İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Berceste Beyitler-6

O

osmân: Ar. 1. Dört halifeden üçüncüsü ve
Hz. Muhammed (s. a. s.)’in damadı. 2. Toy kuşunun ve yılanın yavrusu.

Osmân ki buldu gözleri nûreynin ile nûr
Hem ma’den-i atâ idi hem menba’-ı hayâ
Nizamî
Osman-durur biri ki felek-rif’at idi ol
Ol menba’-ı tevâzu’u ol ma’den-i hayâ
Hamdullah Hamdi

osmânî: Osmanlı imparatorluğunu kuran
Osman
Gazi’nin soyundan gelen padişahlar.

Hakan-ı Osmânî neseb kim münderic zâtında hep
İslâm-ı fârûk-ı Arab ikbâl-ı Pervîz-ı Acem
Nef’î
Osmâniyân: Osmânî’ler, Osmanlı halkı.

Kıl duâ Yahyâ ki etsin ömrünü
Mevlâ mezîd Server-ı Osmâniyân
Sultân Osmân Han’dır
Şeyhülislam Yahya

osmânî: bk.

Osmân.

Osmâniyân: bk.

Osmân.

otağ: T. Büyük çadır.

Osmanlı
Türkçesi’nde bazı
Farsça kelimelerle birleşerek terkipler yapar. otağ-ı Cem: Cem’in çadırı.

Pîr ü civân bahâr bahâr eyleriz sefer
Her dem otağ-ı Cem’le diyâr-ı çemendeyiz
Yahya Kemal

otağ-ı igrâs: Yere dikilen çadır.

Hemen saâdet ile azîm-ı Sıfahân ol
Kurup memâlik-ı Şark’a otağ-ı igrâsı
Nâilî
Ö

ömer: Ar. Hz. Ömer (r. a.). İkinci halife.

Adaleti tam olarak yerine getirmekle kazandığı “Faruk” lakabıyla anılır.

Bir Ömer-durur ki debûr-ı şecâ’ati
Müdbirlerin vücûdu tozun eyledi hebâ
Hamdullah Hamdi
Te’sîr-i sem’le eyledi Sıddîk irtihâl
Olduşehîd-i tîğ-ı kazâ âkıbet Ömer
Ziyâ Paşa
Ömer-i nâ-çîz: Mütevazı
Ömer.

Rûhu bâzû-yı bâd-ı hâlıkte
Ömer-i nâ-çîzi gam-zede-i ziyâ
Cenab
Şahabeddin ömr: Ar. Bir canlının yaşama süresi. c. a’mâr.

Biz tâlib-i teveccüh ü ikbâl-i rûzgâr
Gülberk-i bâğ-ı ömr ise berbâd olupgider
Bâkî
Hırmen-i ömrü savurduk, dâneyi dermekteyiz
Âsiyâb-ı çehre geldik, şimdi nevbet bekleriz

Hemîşe dâne-i gendüm yerine ömr öğütür
Figân u nâleler ey çarh âsiyâbından
Hamdullah Hamdi

ömr-i andelîb: Bülbülün ömrü.

Güller güler, figânla geçer ömr-i andelîb
Bîmâr ihtizârda, ücret diler tabîb
Ziyâ Paşa

ömr-i atvel: En uzun ömür.

Ömr-i atvelle muammer olsan
Adl ü dâdınla kerem-ger
Dârâ
Şerf ömr-i azîz: Değerli ömür.

Bu nasıl âkıbet-i ye’s-engîz
Ne zelîl oldu bakın ömr-i azîz
Abdülhak Hâmit

ömr-i beşer: İnsan ömrü.

Bir bârikadır ömr-i beşer hîn-i güzerde
Yek-dâne-i rahmetten ibâret berekâtı
Abdülhak Hâmit

ömr-i bî-pâyân: Sınırsız ömür.

Sinîn-i ömrüme dâir ne söylersem çıkar noksân
Ki ben mâziye baktıkça gelir bir ömr-i bî-pâyân
Abdülhak Hâmit

ömr-i cahîm: Cehennem hayatına benzer ömür.

Bir ömr-i ruhîmin bütün ezvâkını sürdüm
Tevfik Fikret

ömr-i câvid: Ebedi ömür.

Ben de bilmem böyle rûh-efzâlığın aslın meğer
Hızr tohm-ı ömr-i câvid ekti nahl-istânına
Nedim ömr-i câvidân: Ebedi, sonsuz ömür.

Her kim bu yolda varlığını terk eyleye
Bir ömr-i câvidân bula ki onun fenası yok
Ahmedî

ömr-i dırâz: Uzun ömür.

Zülfün ile lebin öldürdü beni turfa budur
Birisi
Âb-ı Hayât u birisi ömr-i dırâz
Hamdullah Hamdi

ömr-i fürû-güzeşte: Geçip gitmiş ömür.

Gördüm o serv-kâmetin ardınca rûz-ı vasl
Ömr-i fürû-güzeşte şitâbân olup gelir
Nedim ömr-i güzerân: Geçen ömür.

Yoluna harc edeyim nakd-i hayât elde iken
Geh geçer fırsat ömr-i güzerân girmez ele
Ebussuud Efendi

ömr-i hasm: Düşmanın ömrü.

Ömr-i hasmın ere târih gibi pâyâna
Nâmını nâme-i ikbâl elde unvân-ı kerem
Ahmet Paşa
Ömr-i hasmın defterin tûmâr-veş dürsün felek
Nice ki eczâsından eyyâmın dürer defter güneş
Ahmet Paşa

ömr-i intizâr: Beklenen ömür.

Kalbimde incimâd eder âmâl-i neşve-bâr
Mecruh nâlelerle dolar ömr-i intizâr
Kemalzâde Ekrem Bey

ömr-i kûteh: Kısa ömür.

Değmez bu azâb-ı ömr-i kûteh
Hem ömr biter hem âh u eyvâh
Abdülhak Hâmit

ömr-i ma’nevî: Manevi ömür.

Manzûme-i fenâda ne mu’ciz-bedîadır
Bir ömr-i ma’nevî ne mübârek vedîadır
Abdülhak Hâmit

ömr-i muhayyel: Hayal edilmiş ömür.

Bir ömr-i muhayyel. hanigül-bünler içinde
Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsi kadar hoş
Tevfik Fikret

ömr-i niyâm: Uyku zamanları.

Bir çelik parçası bir tîğ-ı mehîb olmak için
Sonra yatmakla geçer ömr-i niyâmında bütün
Ne hazîn işkence
Tevfik Fikret

ömr-i Nûh: Nuh ömrü.

Eyyâm-ı inbisât iledir lezzet-i hayât
Tûfân-ı gamda âdeme lâzım mı ömr-ı Nûh
Esat (Musullu)

ömr-i pür-şitâb: Acele eden ömür.

Ne hâlettir sana baktıkça ey cû ömrüm eksilmez
Meğer zencîr-bend-ipâ-yi ömr-ipür-şitâbımsın
Nedim

ömr-i revân: Akıp giden ömür.

Geçirme fırsat boynun eğip benefşe gibi
Ki gül gibi geçir uş tîz ömr-i revânı
Hoca Dehhani ömr-i sermed: Ebedi ömür.

İlâhî
Hazret-ı Sultân
Murâd’a ömr-i sermed ver
Musahhar ola ona tâ ebed dünyâ vü mâ-fihâ
Şeyhülislam Yahya

ömr-i şitâbân: Koşup giden ömür, geçen ömür.

Ne hâlet var o şûhun nahl-i kadd-i cân-fezâsında
Ki reftârın görüp yoldan döner ömr-i şitâbânım
Nedim

ömr-i telh-mezân-ı âlem: Âlemin acıdan zevk alan ömrü.

Efsûs ömr-i telh-mezâkân-ı âleme
Cibrîl iken nevâle-keş-i hân-ı enbiyâ
Nâbî
a’mâr: 1. Ömür’ler, hayat müddetleri. 2. Yaşlar, sinler. 3. Hoşa giden garip ve tuhaf şeyler.

a’mâr-ı cihân: Cihanın tuhaflıkları.

Girdâb-ı tebâhîye düşen seyl-i revânı
Bütün a’mâr-ı cihânı
Tevfik Fikret
a’mâr-ı düşmenân-ı mestûr: Gizli düşmanların ömürleri. halka-i cevher ile bir cerîdedir tîgi
Ki sahîfesindedir a’mâr-ı düşmenân-ı mestûr
Nâbî

ömren: Ömür olarak.

Müferrih istesen esrâr-ı rûhânî tenâvül kıl
Bu bir terkîbtir hayrânını ömren melûl etmez
behiştî

örf: Ar. 1. Allah tarafından sultan ve
İslam padişahlarına emanet olarak bırakılan hüküm. 2. Âdet.

Ey
Behiştî

örf esiri bâğ-ı cennet ummasın
Mesken olursa saâdettir eğer a’râf ona
Behiştî

örfî: 1. Örfle ilgili, örfe mensup. 2. Şair.

Devletinde ne ola
Örfî gibi meşhur olsan
Var mı bir bencileyin şâir-ipâkîze-edâ
Nef’î
Örfî-i merhûm: Rahmetli
Örfî.

Okundukça bu şi’r-i dil-pezîrim bezm-i âlemde
Eder zinde-revân Örfî-i merhûm u mağfûru
Nef’î

örfî: bk. örf.

özr: Ar. 1. Bir işin işlenmesine veya terkine sebep olan husus. 2. Suçun bağışlanması. 3. Kusur, eksiklik. 4. Engel. c. a’zâr.

Kesret-i meyden sudâ’ erip namâza çıkmadı
Zâhid-i hod-bîn bu özrüyle meğer ma’zûrmuş
Avnî
O cürmün özrü müşkildir ki kâmilden zuhûr eyler
Şeyh Galip
Ne dedim tövbeler olsun bu da fi’l-i şerdir
Benim özrüm günehimden iki kat bed-terdir

şinasi

özr-i ârifâne: Arif olana yakışacak şekilde olan özür.

Telâş-ı va’d-i visâle sebeb nedir bilmem
Yalan mı yok güzelim özr-i ârifâne mi yok
Neşet (Hoca Süleyman)

özr-hâh: Özür dileyen.

Ne özür edersem artık gelir günâhımdan
Meğer inâyet-i şâh ola özr-hâh bana
Ahmet Paşa
P

pâ, pây: Far. 1. Ayak. Ar. kadem. 2. Dip. bk. pây.

Ben kimim bir fakîr bî-ser ü pâ
Kem-terîn bende vü kemînegedâ
Fuzûlî
Yok öpmeğe pâyını mecâlim
Öpsün katarât-ı eşk-i âlim
Muallim Naci

pâ-yı adem: Yokluk ayağı
Ber-murâd olmayıcak ben yere geçsin âlem
Necm ü mihr ü mehi olsun eser-pâ-yı adem
Akif Paşa

pâ-yı dâr: Darağacının dibi.

Verip tezelzül-ı Mansûr’u sâk-ı arşa tamâm
Hudâ
Hudâ diyerek pâ-yı dâra dekgideriz
Nâilî

pâ-yı harçeng: Yengeçin ayağı.

Kaplumbağa iki çeşm-i bed-reng
Kirpikleri hemçü pâ-yı harçenk
Şeyh Galip

pâ-yı hum-i mey: şarap küpünün dibi.

Sadrın gözetip neyleyelim bezm-i cihânın
Pâ-yi hum-i meydir yerimiz bâde-perestiz
Bağdatlı Ruhi

pâ-yı semend: Atın ayağı.

Her kanda bassa pâ-yı semendin nisâr için
Hanlar yolunda cümle revân etti kanları
Bâkî

pâ-be-dâmân: Ayaktan eteğe.

Katl’-i âma ârzû-yıgamzesin takrîr ile
Rüzgârın tîğ-ı kinin pâ-be-dâmân eyledim
Nâbî

pâ-be-gil: Ayağı balçıkta.

Yek-hatvede eyler yine tay şark ile garbı
Reh-vâr-ı kalem her ne kadar pâ-be-gil olsa
Nâbî

pâ-bend, pây-bend: 1. Ayak bağı, köstek. 2. Mani, engel.

Kurtulur çâh-ı zenahtan düşen dil kayddan
Mübtelâ-yı zülfüne pâ-bend olur tûl-i emel
Şeyhülislam Yahya
Olsa şâne yaraşır yâline bâl-ı Cibrîl
Olsa pâ-bend-i mahalpâyine zülf-ı Hüsrevâ
Nef’î

pâ-bend-i belâ: Bela bağı.

İhtiyâç âdeme pâ-bend-i belâdır yoksa
Hod-fürûşâna müdârâ çekilir belâ değil
Muallim Naci

pâ-bend-i terakki: İlerleme engeli.

İslâm imiş devlete pâ-bend-i terakkî
Evvelyoğidi işbu rivâyet yeni çıktı
Ziyâ Paşa

pâ-ber-câ, pây-bercâ: Ayağı yerde, daim, sâbit.

Tâ ki dâim ola bu umrân-serây-ı rûzigâr
Tâ ki pâ-ber-câ ola tâk-ı felekle keh-keşân
Hakkı

pâ-best: Ayağı bağlı.

Sen seyrdesin hemîşe ser-mest
Ben dâm-ı belâ vü gamdapâ-best
Şeyh Galip

pâ-beste, pây-beste: Hareketsiz, ayağı bağlı. c. pâ-bestegân.

Bahâr olursa dahi pây-beste bağımda
Yine hazân-ı mutarassıd sağımda solumda
Nâbî
Şiken-i zülfü eder mürg-i dili pâ-beste
Dahigirâ-ter imiş olsa eğer dâm şikest
Koca Râgıp Paşa

pâ-beste-i dârü’ş-şifâ: Hastahaneye ayağı bağlı.

İktizâ-yı hikmet üzre selb-i akl eyler kazâ
Yoksa kim pâ-beste-i dârü’ş-şifâ olmak diler
Hersekli Arif Hikmet

pâ-beste-i rişte-i ferâğ: Ayrılık ipine bağlı.

Sâkî kerem eyle bî-dimâğım
Pâ-beste-i rişte-i ferâğım
Şeyh Galip

pâ-beste-i ye’s: Üzüntüye bağlama.

Ümmîdinipâ-beste-i ye’s eyleme
Nâbî
İhsân-ı Hudâ bir gün eder def’i mevâni’
Nâbî

pâ-bestegân: Ayağı bağlılar.

pâ-bestegân-ı akl: Akıl ayağına bağlı olanlar.

Pâ-bestegân-ı akla nizâ’-ı fünûn düşer
Azâde meşrebân-ı hevâya cünûn düşer
Nâbî

pâ-bürehne: Yalın ayak.

Pâ-bürehne harekât etse aceb mi
Yahyâ
Dâimâ çün harem-i aşka pûyân idi
Kays
Şeyhülislam Yahya

pâ-bûs, pây-bûs: 1. Ayak öpen, ayak öpücü. 2. Ayak öpme töreni.

Cismi hâk et ol sehî kaddin yolunda
Fıtnat
â
Nâil olmaksa merâmın devlet-i pâ-bûsuna
Fıtnat
Hanım
Dil ki câm-ı aşk ile mest-i harâb olmuş yatar
Pây-bûsun ârzûsuyla türâb olmuş yatar
Bağdatlı Ruhi
Ol reşk-âver âyîne-i hurşîd oldu
Yümn-ipâ-bûsu ile ferş-i ruhâm-ı devlet
Münif pâ-bûs-ı şerîf: Şerefli ayağını öpme.

Oldu pâ-bûs-ı şerifiyle müşerref leb-i havz
Buldu didâr-ı latifiyle ziyâ dide-i cânı
Fuzûlî
Mâi kâliçe-i zer bâfeti yaydı gerdûn
Tâ ki pâ-bûs-ı şerifiyle ola rif’at-yâb
Enderunlu Fazıl

pâ-bûş, pây-bûş: Ayağı örten şey, ayakkabı, pabuç.

Topukların göricek mest olup safâsından
Pâbuç gibi açılıp kaldı ağzı haffâfın
Nedim
(göricek: görünce)

pâ-der-gil, pây-der-gil: Ayağı çamurda. mec. 1. Sıkıntıda. 2. Hareket edemez.

Rûh-ı pâ-der-gil füyûzunla edip pervâz-ı kuds
Cezbe-işevkinle bulsun cism-i hâki irtifâ’
Esrar Dede
Dahi gili
Ferhâd’ın olmamış iken tahmir
Ben râh-ı meşakkatte pâ-der-gil idim câ«â
Hayretî

pâ-der-pâ: Ayak ayağa, yan yana.

Bırakır onu dahi sâyesi gibi yolda
Olsa ger şâtır-ı endişe ile pâ-der-pâ
Nef’î

pâ-der-rikâb: Ayağı üzengide, hareket etmek üzere olan.

pâ-der-rikâb-ı rıhlet: Ölüme gitmek üzere iken.

Dü-rûze ömr ile pâ-der-rikâb-ı rıhlet iken
Nedir bu dûr u dırâz ihtimâm-ı fikr-i kuûd
Sâbit

pâ-deş: 1. Mükâfat. 2. Ayakdaş.

pâ-deş-i mihnet-i saâdet: Saadet sıkıntısının mükâfatı.

Tarîk-ı aşktır pâ-deş-i mihnet-i saâdettir
O bezm-i hâsta hamyâze-rîz olmak da işrettir
Nedim

pâ-mâl, pây-mâl: Ayak altında kalmış, çiğnenmiş.

Olmaz ey Bâkî-i bî-dil ser-i a’dâpâ-mâl
Yine sen tab’-ı semendine süvâr olmayıcak
Bâkî
Kemîne nemleyi pâ-mâle niyyet etmemişizdir
Bu arsa-gâhta hayyâl idik zemân ile biz de
Nâbî
Sipihrin bahtını ikbâlini hep pây-mâl ettim
Hayâtımdan muazzezken vatandan infisâl ettim
Namık Kemâl

pâ-mâl-i cevr: Eziyet altında kalmış.

Zebûn olup bizi pâ-mâl-i cevr edenlerden
Berây-ıgayret-ı Hak intikam alır bulunur
Nâbî

pâ-mâl-i hasm-ı bî-ser ü pâ: Sefil düşmanın ayak altı.

İsmet harem-serâsına hürmet revâ iken
Pâ-mâl-i hasm-ı bî-ser ü pâ kıldın ey felek
Fuzûlî

pâ-mâl-i sâlikân: Yola girenlerin ayaklarının altı; alçakgönüllülük gösterenler.

Tarîk-ı aşkta pâ-mâl-i sâlikân ol kim
Bir iki nakş-ı kadem reh-güzâr olur giderek
Nedim

pâ-mâl-i segân: Köpeklerin ayakları altında çiğnenme.

Bir kemik kaldı benim cism-i figârımdan evet
Uşgöresin olısar ol dahı pâ-mâl-i segân
Behştî

pâ-mâl-i sitem: Sitemin çiğnenmişi.

Cümle âlem bizegayret-keş iken lâyık mı
Olalımpençe-i nâ-ehildepâ-mâl-i sitem
Nâbî

pâ-mâl-i şitâ: Kışa esir düşmüş.

Pâ-mâl-i şitâ olmadan iklîm-i çemen gel
Ver hükmünü ey serv-i revân köhne-bahârın
Nedim

pâ-mâl-i zihâm: Kalabalığın ayakları altında kalma; sıkıntıda ezilme.

Ne kadar olsa da pâ-mâl-i zihâm ey Nâbî
Eyleyen kûy-ı dil-ârâda ikametgelmez
Nâbî

pâ-nihâde: Ayak basmış, ayak koymuş
Kenâr-ı dest-i aşka pâ-nihâde olduğum günden
Cefâdan olmadım bir lâhza hîç âzâd ey bî-dâd
Esrar Dede

pâ-pûş: Ayak örten; pabuç, ayakkabı.

Pâ-pûşu büyük yok mu okut kendini bâri
Muallim Naci

pâ-zede: Ayak altında kalmış, çiğnenmiş.

pâ-zede-i gerd-i elem: Elem toprağıyla
çiğnenmiş.

Olmasın kasr-ı dilin pâ-zede-i gerd-i elem
Nâbî

pâ-zede-i ihtimâl: İhtimal olarak çiğnenmiş.

Çoktur bu nev-kumâş-ı sühan sana
Nâbîyâ
Şehr-i dimâğpâ-zede-i ihtimâl iken
Nâbî

pâ-zede-i inkılâb: Değişikliği çiğnenmiş.

Her şey cihânda pâ-zede-i inkılâb olur
Bir gün gelir bugünkü şerer âfitâb olur
Abdullah
Cevdet

pâçeng, pâşeng, pâheng: Far. Küçük pencere, delik, baca.

Lâ-melâyı pür eder edhine-i fahm-i emel
Matbah-ı cûdu eğer açsa sipihrepâçeng
kâzım Paşa

pâd: Far. 1. Büyük, ulu. 2. Koruyan, bekleyen. 3. Saklayan, hıfzeden. pâd-şâh, pâdişâh, pâdişeh, pâdişây, pâdişâ.

: Padişah, hükümdar. c. pâdişâhân.

Aldın ol iklîmi kim âlemde yüz bin pâdişâh
Hasretiyle verdi cân fethin bilip emr-i muhâl
Fuzûlî
Kem-ter gedâyı az atâsı kılırdı bay
Bir lutfu çok mürüvveti çok pâdişâh idi
Bâkî
Nef’î
bunu sanma müft bulmuş Üç pâdişehin nedîmi olmuş

Yâver olursa eğer lutf-ı Hudâ bir kula
Bir pula muhtâc iken dehre olur pâdişây
Şahin Giray
Benim sen şâh-i meh-rûya kul olmağ iledir fahrim
Gedâ-yı dil-ber olmak yeğ cihânın pâdişâsından
Avnî

pâdişâh-ı âsmân-rif’at: gök yücelikli padişah.

Aceb lûtf ıssıdur ol pâdişâh-ı âsmân-rif’at
Güneş gibi doğup yerden götürdi zerre-veş onu
Hayâlî Bey

pâdişâh-ı aşk: Aşk padişahı.

Pâdişâh-ı aşkam u dil defter ü dîvân bana
Derd ü mihnet sözlerin yazdım yeter ünvân bana
Muhibbî, Meftuni (Kanunî Sultan Süleyman)
Zahm-ı âteş-bâr-ı cismi dâg-ı mihnet sanmanız
Pâdişâh-ı aşk giydirdi bir altınlı benek
Vefaî (Sultan IV. Mehmet)

pâdişâh-ı dâd-ger: Adaletli padişah.

Pâdişâh-ı dâd-ger deryâ-dil ü vâlâ-güher
Kim nem-i hulkundan eyler sebzeler izhâr gül
Necati Bey

pâdişâh-ı hüsn: Güzellik padişahı.

Ol pâdişâh-ı hüsn ki ola rû-be-râh-ı nâz
Hûrşîdi hıyre-çeşm ede gerd-i sipâh-ı «âz
Nâilî

pâdişeh-i hüsn ü ân: Güzellik padişahının hükmü.

Gâhî ki halka halka durur pîç ü tâb ile
Tuğra-i hükm-ipâdişeh-i hüsn ü ân olur
Nef’î

pâdişâh-ı hüsn ü cemâl: Güzellik padişahı.

Nazar fakîre kıl ey pâdişâh-ı hüsn ü cemâl
Ki devlet-i ezelî hüsn-i i’tibârındır
Ahmet Paşa

pâdişâh-ı ışk: Aşk padişahı.

Leşker-igam bengedâyı öldürür yoldaşlar
Pâdişâh-ı ışka tâbi bir sipâhî yok mudur
Necati Bey

pâdişâh-ı mülk-i ıyş: Zevk ve eğlence ülkesinin padişahı.

Mutribim bülbül-i alem-dârım sehî-serv-i bülend
Pâdişâh-ı mülk-i ıyşem devlet ü ikbâl ile
Behiştî

pâdişâh-ı muhterem: Muhterem padişah.

Ey Hüsrev-i âlî-nijad ey dâver-ipâk-i’tikâd
Ey şâh-ı sâhib-i adl ü dâd ey pâdişâh-ı muhterem
Nef’î

pâdişâh-ı mülk ü devlet: Ülke ve devletin padişahı.

Himmet-i ehl-i muhabbet öyledir kim gâh olur
Bir gedâyı pâdişâh-ı mülk ü devlet karşılar
Tıfî (Mehmet Emin)

pâdişâh-ı mülk-i fenâ: Yokluk ülkesinin padişahı.

Bir pâdişâh-ı mülk-i fenadır Behiştî kim
Hıdmette nice şâhı kılıptırpelâs-pûş
Behiştî

pâdişâh-ı mülk-i ıyş: Eğlence ülkesinin padişahı.

Mutribim bülbül alem-dârım sehîserv-i bülend
Pâdişâh-ı mülk-i ıyşem devlet ü ikbâl ile
Behiştî

pâdişâh-ı vakt: Vaktin padişahı.

