Olayım vasf-ı cihân-dâver ile şîrîn-kâm
Nedim
kilk-i vasf: Güzellik kalemi.

Midâd-ı kilk-i vasfınla urur dil merhem-i teskîn
Olunca derd-i zahmı rûzgârın istidâd üzre
Nef’î
kilk-i zerrîn: Altın işlemeli kalem.

Dîv-i buhlu hıtta-i cûdunda olmuş rahm için
Keff-i destin âsmân u kilk-i zerrîninşihâb
Nef’î
kîmyâ: Ar. 1. Kimya bilimi. 2. Gazâlî’nin meşhur eseri.

Gubâr-ı der-geh-ı Monlâ-yı
Rûm’a rûy-mâl oldum
Düşüp hâk-i harâbât oldum ammâ kîmyâ buldum
Esrar Dede
Olursan secde-ber hâk-i reh-i dil-dâra ol sâat
Gubâr-ı kîmyâ rûy-ı temennîden zuhûr eyler
Esrar Dede
Düşmüş kimi tecessüs-i kibrît-i ahmere
Olmuş kimine mûcib-i iflâs kîmyâ
Ziyâ Paşa
kîmyâ-yı kâbiliyyet: Kabiliyet kimyası.

Şahsın istbdâdı lûtf-ı peykerinden bellidir
Kîmyâ-yı kâbiliyyet cevherinden bellidir
Nâilî
kimyâ-yı pâk-i cân: Canın temiz kimyası.

Cism ü cân seyreyle bak dilde çerâg-ı nûr-ı aşk
Kîmyâ-yı pâk-i cândır hâk-i dervîşânıgör
Âdile Sultan
kimyâ-yı saâdet: Saadetli olma kimyası.

Şâbâş şemîm-i mey-i tevhîdi duyarsan
Kîmyâ-yı saâdet sana hüsrân-ı harâbât
Esrar Dede
kîmyâ-yı safâ: Temiz kimya.

Mis tıynet-ân-ı naksı zer-i hâlis eyleriz
Terkîb-i kîmyâ-yı safâdır zamîrimiz
Nâbî
kimyâ-eser: Kimya eseri.

Feyz-i şeb-i kîmyâ-eserden
Te’sîr-i şemmâme-i seherden
Fuzûlî
kîmyâ-ger: Kimyacı.

Korkarım hem âftâb-ı kîmyâ-ger duymasın
Yoksa bin şevk ile olur ol dahi bir müşterî
Nef’î
kîmyâ-sâz: Kimya ile uğraşan.

Kîmyâ-sâzlığa etme şegaf
Eyleme mâlını beyhûde telef
Nâbî
kîn, kîne: Far. Buğz, garaz, düşmanlık.

İzhâr-ı kîn şi’âr-ı dil-i zarımız değil
Ağyâr ile cidâl bizim kârımız değil
Nâbî
Siriştinde onun kim nûr var kalbinde kîn olmaz
Musaffâ tıynetânın tarf-ı ebrûsunda çîn olmaz
Nâbî
A’zasını hangi sevgi birleştirir
Ahir bu vücûdu hangi kîn etti şikest
Yahya Kemal
kîn-i şemşîr-i cihân-gîr: Cihanı tutan kılıcın kini.

Aftâb olsa eğer kevkeb-i câh ile hasûd
Kîn-i şemşîr-i cihân-gîr zebânım çekemez
Nef’î
kîn u husûmet: Kin ve düşmanlık.

Yalvardım
Ftizar u tazarru’lar eyledim
AslA tagayyür etmedi kîn u husûmeti
Ziyâ Paşa
kîne-i pelenk: Kaplan kini.

İnsân odur ki âyîne-veş kalbi sâf ola
Sînende neyler âdem isen kîne-i pelenk
Bâkî
kîne-cû: Öc almaya çalışan.

Sâkî-i devr bize sâgar-ı işret mi verir
Kîne-cûdur felek ehl-i dile ruhsat mı verir
Şeyhülislam Yahya
kîne-güdâz: Kini eriten, kini yakan.

Cefâdan eyledi tövbe sipihr-i kîne-güdâz
Sitemden oldu perîşân zemâne-i mağrûr
Nâbî
kîne-ver: Kinci.

Ne sendendir ne bendendir ne çerh-i kîne-verdendir
Bu derd-i ser humâr-ı neş’e-i câm-ı kaderdendir
Nâbî
kinâye, kinâyet: Ar. 1. Üstü örtülü dokunaklı söz, serzeniş. 2. Maksadı kapalı bir şekilde ve dolaylı yoldan anlatan söz. 3. ed. Hakiki anlamı -alınması caiz ikenolmasına rağmen mecazi anlamda da kullanılan söz. c. kinâyât.

Öldüreyim uş ben seni dedi itine yâr
Gâyettegüzel söz bizi etti ise kinâyet
Zâti
İstiârât ü kinâyet ü hakîkatle mecâz
Dâimâ olmalıdır cârî-i mecârî-i sühan
Sünbülzade Vehbi
Sâde bir devr-i teselsülden ibârettir umûr
Rûz u şeb bir reft ü âmedden kinâyettir zemân
yenişehirli Avni
kîr: Far. Erkeklik organı.

kîr ü gelü: Boğaz ve seks
Gerçi vardır bulunur câm u sebû kaydında
Ekser-i nâs velî kîr ügelû kaydında
Nâbî
kirâm: bk. kerîm.

Kird-gâr: Far. Allah.

Serkeşlik etti tûsen-i baht-ı sitîze-kâr
Düştü zemîne sâye-i eltâf-ı Kird-gâr
Bâkî
Muhît-i dâire-i aşktan hurûc muhâl
Ne çâre kabza-i takdîr-ı Kird-gâr’dayız
Yenişehirli Avni
Felek ererse kef-ı
Nâilî
‘ye dâmânın
Seninle mahkeme-ı Kirdgâr’a dekgideriz
Nalili kirişme: Far. Naz, işve, cilve, edâ; kaş ve gözle edilen işaret.

Tamâm reng ü bahâ mû-be-mû kirişme vü nâz
Tamâm-ı hüsn-i ser-â-pA-yışu’le-i dîdâr
Nedim
Gamze değil bu şu’bede-bâz-ı kirişmedir
Sihri bitirdi şîve-ı Fcâza başladı
Nef’î
kirm: Far. Kurt, böcek.

Her kirm ki ola berg-hûr-i şâh-sâr-ı aşk
Ebrîşimi figâna gelir târ-ı çenk olur
Nâbî
Zehî sâni ki eyler berg-i tût u kirm-i bed-bûdan
Libâs-ı iftihâr şehriyârâna atlas u dîbâ
Nâbî
kîs, kîse: Far. Kese, para ve saat gibi şeylerin konulduğu kap.

Nâbî
o kadar kîse tehî dünyâ kim
Kallâblığa başladı âlem yek-ser
Nâbî
Ne ola âlemde tehî kîse isen ey Gâlib
Geldi ihvân ile hep tab’agınâ-yı iflâs
Leskofçalı Galip
kîse-i erbâb-ı recâ: Ümit sahiplerinin kesesi.

Hâk-i harem-i menşe’-i ikbâl-i ekâbir
Ceyb-i kerem-i kîse-i erbâb-ı recâdır
Nef’î
kîse-i gûş: Kulak kesesi.

Satma ber-kâide-i dellâli
Kîse-i gûşa giren akvâli
Nâbî
kîse-i ömr: Ömür kesesi.

Kîse-i ömrü tehî ettiğimi yolunda
Olıcak hâk beden kâse-i serden sorasın
Ahmet Paşa
(olıcak: olunca.)
kîşe-i şu’le: Işık kesesi.

Ey güzel ma’den.

Oooh, ey lebrîz
Kîşe-i şu’le reng-i fecr-âmîz
Gülüyor gül yüzünde istikbâl
Tevfik Fikret
kîse-perdâz: Kese düzenleyici.

kîse-perdâz-ı kerem: Cömertlik kesesini düzenleyici.

Bahşiş-âmûz-ı himem-i havsala-sûzu hisset
Kîse-perdâz-ı kerem kâfile-sâlar-ı kirâm
Nef’î
kisb, kesb: bk. kesb.

Kisrâ(y): Ar. Eski
İran hükümdarlarından
Nûşirevân-ı Âdil’in lâkabı olup, sonradan diğerleri de aynı lâkabı kullanmışlardır.

Seni
Kisrâ’ya adâlette muâdil tutsam
Fazladır sende olan devlet ü dîn ü îmân
Bâkî
kisrâ-yı Acem: Acem
Kisrası.

Kıble-i ikbâl ederlerdi ayağın toprağına
Bulsalardı
Kayser-ı Rûm ile
Kisrâ-yı
Acem
Nizami kisve, kisvet: Ar. 1. Elbise. 2. Özel kıyafet. 3. Kisvet yağlı güreş yapan pehlivanların giymiş oldukları paçalı pantolon)
Münzevî olsan geçilmez lokma ile kisveden
Ak ıl ü dîvânede olmaz o sevdâdan berî
Nazîm (Yahya)
Sâdık görünür kisvede erbâb-ı hıyânet
Mürşid sanılır vehlede ashâb-ı dalâlet
Ziyâ Paşa
Çiçeklerle müzeyyen böyle renk-âmîz kisvenle
Güzelsin cennetin tâvûs-rengîn şâh-bâlinden
İsmail Safa
kisve-i nazm: Nazım kılığı.

Ksve-i nazmda gaybettir hicv
Sebeb-i zenb ü nedâmettir hiciv
Nâbî
kisve-i terkîb: Birleşme elbisesi.

Girmedin kisve-i terkîbe vücûd-ı pâki
Zâtı olmuştu mevâlîde medâr-ı îcâd
Nâbî
kisve-i zîbâ: Süslü elbise.

Nedir bu câme-i zerrîn, bu kisve-i zîbâ
Kadın k ıyâfeti kesbeylemek niçin acaba
Abdülhak Hâmit
kisvet: Kisve, elbise.

Sen selâmet kisvetin zîver kıl ey ehl-i salâh
Kim bana bes mûy-ı jülîdem cünûnpîrâyesi
Fuzûlî
Câme-i sıhhat Hudâ’dan halka bir hil’at gibi
Bir libâs-ı fâhir olmaz cisme ol kisvetgibi
Bâkî
kisvet-i ehl-i fenâ: Yokluk ehlinin özel elbisesi.

Ksvet-i ehl-i fenâya durmayıp girmekde halk
Arif-i bi’l-lâh olan ehl-i fenâ eksilmede
Bağdatlı Ruhi
kisvet-i izzet: İzzet elbisesi.

Mürşid-i kâmil yüzünden vechine kıldım nazar
Kisvet-i izzet denilen başıma devlet budur
Ümmî Sinan
kisver: Ar. bk. Kisrâ. Eski İran hükümdarlarından Nûşirevân-ı Âdil’in lakabı olup, sonradan diğerleri de aynı lâkabı kullanmışlardır.

Hz. Muhammed dünyaya geldiği gün Kisver’in sarayının damı çökmüştür.

Bedrin tecellî kıldığı şeb-i âfitâbâr
Tâk-ı sarây-ı Kisver’i çâk oldu Hüsrevâ
Lamiî Çelebi
kîş: Far. Din, mezhep, inanış.

Birleşik kelimeler yapar. bed-kîş: Dinsiz.

Hasm-ı bed-kîşi oyunda ruh-be-ruh şeh-mât eder
Cengde at oynatır ferzana bir er yok mudur ?
hâfız Paşa
kâfir-kîş: Kâfir inanışlı, dinsiz.

Bende-i fermân olup gîsû-yı kâfir-kîşine
Hizmete bel bağlayıptır ey sanem zünnârlar
Bâkî (bağlayıptır: bağlamıştır.)
râst-kîş: Doğru din.

Cihânda kec-menişten râst-kîşin renci eşzûndur
Bu menzil-gehde tîrin çektiği cevri kemân çekmez
Âsım (Bursalı Seyyid
Mustafa Çelebi)
kişt: Far. Ekin, tarla.

kişt-i emel: Arzu ekini.

Sen ey kişt-i emel neşv ü nemâdan dûrsun ammâ
Sehâb-âsâ dökülmek âb-rûlar hep seninçindir
Nâbî
kişt-i mihnet: Sıkıntı tarlası.

Zemîn-i dilde kim vakt-i hasad kişt-i mihnettir
Cerâhat tûde tûde dâg hirmen hirmen olmuştur
Nâilî
kişt-zâr: Ekinlik, ekin tarlası.

Vefâ tohmu ekilmez mi bu âlem kişt-zarında
Safâlar kesb olunmaz mı ferahlar hâsıl olmaz mı
Şeyhülislam Yahya
kişt-zâr-ı dehr: Dünyanın ekin tarlası.

Ne devr eyler tehî nüh âsyâ cûy-i vücûd üzre
Meğer kim kişt-zâr-ı dehrde hâsıl mı kalmıştır
Nâbî
kişt-zâr-ı harâb: Harap tarla
Bu kişt-zâr-ı harâbın kalırsa hârı kalır
Ne mevsim-i gül ü bülbül ne nevbahâr kalır
Nutkî kişt-zâr-ı sîne: Göğüs tarlası.

Kişt-zâr-ı sîneme ekdin mahabbet tohmunu
Hay ömrüm hâsılı billâh bundan ne biter
Âhi
kişver: Ç, 3wÂ) Far. Ülke, memleket, il.

Buk’a-ı Bağdâd’ın etmiş vasfını dârü’s-selam
Kim ona teslîm tahsîn ede her kişver ki var
Fuzûlî
Melâhat mülkünü teshîr edip şemşîr-i gamzenle
Güzellik kişverinde gayrı sultân olmasın dersin
Şeyhülislam Yahya
kişver-i câh: Yüksek mevki sahiplerinin ülkesi.

Top-ı âh-ı inkisâra pây-dâr olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengin hisârın görmüşüz
Nâbî
kişver-i fitne: Fitne ülkesi.

Lûtfü bu denlüdür endîşemin ammâ gazabı
Kişver-i fitneyi bir lâhzada vîrân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)
kişver-i hüsn: Güzellik ülkesi.

Olsa
Sâmî kişver-i hüsnü fitneyle pür
Vasf-ı mürgân ile ceyş-i hat-i nev-peydâsı bir
Sâmi (Arpaeminizade Vak’anüvis Mustafa Bey)
kişver-ârâ: Memleket süsleyen (Hükümdar, padişah).

Penâh-ı saltanattır kahramân-ı dîn ü devlettir
Medâr-ı memlekettir kâm-kâr-ı kişver-ârâdır
Nefi
kişver-be-kişver: Ülkeden ülkeye.

Malik-i mülk-i kanâat rızk-ı maksûmun bilip
Gezmez âb ü nân için kişver-be-kişver, kû-be-kû
Âgâhi (Şâkir Efendi)
kişver-i sühan: Söz ülkesi.

Bâkî musahhar oldu bana kişver-i sühan
Geçtim serîr-i nazma bugün hüsrev-âne ben
Bâkî
kişver-i vîrâne-i kalb: Kalbin yıkık ülkesi.

Gerçi kim kişver-i vîrâne-i kalbimde benim
Azl ü nasb eylemez icrâ-yı rüsûm-ı ahkâm
Nâbî
kişver-gîr: Ülke tutan.

kişver-gîr-i âlem: Dünya ülkelerini elinde tutan.

Bâd-pây-ı azm-i kişver-gîr-i âlem-i gerd ile
Kehl-i a’yân-ı Acem kıldukta hâk-i reh-güzar
Fuzûlî
(kıldukta: kılınca)
kişver-küşâ: Ülke açan, ülke fetheden.

Ma’nî-i lafz-ı celâdet sensin ey kişver-küşâ
Kavlimi isbât için dünyâyı eşhâd eylerim
Muallim Naci
kitâb: Ar. Ketebe’den; cilt hâlinde toplanan, matbu veya el yazması yazılı yapraklar. c. kütüb.

Mürşid-i kâmil olunca kem-yâb
Sana mürşid yetişir şimdi kitâb
Nâbî
Kelal verdi temâşâ-yı hüsnü zühhâde
Aceb mi kec-nazarânagetirse hâb kitâb
Koca Râgıp Paşa
Fenn-i aşka başladım dikkatle gördüm nice bâb
Metni derd ü faslı hicrân ile dolmuş bir kitâb
Nişanî (Karamanlı Nişancı
Mehmet Paşa)
kitâb-ı âlem: Dünya kitabı.

Şerh-i kitâb-ı âleme bir metn-i muhkemiz
Lafz-ı talebde ma’nî-i matlûb-ı âdemiz
Esrar Dede
kitâb-ı âs-mânî: Semavi kitap.

Sırr-ı muğlak metn-i haksın sana yetmez mi bu şân
Hep kitâb-ı âs-mânî seni şerh eyler hemân
Gaybî
kitâb-ı aşk: Aşk kitabı.

Bir nükte bulmadım ki ruhun vasfı olmaya
Gözden kitâb-ı aşkı geçirdim varak varak
Bağdatlı Ruhi
kitâb-ı der-geh-ı Monlâ: Molla dergâhının kitabı.

Kitâb-ı der-geh-ı Monlâ’ya ben mensûb olur muydum
Tevessül etmeseydim himmet-i merdâne gönlümden
Keçecizade İzzet Molla
kitâb-ı hikmet: Hikmet kitabı.

Kitâb-ı hikmetinde nokta-i zer kursa-i hûrşîd
Kitâb-ı izzetinden câm-ı revzen târem-i mînâ
Nâbî
kitâb-ı hüsn: Güzellik kitabı.

Yârın kitâb-ı hüsnünü fehm edemez ukûl
Gerçi ki yazdılar ona erbâb-ı dil şürûh
Hamdullah Hamdi
kitâb-ı izzet: Değerlilik kitabı.

Kitâb-ı hikmetinde nokta-i zer kursa-i hûrşîd
Kitâb-ı izzetinden câm-ı revzen târem-i mînâ
Nâbî
kitâb-ı kâinât: Kâinat kitabı.

Kitâb-ı kâinât esrâr-ı hikmetle leb-â-lebtir
Şikâyet cehlden feryâd bî-idrâkliklerden
Nâbî
kitâb-ı kevn: Kâinat kitabı.

Sırr-ı kitâb-ı kevne ibretle nâzır olsan
Bî-gânede yok ammâ hep âşinâ değildir
Nâbî
kitâb-ı ledün: Manevi bilgi kitabı.

Bu kâr-gâh-ı sun’ aceb dershânedir
Her nakşı bir kitâb-ı ledünden nişânedir
Ziyâ Paşa
kitâb-ı letâfet: İncelik kitabı.

Ol nüsha-i mufassal-ı hüsnüm ki harf harf
Nâ-hândedir tamâm-ı kitâb-ı letâfetim
Nâbî
kitâb-ı ma’rifet: Bilim kitabı.

Bu ubiyyât-ı süfliyât-ı tedbîrât-ı Rabbânî
Kitâb-ı marifettir nokta-i zerrât-ı ser-tâ-pâ
Nâbî
kitâb-ı mekrümet: Cömertlik kitabı.

Kitâb-ı mekrümetin şerhe muktedir olamaz
Ne rütbe eylese
Esrâr kasîdesin ıtnâb
Esrar Dede
kitâb-ı metin: Sağlam kitap.

Nice kasîde ki her beyti bir kitâb-ı metîn
Nice kitâb ki her fasl u bâb-ı şerh-i mütûn
Nef’î
kitâb-ı müstetâb: Güzel bulunan kitap.

Yazmış ey Yahyâ kitâb-ı hüsnünü kilk-i kazA
Hatt-ı la’li ol kitâb-ı müstetâbın hatmidir
Şeyhülislam Yahya
kitâb-ı nakş-ı hüsn: Güzel nakış kitabı.

Bir varak perdir kitâb-ı nakş-ı hüsnünden senin
Mülk-ı Çîn içre nigâristân-ı Mânî dostum
Cinânî
kitâb-ı ruh: Yanak kitabı.

Öpüp kitâb-ı ruhun eyledim hezar kasem
O şûha sıdk-ı derûnum inandırıncaya dek
Nâbî
kitâb-ı rûzgâr: Zamanın kitabı.

Rişte-i adliyle ger bend etmese şîrâzesin
Târ umâr olurdu eczA-yı kitâb-ı rûzgâr
Nef’î
kitâb-ı sergüzeşt: Macera kitabı.

Belli hâlinden ki gezmiştir nice deryâ vü deşt
Levh-i tâbân-ı cebîni bir kitâb-ı sergüzeşt
İsmail Safa
kitâb-ı şîve: Naz kitabı.

Nûrdan rahle kaşın alnın kitâb-ı şîvedir
Mekteb-i âlemde ehl-i nâz alır senden sebak
enverî
kitâb-ı tenzîl: İnen kitap.

Tevrât ola mı yâhûd enâcîl
Hem menkabet-i kitâb-ı tenzîl

kitâb-ı zulm: Zulüm kitabı.

Kitâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar
Uyan ey yâreli şîr-i jiyân bu hâb-ı gafletten
Namık Kemâl
kitâb-âsâ: Kitap gibi.

Ne ma’nâlar ne sözler münderictir safha-i dilde
Eğerçi sûret-i zâhirde hâmuşum kitâb-âsâ

Derûnunpür-maârif hem-nişînin merd-i ârif kıl
Açılma, ey yüzü gül, şahs-ı nâ-dâna kitâb-âsâ
Bâkî
kütüb: Kitap’lar.

Fünûna dâd u sitedle olur mu hîç vâkıf
Nihâyeti kütübün ismin öğrenir sahhâf
Beliğ kütüb-i münzele: İnmiş olan kitaplar.

Oldu dördüncüsü
Haydâr hulefâ-yı dînin
Kütüb-i münzelenin hazret-ı Kur’ân’ı gibi
Eşref kütüb-i mu’tebere: Değerli kitaplar.

Vâsıl olunca esahh-ı habere
Verdim oldu kütüb-i mu’tebere
Hakanî
kitâbe: Ar. Bina kemeri, kapı üzeri, çeşme, sebil gibi binaların cephelerine konulan yazılı levha.

Makâbir inledi taşlar birer lisân oldu
Kitâbeler de o taşlarla hem-zebân oldu
Mehmet Akif
Sûzişli bir kitâbe okur inlerim. şebâb
Ağûş açar karanlığa, ben inlerim, harâb
Tevfik Fikret
kitâbet: Ar. 1. Yazı yazma, bir maddeyi kaidelerine uygun şekilde kaleme alma. 2. Kâtiplik, sekreterlik.

Verdikçe dimâğa hiddet-i efkâr
Ben söylerim ol kitâbet eyler
Muallim Naci
kâtib: Kitâbet’ten; 1. Yazı işiyle uğraşan, kâtip, sekreter. 2. Yazan; usta yazıcı. c. küttâb, ketebe.

Rübâîden kaşındır beyt-i evvel
Celiyy hatt ile yazmış kâtib onu
Hurrem Paşa
kâtib-i dîvân: Divan kâtibi.

Afitâbın zer devâtiyle gelirsin her seher
Ey Utârid der-gehinde kâtib-i dîvân mısın
Hayâlî Bey
kâtib-i dîvân-ı gerdûn: Feleğin divan kâtibi.

Kâtib-i dîvân-ı gerdûn kaşların tuğrâsını
Vasf ederken mâh-ı nevden gösterir geh geh misâl
İbni Kemâl
kâtib-i eşk: Gözyaşı kâtibi.

Vasf-ı la’lin yazdığımı kâtib-i eşkim görüp
Sürhü yerini kamu kan-ıla tahrîr eylemiş
Cem Sultan
kâtib-i takdîr: Kader kâtibi.

Kâtib-i takdîr hatt-ı sebze tahrîr etmeğe
Levh-i gül-zar hazân bergi zer-efşân eylemiş
Fuzûlî
ketebe: Kâtib’ler, yazıcılar.

Şimdi çoktur ketebe sâhibi câhil hattât
Lâkin esrâr-ı hurûfa hani vâsıl hattât
Sürûrî
On üç yaşında idim aldığım zemân ketebe
Geçende “sen ne bilirsin” demez mi bir zübbe
Mehmet Akif
küttâb: Kâtib’ler. (sağ ve sol omuzda bulunan melekler)
Destâr-ı çîresiz bana kim eyler
Ftibâr
Küttâb içinde her ne kadar çîre-dest isem
Sünbülzade Vehbi
küttâb-ı amel: Amel kâtipleri.

Cürm ü noksânımı kayd eylemesem de elbet
Onu küttâb-ı amel deftere tekmîl yazar
Halim
Giray (Kırım Hânı)
kiyâset: Ar. Anlayışlılık, uyanıklık, akıllılık.

Ferâset ehli vü sâhib-i kiyâset
Dili âyîne-i esrâr-ı hikmet
İbni Kemâl
Bu mülk ü azm ü kiyâsetle siz k ılın ıslâh
Bu halkı akl u ferâsetle siz edin iflâh
abdülhak Hâmit
kizb: Ar. Yalan.

Kizbi terk et bulmak istersen cihânda ihtirâm
Subh-ı sâdık gibi ol kim halk ede sana kıyâm
Rüşdîi
Kadim (Veliyyüddin Rüşdi Efendi)
Eylemem ölsem de kizbi ihtiyâr
Doğruyu söyler gezer bir şâirim
Bir güzel mazmûn bulunca
Eşrefâ
Kendimi hicv eylemezsem kâfirim
Eşref
kizb-ittisâf: Yalan takınma.

Söyleme ey şâir-i kizb-ittisâf
Dinleyemem öyle müdâhince lâf
Muallim Naci
kâzib: Yalan söyleyen, yalancı.

Işkta sâdıklık izhâr etti dâgın gösterip
Gâliba derlerdi kâzib ondan etti âr subh
Fuzûlî
Geh var deyip ağzına gehî yok dese âşık
Bu sözde ne kâzib der ona kimse ne sâdık
Refikî köhne: Far. Kühen’den; 1. Eski, eskimiş. 2. Zamanı geçmiş.

Eğninde görüp gayrların atlas ü dîbâ
Gam çekme ki eğnimde benim köhne abâ var
Bağdatlı Ruhi
Bir köhne hikâyedir ki derler
Cafer kerem ehlidir filândır
Nedim
Ey köhne
Bizans, ey koca fertût-ı müsahhar
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir
Tevfik Fikret
Etrâfı okşuyor
Mayıs’ın tâze rüzgâr
Karşımda köhne Üsküdar’ın dost ışıkları
Yahya Kemal
köhne-bahâr: Sonbahar, güz.

Pâ-mâl-i şitâ olmadan iklîm-i çemen-i gül
Ver hükmünü ey serv-i revân köhne-bahârın
Nedim
kû: Far. Cadde, büyük ve işlek yol.

kû-be-kû: Yer yer, zaman zaman.

Kû-be-kû eyleme bî-hûde telâş ey dil-i zar
Çâre-i vaslı yine şâhid-i matlabdan sor
Esrar Dede
kûb: Ar. 1. Vuran, vurucu. 2. Küp.

kûb-ı mihnet: Sıkıntı küpü.

Bu âlem pây-tâ-ser kûh kûb-i mihnet ü gamdır
Eder her tîşe-kâr-ı ârzû bir
Bîsütûn peydâ
Nâilî
Kubâd: Far. İlk
Fars hükümdarlarından.

Ol kahramân-ı kavî-baht-ı âlem-ârâ kim
Mekîn-i hikâyesidir dâstân-ı Zâl ü Kubâd
Nâbî
kubbe: Ar. Tepesi yuvarlak bina. c. kıbâb
Avâzeyi bu âleme
Dâvûd gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
Bâk
Kubbesinde levha-i sîmîn ile gülmîh-i zer
Müşterîdir kim felekte mâh ile etmiş kırân
Nef’î
Şu sessiz kubbenin altında insândan eser yokmuş
Diyorduk: “Bir buçuk milyar”
Meğer tek bir nefer yokmuş
Mehmet Akif
kubbe-i arz: Yeryüzünün kubbesi.

Derûnum âteşinden kubbe-i arz intihâb eyler
Ne cüz’îdir bana yakıp kül etmek sakf-ı eflâki
Behiştî
kubbe-i âsumân: Gök kubbe.

Kubbe-i âsumân altında ahterân
Hep olur iken nigerân
Abdülhak Hâmit
kubbe-i çerh: Feleğin kubbesi.

Kılmağa meremmet bu kühen kubbe-i çerhi
Encüm diye her gece nice mıh kakarlar
Mesihî kubbe-i devvâr: Dönen kubbe.

Mutî-i emrin olup çâr-kûşe heft iklîm
Ola müsahhar-ı kilkim bu kubbe-i deâr
Nedim
kubbe-i eflâk: Feleklerin kubbesi.

Yârın görünce kaddini gül-bâng-ı âhtan
Peyveste oldu kubbe-i eflâke velvele
Beliğ
kubbe-i firûze-fâm: Gök renkli kubbe.

Tarz-1 nev saldı binâ-yı adle mimâr-ı kazA
Hemçü erkân-ı kavîmi kubbe-i fîrûze-fâm
Üsküdarlı Hakkı Bey
kubbe-i gerdûn: Dünyanın kubbesi.

Hırka-ber-dûş olalı tekye-i hecr ü gamda
Tâc-ı nüh-kubbe-i gerdûn başıma hem dar gelir
Zekâi (Şeyh Mustafa)
Kubbe-i Hadrâ, hazrâ: Yeşil kubbe. (Hz. Muhammed-‘s. a. s. ’in mezarı üstündeki kubbe).

Yeniden cûşa gelirken bir alev tûfânı
Karşıdan
Kubbe-ı Hazrâ edivermez mi zuhûr
Mehmet Akif
Kubbe-ı Hadrâ değil nev-gonce-i lahûttur
Kim yüzünden berk urur nûr-ı mübîn-ı Müsteân

Kubbe-ı Hazrâ-yı gerdûn: Feleğin yeşil kubbesi.

Dilâ şimden gerü erbâb-ı keştî kumda oynasın
Ki kumlar
Kubbe-ı Hazrâ-yıgerdûndan mualladır
Atâyî (Nevizade Atâullah)
kubbe-i iclâl: Büyüklük kubbesi.

Kubbe-i iclâli üzre atlas-ı gerdûn mudur
Ya zemîni gök müzerkeş-târ bir dîbâ mıdır
Yenişehirli Avni
kubbe-i kasr: Köşkün kubbesi.

Ey ki bâm-ı kubbe-i kasrında bir
Hindû
Zühal
Ve ey ki bâb-ı der-geh-i kadrinde bir çâker güneş
Lamiî Çelebi
kubbe-i kevn: Varlık kubbesi.

Böyle âğâz eylesin şimdengeri elkâbına
Câmi ne kubbe-i kevnin hatîb-i minberi
Nef’î
kubbe-i mînâ: Billur kubbe, gökyüzü.

Kubbe-i mînâda her şeb kim yana kandîl-i mâh
Zühreşem’-i meh çerâgıgöstereşem’-i ucâb
Nizami kubbe-i semâ: Semanın kubbesi.

Hangi
Hârut olup acîbe-nümûn
Eylemiş kubbe-i semâyı nigûn
Tevfik Fikret
kubbe-i tîz: Keskin kubbe.

Ulüvv-i şevketinden bir alemdir meh-çe-i hurşîd
Dikildi subh-ı ikbâlinde fark-ı kubbe-i tîze
Esrar Dede
kubbe-i zer: Altın kubbe. zer-endûd ü müzerkeş tepeler
Sanasın her birisi kubbe-i zer
Yenişehirli Avni
kıbâb: Kubbe’ler.

Şeb-hâbe varma var ise çeşm-i basîretin
Kandîl ile müzeyyen olan nüh kıbâbe bak
Behiştî
kıbâb-ı âsmân: Gökyüzü kubbeleri.

Şeh-i iklîm-i ışkam dûd-ı âhımdır alem elde
Kıbâb-ı âsmân üstümde çetr-i nîl-gûn olsun
Cinânî
kıbâb-ı bârgâh-ı çarh: Feleğin çadırının kubbesi.

Zehî
Hâlik ki kem-ter nutfe-i nâ-çîzden etmiş
Kıbâb-ı bârgâh-ı çarha sığmaz kimseler peydâ
Nâbî
kıbâb-ı câmi’: Caminin kubbeleri.

Sâgar-ı mînâ şefâatten olurdu nâ-ümîd
Kendi cinsinden kıbâb-ı câmi’e câm olmasa
Nâbî
kıbâb-ı izzet: Değerli kubbeler.

Kitâb-ı hikmetinde nokta-i zer kursa-i hûrşîd
Kıbâb-ı izzetinden câm-ı revzen târem-i mînâ
Nâbî
kıbâb-ı nüh-felek: Dokuz göğün kubbeleri.

Hevâ-yı aşk ile deryâ-yı eşkim cûşa geldikçe
Kıbâb-ı nüh-felek anda görünür bir habâb âsâ
Nef’î
kıbâb-ı semâvât: Semavatın kubbeleri.

Aşkın eder zuhûr dil-i pâre pâreden
Rûhü’l
Kudüs kıbâb-ı semâvattan gelir
Muallim Naci
kubh: Ar. Çirkinlik.

Miyân-ıgüft ügûda bed-meniş îhâm eder kubhun
Şecâat arz ederken merd-ı Kıbtî sirkatin söyler
koca Ragıp Paşa
kubhî: Çirkinlikle ilgili.

Benim sabrımla seyr et ıztırâb-ı ehl-i ikbâli
Sana ger hüsn ü kubhî keşf için ezdâd lâzımsa
Namık Kemâl
kabâhat: Çirkinlik, çirkin iş, suç, cürüm; kusur, uygunsuz iş.

Yoktur günâh o gamzesi hûnîde bendedir
Şâhım suç öldürende değildir ölendedir
Kabuli (Kütahyalı Mehmet Çelebi)
O bâri bir adam olsun da kalmasın câhil
Demiştim olmadı.

Lâkin kabâhat onda değil
Mehmet Akif
kabîh: Çirkin, iğrenç, yakışıksız. c. kabâih.

Değil bu ehl-i maânî katında lâf-ı kabîh
Tahaddüs-i niam eydür bu hâle ehl-i makâl
nizami (eydür: söyler)
Görünce hakkı kabûl ahsen-i hasâildir
Kabîh hulk olamaz âdemin inâdı kadar
Âsaf (Nâfıa Nâzırı Mahmu Celâleleddin Paşa)
kubûr: Ar. 1. Sadak, tîrkeş, ok çantası. 2. Kabr’in c. mezarlar.

Kemân-ı ışkı eğer çektin ise merdâne
Gerek durur ki ola tîr-i âha sîne kubûr
Hayâlî Bey
Ne kendi eyledi râhat, ne halka verdi huzûr
Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubûr

kûçe: Far. 1. Küçük sokak. 2. Çarşı, pazar.

Çeşm-i mestin hevesiyle oluruz kîse-tehî
Kûçe kûçe gezeriz bir dolu sâgar diyerek
Nâilî
Fasl-ı gül geldi mi âyâ diye perîşân olarak
Bülbülü kûçede gördüm ki gül-istâne gelir
Nedim
Pür etti kûçeyi sît-ı feşâfeş-i dâmân
Erişti zirve-ı Nâhîd’e çın-çın-ı halhal
Nedim
kûçe-i aşk: Aşk sokağı.

Havfimizden çeşm-i dil-ber gamzeyi eyler tebâh
Kûçe-i aşk içre bî-pervâ yürür mest-âneyiz
Fehim-ı Kadim (Uncuzade)
kûçe-i dil-ber: Sevgilinin sokağı.

Âşûb-geh-i mihnet olur kûçe-i dil-ber
Böyle olıcak âşık-ı nâlân müteaddid
Nâbî
kûçe-i esrâr: Sırlar sokağı.

Gevher-igüftârnın kân-ı müşterî-i müflisi
Kûçe-i esrârının hûrşîd-i düzd-i şeb-revi
Nef’î
kûçe-i îş: Eğlence sokağı.

Cânib-i sûk-ı silâha dökülüp gerd-i kesâd
Sâha-i kûçe-i îş u taraba düştü ruhâm
Nâbî
kûçe-i sît: Şöhret sokağı.

Pür etti kûçe-i sît-ı feşâfeş-i dâmân
Erişti zirve-ı Nâhîd’e çınçın-ı halhal
Nedim
kûçe-i teng: Dar sokak.

Sad cihân kişver-i iclaline bir kûçe-i teng
Kehkeşân benden ikbâline bir teng zukâk
Yenişehirli Avni
kûçe-i teng-i kalem: Kalemin dar ağzı.

Âsımâ nâ-refte râh açmış
Nedîm’e âferîn
Kûçe-i teng-i kalemden mülk-i istFdâda dek
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
kûdek: Far. Çocukluk hâli. c. kûdekân.

kûdek-i sebak-hân: Dersini okuyan çocukluk hâli.

Ders alır hâce-i cünûnumdan
Akl bir kûdek-i sebak-hândır
Esrar Dede
kûdekân: Çocukluk hâlleri.

Dil çerâg-ı encümen-pîrâ-yı bî-hûşu olup
Seng-i dest-i kûdekândır her taraf pervânesi
Nâbî
kûdekân-ı bî-zebân: Dilsiz çocukluk hâli.

Olsa halkın rızkı hâsıl verziş-i tedbîrden
Kûdekân-ı bî-zebân mahrûm olurdu şîrden
Nâbî
kudemâ’: bk. kadîm.

kudret: Ar. 1. İktidar, takat, güç. 2. Servet, zenginlik, varlık.

Kilk-i kudret levh-i sînemde seni kılmış rakam
Eyleyip mahbûblar mecmûasından intihâb
Fuzûlî
Ne cür’etle edersin haksız işte
Hak’tan istimdâd
Yed-ı Kudret mi olsun âleme cellâd lâzımsa
Namık Kemâl
Zaf ile âh etmeğe cismimde kudret kalmamış
Hamdülillah keşf-i râz-ı aşka tâkat kalmamış
Namık Kemâl
kudret-i bâkî: Kalıcı kudret.

Onundur bezm-i bâkî ayş-ı bâkî kudret-i bâkî
Gehî mutrib gehî sâkî olur bir sırrıdır mâhzâ
Âdile Sultan
kudret-i fehm: Anlayış kudreti.

Sen kudret-i fehmi eyle peydâ
Ben söyleyeyim sen eyle ısgâ
Şeyh Galip
kudret-i güftâr-ı şem’: Mum sözünün gücü.

Vasf-ıpâk-ı dâvere eylerdi tahrîk-i zebân
Bulmuş olsa idi eğer kim kudret-i güftâr-ı şem’
riyazi
kudret-i Hak: Hakk’ın gücü.

Kudret-ı Hak eyledi sedd-i zemân
Eyledi bir lâhzada tayy-ı mekân
Nahifi
kudret-i Hâlık: Yaratıcının gücü.

Bu sükût-ı belîg-i hüzn-i fasîh
Hutbe-i bî-makâl-i rûhânî
Kudret-ı Hâlık’ı eder tavzîh
Bu ne ulvî meâl-i rûhânî
Nabizâde Nâzım kudret-ı İskender: İskender’in gücü.

Dilese kudret-ı İskender ile
Cemşîd’i
Der-geh-i devlet ü iclaline der-bân eyler
Cevn kudret-i külliyye: Herşeyi kuşatan güç.

Bir kudret-i külliyye var ulvî ve münezzeh
Kudsî ve muallA ona vicdânla inandım
Tevfik Fikret
kudret-i Mevlâ: Mevlâ’nın kudreti.

Lisânı hikmetimden rûşenâdır sûret-i ma’nâ
Cihânı himmetimden rû-nümâdır kudret-ı Mevlâ
Leskofçalı Galip
kudret-nisâb: Güç sermayesi.

Ârif-i allâme-i kudret-nisâb
Vâkıf-ı fehhâme-i hikmet-meâb
Ziyâ Paşa
kudret-i Sâni’: Allah’ın kudreti.

Yüzündür âyet-i rahmet özündür mazhar-ı kudret
Ne kudret kudret-ı Sâni’ ne
Sâni’
Sâni’-ı Ekber
Ahmet
Dâî
kudret-i tıbb: Tıbbın kudreti.

Bir marîza çâresiz olmakta âciz bin tabîb
Kudret-i tıbbı bana gelsin de
Lokmân söylesin
Nevres-i Kadim
kudret-nümâ: Güç gösterme. kudret-nümâ-yı aşk-ı vatan: Vatan aşkının güç gösterisi.

Pâ-mâl-i zîveri bir sürü esbâb-ı hâcize
Kudret-nümâ-yı aşk-ı vatandır bu mu’cize
Abdülhak Hâmit
kuds, Kudüs: Ar. 1. Temizlik, paklık, taharet. 2. Kutsallık, mübareklik.

Rûh-ı pâ-der-gil füyûzunla edip pervâz-ı kuds
Cezbe-işevkinle bulsun cism-i hâki irtifâ’
Esrar Dede
Kasr-ı cennet mi bu ya bâğ-ı İrem ya gül-istân
Ya harîm-ı Kuds ya Beytü’l-harem ya âsmân
Nev’î
kudsî: Kudse mensup, ilahi, kutsal. c. kudsiyân. değildir bu kadar kudsî dem
Gıbta eyler sana
Hassân-ı Acem
Muallim Naci
San’at o benim yurdum için, ırkım içindir
Kudsî bir ışık olması âfâkım içindir
Midhat Cemal Kuntay
kudsiyân: >Ar. kudsî Far. -ân: Kutsal ruhlar, dört büyük melek (Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrâil).

Mürâât-ı edeb şartıyle gir
Nâbî bu der-gâha
Metâf-ı kudsiyândır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu
Nâbî
Şu’le-i müşkâtınapervâne cân-ı Cebraîl
Âb-ı feyzayâtına dîvâne rûh-ı kudsiyân
Kâzım Paşa
kudsiyye: Kutsallık.

kudsiyye-i efkâr: Fikirlerin kutsallığı.

Ederim kuvve-i kudsiyye-i efkârımla
Cünd-i ervâh-ı ricâl-i sahnı istihdâm
Nef’î
kudsiyyet: Kudsilik, kutsallık, mukaddeslik.

Kudsiyyeti gösteren bu şeyler
Uluvviyetine delâlet eyler
Recaizade Ekrem
kudûm: Ar. Kadem’den; uzak bir yerden, uzak bir yoldan gelme.

Şâh-ı dîn-perver ki teşrîf-i kudûmiyle zemîn
Arşa nâz eylerse istiğnâsı istiğnâ mıdır
Nef’î
Şu nâdî-i niam, bakın kudûmunuzla müftehir
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir
Tevfik Fikret
kudûm-ı hazân: Sonbaharın gelişi.

Tezhîb-i bergten garazın bâğın anladım
Âmâde-i nisâr-ı kudûm-ı hazân eder
Nâbî
kudûm-ı hazret-i şehzâde-i zîşân: Şanlı şehzade hazretinin gelişi.

Mübârek eyleye Allah
Taâla ömr ü devletle
Kudûm-ı hazret-i şehzade-i zîşânı dünyâya
Nef’î
kudûm-ı kâfile-i nev-bahâr: İlkbahar kafilesinin gelişi.

Bizimle ey hıred âmâdesin vedâ’ayine
Kudûm-i kâfile-i nev-bahârı biz biliriz
Nâbî kudûm-ı südde-i dîvan-ı enbiyâ: Peygamberler huzurunun eşiğine geliş.

Pîşânî-i bihişte urur dâg-ı imtinân
Nakş-ı kudûm-ı südde-i dîvân-ı enbiyâ
Nâbî
kudûm-i muhtesib: Belediye memurunun gelişL
Kudûm-i muhtesibten bir ayaklı eyledi âgâh
Tez elden bâdeyi tenhâ çekip ayağı denk aldım
Sünbülzade Vehbi
kudûm-ı zât: Kendisinin gelişi.

Kudûm-ı zâtı ile buldu saltanat revnak
Ulüvv-i bahtı ile şân-ı devlet oldu ziyâd
Nâbî
kûf: Far. Baykuş.

Olsa ne kadar şikestepervâz
Uymaz yine kûf ü kaza şeh-bâz
Şeyh Galip
kufl: Ar. Kilit. c. akfâl.

Kondurdu gerd hattın âyîne-i murâda
Kufl urdu akd-i zülfün gencîne-i risâZe
Fuzûlî
Dükkân-ı himmetim der-beste-i kufl-i tevekküldür
Refâhiyetle ayş ü işretim kârımdan efhûndur
Nâbî
kufl-i âhen: Demir kilidi.

Kim kadr-i kufl-i âhene muhtactır yine
Memlû iken derûnugüherle hazanenin
Nâbî
kufl-i mercân: Mercan kilit (dua).

Bin duâ verip alırlar çünki bir düşnâmını
Kufl-i mercân urma cânâ dürc-i gevher üstüne
nizami
kufl-i takdîr: Takdir kilidi.

Açılır bâb-ı temennâ gibi esrâr-ı kazA
Kufl-i takdîre
Hudâ re’yini kılsaydı medenk
Kâzım Paşa
kufl-i tevekkül: Tevekkül kilidi.

Dükkân-ı himmetim der-beste-i kufl-i tevekküldür
Refâhiyetle ayş ü işretim kârımdan efhûndur
Nâbî
kufl-i tılsımât-ı künûz-ı ma’rifet: Marifet hazinelerinin tılsımlar kilidi.

Sendedir kufl-ı tılsımât-ı künûz-ı ma’rifet
Sendedir yarlığı fermân-revâ-yi iklîm-i şân
Ziya Paşa
akfâl: Kufl’ler, kilitler.

Sabâh-ı îd eder efvâhını pür-hande etfâlin
Dekâkînin dehânın ser-be-ser bend etmek akfâlin
Nâbî
kûfte: Far. Ezilmiş, dövülmüş, köfte.

Tabl-bâz etti elin sînesini döğmekten
Eyledi dest-i kader kûfte tabl-ı ârâm
Nâbî
kûfte-i pâ-yi melâl: Üzüntü ayağının ezilmişi.

Neden olduk bu kadar kûfte-i pâ-yi melâl
Dilimiz ferş-i reh-i hâhiş-i câh eylemedik
Nâbî
kufûl: Ar. Geri dönme, avdet etme.

Dahi etmeden sözde avd ü kufûl
Yine eski kapıdan eyler duhûl
Keçecizade İzzet molla
kûh: Far. Dağ, cebel.

Ger olsa münteşir fermân-ı adli kûh u sahrâya
Uyur âhû-bere zanû-yı şîr-i jiyân üzre
Nef’î
Firâz-ı kûha çıktıkça sanır onu görenler kim
Nişîbe rû-be-râh olmuş hemân bir seyl-ipûyândır
Riyazî
Dâmen-i kûha doğru gittikçe
Bir güzer-geh göründü nûrânî
Muallim Naci
kûh-ı aşk: Aşk dağı.

Hani
Ferhâd’ıla
Mecnûn diye feryâd eyleyip
Kûh-ı aşk içinde dün akrânım andım ağladım
Zaifî
kûh-ı beka: Bakilik dağı.

İstimâ’ etse bebr-i heybet şîr-âneni ger
Gâbe-i kûh-ı bekada olur ol dem
Zerzân
Şinasi kûh-ı belâ: Belâ dağı.

Ömrün geçirip kûh-ı belâda dil-i şeydâ
Berhem-zen-i hengâme-ı Ferhâd olayım der
Bağdatlı Ruhi
kûh-ı Bîsütûn: Şirin’in emriyle
Ferhat’ın
Kermanşah civarında deldiği dağ.

Musavvirler yazıp
Ferhâd’ı kûh-ı Bîsütûn üzre
Verip destine tîşe haylî üstâdâne yazmışlar
NeVî kûh-ı bülend: Yüksek dağ.

Âlî nijâda zemzeme-i aşk eder eser
Kûh-ı bülend nâleden elbette seslenir
Câzim (Zeyrekzade)
kûh-ı cünûn: Cinnet dağı.

Zencîr-i ışkın urmasa bir bend-i nâ-bedîd
Kûh-ı cünûna çoktan olurdum revân demîd
behiştî
kûh-ı ebr: Bulut dağı.

Kûh-ı ebr içre girip yettim getirdim kûyuna
Şîr-i hûrşîdi kemend-i âb ile ey meh-lika: Enverî
kûh-ı fenâ: Yokluk dağı.

Zen-perest olduğuçün tîşe ser-ı Ferhâd’a
Hüsrevâ kûh-ı fenâ
Şîrîn’inin dişidir
Behiştî
kûh-ı gam: Gam dağı.

Leb-i şîrîniyle cânımı şûrîde kılıp
Kûh-ı gamda dil-i miskînimi
Ferhâd kılar
İbni Kemâl
kûh-ı girân: Ağır dağ.

Sen öyle bil ki cûşiş-i deryâ-yı ıztırâb
Cân-ı hamûle lenger-i kûh-i girân verir
Nedim
kûh-ı hasret: Hasret dağı.

Vâdî-igamdandır âb u hâk-i bünyâdım benim
Kûh-ı hasretten geliptir âteş ü bâdım benim
behiştî (geliptir: gelmiştir.)
kûh-ı hırâmân: Salına salına yürüyen (düzgün görünüşlü) dağ.

Düşmeni hayretle hem-çün rûbeh tasvîr eder
Şîr-veşgeldikçe ol kûh-ı hırâmân üstüne
Nedim
kûh-ı Kâf: Kaf
Dağı.

Kûh-ı Kâf olsa da kuvvette vücûd-ı insân
Çekilir bâr değil vaz-ıgirân-bâr-ı felek
Yenişehirli Avni
kûh-ı nazm: Nazım dağı.

Nizamî
Hamsesiyle birpeleng-i kûh-ı nazm idi
Bugün beş beyt ile
Zâtî biz onun pençesin bulduk
Nef’î
kûh-ı sahrâ: Sahra dağı.

Olsa bir kişver eğer mazhar-ı sun’-ı kudret
Kûh-ı sahrâsını hep ma’den eder kân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)
kûh-ı şerer-feşân: Kıvılcım saçan dağ.

Gâhî teneffüs eyleyicek ejder-i zemîn
Kûh-ı şerer-feşânlar eder arzı lerze-nâk
Nâbî
(eyleyicek: eyleyince)
kûh-ı Tûr: Tur
Dağı.

Herkesin hâlince vardır bir tecellî-gâh-ı aşk
Bîsütûn-ı Ferhâd’e kûh-ı Tûr şeklin gösterir
Esad
Muhlis Paşa
kûh-ı vücûd: Vücut dağı.

Yandı tutuştu tûr-ı dil eyledi karâr
Kûh-ı vücûduma bu benim gelmedi sükûn
Behiştî
kûh-ı zühd: Zühd dağı.

Aşkın bilir mi kadrini sükkân-ı kûh-ı zühd
Anlar mı k ıymetin göricek cevherin yörük
behiştî (göricek: görünce)
kûh-beden: Dağ gövdeli, dağ gibi iri yapılı.

Nâgehân oldu karşıdan peydâ
Bir sürü çarpA-yı kûh-beden
Tevfik Fikret
kûh-endâz: Dağ atıcı.

Tünd-bâd-ı sitemin sadme-i kûh-endâzı
Şâh-sâr-ı hevese mûris-i âsîb olmaz
Nâbî
kûh-istân: Dağlık yer.

Diyâr-ı Rûm’da bir karye vardır
Onun etrâfı kûh-istâna benzer
Hayâlî Bey
kûh-ken: Dağ kazan (Ferhat).

Sevgilisi
Şîrîn için
Bisütûn dağını deldiği için bu lakapla anılır.

Gönül tekmîl-i fenn-i aşk eden üstâd-ı kâmildir
Onun yanında kimdir
Kûh-ken
Mecnûn ne câhildir
Bâkî
Her kim dilerse ağ ola yüzü kefen gibi
Kanlara boyasın tenini
Kûh-kengibi
Figânî
Kûh u deşte varalım nâle vü feryâd edelim
Kays ile
Kûh-ken’in rûhların şâd edelim
Yahya Kemal
kûh-sâr, küh-sâr: Dağlık yer.

Şarâb-ı ışk hoş kattâl imiş içmiş iki âşık
Yıkılmış biri sahrâda biri küh-sâra yasdanmış
Hayâlî Bey
Hasretle gözüm yaşı ki zîb-i çemen oldu
Rûm illeri kûh-sâr-ı Bedahş ü Yemen oldu
Neşet (Hoca Süleyman)
Karşımda müselsel mütevâlî iki kûh-sâr
Her parçası bir nûr-ı siyâh eyliyor izhâr
Kemalzâde Ekrem Bey
Getirme hâtırna mâ-cerâ-yı
Ferhad’ı
Derûnu yârelidir kûh-sâr söyletme

kûh-sâr-ı mihnet: Sıkıntı dağı.

Karıştı kara yere kûh-sâr-ı mihnette
Hayâlî şimdi o
Ferhâd gördüğün gönlüm
Hayâlî Bey
kûh-sâr-ı Bedahş ü Yemen: Yemen ve
Bedahş dağları.

Hasretle gözüm yaşı ki zîb-i çemen oldu
Rûm illeri küh-sâr-ı Bedahş ü Yemen oldu
Neşet (Hoca Süleyman)
kûh-sıfat: Dağ görünüşlü.

Bunca kim kûh-sıfat başıma taşlar urulur
Dîde-i bahtım uyanmaz ne ağır uykuludur
Fuzûlî
kûh-veş: Dağ gibi.

Zer verip her kûşede sayd eyle bir sîmîn teni
Püşt-ipây ur kûh-veş sahrâya çîn et dâmeni
Lamiî Çelebi
kûh u sahrâ: Çöl ve dağ.

Ger olsa münteşir fermân-ı adli kûh u sahrâya
Uyur âhû-bere zanû-yı şîr-i jiyân üzre
Nef’î
kûhân: Far. 1. Kambur. 2. Deve veya sığır hörgücü. 3. At eyeri.

kûhân-şekl: Deve kamburu şeklinde.

Bir niçe üştür-i ser-mest durur bu ebyât
Ki oldu her birisine kâfiye kûhân-şekl
Hayâlî Bey
kuhl: Ar. Göze çekilen siyah toz, sürme.

Dîde-i encüme kuhl olmak için eflâke
Gird-bâd ile çıkar hâk-i deri döne döne
Bâkî
Kalırdı tâ-be-mahşer dîde-i hurşîd nâ-bînâ
Felek kuhl almasa rûz-ı ezel hâk-i cenâbından
Leskofçalı Galip
kuhl-i cilâ: Cila sürmesi.

Girmez gözüme iki cihânın cevâhiri
Kuhl-i cilâ için bir avuç hâk-i der yeter
Şeyhi kuhl-ı gubâr-ı der-geh: Dergâhın toz sürmesi.

Yere düşürmeyip kapışır tûtiyâ gibi
Kuhl-ı gubâr-ı der-gehin a’yân-ı rûzigâr
Necatî Bey
kuhl-i hâb: Uyku sürmesi.

Bîdâr eder derûnu dü-bâlâsı gafletin
Amâ, cilâ-yı dîde bulur kuhl-i hâbdan
Nesib-ı Mevlevi (İki Bayraklızade Yusuf)
kuhl-ı ışk: Aşk sürmesi.

Kuhl-ı ışk ile gözün perdesin aç kim
Mecnûn
Seyr ederdi ruh-ı Leylâ’yı beyâbânından
Behiştî
kuhl-ı kadem: Ayak tozu.

Kuhl-i kademin aldımdı hışmla dedi
Neylersin alıp onu gözüne mi sokarsın
Sanca
Kemal kuhl-i rûşenâ: Parlak dağ.

Çıkmağa mîl-i şihâb ile felekler çeşmine
Dûd-ı kuhl-i rûşenâdır dûd-gâh-ı sürme-dân
Nef’î
kuhl-ı Sifâhan: İsfahan sürmesi.

Gönlümüz kuhl-ı Sıfâhan’ı alır mı aynına
Tûtiyâ-yı gerd-i râh-ı dil-bere mâilleriz
Adnî (Sultan III. Mehmet)
kuhl-âsâ: Sürme gibi.

Korkum oldur göz değe hâk-i der-i cânânıma
Yoksa kuhl-âsâ çekerdim çeşm-i hûn-efşânıma
Bâk kuhlü’l-basar: Göz sürmesi.

Kuhlü’l-basarız sâye gibi dîde-i mihre
Hâk-i kadem-i ehl-i melâmette kipestiz
Sâmi
kehhâl: 1. Gözüne çok sürme çeken. 2. Sürme yapan veya satan.

Dîdem olsa aded-i çeşmi kadar gırbâlin
Birini tecrübesine veremem kehhâlin
Sâbit
kulkul: Ar. Bir şeyin kıpırdamasıyla meydana gelen ses.

Handesi âvâzı kulkul giryesi taktîr-i mey
MA-cerâ-yı meclise sâgar hem ağlar hem güler
Pertev Paşa
Uşşâka
Sıfâhân ile
Uzzal’ı
Nevâ kıl
Ey mutrib-i hoş-nâme-serâ durmaya kulkul
Muradî (Sultan III. Murat)
kulkul-ı bâde: Şarap sesi.

Ben ölsem sen büt-i şengül surâhî eyleme kulkul
Ne kulkul kulkul-ı bâde ne bâde bâde-i ahmer
Hasanoğlu
kulkul-i bülbül: Bülbül sesi.

Açılıp gül kalmasa hergiz negam bülbül ne gam
Câm gül
Zâtî surâhî kulkul-i bülbül yeter
Zâti
kulkul-ı mînâ: Şarap şişesinin sesi.

Ser-âğâz eyledikçe bahse bülbül revnak-ıgülden
Bezmde kulkul-ı mînâ mülün keyfiyetin söyler
Koca Râgıp Paşa
kulkul-nevâz: Kulkul sesi.

Mey gibi meclis sana
Esrâr olursa münhasır
Ol zemân kulkul-nevâz u pür-hurûş olmak gerek
Esrar Dede
kullâb: Ar. Ucu eğri olan şey, çengel, kanca. c. kalâlib
Gâlib olmuş halka zevk-ı seyr-igül-şengâlibâ
Çekmeye halkı benefşe zülfünün kullâbı var
Fuzûlî
Ey nâvek-işevkin siperi sîne-i ahbâb
Zülfün hamı erbâb-ı vefâ saydına kuşşâb
Fuzûlî
Turra-i sevdâ-penâhın dillerin kullâbıdır
Çeşm-i rûhânî nigâhın cânların cezzabıdır
Muallim Naci
kullâb-ı müşgân: Kirpik çengeli.

Ey Fuzûlî gark-ı hûn-âb etti göz merdümlerin
Göreyim kullâb-ı müjgâna urulsun kanlı yaş
Fuzûlî
kullâb-ı ser-i zülf: Saçın ucundaki çengel.

Cânı kullâb-ı ser-i zülfün çeker senden yana
Gûşe-i çeşmin ne var olsa eğer benden yana
Şeyhülislam Yahya
kullâb-ı ümîd: Ümit çengeli.

Gâhî ki eder turrası dâmânını çîde
Bin dil sarılır her ham-ı kullab-ı ümîde
Cevrî (İbrahim Çelebi)
kullâb-ı zülf: Saçın çengeli.

Bükülmüş kaddimi kurtara gör kullab-ı zülfünden
Hatâdır çekmesin çok bağrı çökmüş bir sınuk yayı
Fuzûlî
(sınuk: kırık)
kullâş: Ar. Derviş.

Rûdlar firkatle hûn-âlûd gözler yaşıdır
Hülle-i zer-beft giymiş yer cihân kullâşıdır
Lamiî Çelebi
kulle: Ar. Kule, zirve, her şeyin tepesi. c. kulel.

Neyin tedbîr ederek hakka ol âsaf-ı menzilet
Kulleye dikti livâ’-ı fethi cânındangeçip
Lütfi
kulle-i çarh: Feleğin kulesi.

Gâra girdi kulle-i çarhınpelengi doğdu çün
Bîşe-i eflâkten mânend-i şîr-i ner güneş
Hayâlî Bey
kulle-i Kâf: Kafın tepesi.

Hasmın kafası kulle-ı Kâf olsa fi’l-mesel
Hurdede darb-ı destin ile şeş-per-igirân
Fuzûlî
kulle-i kûh-ı belâ: Belâ dağının kulesi.

Fark-ı adûsu kulle-i kûh-ı belâ durur
Benzer o kulle üzre çekilmiş dumana tîğ
Hayâlî Bey
kulle-i küh-sâr: Dağlık kule.

Hasedten yere çalmış şîr-i çarh evreng-i hurşîdi
Görüp
Kays’ı peleng-i kulle-i küh-sâra yasdanmış
Hayâlî Bey
(yasdan-: yaslanmak)
kulûb: bk. kalb.

kulzüm, Kulzüm: Ar. 1. Deniz. 2. Kızıldeniz.

Giryeden cû(y)-i sirişkim sû-be-sû oldu revân
Yine
Kulzüm gibi cûş etdi bu deryâ semt semt
Bâkî
Acır hâlim görüp kulzüm nejçin rahm eylemezsin sen
Oluptur gözlerimden dökülen hûn-ı ciger deryâ
zâti (oluptur: olmuştur.)
Çekildi seyl ile deryâ-yı
Kulzüm’e hâs u hâr
Beni hakîkatte îsâl eder bu aşk-ı mecâz
Beliğ kulzüm-i âteş: Ateş denizi.

Lüle yerine verdim ol şûha süveydâmı
Bir kulzüm-i âteştir şimdi dil-i dûd-âver
Esrar Dede
kulzüm-i bî-hadd: Sınırsız deniz.

Dem-â-dem mevc-hîz olmaktadır ummân-ı illâ hû
mevcin kulzüm-i bî-hadd ü bî-pâyânı yokluktur
Esrar Dede
kulzüm-i cûd: Cömertlik denizi.

Bahr-ı Ahzar ne-dürür kulzüm-i cûdunda habâb
Katre-i feyzi nedir ebr-i dür-efşân-ı kerem
Ahmet Paşa
kulzüm-i envâr: Nurlar denizi. sebük-rûhum ki dûş-ı mevcde bâr olmazam
Müncezib tâ kulzüm-i envâra bir ben bir habâb
Esrar Dede
kulzüm-i güftâr: Söz denizi.

Kulzüm-i güftâr olmaz mevc-hîz her nefes
Mısrâ’-ı âteş-feşân bâd-ı hevâ mümkin değil
Esrar Dede
kulzüm-i irfân: İrfan denizi.

Âşinâ-yı kulzüm-i irfân olan idrâk eder
Gevher-iyek-dânedir bu heft-deryâdan murâd
Hersekli Arif Hikmet
kulzüm-ı sa’d: Mutluluk denizi.

Birisi bahr-i atâdır birisi kulzüm-i sa’d
Birisi kân-i hayâdır birisi genc-i sehâ
Nazîm (Yahya)
kulzüm-ı sıfat: Yüzünün denizi.

Gavvâs-ı akl bula mı haddin sıfatını
Çün kulzüm-i sıfatına yok hadd ü intihâ
Nizami kumâş: Ar. Pamuk, yün, ipek ve keten mensucat.

Yine ol şeh sezâ-yı kadd-i tahsîn görmedi
Nâbî
Perend-i şir-i rengînim bu gûne hoş-kumâş ettim
Nâbî
Nessâc-ı aşka cân ü dili târ ü pûd eden
Anlar metâ’-ı vaslı ne gûne kumâş olur
Mir
Hasip (Müminzade Ahmet)
Bize arzeyleme kâlA-yı visâlin yetişir
Bildik ey şûh senin biz ne kumâş olduğunu
Sâbit
kumâş-ı çeşm-rübâ-yı mahabbet: Sevgi gözünü kapan kumaş.

Nâbî kumâş-ı çeşm-rübâ-yı mahabbetin
Tervîc için miyânede dellali kalmadı
Nâbî
kumâş-ı dehr: Dünya kumaşı.

Nâ-resâ gördüm kumâş-ı dehri tâ ol denlü kim
Câmesinde âstîn buldumsa dâmen bulmadım
Âgâh
Osman Paşa
(Trabzonlu)
kumâş-ı kâfî: Yeterli kumaş.

Hatt u nakş u kumâş-ı kâfî etmiş cû-yı sun’unda
Ser-i enbûbe-i mîzab-ı engüştân ile iska
Nâbî
kumâş-ı nazm: Şiir kumaşı.

Olup zer-bâf
Esrâr kâğıdım altun oluk hâmem
Libâs-ı diğer ettim nev kumâş-ı nazmı eskittim
Esrar Dede
kumâş-ı nev-zuhûr: Yeni ortaya çıkmış kumaş.

Nesîc-i gayre verdi kıymetin sevdâ-ger-i gerdûn
Benim
Nâbî kumâş-ı nev-zuhûrum bî-bahâ kaldı
Nâbî
kumâş-ı sühan: Söz kumaşı.

Çoktur bu nev-kumâş-ı sühan sana
Nâbîyâ
Şehr-i dimâğ pâ-zede-i ihtimâl iken
Nâbî
kumâş-ı sürh: Kırmızı kumaş.

Çeşm-i hûnînim hayâlin şâhını i’zaz eder
Her gelişte bir kumâş-ı sürh pây-endâz eder
Şeyhülislam Yahya
kumâş-ı zer-keş: Altın işlemeli kumaş.

Hemîşe tâ kumâş-ı zer-keş vasf-ı kerem-kârın
Ede leb-rîz-i revnak dest-gâh-ı şi’r ü inşâyı
Nedim
kumrî: Far. Güvercin cinsi kuş, kumru.

Değil çeşm-i kebûd ol ebruvânın zîr-i tâkında
İki âvâre kumrudur ki gelmiş âşiyân tutmuş
Nedim
kûn: Far. Kıç, kuyruk sokumu bölgesi.

kûn-ı şebek: Maymunun kıçı.

Aharın hicvi revâ mı çelebim vâlidenin
Rûyuna zarta-zen-i hande iken kûn-ı şebek
Haşmet
kunfuz: Ar. 1. Kirpi. 2. Fare.

Urup vahdetten ey şeyh-i murâkıb dem açılmazsın
Büründün hırkaya kunfuz gibi muhkem açılmazsın
sürûrî
kunût: Ar. 1. İbadet; itaat etme. 2. Yatsı namazından sonra kılınan, salat-ı vitir de denilen üç rekatlık namaz.

Kerem ü lûtfun ümîdinde kunûtum yoktur
Gerçi ben bende-i âsî değilim ehl-i kunût
enderunlu Fazıl
kûpâl: Far. Demir, topuz, gürz.

Ne tafahhus ne hitâb ü ne suâl
Gelir âmed ü şûde müşt-i kûpâl
Nâbî
kûr: Far. Kör.

Karına ehl-i vukûfun kec-nigâh ettikçe Şeyh Kûr u dûr olmaktadır bulmaz safâ-yı ıttılA’
Esrar Dede
kûr-ı mâder-zâd: Anadan doğma kör.

Bend-i hikmet eylemez mecnûna kâr ey akıl eri
Nef’î
olmaz kûr-ı mâder-zada kuhl cevheri
Lamiî Çelebi
Olma ey sûfî tehî hâk-i reh-i rûşen-dilân
Kûr-ı mâder-zâda lutf-ı tûtiyâ mümkin değil
Esrar Dede
kûr-dil: Gönlü kör.

Reh-yâb olamaz kûr-dilân râh-ı Hudâ’ya
Nâbî
kûrî: Körlük.

Hilmi sûret-dih-i ârâm-ı cihân olmasa olur
Katre-i zîbaka mir’ât-i kûrî üzre vatan
Nedim
kur’a: Ar. Bir iş için seçme hakkını kullanma.

Bundan ziyâde âşık-ı ferhunde-fâl olur mu
Rûz-ı ezelde kur’a nakş-i nigâra düşmüş
Bâkî
Kur’ân: Ar. Hz. Muhammed’e inen en son semavi kitap.

Küfr ü îmân âyetini gördük ol Kuranda biz
Anladık kim zülf ile ruh küfr ile îmân imiş
Gaybî
Dest-ı Ecâzında izhâr ettiği âyât ile
Enfüs ü âfâkı hayrân etti
Kur’ân’ın senin
Muallim Naci
Oldu dördüncüsü
Haydâr hulefâ-yı dînin
Kütüb-i münzelenin hazret-ı Kur’ân’ıgibi
Eşref Kur’ân-ı aşk: Aşk
Kur’anı.

Fıtrat meNâbîrinde okur, muttasıl okur
Kur’ân-ı aşkı bin melek-i hâtif-i tebâr
Kemalzâde Ekrem Bey
kur’ân-ı azîmü’ş-şân: Şanı yüce
Kur’an.

Ecell-i muâizâtın ya’nî
Kur’ân-ı azîmü’ş-şân
Ki hükmü muhkemât-ı nâsihi edyân-ı ûlâdır
Seyyit Vehbî
kur’ân-ı hikem: Hikmetlerle dolu
Kur’an.

Süllem-i mirâcının yek-pâresi tahsîs-i zât
Defter-i âcâzının her harfi
Kur’ân-ı hikem
Esrarlı Dede
kur’ân-ı mübîn: Mübin (iyiyi kötüyü, hayrı şerri bildiren) olan
Kur’an.

Biri de câmi’-ı Kur’ân-ı mübîn
Zî’n-nûreyn
Menba’-ı hilm ü hayâ
Hazret-ı Osmân-ı halîm
Nazîm (Yahya)
kur’ân-ı pür-esrâr: Sırlar dolu
Kur’an
Bak levh-i dilde nakş olan nev-hatt-ıpür-envarıgör
Zâhir olan âyât ile
Kur’ân-ı pür-esrârı gör
Âdile Sultan
kurb: Ar. Yakın, yakınlık.

Kurb şevki âfiyet-bahş-ı ten-i bîmâr olup
Vasl zevki râhat efzâ-yı dil-i mehcûr idi
Fuzûlî
Değildir kâr ü bâr-ı câh mâni kurb-ı Yezdân’a
Hasîrı âlet-i kurb etme zâhid bu riyâdan geç
Nâbî
Ol şâhid-i halvet-geh-i kurb ü samedî kim
Ve’l-leyl deyip zülfüne Allah kasem eyler
Yenişehirli Avni
kurb-ı akdes: En kutsal yakınlık.

Akl-ı küll verdin beni
Cibrîl-i ma’nâ eyledin
Bezm-i kurb-ı akdese lâyık dedim olmak bana
Fehim (Hoca Süleyman)
kurb-ı âsitân: Eşiğe yakınlık.

Bir işâret ola kurb-ı âsitânından diye
Yolda kaldı halka-i dürr gibi çeşm-i intizâr
Nazîm (Yahya)
kurb-ı baht: Talih yakınlığı.

Necm-i şi’r-i enver re’yinden alır feyz-i fürûğ
Burc-ı CevzA kurb-ı bahtından bulur tâb u tüvân
Üsküdarlı Hakkı Bey
kurb-ı cebbârân-ı devlet: Devlet zalimlerine yakın olma.

Esâfil behredâr-i kurb-ı cebbârân-ı devlettir
Kilâb olmaz cüdâ sayyâd-ı bî-dâdın rikâbından
Namık Kemâl
kurb-ı civâr: Yöreye yaklaşma.

Cevr odu yaktı beni yanımda durma ey gönül
Bir tutuşmuş âteşim kurb-ı civârmdan sakın
Fuzûlî
kurb-ı der-gâh: Dergâha yakın olma.

Adem idim kurb-ı der-gâhında bulmuştum kabûl
Menzilim cennet meyim kevser enîsim hûr idi
Fuzûlî
kurb-ı ev-ednâ: En aşağı yakınlık köşesi.

Kendini ey Adile bil cümleden ednâ hemân
Kurb-ı ev-ednâya arz-ı cân eder cânân-ı aşk
Âdile Sultan
kurb-ı Hak: Hakk’a yakınlık.

Matla’-ı feyz-ı Hudâ’da hem kamer hem âfitâb
Tûr-ı kurb-ı Hak’ta hem nûr-ı tecellî hem cemâl
Yenişehirli Avni
kurb-ı İlâh: Allah’a yakınlık.

Gerdûn-ı dûna zar ü zebûn oldu sanmanuz
Maksûdu terk-i câh ile kurb-ı İlah idi
Bâkî
kurb-ı İlâhî: İlahi yakınlık.

Getirir hâl-i mecâzîden hakîkat yoluna
Tâir-i kurb-ı İlâhîdir o mâhiyet-i aşk
Âdile Sultan
kurb-ı sultân: Sultana yakınlık.

Derd-i aşktır âşıka: nı bekleden dermân için
Kurb-ı sultânda fedâ-yı cân etmektir garaz
Âdile Sultan
kurb-ı ümmîd: Ümit yakınlığı.

Kurb-ı ümmîd ile şâdım kesmezem ümmîdimi
Hak melûlen kulların etmez kapısından cüdâ
Âdile Sultan
kurb-ı visâl: Kavuşma yakınlığı.

Kurb-ı visâl-i hazret ise kasdın ey Mesîh
Peşmîne-i dilinde gam-ı sûzen olmasın
Ziya Paşa
kurb-ı zât: Kendisine yakınlık.

Bugün bu aşkın içinde vicdânımız eksik değil
Hudâ’nın kurb-ı zâtında seyrânımız eksik değil
Ümmî Sinan
kurb-ı Yezdân: Allah’a yakınlık.

Değildir kâr ü bâr-ı câh mâni kurb-ı Yezdân’a
Hasîrı âlet-i kurb etme zâhid bu riyâdan geç
Nâbî
karâbet: Akrabalık, yakınlık. hâlde olmalıyız müftehir karâbet ile
O hâlde nisbetimiz kalmasın rekabet ile
Abdülhak Hâmit
Her serv-i samût olmada bir heykel-i esrâr
Makberlerin onlarla karâbetleri vardır
abdülhak Hâmit
karîb: 1. Yakın. 2. Zaman ve mekâna göre yakın. 3. Soyca yakın.

Rahmiyâ yâr visâline karîb oldukça
Ah kim her yanadan mâni ü muhkem bulunur
Rahmi
Nice feryâd etmesin derd ile miskîn andelîb
Kimse görmez çün habîbine rakîbinden karîb
nizami
karîbü’l-ahd: Yakın zamanda.

Emânet ettim Allah’a seni ey gözüm nûru
Karîbü’l-ahd yolcudur efendim
Kanî’ni hoş tut
Kânî (Ebûbekir)
karîb-ter: Daha yakın.

Ekser olur kemâl zevâle karîb-ter
Vakt-i gurûb sâyesi şahsın mezîd olur
Nâbî
kurbân: Ar. 1. Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olmak maksadıyla kesilen koyun, keçi, deve, inek gibi hayvanlar. 2. Bir gaye için feda olma. c. karâbîn
Gerçi
İsmail’e kurbân gökten inmiş kadriçin
Hak bilir kadr için
İsmâil ona kurbân olur
Fuzûlî
Nakd-i cân nezrini kurbânına uydur yola gir
Kerbelâ-yı gama gel sen dahi âşûr eyle
Hayâlî Bey
Hatâî
îd-ı Ekberdi cemâli dil-berin
Biz bu îd-ı Ekbere kurbânagelmişlerdeniz
Hatâi kurbân-ı îd: Bayram kurbanı.

Şimdi tîğ-ı cevrile öldürme kurbân olduğum Îd-ı Adhâ geldiğinde edesin kurbân-ı îd
Bâkî
karâbîn: Kurbân’lar.

İnsân ediyor bilmeyerek kendini hod-bîn
Her gün beşeriyyet veriyor böyle karâbîn
abdülhak Hâmit
kureyş: Ar. Hz. Muhammed’in mensup olduğu kabilenin adı.

Kâbe’nin korunması bu kabileye aitti.

Alemde bana hubb-ı Nebiyy-ı Kureyş bes
El-minnetu’llah-ı Te’âla ve tekaddes
Nâzım Paşa
Muhâcirîn-ı Kureyş’in, kibâr-ı Ashâbın
Şerîatin koca bir rüknü: İbn
Hattab’ın
Mehmet Akif
Aftâb-ı Kureyş olunca ayân
Zulümât üzre oldu nûr-feşân
Muallim Naci
kureyşî: 1. Kureyş kabilesinden olan kimse. 2. Hz. Muhammed (s. a. s.)
Hak bilir haksın i’tikâdımca
Ey Kureyşî
Resûl-ı Rabb-i alîm
Muallim Naci
kûrî: bk. kûr.

kurre: Ar. 1. Işık, tazelik, parlaklık. 2. Soğuk.

kurre-i ayn-ı hükkâm: Hâkimlerin göz nuru.

Nûr-ı çeşm-i vüzerâ kuvvet-i kalb-i ulemâ
Tâc-ı fark-ı vükelâ kurre-i ayn-ı hükkâm
Nâbî
kurretü’l-ayn: 1. İnsanın gözünü aydınlatacak, gözün aydınlanacağı şey, göz nuru. 2. Parlak, nurlu.

Kurretü’l-ayn-ı Halîl idi o hûb
Ona mîrâs idi o cezb-i kulûb
Hakanî
kurs, kursa: Ar. Yuvarlak, küre. daire.

kurs-ı germ: Sıcak yuvarlak (ekmek).

Bu ne hikmettir ki tennûr-ı felekten her seher
Çıkarıp bir kurs-ı germi âlemi toylar güneş
Hayâlî Bey
(toyla-: ziyafet vermek.)
kursa-i hûrşîd: Güneş yuvarlağı.

Kitâb-ı hikmetinde nokta-i zer kursa-i hûrşîd
Kitâb-ı izzetinden câm-ı revzen târem-i mînâ
Nâbî
kurs-ı kamer: Ay yuvarlağı.

Olurdu menzili hûrşîd-i evvelm-i felek
Ederdi kurs-ı kamer târem-i sipihre suûd
Sâmi kurs-ı mâh: Ay yuvarlaklığı.

Kurs-ı mâh üstünde eyler hûşe-ı Pervîne ta’n
Şâm-ı zülfün kim düşüptürşem’-i hâver üstüne
nizami (düşüptür: düşmüştür.)
kurs-i mihr ü meh: Ay ve güneşin yuvarlaklığı.

Felek gûyâ döşenmiş sofra idi ol konuklukta
Kim onun olmuş idi kurs-i mihr ü meh iki nânı
Hayâlî Bey
kursa-i mâh: Ay yuvarlağı.

Kursa-i mâh üzre görmüş dâg-ı ışkından nişân
Sînesin yakmış felek şevkinle ol-dem hem-çünân
cinânî
kurs-ı şems: Güneş yuvarlağı.

Ay ki kurs-ı şems-i hikmet cebhe-i pâkinde nûr
behçet
kurs-ı zer: Altın yuvarlak, Güneş.

Alâyiş-i mezâk-ı cihân gûnegûnedir
Kimine zerde kimine kurs-ı zer lezîz
Hâtem (Akovalızade Ahmet)
kurûn: Ar. Değerli insanlar.

Ser behem dâde-i dest-i ahadiyyettir hep
Yek-be-yek silsile-i nisbet-i inşâ-yı kurûn
Münif kûs: Far. Kös, eski zaman savaşlarında ve özel günlerde çalınan büyük davul.

Erişe müjde-i feth ü zafer etrâf u eknâfa
Tuta dünyâyı hepgül-bâng-ı kûs u nusret âvâzı
Nef’î
Aav-ı düşmeni duymaz cemel-i tab’ı
Saîd
Dinlemiştir bu cihânda nice bin gümgüm-i kûs
Saîd-ı Amidî
kûs-ı gırivân: Bağırıp çağırma davulu.

Saltanat tablın kilim altında ol şûh kim çalar
Hay u huy-ı na’ra-i kûs-ı gırivân istemez
Hayâlî Bey
kûs-ı iştihâr: Şöhret bulma davulu.

Mülk-i sühanda nevbetimiz çaldı rûzigâr
Afâkı tuttu velvele-i kûs-ı iştihâr
Bâkî
kûs-ı Nebî: Peygamber davulu.

Heybet-i debdebe-i kûs-ı Nebî
Kesti ırk-ı neseb-ı Bû
Leheb’i
Hakanî
kûs-ı nusret: Yardım davulu.

Erişe müjde-i feth ü zafer etrâf u eknâfa
Tuta dünyâyı hep gül-bâng-ı kûs-ı nusret âvâzı
Nef’î
kûs-ı rahîl: Göç davulu.

Ahir çalındı kûs-ı rahîl ettin irtihâl
Evvel konağın oldu cinân bûstânları
Bâkî
kûs-ı zafer: Zafer davulu.

Hançerli kemerler, başı üsküflü neferler
Tokmaklar şevkından uçan kûs-ı zaferler
Midhat
Cemal (Kuntay)
kusûr: Ar. 1. Eksiklik. 2. Ayıp, sakatlık. 3. Suç. 4. İhmal, tedbirsizlik. 5. Bir hesabın artanı.

Tek olmasın kavâid-i ihlâs ber-taraf
Lâ-be’stir merâsime dâir kusûrumuz
Nâbî
Dilâ bu menzil-i vîranı sanma cây-ı sürûr
Ki kasr-ı dehrde bulunur hezar türlü kusûr
Hayâlî Bey
Nâdir bulunur tıynet-i kâmilde kusûr
Kem-mâyeden eyler ne ki eylerse zuhûr
Ziya Paşa
kâsır: Kusurlu; noksan, kısa, eksik; âciz.

Hizmetinde beni sanma kâsır kulunun cânâ
Her hizmete kullansan kâdir kulunum cânâ
Bağdatlı Ruhi
Olur kâsır verâ-yı perde-i sun’un şühûdundan
Nazar-bend olmayanlar âlemin bûd u nebûdundan
Nâbî
Över onun kâdirliğin her bir işe hâzırlığın
İllâ ömrü kâsırlığın anıcağız benzi solar
Yunus Emre
kâsıretü’t-tarf: Kocasından başka erkeğe bakmayan kadın.

Hûr-i maksûrât olur firdevs-i fikrinde hacîl
Ka-. sıretü’t-tarf eder bikr-i hayâlimden hicâb
Yenişehirli Avni
kûşe, gûşe: Far. Köşe.

Safâ ise garazın iyd-gâha gel ki sana
Cemâl arz ede her kûşe bin meh ü hûrşîd
Ruhi
Şimdi her kûşe ebkem ü câmid
Ne ağaçlarda zemzemât-ı riyâh
Ne hadâyıkta ihtizaz-ı cenâh
Cenap Şahabeddin kûşe-i âsâyiş: Huzur köşesi.