Alemin hüsn-i cihân-ârâyile makbûlüdür
Pâdişâh-ı vakttir ol şâh dünyâ kuludur
Şeyhülislam Yahya

pâdişâhân: Padişahlar. Pâdişâhânın odurpâdişeh-ı Lem-yezelî
Saltanat sürmededir kendiliğinden ezelî
Şinasi pâdişâhân-ı cihân: Cihan padişahları.

Alemi kevkebe-i şevket ü şânı tutsun
Pâdişâhân-ı cihân bende-i fermân olsun
Nef’î

pâdişâhî: Sultanlık, padişahlık.

Ber-kâide resm-i pâdişâhî
Bî-hadd ü hesâb idi sipâhî
Nâbî

pâk: Far. 1. Temiz, arık. 2. Saf, halis. 3. Kutsal, mübarek. c. pâkân.

İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen
Her murâda erişir Allah diyen
Süleyman
Çelebi
Pâk kıldı zaf-ı tenden levh-i dehr âyînesin
Öyle mahv oldum ki bir zerre gubârım kalmadı
Fuzûlî
Cism terkîb-i gubârîdir gel ondan fârig ol
Rûh-ı pâk ol âlem-i tecride gel esrâra bak
Hayâlî Bey

pâk-bâz: “Temiz oynayıcı, oynayan” mec. bağlı âşık.

Nûr içre nümâyiş-i zemîn
Şâd eyledi rind-ipâk-bâzı
Muallim Naci

pâk-dâmen: “Eteği temiz”, namuslu, iffetli.

Vüs’at-âbâd-ı saâdetde olur elbet azîz
Pâk-dâmen mübtelâ-yı neng-i zindân olsa da
Basîrî (Musullu Halil)

pâk-evsâf: Temiz vasıflılar.

Kavlü ü fi’l ü hulkıpâk-evsâf oldu bunların
Onun için zâhir ü bâtınları ma’mûr olur
Gaybî

pâk-gevher: Temiz cevher.

Pâk-gevher bed-güherden dâimâ mümtâz olur
La’l ü yâkûtunyanında kehrübâya kim bakar
Âgâh Osman Paşa (Trabzonlu)

pâk-meşreb: Temiz huylu.

Ol sâf-zamîr ü pâk-meşreb
Bir bezim-geh eyledi müretteb
Fuzûlî
Pâkîze-tab’ u sâf-dil ü pâk-meşrebiz
Hüsnün gülüne düşse ne ola jâle-veş gönül
Bâkî

pâk-nihâd: Huyu ve tabiatı temiz.

Güşâde-baht ü kavî tâli ü bülend ikbâl
Huceste zât u sütûde-sıfat u pâk-nihâd
Nef’î

pâk-nijâd: Soylu, soydan.

Vezîr-i sâf-zamîrâ vekîl-i pâdişehâ
Eyâ sütûde-i nâm-âverân-ı pâk-nijâd
Nâbî

pâk-tab’ân: Temiz yaratılışlı insanlar.

Pâk-tab’ân eser-i hâdise-igam tutmaz
Aks-i zişt, âyînede dâg-ı derûn olmaz hîç
Recaizade Ekrem

pâk-tebâr: Temiz bitiş.

Yegâne sihr-i güzîn-i halîfetü’l
İslâm
Vezîr-i a’zam ü ekrempâk-tebâr
Nedim

pâk-tıynet: Temiz yaratılışlı.

Pâk-tıynet kûşe-igurbette hâr olsun mu hîç
Gevher âgûş-ı sadeften dûr olur kıymetlenir
Hâmî (Hâmî-ı Âmîdî)

pâk-zâd: Temiz asıllı.

Lâkin bu zaîf pâk-zâda
Kassâb nasıl kıyar bilinmez
Muallim Naci

pâkîze: Far. 1. Temiz, lekesiz. 2. Saf, hâlis.

Pâkîze kelâmım ki der-bahr-i hayâlim
Avîze-i gûş dil-i yârân-ı safâdır
Nef’î
Nazîrin yok cihânda hüsünle mihr-i münevversin
Behâ olmaz sana cânâ aceb pâkîze gevhersin
Nedim

pâkîze-edâ: Temiz görünüşlü.

Devletinde ne ola
Örfî gibi meşhûr olsan
Var mı bir bencileyin şâir-ipâkîze-edâ
Nef’î

pâkîze-gû: Güzel konuşma.

Eğer pâkîze-gûluk tarzını öğrenmek istersen
İşit cân ile
Yahyâ’nın sözün üstâddan kaçma
Şeyhülislam Yahya

pâkîze-güftâr: Temiz sözlü.

Biz de ey Nef’î n’ol tertîb-i dîvân eylesek
Az ise eş’ânmızpâkîze-güftârız hele
Nef’î

pâkîze-güher: Saf inci.

Merd-i meydân-ı hüner merdüm-ipâkîze-güher
Müddeâ-bahş-ı zafer-ı saff-şiken arsa-i cenk
Nef’î

pâkîze-nihâd: Temiz huylu.

Hakkı bir zâlime ihtâr, o ne şâhâne cihâd
“En büyüktür” dedi
Peygam-ber-ipâkîze-nihâd
Mehmet Akif

pâkîze-sîret: Temiz görünüş.

Böyle zîbâ-sûret ü pâkîze-sîret görmedim
Bir melektir gûyiyâ etmiş tevellüd hûrdan
Nef’î

pâkîze-tab’: Temiz görünüş.

Pâkîze-tab’ u sâf-dil ü pâk-meşrebiz
Hüsnün gülüne düşse ne ola jâle-veş gönül
Bâkî

pâkîze-vücûd: Temiz görünüşlü.

Bir de gördüm ki o pâkîze-vücûd
Nâ-gehân oldu o yerden nâ-bûd
Enderunlu Fazıl pâlâ: Far. 1. Yedek at. 2. Asılı, asılmış. 3. Süzgeç. 4. Feryat, nale.

Gark olur kevn ü mekân
Ab-ı Hayât-ı feyze
Aldığımca elime kilk-i sühan-pâlâyı
Nef’î

pâlâheng, pâlheng: Far. 1. Dizgin, yular. 2. Bir çeşit büyük kement.

Eyleye tâ Hüsrev-i sâhib-kırân şark u garb
Eşheb-i zer-pâlâheng subhla cevlân-geri
Nef’î
Keh-keşân sanma olup dil-şüde-i ferhâlin
Beline bağladı aşkın feleğin pâlâhengin
Kâzım Paşa

pâlâs, palâs, pelâs: (qj, qVL) Far. 1. Eski kilim, keçe. 2. Çul, aba.

Ey sabâ jûlîde mû başında
Mecnûnun sakın
Bî-tekellüf gezme kim
Leylî evidir olpâlâs
Fuzûlî
Sâbûn-ı tevbeden olur imdâd
Nâbîyâ
Çirk-ipelâs-ı mahiyetin şüst ü şûsuna
Nâbî
Sultân kabâçesini palâsa verir velî
Vermezgedâ kabâçe-i zer-bâfta şâlini
Behiştî
Gelmez ey dil gam palâsından bana dîbâ azîz
Himmet ehline görünmez zînet-i dünyâ azîz
behiştî

palâs-ı aşk: Aşk çulu.

Serîri külhân olanlar serâyı neylerler
Palâs-ı aşkı giyenler kabâyı neylerler
Seydî (Dülgerzade)

palâs-ı fakr: Fakirlik paçavrası.

Ey Fuzûlî ben kanâat mülkünün sultânıyım
Saltanat esbâbı eğnimde palâs-ı fakr bes
Fuzûlî

palâs-ı kühen: Eski kilim.

Budur atiyye-i dîvân-hâne-i kısmet
Gehîpalâs-ı kühengâhî hil’at-i samûr
Nâbî

pâlâs-pâre, pelâs-pâre: Eski püskü, yırtık pırtık (giyecek).

pâlâs-pâre-i ihlâs: Temiz eski püskülük.

Pâlâs-pâre-i ihlâsımızla rûz-ı hesâb
Cenâb-ı şeyh-i riyâ-kâra bir külâh ederiz
Ziyâ Paşa

palâs-pâre-i rindî-be-dûş u kâse-be-kef: Rindlik çulu omuzda ve kâse elde olarak.

Palâs-pâre-i rindî-be-dûş u kâse-be-kef
Zekât-ı mey verilir bir diyâra dek gideriz
NâUi

pelâs-pûş: Eski püskü giyinen, fakir.

Bir pâdişâh-ı mülk-i fenâdır
Behiştî
kim
Hıdmette nice şâhı kılıptır pelâs-pûş
Behiştî

pâlûde: Far. 1. Saf hâline getirilmiş, süzülmüş. 2. Pelte.

Sîm-tenler misâl-i pâlûde
Titreşirler yüz yüze suda
Vâhid
Nerm-ten dil-berlerin âzârı da şîrîn olur
Lezzetin telh eylemez çîn-i cebîn pâlûdenin
Nedim
Ey gönül hani gülâc-ı la’l-i dil-berden lezîz
Lezzeti bir sükker-ipâlûde-i terden lezîz
Enverî

pâpâk: Far. Acem külahı, siyah ve kıvırcık tüylü kuzu derisinden yapılan ve başa giyilen bir çeşit külah, serpuş.

Bir tıfl-ı Acem başına san giydipâpâğı

pâre: Far. 1. Parça. 2. Bir kuruşun kırkta biri. 3. Sayı, bölük. 4. Para.

Zahm-ı sînemden okunpârelerin hep alma
Dursun Allah’ı seversen hele bir pâre meded
Bâkî
Düşeli o yâdigâregönül oldu pâre pâre
Çekerim gönül ne çâre geçemem muhabbetim var
Enderunlu Vâsıf
Çün bastı sipihr-i evvele pâ
Oldu iki pâre bedr-i ra’nâ
Şeyh Galip
Ne serv olur sanemâ kametin ki reşkinden
Sanevberin yüreği pâre pâre olmuştur
Hamdullah Hamdi

pâre-i elmâs: Elmas parçası.

Pâre-i elmâstır seng-i fesânî neyler ol
Çarha çekme bir dahi şemşîr-i vâlâ gevheri
Nef’î

pâre-i tîr: Ok parçası.

Pâre-i tîrin tenimden ölmeden iy kaşı yâ
İtlerin üştü çıkardı üstühânım sandılar
Enverî

pâre: Far. “Parça” anlamıyla birleşik kelimeler yapar. ahker-pâre, ahger-pâre: Ateş parçası.

Sînede her dâg-ı surh andan bir ahker-pâredir
Sûz-ı firkatle dil olmuştu firûzân bir ocağ
Nef’î
âteş-pâre: 1. Ateş parçası, kıvılcım. 2. mec. kararsız, tek durmaz.

Şimdi hâkisterle örtülmüş bir âteş-pâreyim
Muallim Naci
berf-pâre: Kar parçası.

Şu berf-pâreler ki doğrusu üşütmüyor beni
Tevfik Fikret
bî-pâre: Parçasız.

Dil-zinde-i feyz-ı Şems-ı Tebrîz
Bî-pâre-i hâme-işeker-rîz
Şeyh Galip
ciğer-pâre: Ciğer parçası, evlat.

Gel ey izz ü nazım ciger-pâresi
Gel ey derd-i dâg-ı derûn çâresi
Nedim
çâr-pâre: Dört parça.

Bu bezm içinde gönül çâr-pâre olmazsa
Ben onun ismini hayvân-ı çâr-pâ ederim
Hamdullah Hamdi
dü-pâre: İki parça.

Bir tîg urulup dü-pâre olmuş
Bed-kâr idi bed-sitâre olmuş
Şeyh Galip
gulâm-pâre: Gulampara, homoseksüel.

Birisi sürmeli zen-pâre idi
Bir gök gözlü gulâm-pâre idi
Sünbülzade Vehbi
hazef-pâre: Çömlek parçası.

Kân-ı endîşe hazef-pâreleridir
Ekrem
Bu güherler ki sana her biri yekdâne gelir
Recaizade Ekrem
la’l-pâre: La’l parçası.

Kıldı lebin hayâli rakîbin dilinde cây
Hârâ içinde sanki yatar la’l-pâredir
Hayâlî Bey
mâh-pâre, meh-pâre: 1. Ay parçası. 2. Çok güzel kimse, mehpare.

Ol mâh-pâreyi severiz aşk-ı pâkle
Hasbî cedir muhabbetimiz hep
Hudâ bilir
Bağdatlı Ruhi
Ya neylesin bî-çâreler âlüfteler âvâreler
Sâgar suna meh-pâreler nûş etmemek olur sitem
Nef’î
nân-pâre: Ekmek parçası.

Fikrimde maânî bir içim su olmuş
Zenbîl-i devât içre kalem nân-pâre
Enderunlu Vâsıf
nemed-pâre: Keçe parçası.

Bu nemed-pâre külâh-ı “fakru fahri”m sâyesi
Efser-i efsürdegî-i mülk ü devlettir bana
Esrar Dede

pâlâs-pâre, pelâs-pâre: Eski püksü, yırtık pırtık (giyecek).

pâlâs-pâre-i ihlâs: Temiz eski püskülük.

Pâlâs-pâre-i ihlâsımızla rûz-ı hesâb
Cenâb-ı şeyh-i riyâ-kâra bir külâh ederiz
Ziya Paşa

sad-pâre: Yüz parça.

Dilleri bâr-ı sanevber gibi sad-pâre olur
Tîğ-ı berrânını yâd eyledikçe a’dâ
Nef’î
Sabrım libâsını yine sad-pâre eyledin
Yeter gamınla bağrımı pür-yâre eyledin
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

seher-pâre: Seher parçası.

seher-pâre-i san’at: Sanatın seher parçası.

Ne seher-pâre-i san’at ki ezelden mahmûr
Leb-i deryâda uçan bir ebedî hande-i nûr
Mehmet Akif

sî-pâre: Otuz parça. sî-pâre-i havâdis-i eyyâm: Otuz günün haberleri.

Sî-pâre-i havâdis-i eyyâm olup şühûr
U’cûbe-i vakâyi’-i dehre risâle sâl
Koca
Ragıp

paşa

tahta-pâre: Tahta parçası.

Gâh olur mevte müeddî cür’a-i âb-ı zülâl
Gâh eder bir tahta-pâre âdemi yemden halâs
Ahmet
Remzi (Akyürek)
üstühân-pâre: Kemik parçası.

üstühân-pâre-i ihsân: İhsanın kemik par-
çası(Kemik parçası olarak sunulan ihsan)
Seg-i kem-kadr-i derinden dahi kem-ter kaderim Üstühân-pâre-i ihsânın ile et beni yâd
Nâbî
varak-pâre: Yaprak parçası.

Zâhide zerdî-i rû vâsıta-i zîb olmaz
Her varak-pâre-ipejmürdede tezhîb olmaz
Nâbî
yek-pâre: Tek parça.

Ahâlî izz ü devlette reâyâ emn ü râhatta
Hüner erbâbı rif’atte cihân-ı yek-pâre nûrânî
Nâbî
zen-pâre: Zampara.

Birisi sürmeli zen-pâre idi
Bir gök gözlü gulâm-pâre idi
Sünbülzade Vehbi

parın, pârîne: Far. Geçen seneki, bıldırki, geçen yıl olan.

Gel göğüs ver şitâ-yı pür-kîne
Yetiş ey postîn-ipârîne
Muallim Naci

pârsâ: Far. Dine fazla bağlı kimse, sofu.

Bahâr-ı tevbeye
Şeyhî cünûn demiş âkıl
Bugün muvâfakat et irte pârsâ olalım

şeyhi (irte: sonra)
Elden ayağı yere komaz içeriz müdâm
Sûf sanır mısın ki bizipârsâlarız
Bâkî

pârsâ-yı gül: Gülün bağlılığı.

Berg-i gül eyledi cereyân cûy-bârda
Seccâdesin bıraktı suya pârsâ-yıgül
Nâbî

parse: Far. 1. Parsa. 2. Dilencilik.

Câhile nâ-dân, mürâyî sofuya sâlûs de
İffet ehlipâk-dâmen ehl-i takvâpârse
Sünbülzade Vehbi

pâs: Far. 1. Gecenin sekizde biri. 2. Gözetleme, bekleme. 3. Keder, gam, gönül üzüntüsü.

pâs-bân, pâs-vân: Gece bekçisi.

Hâb görmez çeşmimiz endîşe-i ağyârden
Pâs-bânızgenc-i esrâr-ı mahabbet bekleriz
Fuzûlî
Ey hâl, pâs-bânı mısın sen o gerdenin
Kâfur içinde habbe-i fülfül müsün nesin
Nedim pâs-bân-ı bostan: Bostan bekçisi.

Bir güzer-gâh-ı muvakkattir cihân insânlara
Olmamış bir kimse olmaz pâs-bân-ı bostân

pâs-bân-ı der-geh: Dergâhın bekçisi.

Âsitân-ı hazreti hem üç çarh-ı nüh-tabak
Pâs-bân-ı der-gehi bilcümle fevc-i kudsiyân
Üsküdarlı Hakkı Bey

pâs-bân-ı felek: Feleğin bekçisi.

Keşân’a duhûl eyledim ibtidâ
Edip pâs-bân-ı felek bir nidâ
Keçecizade İzzet Molla

pâs-bân-ı genc-i nihân-i miyân: Kemerin gizli hazinesinin bekçisi.

Zülfün mû ya gezende siyeh mâr-ı ham-be-ham
Kim pâs-bân-ı genc-i nihân-i miyân olur
Nef’î

pâs-bân-ı mihnet: Sıkıntının gece bekçisi.

Şem’-i âhı diktik ey mâhım fenâ fânûsuna
Pâs-bân-ı mihnetiz şehr-i felâket bekşeriz
Enverî

pâş: Far. “Serpen, saçan” anlamlarına gelen birleşik kelimeler yapar. âteş-pâş: Ateş saçan.

Yine verdi fişek-i âteşpâş
Dil-i çarh-ı sitem-endûza hırâş
Nâbî
gevher-pâş: Cevher saçan.

Bahr çalkandı aşağı yukarı olmadı
Lücce-i tab’-ı Hayâlî ye bedel gevher-pâş
Hayâlî Bey
hûn-pâş: Kan saçan.

Felek sedd olsa vermez dîde-i hûn-pâşa temkîni
Ne denlü tûtiyâ versen kurutmaz çeşm-i nemekini
Nâbî

pâşîde: Saçılmış, serpilmiş, dağılmış.

Pâşîde etsin âb-ı ruhun hâk-i zillete
Bâlâ-yı sadr-ı câha terakkî murâd eden
Nâbî
Der-i ilminde müsta’mel nice mâhiyet-i âlem
Reh-i hükmünde pâşîdegüher-i hâsiyyet-i eşyâ
Nâbî

pâşîde: bk. pâş.

pây: Far. 1. Pâ, ayak. 2. Kök, dip, temel. bk. pâ.

Bir bahr-i gamda urmadayız dest ü pây kim
Keştîsi yok, kenâresi yok, nâhudâsı yok
Nâbî

pây-ı bed-emân-ı sükûn: Sakinliğin kötü emniyet ayağı.

Kimi pergâr gibi hatve-şümâr-ı hareket
Kimisi nokta gibi pây-ı bed-emân-ı sükûn
Münif pây-ı bed-hûy-ı heves: Arzulanan kötü huyun temeli
Kuvvet-i reftârdan vâ-mânde olmuşken yine
Pây-i bed-hûy-ı heves bî-hûde-pûluklardadır
Nâbî

pây-ı dil-ârâm: Gönül kapanın ayağı.

Gün olur mu ki edem pây-ı dil-ârâmı bûs
Bahtım el vere mi olmayan ayaktan me’yûs
Esrar Dede

pây-ı hum: Şarap küpünün ayağı.

Alçağa akar sular pây-ı huma düş mest ol
Pür-cûş olayım dersen Gâlib gibi ser-mest ol
Şeyh Galip

pây-ı hum-ı mey: Şarap küpünün ayağı.

Düşer tenhâda zâhid şüphesiz pây-ı hum-ı meyde
Düşürmez gerçi kim seccâdesin zâhirde dûşundan
Şeyhülislam Yahya

pây-ı müşg-âlûd: Misk kokusuna bulaşmış ayak.

Arızında hattını gören sanır kim mûr-çe
Pây-ı müşg-âlûde basmış berg-i nesrîn üstüne
Nizamî

pây-ı rakîb-i seg: Köpek rakibin ayağı.

Bu meseldir sürütürler köpeği öldürene
Şimdiden pây-ı rakîb-i sege bir ip takalım
Keçecizade İzzet Molla

pây-ı semend: Güzel atın ayağı.

Her kanda bastı pây-ı semendin nisâr için
Cânlar yolunda cümle revân etti cânları
Bâkî

pây-ı tarab: Eğlence ayağı.

Kurtulur pây-i tarab yerden o dem kim melekût
Yere gökten süzülüp halka-i şeh-perle döner
Yahya Kemal

pây-ı yâr: Yârin ayağı.

Pây-ı yâre düşmeğe ağyârdan nevbet mi var
Sâyesinde nahl-i ümmîdin meğer râhat mı var
Nâbî
Bir kerre pây-i yâre yüzün sürmedin diye
Merdümler eşk-i çeşmimigözden bıraktılar
Enverî

pây-bend: Ayak bağı.

Pây-bend oldum ser-i zülf-i perîşânıngörüp
Nutktan düştüm leb-i la’l-i dür-efşânıngörüp
Fuzûlî
Esîrânı havâya güfte-i bî-hûde pend olmaz
Duhân-ı halka halka peşşegâna pây-bend olmaz
Nâbî
Sultâna kayd-ı saltanat-ı dehr pây-bend
Dervîş kendi başına sultân olupgezer
Bâkî

pây-bend-i aşk: Aşkın ayak bağı.

Pây-bend-i aşktan bir dahi olur mu halâs
Kâkül-i pür-pîç-i müşgîn-târa düştü gönlümüz
Şeyhülislam Yahya

pây-bend-i dâm-geh-i kayd-i nâm ü neng: Şöhret ve şan kaydının tuzağının esiri.

Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü neng
Tâ-key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng
Bâkî

pây-bend-i lûtf: Lütuf ile ayağı bağlı.

Pây-bend-i lûtf olup bir yerde sâkin bolmadım
Deşt-i hayrette tereddüdten yorulmuş gönlümü
Fuzûlî
(bol-: olmak)

pây-best: Ayak bağı.

Ne oldu sana böyle mest olupsun
Gam dâmına pây-best olupsun
Fuzûlî
(olupsun: olmuşsun)

pây-bûs: Ayak öpme.

Pây-bûs ile şeref-yâb olduğumdan zevk eder
Nüktelerle şiveler eyler bilir bilmezlenir
Nâbî

pây-bûs-ı şehriyâr: Padişahın ayağını

öpme.

Pây-bûs-ı şehriyâra sa’y et olma nâ-ümîd
Ey Necâtî kimse görmez devleti erden ırağ
Necati Bey

pây-bûs-ı yâr: Yârin ayağını öpme.

Pây-bûsı yâre hâk olmakla mümkindir vusûl
Pây-mâl olsun diyen
Yahyâ’ya devlet-hâhıdır
Şeyhülislam Yahya

pây-dâr, pâ-dâr: İyice yerleşmiş, sağlam, sürekli.

Bu mücerrebdir ki bulmaz zulm bunda imtidâd
Bu mukarrerdir ki zâlim bunda olmaz pay-dâr
Fuzûlî
Top-ı âh-ı inkisâra pây-dâr olmaz yine
Kşver-i câhın nice sengin hisârın görmüşüz
Nâbî
Elden gelen keremle şâd etmeli kulûbü
Kimdir eden cihânda ümmid-i pây-dâr
Muallim Naci

pây-endâz: 1. Büyük kimselerin geçeceği yerlere serilen halı veya kilim benzeri şeyler. 2. Ayak atmış, ayak atan.

Çeşm-i hûnînim hayâlin şâhını i’zâz eder
Her gelişte bir kumâş-ı sürh pây-endâz eder
Şeyhülislam Yahya

pây-gâh, pây-geh: 1. Derece, rütbe. 2. Pabuçluk, ayakkabılık.

Bir gün eyler dest-beste pây-gâhı cây-gâh
Bî-aded mağrûr-ı sadr-ı Ttibârıngörmüşüz
Nâbî

pây-kûb: “Ayak vuran” mec. rakseden, köçek. c. pây-kûbân.

Olur arûs-ı sühanpây-kûb ü dest-efşân
Zebân-ı hâme-ı Nâbî terennüm ettikçe
Nâbî

pây-kûbân: Köçekler.

Şemş-hâne gûşesinde
Mevlevî dervişidir
Pây-kûbân raks eder hem-vâre bir ben bir habâb
Esrar Dede

pây-mâl, pâ-mâl: Çiğnenmiş, ayak altında kalmış.

Gehî turren gibi baştan çıkıp şûrîde-hâl olmak
Gehî zülfün gibi ayağa düşüp pây-mâl olmak
Adlî (Sultan II. Bayezid)
Pây-mâl eder encâm kimin üstüne dönse
Agâz edeli devre budur meşreb-i âlem

pây-fersûde: Pabuç eskitme.

pây-fersûde-i sahrâ-yı taleb: Talep çölünde yürüyüp pabuç eskitme.

Pây-fersûde-i sahrâ-yi taleb olmayıcak
Ademe kendi ayağı ile devlet gelmez
Seyyit Vehbî

pâyân: Far. 1. Son, nihayet. 2. Kenar, uç. 3. tas.

Sufinin ulaşacağı birlik âlemi.

Cefâ vü cevr ile mu’tâdem onlarsız ne olur hâlim
Cefâsına hadd ü çevrine pâyân olmasın yâ Rab
Fuzûlî
Anladım çevrine pâyân ü nihâyet yoktur
Bende de zerre kadar sabra liyâkat yoktur
Esrar Dede
İsterim hüsnün gibi çevrine pâyân olmasın
Tek seni sevmek cihân halkına âsân olmasın
Galip
Dede
Arsa-i medh ü senânın haddi yok, pâyânı yok
Peyk-i endîşem aceb mi olsa bî-tâb ü tüvân
Nef’î
Hükmün ki tahakküm edemez seyrine bir şey
Bir anda bu pâyânsız olan cevvi eder tayy
Mehmet Akif

pâye: Far. 1. Rütbe, derece. 2. İlmiyenin sarıklarının bir rütbesi. 3. Basamak, merdiven.

Mesned-i iclâlin rif’at bir ednâ pâyesi
Der-geh-i ikbâlinin devlet kadîmi çâkeri
Nef’î
Bilmezem pâyem mi alçak bu benim bahtım mı kem
Keyfime keder verir bir nâ-bekâr eksik değil
Âşık Ömer
Hamza’dan sonra gelen şehîd ancak odur
Hak için cân verenin pâyesi elbet bu olur
Mehmet Akif

pâye-i âlî: Yüce paye
Pâye-i âlî ricâ etmez kapında hâk olan
Taht-ı şâhî istemez menzil-gehi eflâk olan
Âzeri
Çelebi (İbrahim)

pâye-i devlet: Devletin rütbesi.

Bulunmazsa adâlet milletin efrâdı beyninde
Geçer bir gün zemîne, arşa çıksa, pâye-i devlet
Namık Kemâl

pâye-i husrân: Hüsran derecesi.

Pâye-i husrân ile nâ-kâmlık emr-i asîr
Mâye-i irfân ile tahsîl-i kâm etmek degüç
Sâbit

pâye-i Keyvân: Keyvan derecesine ulaşma.

Pâyimâl eylemesin ehl-i dili tek geçtik
Pâyesi her kölenin pâye-ı Keyvân olsun
Nef’î

pâye-i rif’at: Yücelik derecesi.

İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Arzû-yı muhâl imiş ancak
Fuzûlî

pâye-i tedbîr: Tedbirin yeri.

Sâye-i ümmîd zâil âfitâb-ı şevk germ
Rütbe-i idbâr âlî -pâye-i tedbîr dûn
Fuzûlî

pâye-bend: 1. Ayakbağı, payvant. 2. Köstek. 3. Mâni, engel.

Bâr-gâhından felekler pâye-bend
Hâk-râhından melekler vâye-mend
Ziyâ Paşa

pâye-dâr: Değer ve mertebesini koruyan.

Sırr-ı Hakk’ı her kim etmezdi nihân mahlûktan
Pâye-dâr olmaz, ser-i dârâ çıkar, Mansûr olur
Âsaf (Ahmet İzzet
Paşazade Süleyman)

pâye-perest: Derece ve mertebeye düşkün. c. pâye-perestân.

pâye-perestân: Derece ve rütbeye düşkünler.

Ulüvv-i rütbe bize
Etibârsızlıktır
Gelirsepâye-perestâna
Etibâr lezîz
Nâbî

pâyende: Far. 1. Duran, sürekli. 2. Payanda, destek.

Bâkî ölsün yoluna pâdişehim sen sağ ol
Baht pâyende Hudâ yâr u saâdet bâkî
Bâkî
Elden gelen âzârda hîç eyleme taksîr
Eyyâm-ıgurûrun sana pâyende kalırsa
Nâbî

peder: (j) Far. Ata, baba.

Başı kesildi gadr ile
Yahyâ-yı mürselin
Çıktı semâya zulm ile
İsî-i bî-beder
Ziyâ Paşa
Mahkûm olarak ye’se şu bîçâre peder de
Evlâdını şâyed o karanlık gecelerde
Vazgeçmiş olsaydı aramaktan ne bulurdu
Mehmet Akif

peder ü mâder: Ana ve baba.

Peder ü mâdere ta’zdm eyle
Ya’nî ifrâd-ı tekrîm eyle
Sünbülzade Vehbi

pedrûd: Far. Veda, vedalalşma.

Etmez misin ey revân-ı mes’ûd
Minnet-kede-i zemîne pedrûd
Muallim Naci

pehlevân, pehlivân: (0I3J. Far. 1. Kuvvetli, iri, yiğit adam. 2. Güreşçi.

TabHmla kimse bahs edemez kahramângibi
Endîşe-i âlemde cihân pehlevân olur
Nef’î
Her sözüm bir pehlevândır kim bulup te’yîd-ı Hak
Azm kıldıkta tutar teshîr ile bahr u beri
Fuzûlî

pehlevân-ı âlem: Âlemin pehlivanı.

Pehlvân-ı âlem olmuş kalb-i istiğnâ ile
Top çerhi dehr elinde oynatır elma gibi

sultan Mustafa

pehlû: (3J. Far. İnsan vücudunun iki tarafından her biri, yan.

Hangi şeb kim taş eşiğin hâkine pehlû koyam
Berg-i gülden nerm olur billâh bana mefreşim
Behiştî
Yerde pehlûlarımın nakşiyle
Ahî hemân
Bir hasîra sarılı mürdeye döndü bedenim
Âhi
Kendüden geçti biri kaddin biri zülfün görüp
Ben o kassâb oğlunun pehlûsunun hayrânıyam
enverî

pehlû-yı rikâb: Üzenginin iki yanı.

Her kanda ki azm eylese ikbâl ü saâdet
Pehlû-yı rikâbında iki peyk-i devân
Hakanî

pehlû-yı şîr-i ner: Erkek arslanın yanı.

Ol kadar âsûde âlem sâye-i adlinde kim
Hâb-gâh eyler gazâle pehlû-yı şîr-i neri
Nef’î

pehn, pehnâ: Far. 1. Enli, yassı. 2. Genişlik, enlilik.

pehn-i cihân-ı emelî: İstenilen cihan genişliği.

Bâd-veşgeştte dil pehn-i cihân-ı emelî
Ab-veş alçağa meyl eylemede tab’-ı müyûl
Rızayi pehn-i felek: Feleğin genişliği.

Kalem-rev-i keremi vüs’atiyle pehn-i felek
Avâid-i himemi şâmil-i gürûh-ı beşer
Cinânî

pehn-i nüzhet-gâh: Gezinti yerinin genişliği.

Künc-i çîn-i zülfü kim sığmaz ona mûy-ı hayâl
Dil gibi bir bî-vücûdun pehn-i nüzhet-gâhıdır
Şeyhülislam Yahya

pehn-bürûz: Geniş açıklık.

Oldu berdâşte heylûlet-i deycûr-ı amâ
Sâha-ipehn-bürûz oldu zevâyâ-yı kümûn
Münif

pehnâ: Geniş, yaygın, enli.

Başlasa cilveye mânend-i kümeyt-i hâme
Merkez-i nokta olur ona fezâ-yı pehnâ
Nef’î
Sîr-çeşmî hirmen-i sâmân-i servettir bana
Teng-destî vüs’at-ipehnâ-yı devlettir bana
Koca Râgıp Paşa
Çektiği bârı belâ konsa sipihrin başına
Deşt-i pehnâ-yı ademden gûy-veşgaltân olur
Kâzım Paşa

pehnâ-yı arz: Yeryüzünün genişliği.

Bir saâdet bir şeref kesb etti kim pehnâ-yı arz
Dîde-i hasretle bâlâdan bakar çarh-ı berîn

pehnâ-yı avâlim: Dünya genişlikleri.

Cevelâna yetmez gibi pehnâ-yı avâlim
Gâhî seni bulmak için âvâre hayâlim
Mehmet Akif

pehnâ-yı lâciverdi: Lacivert genişlik.

Ufukla işte şu pehnâ-yı lâciverdîde
Ağır ağır yürüyor bir hayâl-i hûn-âlûd
Tevfik Fikret

pehnâ-yı mükevkeb: Yıldızlı genişlik.

Uyur fikr-i beşer, tıfl-ı muazzeb
Uyur hattâ şu pehnâ-yı mükevkeb
Tevfik Fikret

pehnâ-ver: Geniş, engin, yaygın.

Bildirir haddin sana teng eyleyip haddâd-ı çarh
Vüs’at istersen kazâ-yı âlem-i pehnâ-veri
Nazîm (Yahya)

pehnâ: (LlJ bk. pehn.

pejmürde: Ar. 1. Eski püskü, yırtık. 2. Dağınık. 3. Süflü, perişan.

Esmedi bâd-ı himem doğmadı hûrşîd-i kerem
Kaldı pejmürde vü efsürde gül-istân-ı emel
Nef’î
Zâhide zerdî-i rû vâsıta-i zîb olmaz
Her varak-pâre-ipejmürdede tezhîb olmaz
Nâbî
Ten-i hâkîde kalb-i feyz-cû pejmürde olmuştur
O bir mâhî-i kudsîdir ki berde mürde olmuştur
Esrar Dede
Gülleri pejmürde eylersin yazıktır bülbüle
Varma bağa âh-ı âteş-bâr ile nevrûzda
Recaizade Ekrem

pejmürde-bâl: Gönlü perişan.

Çıkmaz bahâra değmede bî-çâre andelîb
Pejmürde-bâl vakt şitâ âşiyân harâb
Keçecizade İzzet Molla

pejvîn: Far. Pis, kirli, murdar, çirkin.

Ab-ı Hayvân olsa da hep sunduğu atşânlara
Dest-ipejvîninden içme nâkesin bir katre su

pekâlâ: Ar. = pek-a’lâ>‘dan “peki, olur” anlamında.

Biz baş veririz zâlime, baş eğmeyiz aslâ
Mahbes mi ya maktel mi hedef bizce pekâlâ!
abdülhak Hâmit

pelâs: bk. pâlâs.

peleng: Far. Panter, kaplan. c. pelengân.

İnsân odur ki âyîne-veş kalbi sâf ola
Sînende neyler âdem isen kîne-ipeleng
Bâkî
Kafadâr oldular şîr ü peleng âhûya sahrâda
Ederler şol kadar şimdi riâyet hakk-ı cîrâna
Bâkî
Sînemin dâgını teşbîh edemem lâlelere
Eyledi zahm-ı hadengin beni hem-reng peleng
Kâzım Paşa

peleng-i gam: Gam kaplanı.

Pâreler diye peleng-igamın ey arslanım
Kaçtı gizlenmek için kulle-i kûh-sâra kamer
enverî

peleng-i ışk: Aşk kaplanı.

Kûh-ı gamda ona kim urdu peleng-i ışk zahm
Hîç ecel dâgından artık bir devâsın görmedik
Lamiî Çelebi

peleng-i kûh-ı nazm: Nazım dağının panteri.

Nizâmî
Hamsesiyle bir peleng-i kûh-ı nazm idi
Bugün beş beyt ile
Zâtî biz onun pençesin bulduk
Nef’î

peleng-i kulle-i küh-sâr: Dağlık kulenin panteri.

Hasedten yere çalmış şîr-i çarh evreng-i hurşîdi
Görüp
Kays’ı peleng-i kulle-i küh-sâra yasdanmış
Hayâlî Bey

peleng-i sayd-figen: Av avlayan panter.

Nücûm birle felek bîşe-zâr-ı kadrinde
Peleng-i sayd-figendir hilâl ona çengâl
Hayâlî Bey

pelengân: Peleng’ler.

Cem’ oldu kûh-ı aşka pelengân birer birer
Nâbî

peleng-âne: Kaplan gibi.

Sığmamış sadr-ı peleng-ânene kalb-i şîrîn
Yetmemiş kudretine şöhret-i âlem-gîrin
Tevfik Fikret

pelîd: Far. 1. Pis, murdar. 2. Alçak, rezil (kimse).

İltifât eylese erbâb-ı şekâya keremi
Süedâdan sayılırdı koca
Nemrûd-ı pelîd
Kâzım Paşa
Her pelîde eğilen kadde sanevber demeyem
Al ilen ârız u ruhsâre gül-i ter demeyem
Nizami pelle, pele: Far. 1. Derece. 2. Merdiven basamağı.

pelle-i dolâb: Dönen basamak.

Salındı îd-gehte yine nev-resîdeler
Hayretle döndü pelle-i doldba dîdeler
Nâbî

penâh: Far. 1. Sığınma, sığınacak yer. 2. Bir şeyin “sığınağı, koruyucusu, dayanağı” anlamlarıyla birleşik kelimeler yapar.

Ruhî ne denlü mühlik ise derd-i aşktan
Gam çekmeziz ki lutf-ı Hudâ’dır penâhımız
Bağdatlı Ruhi
Olsa ne aceb mu’tezili rûy-ı siyâh
Kim eylemeyip
Hâlık’ı her lâhza penâh
Vâhid
Garîbim bî-kesim yoktur enîsim âhtan gayrı
Penâhım dest-gîrim kalmadı Allah’tan gayrı
Râmiz Paşa

penâh-ı devlet ü ikbâl: Talih ve bahtın sığınağı.

Tılsım-ı mülk ü milel hırz-ı cân-ı heftiklîm
Penâh-ı devlet ü ikbâl âsaf-ı ekrem
Nedim

penâh-ı ehl-i hüner: Hüner sahibinin sığındığı yer.

Penâh-ı ehl-i hüner dâver-i huceste-nihâd
Mürebbî-ifüzelâ âsaf-ı sütûde-şîm
Nef’î

penâh-ı hâs u âm: Aşağı ve yüksek tabakanın sığındığı yer.

Bir binâdır devletin olmuş penâh-ı hâs u âm
Ol binâ yâ
Rab cihân oldukça vîrân olmasın
Fuzûlî

penâh-ı saltanat: Saltanatın sığındığı yer.

Penâh-ı saltanattır kahramân-ı dîn ü devlettir
Medâr-ı memlekettir kâm-kâr-ı kişver-ârâdır
Nef’î
âlem-penâh: Dünyanın sığınıp iltica edeceği ve sayesinde baki olacağı nesne.

Yekser gazâ kılıncı kuşanmış bir ümmetin
Câlis budur erîke-i âlem-penâhına
Yahya Kemal
devlet-penâhî: Devlete sığınma.

Der-gehe devlet-penâhî mültecâ-yı hâs u âm
Hâk-ipâk-i âsitânı bûse-cây-ı ins ü cânn
Nef’î
dil-penâh: Gönül sığınağı.

Dil-penâh ü melce’in sensin senin ey nûr-ı dil
İşbu sırrı bilmeyen şâyân-ı istihkâr olur
Abdülaziz
Mecdi Efendi
hayret-penâh: Hayret edilen yer.

Ey fezâ dil-teng olur dem-i bî-tenâhî olmasan
Gönlümün cevelân-geh-i hayret-penâhı olmasan

hevâ-penâh: Arzu ve hevese sığınma.

Kaldı gönlüm şu dâm-gâhında
Dâm-ı zülf-i hevâ-penâhında
Ebedî bir esîr-i nahçîrin
Cenap Şahabeddin
maâlî-penâh: Ululukların sığındığı yer.

Eyâ şehriyâr-ı maâlî-penâh
Bize mesleğindir veren intibâh
Muallim Naci
mâtem-penâh: Matem sığınağı.

Al kanlı bir kefenle donat hayme-gâhını
Cânlarla yak meşâ’il-i mâtem-penâhını
Midhat
Cemal (Kuntay)

risâlet-penâh: Hz. Muhammed
Be-kadr-i şâh-ı risâlet-penâh-ı şâh-ı rusül
Ki zâtıdır bu mezâyâ-yı cümleden maksûd
Sâbit

sevdâ-penâh: Sevdaya sığınma.

Turra-i sevdâ-penâhın dillerin kullâbıdır
Çeşm-i rûhânî nigâhın cânların cezzâbıdır
Muallim Naci

penâhî: Sığınma yeri.

Elâ ey berr ü bahrın padişahı
Cihânın püştî, devrânınpenâhî
Şeyhi penbe: Far. Pamuk.

Tab’ım ol bahr-i sühandır ki kef-i mevci tutar
Penbeler içre nihân sübha-i lü’lü-i azîm
Nef’î
Jâlelerdir eşk-i çeşmim hûn-feşânî bülbülün
Berg-i gülden penbe-i dâg nihânî bülbülün
Hayâlî Bey
Hastelikten şöyle tenhâyım bu gurbet-hânede
Penbe ile ağzıma süd emzirir tebhâleler-kh penbe-i dâg: Yara pamuğu.

Ey Fuzûlî zevk-ı derd-i ışka noksân hayftır
İhtiyât et penbe-i dâgımda merhem olmasın
Fuzûlî

penbe-i dâg-ı cünûn: Cinnet yarasının pamuğu.

Penbe-i dâg-ı cünûn içre nihândır bedenim
Diri oldukça libâsım budur ölsem kefenim
Fuzûlî

penbe-i dâg-ı nihân: Gizli yaranın pamuğu.

Jâlelerdir eşk-i çeşm-i hûn-feşânı bülbülün
Berg-i güldür penbe-i dâg-ı nihânî bülbülün
Hayâlî Bey

penbe-i ebr: Bulut pamuğu.

Penbe-i ebr ile doldurmağa çarhın pisterin
Yay edip kavs-i kuzahtan oldu hallâc âftâb
İbni Kemâl

penbe-i merhem-i dâg: Yara merheminin pamuğu.

Penbe-i merhem-i dâg içre nihândır bedenim
Diri oldukça libâsın budur ölsem kefenim
FuzûH penbe-i mînâ: Mavi pamuk.

Hâzır ol bezm-i mükâfâta eyâ mest-i gurûr
Rahne-i seng-i siyeh penbe-i mînâdandır
Sâmi penbe-i râhat: Rahat pamuğu.

Dağıma râhat için penbe-i râhat urdum
Tutu up ol dahi bir âteş-i sûzân oldu
Fuzûlî

penbe-i zalim: Yara pamuğu.

Sîneme penbe-i zahm oldu hayâl-i sînen
Ötesin Allah onara hele bulduk sabr-ı Hak
Behiştî

penbe-be-gûş: Pamuk kulağında. (kulağı tıkalı).

Neş’e-i aşkı dilinde hıfz edip sâgar gibi
Meclis-i ağyârdapenbe-be-gûş olmak gerek
Esrar Dede

penc: Far. Beş.

Zâtiyâ ebyâtı cümle şiirinin hem-vâredir
Bu meseldir gerçi derler düz değil engüşt-i penç
zâti

penç-beyt: Beş beyit.

Aferîn
Nef’îyine tab’-ıgazel-perdâzına
Penç-beytin nüsha-i sihr-i beyândır her biri
Nef’î

penc erkân: İslamiyetin tevhit, namaz, oruç, hac ve zekât’tan meydana gelen beş şartı.

Etti endâze-i hikmetle kıyâm
Penc erkân binâ-yı
İslâm
Nâbî

penc-gâne: Beşli, beşten ibaret.

Nizâm-ı bahtımıza eylemiş kazâ tanzîr
Nizâm-ı kısmet-i evkâtpenc-gânemizi
Nâbî
Rumûz-ı ma’rifetten mâ-hasal mihrâb vechinde
Namâz-ı penç-gâne nükte-i tekbîr içindir hep
Esrar Dede

pencâh: Elli sayısı.

Girmiş kemer-i vahdete almış ele tesbîh
Her birisinin vird-i zebânı çihl ü pencâh
Bağdatlı Ruhi
İhsânı ya pencâh ü ya çildir fukarâya
Sabreyle ki demdir gele ol mîr-i felek-câh
Bağdatlı Ruhi
Şehriyârâ eyle mir’ât-ı mükâfâta nazar
Tâ görünsün hizmet-i pencâh sâlik sûreti
nevres-i Kadim

pencüm: Beşinci.

Fahr etme bana sipihr-i pencüm
Gel ben vereyim sana bin pencüm
Hayret

pencüm: bk. penc.

pençe, pence: Far. 1. Pençe, yırtıcı hayvanların ön ayaklarının parmaklarıyla tırnakları. 2. mec. Zorlu el. 3. Meşhur bir çeşit lale.

Şîr-i jiyâna pençe salar gâh hışm u kîn
Bebr-i yâbâna karşı varır vakt-i kâr-zâr
Bâkî

pençe-i âh: Ah pençesi.

Tutalım kim elim erişmez imiş dâmenine
Pençe-i âhıma girmez mi girîbân-ı mugân
Nef’î

pençe-i Alî: Ali’nin eli.

Vur pençe-ı Alî’deki şemşîr aşkına
Gül-bâng-ı âsmânı tutanpîr aşkına
Yahya Kemal

pençe-i aşk: Aşk pençesi.

Anka: dahi olursa düşer pençe-i aşka
Sayd-ı dile şeh-bâz-ı nigâhın süzülünce
Faaat
Hanım pençe-i âz: Hırs pençesi.

Meseldir şâh-bâz-âsâ salanlar pençe-i âzı
Eğerçi himmeti çok olsa da ömrü mezîd olmaz
Keçecizade İzzet Molla

pençe-i bâd-ı bahâr: Bahar rüzgârının eli.

Ne mümkin pençe-i bâd-ı bahâra pây-dâr olmak
Benim pîrâhen-igül perd-i nâmûs u ârımdır
Nâbî

pençe-i bâz: Şahinin pençesi.

Hamdı cânın niçe bir mürg-ı hevâyî gibidir
Gâfil olma erişir bir gün ona pençe-i bâz
Hamdullah Hamdi

pençe-i berg-i çenâr: Çınar yaprağının pençesi.

Pençe-i berg-i çenâr etmiş müheyyâ şâneler
Anlamışgûyâ ki sünbül kâkülünün tâbı var
Fuzûlî

pençe-i dermân: Derman pençesi.

Birisi pençe-i dermân birisi sahn-ı sahih
Birisi safha-i telhis ü biri nevk-i kalem
Nâbî

pençe-i dest-i ecel: Ecel elinin pençesi.

Defter-i nisyânda kayd et ism ü resmim nâ-bedid
Pençe-i dest-i ecel sayyâd-bâzda bul beni
Âşık Ömer

pençe-i gam: Gam pençesi.

Pençe-i gam şol kadar çâk etti kim fark eylemem
Dest-i ışkınagiribânı mı dâmânı mıdır
Behiştî

pençe-i himmet: Gayret pençesi.

Kûy-ı visâle pây-ı azimet erişmedi
Dâmân-ı bebrepençe-i himmet erişmedi
NâUi pençe-i hurşîd: Güneşin pençesi.

Dil zerre-sıfat şevk ile girse ne ola raksa
Olduk yine bir pençe-i hurşide rübûde
Nedim pençe-i hurşîd-i âlem-tâb: Dünyayı aydınlatan güneşin pençesi.

Eşiğin üftâdesi kem-ter gedâ mihr-i münir
Pençe-i hurşid-i âlem-tâba hüsnün destgir
Fuzûlî

pençe-i hükm-i zemân: Zamanın hüküm pençesi.

Pençe-i hükm-i zemândan olamaz kimse halâs
Herkesi zâr u zebûn etmededir dehr-i anûd
Yenişehirli Avni

pençe-i kahr: Kahır pençesi.

Şirlerpençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek
Selimî (Yavuz Sultan Selim)

pençe-i ma’siyet: İsyan pençesi.

Olur elbette nişânek-zen-i meydân-ı kabûl
Pençe-i ma’siyet olmazsa inân-gir-i duâ
Nâbî

pençe-i mihr: Güneşin pençesi.

Ummân içinde pençe-i mihre mümâsilim
Oldumgarik-ı bahr-i fenâ merd-i kâmilim
Şeyh Galip

pençe-i mihr-i cihân-tâb: Cihan parlaklığının güneş pençesi.

Girih-i gonca-i maksûdunu çarh etmedi hall
Pençe-i mihr-i cihân-tâbı meğer oldu eşell
Nef’î

pençe-i nâ-ehil: Ehil olmayan el.