Alemde eğer kûşe-i âsâyiş olaydı
Mihrâb ile çâk olmaz idi sîne-i câmi’
Nâbî
kûşe-i bâb: Kapı köşesi.

Künc-i halvet-hânesinde ilm ü irfân münzevî
Kûşe-i bâbında ikbâl ü saâdetpâs-bân
Nef’î
kûşe-i câmi’: Cami köşesi.

Kürsîde ona kâşki ben vâiz olaydım
Ya kûşe-i câmi’de okur hâfız olaydım
Enderunlu Fazıl
kûşe-i cem’iyyet-geh: Cemiyet köşesi.

Yine bir rûz-ı bâzar safâ vü zevk u şâdîdir
Yine her kûşe-i cem’iyyet-geh bezm-i harîfândır
riyazi
kûşe-i cennet: Cennet köşesi.

Kûşe-i cennette sohbet çünkü kaldı yarına
Gönlünü mey-hâneler künciyle gel tut bugün
İbni Kemâl
kûşe-i çeşm: Göz kenarı.

Haşr olur âhir ser-i râhında ammâ neyleyim
Kûşe-i çeşmiyle atf-ı merhabâ mümkin değil
Esrar Dede
kûşe-i dâmân: Etek köşesi.

Kalmazsa eğer kûşe-i dâmân elimizde
Elden ne gelir çâk-i girîbân elimizde
Nef’î
kûşe-i destâr: Sarığın köşesi.

Gâh güldür geh perîşân-hatır et bülbüllerin
Kûşe-i destârna geh gül gehî sünbül takın
Alî Bey
(Gelibolulu Müverrih)
Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmaz
Baş üzre yerin var
Gül goncasının gûşe-i destâr senindir
Gel ey gül-i ra’nâ
Nedim
kûşe-i dil: Gönül köşesi.

Cihân-ı feyz bir genc-i nihândır kûşe-i dilde
Mutalsım pâs-bândır hâmem ol genc-i nihân üzre
Ziya Paşa
kûşe-i ebrû: Kaşının köşesi.

Kûşe-i ebrûda ancak gamze-i dil-ber değil
Kanda fitne varısa dürûd-gede oldu der-kemîn
Nef’î
Şöylegerd olmuş
Firengistân birikmiş bir yere
Sonra gelmiş kûşe-i ebrûda hâl olmuş sana
Nedim
kûşe-i ferâğat: Her şeyden vazgeçme köşesi.

Gınâ-yı kalbe sebeb devlet-i kanâat imiş
Cihânda cây-ı safâ kûşe-i ferâğat imiş
Fttnat
Hanım kûşe-i firkat: Ayrılık köşesi.

Kûşe-i firkatte bûs ettim onun hâl-i ruhun
Rasihâ
Hind ü Yemenden dâne-i kısmet gelir
Râsih (Enderunî Balıkesirli Ahmet)
kûşe-i gam: Gam köşesi.

Ah etmeyicek eğlenemem kûşe-i gamda
Erbâb-ı dile meclis-i bî-dûd gerekmez
Nâbî
(etmeyicek: etmeyince)
Yeşiller giydiğince tûtî-i gûyîye benzersin
Benim hoş-bû
Affe’m sen gül-i ra’nâya benzersin
Vefaî (Sultan IV. Mehmet)
kûşe-i gurbet: Gurbet köşesi.

Pâk-tıynet kûşe-i gurbette hâr olsun mu hîç
Gevher âgûş-ı sadeften dûr olur kıymetlenir
Hâmî (Hâmî-ı Amidî)
kûşe-i halvet: Yalnızlık köşesi.

SezA mı kûşe-i halvette kalsın böyle allâme
Hakîkat söylerim: Olsun tüfû!
Akvâm-ı İslâm’a
Hâdî
Abdüsselimzade kûşe-i hammâr: Meyhanecinin köşesi.

Ne musâhib bulunur derd ü gam-ı yâr gibi
Ne ferâğat yeri var kûşe-i hammâr gibi
Âhi kûşe-i hâtır: Gönül köşesi.

Eyleyen âsâr-ı feyz-i kudretin halka ıyân
Kendini her kûşe-i hâtırda pinhân eylemiş
Üsküdarlı Süleyman
Salim
kûşe-i hırmen: Harman köşesi.

Andelîb kûşe-i hırmende kalmış nâlân
Zevkte zag ü zagân turfa-i mekândır dünyâ
İlhamî, Selimî (Sultan III. Selim)
kûşe-i hicrân: Ayrılık köşesi.

Kûşe-i hicrânda kalmış kâlıb-ı bî-rûh edip
Eyledi cân mürdelerden cânına rağbet yine
Behiştî
kûşe-i külhân: Külhan köşesi.

Ey Fuzûlî odlara yansın bisât-ı saltanat
Yeğdir ondan
Hak bilir bir kûşe-i külhan bana
Fuzûlî
kûşe-i lâhd: Mezar köşesi.

Arif ol, ârif ki, asla farkı yoktur
Arife
Kûşe-i lâhdin kenâr-ı mâder ügeyvareden
Muallim Naci
kûşe-i mescid: Mescit köşesi.

Kûşe-i mescidde zahid bârid iken bu aceb
Külbe-i mey-hânelerden na’ra-ı Yâ
Hû gelir
Hamdullah Hamdi
kûşe-i mey-hâne: Meyhane köşesi.

Alemde olsa kûşe-i mey-hâne dolsa câmlar
Düşmân gidip tenhâ kalıp yâr ile sohbet ede gör
Âdile Sultan
kûşe-i mey-kede: Meyhane köşesi.

Bildigim bu ki bu beytüd-hüzn-i âlemde
Kûşe-i mey-kededir var ise bir cây-ı sürûr
Rızâyî
kûşe-i Mısr: Mısır köşesi.

Ya’kûb nebî zâr u giryân eylerim
Yûsuf için
Künc-i halvet kûşe-ı Mısr ile sultân bendedir
Hatayi kûşe-i mihnet: Sıkıntı köşesi.

Nice yıllardır
Hayâlî hasta ey ârâm-ı cân
Kûşe-i mihnetde bî-sabr u sükûn olmış yatar
Hayâlî Bey
kûşe-i mihrâb: Mihrap köşesi.

Kûşe-i mihrâb tutmuştum reh-i zühd ü salâh
Koymadı öz hâlime ol nergis-i şehlâ beni
Fuzûlî
kûşe-i mihrâb-ı tâat: İbadet mihrabının köşesi.

Baş eğmez oldu kûşe-i mihrâb-ı tâate
Ebrûlarına secde kılan dil-rübâların
Bâkî
kûşe-i müşerref: Şeref verilen köşe.

Ol dem hani ki mürg-i dile âstânının
Her kûşe-i müşerrefi bir âşiyân idi
Cem Sultan
kûşe-i pür-fitne: Fitneli köşe.

Mey-hâne-i nâz olmuş o çeşm-i siyeh-i mest
Her kûşe-ipür-fitnesi bir hâb-geh-i mest
Nef’î
kûşe-i râhat: Rahatlık köşesi.

Ne azm-i kûşe-i râhat ne meyl-i hâb edelim
Girince dâmen-i maksûd ele şitâb edelim
Nâbî
kûşe-i seccâde-i irfân: İrfan seccadesinin köşesi.

Ey gönül bir dem leb-i ikbâl ile misl-ı Necîb
Kûşe-i seccâde-i irfânı takbîl etmedim
Necip (Sultan III. Ahmet)
kûşe-i uzlet: Yalnızlık köşesi.

Ger huzûr etmek dilersen ey Muhibbî fârig ol
Olmaya vahdet cihânda kûşe-i uzlet gibi
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
kûşe-i vahdet: Birlik köşesi.

Gidip mey-hâneye çektim ayağ bi’l-cümle dünyâdan
Mekânım kûşe-i vahdet edindim gayriden geçtim
Bağdatlı Ruhi
(ayağ: kadeh)
Aratır fitne-i hulk ile fesâd-ı ahlâk
Ademe kûşe-i vahdet ile cây-ı uzlet
Râşid (Ayıntablı Mehmet
Ali)
kûşe-i vîrân: Yıkık köşe.

Yıllarla karâr et dil-ı Sabrîde dilersen
Ey şâh-ı gam ol kûşe-i rîrân senin olsun
Sabri kûşe-i vîrâne: Harabe, yıkık ev.

Cihânın nimetinden kendi âb ü dânemüzyeğdir
Elin kâşânesinden kûşe-i rîrânemiz yeğdir
Nâbî
kûşe-i zevk: Zevk köşesi.

Hoş kûşe-i zevk idi safâ ehline âlem
Bir hâl ile sürseydi eğer ömrünü âdem
Bağdatlı Ruhi
kûşe-i zindân: Zindan köşesi.

İzzet-i saltanat-ı Mısr’a taleb-kâr olmak
Keyd-i ihvân-ı bün-i çeh kûşe-i zindân yoludur
Nâbî
kûşe-i zülf: Saçının köşesi.

Kûşe-i zülfünde çeşmin gitmeğe komaz dili
Yalınız olmağı sevmez gecede bîmâr olan
İbni Kemâl
kûşe-gîr: Köşe tutan.

Ne kûşe-gîrleri nâil-i emel gördük
Cihânda terk-i metâlible cüst ü cû birdir
Keçecizade İzzet Molla
kûşe-gîr-i halvet: Yalnızlık köşesini tutan.

Nûr-ı çeşmim perdelendi
KA’be-i ulyâ gibi
Kûşe-gîr-i halvet oldu dîde-i bînâgibi
Nâbî kûşe-gîr-i hasret-i dîdâr-ı yâr: Yârin yüzünün özlemi ile inzivaya çekilme.

Gerçi yok tâkat
Neşâtî seyr-i dîdâr etmeğe
Kûşe-gîr-i hasret-i dîdâr-ı yâr olmak da güç
Neşatî
kûşe-gîr-i hecr: Ayrılığı köşe tutan.

Nûr-ı sevdâ zulmet-i mâtemde eyler iltimâ’
Kûşe-gîr-i hecreşem’-i encümen bî-gânedir
İsmet (Müstecibzade)
kûşe-gîr-i inzivâ: Bir köşeye çekilen.

Hüner halvet-nişîn-i encümen olmaktadır yoksa
Kemîn-gâh-ı riyâdır kûşe-gîr-i inzivâ olmak
İzzet Ali Paşa
kûşe-be-kûşe: Köşeden köşeye.

Ahî’yi kûşe-be-kûşe zâr eden bülbül gibi
Yürüyen sohbet-be-sohbet bir gül-i her-câyidir-khi
kûşe-nişîn: Köşeye çekilmiş, dünyadan elini eteğini çekmiş.

Mürşid-i kûşe-nişîndir hum-ı mey ey zahid
Bâtın-ı sâfi onun eyledi hoş-hâl beni
Hayâlî Bey
kûşiş, gûşiş: Far. Çalışma, çabalama.

Mülk-i ma’nâda biraz kûşiş edip kullansan
Eylesen bendene serdâr-ı dilîrân-ı sühan
Nef’î
Kûşiş etmekle zuhûrâtına hükm-i afvin Ücret-i hıdmetidir afv güneh-kârların
Nâbî
Nasîb olmaz mukadderden ziyâde sa’y ü kûşişle
Eğer az u eğer çok kim gelir cümle
Hudâ’dandır
Hisâlî
kût: Ar. Yiyecek şey, gıda.

Ne dem ki dîde-i hûn-bâra la’lin kût olmuştur
Nigâh-ı germimiz fervâre-i yâkût olmuştur
Esrar Dede
Kût edinmiştir bizi mûr-ı ecel erzen gibi
Kim taşır zîr-i zemîne dâne-i hırmen gibi
Derunî (İznikli)
Aciz iken uka. bagiriftâr olur keşef
Gûk-ı zaîfi kût edinir
M-vesîle mâr
Ziya Paşa
kût-ı cân: Can gıdası.

Câm üzre şekkerinden eğer tamsa kût-ı cân
Kand ü nebât kıla şarâb-ıpiyâleyi
Şeyhi kût-ı heves: Arzu edilen yiyecek.

Kuşlarla, çiçeklerle, ipeklerle yaşarsın
Elvân ü revâyih
Kût-ı hevesindir
Tevfik Fikret
kût-ı hümâ: Hüma kuşunun gıdası.

Azmin ne remz için ki ukâb-ı alem sala
Kût-ı hümâya yıllar ile üstühân kodu
Şeyhi kût-ı maişet: Geçim yiyeceği.

Toyluyor kût-ı maîşet yerden
Toprağın verdiği nimetlerden
Tevfik Fikret
(toyla-: ziyafet vermek)
kût-ı revân: Ruhu doyuran yiyecek.

Hamdî cihândagussa-i yâr ile şâd olur
Kût-ı revândır ehl-i dile gam dedikleri
Hamdullah Hamdi
kût-ı rûh: Ruhun gıdası.

Bilmezem yâkût-ı ahmer mi lebin ya kût-ı rûh
Bir sor ey sarrâf-ı devrân kim ne cevher devridir
şeyhi
kût-ı yek-rûze: Bir günlük gıda.

Kût-ı yek-rûze ki tahsîline kâfidir onun
Bir kuruşçuk getiren en ufacık bir himmet
Çokluğuyla doyurur halkı mübârek ni’met
Kemalzâde Ekrem Bey
kûtâh, kûteh: Far. Kısa, boysuz.

Zilletdedir karârı eğer sağ olursa da
Kûtâh olur hayâtı sitem-kâr olanların
Nâbî
Benim sabrım gibi kûtâhdır vaslın günü mâhım
Şeb-i hicrin senin zülf-i siyâhın gibi mümteddir
Şeyhülislam Yahya
Dest-i kûtamızı etmemiş Allah resâ
Menba’-ı cûdunu yoksa elimizle kaparız
Keçecizade İzzet Molla
kutâs: Türkçe’de “kotas” diye söylenen ve sığırkuyruğu da denilen bir bitki ki, süs olarak atların boyunlarına asılır.

kutâs-ı dil-bend: Gönül bağlayan kotas.

Gerden-i tevsen-i zîbâda kutâs-ı dil-bend
Bağladı gönlümüzü zülf ile gîsû yerine
Gazi Giray
kutb, kutub: Ar. 1. Dünyanın ekvatordan en uzak olan ve yer ekseninin geçtiği varsayılan iki noktadan her biri. 2. Mıktanıs demirinin her iki ucundan biri. 3. Bir tarikatın ulusu. c. aktâb.

Hazret-i kutbun olur dâiresinden hâric
İlmine olmak ile vâris kâmil-i efrâd
Nâbî
Dest-i kahrı verse ger cezâ-yı çarha tefrika
Bir dem içre mahvolup aktâr u kutb u mihveri
Üsküdarlı Hakkı Bey
kutb-ı aktâb-ı izâm: Ulu kutupların kutbu.

Rûh-ı Ashâb-ı Kirâmiyla
Resûl-ı Medenî
Kutb-ı aktâb-ı izamıyla Üveyseİ
Karenî
Yahya Bey (Taşlıcalı)
kutb-ı dîn-ı Kâ’be-i dünyâ: Dünya
Kâbesinin din büyüğü.

Merkez-i dâire-pîrâ-yı ulüvv ü azamet
Kutb-ı dîn-ı KA’be-i dünyâ vü cihân tefrîd
Kâzım kutb-ı gerdûn-ı cihân-menba’: Hükümdarlık dünyasının kutbu.

Merkez-i dâire-i câh u celâl ü azamet
Kutb-ı gerdûn-ı cihân-bânî vü fermân-rânî
Nef’î
kutb-ı ma’rifet: Marifet büyüğü.

Görmedi zât-ı şerîfingibi kutb-ı ma’rifet
Bunca yıllardur döner bu çarh aktâb üstine
İbni Kemâl
kutb-ı vüzerâ: Vezirlerin ulusu.

Fahr-i şuarâ kıble-i erbâb-ı maârif
Kutb-ı vüzerâ, Asaf-ı dânâ-yı zemâne
Nef’î
kutb-ı zemân: Zamanın kutbu.

Güftâra gelip söyleseler cehl-i mürekkeb
Zu’munca velî her biri bir kutb-ı zemândır
Bağdatlı Ruhi
aktâb: Kutub’lar, azizler, seyyidler.

Nâ-gâh bulundu anda hâzır
Aktâb-ı evâil ü evâhir
Nâbî
Görmedi zât-ı şerîfingibi kutb-ı ma’rifet
Bunca yıllardur döner bu çarh aktâb üstine
İbni Kemâl
aktâb-ı evâil ü evâhir: Önce ve sonraki ulular.

Nâ-gâh bulundu anda hâzır
Aktâb-ı evâil ü evâhir
Nâbî
aktâb-ı izâm: Büyük kutuplar.

Rûh-ı ashâb-ı kirâmıyla
Resûl-ı Medenî
Kutb-ı aktâb-ı izamıyla Üveyse’l
Karenî
Taşlıcalı Yahya Bey
kuttâ’: bk. ka: tı’
kuûd: Ar. 1. Oturma. 2. Namazın oturarak eda edilen kısmı.

Kıyâma etti takâzA deâim-i hey’et
Kuûda oldu kemer-bend kâr-gâh-ı umûr
Nâbî
Dü-rûze ömr ilepâ-der-rikâb-ı rıhlet iken
Nedir bu dûr u dırâz ihtimâm-ı fikr-i kuûd
Sâbit
kuvve, kuvvet: Ar. Güç, kudret. c. kuvâ. kuvve-i akl-ı hasîf-âne: Olgun kimsenin akıl gücü.

Kuvve-i akl-ı hasîf-ânesini
Eflâtun
İşitip fart-ı hasedten küpe binse şâyân
Şinasi kuvve-i azm: Azim gücü.

Eder tedvîr-i âlem bir mekînin kuvve-i azmi
Cihân titrer sebât-ı pây-ı erbâb-ı metânetten
Namık Kemâl
kuvve-i bâzû: Kol gücü.

Takdîr-ı Hudâ kuvve-i bâzû ile dönmez
Bir şemi ki
Mevlâ yaka bir vechile sönmez
Ziyâ Paşa
kuvve-i berriye vü bahriyye: Deniz ve kara gücü.

Kuvve-i berriye vü bahriyyesi
Devletin olmuş iken misl-i serâb
Ziyâ Paşa
kuvve-i derkiyye: Kavrama gücü.

Aczimiz makdûr iken ey Rabb-i mefrûzü’s-sücûd
Kuvve-i derkiyye lâzım mıydı vermek boş yere
İsmail Safa
kuvve-i fikriyye: Fikir gücü.

Hasmınız bir kuvve-i fikriyyedir fikr isterim
Ey zafer-cûyân?
Hayâl-i tîğ ü cûşundangeçin
Muallim Naci
kuvve-i hads: Sezgi gücü.

Hadd-i mâhiyyeti ol rütbe değildir ki ede
Kuvve-i hadsle tahkîk
Felatûn-ı hakîm
Üsküdarlı Hakkı Bey
kuvve-i hâkime: Hâkim güç.

Himmeti sâik cemmâze-keşân eflâk
Kuvve-i hâkimesi kâfile-sâlar felek
Yenişehirli Avnî
kuvve-i kudsiyye: Kudsi güç.

Resmeder cevher-i rûhu nerede kaldı hayâl
Kim ona kuvve-i kudsiyye eder vahy inzâl
Şinasi
Hasmınız bir kuvve-i fikriyyedirfikr isterim
Ey zafer-cûyân?
Hayâl-i tîğ ü cûşundan geçin
Muallim Naci
kuvvet: Güç, iktidar.

Kûh-ı Kâf olsa da kuvvette vücûd-ı insân
Çekilir bâr değil vaz-ıgirân-bâr-ı felek
Yenişehirli Avni
kuvvet-i bâsıra-ı Mustafavî: Hz. Muhammed (s. a. s.)’ e ait olan derin görme gücü.

Kuvvet-i bâsıra-ı Mustafavî
Gecegündüzgibi olurdu kavî
Hakanî
kuvvet-i bâzû: Kol kuvveti.

Çille-i sahtın çeker her dem kemân ebrûların
Aferîn erbâb-ı aşkın kuvvet-i bâzûsına
Fvcnat
Hanım kuvvet-i ısgâ’: Söz dinleme gücü.

Binâ-yı intizâm-ı dîn ü dünyâya edip âlet
Zebâna nutk vermişgûşa vermiş kuvvet-i ısgâ’
Nâbî
kuvvet-i kalb-i ulemâ: Âlimlerin kalp kuvveti.

Nûr-ı çeşm-i vüzerâ kuvvet-i kalb-i ulemâ
Tâc-ı fark-ı vükelâ kurre-i ayn-ı hükkâm
Nâbî
kuvvet-i tab’: Yaratılışının gücü.

Bu ta’bîrât vüs’unda değildir kuvvet-i tab’ın
Bu feyz-i ma’nevî
Nâbî’ye mecrâ-yı diğerdendir
Nâbî
kuvvet-i tâli’: Talih gücü.

Kuvvet-i tâli’e bak, istemez isti’dâdı
Mansıb-ı devlete nâ-kâbil ü kâbil birdir
İzzet Ali Paşa
kuvâ: Kuvvet’ler, güçler.

kuvâ-yı devlet: Devlet kuvvetleri.

Kuvâ-yı devlete cân verdi icrââtı pey-der-pey
Nizâma girdi evvel askerin hâl-iperîşânı
Ziya Paşa
kûy, kû: Far. 1. Mahalle, sokak; köy. 2. Sevgilinin bulunduğu yer.

Bilmeyem kim nice varam kûyuna dil-dârımın
Ben meğer toprak olam ilte sabâ gerdim benim
Ahmet Paşa
kûy-ı adem: Yokluk köşesi.

Nâleden doldu ceres âvâz ile mülk-i vücûd
Rıhlet-i kûy-ı ademdir ona mahmil dostum
Behiştî
kûy-ı arş-ı rütbet: Derecelenen gökyüzü köşesi.

Ol kûy-ı arş-ı rütbet kim hâk-i ıtr-nâkin
Mâliş-geh eylemiş
Hak pîşânî-i kibâre
Şeyhülislam Âsım
kûy-ı aşk: Aşk mahallesi.

Dâra dek pûyân ü Hak-gûyân olur sonra varır
Bir gece bir kimse kûy-ı aşka mihmân olmasın
Esrar Dede
kûy-ı âteşîn: Ateşli köşe.

Lübbü, lehîb-i nâr ile bir kûy-ı âteşîn
Kışri, mecârî-iyemm ü nehr ile çâk çâk
Ziya Paşa
kûy-ı belâ: Bela köşesi.

Ey âşıkân-ıgam-zede ayş ü safâyı kon
Kûy-ı belâda her biriniz bir mekân tutun
Bâkî
kûy-ı cânân: Sevgilinin bulunduğu yer.

Seherler, fecrler etmiş ona elvanını tevdî
Gider pür-nefha vü nâle o gûyâ kûy-ı cânâne
Abdülhak
Mihrünnisa
Bir hıyâbândır ki hasret kûy-ı cânândan geçer
Her geçen cânâna peyvest olmadan cândan geçer
Yahya Kemal
kûy-ı cünûn: Delilik köşesi.

Var ise aklın sakın kûy-ı cünûndan çekme pâ
Sehl-terdir seng-i tıflân seng-i ta’n-i nâstan
Nâbî
kûy-ı dil: Gönül köşesi.

Kûy-ı dile bilmem yine bir velvele düştü
Baştan başa cân mülketine zelzele düştü
Esrar Dede
kûy-ı dil-ârâ: Gönlü süsleyen köşe.

Ne kadar olsa da pâ-mâl-i zihâm ey Nâbî
Eyleyen kûy-ı dil-ârâda ikametgelmez
Nâbî
kûy-ı dil-ber: Sevgilinin mahallesi.

Kûy-ı dil-berde figânuma eder ta’n rakîb
Zâğ-ı nâ-sâzı görün mürg-i hoş-elhâna geçer
Avnî
kûy-ı ferâğat: Her şeyden vaz geçme köşesi.

Kasr-ı sürûr künc-i kanâat değil midir
Sahn-ı behişt kûy-ı ferâğat değil midir
Nâbî
kûy-ı girîbân: Elbise yakasının köşesi.

Pîrehen berk-i semen kûy-ı girîbân şeb-nem
Gülsitân oldu bugün bir sanem-i lale-izar
Bâkî
kûy-ı habîb: Sevgili köşesi.

Olsa aceb mi meş’ale-efrûz nâle-i dil
Kûy-ı habîbe râh-nümâmız budur bizim
Seyyit Vehbî
kûy-ı harâbât: Meyhane köşesi.

Nâmûs u nâmı terk ede gör zîre ârifin
Her dem makamı kûy-ı harâbât içindedir
ahmed-i Dâî
kûy-ı ışk: Aşk köşesi.

Ben bu bâzârın ne bâzer-gânı ne bezzâzıyam
Kûy-ı ışkın onmadık bir rind-i şâhid-bâzıyam
Hayretî
kûy-ı melâhat: Güzellik köşesi.

Nedir o çâh-ı muallâk nedir ol turra-i mâr
Nedir ol kûy-ı melâhat nedir ol sîb-i zekan
Biâtî kûy-ı melâmet: Ayıplanma köşesi.

Nice yıllardır ser-i kûy-ı melâmet bekleriz
Leşker-i sultân-ı irfânız vilâyet bekleriz
Fuzûlî
kûy-ı mugân: Meyhaneciler pirinin sokağı.

Yâd-ı lebinle câm-ı mey-i la’l-fâm için
Kûy-ı mugânıgeşt ederim hâne hâne ben
Bâkî
kûy-ı mücâz: Uygun görülen köşe.

Ey merâhil kat edip kûy-ı mücâza uğrayan
Menzil-i maksûda bundandır sorarsan doğru yol
behiştî
kûy-ı münâcât: Yalvarma köşesi.

Yok yerim kûy-ı münâcâtta havfüm bu beni
Bu melâmetle harâbât kabûl eylemeye
Hayâlî Bey
kûy-ı selâmet: Selamet yeri.

Aşıkız dervâze-i şehr-i melâmet bekleriz
Zâhid-âsâ sanma kim kûy-ı selâmet bekleriz
Hayâlî Bey
kûy-ı telâş: Telaş köşesi.

Kayırmaz olduğumuz reh-nişîn-i kûy-ı telâş
O şûh etmez ise zayi’ intizârımızı
Nâbî
kûy-ı vefâ: Vefa köşesi.

Nice demden mukîm-i vâdî-i derd ü gam u aşkız
Ser-i kûy-ı vefânın sanma kim mihmânıyız cânâ
Selimî (Yavuz Sultan Selim)
kûy-ı visâl: Kavuşma köşesi.

Kûy-ı visâle pây-ı azîmet erişmedi
Dâmân-ı bebre pençe-i himmet erişmedi
Nâilî
kûy-ı vuslat: Kavuşma yeri.

Memnû’-ı kûy-ı vuslat ise pâyımız ne gam
Pây-ı hayâlimiz hele vârestedir bizim
Nâbî
kûy-ı yâr: Yârin bulunduğu yer.

Azmeyledi hâk-ı kûy-ı yâre
Leylînin evi olan diyâra
Fuzûlî
Bu âh u nâle ki vardır derûnda
Esrâr
Gönül gönül diyerek kûy-ı yâre dek gideriz
Esrar Dede
kûy-ı zemîn: Yerin altı.

Gûyâ edip tabîat kûy-ı zemîni tastîh
Tübbet aşağı düşmüş
Çîn ü Hoten yukarı
Nedim
kû-be-kû: Yer yer.

Mâlik-i mülk-i kanâat rızk-ı maksûmun bilip
Gezmez âb ü nân için kişver-be-kişver, kû-be-kû
Âgâhi (Şâkir Efendi)
Kû-be-kû eyleme bî-hûde telâş ey dil-i zar
Çâre-i vaslı yine şâhid-i matlabdan sor
Esrar Dede
kuyûd: bk. kayd.

kuzah: Ar. 1. Renk renk çizgi. 2. Bulutlara karışan melek ismi. 3. Şeytanın adlarından birinin ismi.

Ağladıkça kaşım rengîn ü hûnîn yaşımı
Der gören kavs-i kuzah kuruldu bârân üstüne
Cem Sultan
Yüzün üstünde kaşın lûtfuna erişmez eğer
Gelse kavs-ı kuzah üstüne meh-i çâr-dehin
Nizamî
Ma’bed-i hayl-i nücûmungünbed-i eflâktir
Mihr ü meh kandîl ona kavs-i kuzah mihrâb-ı çerh
beliğ
kavs-ı kuzah: Alâimi’s-sema, ebem kuşağı.

Ma’bed-i hayl-i nücûmun günbed-i eflâktir
Mihr ü meh kandîl ona kavs-i kuzah mihrâb-ı çerh
Beliğ
kûze: Far. Kulplu testi, bardak.

Ar. kûz.

La’l-iyâr-i dil-bere ol dem meğer erer elim
Kûze ede toprağında ya kadeh hazzâf ona
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Dest-bûsî ârzûsuyla ölürsem dostlar
Kûze eylen toprağım sunun onunla yâre su
Fuzûlî
Kûzedirgencîne-i hüsnünde la’lin hokkası
Hindûdur kim hâzin-i dürc-i güherdir benlerin
İbni Kemâl
kûze-i âb: Su testisi.

Giderdi çeşme-sâre elinde kûze-i âb
Sabâh erkendi sandım gelir çıkmış şafaktan
Abdülhak Hâmit
kûze-i hâtır: Gönül testisi.

Kırıp kûze-i hâtırın rûzgâr
Çanak çömleği oldu gird-i gubâr
Keçecizade İzzet Molla
kûze-i pür-âb: Su ile dolu testi.

Döndürür her dem sirişkim çeşmimi dolâb-vâr
Kûze-i pür-âbdır çeşmim o dolâb üstüne
İbni Kemâl
kûze-ger: Testi ve çanak çömlek yapan sanatkâr.

Olup şevherin san’atı kûze-ger
Sebû gibi koydu o da hâke ser
Keçecizade İzzet Molla
küberâ: bk. kibr.

kübrâ: Ar. Kebîr’den> ekber’den ulu, büyük olan.

Sun lebin yoksa yakar âteş-i la’lin cânı
Mey-i kübrA-durur ey dost biraz âb gerek
Necati Bey
Hazm eder cümlesin işkembe-i kübrâya sürer
Sürüler mâdeni imkân bulamaz ifsâda
Hamamizâde İhsan
Eğer suğrâ eğer kübrâ muhîtem cümle mevcûda
Hezârân dürlü bin yüzde görünen gözde seyrânım
Ümmî Sinan
kübrâ-yı aşk: Aşkın en büyüğü.

Nüsha-i kübrA-yı aşkım mâ-hasal tevkvînden
Çok mudur âyîne-i râz-ı alîm olmak bana
Leskofçalı Galip
kübrâ-yı sun: Sanatın en büyüğü.

Nüsha-i kübrâ-yı sun’um âlem-i tahkîkte
Şerh-i tafsîl-i kazA fihristi icmâlimdedir
Namık Kemâl
küdûret, kedûret: Ar. 1. Bulanıklık. 2. Gam, keder, kaygı. c. küdûrât.

Dem-â-dem aks alır mir’ât-ı âlem kahr ü lûtfundan
Onunjçin geh küdûret zahir eyler geh safâ peydâ
Fuzûlî
Hicr-i vehminden yetirmezdim küdûret gönlüme
Gerçi devrânın muhâlif cümbiş-i meşhûr idi
Fuzûlî
Sever ve sevdiği hep derd, hep musîbettir
Safâsı, neş’esiyoktur, bütün kedûrettir
Tevfik Fikret
küdûrât: Küdûret’ler.

Cümle esbâb-ı neşâtım ne ise verdi kader
Mâye-i hüzn ü küdûrâtı edip mahv ü adîm
Üsküdarlı Hakkı Bey
küffâr: bk. küfr.

küfr, küfür: Ar. 1. Allah ve resulünü inkâr etmek. 2. Dinsizlik, inançsızlık. 3. Sövüp saymak, kaba söz söylemek.

Gönül verdim fenâ vü fakra terk-i âtibâr ettim
Bihamdillah ki âhir küfrümü îmâna değşirdim
Fuzûlî
Küfr müstevlî olup kılmıştı
İslâm’ı hep
Cehl istîlâ bulup etmişti ilm ehlini hâr
Fuzûlî
Bir nigehle küfr ü îmânı verir yağmâya hep
Çeşmi bilmem dillere ne sihr ü ne âcâz eder
Leskofçalı Galip
Diyâr-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm
Dolaştım mülk-ı İslâm’ı, bütün vîraneler gördüm
Ziya Paşa
küfr-i gîsû: Saçın siyahlığı.

Kafirân râbıt-ı zünnâr-ı belâsıdır hem
Küfr-i gîsûsuna hayrân nice ehl-i îmân
Şinasi küfr-i kevn: Kâinatın küfrü.

Mü’minin mir’âtı mümindir dedi şâh-ı cihân
Küfr-i kevnipâk edip bürhânegelmişlerdeniz
Şîrî küfr-i zülf: Saçın siyahlığı.

Küfr-i zülfün salalı rahneler îmânımıza
Kafir ağlar bizim ahvâl-iperşânımıza
Fuzûlî
Küfr-i zülfün ey sanem gösterme îmân ehline
Korkarım deyr-i cihânda cümlesi dînden çıkar
Enven
küfr-efzûd: Küfür arttıran.

Ne aşk-ı dîn-şiken ü kıble-bend ü küfr-efzûd
Sâmi küfr ü îmân: Küfür ve iman.

Küfr ü îmân âyetini gördük ol Kur’ân’da biz
Anladık kim zülf ile ruh küfr ile îmân imiş
Gaybî
Küfr ü îman şol mürekkeb gibidir kâğıd ile
Mushafa nisbet hakîkat ikisi yek-sân imiş
Gaybî
kâfir: Küfreden. c. küffâr; kefere.

Bize kâfir demiş
Müftî Efendi
Tutalım ben diyem ona
Müselmân
Varıldıkta yarın rûz-ı cezaya
İkimiz de çıkarız anda yalan
Nef’î
(Müfti Efendi:
Şeyhülislam Yahya
)
Tahammül mülkünü yıktın
Hülâgû
Han mısın kâfir
Amân dünyâyı yaktın âteş-i sûzân mısın kâfir
Nedim
Beni ağyâra nisbet eylersin
Âşık oldumsa kâfir olmadım â
Âşık
Çelebi
Tâat ile âlemin maksûdu sensin ey Hudâ
Kimi kâfir kimi âsî hikmetin var pek güzel
Âdile Sultan
Dem-â-dem cevrlerdir çektiğim bî-rahm kütlerden
Bu kâfirler esîri bir
Müselmân olmasın yâ Rab
Fuzûlî
Niçin sık sık bakarsın böyle mir’ât-ı mücellâya
Meğer sen dahi kendi hüsnüne hayrân mısın kâfir
Nedim
Biri kâfir biri hindû biri gûyâ
Müselmân
Dîni ayrı üç birâderdir o zülf ü hâl ü ruh
Keçecizade İzzet Molla
kâfir-i bî-dîn: Dinsiz kâfir.

Anunçün habs ederpeykânının dil ey kemân-ebrû
Ki ol bir kâfir-i bî-dîn elinden geldi bir dildir
Hayâlî Bey
kâfir-i hüsn: Güzel kâfir.

Ne ola ol kâfir-i hüsne havâle etsem ağyârı
Meseldir: Dinsizin elbet gelir hakkından îmânsız
Neylî
kâfir-i mest: Sarhoş kâfir.

Eyledi gözde hayâl-i çeşm-i mahmûrun vatan
Kafir-i mestin beli yeri müdâm mey-hânedir
Şeyhi kâfir-i ni’met: Nankör.

Efrâdı hep de kâfir-i ni’met bu âile
Sensiz de ber-tarâf olur elbette gâile
Abdülhak Hâmit
kâfir-beççe: Kâfir çoçuğu. kâfir-beççe bir peymâne sahbâ sundu kim alıp
Derûn-i lâleden âteş fürûzan olduğun gördük
Nedim
Bir avuç bârût-ı efrencîdir ol kâfir-beçe
Levh-i uşşâkı nişân-gâh eyleyip tak tak urur
Esrar Dede
kâfir-dil: Küfür içinde bulunan gönül. c. kâfir-dilân.

kâfir-dilân: Küfür içinde bulunan gönüller.

kâfir-dilân-ı hırs: Hırslı gönüllerini küfre kaptıranlar.

Kafir-dilân-ı hırs ferâmûş edip
Hakkı
Şimdi sanem-misâl perestiş kuruşadır
Nâbî
kâfir-istân: 1. İslam olmayanların bulunduğu ülke. 2. Hindistan’ın kuzey batısında
Kâbil civarında bulunan dağlık bir bölge. 3. Afrika’nın güney kısmının doğu kıyıları.

Hele teshîr-i mülke başlasın ikbâli seyreylesin
Ne
Türk-istânk kor fethetmedik ne
Kafir-istân’ı
Nef’î
Yine zülf-ı Kâfir-istân dil ü cânı kıldı gâret
Yine gamze-ı Hülâgû urup etti dîni yağma
Esrar Dede
Hâl kâfir, zülf kâfir, çeşm kâfir el-amân
Ser-be-ser ıklîm-i hüsnün
Kafir-istân oldu hep
Nedim
kâfir-kîş: Kâfir inanışlı, dinsiz.

Bende-i fermân olupgîsû-yı kâfir-kîşine
Hizmete bel bağlayıptır ey sanem zünnârlar
Bâkî
kâfir-nijâd: Kâfir soylu.

Hûra benzer ol sanem sûrette gerçi ey felek
Sen bu hüsnile onu kâfir-nijâd etmek neden
Adlî (Sultan II. Bayezid)
Burc-ı hâverden ivazdır zülfün ey kâfir-nijâd
Çâh-ı Bâbil’den beterdir çeşmin ey câdû-firîb
nizami
küffâr: Kâfir’ler.

La’net ederse rahmet olur öyle kâfire
Cümle mecûs-ı âlem ü küffâr ü mülhidin
Üsküdarlı Hakkı Bey
Mehterlerinin zemzemesi ceng gününde
Küffârın eder işlerini nâle vü efgân
Behiştî
küffâr-ı Engerûs: Macar kâfirleri.

Baş eğdi âb-ı tîğına küffâr-ı Engerûs
Şemşîri gevherinipesend eyledi
Freng
Bâk
kefere: Kâfirler.

Zât-ı Haydar-şiyemi azm edeli bu sefere
Baş keserler kılıcı nâmına cümle kefere
Ziyâ Paşa
küfrân: İyilik ve ihsanı inkâr, nankörlük. Allah Allah bu mahz-ı isyândır
Gâyeti küfr-i ayn-ı küfrândır
Fuzûlî
küfrân-ı ni’met: Nimeti inkâr etme, asilik etme.

Tecemmu eyledi
Meydân-ı Lâhm’e
Edip küfrân-ı ni’met nice bâgî
Koyup kaldırmadan ikide birde
Kazan devrildi söndürdü ocağı
Keçecizade İzzet Molla
küfrân: bk. küfr.

küh: bk. kûh.

kühen: Far. Eski, kadim.

Gönülden sırrın ifşâ eylemez pîr-i kühen zîrâ
Sebû-yı köhneden terşîh edip bir katre mâ’ çıkmaz
Beliğ
Dil-i insânda komaz derd-i kühen
Cilve-i tâze nihâlân-ı çemen
Nâbî
Vakt-i iftâr kühen sözlere karnım toktur
Vehbiyâ aç elini hayr dua eyle hemen
Seyyit Vehbî
kühen-dâr: Eskiyi tutan.

kühen-dâr-ı şifâ: Şifanın eskiyi tutması.

Bu kühen-dâr-ı şifânın nazar-ı dânâya
Çarh-ı atlas dediğin köhne firâşı görünür
Nâilî
kühen-sâl: Çok seneler yaşamış; pîr-i fani.

Tab’-ı âyîne-i meşşata-i rûy-ı âlem
Fikr-i üstâd-ı kühen-sâl-i debistân-ı felek
Nef’î
kühl: bk. kuhl.

külâh: Far. Keçeden baş örtüsü, börk.

Külâhın sat yine lâkin yokuncul olma nâ-merde
Cihânda kelle sağ olsun külâh eksik değil merde
Necip (Sultan III. Ahmet)
(yokuncul: yardım bekleyici)
Pâlâs-pâre-i ihlâsımızla rûz-ı hesâb
Cenâb-ı şeyh-i riyâ-kâra bir külah ederiz
Ziyâ Paşa
Bûseler ikrâr eder durmaz sözünde hulf eder
Mevlevîdir sevdiğim her dem külâh eyler bana

külâh-ı aşk: Aşk külahı.

Ferâğat kıldım işgâlinden işbu mihnet-âbâdın
Külâh-ı aşkı çün ol tîşe-ı Ferhâd’a ben verdim
Âşık Ömer
külâh-ı bârânî: Yağmur külahı.

Hîç tâc-ı Kubad’a benzeye mi
Kem-bahâ bir külâh-ı bârânî
Hayâlî Bey
külâh-ı devlet: Saltanat tacı.

Âk ıl isen vahş u tayrın şâhı ol Mecnûn gibi
Başına mürg âşiyânından külâh-ı devlet al
Hayâlî Bey
külâh-ı iftihâr: Övünme külahı.