Cümle âlem bize gayret-keş iken lâyık mı
Olalım pençe-i nâ-ehilde pâ-mâl-i sitem
Nâbî

pençe-i reşk: Haset pençesi.

Saçlarına şâne el urduğunu görse ede
Pençe-i reşk ile göğsün sünbül eyler şâh şâh
İbni Kemâl

pençe-i şeh-bâz: Büyük doğan kuşunun pençesi.

Hânede mey nûş eden bilmez nedir hâff-i ases
Pençe-i şeh-bâzdan âzâdedir mürg-i kafes
Uşşakizâde pençe-i şekvâ: Şikâyet eli.

Bûsenin pençe-i şekvâya görüp tahvilin
Secde-i şükr eder âsâyişine dâmenimiz
Nâbî

pençe-i şîr: Arslan pençesi.

Pençe-i şir olsa pençen âhir eyler şikest
Bu mesel meşhûrdur dest ber-bâlâ-yı dest
Nev’î pençe-i şîr-i belâ: Bela arslanının pençesi.

Pençe-i şir-i belâdan cismimi ayırmasın
Tiğ-i hasret etle tırnak arasınagirmesin
Fevrî

pend: Far. Nasihat, vaaz, öğüt.

Düştüm belâ-yı aşka hıred-mend-i aşk iken
El şimdi benden aldığı pendi bana verir
Fuzûlî
Bir pir gelip nâ-gâh pend etti ale’l-âde
Al destine bir bâde derd ü gamı ver bâde
Şeyh Galip
Verdikçe pend perçemine bend olurdu dil
Çeksin belâ-yı kaddini şimdi cezâsıdır
Nevres-i Kadim

pend-i nâsih: Nasihat eden öğüt.

Behişti ışk meydânında himmet cevşenin giydi
Sinân u rümh olursa pend-i nâsih ona kâr etmez
behiştî

pend-i peder: Pederin nasihati.

Ol çok yaşayası beni gördükçe hışm eder
Pend-i peder meğer ki kulağındadır dahi
Nizami pend-i vâiz: Vaizin nasihati.

Fevt oldu pend-i vâiz ile fursat-ı sabûh
Nâsıh sözünü dinlemeyen tevbe-i nasûh
Hamdullah Hamdi

per, perr: (J Far. Kuş kanadının birbiri üzerine binmiş olan büyük tüyleri ki
Türkçede yelek derler.

Sakınpervâne bâl üper açıp şem’e yakın olma
Yanar dûşundaki ol şâl-ı kibrîtî emîn olma
Şeyhülislam Yahya
Nigâra bezm-i hüsnünde dil-i mest-ânemiz kaldı
Perin yakmış cemâlin şemsinepervânemiz kaldı
Hayâlî Bey
Erbâb-ı nazar sevip öperler
Yerlerde sürünmesin o perler
Muallim Naci

per-i Anka: Anka kuşunun kanadı.

Himmetim şeh-bâzını salam murâdım
Kaf’na
Bâlin ü bister derûnun pür per-ı Anka edem
behiştî

perr-i külâh: Külahının kanadı.

Değil hatt-ı mu’anber sâye-i zülf-i siyâhıdır
Değil ebrû-yı pür-çîn gamzenin perr-i külâhıdır
nef’î

perr-i meges: Sinek kanadı.

Perr-i megesce gelmez idi sana mümkinât
Alsan sen ol sadâyı tanîn-i zübâbdan
Hayâlî Bey

per-i nahvet: Gurur kanadı.

Esîr-i fursat olma ki nice bâlâ-rev-i ikbâl
Uçup haylî per-i nahvet ile encâmı kalmıştır
Cevdet Paşa
(Lofçalı Ahmet)

perr-i siyâh: Siyah kanat.

Ateş-i ışkınla başta dûd-ı âhım var benim
Bir kızıl börk ile bir perr-i siyâhım var benim
Âhi per-i zübâb: Sinek kanadı.

Hâlin gamı şu denlü za’îfeyledi beni
Kim sâye-bân edinsem olurdu per-i zübâb
Figâni perr ü bâl: Kol kanat.

Uçsa bâz-ı satvetin âyîne-i endîşede
Gösterir
Cibrîl şeklin perr ü bâlin sûreti
Nevres-i Kadim
Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr ü bâl
Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim
Tevfik Fikret

perâkende, perâgende: (ojjlSİjj) Far. 1. Dağınık, darmadağın. 2. Azar azar (yapılan, satılan).

Mescid ü medrese sende sen dört yana perâkende
Ne kaldın sen bu erkânda işin katı düşvâr-durur
Yunus Emre

perçem: Far. 1. Kâkül. 2. Tepede bırakılan saç. 3. Mızrak, bayrak gibi şeylerin başlarına konulan püskül gibi şeyler. 4. Yele.

Sen dahi bir gerden-i billûra mı oldun esîr
Söyle ey perçem niçin hâlin perîşândır senin
Yenişehirli Avnî
Cilve ettikçe ne dem olsa perîşân perçem
Pür olur nükhet ü müşg ile girîbân-ı hevâ
Nef’î

perçem-i hûr: Hurinin perçemi.

Nereye gitse o mâh karşı
Perçem-i hûr idi cârûb-keşi
Hakanî

perçem-i rahş: Atın perçemi.

Olup perçem-i rahşı sünbül-feşân
Alem-dârlık etti serv-i revân
Nedim
-perdâz: Far. 1. Tertip edici, düzenleyici, yoluna koyucu. 2. “düzenleyici, düzenleyen” anlamlarıyla birleşik sıfatlar yapar.

Zu’munca olup fesâne-perdâz
Ser-nâme-i nüsha etti âgâz
Şeyh Galip
bahâne-perdâz: Bahane uydurucu.

Bir gün dahi ol bahâne-perdâz
Bir özge bahâne kıldı âgâz
FuzâH
girye-perdâz: Ağlayan (gök hakkında, yağmur yağdıran)
Zemîn handân olur mu girye-perdâz olmadan eflâk
Gam-ı âlem kibâr-ı âlemin gamsızlığındandır
Yenişehirli Avni
hîle-perdâz: Hileci.

Olmuşuz bir hîle-perdâzın esîr-i mekri kim
Sufra-i eflâkten nân-ı nücûmu çaldırır
Nâbî
kıssa-perdâz: Hikâye düzen, masalcı.

Feyz-bahş olsa eğer tab’-ı sühan-gûyum olur
Kıssa-perdâz-ı maânî-suveriperde-i râz
Nef’î
nağme-perdâz: Nağme düzenleyen.

Döner bir hâfiz mahfil-nişîn-i nağme-perdâza
Ser-âgâz eyledikçe andelîbân âşiyân üzre
Nef’î
nâdire-perdâz: Enderlik gösteren.

Ol nâdire-perdâz beyânım ki kelâmım
Darbü’l-mesel nükte-şinâsân-ı cihândır
Nef’î
nâtıka-perdâz, nâtıka-pîrâ: Söz tertip edici ve söz bezeyici.

Siz ey melekûtîler, olun nâtıka-perdâz
Cânîlere, kimdir olacak sâika-endâz
Abdülhak Hâmit
nükte-perdâz: Nükteli söz söyleyen.

Muhassal yok bir eğlence firâkında dil-i zâre
Meğer kilk-i hayâli nükte-senc ü nükte-perdâzı
Nef’î
nükte-perdâz-ı cihân: Cihanın nükteli söz

söyleyeni.

Nükte-perdâz-ı cihânım ki hayâlim her dem
Lutf-ı râz-ı dil-ı Cibrîli nümâyân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)

perde: Giy) Far. 1. Kapı, pencere gibi yerlere asılan örtü. 2. Saz takımının bölümlerine, sesin derecelerine perde denir.

Perde çek çehreme hicrân günü ey kanlı sirişk
Ki gözüm görmeye ol mâh-likâdan gayn
Fuzûlı
Nice keşf eylesin dil-i zârını ol gamze-i şûha
Ki kat kat perdede pinhân-iken bir mest-i rüsvâdır
Nef’î
İnâyet her kime yüz tutsa isyân-ı hicâb olmaz
Güneş doğdukta zîrâperde-i zulmet nikâb olmaz
Şeyh Galip
Sular sarardı yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta
Ahmet Hâşim

perde-i çeşm: Göz perdesi.

Perde-i çeşmim makam etmişti bir tersâ-beçe
Olmadan mehd-ı Mesîhâ dâmen-ı Meryem henüz
Fuzûlî

perde-i dîbâ: Süslü perde.

Subh-ı rûşen mişu’â’-i mihr-i âlem-tâb ile
Ya sarây-ı devletinde perde-i dîbâ mıdır
Nef’î

perde-i eflâk: Göklerin perdesi.

Ey kamer-tal’at meh rûyundan istihyâsı-çün
Perde-i eflâk olur kat kat hicâb-ı âfitâb
Hasırcızâde Hafız

perde-i gayb: Bilinmezlik perdesi.

Perde-igaybde ma’nî gibi âsûde iken
Nâbîyâ şevk-i sühanperde-bîrûn etti beni
Nâbî

perde-i hafâ: Gizlilik perdesi.

Kimdir bu kâr-gâha çeken perde-i hafâ
Kimdir veren tasavvur-ı teftîş âdeme
Ziyâ Paşa

perde-i idbâr: Talihsizlik perdesi.

Gör
Fuzûlî’nin ruh-ı zerinde eşk-i âlini
Perde-i idbâr tutmuş sûret-i ikbâlini
Fuzûlî

perde-i nâmûs: Namus perdesi.

Ne mümkin pençe-i bâd-ı bahâra pây-dâr olmak
Benim pîrâhen-igül perd-i nâmûs u ârımdır
Nâbî

perde-i nisyân: Unutma perdesi.

Şâhid-i ümmîdden nevmîd idim gördüm meğer
Perveriş-yâb-ı verâ-yı perde-i nisyân etmiş
Nâbî

perde-i râz: Sır perdesi.

Feyz-bahş olsa eğer tab’-ı sühan-gûyum olur
Kıssa-perdâz-ı maânî-suveriperde-i râz
Nef’î

perde-i ruhsâr-ı mâh: Ay yüzünün perdesi.

Oldu ebr-i dûd-ı âhım perde-i ruhsâr-ı mâh
Ah kim almaz cemâlinden henüz ol meh nikâb
Fuzûlî

perde-i şeb: Gece perdesi.

Saç ile ruhların örter bilir kim ol açar onu
Yoğ ise perde-i şebde kaçan olur nihân âteş
Necati Bey

perde-i takdîr: Takdir perdesi.

Derûnu gevher-i tevhîde mahzen
Zamîriperde-i takdîre mahrem
Nef’î

perde-i zulmet: Karanlık perde.

Nigâh u sayha-igayyâya düştü: Perde-i zulmet
Ziyâ-dâr oldu, meşhûn bevârik-i çehre-i eflâk
Kemalzâde Ekrem Bey
İnâyet her kime yüz tutsa isyân-ı hicâb olmaz
Güneş doğdukta zîrâ perde-i zulmet nikâb olmaz
Şeyh Galip

perde-ber-dâr: Perde açıcı, perde kaldırıcı.

Sözümdür perde-ber-dâr-ı ruh-ı ma’nî desem
Nâcî
Ser-d-ser hem-zebân-ı nağme-i ikrâr olur âlem
Muallim Naci

perde-ber-endâz: Perdeyi kaldırıp atan, utanmayı bırakan, hayasız.

Ey dil-ber-i dûşîze hemânperde-nişîn ol
Rüsvây-ı cihân elbet olur perde-ber-endâz
Dâniş Sultanzâde

perde-bîrûn: Açık saçık konuşan (kimse).

Lezzeti zâyi’ olur nâz u niyâzın cânâ
İltizâm-ı sitem-i perde-bîrûndan sonra
Nâbî

perde-dâr: Perdeci, büyük bir kimsenin huzuruna çıkacak kimseler için kapısında bekleyen ve kapı perdesini açmakla görevli kimse.

Bânû-yı halvet-serây-ı fikrine şeb perde-dâr
Nev-arûs hacle-i re’yine subh âyîne-dân
Nefi

perde-der: Perde yırtıcı; arsız, hayasız.

Ne aşk, mâşıta-i hacle-gâh-ı bîdârı
Ne aşk, perde-der-i bezm-gâh-ı çeşm-i rükûd
Sâmi

perde-nişîn: Perdeli yerde oturan, iffet ehli, namus ehli, inzivaya çekilen.

Şâhid-i maksad nevâ-yı çeng teg perde-nişîn
Sâgar-ı işret habâb-ı sâf-ı sahbâ teg nigûn
Fuzûlî
Bakmaz rûşen gafletine ehl-i zemînin Allah’a tevekküldür işiperde-nişînin

perde-pûş: Perde örtücü, örten.

Meh hüsnünde sanma zülfü yer yer perde-pûş olmuş
Meğer ebr-i siyektir ârız-ı hûrşîde gelmiştir
Râşit (Ayıntablı Mehmet
Ali)

perde-serâ: 1. Çalgı çalan, çalgıcı. 2. Şarkı söyleyen, şarkıcı.

Gül yüzüne karşı gönül bülbülün
Perde-serâ eylemedin öyle mi
Ahmet Paşa

perde-şinâs: Şarkıcı, okuyucu; hanende.

Üst perdeden izhâr-ı garâm eyleme zinhâr
Kânûn-ı muhîtte çalış perde-şinâs ol

peren: Far. Ülker yıldızı, Pervin, Süreyya.

İfşâ-yı harf-i bâdeye dâ’ir cevâbı var
Mürg-i varak Peren Peren eyvâh-hân olur
Esrar Dede
Çarha olsa nazar heybeti ger tefrika-sâz
Göremez birbirini haşre kadar çeşm-ı Peren
keçecizade İzzet Molla perend: Far. 1. İpekten dokunmuş düz, nakışsız atlas. 2. Kılınç veya hançer cevheri.

Kaçan sirişk-igüher-pâş berk-ı âh olurum
Ne hûnlar saçılır hançer-i perendimden
Esrar Dede

perend-i şi’r-i rengin: Renkli şiirin nakışsız atlası.

Yine ol şeh sezâ-yı kadd-i tahsîn görmedi
Nâbî
Perend-i şir-i rengînim bugûne hoş-kumâş ettim
Nâbî

perende, perrende: bk. perrende.

pereng: Far. Suyu iyi verilmiş kılıç.

Arş-ı temkîn ü kadr-i makderet ü dehr-i sebât
Levh-i tarsîn ü kazâ bezm-i efsânemizde her çeh bâd-âbâd
Hilmi (Trabzonlu)-perest: Far. “Tapan, itaat eden, taparcasına seven” anlamlarına gelen birleşik sıfatlar yapar. c. perestân.

âteş-perest: Ateşe tapan.

âteş-perest-i aşk: Aşkın ateş peresti.

Esrâr matbah-ı kerem-ı Mevlevî’ye bak
Kerrûbiyânı eylemiş âteş-perest-i aşk
Esrar Dede
bâde-perest: Şaraba tapan. mec. çok şarap içen.

Olsak ne ola Nef’î gibi rüsâ-yı dü-âlem
Hem âşık u hem şâir ü hem bâde-perestiz
Nefi
büt-perest: Puta tapan.

Dembedem kor mıdı ol büt ayağından başını
Büt-perest olmasa ol gîsû-yı anber-sâ eger
İbni Kemâl
dünyâ-perest: Dünyaya tapan.

Dünyâ-perestin anlamışız secde-gâhını
Pür-nakş-ı sîm ü zer nice seccâde görmüşüz
Nâbî
ebrû-perest: Kaşa tapan, kaşına tutkun.

Dil oldu tâze bir bütün ebrû-peresti kim
Cibrîle nakş-ı pâyı olur secde-gâh-ı nev
Nâilî
hakîkat-perest: Gerçek sever.

Terk-i hakîkat eden olmaz mı pest
Olmayan insân mı hakîkat-perest
Mualiim
Naci
hevâ-perest: Nefis ve zevkine düşkün.

Hevâ-perest o biraz, mübtelâ-yı nisvândır
Ki bence bâis-i endîşe-i firâvândır
Abdülhak Hâmit
Hulûl-i nev-bahâr ile gönül hevâ-perest olur
Nesîm-i kûy-ı dil-berin tenessümüyle mest olur
Muallim Naci
hod-perest: Kendini seven.

Vardır nice hod-perest nâ-dân
Kendin sanır efdal-i sühandan
Ziyâ Paşa
mey-perest: Sürekli olarak içki içen, içkiye düşkün, ayyaş.

Her kim ki göre la’lini ol mey-perest olur
Mîr ü gedâ vü bay ü fakîr ü civân ü şîb
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
nefs-perest: Nefsini seven, nefsine düşkün.

Ey nefs-perest-i cism-perver
Olmagam-ı hırsla mükedder
Fuzûlî

perestân: Tapınanlar.

Cehl ile sûret-perestân kaydına olma esîr
Aç gözün şimden geri seyret perestân devridir
gaybî

perestâr: 1. Hizmetçi, besleme. 2. Kul, köle. 3. Dalkavuk. 4. Tapıcı. c. perestârân.

Gül-zâr sarâyında zihî dâr-ı saâdet
Kim oldu bakıp çerh-iperestâre benefe
Necati Bey
Kuvvet-i men’ü atâ kabza-ı Rezzâk’dadır
Zıll-i nâ-çîz-i tehî-deste perestâr olamam
Nâbî

perestîde: Sevgili, sevilen.

Yine sâkî gül-feşân-ı girîbân-ı kadeh oldu
Yine devr-i zemâne kâm-bahş-ı mey-iperestândır
Riyazî
Gel ey berîd-i perestîde, bir sürûdunla
Bugün melâl ü neşâtım takarrür eyleyecek
Tevfik Fikret

perestiş: 1. Tapınış. 2. Şiddetli sevgi, gönül akışı.

Hani kendi kulluğum diye perestişler eden
Eylemez yolda dûçâr olsa dahi redd-i selâm
Nâbî
Nazar hakikattedir yoksa kim perestiş eder
Girerse câme-i zer-târa sûret-i dîbâc
Nâbî
Sâhil yeşil, eşcâr yeşil.

Sanki tabîat
Vermek dilemiş mevkie şâyân-ı perestiş
Bir reng-i behiştî
Tevfık Fikret

perestiş-gâh: Tapınma yeri.

Hat-âver olsa da ebrûsudur perestiş-gâh
Yıkılsa câmi hüsnü yerindedir mihrâb
Sünbülzade Vehbi

pereştiş-kâr: Tapan, tapınan.

Perestiş-kârlık teklîfi uşşâka güzel ammâ
Hele o haste-gân-ı mihnetin tâb ü tüvânın bul
Nâbî

perestân: bk. perest.

perestâr: bk. perest.

perestide, perestîde: bk. perest.

perestiş: bk. perest. pergâle: Far. 1. Parça, dilim. 2. Kaba
iplikten yapılan bir çeşit dokuma.

Gözüm kim bağrımın kanın döker pergâle pergâle
Fuzûlî
Kan yudup ölenlerin derd-i derûnun yazmağa
Bir varaktır lâlenin ağzında her pergâleler
Âhi
Ey Hayâlî câm-ı Cem’dir kim sımışgerdûn-ı dûn
Lâlenin destinde mey-âlûd olan pergâleler
Hayâlî Bey

pergâr, pergâl: Far. geo.

Pergel.

Nakkâş-ı ezel cedvel üpergâra koyunca
Devrân beni bir nice zemân çekti çevirdi
Necati Bey
Kimi pergâr gibi hatve-şümâr-ı hareket
Kimisi noktagibipây-ı bed-emân-ı sükûn
Münif pergâr-ı ezel: Ezelin pergeli.

Çekse pergâr-ı ezel ona misâl
Kaşı pergârına benzerdi hilâl
Hakanî

pergâr-ı minkâr: Pergele benzeyen gaga.

Meğer devr-i ruhun tarhın çeker gül safhası üzre
Kim olmuş gevher efşân bülbülün pergâr-ı minkârı
Fuzûlî

pergâr-ı vefâ: Vefa pergeli.

Gâlibâ kâleb-ı Hamdî olalı merkez-i rûh
Gelmedi dâiresine dahi pergâr-ı vefâ
Hamdullah Hamdi

perhâş: (1. Far. Harp, savaş, kavga.

Şehîd-i sâha-iperhâş-ı derd-i aşk-ı bî-mhmım
Asıldı tîğ-ı hûn-âlûd-ı âhım arş-ı a’lâya
Esrar Dede

perhîz: (pj. Far. 1. Perhiz 2. Dince yasak edilen şeylerden uzak kalma.

Rûy-ı hûba bakma ölürsün demiş nâsih dile
Öldüğüne bakmayıp perhîzin ol bîmâr sır
Necati Bey
Nicesi sâhib-i perhîz ü afif
Meyli yok mâla olunsa teklîf
Nâbî
İlâcından eylerse perhîz eğer
Bulur hasta-i derd derde zafer
Keçecizade İzzet Molla

perhîz-i mürâiyân: Mürailerin perhizi.

Perhîz-i mürâiyânı gerçek sanma
İcrâ-yı fesâd etmeye âlet bulamaz
Nâbî

perhîz-kâr: Sofu, mahrem olan şeylerden kaçınan. c. perhiz-kârân.

Bulmaz yemezdir ekserî erbâb-ı iffetin
Gördük zemânenin nice perhîz-kârını
Kâzım Paşa

perhîz-kârân: Perhiz yapanlar.

Hakîkî sanma her seyr ettiğin perhîz-kârânı
Fesâda derd-mendin neylesin destinde âlet yok
Nâbî

perî: Far. Cinlerin dişilerine verilen isim.

Edebiyatta güzellik ve güzel yüzlü için kullanılır.

Ne perîsin ki dili hüsnüne pervâne kılıp
Ettin olşekl ü şemâyili giriftâr beni
Ahmet Paşa
Âşiyân-ı mürg-i dil zülf-i perîşânındadır
Kanda olsam ey perî gönlüm senin yanındadır
Fuzûlî
Hâne-i ağyârdan gayre tenezzül eylemez
Bir hümâdır ol perî ammâ ki süflî âşiyân
Üsküdarlı Hakkı Bey

perî-çehre: Peri yüzlü.

Gayrden bezmi halvet etmiş idik
Bir perî-çehre daPet etmiş idik
Vâhid

perî-hân: Büyücü, efsuncu, perileri davet eden.

Mücerreb nüsha-i eyyâm kim te’sîr hükmüyle
Cüvân-baht-ı meftûn perî-hân-ı temennâdır
Sabri-ı Şâkir

perî-hâne: Peri evi, güzellerin toplandığı
yer. perî-hâne-i câdû-yı muhabbet: Muhabbet cadısının peri evi.

Cây edeli sînem büt-i dil-cû-yı muhabbet
Dil odu perî-hâne-i câdû-yı muhabbet
Nedim

perî-hîz: Peri gibi sıçrayan.

Cilve-i hüsnünle her mûyum perî-hîz olmada
Aşk ile ser-tâ-kadem âyîne-fâm ettin beni
Nedim

perî-lika: : Peri yüzlü.

Leylî dedi ol perî-lika: dır
Ruhsârla kaddi dil-rübâdır
FuzuH

perî-peyker: Peri yüzlü.

Bir melek-manzara tuş oldu ki dil-i çeşm-i nigâr
Bir perî-peykere kim aklımı etti meftûn
Âdile Sultan
(tuş ol-: rastlamak)

perî-rû: Peri yüzlü.

Perî-rû kaddi dil-cû zülfü anber-bû hilâl-ebrû
Melek-hû verd-i ter ruhsâr u etvârı bihîn olsa
behiştî

perî-sîmâ: Peri yüzlü.

Dedi bir âdem bana her ehremen bezmindedir
Ol perî-sîmâ melek-hasletle çoktur sohbetim
Enverî

perî-sûret: Peri yüzlü.

Yok bu şehr içre senin vasf ettiğin dil-ber
Nedîm
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana
Nedim
Eder ezber perî-sûret güzeller
Gıdâsı rûhtur tâze gazeller
Nev’î

perî-şân: Şanlı peri.

Yine sevdâyî gönül haylî perîşândır bugün
Sünbülünü dağıtıptır ol perî-şân varsa
Avnî (dağıtıptır: dağıtmıştır)

perî-şekl: Peri şeklinde.

Yâ Rab ne sihr eder şu perî-şekl ü şîve kim
Zencîr-i ca’d-ı zülfüne dîvâneyem yine
Nesimi

perî-taTat: Peri yüzlü.

Ta’n-ıgaflettirpen-tal’atlere izhâr-ı hâl
Sanma kim ahbâb hâlinden olur gâfl habîb
Fuzûlî

perî-tasvîr: Peri resmi.

Birperî-tasvîrdir dîvâne-nakş eden beni
Bana nakşı ol melek yüzlü perî-zâd eyledi
Âhi

perî-veş: Peri gibi.