Sanadır sığınması
Gâlib’in yâ
Hazret-ı Monlâ
Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa sendendir
Şeyh Galip
külâh-ı kûşe: Köşe külahı.

Çekip visâdemi kıldım külâh-ı kûşemi ham
Garîm-i gamdan edip nîm-lâhza istimhâl
Nedim
külâh-ı nâz: Naz külahı.

Diller şikest edip o cefâ-cû safâlanır
Tarf-1 külâh-ı nâzını işkeste gösterir
Esrar Dede
külâh-ı ser-i istiğnâ: Zenginlik başının külahı.

Geç otur mastaba-i işrete
Cemşîd-âne
Kec edip tarf-ı külâh-ı ser-i istiğnâyı
Nergisî
külbe: Far. Bir veya iki odalı dar ve karanlık mekân, ev, kulübe.

külbe-i ahzân: Hüzünler evi. (Oğlu Yusuf için ağlayan
Hz. Yakub’un evine verilen isim)
Vâiz bize dün dûzahı vasfetti
Fuzûlî
Ol vasf senin külbe-i ahzanın içindir
Fuzûlî
Bir hasırım yoğiken külbe-i ahzânımda
Bûriyâ nakşı görünür ten-i uryânımda
Âhi
Sen idin külbe-i ahzana koyan
Ya’kûbu
Ayırıp hazret-ı Yûsuf gibi göz nûrundan
Hâletî (Azmizade)
külbe-i attâr: Attar dükkânı.

Sünbülünden sanemâ şemme-i bûy almağ için
Misk sevdâya düşüp külbe-i attâra gider
Ahmet Paşa
külbe-i mey-hâne: Meyhane kulübesi.

Kûşe-i mescidde zahid bârid iken bu aceb
Külbe-i mey-hânelerden na’ra-i yâ
Hû gelir
Hamdullah Hamdi
külbe-i vîrân: Yıkık kulübe.

Hâne-ber-dûş-ı cihânız, evi sattık da yedik
Şimdi bir külbe-i vîrân umarız ukbâda

külfet, külfe: Ar. Zahmet, meşakkat; yorgunluk, taab.

Eski eş’ârda dûr-bîn ile ma’nâgörülür
Yeni eş’ârda ma’nâ gibi külfet yoktur
Eşref
Yaktın fütâde-gânını hâkister eyledin
Ey şem’ külfet eylemepervâne kalmadı
Ziyâ Paşa
Nazmında eder ziyâde külfet
Andan görünür biraz batâet
Ziya Paşa
(andan: oradan)
külfe-i temennâ: Temenni zorluğu.

Şu lûtf kim ona yüz bin belâ musallattır
Değer mi abdin için külfe-i temennâya
Ferit
külhân, külhan: (g
Â, LgiÂ) Far. Hamamlardaki suyu ve hamamı ısıtmak için yakılan hamam ocağı.

Dostum sen olmasan gül-şen gelir külhân bana
Senin ile olıcak külhângelir gül-şen bana
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
(olıcak: olunca)
Eğerçi âlemin esfel-nişîn-i külhânıyız
Velîk nüsha-i takvîm-i sun’un ahseniyiz
Nâbî
Ateş kesilir geçse sabâ gül-şenimizden
Akher gül olur bulsa safâ külhânımızdan
Leskofçalı Galip
Kimi mest-âne seher yâr ilegül-şende yatar
Kimi derd ü gam-ı hicrân ile külhânda yatar
Bağdatlı Ruhi
külhân-ı gam: Gam külhanı.

Ben gedâ bülbül gibi feryâd u efgân eyleyip
Külhan-ı gamda gül-i handânım andım ağladım
Zaifî
Güller gamınla hâr-ı elem oldu çeşmime
Gül-zâr-ı dehr külhân-ı gam oldu çeşmime
Ziya Paşa
külhânî: Serseri, çapkın.

Külhânî-i Lây-hâr: 1. Sarhoş serseri. 2. Senâî’yi tasavvuf yoluna soktuğu söylenen kişi.

Tarîk-i fâkada hem-kefş olup
Senâî’ye Cenâb-ı külhânî-ı Lây-hâUa dek gideriz
Nâilî
külîçe: Far. Külçe.

külîçe-i meh: Ay külçesi, ay yığını.

Kestin külîçe-i mehi tennûr-ı çarhta
Çün hân-ı mu’cizatına germ oldu iştihâ
Şeyhi
külüng: Far. Kazma.

Urup cevşene ağzını bozdu gez
Külüngün de burnu kırıldı birez
Sâbit
Yine endîşe k ıldı bîşesini
Ele aldı külüng ü tîşesini
Şeyhi külüng-i ışk: Aşk kazması.

Gönül sengini ey Hamdî külüng-i ışk ile hâk et
Ki bite anda görüne gül-i âsârı gül-zâr’ın
Hamdullah Hamdi
kümbed, gümbed: Far. Tuğla ve harç ile yapılan kemer, kubbe. bk. künbed.

Şu kümbedin üzerinden beş altı taş sökerim
Bataksa al bu da batmaz deyip deyip ekerim
Mehmet Akif
kümbed-i devvâr: Dönen kubbe.

Vâdî-i aşka sevdâ ile ser-geşte idim
Gelmeden gerdişe bu kümbed-i dervâr henüz
Fuzûlî
Ab-gûndur kümbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmuş gözümden kümbed-i dervâre su
Fuzûlî
kümbed-i gerdân: Dönen kubbe.

Be bu bâzâr-ı cihânın kuru dükkânına yuf
Çenber-i çerhine vü kümbed-i gerdânına yuf
Usuli (Yenice Vardarlı)
kümbed-i hazrâ: En yeşil kubbe.

Sebz ü hurrem bir feâ mı her kenârı cûy-bâr
Ya meyân-ı cûde aksi kümbed-i hazrâ mıdır
Nef’î
kümbed-i kasr: Köşk kubbesi.

Olısar seyl-i fenâdan çü harâb âhir-i kâr
Kümbed-i kasrına vü çenber-i eyvânına yuf
Usuli (Yenice Vardarlı) (olısar: olunca)
kümbed-i vârûne-i cevv: Havanın uğursuz kubbesi.

Atılır her yana bin rahş-ı savâik-pey-rev
Gerd-i haşyetle dolar kümbed-i vârûne-i cevv
Tevfik Fikret
kümeyt: Ar. 1. Koyu doru at. 2. Kırmızı şarap. kümeyt-i bâde-i gül-gûn: Gül renkli şarabın kırmızılığı.

Kayırmaz seyl-i gam taşşsın gerekse baştan aşsın
Kümeyt-i bâde-i gül-gûn ile
Yahyâ geçilmez mi
Şeyhülislam Yahya
kümeyt-i hâme: Kalem atı.

Başlasa cilveye mânend-i kümeyt-i hâme
Merkez-i nokta olur ona fezA-yı pehnâ
Nef’î
kümeyt-i kalem: Kalem atı.

Sürmeğe vâdî-i meslûke kümeyt-i kalemi
Ar eder ârif ü sâhib-dil ü sencîde kelâm
Nâbî
kümeyt-i ma’nî: Mana atı.

Kümeyt-i ma’nî eyler sâha-i ıtlâkda cilve
Sevâd-ı lafzdan istersepâyında ikâl olsun
Nâbî
kümeyt-i şevk: Arzu atı.

Hilal-i îd neşâta nişâne geldi gibi
Kümeyt-i şevke gümüş tâziyâne geldi gibi
Nâbî
kümmel, kümmelîn: bk. kâmil.

kümûn: Ar. Gizlenme, saklanma.

Oldu berdâşte heylûlet-i deycûr-ı amâ
Sâha-i pehn-bürûz oldu zevâyâ-yı kümûn
Münif
Kimi tarîk-ı saâdette tûşe-bahş-ı kerem
Kimi kemîn-i şekâvette kûşe-gîr-i kümûn
Yenişehirli Avni
kümûn-ı gayb-ı ezel: Ezelin bilinmeyen gizliliği.

Kümûn-ı gayb-ı ezelde kalaydı mahlûkât
Olurdu belki müreccah bu şûr-ı bî-câya
Ferit kün: Ar. “ol, olsun” anlamına gelen
Tanrı emri.

Fikret rakamın çeken zemânda
Hakka ki bu emr-i “künfe. kân”da
Fuzûlî
kün fe-kân: “olan oldu” anlamında Allah’ın “ol” emriyle bütün kâinatı yarattığını ifade eden söz.

Görmemiştir çeşm-i âlim böyle eyvân-ı refî’
Hulk u îcâd olalı ziynet-serây “kün fe-kân”
Üsküdarlı Hakkı Bey
kün fe-yekûn: “Allah ol dedi ve her şey oldu, yani yaratıldı.

” şeklinde kabul ve iman edilen mukadderat gereğince söylenen söz.

İktizA-yı kazA-yı “kün fe-yekûn”
Kıldı her emri vaktine merhûn

küntü kenz: Bilinmeyen bir hazine (Hadis-ı Kudsi)
Küntü kenzün sırrı olan âdem-i evvel benim
Mahrem-i râz-ı nihânım âlem-i esmâ bendedir
gaybî
künâm: Far. 1. Orman; otlak, mera. 2. Kuş yuvası. 3. İnsanın dinleneceği yer. 4. Vahşi hayvan ini.

Ketm-i esrâra eğer mâni olursa emri
İhtifâ eyleyecek yer bulamaz şîr-i künâm
Yenişehirli Avni
künâm-ı şîr-i ner: Erkek aslanın yuvası.

Olup sahrâlara hıfz-ı nigeh-bân ahd-ı lûtfunda
Künâm-ı şîr-i ner âhûlara cây-ı karâr oldu
fıtnat Hanım-künân: Far. “-yapan, -eden; -yaparak, -ederek” anlamlarında zarflar yapar. güm-günân: Kaybeden.

Evc-i hevâda sît-i çek-â-çâk-ı tîgden
Avâz-ı ra’d ü sâika reh-güm-künân olur
Nef’î
lerze-künân: Titreme yapan.

Bu anda bir mutazarrE sadâ-yı lerze-künân
Bu bir sadâ ki eder âsumânı hep lerzan
Ahmet Hâşim
reh-güm-künân: Yolunu kaybeden.

Evc-i hevâda sît-i çek-â-çâk-ı tîgden
Avâz-ı ra’d ü sâika reh-güm-künân olur
Nef’î
tese’ül-künân: Dilencilik ederek. eytâm için ki tese’ül-künân
Gezer yolda muhtac-ı yek-pâre nân
abdülhak Hâmit
künbed: bk. günbed.

künc: Far. Köşe, bucak.

Gör
Fuzûlî aşk tuğyânın âdem mülkün gözet
Azm-i künc et kim hevânın
Etidâli kalmadı
Fuzûlî
Kûşe-i cennette sohbet çünkü kaldı yarına
Gönlünü mey-hâneler künciylegel tut bugün
İbni Kemâl
künc-i çîn-i zülf: Saçının büklümünün köşesi.

Künc-i çîn-i zülfü kim sığmaz ona mûy-ı hayâl
Dil gibi bir bî-vücûdunpehn-i nüzhet-gâhıdır
Şeyhülislam Yahya
künc-i fakr: Fakirlik köşesi.

Künc-i fakr içre süren iki cihân devletini
Genc-ı Kârûn’u değil mülk-ı Süleymân’ı nejder
Lamiî Çelebi
künc-i ferâğ: El çekme köşesi.

Künc-i ferâğın anlamayanlar safâsını
Devlet komuşlar adınıgargd-yi âlemin
Nâbî
künc-i ferâğat: El çekme köşesi.

Ceyş-i sultân-ı gama yer yok güzer-gâh olmadık
Arsa-i âlemde bir künc-i ferâğat kalmadı
Hâletî (Azmizade)
künc-i firkat: Ayrılık köşesi.

Künc-i firkatte yatarken hümdü’lillah
Ahîyâ
Oldu ben dil-hasteye mûnis hayâli
Ahmed’in
Âhi
Gam-ı hecrinle her-dem girye kılmak künc-i firkatte
Visâl-i gayr ile mesrûr u handân olmadan yegdir
cinânî
künc-i gam: Gam köşesi.

Zâyi’ geçirme ömrü bu dem künc-igamda kim
Menzil kenâr-ı bâğ u leb-i cûy-bârdır
Bâkî
künc-i gurbet: Gurbet köşesi.

Künc-i gurbet gül-şen-i cennet kadar cân-bahş olur
Dâr-ı gurbette bulunsa âşinâlardan biri
Nâbî
künc-i halvet: Yalnızlık köşesi.

Ya’kûb nebî zâr ugiryân eylerim
Yûsuf için
Künc-i halvet kûşe-ı Mısr ile sultân bendedir
Hatayi
künc-i halvet-hâne: Yalnızlık evinin köşesi.

Hoşgören âkıl fenâ tavrını şöhret gözlemez
Künc-i uzlet isteyen kendüyü meşhûr istemez
Avnî
Künc-i halvet-hânesinde ilm ü irfân münzevî
Kûşe-i bâbında ikbâl ü saâdetpâs-bân
Nfî künc-i harâbât: Harabeler köşesi.

Her künc-i harâbâtta bir genc-i mutalsam var
Bu sîne-i pür-şûrum vîrâne midir bilmem
Esrar Dede
künc-i hicrân: Ayrılık köşesi.

Künc-i hicrâna olup sen de benim gibi esîr
Rûz u şeb dest-zen-i dâmen-i feryâd olasın
Nâbî
künc-i hücre: Hücre köşesi.

Açılmadıysa gönül künc-i hücrede
Yahyâ
Kenâr-ıgül-şene çık şEr-i dil-güşâ diyerek
Şeyhülislam Yahya
künc-i ihtifâ: Çıplak ayakla yürünen köşe.

Çıktı künc-i ihtifâdan
Mehdî-i âhir-zemân
Zâhir olur ise ne ola sâhib-zemân imiş

künc-i istiğnâ: Tok gözlülük köşesi.

Künc-i istiğnâ kadar bir kûşe-i râhat mı var
Lokma-i hân-ı kanâat gibi bir nimet mi var
Fıtnat
Hanım
künc-i kamâme: Süprüntülük köşesi.

Büt-hâne-i hüsnünde hat zülfü eder tefsîr
İncîl yazar künc-i kamâmede
Yohannâ
Esrar Dede
künc-i kalb: Kalp köşesi.

Künc-i kalbimde vatan tuttu hayâl-i dehenin
Bildi kim genc-i nihân kûşe-i vîrânda yatar
nizami
künc-i kanâat: Kanaat köşesi.

Kasr-ı sürûr künc-i kanâat değil midir
Sahn-ı behişt kûy-ı ferâğat değil midir
Nâbî
künc-i külhân: Külhan köşesi.

Aşk ola şol merde kim mânendi-i rind-i lây-hâr
Künc-i külhângül-şenidir hûn-i dil sahbâsıdır
Ziyâ Paşa
künc-i mihnet: Sıkıntı köşesi.

Sûret-i dîvâr ediptir hayret-i aşkın bizi
Gayr seyr-i bâğ eder biz künc-i mihnet bekleriz
Fuzûlî
künc-i nedâmet: Pişmanlık köşesi.

Beğenip akîm olanlar hod-bîn
Kaldılar künc-i nedâmette hazîn
Sünbülzade Vehbi
Künc-i hicrâna olup sen de benim gibi esîr
Rûz u şeb dest-zen-i dâmen-i feryâd olasın
Nâbî
künc-i râhat: Rahat köşe.

Menzil-i bâr-ı belA köhne-serâdır dünyâ
Künc-i râhat yeri zanneyleme bu rîrânı
Bâkî
künc-i sine: Göğsünün köşesi.

Olmasın hânmân dahi âgâh hâlinden
Ziyâ
Raz-ı aşkı sakla künc-i sînede cânın gibi
Ziya Paşa
künc-i târîk: Karanlık köşe.

Mesned-i hurşîde vermez künc-i târîkin gedâ
Göz yuman seyr-i cihândan mihr-i rahşân istemez
Hayâlî Bey
künc-i uzlet: Yalnızlık köşesi.

Hoş gören âkıl fenâ tavrını şöhret gözlemez
Künc-i uzlet isteyen kendüyü meşhûr istemez
Avnî
künc-i vasl: Kavuşma köşesi.

Künc-i vaslın o perî ellere ikrâr eyler
Bu acebdir bana ikrârını inkâr eyler
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
künde: Far. 1. İri ve kalın ağaç. 2. Suçlunun ayağına geçirilen tomruk. 3. Yakışıksız genç irisi. 4. mec. Hile, düzen, tuzak. 5. sp.

Güreşçinin hasmını altına alıp bir elini önden, ötekini arkadan geçirerek kilitlemesi.

Doğruluktan sapma lâkin öyle ol ki hîlede
Kurduğun tedbîr ile a’dâ bulunsun kündede
Neyzen Tevfik
küngür, küngüre: Far. Yüksek yer, tepe; kale ve hisar üzerinde yapılan şerefe, burç.

küngür-i iclâl: İkram tepesi.

İrtika: eyleyemez küngür-i iclaline akl
Kılsa da nüh-tabak-ı çerh-i bülendi mirkât
Yenişehirli Avni
küngür-i recâ: Ümit tepesi.

Çıkardı gûşe-i bâm-ı visâle dil ammâ
Ham-ı kemend-i emel küngür-i recâda değil
Nâbî
küngüre-i arş: Arşın tepesi.

Kıldı firâz küngüre-i arşı cilve-gâh
Lâyık değildişânına hakka bu hâk-dân
Bâkî
küngüre-i âsümân: Göğün en yüksek yeri.

Sath-ı zemîn ü küngüre-i âsümân nedir
Fasl-ı bahâr ü sayf ü şitâ vü hazân nedir
Ziyâ Paşa
küngüre-i aşk: Aşk tepesi.

Kıldı firâz küngüre-i arşı cilve-gâh
Lâyık değildi şânına hakka bu hâk-dân
Bâkî
küngüre-i kasr: Köşkün burcu.

Hengâm-ı şeb ki küngüre-i kasr-ı âsümân
Zeyn olmuş idişu’lelenipşem’-i ahterân
Bâkî
küngüre-i keyvân: Zühal yıldızının tepesi.

Ah-ı âşık der idim tîrineger nâvek-i âh
Delse eflâki geçip küngüre-i keyvânı
Nfî küngüre-i rif’at: Yücelik tepesi.

Manzar-ı himmetinin küngüre-i rif’atine
Eremez sarsar-ı tûfân-ı fenâ birle gubâr
Bâkî
künh: Ar. 1. Bir şeyin aslı, esası. 2. Kök, dip; esas, öz.

Derd-mend-i künhe hâr-ı rehin nafi’dir
Ne kadar enfa’ ise hastaya nîş-i fassâd
Nâbî
Zehî sultân-ı a’lâsın inâyet issi
Mevlâsın
Hem evlâlardan evlâsın ki künhüne hayâl olmaz
Ümmî Sinan
künh-i aşk: Aşkın aslı.

Cümle eşyâya hakîkat mâyedir aşk-ı İlâh
Künh-i aşkı bilmeyenler gelmesin bu meclise
Gaybî
künh-i zât: Zatın kendisi.

Bahr-i müstagrıktır dalınmaz bu bahra gavvâs bulunmaz
Lâ-taayyündür bilinmez künh-i zâtın yâ
Rabbenâ
Ümmî Sinan
künişt: Far. Yahudilerin havrası.

Sâf etmişiz derûnu rüsûm-ı mecâzdan
Sûret-pezîr-i gayr değildir küniştimiz
Nâbî
künûz: bk. kenz.

künûzât: bk. kenz.

kürbet: bk. kerb.

kûre: Far. 1. Demirci ocağı ve körüğü. 2. Küre.

Müdâvat-ı ilel nisbetledir ahvâl-i ma’lûma
Asâdan özge, çeşm-i kûre mîl-i tûtiya olmaz
Hayri (Viranşehirli Reisilküttab Mehmet) kûre-i haddâd-i gül-istân: Gül bahçesi demircisinin körüğü.

Ebr-i cûdundadır ol feyz ki reşhinden onun
Gül olup kûre-i haddâd-ıgül-istânagelir
Nedim kûre-i katran: Katran küresi.

Sû-yı gerdûna revân olsa sümûm-ı kahrı ger
Çeşme-i hûrşîd olurdu kûre-i katran-feşân
Üsküdarlı Hakkı Bey
kûre-i kîr: Katran küre.

Nûr-ı re’yinde eser bulsa eğer zerre kadar
Ola bir mihr-i felek her şerer-i kûre-i kîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
küre, kürre: Ar. 1. Yuvarlak, toparlak. 2. geo.

Küre. c. kürât.

küre-i âlem: Âlemin yuvarlağı.

Varlığın bilme ne hâcet küre-i âlem ile
Yeter isbâtına halkettiği bir zerre bile
Şinasi kürre-i âteş-feşân: Ateş saçan küre.

Döner her bir şerer bir ahter-i efsürde endâma
Vezan oldukça sarsar kürre-i âteş-feşân üzre
Ziya Paşa
küre-i arz: Yeryüzü yuvarlağı, dünya.

Cüst ü cû eylese âdem küre-i arzı tamâm
Hükm-ı kânûn-ı felekten bulamaz bir hoşnûd
Yenişehirli Avni
kürre-i pîşânî: Ön küre.

Mevc mevc kürre-i pîşânî
Satır satır kalem-ı Yezdânî
Nâbî
kürre-i zemîn: Yer küre, dünya.

Kürre-i zemîn olursa ne ola haşre dek pür-âteş
Benim âteş-i dilimden ona bir şerâre düştü
Ziya Paşa
kürât: Küre’ler.

Hülyâ içinde her biri gûyâ bütün kürât
Olmuş senin yolunda garîk-ı tefekkürât
abdülhak Hâmit
kürsî: Ar. 1. Oturulacak yüksek yer. 2. Taht. 3. Başkent. 4. Arş-ı azamın altında bir düzlükte olan
Levh-i mahfuz’un bulunduğu yer. 4. Bakara suresinin 255. ayetinin bulunduğu “Âyete’l
Kürsî” yer.

Bundadır bâkî nişân mu’ciz-ı Hayrü’l-beşer
Tâk-ı Kürsî nüsha-i mülk-i mülûk-ı kâm-kâr
Fuzûlî
Sana her meclisinde söyleriz sen mülzem olmazsın
Değil kürsiye vâiz arşa çıksan âdem olmazsın
Sâbit
kürsî-i celâl: “Celal” sıfatının en yüksek makamı.

Kürsî-i celâlin ki semâlarda zemînler
Bir nokta kadar sahn-ı muhitinde tutar yer
Mehmet Akif
kürsî-i melek: Melek tahtı.

Nazar etsen yer ü gök dûzah u cennet sende
Arş u kürsî-i melek sendedir elbet sende
Şeyh Galip
kürsî-i Mesnevî: Mesnevi tahtı.

Hakîm-nişîn-i kürsî-ı Mesnevî edicek
Kılar füyûz-ı nefes tarf-ı arşı istiab
Esrar Dede
(edicek: edince)
kürsî-i muallâ: Yüce taht.

Gece kime kuruldu bu hargâh-ı murassa’
Gündüz kime uruldu bu kürsî-i muallâ
Nizami kürsî-i pûlâd: Çelik kürsü.

Uruldu sikkesi kürsî-i pûlâd üzre ol şâhın
Derâhimdir değil kürsîde yer yer encüm-igarrâ
nadirî (Ganizade)
küs: Far. Kadın tenasül organı, ferç.

Akdeniz sularına olsa revân
Küs-i deryâya kalırdı hayrân
Sünbülzâde
Vehbi küstâh: Far. Dik başlı, âsi.

Ne bu renciş sana küstâh nigâh eylemedik
Bakıp âyîne-i ruhsârna âh eylemedik
Nâbî
Ne ola küstâh olursa pîş-igülde bülbül ey Nâbî
Mürâât-ı edeb dest ü dil-i mest-âneden gelmez
Nâbî
Oturma kasr-ı gerdûn içre küstâh
Değildir kimseyepâyende bugâh
Cinânî
küstâh-âne: Küstahçasına.

Gâh küstâh-âne harf-endâz-ı vasl oldukça ben
Dest-i nâzın perde-i ruhsâr-ı al eylerdi yâr
pertev Paşa
küsûf: Ar. Güneş’in tutulması.

Küsûf içinde kalan âfitâba benzettim
Dökünce pertevini mâhitâb hüsnünüze
Abdülhak Hâmit
Küsûf sanma ki pûşîdedir cemâline mihrin
Görünce pertev-i hüsnün gözü karardı sipihrin
Nazif (Âmidî)
Zulmetin nûru, küsûfun keşfi, hecrin vaslı var
İnkıbâzın bastı, usrün yüsrü, akdin faslı var
Lâ küşâd, güşâd, küşâde, güşâde, küşâyiş, güşâyiş: Far. Açma, açılma.

Erdik bahâra sen yine şâd olmadın gönül
Her yanda güller açtı küşâd olmadın gönül
Şeyhülislam Yahya
Tevekkül bâd-bânın kıl güşâde fülk-i ihlâsa
Eser bahr-i emelde bir muvâfik rûzgâr elbet
Fıtnat
Hanım
Ne nâmedir ki bu hüsn-i beyân unvânı
Eder küşâde dil ü tab’-ı müstemendânı
Nef’î
küşâd-ı gonca-i dil: Gönül goncasının açılması; gönlün mutlu olması.

Bu nev-bahârda ancak açıldı lâle-i dâg
Küşâd-ı gonca-i dil kaldı bir bahâra dahi
Riyazî
güşâd-ı gonce-i maksûd: Arzu edilen goncanın açması.

Görürse tâli’-i menhûsuma bir sâat-ı mes’ûd
Felek tahvîl-i sûret eyleyip leyl ü nehâr etmez
Keçecizade İzzet Molla
güşâd-ı gonce-i rû-pûş-ı istiğnâ: Nazlanan yüz örtüsü goncasının açılması.

Güşâd-ı gonce-i rû-pûş-ı istiğnâ için
Esrâr
Çemende bülbüle her dem figân ister mi ister yâ
Esrar Dede
küşâd-ı kîse-i râz: Gizli keseleri açma.

Havâle-i sitemi râm-cû-veş âmâde
Küşâd-ı kîse-i râz etmenin zemânı değil
Nâbî
küşâde: Açılmış, açık, müştak.

Süzülmüş bâde hâtırlar küşâde meclis âmâde
Nisâb-ı ayş u işretten ahibbâ igtinâm üzre
Nâilî
Nevâziş-i kereminle zemâne olmuştur
Misâl-i hâtır-ı gül-şen güşâde vü hurrem
Nedim
Küşâde oldu yâ hû dost bağında gül-i vuslat
Öyle bülbül olan âh çeksin pür-figângelsin
Âdile Sultan
güşâde-baht: Açık talih; bahtı açık.

Güşâde-baht ü kavî tâli ü bülend ikbâl
Huceste zat u sütûde-sıfat u pak-nihâd
Nef’î
güşâde çehre: Güler yüz.

Olurdu gonce-i gül gibi tâ kıyâmete dek
Güşâde-çehre vü handân-leb ü şüküfte-derûn
Nef’î
güşâde-rûy: Açık yüzlü; güler yüzlü.

güşâde-rûy-ı nikâb: Peçenin açılması.

Açılma olsa da nâ-dân güşâde-rûy-ı nikâb
Dem-ı Şubattaki nev-bahâra aldanma
Sâmi (Arpaeminizade Vakanüvis
Mustafa Bey)
küşâyiş, güşâyiş: Açılma, açılış; ferahlık.

Hazân-ı hicrde seyr eyle sînemin dâgın
Güşâyişi o gülün nev-bahâragelmez imiş
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
Bu kelâm-ı hâtifi verdi küşâyiş zihnime
Hikmet-i bed-rengî-i âlemde oldu müstebân

Bir güşâyiş, bir letâfet var bugün eflâkte
Varsa dünyâdan çekilmiş âşinâlardan biri

güşâyiş-i gül-i maksûd: Arzu gülünün açılışı.

Hemîşe handeye ol la’l-i dür-feşân düşmez
Güşâyiş-igül-i maksûd her zemân düşmez
Nâbî
küşâyiş-i ikbâl: Talih açıklığı.

Mağrûr olup güşâyiş-i ikbâle, alma âh
Zîbende-gî-i gülşeni bâd-ı hazân bozar
Emin (Hilmi)
güşâyiş-i ümmîd-i nev-zuhûr: Yeni ortaya çıkmış ümidin açılışı.

Vicdânında bir güşâyiş-i ümmîd-i nev-zuhûr
Hissetmek ihtiyâc-ı garbiyle bî-huzûr
Faik
Âli
güşâyiş-pezîr: Açılış kabul eden, açılan.

Hâmûşî-i edeb ki güşâyiş-pezîr olur
Bir goncadır hadîka-i ahlâkdan kopar
Nâilî
küşt, küşte: Far. Öldürülmüş. c. küştegân-
Etmezdi vefâ aldığı nakd-i dil-i uşşâk
Ebrûlarının küştelerinde diyet olsa
Nâbî
Hased ol küşteye kim haşre dek olmaz zail
Lezzet-i tîğ-ı gamın zaika-i cânından
Nâilî
Cinânî hat çıkarmış katl-i uşşâk için ol hûnî
Mukarrer küştesisin sen de ol şemşîr-i müjgânın
cinânî
küşte-i aşk: Aşk yüzünden öldürülmüş.

Hûn-feşân-ı sitem ü nâz değildir billâh
Küşte-i aşk olanın hâline ağlar hancer
Şeyh Galip
küşte-i cânân: Sevgili uğruna öldürülmüş.

Bana dirlik yeter ol kim ölicek derdinle
Meşhedim mermerine küşte-i cânân yazalar
Necati Bey
(ölicek: ölünce)
küşte-i hecr: Ayrılıktan öldürülmüş.

Küşte-i hecriz safâ-yı vasl-ı cânân isteriz
Kâlıb-ı efsürdeyiz haşr olmağa cân isteriz
Cinânî
küşte-gân-ı tîğ-ı çeşm: Göz kılıcı ile öldürülenler.

Görünce küşte-gân-ı tîğ-ı çeşmin mülk-i câvidân
Mesîhâ da hayât-ı câvidânın verdi yağmâya
Esrar Dede
küşte-i hâr-ı gam: Gam dikeniyle öldürülmüş.

Gülsitânda berg-i gül sanman dağılmış bâddan
Küşte-i hâr-ı gam olan andelîbin kanıdır
Âhi
küştegân: Öldürülmüşler; ölüler. dil-küştegân-ı şehr-i belâ: Bela şehrinin ölüleri.

Mecrûh-ı tîğ-ı aşkın olan merhem istemez
Dil-küştegân-ı şehr-i belâ mâtem istemez
Leskofçalı Galip
küşt-zâr: Ölüler yeri, mezarlık.

Dâne-i hâli izarında komaz hatt-ı siyâh
Küşt-zare gelicek mûr-çeler dâne çeker
beliğ (gelicek: gelince)
küştenî: Öldürülmeye layık.

Ten-i bîmâra tîmâr eylemez öldüm desem ammâ
Rakîb-i küştenîye çâre-sâz olmaktagittikçe
Cinânî
küştenî: bk. küşte.

küştî, küşt: Far. Güreşme, pehlivanlık.

küşt-gîr, küştî-gîr: Güreş tutan, güreşçi, pehlivanlık.

küşt-gîr-i felek: Feleğin pehlivanı.

Dilerse ayağın almaya küşt-gîr-i felek
Ayağın almak için etme kimseye pâ-bend
Figânî
kütüb: bk. kitâb.

küşâyiş: bk. küşâd, güşâd.

küşende: Far. Öldüren, öldürücü.

Benler yüzünde sûhte pervâneler-dürür
Var mı izar-ı yâr gibi bir küşende şem’
Hayâlî Bey
küşte: bk. küşt.

kütle: Ar. Küme, yığın.

kütle-i deycûr: Çok karanlık yığın.

Sâhil gunûde kütle-i deycûr, ufuk abûs
Gök pür-sehâb ü zıll, ona sen mehbit-i ukûs
Tevfik Fikret
küttâb: bk. kitâbet.

kütüb: bk. kitâb.

küûs: bk. ke’s.

L
lâ: Ar. Olumsuzluk edatı.

Nasîhat eyledikçe ona lâlA
Kabûl etmezdi sözü derdi: Lâ lâ
Zâti
Lûtfu o kadar ki lâ demek havfından
Etmez diline lafz-ı şehâdet cereyân
Nâbî lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâh: (Kuvvet ve kudret Allah’tadır.)
lâ ilâhe illallâh: (Allah’tan başka tapılacak yoktur)
lâ-beka: Fani, ölümlü.

Lâ-beka olduğun idrâk eden erbâb-ı şuûr
Olmaz âlemde heves-kâr-ı sürûr-i ikbâl
Hersekli Arif Hikmet
lâ-be’s: Beis yok, önemli değil.

Tek olmasın kavâid-i ihlâs ber-taraf
Lâ-be’stir merâsime dâir kusûrumuz
Nâbî
lâ-büdd: Lâzım, gerekli, mutlaka.

Şiir pür-kârm gibi encâmı lâ-büdd şevk olur
Olsa pergâre
Rızayî bâis-i âgâza şevk
Rızayi
Olur her tünd-hûy ser-keşi bir râm eder düşmen
Ne denlü saht ise âteşle lA-büdd nerm olur âhen
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
lâ-cerem: Mutlaka, behemehâl, şüphesiz.

Zâhidin gönlünde cennet âşıkın dîdâr-ı yâr
Lâ-cerem her kişinin başında bir sevdâlı var
Lâ’lî (Üsküplü)
Eşk ü âhımdan sakınmaz lâ-cerem serv ile gül
Cûydan incinmez ü bâd-ı sabâdan korkmaz
Necati Bey
lâ-çîn: Kıvrımsız, bükümsüz.

Süzülmüş bir şikâra iki şeh-bâz ol iki ebrû
Şikâr-istân-ı hüsnün gözleridir iki
M-çîni
Hayâlî Bey
lâ-edrî: Söyleneni bilinmeyen nesir veya nazım parçası.

Kısaca “Lâ” da kullanılır.

İ’tizarı hadd-i cürmünden kebîr

lâ-fark: Farksız.

Ümîd-i mîve etmektir nihâl-i servden lâ-fark
Kerem me’mûl olunmak şimdi bu asrın kibârndan
Münib (Hoca Mustafa)
lâ-halâ: En yüksek göğün arkası.

Ne ummândır
İlâhî lâ-halâ kim
Bütün ecrâm eder anda şinâhı
Recaizade Ekrem (andâorada)
lâ-imkân: İmkânsız.

Revzeninden görünür aksâ-yı deşt-i lA-imkân
hakkı
lâ-kayd: Kayıtsız, aldırmaz, kaygısız.

Tükürün cebhe-i lâ-kaydına
Şarkın, tükürün
Kuşkulansın, görelim, gayret-i halkın, tükürün
Mehmet Akif
lâ-mekân: Mekânsız, yersiz, yurtsuz.

Benden benliğim gitti hep mülkümü dost tuttu
Lâ-mekâna kavm oldum mekânım yağmâ olsun
Yunus Emre
Hızr’a minnet çekme var sonra dil-ı Nef’î gibi
Lûle-ı Ab-ı Hayât-ı feyz ile leb-ber-leb ol
Nef’î
Ol şâh ki tahtı lA-mekândır
Cârûb-keşi kerrûbiyândır
Şeyh Galip
Hak TaâlA azamet âleminin pâdişehi
Lâ-mekândır olamaz devletinin taht-gehi
Şinasi
lâ-melâ: En yüksek göğün arkası.

Lâ-melâyı pür eder edhine-i fahm-i emel
Matbah-ı cûdı eğer açsa sipihrepâçenk
Kâzım Paşa
Kimi endîşe-kâr-ı lA-halâdır
Kimi bürhan-şümâr-ı lâ-melâdır
İsmail Safa
lâ-muhâle: Elbette, mutlaka, gerekli.

Lâ-muhâle seni mağbûn eyler
Geçirir deftere medyûn eyler
Sünbülzade Vehbi
lâ-reyb: Şüphesiz.

Olmuştu o mahbûb-ı serâ-perde-i lâ-reyb
Itlâk-ı nikâb-ı haremigayb-ı hüvviyet
Sâmi
lâ-şerîke-leh: Hiçbir yerde benzeri ve ortağı olmayan.

Mesâg olaydı eğer lâ-şerîke-leh derdim
Nazîri gelmedi âlemde hüsn ü ân olalı
Yahya Kemal
lâ-şey: Bir şey değil, pek değersiz iş.

Vay ona kim eyleye lâ-şeyden istimdâd-ı feyz
Yuf ona kim eyleye nâ-kesden ihsân iltimâs
bağdatlı Ruhi
lâ-tâil: Boş, anlamsız.

Hâsılı şiire girişmek müşkül
Çünkü ebhâsı bütün lâ-tâil
Sait
lâ-taayyün: Belirsiz.

Bahr-i müstagrıktır dalınmaz bu bahra gavvâs bulunmaz
Lâ-taayyündür bilinmez künh-i zâtın yâ
Rabbenâ
Ümmî Sinan
lâ-ya’kıl: Aklını kaybedecek derecede sarhoş.

Kays’ı lâ-ya’kıl edip
Kûh-ken’i kıldı helak
Bâde-i câm muhabbet bizi neyler görelim
Cevn
Cihân-ı bî-sebâtın rağmına devr ettirip câmı
İçip lâ-yakl olmak şâh-ı devrân olmadan yeğdir
Nev’î
lâ-yefhem: Anlayışsız.

Mehcûr-ı Adn-i maksad olur âdemim diyen
Dünyâda kâm alır har-ı lâ-yeşhemim diyen
Fâik (Manastırlı Salih)
lâ-yefnâ: Tükenmez, bitmez.

Dehri pür-gevher eder noksan-pezîr olmaz yine
Bahr-i zehhâr-ı kerem mi kenz-i lâ-yefnâ mıdır
Yenişehirli Avni
lâ-yemût: Ölmez, ebedî, baki, daim.

Ey kabr gelir bana sükûtün
Takrîri o
Hayy-ı M-yemûtun
Abdülhak Hâmit
lâ-yetecezzâ: Bölünmeyen, daha fazla parçaya ayrılmayan en küçük parça.

Gülüp açılmak umulmaz deheninden meğer ol dür
Cüz’ kim lA-yetecezzA der ona ehl-i dekâyık
Fuzûlî
Eğer âyîne-i irfânına akseyler ise
Katre-i ld-yetecezzd görünür bahr-i ulûm
Yenişehirli Avni
lâ-yetenâhî: Nihayeti ve ucu bucağı olmayan.

Lâ-yetenâhîlerde ser-mest-i hayât
Eyledim geşt ü güzâr-ı kâinât
Kemalzâde Ekrem Bey
lâ-yezâl, lâ-yezûl: Zevalsiz, yok olmaz.

Bu sırr-ı hikmeti idrâk mümkün olmadı âh
Nedir bu hikmetin ey lâ-yezal olan
Ma’bûd
Nâzım Paşa
lâ-yezâl-i câvidân: Sonsuz zevalsizlik.

Afitâb-ı subh-ı ma’nâ bezm-i endîşemde cânı
Bâde feyz-ı Lâ-yezal-i câvidânımdır benim
Nef’î
lâ-yezâlî: Ebedi olan Allah’a ait.

Ey gül-şen-i bâğ-ı Lâ-yezalî
Bir evc-i safâ meh-i kemâlî

lâ-yuadd: Sayılmaz, sayılamaz, pek çok.

Öyle bir eşşek ki bâlâsındaki teşdîdinin
Alet-i tîmâra benzer lA-yuadd dendânı var
Ferid (Hariciye Nezareti
Tercüme
Mümeyyizi İbrahim)
lâ-yüfnâ: Yok olmaz, tükenmez.

Mülk-i nazmım kenz-i lA-yüşnâya mâlik şâhıyım
Leşkerimdir şâirân-ı evvelm ü âhirîn
Hayâlî Bey
lâ vü neam: 1. Hayır ve evet. 2. Çok defa hiçbir şey söylememe hâlinde kullanılır.

Taleb-i meblağ-ı ma’hûd ile varsam yanına
Nakş-i dîvâr gibi yok bana lâ vü neamı
Beliğ lâbe: Far. 1. Söz. 2. Dalkavukluk. yüzünden söylenen söz.

Bu denlü lâbeden sonra o dil-i mekr-engîz
Dürûg-âmîz bir vadeyle şâd etmesin n’itsin
Nâbî
Ümîd-i vasl ile şol denlü ettim labe vü zarî
Gürîzan oldu ol nâzük-beden arz-ı niyâzımdan
Cinânî
lâciverd, lâceverd: Ar. 1. Lacivert. 2. Koyu mavi, değerli bir süs taşı.

Germdir şâm u seher mihrinle çarh-ı lâciverd
Geh sirişk-i al eder izhâr ki ruhsâr-ı zerd
Fuzûlî
Önümde bir gece, bir gavr-ı lâciverd-i zalâm
Derinleşir beni pûyângörüp kenârında
Tevfik Fikret
Olur üftâde-i hâk-i dem-i feyz-ı Hudâ âşık
Serây-ı dilde lâciverd cây-ı pâk-i şânım var
Âdile Sultan
lâciverdî: Laciverd renginde; sema, gök.

Bir lâciverdî kâsede her subh mihr altın ezer
Vasfı cemâlin yazmağa cânâ gerektir hall-i zer
Şeyhülislam Yahya
Ufukla işte şu pehnâ-yı lâciverdîde
Ağır ağır yürüyor bir hayâl-i hûn-âlûd
Tevfik Fikret
lâf: Far. Boş lakırtı, boş söz.

Lâf eyleme zebân-ı tefâhür-feşân ile
Bâlâ-yı bâma çıkma çürük nerdübân ile
Nâbî
Şimdi
Asım, edebiyâtı bırak, bir tarafa
Daha ciddî işimiz var, geçelim başka lâfa
Mehmet Akif
lâf-ı bî-ma’nâ: Manasız söz.

Lâf-ı bî-ma’nâya âkıl eylemez vakf-ı sımâh

lâf-ı bürût: Bıyık sözü.

Dünbekîler eser-i fakr u fenâ gösteremez
Nitekim merd-i kalender edemez lâf-ı bürût
behiştî
lâf-ı daVâ: Mesele olan söz.

Hasb-i hâlimdir husûsa lâf-ı da’vâ ber-taraf
Gerçi sâhib-i lâf olur erbâb-ı tab’ın ekseri
Nef’î
lâf-ı da’ vâ-yı enâniyyet: Bencillik davasının sözü.

Lâf-ı da’vâ-yı enâniyyet ne lâzım
Arife
Herkesin âlemde bin mâ-fevki, bin mâ-dûnu var
Esat
Muhlis Paşa
lâf-ı hıred: Akıl sözü.

Bezm-i ışkında
Nizamî ger ura lâf-ı hıred
Alalım aklını bir cür’a ile deng edelim
Nizami lâf-ı hüsn: Güzel söz.

Sen dururken kimseye lâyık değildir saltanat
Gün var iken aya lâf-ı hüsn değmez lâ-cerem
nizami
lâf-ı kabîh: Çirkin söz.

Değil bu ehl-i maânî katında laf-ı kabîh
Tahaddüs-i niam eydür bu hâle ehl-i makâl
nizami (eydür: söyler)
lâf ü güzâf: Boş söz.

Gelin insâf edelim fark edelim mikdârı
Şâiriz biz diyerek lâf ü güzâfı koyalım
Muradî (Sultan IV. Murat)
Elhân duyulmadıkça belâgat girân gelir
Lâf ü güzâftan mutehassıl kesel gibi
Yahya Kemal
lâf-zen: 1. Geveze, lafazan. 2. Övünen, övüngen.

Lâf-zendir vâiz-i bî-zevkı sanman ehl-i hâl
Kim makâlatındayoktur fer-i güftâr-ı ricâl
behiştî
lafz: Ar. Ağızdan manalı veya manasız olarak çıkan söz. c. elfâz.

Teâlallah zehî dîvân-tırâz-ı sûret ü ma’nî
Ki cism-i lafz ile rûh-ı meâlî eylemişpeydâ
Nâbî
Kümeyt-i ma’nî eyler sâha-i ıtlâkda cilve
Sevâd-ı lafzdan istersepâyında ikâl olsun
Nâbî
Lafzı rumûzu mahzen-i esrâradır künûz
Ayağı tozu dîde-i ervâha tûtiyâ
Nizami lafz-ı bî-ma’nâ: Anlamsız söz.

Hudâ dîvâr-ı devlet-hâne-i erbâb-ı ikbâli
Gehî bir lâne-i güncişk-i bî-ârâm için saklar
sürûrî
lafz-ı bişnev: “Dinle” sözü.

Şeb-i lahûtda manzûme-i ecrâm gibi
Lafz-ı bişnev’le doğan debdebe-i ma’nâyız
Yahya Kemal
lafz-ı cân-bahş: Can bahşeden söz.

Yetmek olmaz lafz-ı cân-bahşınla ağzın sırrına
Vahiydir gûyâ bu kim mutlak ağız yok var lafz
Fuzûlî
lafz-ı celâdet: Yiğitlik sözü.

Ma’nî-i lafz-ı celâdet sensin ey kişver-küşâ
Kavlimi isbât için dünyâyı eşhâd eylerim
Muallim Naci
lafz-ı cemîl: Güzel söz.

İsm-i zat oldu ona lafz-ı cemîl
Hüsne tâkat mı eder kalb-i alîl
Enderunlu Fazıl lafz-ı evân: Çağın sözü.

İşittin mi sen ebnâ-yı zemânı
Nasıl memdûd okur lafz-ı erânı
Tevfik Fikret
lafz-ı evsâf: Vasıflı söz.

Nice tevsen ki edip sür’at-i seyri te’sîr
Lafz-ı evsâfı çıkarken göremem hâmemden
Keçecizade İzzet Molla
lafz-ı garîb: Garip söz.

Ey şi’r meyânında satan lafz-ı garbi
Dîvân-ı gazel nüsha-i kâmûs değildir
Nâbî lafz-ı hâyîde-i tûtî-i şeker-hâ-yı sühan: Şeker çiğneyen papağan gibi ağızdan ağıza dolaşan söz.

Ağzına almaz eğer kand-i mükerrer olsa
Lafz-ı hâyîde-i tûtî-i şeker-hâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
lafzatü’l
İlâhî: İlahi söz.

Lafzatü’l
İlâhî açılmış güldür
Hakanî
lafz-ı meşhûr: Meşhur söz.

Geçinir ma’nî-i hâyide ile
Lafz-ı meşhûr ü cihân-dîde ile
Nâbî
lafz-ı nâsır: Yardım sözü.

Hâme-i mu’ciz-rakamla eyledim bir bir hesâb
Geldi bin yüz kırk lafz-ı nâsırla feth-i karîb
Nedim
lafz-ı nîste: “Yoktur, değildir” sözü.

Göstermesin o kaht-ı sühan meclisin
Hudâ
Ki âlûde-i tenahhuh ola lafz-ı nîsteler
Nâbî
lafz-ı rûşen: Parlak söz.

Lafz-ı rûşen içre ma’nâ-yı latîfigösterip
Câm-ı billûru safâ-bahşa kodum sâfîşarâb
Nef’î
lafz-ı sadâkat: Doğruluk sözü.

Sirkat çoğalıp lafz-ı sadâkat modalandı
Nâmûs tamâm oldu hamiyyet yeni çıktı
Ziya Paşa
lafz-ı sakîm: Yanlış söz.

Söz müdür ol ki çep ü râst düşse bir mazmûn
Nice ma’nâ-yı dürüstün boza bir lafz-ı sakîm
Nef’î
lafz-ı seyyiât: Kötü sözler.

Bana olaydı eğer lafz-ı seyyiât alem
Tamâmı ism-i müsemmâda eyler idi karâr
Ziyâ Paşa
lafz-ı şehâdet: Şahitlik sözü.

Lûtfu o kadar ki lâ demek havfından
Etmez diline lafz-ı şehâdet cereyân
Nâbî
lafz-ı taleb: Arzu edilen söz.

Şerh-i kitâb-ı âleme bir metn-i muhkemiz
Lafz-ı talebde ma’nî-i matlûb-ı âdemiz
Esrar Dede
lafz-ı vefâ: Vefa sözü.

Lâfz-ı vefâyı yazsa da bilmez meâlini
Kimse güvenmesin bu zemâne kibârına
Ahmet
Cevdet Paşa
lafzatu’llah: Allah kelimesinin yazıldığı şekil.

Kameti olmuş idi
İslâm’a
Lâfzatu’llahgibi ser-nâme
Hakanî
elfâz: Lafz’lar, sözler.

Her hangi hayâl ise musavver
Elfâzıgelir onun berâber
Ziya Paşa
lâg: Far. Şaka, latife.

Hengâm-ı seherde açılıp bağa benefşe
Etfâl-i çemenle girişir bağa benefşe
Hayâlî Bey
lâgar: Far. Zayıf, cılız, arık.

Murâdî bizde aceb hâl var anlar isen
Gehîce lâgar u gâhî mücessemiz cânâ
Muradî (Sultan III. Murat)
Hasret-i la’l-i leb-i yâr ile tahsîl etmiş
Teni lâgar, kadi çenber, ruhu asfer hâtem
Bâkî
Aşk sevdâlarına uğramasa kalmaz idi
Mûy-ı jülîde ile bir ten-i lagar sünbül
Bâkî
lâgar-ı miyân: Zayıf belli.

Câ-be-câ yaktı karanfiller başında meş’ale
Aşk-ıla lâgar-ı miyân olmuş ser-â-pâ üstühân
Nuri
lağv: Ar. 1. Boş ve faydasız şey. 2. Kaldırma, hükümsüz bırakma. 3. Atlama, yanılma.

Diyelim biz de hatâya tevbe
Lağvı bîhûde-edâya tevbe
Sünbülzade Vehbi
Bizim küfrânımız lağv olduğuna şüphe yok ancak
Onu sen cünbiş-i aklam-ıgufrânınla kıl ilgâ
Nâbî
lagzîde: Far. Sürçmüş, kaymış.

Nâz ile edince bezme reftâr
Lagzîde olurdu pây-ı enzar
Nâbî
lağziş: Far. (ayak, el, dil) kayışı, sürçüşü.

Zevk-ı mey bir nimet-i uzmâdır ehl-i derd için
Sarhoşun her lağzişi bir secde-i şükrânıdır
Muallim Naci
lâğziş-i pây-ı bûse: Öpücük ayağının kayışı.

Bir gûne mücellâ ki karâr eyleyemez
Tâ nâfina dek lâğziş-i pây-ı bûse
Nâbî
lahd, lahid: Ar. Mezar, kabir.

Hatt-ı lebin gam ile kara yer olanlara
Hâk-i lâhd abîr ola seng-i mezar la’l
İbn-ı Kemal
Arif ol, ârif ki, asla farkı yoktur ârife
Kûşe-i lahdin kenâr-ı mâder ügehvâreden
Muallim Naci
Çık
Fâtıma lahdden kıyâm et
Yâdımdaki hâline devâm et
Abdülhak Hâmit
Târîh, o bizim eştiğimiz kanlı harâbe
Saklar sayısız lahd ile milyonla kitâbe
Mehmet Akif
lahid-güzîn: Lahdi seçilmiş.

Bir ıztırâbına pâyân verip dil-i rencûr
Olunca cism-i nizâm lahid-güzîn-i huzûr

lâhik, lâhika: Ar. Lühûk’tan; 1. Yetişen, ulaşan. 2. Eklenen. 3. Sonradan tayin edilen. c. levâhik.

Medeniyyet girebilmiş yalınız fenniyle
O da sâhiblerinin lâhik olan izniyle
Mehmet Âkif
lahm: Ar. Et.

Tecemmu eyledi
Meydân-ı Lahm’e
Edip küfrân-ı ni’met nice bâgî
Koyup kaldırmadan ikide birde
Kazan devrüdi söndürdü ocağı
Keçecizade İzzet Molla
lahm-ı hafîf: Hafif et.

Cisminin lahm-ı hafîf idi tamâm
Lahm u şahm issi değildi evhâm
Hakanî
lahm-ı kadîd: Kuru et.

Her kim ki verir âşık-ı bî-tâba tesellî
Gûyâ nemek-feşânlık eder lahm-ı kadîde
Nâbî
lalın: Ar. Nağme, ezgi; sesin ahengi. c. elhân.

Lahn okur âyât-ı hüsniyyâtı gördü andelîb
Şâh-ı gül evrâkını çıkardı koynundan hemîn
Necati Bey
lahn-i amîk: Derin nağme.

Şi’rin daha hîç duymadığı lahn-ı amîkı
Cenap Şahabeddin lahn-i giryân: Ağlayan ses.

Uzaktan bir sadâ, bir lahn-i giryân
Bükâ-yı tıfla benzer bir boğuk ses
Tevfik Fikret
lahn-i inkisâr: Kırık ses.

Tellerin lahn-i inkisâriyle
Hangi metrûke böyle eğleniyor
Cenap Şahabeddin
elhân: Nağme’ler, ezgiler.

Ne güzel manzara ne hoş elhân
Ona dil-besteyim buna hayrân
Recaizade Ekrem
elhân-ı kâinât-ı hazîn: Hüzünlü kâinatın nağmeleri.

Yazayım ben acıklı bir güfte
Sen de elhân-ı kâinât-ı hazîn
Toplayıp da yapar mısın beste
Hüseyin Sîret
laht: Far. Bir şeyin parçası, parça.

Laht laht olmuş iken gamze direfşini çekip
Çâre-sâz olmadı bir gün ten-i gam-fersâya
Fuzûlî
Ede erre-i mihnet-i aşk-ı saht
Der-i mey-kede gibi sînem dü şObh
Şeyhülislam Yahya
laht-ı ciğer: Ciğer parçası.

Ettikçe geşt-i deşt-i sitem şâh gamzesi
Lâht-ı ciğerle sâha-i dilde yemeklenir
Neylî
Dil mest-i gam bir âşık-ı hâne-harâbdır
Laht-ı ciğer ona gül-işem’-işarâbtır
Esrar Dede
laht-ı dil: Gönül parçası.

Tamâm derdle laht-ı dili müzab ederek
Dem oldu ola ter-âvîde eşk-i hûn-âlûd
Sâbit
lâhûr: Far. Hindistan’da
Pencap eyelatinin merkezi.

Geçip
Lâhûr ü Mâhûr’u
Acem’de söyledim vasfın
Nihâvend ü Irâk ü İsfahân’da nağme-sencâna
Sünbülzade Vehbi
Gördüm ol meh dûşuna bir şâl atıp lâhûrdan
Gül yanaklar üstüne yaşmak tutunmuş nûrdan
Yahya Kemal
lâhût: Ar. Uluhiyyet âlemi, Tanrı âlemi, İlahi âlem.

Ma’nî-i lâhûtunu nâsûtta izhâr için
Ademe sûret verip ta’lîm-i esmâ eyledim
Yenişehirli Avni
Rûy-ı dost âyînedir eyler dile aks ü nigâh
Zevk ile cânı verir çün rûy-ı zîbâ cândadır
Âdile Sultan
Siz ey başındaki destârı etmeyip de fedâ
Onunla âlem-ı Lâhût’a yükselen şühedâ
Mehmet Akif
lâhût-pâye: Yüksek derecede.

Gönül avâlim-i lâhut-pâye-işi’rin
Tasavvur eyleyemez hâricinde ulviyyet
Tevfik Fikret
lâhût-nişân: İlahi âleme benzeyen, ulvi.

Sana bir başka zemîn başka zemân lazımdı
Sana bir âlem-ı Lâhût-nişân lâzımdı
Tevfik Fikret
lâhûtî: Tanrı âlemiyle ilgili olan, İlahi.

Ne tûtî-i nakş-bîn-i âlem esrâr-ı lâhûtî
Ki levh-i cevher-i gül ona mir’ât-ı mücellMır
Sabn
Ne lahûtî sadâ “Allahü
Ekber” sarsıyor cânı
Bu bir gül-bâng-ı Hak’tır, çok mudur inletse ekvânı
Mehmet Akif
lahza: Ar. 1. Bir bakış, bir göz atma. 2. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen zaman.

Ehl-i temkînim beni benzetme ey gül bülbüle
Derde sabrı yok onun her lahza bin feryâdı var
Fuzûlî
Kenâr-ı dest-i aşka pâ-nihâde olduğum günden
Cefâdan olmadım bir lahza hîç âzad ey bî-dâd
Esrar Dede
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum
Her lahza bir alev gibi hasretti duyduğum
Yahya Kemal
lahza lahza: An an, zaman zaman.

Lâhza lâhza gönlüm odundan şererlerdir çıkan
Katre katre göz döken sanman sirişkim kanıdır
Fuzûlî
lâ’im: bk. levm.

laîn: bk. la’net.

lakab: Ar. Asıl isminden başka olan isimler, soyadlardır.

Resmi ıstılahlarda, hususi rütbelerde kullanılır: devletlü, saadetlü, fütunetlü gibi kullanılır.

Mesela sadrazamlara: devletlü, fehametlü; seraskerlere: devletlü re’fetlü; padişah damatları ve müşirlere: devletlü siyadetlü gibi şekillerde kullanılır. c. elkâb.

Çün
Mustafâ denildi lakab zât-ı pâkine
Bildim ki cümle âleme gökten iner lâkab
Hamdullah Hamdi
elkâb: Lâkab’lar.

Elkâbın ile zeyn olalı sadr-ı evâmir
Bâlâya suûd eyledi unvân-ı vezâret
Nâbî
Hüsn u kişver-i nazmım ki debîrân-ı hayâl
Eder elkâbımı her dile bu gûne tesvîd
Nef’î
Böyle âgâz eylesin şimdengeri elkâbına
Câmi’ ne kubbe-i kevnin hatîb-i minberi
Nef’î
Hüsrev-i kişver-i nazmım ki debîrân-ı hayâl
Eder elkâbımı her dilde bu gûne tesvîd
Nef’î
lâkin: Ar. e. Fakat, yalnız, şu kadar ki, şu var ki.

Lâkin Allah etmesin, bir düşse şâyet âilât
En kavî kollarla, hattâ kalkamaz imkânı yok
Mehmet Akif
Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-i mezâlim
Tevfik Fikret
Gönlümü gasbeyledin dünyâ harâm oldu bana
Ben yine lâkin sana hakk ım helâl olsun derim
İsmail Safa
laklak, laklaka: Ar. Boş, anlamsız söz.

Hep maglata vü laklakadır bâtın u zahir
Bir nokta imiş asl-ı sühan evvel ü âhir
Bağdatlı Ruhi
Gördük karakuş yerinde laklak
Boş bulduk o âşiyânı aldık
Abdülhak Hâmit
la’l: Ar. 1. Yakut gibi kırmızı bir çeşit kıymetli taş.

Makbulü, Bedahşan dağlarında bulunduğundan “la’l-ı Bedahşanî” sözü kullanılır. 2. ed. Dudak. 3. Kırmızı mürekkep.

Dişledimse la’lin ey kanım döken kahreyleme
Tut ki kan ettim adâlet eyle kanı kana tut
Fuzûlî
Ağzın dişin hayâli cihân dar mıdır ki kor
Gözümde la’l hokka ile dane dane dür
Şeyhi
Cân-fedâ-yı la’liyim bir dil-ber-i cân-perverin
İstemem ben
Hızr’ın olsun
Çeşme-ı Ab-ı Hayât
Yenişehirli Avni
Batırıp hokka-i la’le hâme
Kanlı yaş ile yazardı nâme
Sünbülzade Vehbi
la’l-i âb-dâr: Güzelin dudağı.

İltifâtundur sözüm bu resme rengîn eyleyen
Terbiyetle taşı la’l-i âb-dâr eyler güneş
Hayâlî Bey
la’l-i ahmer: Kırmızı dudak
Ellerindeyeşim-i ahdar la’l-i ahmerden kadeh
Her kim içer ol kadehden mest-i câvîdândur
Cem Sultan
la’l-i âteş-gûn: Ateş renkli dudak.

Ne iktizâ eder elmas u la’l-i âteş-gûn
Vuralım âteşe kâlâ-yı gam-ı devrânı
Yine nûş eyleyelim bâde-i âteş-gûnu
Nâbî
la’l-i Bedahşân: Bedahşan la’li.

Ger kara taşı kızıl kan ile rengîn etsen
Rengi tağyîr bolur la’l-ı Bedahşân olmaz
Fuzûlî
la’l-i cânân: Sevgili dudağı.

Dem ursa nutk-ı safâ-bahşa la’l-i cânânım
Diler ki pîrehen-i cismi çâk ede cânım
Behiştî
la’l-i cân-bahş: Hayat veren dudak.

La’l-i cân-bahşiyle uşşâka hitâb etse nigâr
Mürdeler üzre sanasın Hazret-i Îsâ gelir
Avnî
la’l-i cân-fezâ: Cana can katıcı dudak.

Muhabbet bahridir cismim elifler onun emvâcı
Belânın kânıdır gönlüm o la’l-i cân-fezA
Hayâlî Bey
la’l-i cüvânân: Gençlerin dudağı
Bu gece la’l-i cüvânân oldu mengûş-ı kadeh
Duhter-i rezden tehî olmadı âgûş-ı kadeh
Rızayi la’l-i dil-ber: Dilber dudağı.

Gül-i bahtım açılsa la’l-i dil-berde müsâidtir
Benimçün tâliimdir encüm-i tâbân-ı gül-bûse
Esrar Dede
la’l-i dil-dâr: Sevgili dudağı.

Leb-ipeymâne öpmüş la’l-i dil-dâr nezâketle
Açılmış bezm-i hüsne bir gül-i handân-ıgül-bûse
Esrar Dede
la’l-i dürc: Hokka dudak.

Kim mühr urdu leblerinin la’l-i dürcine
Kim arayıp nişâne-i hâtem bulunmadı
Şeyhi
la’l-i dür-efşân: İnci saçan, yani arasından inci gibi dişleri görünen dudak.

Bîmâr tenim nergis-i mestin eleminden
Hûnin ciğerim la’l-i dür-efşânın içindir
Fuzûlî
la’l-i dür-feşân: İnci saçan dudak (güzel söz söyleyen dudak).

Hemîşe handeye ol la’l-i dür-feşân düşmez
Güşâyiş-i gül-i maksûd her zemân düşmez
Nâbî la’l-i gül-efşân, la’l-i gül-feşân: Gül saçan dudak.

Elin elimde saçın târümâr sînemde
Gözüm gözünde lebim la’l-i gül-feşânında
Tevfik Fikret
la’l-i hayât-bahş: Hayat sunan dudak.

La’l-i hayât-bahşın kanım dökerse tan mı
Çün tâlidmde olur
Ab-ı Hayât kâtil
Nizami la’l-i leb: Dudak kırmızılığı.

La’l-i lebin şarâbına her kim ki susadı
Bin cân verirse cür’asına çok bahâ değil
Ahmed-ı Dâî
Hatt-ı ruhı dûd-ı nâr-ı Nemrûd
La’l-i lebi kevser-i mey-âlûd
Şeyh Galip
la’l-i leb-i cânâne: Sevgililerin dudağının kırmızılığı.

Cür’a-i cân-bahşına leb-i teşne bin
Hızr ü Mesîh
Ab-ı Hayvân’sınyâhûd la’l-i leb-i cânânesin
Nef’î
la’l-i leb-i cân-bahş: Can bahşeden dudak kırmızılığı.

La’l-i leb-i cân-bahşını fikr eyledim ammâ
Bi’llah efendim hele cânımdan usandım
Esrar Dede
la’l-i leb-i yâr: Sevgilinin dudağının kırmızılığı.

Ben dedim la’l-i leb-i yâre sözün varsa eyit
Dedi söz söylemeğe ona ne cânım var benim
Âhi la’l-i mercân: Mercan kırmızısı.

İki çeşmim yaşından kûyun etti mecmaü’l-bahreyn
Hevâ-yı dürr-i dendânın hayâl-i la’l-i mercânın
Şeyhülislam Yahya
la’l-i mey-gûn: Şarap renkli dudak.

Sâgarndan çeşmenin akar dem-â-dem kanlı yaş
La’l-i mey-gûnun hayâlin kılmak için halka fâş
mesihi
la’l-i musaffâ: Saf kırmızı.

Lebi sevdâsı gönlümde yaraşır zâhidâ yârin
Bu bir la’l-i musaffâdır onu her kâna vermezler
Hayâlî Bey
la’l-i müzâb: Şarap.

İbrîk-i zerden sâkiyâ la’l-i müzâbı kıl revân
Altın olur işin hemen kibrîtî-i ahmer kendidir
Bâkî
la’l-i nâb: Kıpkırmızı dudak.

Nâz olur dem-beste çeşm-i nîm-hâbından senin
Şerm eder reng-i tebessüm la’l-i nâbından senin
Nedim
la’l-i nâb u câm-ı mül: Şarap kadehi ve kıpkırmızı dudak.

Birbiriyleyarışır ol la’l-i nâb u câm-ı mül
Sâgar-ı sahbâya âdettir konulmak berg-i gül
Hâletî (Azmizade)
la’l-i nabz-ı hüsn: Güzellik psikolojisinin kırmızılığı.

Ne âşık-âne bakıştır, ne vaz-ı sevdâ-hîz
Ne hoş lisân veriyor la’l-i nabz-ı hüsnünüze
Abdülhak Hâmit
la’l-i nâ-yâb: Eşsiz dudak.

Olmadı hergiz o la’l-i nâ-yâb
Hîç kimseyle cihânda şeker-âb
Hakanî
la’l-i nemek-rîz: Tuz saçan dudak.

Lebi câma dokunsun tek hemân la’l-i nemek-rîzin
Katarsan bâde-i nâbe nemek kat helâl olsun
Enis
Dede
la’l-i nûş-hand: Tatlı gülüşlü dudak.

Açılır gönlüm gehî kim girye-i telhim görüp
Açar ol gül-ruh tebessüm birle la’l-i nûş-hand
Fuzûlî
la’l-i nûşîn: Tatlı dudak.

Hûn-germ idi aşka la’l-i nûşîn
Ferhâd’ına cân verirdi
Şîrîn
Şeyh Galip
la’l-i pür-güher: Cevher dolu dudak.

Hatt-ı arak-feşânına ey la’l-ipür-güher
Bir hasta yüz sürünce ecel terlerin döker
Emrî (Emrî Çelebi)
la’l-i pür-nikât: İncelik dolu dudak.

Temâşâ kıl hatt-ı dil-dâr la’l-ipür-nikât üzre
Yapışmış mûya benzer câ-be-câ habb-i nebât üzre
beliğ
la’l-i rümmân: Nar kırmızısı.

Ma’nî-i rengîne her bir beyti gûyâ
Selsebîl
Cisr-i her-mısrâı âb-ı la’l-i rümmân üstüne
Nedim
la’l-i sâkî: Sâkinin dudağı.

Biziz o mest-i temâşâ ki la’l-i sâkîden
Gönülde neş’e-i sahbâ sebû sebû tâze
Nâilî
la’l-i sîr-âb: Suya kanmış dudak.

Ne kerâmekttir ki vermiş reng-i âteş-tâbıla
La’l-i sîr-âbın senin odula suya imtizac
İbni Kemâl
(od: ateş)
la’l-i şeker-bâr: Şeker saçan dudak; güzel sözler söyleyen dudak.

Tebeesümle nigâhından hayâl ettim senin zâlini
Bize la’l-işeker-bârın güher göstermek istermiş
Nedim
la’l-i şeker-hâ: Şeker çiğneyen dudak.

Leblerinden dil-berânın açtı zûr-ı mey yine
Telh-güftâr oldular la’l-i şeker-hâlar yine
Nâbî
la’l-i şîrîn: Tatlı dudak.

Çâre umdum la’l-işîrîninden eşk-i telhime
Telh-igüftâr ile aldın cân-ı şîrînim benim
Fuzûlî
la’l-i tebhâle: Kabarık dudak.

Pür-cûş aks-i la’l-i tebhâle dârın olsun
Her sunduğun kadehte sâkî habâb göster
Nâilî
la’l-i ter: Islak dudak.

İhtirâz eyle meded göz değmesin mecrûh olur
Haylice nâziktir eygonce-dehen la’l-i terin
Şeyhülislam Yahya
la’l-i yâr: Sevgilinin dudağı.

Zülfü ucun la’l-i yâra erdiğin görüp dedim
Hoş demişler hîçe erer âkıbet tûlü’l-emel
Hamdullah Hamdi
la’l-i zerrin: Altın işlemeli, sarı kırmızı.

Edhem-i iclâline bir râhat sîmîn keh-keşân
Eşheb-i ikbâline bir la’l-i zerrîn âfitâb
Nef’î
la’l-fâm: Kırmızı dudaklı.

Yâd-ı lebinle câm-ı mey-i la’l-fâm için
Kûy-ı mugânıgeşt ederim hâne hâne ben
Bâkî
la’l-gûn: Al, kırmızı renkli.

La’l-gûn meydir elinde sâgar-ı sîmîn ile
Ya nigîn-i la% dür reşk-i lebinden oldu âb
Fuzûlî
Olmadı bâzgûn kadeh-i ser-nigûnumuz
Hûn-âb-ı hasret oldu mey-i la’l-gûnumuz
Nâbî
la’l-pâre: La’l parçası.

Kıldı lebin hayâli rakîbin dilinde cây
Hârâ içinde sanki yatar la’l-pâredir
HayaE Bey
la’l-reng: Kırmızı renkli.

Kan ile ta’n taşlarını la’l-reng edip
Derd ü belâ güherlerine kân olan başım
Hayâlî Bey
la’l-rîz: Kırmızılık saçan.

Lebin çün la’l-rîz olmuş remedden sürhdür sanma
Niçe göz ağrısın görmüş durur çeşm-i güher-pâşım
Hayâlî Bey
la’l-veş: Kırmızı renkli kıymetli taş gibi.

La’l-veş taş içindedir vatanım
Gül gibi hâr kılmışam
Meâ
Fuzûlî
la’lîn: Kırmızı, kırmızı renkte olan.

Gâh la’lîngâh engüşt-i muhannâsın emip
Dâne-i ünnâb ile nûş-ı şarâb etmez misin
Nedim
la’lîn-fer: Kırmız taş parlaklığı.

Olsa zıddına eğer vâsıta reng-i hilmi
Câm-ı la’lîn-fer olur âba lehîb-i külhan
Keçecizade İzzet Molla
la’l ü yâkût: La’l ve yakut.

Pâk-gevher bed-güherden dâimâ mümtâz olur
La’l ü yâkûtunyanında kehrübâya kim bakar
Âgâh
Osman Paşa
(Trabzonlu)
lâl: Far. 1. Dilsiz. 2. Sessiz, sakin.

Hayret ey büt sûretin gördükte lâl eyler beni
Sûret-i hâlim gören sûret hayâl eyler beni
Fuzûlî
Feyz-i rûhu iltifâtındır beni intâk eden
Yoksa deng ü lâl idim mânend-i tasvîr-i cimâd
Yenişehirli Avni
Na’t-i hüsnün söylesin bülbül gibi
Gâlib müdâm
Mürg-ı kudsî bir zemân lâl olmamış olmaz yine
Şeyh Galip
lâl ü hâmûş: Suskun ve dilsiz.

Buldu
Gâlib
Aşk’ı lal ü hâmûş
Ayîn-i kadîmi üzre medhûş
Şeyh Galip
lâlâ: Far. 1. Bir çocuğu gezdiren uşak, lala. 2. Saray haremağası. 3. Padişah ve sadrazamların kullandıkları unvan. 4. Parlak.

Sözün lü’lü’-i lalâdan zemâne tuttu zî-kıymet
Neden şâh-ı cihân bî-kıymet eyler böyle lâlâyı
Bâkî
Kûh u deryâ iki cânibten der-âğûş eylemiş
San ki deryâ dâyesi küh-sâr ise lâlâsıdır
Nedim
lâle: Far. 1. Zambakgiller familyasından biri olan ve güzel görünen çiçek. 2. Eski zamanlarda esirlerin boyunlarına taktıkları bir çeşit esaret halkası.

Taht-ı Kavûs gül ü çetr-ı Ferîdûn lâle
Bezm-ı Cemşîd çemen câm-ı Sikender nergis
İbni Kemâl
Ey Hayâlî
Câm-ı Cemdür kim sımış gerdûn-ı dûn
Lâlenin destinde mey-âlûd olan permâneler
Hayâlî Bey
(sı-: kırmak)
Lâleler sahn-ıgül-istânda kadeh-nûş oldular
Güft ü gû-yı bülbüle güller kamu gûş oldular
Hayâlî Bey
lâle-i ahmer: Kırmızı lale.

Ayr düşelden yanağun benlerinden eyledi
Dâg-ı hasretle yüregin lâle-i ahmere kara
İbni Kemâl
lâle-i anberîn-mûy: Amber kokulu lale yanaklı.

Ey lâle-i anberîn-mûy
Gencîne-cemâl-i mârgîsûy
Fuzûlî
lâle-i dâg: Yara lalesi; lale gibi kırmızı yara.

Bu nev-bahârda ancak açıldı lâle-i dâg
Küşâd-ı gonca-i dil kaldı bir bahâra dahi
Riyazî
lâle-i hamrâ: Kırmızı lale.

Câm-veş kimdir bu bezm içre ciğer-hûn olmayan
Gonce-i gül-zârı seyret lale-i hamrâya bak
Bâkî
Açılıp hurşîde karşı lâle-i hamrâ gibi
Gözlerim senden yana baksa ne ola pür-hûn olup
Taşlıcalı Yahya Bey
lâle-i handân: Gülen lale.

Berg-i gülden yegdir ol ruhsâr-ı rengîn âşıka
Hârdan zahir budur kim lâle-i handân yeg
behiştî (yeg: daha iyi)
lâle-i hod-rû: Yabanî lale.

Neş’emi dâmen-i destimde bir ser-çeşmedir
Câm-ı Cem bir lâle-i hod-rûsudur küh-sârımın
Nedim
lâle-i mey-hâr: İçki içen lale.

Bir iki günde lale-i mey-hârı seyr edin
Titrer ayağı tutmaz eli sagarı düşer
Şeyhülislam Yahya
lâle-ı Nu’mân: Lale çeşitlerinden biri, dağ şakayıkı.

Cûylar kim dolanır dâmen-i sahrâlarda
Jâleler kim görünür lale-ı Nu’mân üzre
Bâkî
Sehâb-ı lûtfun âbın teşne-dillerden dirîğ etme
Bu deştin bağrı yanmış lâle-ı Nu’mânıyız cânâ
Bâkî
lâle-i pür-dâg: Yaralı lale.

Sanma bülbül gibi şeydâ-yı gül-i bâğız biz
Şevk-ı ruhsârın ile lâle-ipür-dâgız biz
Behiştî
lâle-i sahrâ: Sahra lalesi.

Ol boyu servin
Hayâlî gözlemekten yolların
Lâle-i sahrâların indi gözüne kara su
Hayâlî Bey
lâle-i sîr-âb: Suya kanmış lale.

Turra-i pür-tâbuna reyhân ü sünbül cân verir
Lâle-i sîr-âbuna gül-berg-i handân imrerir
Necati Bey
lâle-fâm: Lale renginde olan.

Zevki o rind eyler tamâm kim tuta mest ü şâd-kâm
Bir elde câm-ı lale-fâm bir elde zülf-i ham-be-ham
Nef’î
Lâle-haddler kıldılar gül-geşt-i sahrâ semt semt
Bâğ ü râğıgezdiler edip temâşâ semt semt
Bâk
lâle-gûn: Lale renginde, pembe.

Dâmen-i gerdûnu sanma lâle-gûn etti şafak
Sen meh-i bî-mihr için her subh kan ağlar güneş
Hayâlî Bey
lâle-hadd: Lale yanaklı.

Lâle-hadler yine gül-şende neler etmediler
Servi yürütmediler goncayı söyletmediler
Necati Bey
Lâle-hadler kıldılar gül-geşt-i sahrâ semt semt
Bâğ u râgıgezdiler edip temâşâ semt semt
Bâk
lâle-izâr: Lale yanaklı.

Pîrehen berk-i semen kûy-ı girîbân şeb-nem
Gülsitân oldu bugün bir sanem-i lale-izar
Bâkî
lâle vü gül: Lale ve gül.

Cemâlin aksinin nakşı gözümde şöyle resm oldu
Biten hep lâle vü güldür gözümün yaşı renginden
şeyhi
lâle-gûn: Lale şeklinde.

Diyâr-ı derd ser-gerdânıyam her kim beni ister
Delîl-i râh katre katre eşk-i lale-gûnumdur
Fuzûlî
lâle-hadd: Lale yanaklı.

Lâle-haddler kıldılar gül-geşt-i sahrâ semt semt
Bâğ ü râgıgezdiler edip temâşâ semt semt
Bâkî
lâle-peyker: Lale yüzlü.

Eyâ ey serv-kadd ü lâle-peyker
Mübârek-tâli ü ferhunde-ahter
Hümâmî
lâle-renk: Lale renginde.

Lâle-reng etti gözüm kan ile hâk-i derûnu
Gîyâ-gerdir eder gördüğü toprağı kızıl
Fuzûlî
lâle-ruh: Lale yanaklı.

Gerçi yaktı dâg-ı hicrânın yüreğin
Ahmed’in
Gam değil ey lâle-ruh teg dâg-ı hırmân olmasın
Ahmet Paşa
Lâle-ruhlar göğsümün çâkine kılmazlar nazar
Hîç bir rahmeylemezler dâg-ı hicrânım görüp
Fuzûlî
lâle-ruhsâr: Lale yanaklı.

Nedîm reng-i bahârân o lâle-ruhsârın
Zemân-ı şermde bir katre-i çekîdesidir
Nedim
lâle-sıfat: Lale renginde.

Gül gibi hurrem ü handân ola rû-yı bahtın
Sâgar-ı âvşin ola lale-sıfat cevher-dâr
Bâk
lâle-sitân: Lalelik yer.

Ya nazm-ı dil-ârizZe bir cûy-i müselsel
Ya ma’nî-i rengînle bir lâle-sitândır
Nef’î
lâle-vâr: Lale gibi.

Kaldırmadı simâtın o gün âf-tâb-ı çerh
Akşam olunca câmını döndürdü lale-vâr
Nef’î
lâle-veş: Lale gibi.

Lâleeş çâk-ıgirîbân eyleyip yeg tutmağa
Câme-i dünyâdan ey dil dâmen-i sahrâ yeter
Lamiî Çelebi (yeg: daha iyi)
Gül gibi olmak dilersen şâd u hurrem ey gönül
Lâle-veş elden düşürme câmı bir dem ey gönül
Bâkî
lâle-zâr: Lale bahçesi.

Sâkiyâ mey sun ki bir dem lale-zar elden gider
Erişir fasl-ı hazân vakt-i bahâr elden gider
Avnî
Ey Fuzûlî dâg-ı hicrân ile yanmış gönlümü
Lâle-zar açsaydı seyr-i lâle-zar etmez mijdim
Fuzûlî
Mihr ü encümle sipihri lâle-zar etmiş kazA
Gül-şen-i sînemde yer yer dâg-ı hicrânım görüp
Leskofçalı Galip
lâle-zâr-ı cemâl: Güzelliğin lale bahçesini andıran hâli.

Aceb mi bâğ kenârında dursa lâle hacîl
Ki lale-zar-ı cemâlindir hâr ü zarındır
Ahmet Paşa
lâle-zâr-ı dâg: Yaranın lale bahçesi.

Şehîd-i aşkın oldum lale-zar-ı dâgdır sînem
Çerâg-ı türbetimşem’-i mezârım varsa sendendir
Şeyh Galip
la’lin.

la’lîn: bk. la’l.

lâmi, lâmia: bk. lem’a.

lâmise: Ar. Dokunmakla elde edilen
duygu, dokunma duygusu.

Edip nerm ü dürüştü lâmise ta’yînine mevkûf
Meşâmmı bûya vakfetmiş merâka lezzeti ihdâ
münif
la’n: Ar. Lanetleme, ilenç, beddua.

Tezkîr olunur la’n ile
Haccâc ile
Cengiz
Tebcîl edilir
Nûşirrevân ile
Süleymân
Ziyâ Paşa
La’n ü ta’n ü kizb ü bühtân eyleme
Kimsenin kalbini vîrân eyleme
Azmî (Pîr Mehmet)
la’net: 1. Sürmek, kovmak. 2. Allah’ın bağışlamasından mahrum olmak. 3. İlenç, beddua.

Gösterdi çeşm-i âleme böyle musîbeti
Oldum
Yezîd ü âline Allah la’neti
Üsküdarlı Hakkı Bey
Öyle etmen kim görenler kakıya
Ardınızca kamu la’net okuya
Âşık
Beşe (kakı-: öfkelenmek)
La’net o merd-i muhteşem-i bî-fazîlete
İkbâl-i dehri vâsıta-i imtiyâz eder
Recaizade Ekrem
Bir devri la’netiyle boğan şâirin
Sis’i
Vicdân ve rûh elemlerinin en zehirlisi
Yahya Kemal
la’netu’l-lâh: Allah’ın la’neti.

İçlerinde kalmadı bir ehl-i dîn
La’netu, llahi aleyhim ecma’în
Mmastulı
Nâilî
Emîn ol bunca mazlûmun yüreklerden kopan âhı
Tependen indirir, elbette bir gün la’netu, l-lâhı
Mehmet Akif
laîn: Herkesin lanet ettiği kimse.

Ne mülke meded-res, ne halka muîn
Bugün belki
Hallâk’a düşmen laîn

lâne: Far. Kuş ve hayvan yuvası.

Bî-huzûrum nâle-i mürg-i dil-i dîvâneden
Fark olunmaz cism-i bîmârım bozulmuş laneden
Sultan
Abdülaziz
Lânesinden bulsa bir dem infisâl
Yoktur ircâHnda kat’â ihtimâl
Ziyâ Paşa
Bükmüş oradan boynunu binlerce yetîmân
Me’vâ arıyor âileler laneperîşân
Mehmet Âkif
lâne-i güncişk-i bî-ârâm: Rahat etmeyen serçe kuşunun yuvası.

Hudâ dîvâr-ı devlet-hâne-i erbâb-ı ikbâli
Gehî bir lane-i güncişk-i bî-ârâm için saklar
Sürûrî
lâne-i ıtlâk: Boşaltılmış yuva.