Her bir yanagitti bir perî-veş
Dağıldı şerer tutuştu âteş
Fuzûlî
Hem bir dahi bir semend-i dil-keş
Etti sana tuhfe olperî-veş
Şeyh Galip

perî-zâd: Peri çocuğu kadar güzel olan, çok güzel.

Perî-zâdım aceb kimlerle ünsiyettedir şimdi
Demez mi âşık-ı mihnet-keşim gurbettedir şimdi
Keçecizade İzzet Molla
Bilmem ki perî-zâde midir ya ki ferişte
Ol hüsn ü letâfet olamaz nev’-i beşerde
Nâilî

perîde: (ojjn”l)Far.

Uçmuş. mec. soluk, solmuş.

Bundan ileri değil perîde
Senden gayrı bir âferîde
Nâbî
Âvâre dil ki zülfün ile hem-cenâhtır
Bir âşiyândan iki mürg perîdedir
Nâiâ
Reng-i perîdesigül-i çeşme-i ümîdimin
Sâkîye âb-ı rûy-ı mey-i ergavân olur
Esrar Dede

perîde-renk: Rengi uçmuş, solmuş.

perîde-reng-i tahassür: Hasretten benzi

solmuş.

Çıkar yakınındaki bir kulbeden cenâze gibi
Perîde-reng-i tahassür, melûl, bî-tâkat
Tevfik Fikret

perîşân: (Lç. Far. 1. Dağınık, karışık. 2. Bozuk, düzensiz. 3. Kederli, kaygılı.

Âşiyân-ı mürg-i dil zülf-i perîşânındadır
Kanda olsam ey perî gönlüm senin yanındadır
Fuzûlî
Benim teg hîç kim zâr u perîşân olmasın yâ Rab
Esîr-i derd-i aşk u dâg-ı hicrân olmasın yâ Rab
Fuzûlî
Ma’kûl müdür böyle perîşân ola hâlim
Memdûhum ola sencileyin sürûr-ı âlem
Nef’î
Fasl-ı gül geldi mi ayâ diye perîşân olarak
Bülbülü kûçede gördüm kigül-istânegelir
Nedim
Küfr-i zülfinden perîşân olma yârin ey gönül
Cem’-i hâtır nûr-ı îmân nefha-i cân bundadır
Lamiî Çelebi

perîşân-ı hazân: Sonbaharın perişanlığı.

Perîşân-ı hazân olmaz gül-i ra’nâlan solmaz
Ne bağın nahlidir ayâ nihâl-i tâze-perverdin
Şeyhülislam Yahya

perîşânî: Perişanlık, dağınıklık, bozukluk, intizamsızlık.

Umûr-ı saltanat hayfâ ki nâ-ehil ellere düştü
Mühimmât-ı hutûb-ı devlete geldi perîşânî
Ziyâ Paşa

perîşânî-i hâtır: Gönül perişanlığı.

Perîşân hâtırımda nükte-i ser-beste-veş kaldı
Ne kimse hikmetin anlar ne
Râgıb illetin söyler
Koca Râgıp Paşa

perîşân-dil: Perişan gönül
Uşşâk-ı perîşân dile hîç söylemez oldun
Düşmen sana bir söz mü dedi söyleye cânâ
Şeyhülislam Yahya

perîşân hâl: Perişan durum. Beyâbân-ı hatâda serseri gezme perîşân-hâl
Seni sen gözleyip bul râh-ı Hak’ta özge seyrânı
Âdile Sultan

perîşânî-hâl: Perişanlık hâli.

Öyle bir dâ’-i udâl oldu perîşânî-hâl
Kaldı tedbîrde âciz hükemâ-yı iflâs
Leskofçalı Galip

perîşân-hâtır: Gönlü perişan.

Olmasa ger gam-ı dehr ile perîşân-hâtır
Medhini böyle mi eylerdi zebânım ta’bîr
Nef’î
Cünûnum mübtelâ-yı zülf-i cânân olmayan bilmez
Perîşân-hâtmn hâlin perîşân olmayan bilmez
Sehâbî (Bursalı)

perniyân: (L. Far. İpekten dokunmuş bir çeşit işlemeli kumaş, nakışlı atlas.

perniyân-ı ahdar: Yeşil nakışlı atlas.

Ferş eyleyip zemine bir perniyân-ı ahdar
İ’zâz eder tabiat sultân-ı nev-bahârı
Ziyâ Paşa

perniyân-ı âlem: Âlemin ipekli atlası.

Perniyân-ı âleme bakmaz kalender meşrebân
Zîb-i dûş-ı izzet eyler hırka-ipeşmineyi

perr: (bk. per.

perrân: (0. Far. Uçan, uçucu.

Bin ecnihası olsa melek âdeme ermez
Olmak dilesi izz ü şeref evcineperrân
Behiştî
Atılmış bir kemân-ebrû mehin âgûş-ı vaslından
Sezâdır evce çıksa nâvek-i perrândan feryâd
Akif Paşa
yerlerde sabâ bir beste-kâr-ı serseridir ki
Perîşân nağmeler perrân olur gûyâ enininden
Rıza Tevfik

perrende: 1. Uçan, uçucu. 2. Ters dönüp uçar gibi atılan takla. 3. Av kuşu.

Melek rikâb-ı semendindepeyk-iperrende
Felek serâ-çe-i kadrinde ferş-rûb-ı Harem
Nef’î

perre, pere: (o. Far. Kenar, uç.

Olsa sin perre bâd ile vezân
Edesin bir nice şehri seyrân
Nâbî
Pâyında bulur saydını
Anka: -yı tevekkül
Etmez heves-i sayd ile bâl ü pere minnet
Nâbî

perrende: (00. bk. perrân.

pertâb, pertâv: Far. 1. Atılma, sıçrama.

Geriden koşarak hız alıp atılma. 3. Uzağa düşen ok, şey.

Çeşminden uçunca tâir-i hâb
Şâhin-i nigâhı ettipertâb
Nâbî
Kulağın dik tutup pertâb edince fart-ı sür’atten
Döner ol nâvek-iperrâna kim çift olapeykânı
Nef’î
Sine-i nûruna pertâb ediyorken gâhi
Dökülür gerdenine sâye-i zülf-i zer-târ
Kemalzâde Ekrem Bey

pertâb-ı semender-sıfat: Semender sıfatlı sıçrama.

Gördü ki pertâb-ı semender-sıfat
Hemser-i âteş-kede-ı Sûmnât
Nâbî

pertev: Far. Işık, parlaklık.

Ufk-ı ref’ine hurşid-i saâdetpertev
Nutk-ı haşmete
Cemşid
Skender-ı serheng
Kâzım Paşa
Pertevinde ayağın altına ak dibâ düşer
Bezmine eyler şerârından güher isâr-ı şem’
Riyazî
Pertevinden te’nis için etmezdi nazar
Pertevinden dahi eylerdi hazer
Sünbülzade Vehbi

pertev-i âlem-ârâ-yı Hak: Allah’ın âlemi süsleyen ışığı.

Odur pertev-i âlem-ârâ-yı Hak Budur işte a’lâ-yı âlâ-yı Hak
Muallim Naci

pertev-i ârız: yanağının ışığı.

Kırılır neş’esi solar sararır
Pertev-i ârızı söner kararır
Recaizade Ekrem pertev-i âyîn-i nûr-ı Hudâ: Allah’ın nur aynasının ışığı.

Yüzün ayında temâşâ-yı cemâl eylemeyen
Pertev-i âyine-i nûr-ı Hudâ’sın ne bilir
Ahmet Paşa

pertev-i cenân: Kalbin ışığı.

Geldi vakt-i rüyet-i didâr zanneyler uyûn
Düşse bir pertev-i cenânımdan cinânın fevkına
Muallim Naci

pertev-i cevher-i cûd: Cömertlik cevherinin ışığı.

Pertev-i cevheri-i cûdun eser etse mâha
Edemez mihr-i kıyâmet dahi irâs-ı muhâk
Yenişehirli Avnî

pertev-i envâr-ı hudşîd-i hakîkat: Hakikat güneşinin nur ışıkları.

Hûb suretlerden ey nâsih beni men’ etme kim
Pertev-i envâr-ı hurşid-i hakikattir mecâz
Fuzûlî

pertev-i feyz-i Hudâ: Allah’ın feyiz ışığı.

Bir dile
Yahyâ dokunsa pertev-i feyz-ı Hudâ
Zerre-i nâ-çiz iken horşid-i âlem-tâb olur
Şeyhülislam Yahya

pertev-i Hâver: Doğu’nun ışığı.

Her kaçan gönlüme fikr-i ârız-ı dil-ber düşer
Gûyiyd mir’âta aks-ipertev-ı Hâver düşer
Bâkî

pertev-i Hûrşîd: Güneş’in ışığı.

Pür etdi kâlıb-ı bî-nûr mâhıpertev-ı Hûrşîd
Cemâli oldu ya Ayîne-i hayâle
Zeb-â-leb
Rtzayi pertev-i hüsn: Güzelliğin ışığı.

Neş’e-i aşkınladır
Mecnûn sürûdu derd-nâk
Pertev-i hüsnünledir
Leylî cemâli nâzenîn
Fuzûlî

pertev-i ışk: Aşk ışığı.

Ten perdesinde mestûr olur mu pertev-i ışk
Gün yüzüne ne mümkin kim gölge ola hâyil
İbni Kemâl

pertev-i ikbâl: Talih parlaklığı.

Olur mu fass-ı zerrîn ile kâmil, cevher-i nâkus
Siyeh-dil, pertev-i ikbâl ile rûşen-zamîr olmaz
Fehim (Hoca Süleyman)

pertev-i mihr: Güneşin ışığı.

Sînemi şemşîr-i hasret eyledi çün çâk çâk
Pertev-i mihrin düşüptür gönlüme her çâkden
İbni Kemâl
(düşüptür: düşmüştür)

pertev-i nûr-ı cemâl: Güzellik nurunun ışığı.

Pertev-i nûr-ı cemâlin olalı berk-efken
Dâmen-i mahşere dek olmadadır âteş-zen
Yenişehirli Avni

pertev-i nûr-ı Muhammed
Mustafâ: Mu-
hammed
Mustafa nurunun ışığı.

Mazhar-ı nûr-ı tecellî menba’-ı feyz-ı Hudâ
Pertev-i nûr-ı Muhammed
Mustafa ya’nî gönül
Âdile Sultan

pertev-i rû-yı safâ: Temiz yüzün parlaklığı.

Hemîşe saykal-ı âyînem oldu jeng-i belâ
Henûzpertev-i rû-yı safâ nedir bilmem
Fehim-ı Kadim (Uncuzade)

pertev-i subh: Sabah ışığı.

Ben kara toprağı zer kılsa ne ola lutfun günü
Pertev-i subh ile eyler hâreyi gevher güneş
Lamiî Çelebi

pertev-i şem’: Mum ışığı.

İffet ol mertebedir halvet-i cânânede kim
Pertev-işem’edemez taşragüzer revzenden
Nâbî

pertev-i tevhîd: Tevhit ışığı.

Havf-ı a’dâ eylemez olan müsellah aşk ile
Yanmadan
Hakk’a erilmez pertev-i tevhîd gerek
Âdile Sultan

pertev-endâz: Işık saçan, ışıklı.

pertev-endâz-ı visâl: kavuşma ışığı.

Meclis-i ağyâra olma pertev-endâz-ı visâl
Şem’-i ümmîd-i rakîbânı fürûzân eyleme
Nâbî

pertev-feşân: Işık saçan.

Hûrşîd-i aşktır âlem sengâfil olma ondan
Kalbe doğar o hûrşîd-i pertev-feşân seherde
Âdile Sultan

pertev-gedâ: Işık dilencisi.

pertev-gedâ-yı vasl: Kavuşmanın ışık dilencisi.

Gündüz rakîb ile gezip ol mihr olmadı
Pertev-gedâ-yı vaslı bir ahşam hilâl-i dil
Esrar Dede

pertev-resân: Işığa ulaşanlar. Gül gül etti ârız-ı hûbânı
Yahyâ tâb-ı mey
Oldu şem’-i meclis-ârâ her taraf pertev-resân
Şeyhülislam Yahya

pertev-sûz: Pertavsız, güneş ışığını bir noktaya toplayan cam alet.

Olsa pertev-sûz eğer mir’ât-ı tîğın şübhesiz
Vech-i a’dâda olur zâhir zevâlin sûreti
Nevres-i Kadim

pertev-zen: Işıklandırıcı, nurlandırıcı.

Yaktı yandırdı bizi micmer-i sîm-âsâ
Mihr-i ruhsârı olup sînesine pertev-zen
Nedim pervâ: Far. 1. Korku. 2. Çekingenlik.

İlgi, bağ.

“bî-“ olumsuzluk sıfat eki getirilerek olumsuz sıfatlar yapar.

Yansam ne ola nitekipervâneyanında
Şevkınla şehâ yanmağa pervâ ne yanında
Figani
Şevk ile her kim cemâlin şemsinepervânedir
Yeri nûr olsun onun kim anladı pervâ nedir
Hamdullah Hamdi

pervâ-yı bârân: Yağmur korkusu.

Denizde ıslanan pervâ-yı bârân eylemez derler
Diyenler bu sözü
Şumnu’ye gelsinler de görsünler
Nevres-ı Cedid (Osman)

pervane: Far. 1. Gece kelebeği denilen, küçük uçucu böcek.

Işığın etrafında kendini yok edesiye kadar döner ve ölür. 2. Fırıldak, çark. 3. Haberci, kılavuz. c. pervânegân.

Taktın fenâ dükkânını hâkister eyledin
Ey şem’ külfet eylemepervâne kalmadı

Aşk bir şem’-ı İlâhi’dir benimpervânesi
Şevk bir zincirdir gönlüm onun dîvânesi
Şeyh Galip
Meşk eyledi pervâne vü şem’ ü gül-i sad-berg
Tanmayı yak ılmayı yaka yırtmayı benden
Kâzım Paşa
Sûz-ı dilden bi-haberdir sanmayın cânâneyi
Şem’i yakmaz mı ol âteş kim yakar pervâneyi
Şeyhülislam Yahya
Yanmağa mecbûr eden bilmem nedir pervâneyi
Var ise nâr-ı ehl-i aşka nûr şeklin gösterir
Esat
Muhlis Paşa

pervâne-i aşk: Aşkın pervanesi.

Gönül sûzân eden cism-i nizârın tâze dâgındır
Seni pervâne-i aşk eyleyen kendi çerâgındır
Vecdî

pervâne-i bî-bâk: Korkusuz pervane.

Reng-i gülgûn izârın gerçi âteş-nâkdir sevdiğim
Gönlüm dahi pervâne-i bi-bâkdir
Tahirü’l Mevlevi pervâne-i belâ-zede: Belâya uğramış pervane.

Arz-ı niyâzı bülbül-i zârın figân iledir
Pervâne-i belâ-zedenin yane yanedir
Şeyhülislam Yahya

pervâne-i bî-çâre: Çaresiz pervane.

Gül meclisinde dâimâ bülbül şetâret etmede
Pervâne-i bi-çâreyi nâr-ı mahabbet etti kül
Şeyhülislam Yahya

pervâne-i hicrân: Ayrılık pervanesi.

Senin pervâne-i hicrânınım sen şem’-i vuslatsın
Be-her şeb hâhiş-i bûs u kenârım varsa sendendir
Şeyh Galip

pervâne-i şem’-i cemâl: Güzellik mumunun pervanesi.

Alemipervâne-işem’-i cemâlin kıldı ışk
Cân-ı âlemsin fedâ her lâhza bin cândır sana
Fuzûlî

pervâne-âsâ: Pervane gibi.

Terk edip tâc u kabâyı şevk-işem’-i hüsnüne
Kendimi pervâne-âsâ bir nemed-pûş eyledim
Bâkî

pervâne-sıfat: Pervane gibi.

Tan âteşe pervâne-sıfat eyleme efgân
Ey âşık-ı miskin budur âdâb-ı muhabbet
Şeyhülislam Yahya
Pervâne-sıfat olma sakın âşık-ıgüstâh
Peymâneden öğren reviş-i bûs-i kenârı
Tıflî (Mehmet Emin)

pervâne-veş: Pervane gibi.

Ehl-i kadrim yanalı ışk oduna pervâne-veş
Sürme-i çeşm eylemişlerşem’ler hâkisterim
FuzûH
Bi-karâr olmak nedendir ey dil-i divâne sen
Tana düştün bilmezem pervâne-veş ninâne sen
Nuri

pervânegân: Pervâne’ler.

Olup numûne-ipervânegângüm-şüdeşem’
Nücûm-ı bi-mehe dönmüştü asker-ı Mansûr
Nâbî

pervârî: Far. Besili, beslenmiş; elde beslenmiş, alışkın, evcil.

Dâg-ı siyâhımı görüp âh etti ehl-i derd
Pervârişâh-bâzları zâğa saldılar
Hayâlî Bey

pervâz: Far. 1. Uçma, uçuş. 2. Saçak (dam ve elbiselerde). 3. “Uçan, uçucu” anlamlarına gelen birleşik kelimeler yapar.

Ar eder almağa cengâline nesr-i feleği
Sayd için eylese şeh-bâz-i hayâlim pervâz
Nef’î
Cûylar mı devr eden taraf-ı çemen-zârın yâhûd
Mâi pervâz ile kat olmuş yeşil hârâ mıdır
Nef’î
Çık salın sevdiğim güzeller içre
Periler pervâzı senden öğrensin
Âşık Ömer

pervâz-ı ca’l: Sabır uçuşu.

Himmet-i tab’-ı bülendim o kadar âli kim
Bir gelir cünbüş-ı Anka: ‘yıla pervâz-ı ca’l
Nazîm (Yahya)

pervâz-ı mürg-i vuslat: Kavuşma kuşunun uçuşu.

Pervâz-ı mürg-i vuslat eğerçi bülend olur
Şeh-bâz-ı zülf edersepiyâlegelir ele
Behiştî

pervâz-geh: Pervaz edilen yer, uçak alanı.

Pervâz-gehimdir dil-ı Kerrûbî-nişân
Künc-i kafes-i hâkte rûhu’l
Kuds’üm
Esrar Dede
-perver: Far. “Besleyen, büyüten, yetiştiren, koruyan, terbiye eden” anlamlarına gelen birleşik sıfatlar yapar. c. perverân.

belâ-perver: Bela ile doldurulmuş.

Sâkî-i devlet ki her bî-meşrebe sâgar sunar
Bana geldikde kadeh câm-ı belâ-perver sunar
Hayâlî Bey
cân-perver: Gönül açan, ruh besleyen.

Etse tasvîrim teveccüh âlem-i ervâh olur
İn’ikâs-ı peyker-i cân-perverimden müstenîr
Muallim Naci
Lebinin yâdı ile içse eğer bir atşân
Âb-ı Kevser gibi cân-perver olur mâsemûm
Yenişehirli Avni
cihân-perver: Cihanı besleyen.

Kat’-i ümîd etmişiz ümmîd-i atâyâ-yı felekten
İhsân-ı Hudâvend-i cihân-pervere minnet
Nâbî
dâniş-perver: Bilgili.

Ebkem ol kim nîk ü bed bî-hûde halk olmuş değil
Her biriyle çerh-i dâniş-perverin bir işi var
Bağdatlı Ruhi
dür-perver: İnci gibi söz söyleyen ağız.

Buldu bahr-i dilde mihrinden
Atâyî nazmı zeyn
Âdet-i meşhûrdur olduğu dürr-perver güneş
Atayi (Nevizade Atâullah)
füsûn-perver: Büyüleyici.

Bence hîç şüphe yoktur ki sendendir
Ey güzel çehre-i füsûn-perver
Bağdatlı Ruhi
girye-perver: Ağlamaya sebep olan.

Bu gece sen de girye-perversin
Sen de gönlüm kadar mükeddersin
Kemalzâde Ekrem
nâdire-perver: Ender terbiye edici.

Hakka benim o nâdire-perver ki her sözüm
Bir tuhfe gibi elden ele ermagân olur
Nef’î
nâz-perver: Nazlı, naz eden.

Her hayâlim bir arûs-ı nâz-perverdir benim
Kim bu âlemden değil esbâb-ı zîb ü zîveri
Nef’î
zerre-perver: Zerre yapan.

Sipihr-i izz ü câha âfitâb zerre-perverdir
Serîr-i adl ü dâda dâver-i dîn-dâr u dânâdır
Nef’î

perverde: Beslenmiş, terbiye edilmiş, büyütülmüş.

Nevâl-i zâhir ü bâtınla etti perverde
Benimle çekti zuhûr-ı cemâline perde
Nâbî
Aceb bir cân fedâ-yı râh istiğnâ-yı aşkım kim
Eder perverde
Ankâlar hümâ-yı üstühânımdan
Palaslı
Galip

perverde-i nâz: Naz ile büyütülmüş.

Perverde-i nâz olan o gül-ten
Eyler kara toprak içre mesken
Ziyâ Paşa

perverde-i rindân-ı Mesîhâ-dem-i aşk: Aşkın
Mesiha nefesli rindleri tarafından büyütülmüşü.

Çok mu bu kadar feyz bize ehl-i diliz hem
Perverde-i rindân-ı Mesîhâ-dem-i aşkız
Nef’î

perverde-i şîr: Sütle büyütülmüş.

Perverde-i şîr edip mukaddem
Vermiş o güle arakla şeb-nem
Şeyh Galip
Perverdigâr, Perverd-gâr: “Besleyici, terbiye edici, rızıklandırıcı” Allah.

Var ümîdim kim ola hem şâmil ona rahmeti
Âmm olur elbette feyz-i sâye-ı Perverd-gâr
Fuzûlî
Ey harîm-i hâs-ı bezm-i rüyet-ı Perverdigâr
Vech-iHakk’a zâtı hem âyîne hem âyîne-dâr
Nazîm (Yahya)

perveriş: 1. Besleyiş, besleme. 2. Yetiştirme, terbiye etme. 3. İlerleme.

Etmezdi böyle ceyb-i nevâzişte perveriş
Sarrâf-ı dehr anlamasa kıymetim benim
Nâbî
Vermese lutfun eli rahm-ı felekte perveriş
Mâder-i eyyâmdan doğmazdı tâ mahşer güneş
Ahmet Paşa
Bulsa ger zîr-i cenâh himmetinde perveriş
Nâz ederdi kerkesân-ı çarha bir kem-ter hamâm
Üsküdarlı Hakkı Bey

perveriş-yâb: 1. Beslenen. 2. Terbiye gören, yetiştirilen.

Perveriş-yâb olduğu-çün dûdmân-ı aşkta
Ah yerde kalmaz ziynet-i eflâk olur
Nâbî perveriş-yâb-ı sehâb-ı cûd: Cömertlik bulutuyla beslenen.

Perveriş-yâb-ı sehâb-ı cûdu olsaydı eğer
Dürre-i beyzâ olurlar idi her reşh-i miyâh
Üsküdarlı Hakkı Bey

perveriş-yâb-ı verâ-yı perde-i nisyân: Unutma perdesinin arkasında yetiştirilen.

Şâhid-i ümmîdden nevmîd idim gördüm meğer
Perveriş-yâb-ı verâ-yı perde-i nisyân etmiş
Nâbî

perveriş: bk. perver.

perverde: bk. perver.

Perverd-gâr, Perverdigâr: (j\âzj’jJ) bk. perver.

perveriş: (UjSjO bk. perver.

Pervîn: Far. Ülker veya
Süreyya yıldızının diğer adı.

Nazımda sevgilinin yüzü ay olunca benleri de
Pervin’e benzetilir.

Ben mi yüzünde ya bulmuş mâh ile
Pervîn kıran
Saç mı alnında ya olmuş nûr ile zulmet karîn
Ahmet Paşa
Gelmesin ikisi bir yere
Bebâtü’l-na’şın
Belki cemdyyet
Pervîn’iperîşân olsun
Nefi
Besîrine
Benât-ı na’ş bende
Pervîn’e ederdi nazmı hande
Nâbî
Şîr-i felek oldu şîr-i berfîn
Dendânı yerinde idi
Pervîn
Galip
Dede

pervîz: Far. 1. Üstün. 2. Süzgeç, elek. 3. Balık. 4. Güzellik. 5. Iran hükümdarı
Hüsrev’in lakabı (Hüsrev bin
Hürmüz bin
Nûşirevân: Nuşirevanın oğlu, Hürmüz’un oğlu).

Hâkan-ı Osmânî neseb, kim münderic zâtında hep
İslâm-ı fârûk-ı Arab, ikbâl-ı Pervîz-iacem
Nefi
Etmem endûhte-i gayre heves çün
Pervîz
Açtı
Ferhâd-ı hayâlim bana bir nev’ ma’den
Nedim

pes: (f) Far. 1. Ard, arka, geri. 2. zf.

Öyle ise, şimdi; sonra.