Tâir-i lane-i ıtlâk kafes-gîr olmaz
Kayd-ı tahrîr olsun mu müselsel ma’nâ
Nâbî
lâne-i idbâr: Talihsizlik yuvası.

Vatan bir lâne-i idbâra dönmüş, titrer, ağlarken
Koşanlar, kurtaranlar şüphesiz şâyân-ı minnettir
Tevfik Fikret
lâne-i mürgân: Kuşların yuvası.

Yuvasın yapmış idi mihnet-ı Leylî onun
Zanneder ehl-i hevâ lâne-i mürgân idi
Kays
Faik
Memduh Paşa
(Esbak Dahiliye Nâzırı)
lâne-i şebâne: Geceyle ilgili yuva.

Bu uzak lâne-i şebânede söz
Şimdi hâbîde-i sükûnet iken
Tevfik Fikret
lâne-i şeh-bâz: Doğanın yuvası.

Mısr’a bizden sonra bir nâdângelirse gam değil
Lâne-i şeh-bâz âhir âşiyân-ı bûm olur
Mezâkî
lâne-i tanbûr: Tamburun yuvası.

Kanatlanır heves-i sayda bâzî-i mûsîkâr
Tezerv-i nağmeye cây olsa lane-i tanbûr
Şeyh Galip
lâne-sâz: Yuva düzen, yuva yapan.

Halka-i çeşminde merdüm sanma olmuş lâne-sâz
Zîr-i tâk-ı ebruvânındapiristûlar yine
Nâbî
la’net: bk. la’n.

lâşe: Far. Leş.

Ne gördü bir özge hâle girmiş
İt lâşesi bir cüvâlegirmiş
Şeyh Galip
Anka ol ister isen eğer zağ-ı laşe ol
Yeksândır irtikâb ile iffet zemânede
Keçecizade İzzet Molla
Ne enf-i nahveti kalmış kırılmadık, ne kolu!
Civâr ibretî enfâz lâşesiyle dolu
Mehmet Akif
lâşe-hâr: Leş yiyen.

Tuyûr-ı lâşe-hâre ki salar bir nazra-i tehdîd
Sehâba yalvarır, ağlar, güler, bir şey eder ümîd
Abdülhak Hâmit
lât, lâtû: Ar. Oyun, eğlence
Hicr bî-dâdına ülfet tutmuş idi
Amî’nin
Gayrlarla lat edip hâlin diğer-gûn eyledin
Avnî
Selh-ı Şa’bân ile oldu latû işret nâ-bedîd
Gurre-ı Şevval ile yazdı felek mensûr-ı îd
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Zemân-ı lâtû şâdîdir dem-i ikbâl-i devrândır
Felek hep ettiği evzA’a şimdi pek peşîmândır
Riyazî
Zemân-ı lâtû safâ geldi mevsim-i şâdî
Demidir eylese halk-ı zemâne def’-i melâl
Cinânî
Lât: Ar. İslamiyet’ten önce
Kâbe’de duran bir putun ismi.

Lat ü Menat veya
Lât ü Uzza şeklinde geçer.

Bir kal’a ki
Sûmenât’a benzer
Her seng-i siyâhı
Lât’a benzer
Şeyh Galip
lât u Menât: Eski
Kâbe’deki putlardan ikisinin ismi.

Gözümden çıktı yaşım gibi dünyâ âşık olaldan
Menâl ü mâlı dünyânın bana
Lât ü Menât olmaz
Taşlıcalı Yahya Bey
Zât olmadıkça fâide vermez nizâm-ı hâl
Lât ü Menat’a revnak ü zîb-i kabâ abes
Nüzhet (Rıdvan Paşazade Efendi)
Lât u Uzzâ: Eski
Kâbe’deki putların ismi.

Senin nûr-ı cemâlin cilve-gerdir vech-i eşyâda
O yüzdendir ki ma’bûd etti râhib
Lât ü UzzA’yı
Nev’î
latîf, latîfe: Ar. Lutf’tan; 1. Hoş, ince, yumuşak, küçük şey. 2. Allah’ın isimlerindendir. c. letâif.

Levh-i zerde gör ki sîm-âb ile ne nakş etmişem
Sanma zer-gerlikte sen üstâdsın tenhâ
Latîf
Âhi
Gonca gibi ol latîf har-gâh
Gül bergi gibi içinde ol mâh
Fuzûlî
Ziyâde öğdüler
Zâtî cihânın hûr u gılmânın
Nigârımdan latîf olduğunu aklım kabûl etmez
Zâti
Dahı latîf olurdu zülâl-i şi’r-i terim
Eğer ki çeşme-i hâtırda olmayaydı keder
Şeyhülislam Yahya
latîf-reng-i seyyâr: Dönen hoş renk.

Ey ebr-i latîf-reng-i seyyâr
Pek şa’şaalı nümâyişin rar
Muallim Naci
latîf-i şâh-ı sîmîn: Gümüş renkli dalın hoşluğu.

Bâzû-yı latîf-i şâh-ı sîmîn
Gûyâ ki hamîri berg-i nesrîn
Şeyh Galip
latîf-i şîşe-bâz-ı çarh: Feleğin şişe oynatan güzelliği.

Rû-yi latîf-i şîşe-bâz-ı çarhı dil görmüş gibi
Jeng-dâr âyîsinden safvet ümmîdindedir
Nâilî
latîfe: Şaka, ciddi olmayarak eğlence için söylenilen ve hoş görülen nükteli söz veya yapılan iş.

Esnâ-yı seferde çeşm-i im’ân
Gördükçe mevâki’-i latîfe
Bulmaz mı tabîatinde insân
Bir hâhiş-i celse-i hafşe
Muallim Naci
Latîfe ber-taraf ammâ, adam değil yalnız
Odun da isteriz artık yakında
Avrupa’dan
Mehmet Akif
letâif: Latîfe’ler, hoş şeyler.

Bu şem’a karşı gece subha dek okur bülbül
Gülün letâifi defterlerin çü nakl-i kitâb
Şeyhi letâif-i hüsn: Güzel latifeler, güzel şeyler.

Yazıp letâif-i hüsnün beyân varaklarna
Benefşe berg-i gülün perde-dârı mı diyelim
Ahmet Paşa
letâfet: Hoşluk, latiflik.

Ne letâfet ola dil-dârında
Ab ü tâb olmaya ruhsârında
Enderunlu Fazıl
Deminde yağmasa bârân-ı ihsân
Letâfet sebze-zârı tâze olmaz
Gazali
letâfet mi var eş’âr-ı safâ-bahşımda
Ki keder vere ona dahl-i hasûd-ı hod-gâm
Nef’î
latîm: Ar. Anadan ve babadan öksüz, yetim.

Mevlâ-yı şefîk idi latîme
Gûyâ peder idi her yetîme
Ziyâ Paşa
latme: Ar. Latm’dan; vuruş, darbe. tokat.

latme-i âzâr-ı felek: Feleğin azarlayıcı tokadı.

Kanda bir ehl-i hüner var ise, ruhsârında rû-nümâdır eser-i latme-i âzar-ı felek
Yenişehirli Avnî
latme-i tenkîl: Örnek olacak tokat.

Hâlâ düşünen başlara hep latme-i tenkîl
HâlA sırıtan dişlere hep lokma-i in’âm
Tevfik Fikret
latme-hârân: Tokat yiyenler.

latme-hârân-ı cefâ: Eza ve cefa tokadını yiyenler.

Latme-hârân-ı cefâ vîraneden vîrâneye
Bahtiyârân-ı safâ kâşâneden kâşâneye
Ziya (Adanalı)
lâübâlî: Ar. İlişiksiz, kayıtsız, çekinmez, saygısız.

Kon beni yolumdan ayrıp da’vet etmen mescide
Lâübâlî âşıkam ser-menzilim mey-hânedir
Necati Bey
Lâübâlilik ile gerçi ki meşhûruz biz
Çâre ne terk-i riyâ etmeğe me’mûruz biz
Nâbî
lây: Far. Dibe çöken tortu, çökelek; çamur.

İzzet bolay ki
Sûr-ı İsrâfil uyandıra
Geldi sabâh-ı haşre ne saht oldu hâb-ı çerh
Keçecizade İzzet Molla
(bolay: olacak)
lây-ı hum: Şarap küpünün tortusu.

Vermez safâ-yı câm-ı musaffâyı lay-ı hum
Olmaz güşâde dîde-i dil tûtiyâ ile
Nâbî
lây-ı hum-ı işret: Eğlence meclisinin şarap küpünün tortusu.

Ne lâl-ı hum-ı işret ne gubâr-ı hâtır-ı sâgar
Aceb âlem, aceb dem, özge hengâm-ı tarab-zardır
sabri
lây-ı mey: Şarabın tortusu.

Edip def’-i keder sâgarla mesrûr olmamız yeğdir
Harâbât içre lay-ı meyle ma’mûr olmamız yeğdir
Nâbî
lây-hâr: Şarap tortusu içen; ayyaş.

Mest-i harâbâtî-i nâ-hûş-yâr
Nâmı onun
Külhânî-ı Lây-hâr
Nâbî
Kurtar bu lây-hâriyi pes-mânde bâdeden
Yâ Rab fakîr-i mey-kede-gerde nisâb ver
Esrar Dede
Tarîki fâkada hem-kefş olup
Senâî’ye Cenâb-ı Külhânî-ı Lây-hâr’a dek gideriz
Nâilî
lâyık: Ar. Liyâkat’ten; münasip, uygun, yakışan.

Dil-berden ayrı âşıka lâyık değil hayât
Sıhhat cihânda sohbet-i yâr ile hoşçadır
Hamdullah Hamdi
Sîneme sâzın teşebbüs eylemiş mutrib senin
Gûşmâl etmek onun-çün lâyık oldu sazına
Hamdullah Hamdi
Lâyık mıdır ki yâre kesip verdiğim kalem
FetvA-yı hûn-ı nâ-hakkımı yazdı ibtidâ
Nevres-i Kadim
Asrımızın şânına lâyık budur
Kim ola şemşîr-i kazA der-niyâm

lâyık-ı cânân: Sevgiliye layık.

Hâb-ı gafletten uyan dil-dârını bul ey gönül
Ol huzûr-ı aşkta cân lâyık-ı cânân olur
Âdile Sultan
lâyık-ı hil’at: Elbiseye layık.

Sen ol kim dûş-ı istFdâdın ile lâyık-ı hil’at
Sana hayyât-ı gerdûn atlas-ı çerhı libâs eyler
Şehit
Ali Paşa
lâyık-ı ser-kâr: İş başına geçmeye layık kimse.

Zer gibi erbâb-ı câh olsaydı muhtâc-ı mihekk
Bilinirdi lâyık-ı ser-kâr kim, ayyâr kim
Esad
Muhlis Paşa
lâzım: Ar. Lüzûm’dan; gerek, lüzumlu.

Lâzım değil inâyeti ehl-i tekebbürün
Bahş eyledim atâsını vech-i abûsuna
Nahifi (Süleyman)
Lâzım mı
Burâk’ı medh ü tavsîf
Kim etti ona bu kârı teklîf
Şeyh Galip
TabHmın ne lâzım bilmek evc-pervâz olduğun
Var o nahl-i işvenin seyret ser-efrâz olduğun
Nâbî
lâzım-ı Zemzem: Zemzem gereği.

KA’be yüzün hecri yerinde şehîd olanları
Yumağa bu yaşlı gözüm lâzım-ı Zemzem tutar
ekmel Çelebi
leâl: bk. lü’lü.

leâlî: bk. lü’lü’
leâmet: Ar. Alçaklık, denaet.

Ol nefs-i harîs-ipür-leâmet
Etmez mi bu fi’line nedâmet
Abdülhak Hâmit
leb: Far. 1. Dudak. 2. Herhangi bir şeyin
kenarı.

Leblerin çeşmesine
Hızr ü Sikender ü Dârâ
Zemzem ü Kevser’le
Çeşme-ı Hayvân dediler
Nesimi
Ol Hüsrev-i şîrîn-dehenin leblerin emmek
Zehr-i gam-ı hicrâna aceb özge derâdır
Hisâlî
Sana da düştü reng-i ye’s-i şebin
Gölgelendi senin de reng-i lebin
Cenap Şahabeddin leb-i al: Kırmızı dudak.

Zâil oldu leb-i alinde olan reng-i şarâb
Kalmadı gamzesinin kudreti mest-âneliğe
Nâbî
leb-i âteş: Ateşin kenarı.

Sahn-ı hammâma giren sîm-tenân şevkı nedir
Leb-i âteştekigül-hand teh-i külhânîde
Nâbî
leb-i bahâr: Bahar dudağı.

Leb-i bahârda revnak bulan şükûfe-i ter
Bana unutturamaz gül-dehân-ı nâzınızı
Cenap Şahabeddin leb-i bâm-ı devlet: Devlet çatısının kenarı.

Sana mahsûs bu tevfîk u terakkî el-hakk
Lîk nâ-ehle hatardır leb-i bâm-ı devlet
Münif leb-i billûr: Billur dudak.

Uzakta bir ebedî hande, bir sitâre-i nûr
Uzattı cevve garîb-âne bir leb-i billûr
Mehmet
Behçet Bey
leb-i bülbülân: Bülbüllerin dudağı.

Birer ikişer bâde nûş eyledik
Leb-i bülbülânı hamûş eyledik
Keçecizade İzzet Molla
leb-i câm: Kadehin kenarı.

Mevsim-i gülde ne olur medrese vü mescidden
Leb-i cûy ü leb-i cânân ü leb-i câm olsa
Bâkî
leb-i cânâne: Sevgilinin dudağı.

Zâtî’yâ ger and içersem ağrımaz başım benim
Çeşme-ı Hayvân leb-i cânânesiz semmdir bana
zâti
leb-i cân-bahş: Can sunan dudak.

Ah kim kâkülün ucunda leb-i cân-bahşın
Mîve-i tâzedir ammâ dehen-i ejderle
Behiştî
leb-i cânân: Sevgilinin dudağı.

Bugün sâkî-i gam sunduğu kâse ışk bezminde
Leb-i cânân hayâli ile döker bin câm-ı fağfûrî
İbni Kemâl
Dil leb-i cânândan artık zikrini terkeylesin
Hâlet-i nez’e eren bîmâre söylen dostlar
Dukakinzâde Ahmet leb-i cânâne: Sevgilinin dudağı.

Leb-i cânâneyi terk eyleme ey tâze cüvân
Devr-i gülde meyi terk etmeşenî olaşenî
Necati Bey
leb-i çeşme-i Hızır: Hızır çeşmesinin ağzı.

Bir leb-i çeşme-ı Hızınım velî huşk-ı lebim
Bîh-i ber-şûre zemîn bir de meğer rîşe-i mâ’-‘Tarzî leb-i cû(y): Irmak kenarı.

Mevsim-i gülde ne olur medrese vü mescidden
Leb-i cûy ü leb-i cânân ü leb-i câm olsa
Bâkî
leb-i cûy-bâr: Akarsu kıyısı.

Zâyi’ geçirme ömrü bu dem künc-igamda kim
Menzil kenâr-ı bâğ u leb-i cûy-bârdır
Bâkî
leb-i deryâ: Derya kenarı.

Ne seher-pâre-i san’at ki ezelden mahmûr
Leb-i deryâda uçan bir ebedî hande-i nûr
Mehmet Akif
leb-i dil-ber: Sevgilinin dudağı.

Yine sihr etti
Necâtî nice söz nice gazel
Leb-i dil-ber sıfatında bir içim sudur bu
Necati Bey
leb-i dil-dâr: Sevgilinin dudağı.

Peyâm-ı lutf kim câna leb-i dil-dârdan geldi
Nesîm-i cân-fezadır cânib-igül-zârdangeldi
Nâbî
leb-i endîşe: Kaygı dudağı.

TabHma feyz-ı Hudâ zaika-bahş ilhâm
Kand-i ma’nî leb-i endîşeme hâzır halvâ
Nazîm (Yahya)
leb-i endûh-ı hecr: Ayrılık kaygısı dudağı.

Aceb mi el ayak tutmazsa rindân-ı kadeh-keşde
Leb-i endûh-ı hecr ol nâ-tüvânı çok zemân tutmuş
Nedim
leb-i erbab-ı dil: Gönül sahiplerinin dudağı.

Leb-i erbâb-ı dil âlûde-i şevk ü neşât olmaz
KazA ânı, ne çâre, zehr-i gamdan hisse-mend etmiş
vecdî
leb-i gılmân: Gılman dudağı.

Leb-i gılmân ayağ, Kevser şarâb olsa bana sensiz
O meyden baştan geçtim ben ol ayakdan el çektim
zâti
leb-i güneh-kâr: Günahkâr dudak.

Duâ eder gibi titrer leb-i güneh-kârın
Hasâr-ı hüsnün içindir dumû’-ı nâ-çârın
Hüseyin Sîret
leb-i hâhiş-ger: Dudak isteği, dudağı arzulama.

Teşne-gânın çâk çâk olmuş leb-i hâhişgeri
Çeşme-sâr-ı merhamette bir içim su kalmamış
Nâbî
leb-i hâme: Kalem kenarı.

Arz eder sîmâ-yı resmim gönlümün maksûdunu
Kalsa da zîr-i leb-i hâmemde dil-hâhın nihân
Muallim Naci
leb-i hâmûş: Suskun dudak.

Söylenilmez söylenilse fehm olunmaz neyleyim
Bes leb-i hâmûşumuz bu defterin imzasıdır
Esrar Dede
Terk-i daî ile daPâmızı isbât ederiz
Leb-i hâmûş ile biz hasmımız iskât ederiz
Keçecizade İzzet Molla
Bundan eyle şerefin derk sükût ü edebin
Gonce pejmürde olur açsa leb-i hâmûşun
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
leb-i hân-ı kanâat: Kanaat sofrasının ucu.

Ol bûse-i lebten ki ola renc ile hâsıl
Şîrîn-ter imiş bûs-ı leb-i hân-ı kanâat
Nâbî
leb-i handân: Gülen dudak.

Gonce kılmaz şâd gül açmaz tutulmuş gönlümü
Arzû-mend-i al ü leb-i handânınem
FuzuH leb-i hârr: Sıcak dudak.

Açılır gonca-i ilhâmı leb-i hârrından
Berk ururşu’le-i endîşesi enzarında
Tevfik Fikret
leb-i havz: Havuz kenarı.

Oldu pâ-bûs-ı şerîfiyle müşerref leb-i havz
Buldu dîdâr-ı latîfiyle ziyâ dîde-i cânı
Fuzûlî
leb-i hicrân: Ayrılık dudağı.

Haste-i cân bir leb-i hicrâna cânân neylesin
Müstaidd-i merg olan bîmâra
Lokmân neylesin
Yeşişehirli Avni
leb-i hitâb: Seslenme dudağı.

Bir nezahet leb-i hitâbında
Tekellümâtına bir nükhet-i necîbe verir
Tevfik Fikret
leb-i hûbân: Güzellerin dudağı.

Leb-i hûbân gibi şûr-ı dü-cihân pinhândır
Çeşm-i nem-nâkim ile şir-i nemek-nâkimde
Nâbî
leb-i i’câz-gû: Herkesin söyleyemeyeceği şeyi söyleme dudağı.

Açıldıkça ûlü’l-elbâb olur dem-beste-i hayret
Leb-i i’câz-gûyu lübb-i esrâr-ı maânidir
Muallim Naci
leb-i ikbâl: Talih dudağı.

Ey gönül bir dem leb-i ikbâl ile misl-ı Necîb
Kûşe-i seccâde-i irfânı takbîl etmedim
Necip (Sultan III. Ahmet)
leb-i kader: Kader dudağı.

Bizzat onun sadâsı: Sürûd-ı leb-i kader
Mahfî, ayân, neşîde-i ekvânı nazmeder
Fâik
Âli Bey
leb-i la’l: Kırmızı dudak.

Leb-i la’linden edip şerm ü edeb
Hâtem-i la’li kızarsa ne aceb
Sünbülzade Vehbi
leb-i ma’nâ: Mana dudağı.

Bikr-i fikre leb-i ma’nâdan erer feyz-i nefes
Veled-i kalbe
Mesîhâdan erer feyz-i nefes
Esrar Dede
leb-i meserret: Sevinç dudağı.

Öyle bir hande-i perîşân ki
Mütevahhiş leb-i meserretten
Tevfik Fikret
leb-i mevecât: Dalgaların kenarı.

Nil’in leb-i mevecâtını sarsar da enînler
Saf saf dizilip çöldeki ehrâm onu dinler
Midhat
Cemal leb-i mey-gûn: Şarap renkli dudak.

Mest görüp kûyunda ayb etmen
Eigânî’yi ki ol Bir leb-i mey-gûn firâkından oluptur mey-perest
figânî
leb-i mül: Şarap renginde, kırmızı olan dudak.

Îd-i vuslatta bizi hoş tutasın ey leb-i mül
Ravza-i hicrini hoş tutmağadır niyyetimiz
Zâti leb-i nevmîd: Ümitsiz dudak.

Harf-i leb-i nevmîdi âzarına leb-teşne
Tîz-âb-ı sitem çeşm-igiryâna sataşmıştır
Nâbî
leb-i peymâne: Kadeh kenarı.

Leb-i peymâne öpmüş la’l-i dil-dâr nezâketle
Açılmış bezm-i hüsne bir gül-i handân-ı gül-bûse
Esrar Dede
leb-i rûd: Irmak kenarı.

Dâg olmayıcak dilde nedir hüsnü sirişkin
Câm olmayıcak elde leb-i rûd gerekmez
Nâbî
leb-i sâf: Saf dudak.

Leylin emer emer leb-i sâfında toplanan
Nûşâbe-i sükûnu leb-i teşne-i türâb
Tevfik Fikret
leb-i şîrîn: Tatlı dudak.

Leb-i şîrîniyle cânımı şûrîde kılıp
Kûh-ı gamda dil-i miskînimi
Ferhâd kılar
İbni Kemâl
leb-i tabîat: Tabiatın kenarı.

Ufukta nâir ü nâim sitâreler görünür
Leb-i tabîate bir bûse-i hafî sürünür
Tevfik Fikret
leb-i teşne: Susamış dudak. c. leb-i teşnegân-
Cür’a-i cân-bahşına leb-i teşne bin
Hızr ü Mesîh
Ab-ı Hayvân’sın yâhûd la’l-i leb-i cânânesin
Nef’î
leb-i teşne-gân: Susamış dudaklar.

Kemâl-i lûtf ile leb-i teşne-gâne rûz-ı atş
Cenâb-ı sâkî-i kevser sunar piyâle-i mey

leb-i teşne-i türâb: Toprağa susamış dudak.

Leylin emer emer leb-i sâfında toplanan
Nûşâbe-i sükûnu leb-i teşne-i türâb
Tevfik Fikret
leb-i yâkûd: Yakuta benzer dudak.

Gönül diler leb-i yâkûd u zülf-i müşgînin
Ki bu mümidd-i hayât oldu ol müferrih-i zât
Lamiî Çelebi leb-ı Zü’l-fekâr-ı Haydar: Hz. Ali (r. a.)’nin
Zülfekar isimli kılıcının kenarı. nigâh-ı pür-celâli yanar âteş oldu eyvâh
Leb-ı Zü’l-fekâr-ı Haydar ser-i câmı öptü hâlâ
Esrar Dede
leb-i yâr: Yârin dudağı.

Eşk-i çeşmimle olur la’l-i leb-i yâr ferih
Tâb-ı kevkeble bulur la’l-ı Bedehşan revnak
Avnî
leb-â-leb: Dudak dudağa.

Nazar âyîneye nâ-câiz iken şeblerde
Aksidir lîk bunun câm-ı leb-â-leblerde
Nâ’bi
Bu ışk meşrebi yâ
Rab ne turfa meşrebtir
Ki hûn-ı dîde-i uşşâk ile leb-â-lebtir
Hamdullah Hamdi
leb-be-leb: Dudak dudağa.

Hem-vâre humla hoş başı câm ile leb-be-leb Ümmü’l-habâis olsa ne ola duhter-i ineb
Nedim
Sîne sûrâh-be-sûrâh kanar vecdinden
Teşne-i zevk-ı ezel leb-be-leb-i sahbâyız
Yahya Kemal
leb-ber-leb: Dudak dudağa.

Hızr’a minnet çekme var sonra dil-ı Nef’î gibi
Lûle-ı Ab-ı Hayât-ı feyz ile leb-ber-leb ol
Nef’î
Ah, ağlasam senin ile leb-ber-leb ağlasam
Bir kerrecik de bunda meserretle ağlasam
Cenap Şahabeddin
leb-beste: 1. Dudağı, ağzı bağlı. 2. Susan.

Olma bir lokma için ehl-i şikem cim gibi
Meclis-i dehrde leb-beste geçin mimgibi
Nâbî
Bed-gûlara leb-beste görünmekteyiz ammâ
Rindân-ı Mesîhâ-deme miftâh-ı fütûhuz
Bağdatlı Ruhi
leb-beste-dem: Nefes alamaz, konuşamaz.

Hâkanıyım ben
Muhteşem yanımda serheng-i haşem
Hâfiz olur leb-beste-dem hâmem edince zîr ü bem
Nef’î
leb-huşk: Dudağı kuru.

leb-huşk-ı deşt-i ye’s: Üzüntü çölünün kurumuş dudağı.

Esrâr o rütbe sakla ki sırr-ı mahabbeti
Leb-huşk-ı deşt-iye’sepeyâm-ı serâb ver
Esrar Dede
leb-rîz: Kenarından dökülen, dökülecek kadar dolu olan, taşıcı, taşan.

Evvel ne idi ne oldu bilmem
Leb-rîz idi ol ne doldu bilmem
Şeyh Galip
Budur merâsim-i işrâkıyân-ı âlem-i üns
Sühanla sâmia leb-rîz ü encümen hâmûş
Sâlik (Kasımpaşa Mev.

Şeyhi
Halil Efendi
Mahdumu)
Türbe-dârın gibi tâ fecre kadar bekletsem
Gündüzün fecr ile âvîzeni leb-rîz etsem
Mehmet Akif
leb-rîz-i gevher: Cevher fazlası.

Leb-rîz-i gevher olmasa gönlüm hizanesi
Dökmezdi böyle çeşm-i terim incü tanesi
Muallim Naci
leb-rîz-i safâ-yı aşk: Aşk safasının taşkını.

Bir bezm-i fütûh açar ki vicdân
Leb-rîz-i safâ-yı aşk olur mu cân
Mehmet Âkif
leb-rîz-i serâb: Serap fazlası.

Hûş-yâr-ı Felâtûn dahi olsa hum-ı feyzi
Leb-rîz-i serâb olmalıdır âlem-i âbın
Esrar Dede
leb-rîz-i ziyâ: Işık fazlası.

Kandîlleri meh gibi leb-rîz-i ziyâdır
Nedim
leb-teşne: Dudağı susamış; ziyade istekli.

Cür’et-ı cân-bahşına leb-teşnedir
Hızr ü Mesîh
Ab-ı Hayvân’sın yâhut la’l-i leb-i cânânesin
Nef’î
leb ü dendân: Dudak ve diş.

Leb ü dendânına baktıkça gider gussa vü gam
Dürr ü yâkûta nazar cânı ferah-nâk eyler
Nizami lebbeyk: Ar. “işte ben”; buyurunuz, emrediniz.

Ben şübhedeyim şübhede ey zât-ı İlâhî
Çok ağlanacak yerde bugün gülmedeyiz biz
Bilsem ki senin emrin ile ölmedeyiz biz
Lebbeyk derim emrine mesrûr ü mübâhî
Abdülhak Hâmit
lebbeyk-i icâbet: Uyulan emir.

Lebbeyk-i icâbet duyulur arş-ı Hudâ’dan
Der-gâhına kim arz-ı münâcât ederiz biz
Namık Kemâl
leben: Ar. Süt.

Dil ki doydu lebinin fikrine hayrân oldu
Bir megestir ki düşüp kaldı lebenden çıkmaz
İbn-ı Kemal
Çıkıp âgûşuna nahvetle ederler şimdi
Mader-i şîrden âhû-bereler mass-i leben
Nedim
Neme lâzım nühûr-ı mâ’-i leben!
İşte sofîler!
İşte nehr-i asel
Muallim Naci
lecâc, lecâcet: Ar. Düşmanlıkta ısrar ve inat etme, ayak direme.

Pâyân ver elverir bu inâd ü lecâcete
Celbeyledim, unutma, seni bâb-ı hâcete
abdülhak Hâmit
leclâc: Ar. Satranç oyununun mucidi.

Dilerem ben piyâde-ruh ruhuna
Uram şol resme ki mât ola
Leclac
Kadı
Burhaned
din
ledünn, ledün: Ar. İlm-i gayb, bilinmezlik ilmi; Allah’ın sırlarının bulunduğu yer.

Bu gelen ilm-i ledün sultânıdır
Bu gelen tevhîd ü irfân kânıdır
Süleyman
Çelebi
Bu kâr-gâh-ı sun’ aceb ders-hânedir
Her nakşı bir kitâb-ı ledünden nişânedir
Ziyâ Paşa
Bir nağme ki: Rûhtur, ledündür
Kur’ân gibi râsihîn içindir
Mehmet Akif
ledünnî: Allah bilgi ve sırrına ait, onunla ilgili. c. ledünniyât.

Eyâ
Nebî seni medh eylemek ledünnîdir
Hurûf-ı lafz ile mümkin ola mı emr-i muhâl
Necati Bey
Ne ledünnî gecedir!
Tâ ağaran vakte kadar
Bir mücevher gibi
Sünbül
Sinân’ın rûhu yanar
Yahya Kemal
ledünniyât: 1. Allah’a ait ezeli bilgiler. 2. Bir işin bilinmeyen iç yüzleri.

ledünniyât-ı umûr: İşlerin bilinmeyen iç yüzleri.

Bilinmedi yine hayfâ ledünniyât-ı umûr
Hakâyık-ı ilel-i kâinât kaldı nihân
Nâzım Paşa
lehce: Ar. 1. Dil, dil kolu, bölge dili. 2. Yüz, surat.

Mecnûnu dediler ehl-i idrâk
Eş’ârı latîf ü lehçesipâk
Fuzûlî
lehce-i pâkîze: Temiz lehçe.

Taklîd ile olmaz bu kadar lezzet-i güftâr
Bu lehce-i pâkîze bana dâd-ı Hudâ’dır
Nef’î
lehce-i Nedim: Nedim’in dili.

Hoştur tekerrürün dile ey lehce-ı Nedîm
Bilmemgülû-yı şîşede kulkul müsün nesin
Nedim
Leheb: bk. lehîb.

lehîb: Ar. 1. Alev; alevlenme. 2. Sıcaklık.

Ravza-i cennet cemâlin gül-şeninden bir varak
Ateş-i dûzah firâkın sûzişinden bir lehîb
Nizamî
Pertev-fürûz-ı bezm-i tarabşem’-i handeriz
Pervâne-i şikeste-per üftâde-i lehîb
Ziyâ Paşa
lehîb-i ıztırâb: Acı alevi.

Böyle tarh etmez idim evsâf-ı zat-ı pâkini
Yakmamış olsaydı ger cânım lehîb-i ıztırâb
Üsküdarlı Hakkı Bey
lehîb-i külhan: Külhan alevi.

Olsa zıddına eğer vâsıta reng-i hilmi
Câm-ı la’lîn-fer olur âba lehîb-i külhan
Keçecizade İzzet Molla
lehîb-i nâr: Ateş alevi.

Lübbü, lehîb-i nâr ile bir kûy-i âteşîn
Kışri, mecârî-iyemm ü nehr ile çâk çâk
Ziyâ Paşa
leheb: 1. Alev. 2. Ebu
Leheb. bk.

Ebu
Leheb.

Olup cismimiz müstaidd-i leheb
Yakardı bizi câhilan bî-taab
Keçecizade İzzet Molla
lehebî: Leheb’e ait.

Ehl-i dünyâ gibi olma ki
Behiştî
onlar
Lehebî dûzahın altına zehebler korlar
Behiştî
ebû Leheb: Ateşin babası. bk.

Ebu
Leheb.

lehv: Ar. Oyun, eğlence, faydasız iş.

Lu’b ü lehv ile çü dünyâ meşhûn
İstemez âkıl olan gayri oyun
Sünbülzade Vehbi
Sarfeyleme evkâtını bâzîçe-i lehve
Dîvâne gibi olma sakın suhre-i sıbyân
Sâmi leîm: Ar. Levm’den; alçak, aşağılık, cimri c. liâm. leîmân: Ekremü’l-halksın ey vâsıta-i ıkd-ı kirâm
Her leîmin sözün işitme budur şân-ı kerem
Ahmet Paşa
Leîme rabt-ı taalluktan ihtirâz eyle Ümîd-i nef ile celb-i mazarrat etme sakın
Nesib-ı Mevlevi (İki Bayraklızade Yusuf)
Nice zemân idi aksine döndürüp feleği
Cefâyı âdet edinmişti rûzgâr-ı leîm
Nef’î
Hakk u insâf ile kan etmeden ettin kânûn
Oldu bâtıl işi cellâd-ı leîmin battâl
Şinasi
leîmân: Leîm’ler, alçak kimseler.

Engüştgirih-i beste-i ye’s olması yegdir
Etmekten ise zeyl-i leîmâna teşebbüs
Nâbî
liâm: Leîm’ler; aşağılık kimseler.

Ademin hâne-i temkînin edermiş vîrân
İ’tibârât-ı keder-hîz ügam-engîzi liâm
Nâbî
leke: Far. Pislik eseri, leke. (Nazımda “lekke” şeklinde de kullanılır.

lekke-i hûn: Kan lekesi.

Kûşe-i ebrûdan ayrılmaz dil-i hûn-geştemiz
Lekke-i hûndur ki kalmış dâmen-işemşîrde
Nedim lekke-i nâ-şüstenî: Yıkanmamış leke.

Çirk-igünâhı lekke-i nâ-şüstenî sanır
Cûş u hurûşun anlamayan bahr-i rahmetin
Nâbî
leke-dâr, lekke-dâr: Lekeli.

Gül câmesin bıraktı görüp ceybi lekke-dâr
Nâz ile giydi yine bir iki libâs-ı îd
Nâbî
Revnak-i sikkesine ancak olurdu şâyân
Leke-dâr olmamış olsaydı eğer bedr-i tamâm
Nedim
leked: Far. Tepme, tepik, çifte.

Rahş-ı bed-hûy-ı felek urmadadır dâim leked
Uğramaz hergiz onun yanına erbâb-ı hıred
İbrahim (Şeyh) (?)
leked-hâr, leked-hor: Tekme yiyen.

Gubâr-âsâ beni böyle leket-hâr ettiği çerhin
Nigâh-ı i’tibâr-ı yârda hâr olduğumdandır
Nâbî
Daltaban’ın dahi pey-revlerinin vaktinde
Ayak altında leked-hâr idi zîr-destân
Şinasi
leked-horde: Tekme yiyen.

leked-horde-i gam: Gam tekmesini yiyen.

Ma’zûr ola medhinde olan acz ile kusûrum
Tab’ım nice demdir ki leked-horde-i gamdır
Nef’î
leked-horde-i hâs u âm: Aşağı ve yukarı tabakadan tekme yiyen.

Hele zen-pâre-i bed-fercâmın
O leked-horde-i hâs u âmın
Sünbülzade Vehbi
leked-kûb: Çifte yiyen.

Nice tebcîl olunmaz pây-i iclâlin ki âlemde
Celâdetle leked-kûb-ı kafâ-yı
Lât ü UzzA’dır
Sünbülzade Vehbi
leke-dâr: bk. leke.

lem’a: Ar. Parıltı, parlayış. c. lemeât.

Lem’ager nûr-ı cemâlinden cihâna ermese
Zulmet-i kahr-ı celalin kimse bî-târ eylemez
Muradî (Sultan III. Murat)
İlmine mağrûr olanlar kaldı aşktan bî-nasîb
Aşkın bir lem’asına ermez ol bîçâreler
Rumi (İznikli Eşrefoğlu)
Tâb-ı ruhun oldukça füzûnşu’le-i meyden
Bir lem’ası dünyâyı yakar berk-ı belasın
Muallim Naci
lem’a-i bînîş: Görüş parıltısı.

Kelîm-i lem’a-i bîniş ki envâr-ı hayâlinden
Devâtı tûr-ı feyz ü kilk-i nazmı nahl-ı Mûsâ’dır
sabri
lem’a-i ruhsâr: Yanak parıltısı.

Fark olmaz oldu lem’a-i ruhsârdanyüzün
Anlamaz oldu şîve-i güftârdan sözün
Hakanî
lemeât: Lem’a’lar, ışıklar, alevler.

Demin hayâlimi tevhîş eden karanlıklar
Bu levhanın lemeâtıyle münkesir, zâil
Tevfik Fikret
lem’a-bâr: Işık saçan.

Gül-şen-serây-i vahdete mirât-ı lem’a-bâr
Agûş-ı nâz nâz-ı melek-hande bir bahâr
Kemalzâde Ekrem Bey
lem’a-nisâr: Işık saçan.

Ne gördüm âh amân el-amân bir âfet-i cân
Gelip yanımda güneş gibi oldu
Zem’a-nisâr
Nedim
lem’a-pâş: Parlaklık saçan.

lem’a-pâş-ı sürûr: Sevinç parlaklığı saçan.

Cemâl-işu’le-i vahdetle lem’a-pâş-i sürûr
Meâl-i hûru hakîkatle müncelî mahrûr
Kemalzâde Ekrem Bey
lem’a-rîz: Parlayan, parıldayan.

Rahmet biter, bulut dağılır mihr-i nev-bahâr
Afâka lem’a-rîz oluyorken hazîn hazîn
Tevfik Fikret
lâmi: Parlak, aydın
Mübârek iffetin oldukça lâmi pâk cebhende
Güzelsin en musaffâgökte şimşek iştüâlinden
Kemalzâde Ekrem Bey
lâmi’a: Parlak, rahşan, münevver. c. levâmi’
Bir mâh-ı dil-ârâ-yı cihân oldu bedîdâr
Gökten mi nüzûl etti aceb lâmi’a îsâr
Nâilî
levâmi’: Lâmia’lar, 1. Parlamalar, parıldayan şeyler, nurlar. 2. Molla
Cami’in eseri.

Alnın levâmüinden meh-pâre tâb-ı kem-ter
Ruhsârın âteşinden hurşîd bir kabestir
Behiştî
leme’ân: Parlamak, parıldamak.

Dîde-pîrâ sevâd-ı hattında
Nûr-ı hikmet eder durur leme’An
Muallim Naci
Merhametten yüzünde yok leme’ân
Kutlu gün bellidir doğuşundan
Behiştî
lemh, lemha: Ar. Lemh’ten; 1. Bir kere bakma, göz atma. 2. Parıltı, parlama.

Hîn-i rü’yette açardı nazarı
Nükte-i sırr-ı lemhü’l-basarı
Hakanî
Arz eylemesin rûhuma her an mütebâid
Bir lemha ki yalnız sana, yalnız sana âid
Tevfik Fikret
lemh-i in’ikâs: Akseden parıltı.

Nasıl berk-ı dehâettir ki lemh-i in’ikâsıyla
Hayât-engîz olur bir kütle-i câmidde?
Hayretler
Tevfik Fikret
lemha-i leb-rîz-i elem: Elemin taşıcı parıltısı.

Atarak arkaya bir lemha-i leb-rîz-i elem
Onu teb’îd edecek paytona yaklaştı “verem”
Mehmet Akif
lemha-i vâhide: Birlik parıltısı.

Lemha-i vâhidede seyr eder ashâb-ı nazar
Nice bin âyet-i ulviyye-i tevhîd-i me’âl
Muallim Naci
lems, lemis: Ar. El ile dokunup hissetme, duyma.

Nâzük izârın okşamasın el sunup rakîb
Berg-i güle halel gelir ey gonca lemsten
Behiştî
Şu’â’-i muhrikı altında, gündüzün, şemsin
Yanan alınlar için hayât olur lemsin
Mehmet Akif
Lem-yezel: Ar. 1. Zeval bulmaz, ebedi. 2. Allah’ın sıfatlarındandır.

Hâstır zât-ı İlâhîsine mülk-i ezelî
Bî-hudûd anda olan kevkebe-i lem-yezelî
şinasi
Nice bin levha-i hayât ü vücûd
Sana esrâr-ı Lem-yezel mev’ûd
Kemalzâde Ekrem Bey
lenf, lenfâ: Lât.

>lympha’dan, Ar. > lenfâ: Vücuttaki ince damarların içinde dolaşan, kanın esasını teşkil eden ve eskilerin ahlât-ı erbaa dedikleri dört maddeden biri; beyaz kan.

Bir mizac istemiyorsak o da: Lenfâlık
Çünkü milletler için, doğrusu, gâyet mühlik
Mehmet Akif
leng: Far. Topal, aksak.

Çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister
Tevfik Fikret
Artıra devlet ü ikbâlini günden güne Hak Hasmının eyleye hem destini şell pâyını leng
Üsküdarlı Hakkı Bey
lenger: Far. 1. Gemi demiri. 2. Kenarlı ve delikli bakır kap.

Hep çektiğim endûh sebük-serliğimindir
Bu keşmekeşe düşmez idim lengerim olsa
Nâbî
Kılsa temkînini keştî-i sipihre lenger
Devre-i arş eder izhâr-ı zarûretle direng
Ziyâ Paşa
lenger-i kûh-ı girân: Ağır dağ demiri.

Sen öyle bil ki cûşiş-i deryâ-yı ıztırâb
Cân-ı hamûle lenger-i kûh-i girân verir
Nedim lenger-ı Lâ ilâhe illa’l-lâh: “Allah’tan başka ilah yoktur” gemi demiri.

Bahr-i hayrettedir sefîne-i rûh
Lenger-ı Lâ ilahe illa’l-lâh
Şeyhi len terânî: Ar. “(Sen) beni görmeyeceksin.

” anlamında cümle.

Nüktede âlem harîf olmaz bana gûyâ benim
Her ne söylersem cevâb-ı “len terânî”dir sözüm
Nef’î
(len terânî: beni görmeyeceksin 7
A’rafş143)
“Len terânî”yle edip sonra yine atf-ı hitâb
Eyledin âşıkı bin nâz ile zâr u bî-tâb
Esrar Dede
lerzân, lerzende, lerzîde: Far. Titreyici, titrek.

Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzan
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek
Selimî (Yavuz Sultan Selim)
Bir küçük katre şeb-nem-i mâtem
Mevsimin her yerinde lerzândır
Her taraf gizli yaşlagiryândır
Cenap Şahabeddin
Bu anda bir mutazarrı’sadâ-yı lerze-künân
Bu bir sadâ ki eder âsumânı hep lerzân
Ahmet Hâşim
Cismi lerzan edince bâr-ı hayât
Mahv olurken ümîd-i sabr u necât

lerze: Titreme, titreyiş.

Lerze düşmüş savlet-i kâh-ı vekamdan tamâm
Arz-ı Nişâbûr-veş iklîm-ı İrân üstüne
Nedim
lerze-i istitâr: Gizlenme titreyişi.

Ne de durgun denizde bir muğberr
Lerze-i istitâr ü istiğnâ
Ahmet Hâşim
lerze-bahşâ: Titreme veren.

Şemşîr kuvvetinde hâmendi lerze-bahşa
Mu’cizdi misl-i hâme, şemşîr-i hud’a-kârın
Abdülhak Hâmit
lerze-dâr: Titrek, titreyici.

lerze-dâr-ı girye: Ağlama sesinin titrekliği.

Soğuk soğuk denizin lerze-dâr-ı girye sesi
Eder yüreklerde târî bir ihtizar-ı cenâh
Tevfik Fikret
lerze-künân: Titreme yapan.

Bu anda bir mutazarrı’sadâ-yı lerze-künân
Bu bir sadâ ki eder âsumânı hep lerzân
ahmet Hâşim
lerze-nâk: Titreyici, titrek.

Yâr ile tenhâ kalınca lerze-nâk-ı hayretim
Gûş-ı câna her taraftan nâle vü efgân gelir
Âdile Sultan
lerzende: Titreyici, titrek.

Lerzende görse havfin ile teb tutar sanur
Bağlar şihâb-ı gerden-i gerdûna rîsmân
Bâkî
lerzîde: Titreyici, titrek.

Kahrı ol rütbe ki yek-nazre-i âzârından
Çarhı lerzîde eder zelzele-i yevme
Takum
Yenişehirli Avni
lerziş: Titreme, titreyiş.

Aceb mi câme-pûşi lerziş olsa dîde baktıkça
Letâfetten ten-i nâzük-terindepîrehen titrer
Nâbî
Şiddet-i kahrın ile lerzeye geldi düşmen
Kuvvet-i adlin ile buldu cihân istihkâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)
lerziş-i alil: İlletli titreyiş.

Bir lerziş-i alîl ile meyyâl-i intifâ’
Enzârı ağlıyordu bakıp kendi kendine
Tevfik Fikret
lerziş-i heyecân: Heyecanlı titreyiş.

Bir sadâ bir sadâ ki ra’d-efşân
Veriyor hâke bir lerziş-i heyecân
Tevfik Fikret
lerziş-i kâr-geh-i her-dü-cihân: İki cihan iş yerinin titreyişi.

Cünbüş-i gamze değil, cilve-i reftâr değil
Lerziş-i kâr-geh-i her-dü-cihân ancak bu
Nâilî
lerziş-i mahmûm: Ateşli, hummalı titreyiş.

Bî-nemekdir kap hicrinde bize ey sâkî
Gerdiş-i sâgar mı lerziş-i mahmûmgibi
Nedim
lerziş, lerze: bk. lerzân.

leşker: Ç, £wJ) Far. Asker, ordu.

Arızında hat çıkıp tuttu sevâd zülfünü
Rûm’dan leşker varupdur sanki a’râb üstüne
İbni Kemâl
(varubtur: varmıştır)
Ol gamze-i yağmâ-ger müjgânın edip leşker
Urdu dil-i nâlânı koptu yine râ-reylâ
Esrar Dede
Ateş urup mezra’-ı eflâke ser-tâ-seryine
Mülk-i garba akın etti gönderip leşker güneş
Lamiî Çelebi
leşker-i aremrem: Kalabalık asker.

Bir hizb-i kalîl idi muînim
A’dâ ise leşker-i aremrem
Namık Kemâl
leşker-i ebr: Bulut askeri.

Leşker-i ebr çemen mülküne akın saldı
Durma yağmâda yine nite ki bâğî
Tatar
Bâkî
leşker-i gam: Gam askeri.

Dem mi var kanlı yaşım çihreme yol eylemeye
Gün mü var leşker-i gam câna nüzûl eyleme
Fuzûlî
Leşker-i gam geldi dil şehrine kondu cevk cevk
Koptu yer yer fitne vü âşûb ugavgâ semt semt
Bâkî
leşker-i guzât: Gazi askerler.

At üzre geçtiğin göricek leşker-i guzat
Ram oldu şîrler gibi yavuz nigâhına
Yahya Kemal
(göricek: görünce)
leşker-i eşk-i firâvân: Bol gözyaşı askeri.

Leşker-i eşk-i firârân ile ceng eylemeye
Gönderir mevclerin lücce-i ummân safsaf
Bâkî
leşker-i Hind: Hint askeri.

Leşker-ı Hind’in görüp
Şâmî zırh giydiklerin
Çekti
Mısrî tîğ urundu begter-i miğfer güneş
Lamiî Çelebi
leşker-i hûbân: Güzellerin askeri.

Leşker-i hûbâna sen şâhı muzaffer eyledi
Kalb-i uşşâka sipâh-ıgussayı mansûr eden
Âhi leşker-i mihnet: Mihnet askeri.

Pâdişâhım leşker-i mihnetşeb-hûn ettiğin
İşidesin bir gün âh-ı subh-gâhımdan benim
Necati Bey
leşker-i mûr: Karınca askeri.

Cenkte etmek
Kızılbaş
Al-ı Osmân ile bahs
Leşker-i mûr etmeğe benzer
Süleymân ile bahs
Behiştî
leşker-i müfettihü’l-ebvâb: Kapıları fetheden asker.

Ey leşker-i müfedtihü’l-ebvâb vur bugün
Feth-i mübîni zamin o tebşîr aşkına
Yahya Kemal
leşker-i satr: Yazı sırası askeri.

Vasfı kaddünle hırâm etse alem gibi kalem
Leşker-i satr çeker defter ü dîvân safsaf
Bâkî
leşker-i sevdâ: Sevda askeri.

Sultân-ı gam nişîmen edelden derûnumu
Sahrâ-yı kalbe leşker-i sevdâ gelir gider
Nâbî
leşker-i sultân-ı irfân: İrfan padişahının askeri.

Nice yıllardır ser-i kûy-ı melâmet bekleriz
Leşker-i sultân-ı irfânız vilâyet bekZeriz
Fuzûlî
leşker-i uşşâk: Âşıkların askeri.

Uydurup leşker-i uşşâkını ol şâh-ı cihân
Nâz-ıla salını salını alem gibi gelir
Bâkî
leşker-i verd: Gül askeri.

Leşker-i verdi çü cem’ eyledi bu sûret ile
Asker-i berdi helâk eyledi yek-ser nergis
Nizamî
leşker-gâh, leşker-geh: Askerin toplandığı yer.

leşker-geh-i ezhâr: Çiçeklerin toplandığı
yer.

Dikti leşker-geh-i ezhâra sanevber tuğun
Haymeler kurdu yine sahn-ı çemende eşcâr
Bâkî
leşker-keş: Asker çeken, asker idare eden. leşker-keş-i livâ-yı belâ: Bela sancağını askerin önüne çeken.

Sînemde kıl nazar elif ucunda dâgıma
Leşker-keş-i livâ-yı belâya livâ budur
Hayâlî Bey
leşker-şiken: Asker kıran.

Bir gamzesi bin kalbi sır zülfü vü ahdi tek
Bîmâra zihî kuvvet leşker-şiken olmuştur
Şeyhi let: Far. Dövme, vurma.

Let urup kâlıb-i fersûdemi geh habs kılar
Geh serâsîme vü uryân bırakır sahrâya
Fuzûlî
letâfet: Ar. Güzellik, hoşluk. bk. latîf.

Ne letâfet ola dil-dârında
Ab ü tâb olmaya ruhsârında
Enderunlu Fazıl
Nâzik söyler sözü be-gâyet
Bir sâdlik içre bin letâfet
Ziyâ Paşa
Bir nigâh eyleyen letâfetine
Can verir levha-i melâhatine
Kemalzâde Ekrem
letâif: bk. latîfe.

lev: Ar. Eğer.

levlâ, levü levlâ: “Şöyle olsaydı, böyle gitmeseydi.

” anlamına
Arapça ibare.

levü levlâ-yı adem: Yokluğun şöyleliği böyleliği.

Yoğu var eylemeğe haylî çalıştım lâkin
Oldu sa’y u talebim hep lev ü levlâ-yı adem
Akif Paşa
levlâk, levlâke: “Eğer sen olmasaydın”
Kim onu medh ede çün medhidir onun levlâk
Defâtir-i dü-cihân midhatinde mücmeldir
Adlî (Sultan II. Bayezid)
Sen ol mükerrem-i levlâksin ki hâk-i rehin
Ser-i melâikede tâc-ı iftihâr kalır
Nâilî
levâmi’: bk. lem’a.

levend: İtâl. levantino’dan> Far. Levent.

Yeniçeri askerlerinden deniz erlerine verilen isim. 2. Tembel. 3. Kabadayı. 4. Zampara.

Görür âyîne-i sâgarda aks-i rûy-ı tâbânın
Onunjçin şeh-levendim içse çâk eyler girîbânın
Haletî (Azmizade)
Basıcak ceyş-i benefşe yine sahn-ı çemeni
Sûseni tîğ-ı levendâne kuşandırdı sabâ
Kâmî (Edirneli) (basıcak: basacak)
levend-i nükte-perver: Nükte koruyan levent.

Bulunmaz ol şeh-i hûbân gibi âlemde bir dil-ber
Melek-manzar levend-i nükte-perver rind-i meh-
peyker
Üsküdarlı Hakkı Bey
levh: Ar. Levha, düz yüzey, düz tahta. c. elvâh: Arş-ı Hak ey cân yüzündür vesselâm
Levh ile
Kur’ân yüzündür vesselâm
Nesimi levh-i âlâm: Elemler levhası.

Derin, iniltili çarpıntılarla sîne-i hâk
Teessürâtını söyler bu levh-i âZâma
Tevfik Fikret
levh-i âlem: Dünyanın levhası.

Resm-i dîrîni levh-i âlemden
Mahv eden gülün ter-zebânımdır
Ryazi
Levh-i âlemden yudum eşk ile
Mecnûn adını
Ey Fuzûlî ben dahi âlemde bir ad eylerem
Fuzûlî
levh-i a’mâl: Ameller levhası.

Nisbetimdir dürr-i iclaline olmuşsa eğer
Levh-i a’mâlime bir harf-i saâdet merkûm
Yenişehirli Avni
levh-i bâd-bân: Yelken levhası.

Olur fermânına dil-beste hükm-i rûzgâr elbet
Eğer mellah nâmın yazsa levh-i bâd-bân üzre
Ziyâ Paşa
levh-i cebin: Alın levhası.

Gubâr-ı secde-i râhın hat-ı levh-i cebînimdir
Sücûd-ı der-gehin ser-mâye-i dünyâ vü dînimdir
Fuzûlî
levh-i cevher-i gül: Gül cevherinin levhası.

Ne tûtî-i nakş-bîn-i âlem esrâr-ı lahûtî
Ki levh-i cevher-igül ona mir’ât-ı mücellâdır
Sabn levh-i dehr: Dünya levhası.

Pâk kıldı zaf-ı tenden levh-i dehr âyînesin
Öyle mahv oldum ki bir zerre gubârım kalmadı
Fuzûlî
levh-i dil: Gönül levhası.

Kapladı gönlümü ser-tâ-be-kadem nûr u sürûr
Oldu levh-i dilim âyîne-i akl-ı evvel
Kâzım Paşa
Sen hemân levh-i dili âyîne-veş sâf idegör
Bir gün anda sûret-i dîdâr kendin gösterir
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
levh-i dîvân-ı kazâ: Kaza divanının levhası.

Evvelîn nakş-ı kalemdir sûret-i ebrû-yı yâr
Levh-i dîvân-ı kazanın matla’-ıgarrâsıdır
Namık Kemâl
levh-i ezel: Ezel levhası.

Nüsha-i levh-i ezeldir hatt-ı müşgînin senin
Ne geliser başa bir bir anda hep mestûrdur
İbni Kemâl
(geliser: gelecek; anda: orada)
levh-i fuâd: Kalp levhası.

Cenâb-ı Hâfiz-ı dîn
Hazret-ı Paşa’yı
Ahmed-nâm
Ki nâmın nakşeder erbâb-ı dil levh-i fuâd üzre
nefi
levh-i gül-zâr: Gül bahçesinin sayfası.

Kâtib-i takdîr hatt-ı sebze tahrîr etmeğe
Levh-i gül-zarı hazân bergi zer-efşân eylemiş
Fuzûlî
levh-ı hafâ: Gizli levha (Levh-ı Mahfuz). Allah açsın yolumuz semt-igazayagidelim
Ne yazıldıysa gelir levh-i hafâya gidelim
İlhamî, Selimî (Sultan III. Selim)
levh-i hâtır: Gönül levhası.

Bir ârzû olıcak nakş levh-i hâtırda
Hemân o lâhzada fırsat bulup biZâ-imhâl
Nedim
levh-i hayâl: Hayal levhası.

Dem-â-dem kilk-i müjgân ile tıfl-ı merdüm-i çeşmim
Hat-ı sevdâ-yı hâlin meşk eder levh-i hayâl üzre
Fuzûlî
levh-i hecâ: Hece, harf levhası.

Ona ma’lûm idi esrâr-ı kitâb-ı melekût
Gelmeden levh-i hecâya kelimât-ı eb ü ced
Nâbî
levh-i i’câz: Acz içinde bırakan levha.

Tab’ım ol âyînedir kim tûtî-i gûya olur
Nakşolunsa levh-ı Pcâzında la’lin sûreti
Nevres-i Kadim
levh-i kalb: Kalp levhası.

Seyr eder âhir izâr-ı şâhid-i maksûdunu
Azerî nakş-ı garazdan levh-i kalbi pâk olan
Âzeri
Çelebi (İbrahim)
levh-i kerîm: Cömert levha.

Îdin bana dâim görünür levh-i kerîmi
Mâzî-i tufûliyyetimin yâd-ı besîmi
Mehmet Akif
Levh-ı Mahfûz: 1. Yedinci kat göğün üstünde bulunan bir cisim ki, üzerinde bugüne kadar olan ve bundan sonra olacak işlerin yazılı olduğu levha. 2. Kur’an’ın yazılı olduğu levha.

Yazmak için
Levh-ı Mahfûz’a şehâ evsâfını
Bir devât-ı âsümânîdir sipihr-i heftümân
Taşlıcalı Yahya Bey
Levh-i Mahfûz-ı Hudâ: Allah’ın
Levh-ı Mahfuz’u.

Böyle zabtetmiş görüp evsâfı âlî-şânını
Levh-ı Mahfûz-ı Hudâ’da hâme-i mu’ciz-beyân
Kâzım Paşa
levh-i Mahfuz-ı sühan: Sözün
Levh-ı Mahfuz’u.

Levh-ı Mahfûz-ı sühendir dil-i pâk-ı Nefî
Tab’-ı yârân gibi dükkânçe-i sahhâfdeğil
Nef’î
levh-i melâmet: Ayıplama levhası.

Cübbe-i nâmûs u zühdü soy bırak bitsin hemân
Hırka-i levh-i melâmet giy nihân etsin seni
Necip (Sultan III. Ahmet)
levh-i mihr: Güneş levhası.

Böyle tahrîr etti levh-i mihre vasf-ı pâkini
Kâtib çarhın ser-i kilk-i maânî-perveri
Nedim
levh-i pâk: Temiz levha.

Aferîn tab’ına var ise cihânda gelsin
Levh-i pâke kalemi böyle
Belîğ-âne çeker
Beliğ levh-i perîşân: Perişan levha.

Zülfün hikâyetini gönülde misâl edip
Gam kıssasını levh-i perîşâne yazmışam
Ahmet Paşa
levh-i sim: Gümüş levha.

Nesîm ola denlü nâzük tarheder âb üzre emvâcı
Ki levh-i sîme üstâd edemez öyle kalem-kârî
Nef’î
levh-i sine: Göğüs levhası.

Kilk-i kudret levh-i sînemde seni kılmış rakam
Eyleyip mahbûblar mecmûasından intihâb
Fuzûlî
levh-i tâbân-ı cebîn: Alnının parlak levhası.

Belli hâlinden ki gezmiştir nice deryâ vü deşt
Levh-i tâbân-ı cebîni bir kitâb-ı sergüzeşt
İsmail Safa
levh-i tarsîn: Sağlamlaştırılmış levha.

Arş-ı temkîn ü kadr-i makderet ü dehr-i sebât
Levh-i tarsîn ü kazA bezm-i efsânemizde her çeh bâd-âbâd
Hilmi (Trabzonlu)
levh-i ta’lîm: Öğrenme levhası.

Şübbân-ı heves-nümâ-yı tanzîm
Etsin bu kitâbı levh-i ta’lîm
Ziyâ Paşa
levh-i uşşâk: Âşıklar levhası.

Bir avuç bârût-ı efrencîdir ol kâfir-beçe
Levh-i uşşâkı nişân-gâh eyleyip tak tak urur
Esrar Dede
levh-i vücûd: Vücut levhası.

Reng-i gam-ı cihândan eğer olsa dil beri
Levh-i vücûda yazar idi nakş-ı dil-beri
Hamdullah Hamdi
levh-i zamir: İç levha.

Şekl-i izar-ı yâr gibi nakş-ı dil-firîb
Levh-i zamîre yazmadı sûret-ger-i hayâl
Bâkî
levh-i zer: Altın levha.

Levh-i zerde gör ki sîm-âb ile ne nakş etmişem
Sanma zer-gerlikte sen üstâdsın tenhâ
Latîf
Âhi levh-i zerrîn: Altın işlemeli levha.

Nakş olup sînem nişân-ı zahmı sengîn yârda
Levh-i zerrîn üzre hatt-ı lâciverdim var benim
Âhi
levh-i zümürrüd: Zümrüt levha.

Gül-berg içinde gonca, gûyâ ki zahir eyler
Levh-i zümürrüd üzreyâkût-ı âb-dârı
Ziya Paşa
levh ü kalem: Kalem ve yazı yazılan yer.

Olsun be-hak levh ü kalem dem-be-dem füzûn
İkbâl ü kadr ü menzilet ü ömr ü devletiakif Paşa
levha: Bir yere asılmak üzere yapılmış yazı veya resim.

levha-i ân: Güzellik levhası.

Bir manzaradır bu levha-i ân
Bir şi’r-ı Hudâ desem de şâyân
Kemalzâde Ekrem levha-i melâhat: Güzellik levhası.

Bir nigâh eyleyen letâfetine
Can verir levha-i melâhatine
Kemalzâde Ekrem levha-i mihr ü meh: Ay ve güneş levhası.

Yalınız safha-i mecmûalara olmasa kayd
Levha-i mihr ü mehe nakş-ı cebîn olsagazel
Nâbî
elvâh: Levh’ler, levha’lar, yassı sayfalar, tablolar, portreler.

Hayrân-ı nefâsetindir elvâh
Muallim Naci
Tazyîkinin altında silinmiş gibi eşbâh
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh
Tevfik Fikret
Doğmuştu kamer, şimdi, uzaklardaki mağmûm
Dağlardan; açık ra’şeler ebâha dağılmış
Ahmet Hâşim
elvâh-ı a’mâl: Amellerin sayfaları.

Mahşer-i aşkında etsem arz-ı hâl ol şâha ger
Cümle dest-i redd olur ehâh-ı a’mâlim bana
Esrar Dede
levha: bk. levh.

levhaş Allah: Ar. 1. “Allah ırak etmesin; vahşet vermesin, korusun” ve “aferin.

” anlamlarını içeren
Arapça söz.

Bârekallah zehî devlet-i feth ü nusret
Levhaş Allah zehî âtıfet hayy-ı kadîr
Nef’î
levlâ, levü levlâ: bk. lev.

levlâke: bk. lev.

levm: Ar. Aleyhte konuşma, zemmetme; hiciv, kınama, ayıplama.

Beni levm etmez idin bî-pervâ
Hastayım baksana muhtâc-ı devâ
Abdülhak Hâmit
levm-i hussâd: Çekemeyenlerin, hasutların ayıplaması.

Levm-i hussâdtan, âsîb-i nazardan dâim
Eyleye zâtını mahfûz
Hudâ-yı zü’l-minen
Nedim
levm-i lâim: Levmeden ayıplama.

Kimseden havf etmeyip söylerdi hakkı bî-dirîğ
Levm-i lâimden kaçıp kılmazdı kasd-ı ictinâb
cinânî
lâim: Levm edici, levmeden.

Ben bütün bir gecelik cûşiş-i ahzanımla
O hayâlât-ı perîşânımla
Müteşekkî, lâim
Karşıdan safvet-i mahmûrunu seyretmedeyim
Tevfik Fikret
levvâm, levvâme: Çok levm edici, başa kakıcı, ayıplayıcı.

Şâh ol Hayâlî kişverine mutmainenin
Tîğ-ı himemle asker-i levvâmeyi dağıt
Hayâlî Bey
levn: Ar. 1. Renk. 2. Yüzün rengi, beniz. c. elvân.

Etti bu ma’nâda ümem
Ezherü’l-levn idi
Fahr-ı Alem
Hakanî
Kararmıştı fikrimde reng-i sefîd
Hele kar yağıp oldu levni bedîd
Keçecizade İzzet Molla
levn-i muhteşem: Muhteşem yüz rengi.

Sarışın.

Ah şimdi her şeyde
Bu sıcak levn-i muhteşem zâhir
Tevfik Fikret
elvân: 1. Levn’ler, renkler, çeşitler. 2. Alacalı Tutar cenânımı bin levha-i bülend-i cihân
Olur revânıma âkis şafak şafak elvân
Kemalzâde Ekrem Bey
A’mâya elvân ta’rîf olunmaz

Dehân-ı âlûde olmaz ni’met-i elvân âlemden
Dimâg-ı dilde lezzet-hân-ı yağmâ-yı seherdendir
Nâbî
elvân-ı âlem: Dünyanın renkleri.

Dehân âlûde olmaz ni’met-i elvân-ı âlemde
Dimağ-ı dilde lezzet hân-ı yağmâ-yı seherdendir
Nâbî
elvân-ı dünyâ: Dünya renkleri.

Halâret-yâb olur mu nimet-i elvan-ı dünyâdan
Dehen-şûy olmayanlar bûs-ı dâmân-ı müdârâdan
koca Ragıp Paşa
levs: Ar. Pislik, murdarlık. c. levsiyyât.

levs-i riyâ: İki yüzlülük pisliği.

Hep levs-i riyâ, levs-i haset, levs-i teneffu’
Yalnız bu.

Ve yalnız bunun ümmîd-i teraff’
Tevfik Fikret
Hep levs-i riyâ dalgalanır zerrelerinde
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde
Tevfik Fikret
levsiyyât: Pislik kabilinden şeyler.

Müslümânlık pâk sîretten ibâretken yazık
Öyle saplandı ki levsiyyâta: Hâlâ çıkmadık
Mehmet Akif
levvâm, levvâme: bk. levm.

leyl, leyle: Ar. Gece. c. leyâl, leyâlî.

Bir cânibi hep siyâh-pûşân
Leyl içre çü encüm-i dirahşân
Şeyh Galip
Görürse tâli’-i menhûsuma bir sâat-ı mes’ûd
Felek tahvîl-i sûret eyleyip leyl ü nehâr etmez
Keçecizade İzzet Molla
Ey leyl, devâm edip gideydin
Ferdâyı da nûra kalbedeydin
Mehmet Âkif
leyl-i gam: Gam gecesi.

Mihr ü meh tâ âleme pertev salıp revnak vere
Leyl-i gamda cân buldu cism-i bîmârım
Âdile Sultan
leyl-i girye: Ağlama gecesi.

Görünmeden sönecek.

Leyl-i girye, leyl-i melûl
İnince eyleyecek şekl-i pür-gumûmumun üfûl
Ahmet Hâşim
leyl-i gurbet: Gurbet gecesi.

Düştün bu leyl-i gurbete mehcûru incilâ
İndin bugavr-ı zulmete me’yûsu istilâ
Kemalzâde Ekrem Bey
leyl-i inşirâh: Ferahlık gecesi.

Bir leyl-i inşirâha kavuşmaksan
Kemâl
Yandın ilâ-nihâye remâd olmadın gönül
Yahya Kemal
leyl-i kalb: Kalp gecesi.

Karşımda titriyor.

“Beni mahv etme, bağla, sar
Bir hufre-i sükûnuna at leyl-i kalbinin
Ben mâzî-işebâbının eş’ârıyım senin”
Tevfik Fikret
leyl-i mâzî: Geçmiş gece.

Peyindegavr-ı leylA-leyl-i mâzî, pîşgâhında
Lika: -yı subh-ı nûrâ-nûr-ı Atî müncelî, meftûh
Kemalzâde Ekrem Bey
leyl-i melûl: Üzüntülü gece.

Görünmeden sönecek.

Leyl-i girye, leyl-i melûl
İnince eyleyecek şekl-i pür-gumûmumun üfûl
Ahmet Hâşim
leyl-i mes’ûd: Mesut gece.

Evet, her şey uyur, ey leyl-i mes’ûd
Fakat ben bir ziyâ-yı ra’şe-dârın
Enîs-i hüznü, bî-ârâm ü bî-sûd
Tevfik Fikret
leyl-i musîbet: Bela gecesi.

Karıştı leyl-i musîbet leyâl-i nisyâna
Açıldı gözlerimiz bir sabâh-ı rahşâna
Tevfik Fikret
leyl-i muzlim: Karanlık gece.

Bu leyl-i muzlimi tenvîre yok mu bir küçük şeb-tâb
Sen ol, ey şu’le-i âhım, benim-çün bir hazîn mehtâb
Hüseyin Sîret
leyl-i müebbed: Sonsuz gece.

Yâ Rab bu serâir gün olur da açılır mı
Bir leyl-i müebbed olarak yoksa kalır mı?
Mehmet Akif
leyl-i mükevkeb: Yıldızlı gece.

Ey leyl-i mükevveb seni ettikçe temâşâ
Rûhum uçuyor şevk ile yıldızlara gûyâ
Kemalzâde Ekrem Bey
leyl-i nedâmet: Pişmanlık gecesi.

Ey cemâat, uyanın!
Yoksa, hemen gün batacak
Uyanın!
Korkuyorum: Leyl-i nedâmet çatacak
Mehmet Akif
leyl-i pür-mâtem: Matemli gece.

Tulû’-ı mihr-ı Atîdir, gubâr-âlûdu sevdâ-hîz
Bu da bir leyl-i pür-mâtem, o da bir leyl-i ye’s-engîz
Abdülhak Hâmit
leyl-i serâir: Gizli şeyler gecesi.

Bir leyl-i serâir ki bütün şûh u mülevven
Güllerle, güneşlerle, emellerle müzeyyen
Tevfik Fikret
leyl-i sevdâ: Karanlık gece.

Zemân zemân kapılır gamlı bir tesellâya
Dalıp gider nazar-ı kalbi leyl-i sevdâya
Tevfik Fikret
leyl-i siyâh: Karanlık gece.

Karartırsın gehi rûz-ı sefîdi
Kızartırsıngehi leyl-i siyâhı
Recaizade Ekrem
leyl-i tarab: Sevinç gecesi.

Dursun bu mûsıkî-i semâvî içinde sâz
Leyl-i tarabda bir dahi mızrâb uyanmasın
Yahya Kemal
leyl-i tîre-fâm: Siyah renkli (karanlık) gece.

AleUusûs geçip leyl-i tîre-fâmı fenâ
Eşi’a-güster olur âfitâb-ı subh-ı nüşûr
Yenişehirli Avni
leyl-i vuslat: Kavuşma gecesi.

Nâz eder necm-i sabâha çeşm-i mahmûrun senin
Leyl-i vuslattan güzeldir zülf-i deycûrun senin
Kemalzâde Ekrem Bey
leyl-i yâd: Anma gecesi. dem leyl-i yâdımda, solgun, tebâh
Sürûr bir kadın, bir ridâ-yı siyâh
Tevfik Fikret
leyl-i zulmânî: Karanlık gece.

Bu nimetler yenip çünkim içildi sâfî şerbetler
Şeb-i hûn etdi şâh-ı rûza ceyş-i leyl-i zulmânî
Hayâlî Bey
leyl ü nehâr: Gece gündüz; her zaman, daima.

Tutma her bâba sakın gûşunu olma assâs
Halka-veş kalmayasın taşrada sen leyl ü nehâr
Müslim (Ebülvefa Ahmet)
leyâl, leyâlî: Geceler.

Abisten-i safâ vü kederdir leyâl hep
Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar
Rah-
mî (Tersane Kâtibi Vak’anüvis Kırımlı Mustafa)
Ziyâya doğru yüzüp gitmek istedikçe hayâl
Sürüklüyor onu girdâba dalga dalga leyâl
Mehmet Akif
leyâl-i âdet: Alışkanlık geceleri.

Leyâl-i âdet edindim bu yolda ihyâyı
Bütün şu meş’aleler beklesin o rü’yâyı
Abdülhak Hâmit
leyâl-i vesvese-hîz-i firâk: Ayrılığın vesveseye sürükleyen geceleri.

Ey meh leyâl-i vesvese-hîz-i firâkta
Sen gelmeyince hâtıra bilsen neler gelir
Nâbî
leyâl-i visâl: Kavuşma geceleri.

Geçip tehâşî-i firkatle hep leyâl-i visâl
Sabah olurdu sükûn bulmadan tahassürler
Tevfik Fikret
leyle: 1. Bir tek gece. 2. Gece.

A’mâk-ı târ-ı leyle birer kimsesiz çocuk
Vaz’-ı mükedderiyle bakar hep sitâreler
Tevfik Fikret
leyle-i aşk: Aşk gecesi.

Bir leyle-i aşkın müteennî seherinde
Yalnız ikimiz sayd-ı hayâlât ile mgûl
Tevfik Fikret
leyle-i firkat: Ayrılık gecesi.

Leyle-i firkatte buldu kendine hem-dem refîk
Ya’nî cism-ipür-hayâlinden yakar dilde çerâg
Âdile Sultan
leyle-i hecr ü firâk: Ayrılık gecesi.

Leyle-i hecr ü firâka kıl tahammül çekme gam
Doğmadan gün bak neler peydâ olur âlem bu ya
Abdülhalim
Galip Paşa
(Türk Galip)
leyle-i hublâ-yı adem: Yokluk gebeliğinin gecesi.

Ahter-i matlabım âfâk-ı felekten doğmaz
Günde bin şey doğurur leyle-i hublâ-yı adem
Akif Paşa
leyle-i Kadr: Kadir gecesi.

Zanneylerim ki leyle-ı Kadr içre nûrdur
Gördükçe zîr-i zülf-i muanberde gerdenin
Seyyit Vehbî
leyle-i târîk: Karanlık gece.

Rûhumda benim korku, ölüm, leyle-i târîk
Çeşminde onun aks-i kevâkible dönerdik
Ahmet Hâşim
leyle-i mukmîr: Mehtaplı gece.

Çîninde olur ârız-ı pür-tâbı nümâyân
Ol zülf ham-ender-ham imiş leyle-i mukmir
rızayi
leyle-i yeldâ: En uzun gece.

Semâsındangumûmu leyle-i yeldâ hurûşândır
Kıyâmetten nişân vermekte mahşerdenperîşândır
Kemalzâde Ekrem Bey
Sokakta kar yağadursun, odanda fasl-ı bahâr
Dışarda leyle-i yeldâ, içerde nısf-ı nehâr
Mehmet Akif
leyle-i zulmâ: Karanlık gece.

Rûzigârım öyle âtıl geçti kim bilmem henüz
Rûz-i nûrânî midir ya leyle-i zulmâ mıdır
Yenişehirli Avni
leylî: Geceyle ilgili; gecelik, gece kalıcı.

Leylî saçında silsileye düşmeyen gönül
Mecnûn işin nite bile kim âkıl-ânedir
Şeyhi
Kadınlar orda güzel, ince sâf, leylîdir
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Ahmet Hâşim
Leylâ, Leylî: Ar. Mecnun’un sevgilisi.

Leyla vü Mecnun hikâyesinin kadın kahramanı.

Leylîyi seversen eyle inşâd
Bir şi’r ile geçen zemânın yâd
Fuzûlî
Leylî saçında silsileye düşmeyen gönül
Mecnûn işin nite bile kim âkıl-ânedir
Şeyhi
Mecnûn odur ki gussa-ı Leylâ’da şâd olur
Tahsîn ona ki vahş iken hoş-nihâd olur
Hamdullah Hamdi
Lebi
Şîrîn saçı
Leylî güzellerden ferağım var
Gönül
Ferhâd ü Mecnûn kıssasından hisse mi aldın
Behiştî
leylâ-yı diğer: Öbür
Leyla.

Dile âteş-zen-i hicrân olan sevdâ-yı diğerdir
Biz
Mecnûn-ı deşt-i aşk eden
LeylA-yı diğerdir
Leskofçalı Galip
leylâ-yı firâk: Ayrılık gecesi.

Kaldım ebedî hicr ile bî-kes gece gündüz
Ağlar sanırım hâlime her manzara, her yüz
Kırlarda hazân, inleyen âvâre bir öksüz
Leylâ-yı firâkın ne kadar hâile-perver
Hüseyin Sîret
Leylâ-yı ham-ender-ham: Büklüm büklüm
Leyla’ (nın saçı).

Zülf-ı Leylâ-yı ham-ender-ham ile
Nice mecnûnu aceb giryân eder
Âdile Sultan
Leylâ-yı leyâl: Gecelerin
Leylası.

Ey gonca-i âlem-i esâtîr
Leylâ-yı leyâle benziyorsun
Mehmet
Celal
leylâ-leyl: Geçmiş gecenin karanlığı.

Peyindegavr-ı leylA-leyl-i mâzî, pîşgâhında
Lika: -yı subh-ı nûr-â-nûr-ı Atî müncelî, meftûh
Kemalzade Ekrem Bey
Leylî-i cefâ-kâr: Cefa çeken Leyla.

Dert ile beni sen eyledin zâr
Ben handân ü Leylî-i cefâ-kâr
Fuzûlî
Leylî-i Mecnûn: Mecnun’un Leylası.

Leylî-ı Mecnûn benim şeydâ-yı
Rahmân benim
Leylî yüzün görmeğe
Mecnûn olasım gelir
Yunus Emre
leylî-veş: Leyla gibi.

Giryân o
Leylî-veş ne ola sahrâya salsa
Bâkî’yi
Mecnûn’un âb-ı çeşmine hâk-i beyâbân teşnedir
Bâkî
leymûn: Ar. Limon.

Turuncî gabgab ü sîb-i zenahdânın firâkından
Sararıp benzin ey ünnâb lebin leymûn olmuştur
Bâkî
lezâiz: bk. lezzet.

lezîz, lezîze: bk. lezzet.

lezzet: Ar. Tat, çeşni.

Mihnetin anlamayan masraf ile îrâdın
Sofradan lezzet alır zümre-i huddâm gibi
Nâbî
lezzet-i dermân: Derman tadı.

Lezzet-i dermânı idrâk eylemez bî-derd olan
Hayâlî Bey
lezzet-i eşyâ: Eşyanın lezzeti.

Olur lezaize rd-beste lezzet-i eşyâ
Aceb mi teşneye gelse şekerden âb lezîz
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
lezzet-i fakr u fenâ: Yokluk ve fakirlik lezzeti.

Ne bilsin lezzet-i fakr u fenâya mâl ü câh ehli
Bu zevki, gel, kanâat kûşesinde merd-ı Hakdan sor
Dürrî (Üsküplü)
lezzet-i gam: Gam lezzeti.

Lezzet-i gam nüsha-i sun’un temâşâsındadır
Kem-hıreddir çekmeyen evzA’-ı dünyânın gamın
Nâbî
lezzet-i güftâr: Söz tatlılığı.

Taklîd ile olmaz bu kadar lezzet-i güftâr
Bu lehçe-i pâkîze bana dâd-ı Hudâdır
Nef’î
lezzet-i hayât: hayat tatlılığı.

Eyyâm-ı inbisât iledir lezzet-i hayât
Tûfân-ı gamda âdeme lâzım mı ömr-ı Nûh
Esad (Musullu)
lezzet-i helvâ: Helva tadı.

Cânâ ne bilir zehr-i gamın zevkını sûfî
Çün gönlünü ol lezzet-i helvaya düşürdü
Hamdullah Hamdi
lezzet-i pehlû: Yan yana bulunma lezzeti.

Süreriz tîğimizin zevk u safâsın her dem
Sîm-tenlerle olan lezzet-i pehlû yerine
Gazi Giray
lezzet-i sahbâ: Şarabın tadı.

Hicrân çekerek zevk-ı mülâkâtı unuttuk
Mahmûr olarak lezzet-i sahbâdan usandık
Nâbî
lezzet-i sûziş: Yakıcı lezzet.

Lezzet-i sûziş ile hîme-i nâ-sûhteye
Terbiyet-hâne-i külhânda eder gül hande
Nâbî
lezzet-i tîğ-ı gam: Gam kılıcının lezzeti.

Hased ol küşteye kim haşre dek olmaz zail
Lezzet-i tîğ-ı gamın zaika-i cânından
Nâilî
lezzet-i visâl-ı Muhammed: Hz. Muhammed’e kavuşma lezzeti.

Dilerse
Hamdî eğer lezzet-i visâl-ı Muhammed
Gerek tarîki ola sünnet ü hisâl-ı Muhammed
Hamdullah Hamdi
lezzet-i vuslat: Kavuşma lezzeti.

Lezzet-i vuslat için firkat-i yârı çekemem
Sohbet-i bâde için renc-i humâr çekemem
Nef’î
Tâ olmaya zehr-âbe-keş-i firkatin âşık
Derk eyleyemez lezzet-i vuslat neye derler
Koca Râgıp Paşa
lezzet-i zevk-ı mahabbet: Sevgi zevkinin tadı.

Lezzet-i zevk-ı mahabbet n’iydüğünpervânede
Şu’le-ı Aha hem-âgûş olmayınca bilmedim
Fehim-ı Kadim (Uncuzade)
lezzet-çeş: Lezzet tadına bakan.

Dehân-ı yâri ne ki benden evvel eyler bûs
Vesâit evvel olur hân-ı vasla lezzet-çeş
Nâbî
lezzet-hân: Lezzet sofrası. lezzet-hân-ı yağmâ-yı seher: Seher yağmasının lezzet sofrası.

Dehân-ı âlûde olmaz ni’met-i elvân âlemden
Dimâg-ı dilde lezzet-hân-ı yağmâ-yı seherdendir
Nâbî
lezîz, lezîze: Lezzetli, tatlı. c. lezâiz.

Ulüvv-i rütbe bize i’tibârsızlıktır
Gelirse pâye-perestâna
Ftibâr lezîz
Nabi
Devr-i ruhunda bulmadım uyhu halâvetin
Gerçi kim olur âdeme hâb-ı seher lezîz
Hamdullah Hamdi
Ey gönül hani gülâc-ı la’l-i dil-berden lezîz
Lezzeti bir sükker-i pâlûde-i terden lezîz
Enverî
lezâiz: Lezîze’nin c. lezîze’ler.

Olur lezaize vâ-beste lezzet-i eşyâ
Aceb mi teşneye gelse şekerden âb lezîz
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
Bir lübbüdür cihânda elezz-i lezaizin
Her mısrâ’-ıgüzîdesi
Fârûk
Nafz’in
Yahya Kemal
lezâiz-i ni’am-ı çerh: Feleğin nimetlerinin lezzetleri.

Biz ol nevâl-i gamız
Nâbîyâ ki olur dil-serd
Lezâiz-i ni’am-ı çerhten nemek-çeşmimiz
Nâbî
libâçe: Far. Elbise.

libâçe-i zâid: Fazla elbise.