Cümle tedbîr pes perdede üstâdındır
İhtiyârî mi sanırsın harekâtın sorun
Nâbî
Pes geçip mihrâba ol hayrü’l-enâm
Enbiyâ ervâhına oldu imâm
Yazıcızâde Süleyman
Çünkü şâirsin hayâl-i tâzedir senden murâd
Pes yeni bir dil-ber-i mû-miyân lâzım sana
Nedm
Bâd ile hem-dem olsa perîşân olur saçın
Her-câyinin nice olısar pes musâhibi
Hamdullah Hamdi
(olısar: olacak)
Kibriyâ çün sıfat-ı Hâlık’tır
Bu sıfat pes bize ne lâyzktır
Şeyhülislam Yahya

pes ü pîş: Arka ve ön.

Şaşırdım hulâsa pes ü pîşimi
Bıraktım
Hudâ’ya bütün işimi
Keçecizade İzzet Molla

pes-mânde: 1. Geri kalmış, geride kalmış. 2. Artık, artmış.

Kurtar bu lây-hâriyi pes-mânde bâdeden
Yâ Rab fakîr-i mey-kede-gerde nisâb ver
Esrar Dede

pes-mânde-i dûnân: Alçakların artığı.

Et lokması lâzım mı doyurmaz mı seni nân
Zehr olsun o lokma ki ola pes-mânde-i dûnân
Bağdatlı Ruhi

pes-perde: 1. Bir perde arkası. mec. gizlice, gizliden. 2. Aşağı, alçak.

Ağyâr dinler oldu pes-perdeden bizi
Alemde ehl-i aşka görünmez belâ budur
Bâkî
Cümle tedbîr pes-perdede üstâdındır
İhtiyârî mi sanırsın harekâtın suverin
Nâbî

pesend: Far. 1. Beğenme, seçme; takdir.

“-pesend: beğenici, takdir edici” anlamlarıyla birleşik sıfatlar yapar.

Baş eğdi âb-ı tîğına küffâr-ı Engürüs
Şemşîrî gevherini pesend eyledi
Frenk
Bâkî
Tahsîn ü pesend edip bu re’yi
Birden göğe eyledi duâyı
Nâbî
Dese
Nef’î
bu zemînde ne ola tekrdr gazel
Tarh-1 vâdîsini çün haylîpesend etti sabâ
Nef’î
dil-ber-pesend: Dilber seven.

Ettim güzeller içre alâka efendime
Sad âferîn tabîat-i dil-ber-pesendime
Şeyhülislam Mehmet
Şerif
dil-pesend: Gönlün beğendiği.

Dün sâye saldı başıma bir serv-i bülend
Kim kaddi dil-rübâ idi reftârı dil-pesend
FuzûH
Hırâmın dil-pesend ü cünbüşün dil-hâhdır cânâ
Hayâlinle
Nedîm’in kârı âh u vâhıdır cânâ
Nedim
düşvâr-pesend: Zor beğenen.

Gönlüm eydür bana düş var onun hançerine
Beni baştan çıkarır bu dil-i düşvâr-pesend
Âhi (eydür: söyler)
gam-pesend: Gam seven.

Sâkî meded et ki müstemendim
Bâzâr-ı belâda gam-pesendim
Şeyh Galip
hod-pesend: Kendini beğenen.

Vardır nice hod-pesend nâ-dân
Kendin sanır efdal-i sühan-dân
Ziyâ Paşa
kâmil-pesend: Olgunluğu seven.

Reşîd ü kâr-dân ü hûş-mend ü sâhib-i temkîn
Fazâil-perver ü kâmil-pesend ü âkıl u dânâ
Nedim
müşkil-pesend: Zor beğenen. c. müşkilpesendân.

müşkil-pesend-i râz: Sırları zor beğenen.

Nazmım görüp der imiş o müşkil-pesend-i râz
Tarz-ı Nedîm-i tâze-edâmız budur bizim
Nedim
müşkil-pesendân: Güç beğenenler. müşkil-pesendân-ı cihân: Cihanın güç beğenenleri.

Husûsâ o sühan-perdâz-ı üstâdım ki eş’ârım
Yazar müşkil-pesendân-ı cihân evrâk-ı cân üzre
Nef’î
nâ-pesend: Beğenilmez.

Gel ağlatma ilâc-ı nâ-pesendinle bu miskîni
Tabîbâ hâk-i kûy-ı yârdendir eşk-i teskîni
Fuzûlî

ukbâ-pesend: Öbür dünyayı seven.

Kâfiri meşgûl-i dünyâ zâhidi ukbâ-pesend
Âşıki berhem-zen-i dünyâ vü ukbâ eyledin
Yenişehirli Avni

pesendîde: Far. Beğenilmiş, seçilmiş.

Ser-firâz u nîkemr ü nîk-rây u nîk-hûy
Server-i pâkîze-etvâr u pesendîde-hısâl
FuzûH
Hep halkının etvârı pesendîde vü makbûl
Derler ki biraz dil-beri bî-mihr ü vefâdır
Nedim

pesendîde-i âlem: Âlemin beğenilmişi.

Esîrin bir beni sanma cihân âvâre-i hüsnün
Pesendîde-i âlem civân-ı dil-pesendimsin
Necip (Sultan III. Ahmet)

pesendîde-i hayâlî: Hayalî beğenilmişlik.

Sever güzelleri hep aşk-ı lâübâlisi
Tarab-ı yegâne pesendîde-i hayâlîsi
Tevfik Fikret

pesendîde-i kelâm: Sözün beğenilmişi.

Vasf-ı zâtında husûsâ ede bezl-i makdûr
Bir benim gibi sühan-senc-i pesendîde-i kelâm
Nef’î

pesendîde-i yârân: Dostların seçilmişi.

Sözde mânend-i kelîm olsa olunca âdem
Zâde-i tab’ı pesendîde-i yârân olsa
Kelîm-ı Eyyübî

pesendîde-nümâ: Beğenilmişi gösteren.

Gerçi hilm oldu pesendîde-nümâ
Olmaya hilm-i himârî ammâ
Sünbülzade Vehbi

pesîn: Far. Sonraki, en son.

Müjde bâd aldı
Arab işi seyfle cenk-âverân
Azm-i cenk ettikçe hâlâ geçti pîşîni pesîn
Sürûrî

pes-mânde: bk. pes.

pest: Far. 1. Alçak, aşağı. 2. Alçak sesle

söylenen.

Hevâyı seyr kıldım irtifâ’-ı kadr için zîrâ
Yerinde her metâ’ınpest olur elbette mikdârı
Fuzûlî
Bu âlem-i fânîde ne mîr ü ne gedâyız
A’lâlara a’lâlanmzpest ilepestiz
Bağdath
Ruhi
Geh bülendi pest eder gâhî eder pesti bülend
Muktezâ-yıgerdiş-i dolâb-ı âlem böyledir
Nâbî

pest-i âlem: Âlemin alçağı.

Bülend ü pest-i âlem şâhid-i feyz-i vücûdundur
Değil bî-hûde olmak yok iken arz u semâ’peydâ
Fuzûlî

pest-fıtrat: Kötü yaratılışlı.

Pest-ftratlara ziynet ile rif’at gelmez
Olsa her tarz ile kâlîçe münakkaş, basılır
Koca Râgıp Paşa

pest-pâye> pes-pâye: Payesi, derecesi düşük, aşağı olan kimse, alçak.

Lütfun olursa ger sühan pest-pâyesi
Nazm-ı bülend-i muhteşeme kesr-i şân verir
Nef’î
İhtilât etme fürû-mâye ile
Mübtezel zümresi pes-pâye ile
Sünbülzade Vehbi
Her gördüğüm insâna müdârâdan usandım
Pes-pâyelerin şânını i’lâdan usandım
Kemalzâde Ekrem Bey
Dalkavukluktaki idmânları ser-mâyeleri
Onlar azdırdı bu milletteki pes-pâyeleri
Mehmet Akif

pest-tab’ân: Düşük karakterliler.

Pest-tab’ânı o fitne zevklenip eyler şaka
Zümre-i ağyâr-i ester-sîrete kaltak urur
Esrar Dede
(zevklen-: alay etmek)

peşe, peşşe: bk. peşşe.

peşeng, Peşeng: Far. 1. Öne düşen, önde giden. 2. Meşhur
Turan hükümdarı
Efrasiyab’ın babası olan
İran hükümdarı.

Meclis sohbetine dâhil olan yârânın
Cân verir hâk-igüzer-gâhına binpûr upeşeng
Kâzım Paşa
Merhabâ ey yâdigâr-ı meclis-i devrân-ı Cem
Ab-rû-yı devlet
Cemşîd ü âyîn-ı Peşeng
Nef’î
Biri der-bânı olurdu biri mîr-âhûrı
Gelseler âleme devrinde
Peşeng ü Dârâ
Nef’î

peşîmân: Far. Pişman, nadim.

Görüp endîşe-i katlimde ol mâhı budur derdim
Ki bu endîşeden ol meh peşîmân olmasın yâ Rab
Fuzûlî
Kâmil odur her nefes âkıbet-endîş ola
Sonunu fikr etmeyen sonu peşîmân olur
Nahifi (Süleyman)
Gerdeninden sînesinden bûseler etmişti va’d
Cümlesinden neyleyim kâfir peşîmân oldu hep
Nedim

peşîmânlık: Pişmanlık.

Aybdır âkıle mağbûn olmak
Son peşîmânlığa makrûn olmak
Sünbülzade Vehbi

peşîz, peşîze: Far. 1. Gul, akçe, mangır. 2. Balık pulu. 3. Peçiç oyunu.

Gevherân-ı ahteri dellâl-i çarh eyler fürûht
Çâr-şû-yı sohbetinde bir peşîz eylerse de
Nâbî

peşkir: Far. >pîş-gîr’den peşkir.

Öne tutulan anlamından, havlu.

Eni az peşkiri herkes götürür dizlerine
Çorbadan sonra etin türlüsü kalk ıp yerine
Mehmet Akif

peşm: Far. 1. Yün, yapağı, sof. 2. Keten helvası.

peşm-i semender: Ateşte yaşayan masal hayvanının yünü.

Bunca dem pûşîde oldun ben gibi bir âteşe
Ey abâ peşm-i semendersin ki sûzân olmadın
Muallim Naci

peşmîn, peşmîne: 1. Yünden, yapağıdan yapılmış. 2. Sofuların giydiği sade, süssüz elbise.

Atlas-ı çarha değişmezdin onu hâce sen
Ger bulaydın bulduğum ben hırka-i peşmînede
Nef’î
Bezenmiş penbe-i dâg ile bir ser-mest âbdâlız
Ne sâlûs’uz ne kayd-ı hırka-ipeşmînemiz vardır
Bağdatlı Ruhi
Çekse ne aceb sıklet-i peşmîneyi zâhid
Meşhûr meseldir hara olsun mu semer bâr
Seyyit Vehbî
Perniyân-ı âleme bakmaz kalender meşrebân
Zîb-i dûş-ı izzet eyler hırka-ipeşmîneyi

peşmîne-i dil: Gönül elbisesi.

Kurb-ı visâl-i hazret ise kasdın ey Mesîh
Peşmîne-i dilindegam-ı sûzen olmasın
Ziyâ Paşa

peşmîne-i erbâb-ı ışk: Aşk sahiplerinin elbisesi.

Şu kim peşmîne-i erbâb-ı ışkın kıymetin bilmez
Saâdet ehlidir izz ü saâdet hil’atin bilmez
Behiştî

peşmîne-pûş: Sofu elbisesi giyen.

Kılletimden anlaman peşmîne-pûş olduğumu
Zeng-i gamdan gönlümün âyînesin saklar nemed
Necati Bey

peşmîn, peşmîne: bk. peşm.

peşrev: bk. pîş.

peşşe: Far. Sivrisinek. c. peşşegân.

Eyler keremin âteşi gül-zâr
Halîl’e
Mağlûb olurpeşşeye
Nemrûd-ı mübâhî
Ziyâ Paşa

peşşe-i nâ-çîz: Değersiz sivrisinek.

İltifâtı peşşe-i nâ-çîze verse takviyyet
Rûzigâra hükmün eylerdi
Süleymân-veş revân
Kâzım Paşa

peşşegân: Sivrisinekler.

Esîrân-ı havâya güfte-i bî-hûde pend olmaz
Duhân-ı halka halka peşşegâna pây-bend olmaz
Nâbî

peştemâl: Far. > püşt-mâl “sırt sileceğinden; hamamda örtünmek ve kurulanmak için kullanılan ince dokuma.

Ceyhûna döndü dîdelerim hûn-ı al ile
Merdüm şinâver oldu siyeh peştemâl ile seyyit Vehbi

pey: (J) Far. 1. İz, işaret. 2. Pay. 3. Ard, arka.

Pey akçesi.

Semâ-güzîn olarak gittin ey İlâhî nûr
Peyinde şimdi ufuktan geçen zılâlindir
Mehmet Akif
Köy arkadaşları, hep ellerinde martinler
Atılmış on kişi yüzlerce düşmânın peyine
Sürüp kırıp gidiyor.

Sanki bir avuç iğne
Tevfik Fikret

pey-â-pey: 1. Birbiri ardınca. 2. Azar azar.

Bu anlanır dil-i zârın pey-â-pey âhından
Kinâyedir garazı tâli’-i siyâhından
Nâbî
Sînemde bu pey-â-pey peykân mübârek olsun
İhyâ-yı hâk-i huşke bârân mübârek olsun
Behiştî
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid
Bir zulmet-i beyzâ ki pey-â-pey mütezâyid
Tevfik Fikret

pey-ender-pey: Arka arkaya, ardısıra, durmadan; azar azar.

Yıkılmaz dil pey-ender-pey çekerken câm-ı âzârı
Bu bezmin bâde-nûşu mest olur ammâ harâb olmaz
Şeyhülislam Bahayi (Mehmet)

pey-hâne: Arka evi, kıç.

Sâkiyâ
Cum’a namâzını kıl da gel mey-hâneye
Hurmetin anla tahâretle yapışpey-hâneye
Beliğ

pey-huceste: Ayağı uğurlu.

Gark oldu bahr-i mihnete dil zevrakı meded
Ey Hızr-ı pey-huceste yetiş dil-rübâlık et
Necati Bey

pey-rev: Arkası sıra giden; izinden giden, uyan.

El-hazer zühhâd-ı nâ-bînânın olma pey-revi
Başına dokunmasın zahm-ı asâlardan biri
Nâbî
Orada söyleyeyim şiirimi pey-rev olarak
Çağlayanlar ile mürgân-ı hoş-elhâna sabâh
İsmail Safa
Bu köyde her gece birkaç dakîka meks ederim
Olup hayâlime pey-rev seyâhat eylerken
Tevfik Fikret

pey-siper: Ayak altında kalmış, çiğnenmiş.

Teşhîs-i reh hayr u şer olur mu o dilde
Kim leşker-i gam birbirini pey-siper eyler
Nef’î

peyâm, peyem: (fi. Far. Haber, başkasından alınan bilgi. bk. peygam.

Hudâvendâ bana şimdi peyâmı geldi gerdûnun
Demiş kim ey çerâg-ı dûdmân-ı nükte-pîrâyî
Nedim
Demem ki kâğıd uçursun peyâm göndersin
Kebûter-i dil ile bir selâm göndersin
Nihat Bey

peyâm-ı bi’set: Gönderme haberi.

Cihân uyandı o neş’e ile kim haber verdi
Peyâm-ı bi’setin ervâha mübtedâ-yı vücûd
Nef’î

peyâm-ı îd: Bayram haberi.

Peyâm-ı îd verip nev-bahâra bülbüller
Nevâsı oldu hem-âheng-i nây u çeng ü rebâb
Esrar Dede

peyâm-ı kader: Kader haberi.

Eflâkten o dem kipeyâm-ı kader gelir
Gûş-i cihâne velvele-i bâl ü pergelir
Yahya Kemal

peyâm-ı lezîz: Hoş haber.

Acıttı cânımı fürkat diyâr-ı yâr-i baîd
Getir
Behiştî
’ye ey yâr bir peyâm-ı lezîz
Behiştî

peyâm-ı lutf: Lütuf haberi.

Peyâm-ı lutf kim câna leb-i dil-dârdan geldi
Nesîm-i cân-fezâdır cânib-i gül-zârdan geldi
Nâbî

peyâm-ı müjde-i vasl: Kavuşma müjdesinin haberi.

Bu kâr-hânede
Nâbî

peyâm-ı müjde-i vasl
Metâ’-ı tâzedir ammâ velî nümâyişi yok
Nâbî

peyâm-ı sıhhat: Sağlık haberi.

Bizi unuttu mu yoksa peyâm-ı sıhhat-i yâr
Bu memlekette garîbü’d-diyâra değmez mi
Nâilî

peyâm-ı vasl: Kavuşma haberi.

Yârin peyâm-ı vaslı ki cândan haber verir
Bir müjdedir ki feth-i revândan haber verir
Seyyit Vehbî

peyâm-ı vuslat: Kavuşma haberi.

Âşık peyâm-ı vuslata versin ki nakd-i cân
Pâ-müzd-i müjdegânî-i kûy-i habîbdir
Nâilî

peygâm, peyem: Haber, başkasından alınan bilgi.

Lîk kim fursatî-i bed-menişândan feryâd
Ki verir vaz’ları serdî-i deydenpeygam
Nâbî
Edermiş kıyâmette dûzah-ı hücûm
Verirdi o peygâmı bâd-ı semûm
Keçecizade İzzet Molla

peygâm-ı bahâr: Bahar haberi.

Nağme-sâz oldu mugannîler gibi dil bülbülü
Gûşuna çünkim sabâdan erdi peygâm-ı bahâr
Şemsî Paşa

peygâm-ber, peygam-ber: Allah’tan haber getiren, elçi, resul.

Arşa as şimdengerü tîğ-ı Süreyyâ cevheri
Bir gazâ ettin ki hoşnûd eyledin peygam-beri
Nfî
Tîğine ne ola yemîn eylerse rûh-ı Murtazâ
Bir gazâ eyledin ki hoşnûd eyledin peygam-beri
Nef’î

peygam-ber-i âlî-şân: Şanı yüce peygamber.

Gör, Süleymângibi peygam-ber-i âlî-şânın
Devleti olmuş idiÂsaf ile müstahkem
Nâbî

peyam-ber, peyâm-ber, peyem-ber: Haber getiren, resul.

Kerem-kâr u şefâat-kâr bir âlî peyam-berdir
Güler yüzlü şeker sözlü azîmü’l-kadr serverdir
Gülistan
Tercümesi
Bû Hanîfe şehrin ihmâlinle vîrân ettiler
Sende eyâ gayret-i dîn ü peyam-ber yok mudur
Murat (IV. Sultan)

peyem-res: Haber ulaştıran, haber getiren.

Ol dem getir ondan bana ey bâd-ı peyem-res
Ondan bana sen gizlice bir ses
Cenap Şahabeddin peydâ: Far. Âşikar, zâhir, açık, görünen.

Şem’-i rûyun âfitâb-ı âlem-ârâdır senin
Nûr-ı Hak hûrşîd-i dîdârında peydâdır senin
Fuzûlî
Gehî toprağa eyler hikmetin bin meh-lika: pinhân
Gehî sun’un kılar topraktan bin meh-lika: peydâ
Fuzûlî
Sen yine bir nev-niyâz âşık mı peydâ eyledin ?
Kuyuna yer yer dökülmüş âb-ı rûlar var idi
Nedim

peydâ-yı sevdâ-yı adem: Yokluk sevdasının görünüşü.

Hayretim çarha sükûn-âver ta’tîl olalı
Vahşetim bâispeydâ-yı sevdâ-yı adem Akif Paşa

peydâ-yı sühan: Söz ortaya koyan.

Ne hacâlet ki henüz ki bir iyı
Türkî bilmez
Tarz-ıTâzî vü Derî’ de ede peydâ-yı sühan
Nef’î

peygâm: bk. peyâm.

peygâr, peykâr: Far. Savaş, cenk, kavga.

Mâh-ı nev sanma felekte görücek peygârını
Titredi
Behrâm elinden düştü zerrin hançeri
Nfî
Darb-ı tîğ-ı kadr-endâz-ı kazâ peygârı
Etti her hamlede düşmenlerini rû-be-kafâ
Nazîm (Yahya)

peygûle: Far. Köşe, kıyı, bucak; zaviye.

El-hased ol rinde kim çekmiş ayağın dehrden
Mey-kedepeygûlesinde pîr ü pâk olmuş yatar
Nâilî

peygûle-i idbâr: Talihsizlik köşesi.

Mahv olup defter-i dilden eser-i havf u hatar
Düştü peygûle-i idbâragumûm u âlâm
Nâbî

peygûle-i meşîme: Döl yatağının köşesi.

Peygûle-i meşîmede tıfl-ı ümîdime
Mehd-i vücûda gelmeden evvel herem gelir
İzzet Ali Paşa

peygûle-i nisyân: Unutulma köşesi.

Oldu erbâb-ı maârif nâ-yâb
Düştü peygûle-i nisyâna kitâb
Nâbî

peygûle-i uzlet: Sıkıntı köşesi.

Bana böyle perestişkârlık ashâb-ı unvândan
Benim peygûle-i uzlette unvânsızlığımdandır
Nâbî

peyk: Far. 1. Haber, mektup getiren götüren. 2. Uydu. 3. Her hareketinde birine bağlı olan.

Her kanda ki azm eylese ikbâl ü saâdet
Pehlevî rikâbında iki peyk devândır
Nef’î
altın taş ile meh peykin olmuştur rikâbında
Onun için dâimâ gitmez yüzünden böyle gerd-i râh
Nedim

peyk-i endîşe: Düşünce habercisi.

Arsa-i medh ü senânın bulamaz pâyânın
Peyk-i endîşe eğer bin yıl olursapûyân
Bâkî

peyk-i kader: Kaderin habercisi.

Kişver-i câh-ı celâlindir o mülk-i bî-kerân
Kim onu tayyetmeğe peyk-i kader edip şitâb
Nef’î

peyk-i nâle: inleyiş habercisi.

Yâre varsın peyk-i nâlem âh u zârım söylesin
Zahm-ı hûn-pâş-ı derûnum inkisârım söylesin
Nâbî

peyk-i nesîm: Rüzgârın habercisi.

Gözlerim yaşı gibi dil-bere ey peyk-i nesîm
Ne işin saldı beni ayn-ı nazardan sorasın
Ahmet Paşa

peyk-i perrende: Uçan haber.

Mülk-i rikâb-ı semendinde peyk-i perrende
Felek serâ-şe-i kadrinde fer şurûb-ı hazm
Nef’î

peyk-i sabâ-yı himmet: Yardım rüzgârının habercisi.

Gitti havâdis almak işin kûy-ı dil-bere
Peyk-i sabâ-yı himmete Allah yol vere
Behçet peyk-i vasl-ı dost: Dosta kavuşma habercisi.

Alem olsa peyk-i vasl-ı dosta lâyık cân fedâ
Cânımı terk ederim cânânıma şükrânelik
Âdile Sultan

peykân: Far. Ok demiri, mızrak ucundaki sivri demir.

Edebiyatta sevgilinin kirpiklerine benzetilir.

Vehm ile söyler dil-i mecrûh peykânın sözün
İhtiyât ile işer her kimde olsa yâre su
Fuzûlî
Çıkarmak etseler tenden şekip peykânın ol servin
Çıkan olsun dil-i mecrûh peykân olmasın yâ Rab
Fuzûlî
Süzme şeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne
Urma zahmı sîneye peykân peykân üstüne
Râsih

peykân-ı belâ: Bela oku.

Her taraf kıldı ihâta cânı peykân-ı belâ
Andelîb etti dikenler arasında âşiyân
Behiştî

peykân-ı gam: Gam oku.

Zülfünde ara gönlümü isterisen ey sabâ
Peykân-ı gamla yaralanıptır nişanı var
Bağdatlı Ruhi

peykân-ı gamze: Gamze oku.

Peykân-ı gamze tîr-i nigeh zahm-ı cevr-i yâr
Durmaz geşer bu kalbimi ammâ deler geşer
Hamamizâde İhsan

peykân-ı hasret: Hasret oku.

Geşmeye peykân-ı hasret gibi sînem sadrına
Kalbimi sultân-ı rûhâniyyetin har-gâhı kıl
Behiştî

peykân-ı tîr: Okun ucundaki sivri demir, temren
Oklar sihâm-ı kavs-i kazâdan nişân verir
Peykân-ı tîr ise ecel-i nâ-gehân olur
Nef’î

peykân-şiken: Ok çeken. peykân-şiken-i nâvek-i endîşe-i kîn: Kin
düşüncesi okunu çeken
Peykân-şiken-i nâvek-i endîşe-i kîn ol
Var zahm-ı mükâfâttan âsûde-nişîn ol
Nâbî

peyker: ÇÇo) Far. 1. Yüz, surat. 2. Birleştiği kelimelerle birleşik sıfat yapar.

Bir nigeh etsen görünür hâl-i dil
Gönlümün âyînesidir peykerim
Muallim Naci
Peykerin irfânına bürhândı: Nûrânî idi
Hâce-i zî-iktidârın
Molla
Gûrânî idi
İsmail Safa

peyker-ı Leylâ
: Leyla’nın yüzü.

Bir nazarda nice yüzbin âkılı
Mecnûn eder
Cilve arz ettikçe çehren peyker-ı Leylâ gibi
Behiştî
meh-peyker-i âlem: Âlemin ay yüzlüsü.

Hem zîver-i ahlâkıla hoş zât-ı melek-hû
Hem behcet-i endâm ile meh-peyker-i âlem
Neşati

perî-peyker: Peri yüzlü.

Bir melek-manzara tuş oldu ki dil-i çeşm-i nigâr
Bir perî-peykere kim aklımı etti meftûn
Âdile Sultan
-peymâ: Far. “Ölçen, ölçücü” anlamlarıyla birleşik kelimeler yapar. bâd-peymâ: 1. Rüzgârı ölçen, rüzgâr gibi hızlı giden. 2. Boş gezen, serseri.

Yirmi dört senedir kim kulun tarîka girip Ümîd-i nef’-i menâsıbla bâd-peymâdır
Behğ
bâdiye-peymâ: Çölde dolaşan. bâdiye-peymâ-yı tarîk-ı aşk: Aşk yolunun
çölde dolaşanı.

Benim ol bâdiye-peymâ-yı tarîk-ı aşkım
Hamdülillah dil-i dânâ gibi hem-râhım var
Enderunlu Fazıl
cihân-peymâ: Cihanı gezip gören.

Ey çeşm-i cihân-peymâ hîç eşk-i terin yok mu
Tûfân-ı mahabbetsin yoksa güherin yok mu
Şeyh Galip
felek-peymâ: Feleği tartan.

Hasma hüccetler nümâyân eyleyem kim her biri
Hatf-ı ebsâr eylesin berk-ı felek-peymâgibi
Nedim
ihtizâz-peymâ: Hareket ölçücü.

Ham-ı vücûd, henüz ihtizâz-peymâdır
gunneden ki gelir kâf u nûn hitâbından
Muallim
Cûdî

reh-peymâ: Yol ölçücü.

On sekiz bin âlemi seyr eyledik uctan uca
Milket-i sultân-ı ışkınpeyk-i reh-peymâsıyız
Zâti

semâ-peymâ: Gök ölçücü.

Semâ-peymâ iken râyâtımız tuttun zelîl ettin
Mefâhir bekleyen âbâdân evlâdı hacil ettin
Mehmet Akif

peymân: Far. Ahd, şart, yemin, and.

Hemen var ol da tek dünyâda sen ey ömrümün varı
Dilersen âşık aldat ahd ü peymân boz dil-âzâr ol
Nâbî
Bir bahâneyle şikest olmakta pek benzer hele
Tövbe-i bî-vakt âşık dil-berinpeymânına
Nedim
Ta ezelde bir sözüm var
Rabb’imin fermânıdır
Şüphesiz bezm-ı Elestün tuhfe-i peymânıdır
İzzet Bey

peymân-şiken: Andını bozan.

Turup şimdi yerimden ahd edersin varırım dersin
Dirîgâ ahdine durmaz birpeymân-şikensin
enverî (tur-: kalkmak)

peymâne: Far. Büyük kadeh, şarap bardağı, çamçak.

Dolsun yine peymâneler olsun tehî hum-hâneler
Raks eylesin mest-âneler mutribler ettikçe nagam
Nef’î
Dün harâbât-ı dili seyr eyledim bir kûşede
Bir tehîpeymâne kalmış tâ zemân-ı neş’eden
Esrar Dede
Bir şeker handeyle bezm-i şevka câm ettin beni
Nîm sunpeymâneyi sâkî tamâm ettin beni
Nedim
Mey-hâne gülsitândır, peymâne gül-feşândır
Sâkî nihâl-i şûhu, mutrib hezâr-ı zârı
Namık Kemâl
Pervâne-sıfat olma sakın âşık-ıgüstâh
Peymâneden öğren reviş-i bûs-i kenârı
Tıflî (Mehmet Emin)

peymâne-i âzâr: Yanak kadehi.

Zuhûr-ı hande-i nîm-i leb-i dil-berdeki zevkı
Çekip peymâne-i âzârı mahmûr olmayan bilmez
Esrar Dede

peymâne-i dil: Gönül kadehi.

Yahyâ şarâb-ı şevk ile peymâne-i dil pür olur
Sâkî gelince meclise destinde dolu câm-ı mül
Şeyhülislam Yahya

peymâne-i hâk: Toprak kadeh.

Kâse-i ser hecr ile peymâne-i hâk oldu gel
Hey bizimle ahd ü peymânın ferâmûş eyleyen
Usulî (Yenice Vardarlı)

peymâne-i hûrşîd: Güneşin kadehi.

Mest-i mey-i bî-reng siyeh-mest-i gam olmaz
Peymâne-i hurşid siyeh-kâr değildir
Esrar Dede

peymâne-i ışk: Aşk kadehi.

Benim peymâne-i ışka düşüptür defter-i tab’ım
Nasîhat nakşına kâbil değildir aklım evrâkı
behiştî

peymâne-keşân: Kadeh kaldıranlar.

Girmem der idin halka-ipeymâne-keşâna
Bir bezme mi vardın yine ibrâma mı düştün
Nâbî

peymâne-i mihr ü vefâ: Sevgi ve şefkat kadehi.

Devrden peymâne-i mihr ü vefâ eksilmede
Kalb-i ehl-i hâlden zevk u safâ eksilmede
Bağdatlı Ruhi

peymâne-i mahabbet: Sevgi kadehi.

Peymâne-i mahabbeti sundun
Nedim’e çün
Lûtfeyle câmı bâri biraz kansın eygönül
Nedim

peymâne-i nâz: Naz kadehi.

Hışm ile çeker gamzesi peymâne-i nâzı
Âşûb-ı cihân olsa ne ola her nigeh-i mest
Nef’î

peymâne-i şarâb: Şarap kadehi.

Temkînin itibârını seyret ki feyz alır
Peymâne-i şarâb hum-ı âremîdeden
Nedim

peymâne-i ümmîd: Ümit kadehi.

Ger ye’s-i humârın verecek ise sonunda
Evvelce şikest olsun o peymâne-i ümmîd
Cevdet Paşa
Muhâliftir humâr-ı ye’se kimse düşmesin yoksa
Sunar peymâne-i ümmîd isterse vebâl olsun
Nâbî

peymâne-i vahdet: Vahdet kadehi.

Bir rütbede mest etti ki peymâne-i vahdet
Oldu iki mest-âne mecâz ile hakîkat
Esrar Dede

peymâne-i vücûd: Varlık kadehi.

Yâ Rab ne eksilirdi deryâ-yı izzetinden
Peymâne-i vücûda zehr-âb dolmasaydı
Azâde-ser olurdum âsîb-i derd ü gamdan
Ya dehre gelmeseydim ya aklım olmasaydı
Ziyâ Paşa

peymâne-be-peymâne: Kadehten kadehe.

Meyi peymâne-be-peymâne döken sâkîden
Yine peymâne diler neşve-i ser-tâ-pâyız
Yahya Kemal

peymâne-keş: İçki içen. c. peymânekeşân. peymâne-keş-i mest-i müdâm-ı dü cihân: İki cihanın devamlı içki içeni.

Biz velvele-i aşka düşen
Mevlevi’yiz
Peymâne-keş-i mest-i müdâm-ı dü cihânız
Esrar Dede

peymânekeşân: Kadeh kaldıranlar.

Girmem der idin halka-i peymâne-keşâna
Bir bezme mi vardın yine ibrâma mı düştün
Nâbî

peymâne-nümâ: Kadeh gösteren.

Döner elbette bütün devlet-i aşkında cihân
Gönül olpeykere pervâne-nümâdır ey dost
Âdile Sultan

peymâne-perestân: Kadehe tapanlar.

Et ahd ile peymâne-şikest olmağı tecviz
Tek eyleme peymâne-perestâna taarruz
Nâbî

peymâne-şikest: Kadeh kıran.

Mâil değiliz kimsenin âzârına ammâ
Hâtır-şiken-i zâhid-i peymâne-şikestiz
bağdatlı Ruhi

pey-rev: bk. pey.

peyvend: Far. 1. Bağ, ilgi. 2. Varma, ulaşma.

Bir şişe ki oldu pâre pâre
Peyvendine var mı hiç çâre
Fuzûlî
Hesâb-ı rızkını kılmış tamâm-ı beşerin
Henüz
Adem’e peyvend olmadan
Havva
Fuzûlî
Bir turfa nevâya oldu peyvend
Agâzesi gerçi kim nihâvend
Ammâ ki karârı
Isfahân’dır
Nedim

peyvend-i gül: Gül bağı.

Peyvend-i gül ile erguvânı
Hızr’a yetir âb-ı zindegânı
Fuzûlî

peyvend-i irtibât: İlgi bağı.

Bizim o mâh ile peyvend-i irtibâtımızın
Misâl-i mâh-ı felek kâhiş ü fezâyişi yok
Nâbî peyvend-i tasâvîr-i zuhûr: Görülen tasvirlerin ilgisi.

Munfasıl gerçi ki peyvend-i tasâvîr-i zuhûr
Muttasılyek-diğere lîk temâsîl-i butûn
Münif peyvest, peyveste: Far. 1. Ulaşmış, bitişik. 2. Daima, her zaman. c. peyveste-gân.

Ey kemân ebrûsunapeyveste kurbân olduğum
Zülf-i şûrîden gamındandır perîşân olduğum
Ahmet Paşa
Beste-hânlık sana şâyeste değil
Silsilen onlara peyveste değil
Sünbülzade Vehbi
Nâvek-i âha ki peyveste olur yâd-ı ruhun
Tutuşur bâm-ı felek şu’le-i peykânından
NâH
Bir hıyâbândır ki hasret kûy-ı cânândan geçer
Her geçen cânâna peyvest olmadan cândan geçer
Yahya Kemal
Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı
Hem için, hem getirin yurda o nâf’ pınarı
Mehmet Akif

peyveste-i eflâk: Feleklere ulaşmış.

Oldu peyveste-i eflâk sihâm-ı dûdum
Nîl-gûn oldu felek hem hedef-i me’ser ser
Esrar Dede

peyveste-i târ u pûd: Arış ile argaça ulaşmış.

Zülfünde hezâr rişte-i cân
Peyveste-i târ u pûd nisyân
Şeyh Galip
-pezîr, pezîrâ: Far. “Kabul eden, edici; alan; kabul edebilir.

” anlamlarına gelen birleşik kelimeler yapar. pezîrâ-yı hitâm: Son kabul edilebilir.

Noksânını bil bir işe ya başlama evvel
Ya başladığın kârı pezîrâ-yı hitâm et
Ziyâ Paşa

pezîrâ-yı sühan: Söz dinleyen.

Söze yatsın diye pek üstüne düştüm bu gece
Subha dek olmadı bir dürlü pezîrâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
dil-pezîr: Gönül kabul edici.

Temdîd eden bir aşkıki vuslatta muhtasar
Fıtratta bü’l-hevesyaşarey yâr-i dil-pezîr
Faik
Âli Bey
fenâ-pezîr: Yok olan, fena bulan.

Olur vücûdu anâsır fenâ-pezîr-i adem
Ne fer’-i çâr-ı tabîat ne aslı çâr kalır
Nâilî
gufrân-pezîr: Yarlığamayı kabul edici.

Dostu ger ma’siyet kılsa olur gufrân-pezîr
Düşmânı bin tâat etse mûcib-i husrân olur
Fuzûlî
nâ-pezîrâ: Kabul edilemeyen.

Bunca evler yıktın ey seyl-i cünûn gördün mü hîç
Nâ-pezîrâ-yı imâret kılıp vîrânım gibi
Hersekli Arif Hikmet

pîç: Far. büklüm, kıvrım, dolaşık.

Gurre-i mehte turra kim pîç ile tâb içindedir
Cân gönül ile rûz u şeb cevr ü azâb içindedir
Şeyhi
Şaşırdım râh-ı maksûdu kemâl-ipîç ü tâbımdan
Huzûr-ı âsafîde âteşe düştüm şitâbımdan
fikri Paşa

pîç-i derd: Dert kıvrımı.

Ben çâk-çâk-i hasretim ol pîç pîç-i derd
Çün zülf ü şâne muy-be-mûdur benimle dil
Nâbî

pîç-i nevbet: Nöbet kıvrımı.

Zühd ü takvâ saff-be-saff tertîb edip âlâyım
Pîç-i nevbet gösterir ünvân
Ayâsufiyye’de
Nâbî

pîç ü ham: Eğri büğrü; kıvrım kıvrım.

Tefhîme mihnet-i şeb-i hicri nümûnedir
Gîsû-yı meh-veşânda değil pîç ü ham abes
Nâbî

pîç ü tâb: Sıkıntı, endişe, telaş, şaşkınlık.

Yok hevâ-yı zülf ile ârâmı pîç ü tâbtan
Havfim oldur fülk-i dil kurtulmaya girdâbtan
Leskofçalı Galip
Sen de bir cânân mı peydâ eyledin eyâ
Nedîm
İbtilâ âsârı gördüm pîç ü tâbından senin
Mahmut
Nedim
Paşa
Temmûz eriştigark-ı tef u tâb oldu
Zemîn harâretle vakf-ıpîç ü tâb oldu
Sâmi pîç ü tâb-ı cû’: Açlığın sıkıntısı.

Vâiz-i çeşm-igürisnepîç ü tâb-ı cû’ ile
Mevsim-i iftârda ‘Ve’t-tîni ve’z-zeytûn” okur
Nedim

pîç ü tâb-ı gam: Gam telaşı.

Olmasın vâreste pîç ü tâb-ı gamdan kîne-cû
Mâr-ı sermâ-dîdeye
Mevlâ güneş göstermesin
Şehrî
MalatyalI
Ali
Çelebi

pîç-â-pîç: Pek dolaşık, karma karışık.

Geh pîç-â-pîç olup zülfün dil-i uşşâka dâm olmuş
Tutulmuş dâne-i ruhsârın üzre haylî san’attir
Osmanzâde Tâip
Sanır girdâb-ı pîç-â-pîç deryâ-yı maânîdir
Gören mir’ât-ı endîşemde aks-i çerh-i devvârı
Nef’î

pîç-pîç: Kıvrım kıvrım.

Yakma ben dervîşini kim başım üzre dûd-ı âh
Pîç-pîç olmuş-durur meftûl câmîlergibi
Necati Bey

pîçîde: Bükülmüş, burulmuş, sarılmış, kıvrılmış, dolaşmış.

Pîçîde olur söz bün-i dendân-ı hasûda
Ağzın açamaz vâhime-i müşt-i kazâdan
Nâbî
Lâl olur elbet zebân hâme-i pîçîde mûy
Kılca gamdan tab’-ı erbâb-ı sühan illetlenir
Koca Râgıp Paşa
Zehî fâtih ki agsân-ı hafâdan itmede ibrâz
Nikâb-ı berk-ipîçîde hezârân meyve-i eşherî
Nâbî

pîçiş: Kıvrım, büklüm.

Her âşıkı bir yüzden dil-beste edip zülfün
Her dilde birer pîçiş her serde birer sevdâ
Esrar Dede

pîçiş-i tâli’: Talihin kıvrımı.

Pîçiş-i tâli’le düştümpîç ü tâb-ı hayrete
Behcet
â!
Dest-i teemmül dâmen-i riştemdedir
Hudema
Safa

pîçiş-i zülf: Saçın kıvrımı.

Ya bûse-i dehenindir ya pîçiş-i zülfün
Dil-i hevâ-zedenin ârzûların biliriz
Nâbî

pîçîde: bk. pîç.

pîçiş: bk. pîç. pîçtâb; Far. Telâş, sıkıntı.

Bu pîçtâba aceb âhımız mı oldu sebeb
Neden o zülf-i semen-bû büküm büküm bükülür
Mehmet
Memduh Paşa

pîl: (JJ Far. 1. Fil denilen hayvan. 2. Satrançtaki fil denilen taşın adı.

Hilkatinde pîlden eksiği yoktur peşşenin
Feyz-i âmmına nazar birdir hümâyıla meges
İbni Kemâl
Ger fil ise mat ola gerek şeh ruhıyile
Cânım pes onun yoluna matrûh değil mi
Kadı
Burhaneddin

pîl-i gerdûn: Feleğin fili.

Garka-i eşk ol pîl-igerdûna kılma
Ttimâd
Alçağa meyl etme ko alsın
Cinânî su seni
Cinânî

pîl-bân: Fil sürücüsü, fil bakıcısı.

Bâlâ-yı çarh-ı heftime keyvân-ı köhne sal
Oturmuş nite ki
Hindî-ipîl-bân
Bâkî

pîle: Far. İpek, ipek kozası.

pîle-i çeşm-i rûşen: Parlak gözün ipeği.

Her bir sadefi defîne-i nûr
Çünpîle-i çeşm-i rûşen hûr
Şeyh Galip

pîle-ver: Çerçi.

Şâir olsan kıymetin birpîle-verden pesttir
Rişte-i tahkîka da geçsen eğer şi’r-i teri
Nazîm (Yahya)

pindâr: Çla-j) Far. 1. Sanma, sanış. 2. Böbürlenme.

Zu’m-ıpindâr-ı cibillîsini te’kîd ederiz
Süfehâ kısmına izhâr-ı müdârât etsek
Nâbî

pinhân: Far. Gizli, saklı.

Gamım pinhân tutardım ben dediler yâre kıl rûşen
Desem ol bî-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı
Fuzûlî
Var perî âlemde ammâ sanma âdemden kaçar
Hidmetinden utanıp kendüzünü pinhân eder
Necati Bey
Dedi ki âh suâl etme zâr-ı pinhânım
Dil-figârıma zahm urmasın da diğer yâr
Nedim
Eyleyen âsâr-ı feyz-i kudretin halka ıyân
Kendini her kûşe-i hâtırda pinhân eylemiş
Üsküdarlı Süleyman
Salim pîr: Far. 1. Yaşlı, ihtiyar. 2. Bir tarikatın ilk kurucusu. c. pîrân.

Bir pîr gelip nâ-gâh pend etti ale’l-âde
Al destine bir bâde derd ü gamı ver bâde
Şeyh Galip
Cihân-ı köhneyi lutf u keremle eyledi ta’mîr
Sipihri kıldı sa’y u ihtimâmıpîr iken bernâ
Nedim
Çerhten aldım
Ziyâ tîğ-ı zebânımla intikam
Rahmet olsun fenn-i nazmın pîrine üstâdına
Ziyâ Paşa
Mezârlığı düşün biraz defîn-i hdk olanların
Zükûru var, inâsı var yetimi, pîri, şâbı var
İsmail Safa
Büyük
Itrî’ye eskiler derler
Bizim öz mûsikîmizinpîri
Yahya Kemal

pîr ü civân: İhtiyar ve genç.

Pîr ü civân bahâr bahâr eyleriz sefer
Her dem otağ-ı Cem’le diyâr-ı çemendeyiz
Yahya Kemal

pîr ü pâk: İhtiyar ve temiz. (tertemiz), El-hased ol rinde kim çekmiş ayağın dehrden
Mey-kede peygûlesinde pîr ü pâk olmuş yatar
Nâilî

pîr-i azîz: Aziz ihtiyar.

Yûsuf-ı Mısrî gibi pîr-i azîz
Eyledi şevk odunu dillerde tîz
Atâyî (Nevizade Atâullah)

pîr-i bâde: Şarabın piri.

Pîr-i bâde aşkına ey mey-fürûş
Esrâr’agel
Bahşîş-iyek-katre mey kıl âstân-ı neş’eden
Esrar Dede

pîr-i bâde-fürûş: Meyhaneci ihtiyar.

Humı felek gibi bir gün olur bu kûçe tehî
Ne pîr-i bâde-fürûş vü ne de bâde-hâr kalır
Nâilî
Rezm işinde vü bezm îşinde
Görmedi pîr-i çarh ona nazîr
İbni Kemâl

pîr-i deyr: Kilise piri.

Zevk noksânı bir âfettir bana ey pîr-i deyr
Koyma nâkıs bir nice câm ile kıl kâmil beni
Fuzûlî

pîr-i dil-âgâh: Gönlü uyanık pir.

İstedim bir pîr-i dil-âgâh
Desin destûr mihrâb-ı hafâdan
Yahya Kemal

pîr-i dü-tâ: İki büklüm ihtiyar.

Bilinmez kadri, mahmûr olmadıkça, neşve-i câmın
Şebâb eyyâmının keyfiyyetin pîr-i dü-tâdan sor
Fıtnat
Hanım

pîr-i efsürde: Donuk ihtiyar.

Pîr-i efsürde iken eyledi ser-germ-i hevâ
Nâbîi haste-dili gamze-i câdû-yı
Halîl
Nâbî

pîr-i felek: Dünya.

İhtiyârımla neler etti bana pîr-i felek
Pederimle gezerim dil-ber-i ra’nâya bedel
Nâilî

pîr-i hânikâh (hân-kâh): Tekkenin piri.

Eyledi şîrîn lebin zikrini pîr-i hânikâh
Ol kadar kim kalmadı ağzında dendânı dürüst
Necati Bey

pîr-i harâbât: Meyhaneler piri.

Bir sâgar ile yaptı hemân pîr-i harâbât
Gösterdi bu gün şeyhe kerâmet neye derler
Koca Râgıp Paşa

pîr-i hıred: Akıllı ihtiyar.

Ağlamakla çıktı gözden
Ahî ey pîr-i hıred
Demdir ağlarsa yetim oldu ol oğlan ağlasın
Âhi pîr-i irfân: Bilim piri.

Vasl-ı yâre himmeti gel pîr-i irfânda ara
Vech-ipâke rü’yeti mirât-ı îmânda ara
Necîb
Necip (Sultan III. Ahmet)

pîr-i kaknûs: İhtiyar kaknüs kuşu.

Tiryâkî-i herze-hâr-ı menhûs
Ateşler içinde pîr-i kaknûs
Şeyh Galip

pîr-i kühen: Eski pir.

Gönülden sırrın ifşâ eylemez pîr-i kühen zîrâ
Sebû-yı köhneden terşîh edip bir katre mâ’ çıkmaz
beliğ

pîr-i mey: Şarabın eskisi.

Mest-i câm-ı aşkınız
Esrâr-veş ey pîr-i mey
Baş açıp geldik sana ikrâra bir ben bir habâb
Esrar Dede

pîr-i mey-hâne: meyhanenin ihtiyarı.

Görürsen muğ-beçe yanında bir yanlış hayâl etme
Bizi ey pîr-i mey-hâne hemân oğlun gibi bil hâ
Behiştî

pîr-i mey-fürûş: Şarap satan ihtiyar.

İncinmen urdurursa beni pîr-i mey-fürûş
Oğlun helâk edende lâzım değil kısâs
Behiştî

pîr-i mugân: Meyhaneci.

Meydir mihek-i âşıkân, âşûb-ı dil, ârâm-ı cân
Ser-mâye-i pîr-i mugân, pîrâye-i bezm-i sanem
Nef’î
Aşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânındır
Şeyh Galip
Zehr-âb ise de nûş edelim verdiği câmı
Tek düşmeyelim pîr-i mugânın nazarından
Nâbî

pîr-i nâ-bâlig: Kemale ermemiş ihtiyar.

Ne denlü saklasan ey köhne pîr-i nâ-bâlig
Tecemmülün yine mîrâs-hâra değmez mi
Nâilî

pîr-i nâ-tüvân: Güçsüz ihtiyar.

Hayf ola pîr-i nâ-tüvân müşterî-i zemân ola
Hırs u tama’la her zemân mübtezel-i cihân ola
Avnî

pîr-i sad: Yüz ihtiyar.

Nev-cevânım câm-ı la’lin verdi bir hâlet bana
Eyleyem ilzâm edersem pîr-i sad sâl ile bahs
Behiştî

pîr-i vahdet: Birlik piri.

Gönül tıflı dem-â-dem ders alır pîr-i vahdetten
Olur elbette müstahric bu esrârı hüvviyyetten
gaybî

pîrân: Pîr’ler, ihtiyarlar.

Nev-civân sevmekte benpîrânı ta’yîb eylemem
Hüsn olur ki seyr ederken ihtiyâr elden gider
Ziyâ Paşa

pîrân-ı şehr: Şehrin ihtiyarları.

Üşüp başına cümle nisvân-ı şehr
Şaşırdı cüvânân u pîrân-ı şehr
Keçecizade İzzet Molla

pîrân-ı tarîkat: Tarikat pirleri.

Girer
Nâbî murâdın deste pîrân-ı tarîkatten
Hemân eyle tevessül dâmen-i rindâna rind-âne
Nâbî

pîr-âne: Yaşlılara yakışır tarzda olan.