Fahr eylemeziz libâçe-i zaid ile
Deryâ gibi mevçtir bizim pûşişimiz
Nâbî
libâs: Ar. Giyecek, elbise’nin tekliği. c. elbise.

Penbe-i dâg-ı cünûn içre nihândır bedenim
Diri oldukça libâsım budur ölsem kefenim
Fuzûlî
Giyme süfliyyet ile kirli libâs
Pâk esvâba nazar eyler «As
Sünbülzade Vehbi
Libâs ile salın sola vü sağa
Ki dost başa bakar düşmân ayağa
Güvâhî
libâs-ı âriyet: Temiz elbise.

Bu libâs-ı âriyetten ârî olsa can eğer
Kûy-ı cânânı eder seyr ü temâşâ mutlaka
Âdile Sultan
libâs-ı atlas-ı şâhî: Şaha ait atlas elbise.

Gel, geç libâs-ı atlas-ı şâhîden ey gönül
Cûy-i fenâyı, halk, çü uryân gelir geçer Beyani (Cârullahzade Mustafa)
libâs-ı ecânib: Yabancıların elbisesi.

Şâyed ola bu hayâle zâhib
Kim oldu libâs-ı ecânib
Nâbî
libâs-ı fâhir: Övünülen elbise.

Câme-i sıhhat
Hudâ’dan halka bir hil’atgibi
Bir libâs-ı fâhir olmaz cisme ol kisvetgibi
Bâkî
libâs-ı fahr: Öğünme elbisesi.

Gurûr etme libâs-ı fahr ile ömrüm cihândır bu
Kabâ-yı cismini kor bunda herkes câme-kândır bu
Ulvî (Bursalı Hüseyin)
libâs-ı fakr: Fakirlik elbisesi.

Ey felek yoktur libâs-ı fakrden
Arım benim
Atlasından bilmişem üstün muhakkar şâlımı
Fuzûlî
libâs-ı hazân: Sonbahar elbisesi.

Tebdîl-i câme etmeğe yok meyli
Nâbîyâ
Yek-rengdir libâs-ı hazân ü bahâr-ı serv
Nâbî
libâs-ı hûn: Kanlı elbise.

Ra’şe tutsa ne ola endâm-ı dil-i mahzûnu
Şâhid-i meyde yine gördü libâs-ı hûnu
Nâbî
libâs-ı îd: Bayram elbisesi.

Gül câmesin bıraktı görüp ceybi lekke-dâr
Nâz ile giydi yine bir iki libâs-ı îd
Nâbî
libâs-ı iftihâr: İftihar elbisesi.

Zihî sâni ki eyler berg-i tût ü kirm-i bed-bûdan
Libâs-ı iftihâr-ı şehriyârâna atlas ü dîbâ
Nâbî
libâs-ı mâtem: Matem elbisesi.

Şehîd-i aşkın için kara başlıdır zülfün
Durur müdâm onun için libâs-ı mâtemde
Şeyhülislam Yahya
libâs-ı müsteârî: İğreti, ödünç elbise.

Muhibbî câme-i atlas giyip onunla fahr etme
Libâs-ı müsteârîdir bu cân üstünde tenden geç
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
libâs-ı nahvet: Kibir elbisesi.

Libâs-ı nahveti tecdîd eder hengâm-ı îd olsa
Bizimle merhabâya vermez el eyyâm-ı îd olsa
Sâdi libâs-ı nev-be-nev: Yepyeni elbise.

Libâs-ı nev-be-nevle ey olan ârâyişe mâil
Kemâlinden haber ver kimse senden ihtişâm almaz
Koca Râgıp Paşa
libâs-ı nîl-fâm: Lacivert elbise.

Bu reng-i libâs-ı nîl-fâmın
Endûh-ı melamet-i müdâmın
Fuzûlî
libâs-ı niyâz: Niyaz elbisesi.

Uruna efser-i nâz u giye libâs-ı niyâz
Şefâat isteye ondan kamu hufât u urât
Hamdullah Hamdi
libâs-ı sürh: Kırmızı elbise.

Kaddin libâs-ı sürh ile âfet değil midir
Afet değil kızılca kıyâmet değil midir
Neylî
libâs-ı ten: İnce elbise.

Harîr-işu’leye tebdîl edip libâs-ı teni
Fenâda anladı zevk-ı hulûdpervâne
Şeyh Galip
libâs-ı zer: Altın elbise.

Libâs-ı zer şu kadar eyledin atâ halka
Ki kimse kalmadı zîrâ cihânda müflis ü ûr
Bağdatlı Ruhi
libâs-ı zühd ü takvâ: Züht ve takva elbisesi.

Harâbât ehlinin yanında çün bir cür’aya değmez
Yeridir âteşe salsam libâs-ı zühd ü takvâyı
Avnî
elbise: Libas’lar, esvaplar. elbise-i fâhire: Övünülecek elbise.

Umma ümmîd-i vefâ elbise-i fâhireden
Yok vefâ eyleyecek sana kefenden gayrı
Nâbî
licâm: Ar. Gem, hayvanın ağzına takılan koşum ipi.

Hani bindikçe rikâba asılan çâbükler
Dest-i şekvâsın eder sonra miyân-gîr-i licâm
Nâbî
Tayy-1 meydân-ı ümîd etmeğe az kalmış idi
Tevsen-i ye’s o kadar etmiş idi bast-ı licâm
Nâbî
Nasıl semend-i merâmın yolu bulur encâm
Elimde mâr-ı helâhil-nisâr olursa licâm
abdülhak Hâmit
lifâfe: Ar. Kefen.

lifâfe-i emvât: Ölülerin kefeni.

Her yer beyâz: Lifâfe-i emvâtı andırır
Yerlerde bir beyâzhğın altında na’ş-ı hâk
Tevfik Fikret
lihâf: Ar. 1. Örtünecek şey, yorgan. 2. Sargı.

Tulû’ edip bu seher matla’-ı lihafindan
Felektegayret-i hûrşîd-i çarh-ı demâr ol
Cinânî
Hevâlarda bürûdet erdi bir pâyâna kim çıkmaz
Güneş zîr-i lihâf ı hâverinden âsmân üzre
Ziyâ Paşa
lihâf-ı hacalet: Utanma örtüsü.

Misâl-i gül-bün-i gül-rîhte şeb-i hicrân
Kalır lihâf-ı hacâlette câme-hâb garîb
Nâbî
lihâf-ı hâver: Doğu yorganı.

Hevâlarda bürûdet erdi bir pâyâna kim çıkmaz
Güneş zîr-i lihâf-ı hâverinden âsmân üzre
Ziya Paşa
lihye: Ar. Sakal.

Dağılırken dedi erbâb-ı temâşâ târîh
Lihye koyuverdi köçek bitti sakalı oyunun
Sürûrî
lihye-i beyzâ: Beyaz sakal.

Şöyle dikkatli bakılsa gözlerin îmâsına
Lihye-i beyzasına, sâfiyet-i sîmâsına
Belli hâlinden ki gezmiştir nice deryâ vü deşt
Levh-i tâbân-ı cebîni bir kitâb-ı sergüzeşt
İsmail Safa
lihye-i cârûb-nümâ: Süpürgeyi andıran sakal.

Ablak yüzünün lihye-i cârûb-nümâsı
Enzar-ı temâşâya verip sıklet ü vahşeti
Tevfik Fikret
lîk: Far. e. Lâkin.

Tahkîk-ı safâ gerçi budur, lîk bu tahkîk
Bir vefk-ı hevâ vü heves-i nev-hevesândır
Nef’î
Nazar âyîneye nâ-câiz iken şeblerde
Aksidir lîk bunun câm-ı leb-â-leblerde
Nâ’bi
Kasriyyet-i fiâlimi söylerdi lîk hep
Feryâd edip ayaklarım altında her kiyâh
Recaizade Ekrem
Aleme doldu meserret lîk ben şâd olmadım
Ah kim ben bende bir dem gamdan âzâd olmadım
Sadi
Çelebi
lika, lika: Ar. 1. Yüz, çehre. 2. Rast gelip kavuşma.

“meh-lika, hudşid-lika” gibi kelimeler yapar.

Likâsıgüldürür mevtâyı bir şekl-i garîb ancak
Edâsı öldürür insânı ammâ bundadır hikmet
Hakanî
Ferdâ elemin çekme gönül bak ruh-ı hûba
Aşıklara ferdâda dahi va’d-i lika: var
Bağdatlı Ruhi
Lâ-cerem derler şerîat ehlinin sarrâfıyız
Lâkin ol vasl-ı likâya kat’-ı zünnâr eylemez
Ümmî Sinan
lika-yı a’sâr: Asırların yüzü.

Bu âsumân
Belag-ı Mübîn’in envârı
İle’l-ebed tutacaktır lika-yı a’sârı
Kemalzâde Ekrem Bey
lika-yı dahme-pûş: Mezara kapanmış yüz.

Nümâyan bir hum-ı âteş-lika-yı dahme-pûşundan
Hayâletler fürûzan hây u hûy-ı zehr-nûşundan
Kemalzâde Ekrem Bey
lika-yı hâmûş: Sessiz yüz.

Nigâh-ı şevk-ı tufûl-ânesiyle müstağrak
Köyün lika-yı hâmûşunda birpeyâm arıyor
Tevfik Fikret
lika-yı handân: Gülen yüz.

Gösterir dest-i sübha-dârıyle
Gösterir bir lika-yı handânı
Tevfik Fikret
lika-yı kamer: Ayın yüzü.

İnerken arza bu mûhiş ridâ, lika-yı kamer
Vakûr ağaçların üstünden oldugamze-figen
Tevfik Fikret
lika-yı rakîb: Rakibin yüzü.

Sehâb-ı tîre verâsında meh sanır Nâbî
Gören o mâh-lika-yı rakîbin ardınca
Nâbî
lika-yı ratîb: Yumuşak yüz.

Uzakta bir mütereddid ziyâ-yı bî-ma’nâ
Yolun lika-yı ratîbinde, muhteriz, dolaşır
Tevfik Fikret
lika-yı şefkat: Şefkat yüzü.

Zavallı anne soluk bir lika-yı şefkattir
Bugün sekiz gün, o mehcûr-ı hâb u râhattır
Tevfik Fikret
lika: Ullah: Allah’a kavuşma.

Benim ol bülbül-i kudsî-safîr-i bâğ-ı vuslat kim
Gelir her dem nevâ-yı lika: -ullah âşiyânımdan
Namık Kemâl
bed-lika: Kötü yüzlü, çirkin suratlı.

Cin nev’i hezâr bed-likâlar
Câdu kılığında ejdehâlar
Şeyh Galip
mâh-lika: Ay yüzlü.

Perde çek çehreme hicrân günü ey kanlı sirişk
Ki gözüm görmeye o mâh-likâdan gayrı
Fuzûlî
lîme: Far. Parçalanmış, yırtık.

Bulutlar pâre pâre, lîme lîme gökte gam-küster
Çökük, pejmürde, meşhûn-ı sefâlet yerde makberler
Kemalzâde Ekrem Bey
lisân: Ar. 1. Ağızdaki organ. 2. Konuşulan dil. c. elsine, lüsn, lüsün.

Bu aşkın bin sıfatından birisi Beyâna gelmedi sığmaz lisâne
Elvan Çelebi
Bir çeşmi var ki bir nice yüz bin lisân bilir
Bin hem-zebânı, hem-demi bin âşinâsı var
Nedim
İster isen anlamak cihânı
Öğrenmeli Avrupa lisânı
Ziyâ Paşa
lisân-ı adû: Düşman dili.

Okur lisân-ı adûya karşı durup
Sevâd-ı âyet-i “Nasrun min Allah” ezber
Nev’î
lisân-ı Arab: Arap dili.

Fikri terkîk eder lisân-ı Arab
Zihni tedkîk eder lisân-ı Arab
Muallim Naci
lisân-ı asr: Asrın dili.

Öğren lisân-ı asr ü rüsûm-ı zemâneyi
Bak tab’-ı nâsa hâle münâsib tekellüm et
Esad Bey
lisân-ı dil: Gönül dili.

Ehl-i akl anlamaz efsûs lisân-ı dilden
Zanneder âşık-ı dîvâne muammâ söyler
Yahya Kemal
lisân-ı efî: Yılan dili.

Yılan kuşandığını cenkte beyân eyler
Lisân-ı ef’îyile zehr-i cân-sitân hançer
İbni Kemâl
lisân-ı ehl-i dil: Gönül ehlinin dili.

Lisân-ı ehl-i dilde aşka gül-zar-ı belA derler
Cüvanın kâmet-i bâlâsına nahl-i cefâ derler
Şeyhülislam Yahya
lisân-ı emr: Emir dili.

Lisân-ı emrine tâbi teânuk-ı husemâ
Nigâh-ı hükmüne nâzır tevâfuk-ı azdâd
Nâbî lisân-ı gayb, lisânü’l-gayb: Bilinmemezlikten haber veren.

Rumûz-ı aşkını kıl zîver-i hüsn-i beyân yâ Rab
Lisân-ı gayba olsun tâ zebânım tercemân yâ Rab
Nazîm (Yahya)
Denilmez hüsn-i ta’bîr-i beyânı
Lisânü’l-gaybdûr Allahü a’lem
Nef’î
lisân-ı hafî: Gizli dil.

Bu bir lisân-ı hafîdir ki rûha dolmakta
Kızıl harâları seyret ki akşam olmakta
Ahmet Hâşim
lisân-ı hâl: Bir kimsenin davranışlarından anlaşılan hâl, davranışla derdini anlatma dili.

Tercemân-ı râzıdır nakş-i vücûhu âlemin
Hâlini herkes beyân eyler lisân-ı hâl ile
Leskofçalı Galip
Niyâza mâni olur sanma bî-zebânî-i ışk
Lisân-ı hâl gibi çünki tercemân bulunurRızayi
diyor ki: Vâlidelik en safâlı gâiledir
Lisân-ı hâlime bak, sözlerim zevâiddir
Tevfik Fikret
lisânü’l-ışk: Aşk dili.

Cüvânım bir lûgatgördüm lisânü’l-ışk nâmında
Belin adın murâd âgûşum adın
Arzû yazmış
Nedim
lisân-ı halk: Halk dili.

Sitâyiş etmedi sen gibi bir
Hudâvend’i
Lisân-ı halk olalı dâstân-ı serây-ı vücûd
Nevres-i Kadim
lisân-ı heves: Heves dili.

Her zemân ben senin hısâlinden
Senin esrâr-ı nâz-ı hâlinden
Bir lisân-ı hevesle bahsederim
Cenap Şahabeddin lisân-ı iştikâ: Şikayet dili.

Feryâda uzak duran sükûtum
Bir özge lisân-ı iştikâdır
Abdullah
Cevdet
lisân-ı kâl: Söz dili.

Zarûrî ihtisâra rağbet ettim kim bu vâdîde
Lisân-ı kâlden zîrâ lisân-ı hâl entaktır
Nâbî
lisân-ı kalb: Kalp dili.

Tuttu lisân-ı kalbimi kahretti nâgehân
Bir cûşiş-i bükâ ile bir ra’şe-i figân
Hüseyin
Suat lisân-ı kudsiyânî: Kutsallık dili.

Hâk-pây-i na’t-gûyânım ki arş-ı a’zamın
Zikr ü teşbîh-i lisân-ı kudsiyânîdir sözüm
Nâbî
lisân-ı na’t: Naat dili.

Hemîşe hâmemi ratbü’l-lisân-ı na’t eyle
Zülâl-i feyz-i amîmimle ey Hudâ-yı
Vdûd
Sâmi lisân-ı nâtık: Konuşan dil.

Yanağı al, kendi âl, işi âl Beyânında lisân-ı nâtıka lâl
Taşlıcalı Yahya lisân-ı semâvî: Semavî din.

Onun lisân-ı semâvîsi rûha söylerse
Bununki rûh-ı maâlîyi nefheder hisse
Mehmet Âkif
lisân-ı şem’: Mum dili.

Gamınla mahv-ı vücûd ettiğin şeb-i firkat
Lisân-ı şem’gece yana yana söyler idi
Sâbit
lisân-ı şîve-i Şîrâz: Şiraz şivesinin dili.

Lisân-ı şîve-ı Şîrâz’dan numûne idi
Acem-perestî-ı Rûm’un imâle devrinde
Yahya Kemal
lisân-ı şuarâ: Şairler dili.

Söz yok güher-i elsine-i âleme ammâ
Ey hâce lisân-ı şuarâ başka lisândır
Yenişehirli Avni
İster isen anlamak cihânı
Öğrenmeli
Avrupa lisanı

lisân-ı vâhid: Tek lisan.

Eğer basît ü mürekkeb arzla cevher hem
Lisân-ı vâhid olup etseler senâ-yı vücûd
Nevres-i Kadim
lisân-ı zemm: Yerme dili.

Ser-mâye-i tefâhür iken dehre zâtımız
Şimdi lisân-ı zemm ile mezkûrlardanız
Nâbî
elsine: Lisân’lar, diller.

Yâr için ez dil ü cân terk-i vücûd eyleyenin
Söylenir elsinede şöhreti
Mansûr gibi
Tahsin (Kıbrıslı Hoca)
elsine-i âlem: Dünyanın dilleri.

Söz yok güher-i elsine-i âleme ammâ
Ey hâce lisân-ı şuarâ başka lisândır
Yenişehirli Avni
lüsün, lüsn: Lisân’lar. lüsün-i atîka: Eski lisanlar.

Sâir lüsn-i atîkanın hep
Ma’kûlatı olur müretteb
Ziya Paşa
livâ’: Ar. 1. Sancak, bayrak. 2. İki alay askerden meydana gelmiş askerî topluluk.

Cümle rûh-ı enbiyâ “Nasrun min’allah” okuyup
Bu gazA içre dutar
İshâk
Peygam-ber livâ
Taşlıcalı Yahya Bey
Sîne tablın doğüben âh livâsın çekeriz
Hem livâmız çekilir hem döğülür nevbetimiz
Âhi
öğren işte: Kuvvet hak!
Ve bu düstûr elinde bî-pervâ
Yürü!
Dünyâyı fetheder bu şİpâ
Tevfik Fikret
livâ-yı Ahmed: Hz. Muhammed’in sancağı.

Kesr oldu haclet ile a’lâmı her emîrin
Nasb oldu nusret ile çün kim livâ-yı
Ahmed
Hamdullah Hamdi
livâ-yı belâ: Bela sancağı.

Sînemde kıl nazar elif ucunda dâgıma
Leşker-keş-i livâ-yı belâya livâ budur
Hayâlî Bey
livâ-yı feth: Fetih sancağı.

Neyin tedbîr ederek hakka ol âsaf-ı menzilet
Kulleye dikti livâ’-ı fethi cânından geçip
Lüfi Livâü’l-hamd: Hamd, şükür sancağı. (Hz. Muhammed’in mahşer gününde müminleri toplayacağı sancağın ismi)
Ser-firâz ettin
LivâüUamd dîn-ı Ahmed’i
Kâfire gösterdin el-hakk dest-bürd-ı Haydar’ı
Nfî livâ-yı işret: Eğlence sancağı.

Sen de livâ-yı işretini bir kenâra çek
Şimdi
Fasîh mevsim-i seyr-i hisârdır
Fasih (Ahmet Dede)
livâ-yı saltanat: Saltanat sancağı.

Gönder livâ-yı saltanatın düşmân üstüne
Merdân-ı cenk-cûy-u neberd-âzmâ ile
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
livâ-yı zer-nigâr: Altın işlemeli sancak.

Olşehenşâh-ı felek tâbi ki vermiş devleti
Bahr u berr hükmünde hûrşîde livA-yı zer-nigâr
Fuzûlî
liyâkat: Ar. 1. Yararlı olma, değerlilik, yararlılık. 2. Hüner, fazilet, iktidar.

Dâd-ı Hudâ’dır demişler kisbî değildir aşk
Tahsîli kat’î müşkül olmayıcak liyâkat
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Sen şâha yakîn olmağa yok bende liyâkat
Bana bu yeter kim seni seyr edem ıraktan
Yahya Bey
(Taşlıycalı)
Anladım cevrine pâyân ü nihâyet yoktur
Bende de zerre kadar sabra liyâkat yoktur
Esrar Dede
lokma: Ar. > lukma’dan; bir ağızlık, bir yudum, bir parça yiyecek.

Dendân-ı şîre lokma olur âhuvân-ı zar
Bir gûsfendi tu’me kılar gürg-i cân-şikâr
Ziyâ Paşa
Ya Rab nedir bu keşmekeş-i derd-i ihtiyâc
İnsânın ihtiyâcı ki bir lokma nânadır
Ziya Paşa
lokma-i aşâ: Akşam lokması.

Geh devlet-i cihândan eder cehl behre-yâb
Geh lokma-i aşâdan eder akl bî-nasîb
Ziyâ Paşa
lokma-i gam: Gam lokması.

Lokma-i gam ki gelû-gîr-i melâl oldu bana
Şîr-i mâder gibi mey şimdi helâl oldu bana
Benlekçi
İzzet Bey
lokma-i hân-ı kanâat: Kanaat sofrasının lokması.

Künc-i istiğnâ kadar bir kûşe-i râhat mı var
Lokma-i hân-ı kanâat gibi bir nimet mi var
Fıtnat
Hanım
lokma-i in’âm: İyilik lokması.

Hâlâ düşünen başlara hep latme-i tenkîl
Hâlâ sırıtan dişlere hep lokma-i in’âm
Tevfik Fikret
lokma-i neheng: Timsah lokması.

Gavvâsı, hırs-ı gevher eder lokma-i neheng
Kebgi ümîd-i dâne eder teleyeşikâr
Ziyâ Paşa
lokma-i târâc: Yağma lokması.

Ekûl-i lokma-i târâctır allâme-i âciz
Harîs-i lezzet-igüllactır alâmet-ı Aciz
Sürûrî
lokma-veş: Lokma gibi.

Çerb ü şîrîn olma halka, lokmaeş yerler seni
Telh-güftâr olma zîrâ akreb eylerler seni
Câmî (İstanbullu Mehmet)
Lokmân, Lukmân: Lokman hekim.

İslâmiyet’ten önceki
Araplar devrinde de efsanevi bir şahsiyet olan ve
Kur’an’da da ismi geçen ve hekimliğinin yanında şiirleriyle de öğütler veren bir bilgenin adı.

Bir marîza çâresiz olmakta âciz bin tabîb
Kudret-i tıbbı bana gelsin de
Lokmân söylesin
Nevres-i Kadim
Gönüller derdine
Lokmân ara, bul, tez devâ iste
Ne istimdâd olur kuldan, ne dünyâdan vefâ iste
Merdanî (Silleli)
Bir dem cehâlette kalır hîç nesneyi bilmez olur
Bir dem dalar hikmetlere
Câlînûs ü Lokmân olur
Yunus Emre
Nîm-hurd-ı la’lin olan lukma ey rûh-ı revân
Gâlib olur eylese hükmünde
Lukmân ile bahs
behiştî
luâb: Ar. Salya, tükürük.

Ekşili şorbâdan ağzı sulanır hûrdeden Üfleriken kaşığa zabt-ı luâb etmek degüç
Sürûrî
luâb-ı Ahmed: Ahmed’in tükürüğü.

Çün menba’-ı şekerdir onun mübârek ağzı
Ashâba şerbet olsa tan mı luâb-ı Ahmed
Hamdullah Hamdi
lu’b: Ar. Oyun, eğlence.

Bu yedi pehlevânı dokuz kal’adan çeker
Hindû saçın atar ise bir lu’b ile kemend
Şeyhi
Lu’b ü lehv ile çü dünyâ meşhûn
İstemez âkıl olan gayri oyun
Sünbülzade Vehbi
Hadeng-i gamzelerin üzre dilde cân oynar
Bu lu’bı hançer-i tîz üzre cân-bâz edemez
Hamdullah Hamdi
lu’b-bend: Oyun bağı.

Zî pehlevân şu göz ki o hengâm-ı ışkta
Bin gürzü kalkana ala bir lu’b-bend ile
Nizami lu’bet: Ar. 1. Oyun, oynanan şey, oyuncak. 2. Herkesi hayrette bırakan şey. c. lu’betân.

Ne lu’bet ile kılar raksı çerh-igerdûn kim
Gönül elinde onun çâr-pâre olmuştur
Hamdullah Hamdi
lu’bet-bâz: Oyuncu.

Bezm-i ayş ü işretinde turfe lu’bet-bâzdır
Sihr edip ağzından âteşler eder izhâr şem’
Riyazî
lu’bet-bâz-ı dehr: Dünyanın oyuncusu.

Sakın aldanma lu’bet-bâz-ı dehrin mekrine
Şeyhî
Neler peydâ eder ol bu kebûdî çadır altında
Şeyhi
lu’bet-geh: Hayret yeri.

Sâhib-i nakş dürüstüm ki bu lu’bet-gehde
Gâlib olmaz ne kadar olsa dagal-bâz bana
Koca Râgıp Paşa
Bu lu’bet-gâhda ey
Nâilî
bilmektedir hikmet
Ne zîr-i hırkadandır heft râs-ı nîl-gûnpeydâ
Nâilî
lu’bet-hâne: Hayret evi.

lu’bet-hâne-i sun’: Sanatın şaşırtıcı evi (kâinat).

Zehî
Bârî ki lu’bet-hâne-i sun’unda halk eyler
Hezârân dil-ber-i mevzûn, hezârân duhter-i hasnâ
Nâbî
lu’betân: Oyuncaklar. lu’betân-ı Rûm: Rum oyuncakları.

Ahir hicâb-ı Şam’a girip lu’betân-ı Rûm
Tuttu cihânı ma’reke-i cünd-ı Zeng-bâr
Nev’î lugaz: Ar. Bilmece, yanıltmaç.

Bu lugaz ilmin bilen ehl-i edeb
Olur âlemde
Ziyâ-veş beste-leb
Ziyâ Paşa
Halletmediler bu lügazın sırrını kimse
Bin kâfile geçti hükemâdan, ulemâdan
Ziya Paşa
lukâtâ: Ar. Yere atılmış ve yerden alınmış lüzumsuz şey, artık, çörçöp.

lukâtâ-çîn: Değersiz şeyleri toplayan.

Gezsen göresin bütün zemîni
Ol mastabanın lukâtd-çîni
Zıya Paşa Lût: Ar. M. Ö.

XIX. yüzyılda yaşamış olan
Harun peygamberin oğludur.

Hz. Lut, Hz. İbrahim’in kardeşinin oğlu olup
Hz. İbrahim şeriatine göre amel etmiştir.

Gönderildiği kavim, genç erkeklerle cinsî münasebette bulunduğu için onları ıslâh etmek istemiş fakat dinlememişlerdir.

Bunlara o zamanda
Sodom ve
Gomore halkı denilmiştir.

Azgınlıkları had safhaya çıktığı için Allah tarafından şehirleri, göklere çıkartılıp baş aşağı yere indirilerek yok edilmiştir.

Şehirlerinden bugüne ibret için kalan tek örnek bugünkü
Filistin’deki
Lut
Gölü’dür.

Bu gölde hiçbir canlı yaşamamaktadır ve suyu çok tuzludur.

Kur’an’da bu azgın kavim ile ilgili pek çok yerde bilgi verilmektedir.

Meselâ, Hicrş59-61, Neml 56, Sad 13, Kafş13 vd.

Lût kavmi ki edip cürm ü günâh
Oldu günden güne güm-râh-ı tebâh
Taşlıcalı Yahya Bey
lût: Far. 1. Tatlı yemekler. 2. Çıplak.

lût-bâz: Tatlı yemeklerle uğraşan.

Şükr-i taâmı vâizA sûfî-i lût-bâza öv
Bana bu pendi etme ki âşıka gam yemek yeter
Hamdullah Hamdi
lutf.

lutuf: Ar. 1. Hoşluk, güzellik. 2. İyilik, iyi davranış. c. eltâf.

Dil nigâh-ı lutf umar bilmez ne bî-rahm olduğun
Merdüm-i çeşminden insâniyyet ümîdindedir
Nâilî
Bunca demdir nîm bir lutfun görüp şâd olmadım
Lûtfeder derlerse dehr-i dûna bühtândır bütün
Üsküdarlı Tal’at
Bilmem ne demektir ne tekâpû, ne tahakküm
Lutfümle de, kahrımla da
Türk’üm
Midhat Cemal Kuntay
lutf-ı ahbâb: Dostların lütfu.

Safâ-yı câvidânîdir neşât-ı lutfu ahbâba
BelA-yı nâ-gehânîdir hayâl-i tîğı adâya
Nef’î
lutf-ı bahâr: Baharın lütfu.

Ammdur lutfı bütün âleme çün lûtf-ı bahâr
Feyz-için çeşm-i hurşîd-i dirahşân mebzûlRızayi lutf-ı dost: Dostun lütfu.

Yek-sân gelirse ne ola dile kahr u lutf-ı dost
Zehr ü şerâb âşık-ı şeydâya bir gelir
Sabri (Mehmet Şerif Çelebi)
lutf-ı edânî: Alçakların lütfu.

Bu mevsimlerde ümmîd-i tama’ lutf-ı edânîden
Nisâr-ı âb-rûy etmekten akdem re’y-i fâsiddir
Nâbî
lutf-ı ezelî: Ezeli lütuf.

Kimse lutf-ı ezelî hükmünü tağyîr edemez
Bu cihândır kimine emek ü kimine yemek
Necati Bey
lutf-ı felek: Feleğin lütfu.

Lutf-ı felek ki ellere
Abı serâb eder
Dil-teşne-i mahabbete bahrı serâb eder
Vecdî
lutf-ı firâvân: Aşırı lütuf.

Görürdüm her kasîde söyledikçe her birisinden
Hem istihsân ü hem ihsân ü hem lutf-ı firârânı
Nef’î
lutf-ı güftâr: Sözün lütfu.

Hüsn-i etvâr nazar-bahş-ı deyâcîr-i amâ
Lutf-ıgüftârı harâbîde bünyân-ı samem
Nâbî
lutf-ı Hakk: Hakk’ın lütfu.

Değil mi lutf-ı Hakk’a karşı ayb ayb-cûluklar
Kemîne lokmayı bî-ithâm alır bulunur
Nâbî
lutf-ı Hudâ: Allah’ın lütfu.

Şâh-ı bî-dil ü bîmâr ü günâh-kâr ne gam
Sen olur isen eyâ lutf-ı Hudâ dâd-res
Adlî (Sultan II. Bayezid)
lutf-ı mu’tâd: Alışılmış lütuf.

Lutf-i mu’tâd ile olşâir-i hoş-ta’bîrin
Şâhid-i nazmına ver hüsn-i beyân hoşgeldin
Nâilî
lutf-ı peyker: Yüzünün lütfu.

Şahsın isti’dâdı lutf-ıpeykerinden bellidir
Kîmyâ-yı kâbiliyyyet cevherinden bellidir
Nâilî
lutf-ı renk-âmîz: Çeşitli renkli lütuf.

Tâ ki ma’nâ-yı latîf lutf-ı renk-âmîz ile
Rûzgârın bir dil-ârâ dâstânıdır sözüm
Nef’î
lutf-ı tab’: Yaratılış güzelliği.

Bîm kahrın cân u mâl hasma berk-hâne-i sûz
Lutf-ı tab’ın lâle-zar milke ebr-i dür-feşân
Fuzûlî
lutf-ı visâl: Kavuşma lütfu.

Ne var bir kerre de et imtihân lutf-ı visalinle
Dilimde âzmâyiş etmedik hangi cefâ kaldı
Nâbî
lutf-ı yâr: Dostun lütfu.

Lutf-ı yâre şâd olup cevr-i adûdan ağlamam
Ol sebebten âşnâ bî-gâne yeksândır bana
Cevrî (İbrahim Çelebi)
lutf-ı Yezdânî: Allah’ın lütfu.

Her ne emre iştigâl etsen saâdetle ola
Avn-ı Rabbânî zahîr ü lutf-ı Yezdânî muîn
Nef’î
lutf u atâ: Lütuf ve bağış.

Billâhî
Necâtî’ye bu lutf u atâyı gör
Şeyhi olalı şeyhi nazmı hasen olmuştur
Necati Bey
lutf u cûd: Lütuf ve cömertlik.

Süzüldü lutf u cûd erbâbı, gitti ayş u nûş ehli
Yemez içmez, cihan bezminden, birkaç bî-kerem kaldı

eltâf: Lutflar.

Budur hakk-ı kelâm ey Sadr-i zîşân kim kıyâs olmaz
Senin eltâfina bezl-i atâ-yı
Hâtem-ı Tâyî
Nedim eltâf-ı Rabbü’l-âlemîn: Âlemin
Rabb’inin lutufları.

Girdi birşekl-i nizâma hey’et-i rûy-ı zemîn
Oldu şâmil âleme eltâf-ı Rabbüd-âlemîn
Tiya Paşa lübb: Ar. 1. Öz, iç. 2. Her şeyin iyisi, hâlisi. 3. Aklıselim, sağduyu.

Bir lübbüdür cihânda elezz-i lezaizin
Her mısrâ’-ı güzîdesi
Fârûk
Nâfiz’in
Yahya Kemal
Lübb ile k ışrın eder fark ını iş’âra
Hakîm
Dürrü sübha def’-i hânendeye zînet sadefin
Nâbî
Lübbü, lehîb-i nâr ile bir kûy-i âteşîn
Kışri, mecârî-i yemm ü nehr ile çâk çâk
Ziya Paşa
lübb-i âteş: Ateşin özü.

Nisbetle kışrı hacmine ol lübb-i âteşin
Şol kubbedir ki ferş oluna anda berk-i tâk
Ziya Paşa
lübb-i esrâr-ı maânî: Mana sırlarının içi.

Açıldıkça ûlü’l-elbâb olur dem-beste-i hayret
Leb-i i’câz-gûyu lübb-i esrâr-ı maânidir
Muallim Naci
lücce: Ar. Açık ve engin deniz.

Mevc mevc olsa ne ola lücce gibi nûr-ı sürûr
Bezme ikbâl ile ol mihr-i dirahşângeldi
Nedim
Lüccesi bahr-i devletingarka-gâh-ıgumûmdur
Râhat-ı dil murâd ise kendini kenâra çek
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
Kulak verin de neler söylüyor bakın idrâk
Bu, lücce lücce tekâsüf, bu sa’y-i dehşet-nâk
Mehmet Akif
lücce-i eflâk: Göklerin engin denizi.

Münakkaş oldu bisât-ı çemen şükûfe ile
Nazîri lücce-i eflâk oldu tahta-i hâk
İbni Kemâl
lücce-i envâr: Nurlar denizi.

Lûle-i çeşme-i hûrşîde şikâf-ı hâme
Mevce-i lücce-i envâre sutûr-ı erkâm
Üsküdarlı Hakkı Bey
lücce-i feyz-i kadîr: Kıymetli feyiz denizi.

Mağz-ı esrâr-ı hakîkatşem’-i cem’-i evliyâ
Pertev-i nûr-ı hüviyyet lücce-i feyz-i kadîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
lücce-i gam: Gam denizi.

Dil zevrakını lücce-i gamdan hevâ-yı ışk
Elbette bir kenâra atar rûzgârdır
Bâkî
lücce-i hayret: Hayret denizi.

Gâhîce gark-ı lücce-i hayret olunca ben
İbrâm-ı nâz edip taraf-ı fikretim sorar
Esrar Dede
lücce-i mihnet: Sıkıntı denizi.

Kalmaz miyân-ı lücce-i mihnette fülk-i rakîb
Hîleyle iş gören kişi mihnetle cân verir
Neylî
lücce-i tevhîd: Tevhit denizi.

Bâr-ı giyeh-i dehre tâlib eyleme mürg-âb-veş
Lücce-i tevhîdinin gavvâs-ı gevher-hâhı kıl
Behiştî
lücce-i ummân: Okyanusun engin denizi.

Leşker-i eşk-i firârân ile ceng eylemeye
Gönderir mevclerin lücce-i ummân saf saf
Bâkî
lücce-i ummân-şekl: Okyanus şeklindeki deniz.

Mâh-ı nev aksini keçkûl edinip deryâlar
Oldu kapında gedâ lücce-i ummân-şekl
Hayâlî Bey
lücce-i zulmet: Karanlık deniz.

Lücce-i zulmet içinden kabaran mezbeleler
Evi sırtında sokaklarda gezen âileler
Mehmet Âkif
lücce lücce: Dalga dalga.

İçimde cûş ederek lücce lücce istiğrak
Ezânı beklemez oldum; açılmadan âfâk
Mehmet Akif
lügat: Ar. 1. Kelime, söz. 2. Her milletin konuştuğu dilin her kelimesi. 3. Sözlük kitabı. c. lugât.

Tarz-ı selefe takaddüm ettim
Bir başka lügat tekellüm ettim
Şeyh Galip
lügaz: bk. lugaz. lüknet, lükûnet, lüknûnet: Ar. Konuş madaki pelteklik, dil basıklığı, dil tutukluluğu, kekeleme.

Rûmî dil-berin ey dil dilinde sanma var lüknet
Murâdınca dili dönmez dehânı tengdir gâyet
Azmi (Pir Mehmet)
Gelip lüknet zebân-ı âşıka vuslat telâşından
Dehânından çıkar güftâr gâhi râst gâhi geç
Enderunlu Vâsıf
Oldu mu yoksa meğer tanbûr-veş târın şikest
Lüknetin mi var zebânında yâhûd bebgâ gibi
Nedim
lûle: Far. 1. Lüle, çeşme, musluk gibi şeylere takılan küçük boru. 2. Halka gibi dürülmüş şey, lüle. 3. Kâğıt külah.

İmâme ağzın öper ateşine lûle yanar
Bu kâr-gâh-ı cezâda garîbtir lûle
Nâbî
Târîhi
Sultân
Ahmed’in cârî zebân-ı lûleden
Aç besmeleyle iç suyu
Han
Ahmed’e eyle duâ
Sürûrî
(Seyyid Vehbi?)
Zâhid bu bürûdetle eğer dûzaha gitsen
Bir lûle duhan yakmağa âteş bulamazsın
Sâbit
lûle-ı Âb-ı Hayât-ı feyz: Bereketli sonsuzluk suyunun lülesi.

Hızr’a minnet çekme var sonra dil-ı Nef’î gibi
Lûle-ı Ab-ı Hayât-ı feyz ile leb-ber-leb ol
Nef’î
lûle-i çeşme-i hûrşîd: Güneş çeşmesinin külahı.

Lûle-i çeşme-i hûrşîde şikâf-ı hâme
Mevce-i lücce-i envâre sutûr-ı erkâm
Üsküdarlı Hakkı Bey
lü’lü: Ar. İnci. c. leâl, leâlî.

Lü’lü mü yoksa dürr-ı Aden’dir dedim, dedi: Ebkem
Fuzûlî eşk-i revânındurur senin
Fuzûlî
Lü’lü dişin gamıyla sirişkim güherlerin
Dizdim ümîd riştesine dane dane ben
Bâkî
lü’lü’-i lâlâ: Parlak inci.

Hudavendâ ben ol üstâd-ı mazmûn-ı perver-i nazmım
Kipest etti kelâmım lü’lü’-i lâZâyı
Nef’î
Saçın ve-leylya ağşâdır yüzün hâverden eclâdır
Dişin lü’lü’-i lalMır lebin la’l-i musaffâdır
Nazf
lü’lü’-i lâlâ-yı sühan: Sözün parlak incisi.

Gevherî güftesine döndü bugünlerde meded
Gevher-i nâdire-i lü’lü-i lâlA-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
lü’lü’-i şehvâr: İri taneli inci.

Yümn-i na’tindengüher olmuş
Fuzûlî sözleri
Ebr-ı Nîsândan erer çün lü’lü’-i şehvâra su
Fuzûlî
Gözlerimden dökülen katre-i eşkim güheri
Leblerinden saçılan lü’lü-i şehvâra fedâ
Fuzûlî
(Naat)
leâl: İnciler.

leâl-i Aden: Aden incisi.

Her tîre-meniş kadr-şinâs-ı sühan olmaz
Her sifle hırdâr-ı leâl-ı Aden olmaz
Nâbî
leâlî: Lü’lü’ler, inciler.

Dürr ile sâyende tezyîn eyledim bâlîni
Gözlerimden etti taktîr-ı leâlî gözlerin
Muallim Naci
leâlî-i bârân: Yağmur tanesi gibi inciler.

Benim sirişkimi mahveylediyse âteş-i vicdân
Bulutlarında senin yok mudur leâlî-i bârân
Kemalzâde Ekrem
leâlî-feşân: İnciler saçan.

Tab’ım kiyâd-ı cezbe-i medhinle dem-be-dem
Bir bahr-i pür-hurûş-ı leâlî-feşân olur
Nef’î
lüsn, lüsün: bk. lisân.

lüzûm: Ar. Lazım olma, gereklik, iktiza, icap, ihtiyaç.

Mecbûr eden mezâlime erkân-ı devleti
İsrâf-ı bî-lüzûm sefâhat değil midir
Şeyhülislam Yahya
Etmiş hulâsa bir emel-i hâs-ı bî-lüzûm
Herşahs-ı hürrü kayd-ı esâretle mübtelA
Ziyâ Paşa
Nedir lüzûmu vücûdu şu kevn-i mağşûşun
Değer mi külfeti îcâdı bunca da’vâya
Ferit Bey

Yorumlar kapatıldı.