Pîr-âne tekellüf etmiş el-hakk
Vermiş hele kâr-ı düzde revnak
Şeyh Galip
Pîr-âne gönül tıfl iken oldu frîfte
Alâyiş ile çünkü o fettân nazar etti
Esrar Dede

pîr-âne-ser: Yaşlılara yakışır ağır başlılık.

O tıfl-ı mektebi havfüm budur pîr-âne-ser
Nâbî
Seni eyler sebâk-hân-ı mahabbet tâ elif beyden
Nâbî
Fasl-ışitâdaşimdi mi oldu hevâlar mu’tedil
Pîrâne-ser olsak ne var bir nev-cevân aşkında zâr
Nev’î

pîrî: İhtiyarlık.

Kâmet-i ikbâl gâyet mâil-i idbâr olur
Ser-bülend vakt-i pîrîde iki kat bâr olur
Benlekçi
İzzet Bey
Saçımın aklığı sinn-ipîrî
Bana göstermişti tedbîri
İsmail Safa

pîr-zen, pîre-zen: Kocakarı, acuz.

Pîre-zen dünyâya baş eğme gönül yoksa hemân
Adını merdân-ı ışk içinde nâ-merd eyledin
Behiştî
Bir pîre-zen etmiş anda me’vâ
Câdû-yı mahûf dîv-i sîmâ
Şeyh Galip

pîre-zen-i çarh: Feleğin kocakarısı.

Kemlik edip bu pîre-zen-i çarha bakmadık
Gör biz erenler içre iyi anılır eriz
Enverî

pîre-zen-i zişt: Çirkin kocakarı.

Bir pîre-zen-i zişt kaşık düşmânı al kim
Vîrân-kede-i hânede başkuşgörünsün
Havâyî

pîrâ: Far. “Süsleyici, donatıcı, düzenleyici” anlamlarında birleşik kelimeler yapar.

Şâh-ı cihân-ârâ mıdır, mâh-ı zemîn-ipîrâ mıdır
Behrâm-ı bî-pervâ mıdır, ya âfitâb-ı pür-kerem
Nef’î
âdem-pîrâ: Mürşid-i kâmil, bilgili, olgun kimse.

Pek çoğu olmadı âdem zîrâ
zemân yok idi âdem-pîrâ
Muallim.

Naci.

cihân-pîrâ: Cihanı süsleyen.

Çubuklu
Göksu sâir kûşe kûşe menziletler hep
Zemân-ı devletinde her biri oldu cihân-pîrâ
Nedim
erîke-pîrâ: Tahtı süsleyen hükümdar.

İnsânıgörüp erîke-pîrâ
Lâzım mı tezellül ü müdârâ
Abdülhak Hâmit
fazl-pîrâ: Fazilet düzenleyici.

âsaf-ı hikem-âmûz ü fazl-pîrâ kim
Karîn-i hikmet idi cümle tarz u mişvârı
Ziyâ Paşa
nâtıka-pîrâ: Söz düzücü.

Ne aşk nâtıka-pîrâ-yı rûy-ı rûh-ı insânî
Ne aşk sırr-ı heyûlâ-yı âdem-i mescûd
Sâmi
nükte-pîrâ: Nükteli söz söyleyen, nükte düzen.

Hudâvendâ bana şimdi peyâmı geldi gerdûnun
Demiş kim ey çerâg-ı dûdmân-ı nükte-pîrâyî
Nedim

ruhsâre-pîrâ(y): Yanak süsleyici.

Zulmet-i âsâm olur ruhsâre-pîrây-ı adem
Eylese dûşîze-i afvın eğer keşf-i kınâ’
Nâbî

pîrâste: Düzenlenmiş, tertiplenmiş, süslü.

O cihân-bân-ı muazzam ki felek devr edeli
Görmedi adl ile pîrâste bir böyle vezîr
Nef’î
Böyle pîrâste vü bûkalemûn-hüsn olmaz
Kendi gûyâ ki melek gamzeleri şu’bede-bâz
Nef’î

pîrâye: Süs, bezek.

Ebrularınla hatt u lebin bir dü-beyt-i hüsn
Dîvân-ı hüsn-ipâkine pîrâye efgenin

Alemin hüsnünü âdem nice inkâr etsin
Hüsnün ey gonca-dehen âleme pîrâye yeter
Şeyhülislam Yahya
Cihân durdukça dursun câh-ı vâlâ-yı meşîhatte
Ola pîrâye hasmı şüfre-i tîğ ü sinân üzre
Ziyâ Paşa

pîrâye-i âsâr-ı fazl-ı akl-ı küll: Faziletli olgun akıl eserlerinin süsü.

Sözlerin pîrâye-i âsâr-ı fazl-ı akl-ı küll
Hâtırın gencîne-i esrâr-ı Hayy-i bî-zevâl
Üsküdarlı Hakkı Bey

pîrâye-i bezm-i sanem: Güzellik meclisinin süsü.

Meydir mihek-i âşıkân, âşûb-ı dil, ârâm-ı cân
Ser-mâye-i pîr-i mugân, pîrâye-i bezm-i sanem
Nef’î

pîrâye-i destâr-ı irfân: İrfan sarığının süsü.

Gül-şen-i tab’ın yine bir gonce-i nev-rüstesin
Nâbîyâpîrâye-i destâr-ı irfân eyledim
Nâbî

pîrâye-i ebdân: Bedenlerin süsü.

Merde ser-mâye-i ihsândır zer
Zene pîrâye-i ebdândır zer
Nâbî

pîrâye-i hulk: Yaratılış süsü.

Memleket meşşâta-i adliyle zînet-yâb olur
Saltanat pîrâye-i hulkiyle hüsn ü ân bulur
Nef’î

pîrâye-i mülk ü milel: Millet ve ülkenin süsü.

Pîrâye-i mülk ü milel ser-mâye-i dîn ü düvel
Ki olmuş nasîbi tâ ezel tâc-ı Ferîdûn taht-ı Cem
Nef’î

pîrâye-i re’y: Rey süsü.

Ede pîrâye-i re’yiyle mutarraz dâim
Hil’at-i fâhire-i saltanat-ı garrâyı
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

pîrâye-i târîh: Tarihin süsü.

Hâdisâtın her biri ser-mâye-i târîhtir
Nâm-ı şâh-ânen hele pîrâye-i târîhtir
İsmail Safa

pîrâhen, pîrehen: Far. Gömlek.

İkrâh ile çıktı pîrâhenden
Ar etti şehîd-i gam kefeninden
FuzûH
Lâle gibi çünkü ben sahrâ-nişînler şâhıyam
Kırmızı eyvân yeter bu kanlı pîrâhen bana
Âhi
Zannederlerperde-i meh-tâbagirmiş âfitâb
Yûsuf’un nûr ruhundan olsa pîrâhen bana
Muallim Naci
Bir şeb bizi sevketse felek mev’id-i aşka
Vuslat tutuşurşu’le-ipîrâhenimizden
Yahya Kemal

pîrâhen-i bakkâl: Bakkalın gömleği.

Düşmez âlûdelere dâ’iyye-i istiğfâr
Çıkmaz ol çarhın ki pîrâhen-i bakkâlıdır
Nâbî

pîrehen-i cism: Beden gömleği.

Dem ursa nutk-ı safâ-bahşa la’l-i cânânım
Diler ki pîrehen-i cismi çâk ede cânım
Behiştî

pîrâhen-i gül: Gül gömleği.

Ne mümkin pençe-i bâd-ı bahâra pây-dâr olmak
Benim pîrâhen-igül perd-i nâmûs u ârımdır
Nâbî

pîrâhen-i hûr: Hurinin gömleği.

Sabâ ger gül-istâniyle varırsa bâğ-ı Rıdvân’e
Abîr-efşân olur pîrâhen-i hûr cenân üzre
Nef’î

pîrâhen-i mînâ: Billur gömlek.

Firûzân oldu gül-şende dilâ pirâhen-i mînâ
Gül-i hoş-reng ile olmuş gibi pür dâmen-i mînâ
Nâbî

pîrâhen-i Yûsuf: Hz. Yusuf’un gömleği.

Gülün pîrâhen-ı Yûsuf gibi dâmânı çâk olmuş
Nesîm-i perde-dâr kıldı meğer mekr-ı Zelîhâ’yı
Bâkî

pîrâmen, pîrâmûn: Far. Etraf, taraf, yan.

Mû-yıgîsû-yı melektir târ u pûd câmesi
Pâre-ipîrâmen hûr-ı cinândır mi’ceri
Nef’î
Çün harîm-i arş-ı a’zam bulmağa feyz-i kabûl
Devr eder pîrâmenin şâm u seher-i kerrûbiyân
Üsküdarlı Hakkı Bey

pîrâste: bk. pîrâ.

pîrâye: bk. pîrâ.

piristû: Far. Kırlangıç denilen ufak kuş.

Halka-i çeşminde merdüm sanma olmuş lâne-sâz
Zîr-i tâk-ı ebruvânındapiristûlaryine
Nâbî
Böyle çâbük geldin ey hatt-ı siyeh ruhsârına
Var ise pervâza meşk ettin piristûlarla sen
Nedim
Keyfince uçarsın ey piristû
Her yerde ne bahtiyârlık bu
Muallim Naci

piristû-beçe, piristû-beççe: Kırlangıç yavruları.

Miyânın fikr eden diller ki zülfün âşiyân etmiş
Piristû-beçelerdir gûyiyâ bir mûya bağlanmış
N&Ü
Göricek tîrinpiristû-beççeler gibi hemân
Sîneden yer yer ağız açmağa başlar yâreler
behiştî (göricek: görünce)

pîrûze: Far. bk. firuze.

Mavi renkli değerli bir süs taşı.

Baştan ayağa zer ü yâkût ile pîrûzeden
Donanır diler kim ola şâhid-i bâzâr gül
Necati Bey
Eylemiş der-beste dükkânın tabîb-i rûzigâr
Hokka-i pîrûze-igerdûnda dârû kalmamış
Nâbî
Ta ki bu levha-ipîrûzede kilk-ı Bercîs
Ede her rengte tecdîd mezâmîn-i kühen
Keçecizade İzzet Molla

pîrûze-renk: Mavi renkli.

Tâ ola bu hayme-i pîrûze-renk zer-nigâr
Arsa-i âlemde birpâ bî-sütûn u bî-tınâb
Nef’î

pistân: Far. Kadın göğsü, meme.

Revâcın kasd-ı te’dîb ile dârü’l-darb-ı âlemde
Urulmuş sikkedir tamgâ-yı pistân sîm-tenlerde
Nâbî
kadd ü hat o tenâsüb o gabgab o pistân
O yâl ü bâl o temâyül o şîve-igüftâr
Nedim
Nehr-i şîr üzre nâfler girdâb
Oldu pistânlar o cûda habâb
Vâhid
Pistândaki şîr-i şekkerîne
Fıtnat

onu eylemişfütâde
Muallim Naci

piste: Far. Fıstık.

Güftâregeldi nâ-geh açıp la’l-i nûş-hand
Bir piste gördüm anda döker rîze rîze kand
fuzulî
Sadef mahal gözetir gevheri bulur kıymet
Misâl-ı pistegüşâd etme muttasıl dehenin
Nâbî
Ağzın bıçaklar açmaya sohbette pistenin
Kim leblerine gonca-i handân olur harf
Necati Bey

piste-i nemek: Tuzlu fıstık.

Nâz ile piste-i nemekin sundu lebleri
Câmı çekip elindeki bâdâmın almadan
Nedim

piste-i pür-şûr: Tuzlu fıstık.

Tehî kalmış nemek-dân-ı ümmîdin
Nâbîyâ bilmem
Niçin dest-i niyâz ol piste-i pür-şûra sunmazsın
Nâbî

piste-i şîrîn: Tatlı fıstık.

Lebleriyle çeşm-i hışm-âlûdunu sordum dedi
Piste-işîrîn-durur ol bu acı bâdâmdır
İbni Kemâl

piste-dehen: Fıstık ağızlı.

Âşık a piste-dehenler katı gülerler idi
Muttali oldu
Necâtî hep esrârlara
Necati Bey

pister, bister: Far. Yatak, döşek. bk. bister.

Pister-i gülden yaraşır sana cânâ tekke-gâh
Seng-i hârâdan bana bâlin ile pister yeter
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

pister-i gam: Gam döşeği.

Bir gözü bîmârın ey Yahyâ teb-i hicrânıdır
Pister-i gamda dil-i pür-ıztırâbı inleten
Şeyhülislam Yahya

pister-i hayat: Hayat döşeği.

Bilmezdi hâkin olduğunu pister-i hayât
Mûr-ı cenâh-yafte bî-per ü bâl iken
Nâbî

pister-i hicrân: Ayrılık döşeği.

Yahyâ’yı ne ola eylesen ey şâh iyâdet
Bî-tâb yatar pister-i hicrânına düştü
Şeyhülislam Yahya

pister-i nâz: Naz döşeği.

Sen pister-i nâz içre yatıp gülgibi her-dem
Cem derdile bâlîn edine hân sebeb ne
Cem Sultan

pister-i nerm: Yumuşak döşek.

Bezm-i gül-şende sana pister-i nerm eylemeğe
Güllerin yaprağını bâd-ı sabâ yoldu yine
Behiştî

pister-i nermîn: Yumuşak döşek.

Cihândapister-i nermîni hûrun anmaktan
Ferâğat etper-i mürg ile pür-firâşın için
Behiştî

pister-i sincâb: Sincabın döşeği.

Kış erişti câme-hâb olmağ için derd ehline
Pister-i sincâbtır her gece hâr-istân-ı ışk
Enverî

pîş: Far. Ön, ileri, ön taraf.

Şâir tutuyor âlemi pîş nazarında
Ervâh-ı melâikgeziyor zîr ü berinde
Nâbîzâde Nâzım
Esen havâ ne kadar şanlı müjdeler veriyor
Hayâl-i pîşine bir levha-i zafer seriyor
Tevfık Fikret
Kimse düşmez biz gibi pîş nigâh-ı kahrına
Aşkına düşmüşlerin bizler bilâ-cûyânıyız
Tevfik

pîş-i âteş: Ateşin önü.

Âşıkın aşk ile ahvâlini bilmezsen eğer
Pîş-i âteşte olan hâlini gör bârûtun
Nâbî

pîş-i bahs: Bahsin önü.

Hâce-i fikrîdir ol fâzıl-ı dânâ ki onun
Pîş-i bahsinde olur cevher-i küll ebkem ü denk
Üsküdarlı Hakkı Bey

pîş-i çeşm: Göz önü.

Pîş-i çeşmimdedir ol cünd-i cihân-gîr henüz
Gûş-ı cânımdadır ol gulgul-i tekbîr henûz
Muallim Naci

pîş-i der-gâh: Dergâhın önü.

Pîş-i der-gâhında berpâ saff-nişînân-ı felek
Zîr-i eyvânındapervâz etmede kerrûbiyân
Nef’î

pîş-i ehl-i câh: Mevki sahiplerinin önü.

Pûş-i ehl-i câha bezl-i âb-ı rû bî-hûdedir
Hâsıl olmaz mîve-i maksad nihâl-i bîdden
Hersekli Arif Hikmet

pîş-i hükm: Hükmünün önü.

Pîş-i hükmünde o şâh-ı Küsülün
Dâmen-i enbiyâda ferâhemdir
Nazîm (Yahya)

pîş-i kâmil: Olgun kimse önü.

Sikender-seyr isen de sedd-i nutk et pîş-i kâmilde
Felâtûn-ı hakîkat-bîne nakl-i mâcerâ olmaz
Fennî-i Kadim (Cizye Kâtibi Mehmet)

pîş-i reh: Yol önü.

Sâlikân çoktan bulurdu kasr-ı ümmîde vusûl
Pîş-i rehte hufre-i gil-nâk-i ihmâl olmasa
Nâbî

pîş ü pes: Arka ve ön.

Hakan ki at sürünce bir iklîm-i düşmene
Pîş ü pesinde mahşer-i tîğ ü teber gelir
Yahya Kemal
Pîş ü pese eyledikçe dikkat
Gelmekte idi derûne rikkat
Muallim Naci

pîş-gâh, pîş-geh: İş yeri, fabrika.

Pîş-gâhında olurken na’ra-senc-i es-selâm
Kanda olsun bülbül-i dil zâr ugiryân el-vedâ’
Nâbî
Âgûş-ı nigâhımda görünmek hevesiyle
Ebkâr-ı nüket cilve eder pîş-gehimde
Mualim
Naci pîş-geh-i azm: Azimli ileri atılış.

Asker evlâdlarının pîş-geh-i azminde
Aczini eyledi idrâk nihâyet düşmen
Reşad (Sultan V. Mehmet Reşad)

pîş-keş: Hediye, armağan.

Kasr-ı firkatte eyâ hâce hayâl-i kalbin
Pîş-keş çekti gönülşâhına bir kıymetî taş
Enverî

pîş-rev: 1. Önden giden. 2. müz. Peşrev.

Hak’tan dilerim devlet-i ömrün ola câvid
Nitekim ola pîş-rev ezhâra benefşe
Necati Bey
Bu kadar çalabildi elimdeki kırık saz
Meşhûr sözdür derler ki zurnada peşrev olmaz
Halil
Nihat
Boztepe

pîş-rev-i sohbet: Sohbetin önde geleni.

Selâm pîş-rev-i sohbet olduğundandır
Takaddüm eylediği ni’mete nemek-dânın
Nâbî

pîş-tahta: Sarrafların kullandıkları kenarlı ve düz para tahtası.

Der ki bir danesipîş-tahtayı yumruklayarak
Dinle, dünyâ neyin üstünde durur hey avanak
Mehmet Akif

pîşânî: Far. alın; ön.

Mevc mevc kürre-ipîşânî
Satır satır kalem-ı Yezdânî
Nâbî

pîşânî-i bihişt: Cennetin önü.

Pîşânî-i bihişte urur dâg-ı imtinân
Nakş-ı kudûm-ı südde-i dîvân-ı enbiyâ
Nâbî

pîşânî-i hurşîd: Güneşin önü.

Pîşânî-i hurşîde düşer sâyemiz ancak
İsbât-ı vücûd eylemiş erbâb-ı fenâyız
Nef’î

pîşânî-i kibâre: Büyüklük önceliği.

Ol kûy-ı arş-ı rütbet kim hâk-i ıtr-nâkin
Mâliş-geh eylemiş
Hak pîşânî-i kibâre
Şeyhülislam Âsım

pîşânî-i vakûr: Ağırbaşlı alın.

Elbette hayır, o makber, o pîşânî-i vakûr
Kudsî birer misâl-i vatandır.

Vatangayûr
İnsânların omuzları üstünde yükselir
Tevfik Fikret

pîşe: Far. 1. Meslek, sanat, iş. 2. Huy, tabiat, âdet, alışkanlık. 3. “Alışmış, huy edinmiş” anlamlarıyla birleşik kelimeler yapar. c. pîşegân.

Ne tegâfül ne cenk kıl pîşe
Bu işe kıl birazgeh endîşe
Fuzûlî
Eyleme hezl ü mizâcı pîşe
Düşürür dostların teşvîşe
Nâbî
Pîşemiz bey’ etmektir aşka sivânın cümlesin
Hâce-i aşk ile hoş bâzârdır eğlencemiz
Nuri
Sanâtin yiğreği çün namâz imiş hoş pîşe
Namâz kılan kişide olmaz yavuz endîşe
Yunus Emre
cefâ-pîşe: Zâlim, gaddar; sevilen, sevgili.

Tenime ayrı erer cânıma ayrı sitemin
Tîğ-ı hûn-rûz-i cefâ-pîşeden ayrıdır bu
Necati Bey
himmet-pîşe: Yardım etmeyi huy edinmiş.

Tehîdir merd-i himmet-pîşeden meydân-ı istimdâd
Cihânda kimden etsin âdem ümmîd-i meded şimdi
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih
Mehmet.)
kerâmet-pîşe: Keramet gösteren.

Hakîm-i endîşe şâirdir kerâmet-pîşe sâhirdir
Tefekkürde
Eelâtûn’dur tekellümde
Mesîhâ’dır
Nef’î
kerem-pîşe: Cömertliğe alışmış.

Hikem-âmûz u sühansenc ü maârif-perver
Şefkat-endîşe, kerem-pîşe, dilîr ü a’kal

riyâ-pîşe: Riya öncüleri.

Mescidde riyâ-pîşeler etsin ko riyâyı
Mey-hâneye gel kim ne riyâ var ne mürâyî
Şeyhülislam Yahya

safâ-pîşe: Eğlenceye alışmış.

Avâregî-i aşk ile âlemde
Fehîmâ Mahsûd-ı safâ-pîşe-i erbâb-ı sükûnuz
Fehim-ı Kadim

sâhir-pîşe: Sihirbaz huylu.

Tab’-ı sâhir-pîşene
Bâkî gönüller meyl eder
Sükker-işi’r-i dil-âvîzin meğer efrûnludur
Bâkî

sevdâ-pîşe: Sevdaya alışmış.

El-hased ey rind-i sevdâ-pîşe aşk olsun derim
Bezm-i vasl-ı yâre cân attın da çattın keyfini
Hamamizâde İhsan

sitem-pîşe: Siteme alışmış.

Lezzet-i afi sitem-pîşeler idrâk etmez
Yâ İlâhî sen kem-i fursata fursat verme
Hâmi-ı Âmidi

sühan-pîşe: Söz söylemeye alışmış.

Ey sadr-ı sühan-pîşe bunu sen de bilirsin
Kim sözde bulunmaz bana hem-tâ-yı zemâne
Nef’î

tûfân-pîşe: Tufan’a alışmış.

Girye kim deryâ-yı
Tûfân-pîşedir her katresi
Mevc-hîz oldukça âteş-rîzedir her katresi
Nâüî
zerk-pîşe: Hileye alışmış.

Ol zerk-pîşe sûfîşeyh oldu mu sanırsın
Yanına düşmek ile bir iki üç bön erler
Necati Bey

pîşîn: Far. 1. Peşin, önden, önce. 2. Önden verilen.

Hüsnünün zevkini gör ârif-i ibn-i vakt ol
Çekme endûhunu pîşîn hat-ı nev-âmedenin
Nâbî
Müjde-bâd aldı
Arîş’i seyfle cenk-âverân
Azm-i cenk ettikçe hâlâ geçti pîşîni pesîn
Sürûrî

pîşvâ: Far. Reis, başkan.

Râh-ı heveste âşıka bir pîşvâ gerek
Tenhâ rev-i fezâ-yıgama reh-nümâgerek
Nâilî
Her ûlü’l-elbâba emrin pîşvâ
Her ûlü’l-ebsâra şer’in reh-nümâ
Mihrî piyâde: Far. 1. Yaya, yayan. 2. Satrançta ön sıraya dizili taşlar, paydak. 3. ask.

: Bir sınıf.

Bir gün gelir ki sadra çıkar ser-frâz olur
Ol gördüğün kemîne ki nâmı piyâdedir
Nâbî
Olup yeniçeri çektim cefâyı
Piyâde eyledim nice gazâyı
Mimar
Sinan
İkimiz binip açılsak ne olur şu hoş havâda
Yanımızda işte hâzır iki çifte bir piyâde
Muallim Naci

piyâle: Far. Kupa, kadeh, bardak.

Sâkî zemân-ı ayş-ı mey-i hoş-güvârdır
Bir kaç piyâle nûş edelim nev-bahârdır
Bâkî
Al deste eğer lâle bulunmazsa piyâle
Ver hükmünü ey serv-i revân köhne bahârın
Nedim
Bezm-i tarabda sâkiyâ bana ne gül ne lâle ver
Derd-i gama devâ için nîm-çe bir piyâle ver
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
Ateş doludur, tutma yanarsın
Karşında şugülgûn piyâle
Ahmet Hâşim

piyâle-i mey: Şarap kadehi.

Kemâl-i lûtfile leb-i teşne-gâne rûz-ı atş
Cenâb-ı sâkî-i kevser sunar piyâle-i mey

piyâle-i sahbâ: Şarap kadehi.

Meydâna kim piyâle-i sahbâ gelir gider
Ol demde akl-ı âşık-ı şeydâ gelir gider
İzzet Ali Paşa

piyâle-i ser-şâr: Ağzına kadar dolu kadeh.

Bu şeb bir âfetin ibrâmı ile mecliste
Çekilmiş idi bir iki piyâle-i ser-şâr
Nedim

piyâle-gîr: Kadeh tutan.

Piyâle-gîrlik ey şah-ı gül ham etti seni
Bu neş’enin sonu elbette ser-girânlıktır
Nâbî

piyâle-keş: İçki içen, kadeh kaldıran.

Piyâle-keşliğimiz muktezâ-yı meşrebtir
Cihânda çektiğimiz hep belâ-yı meşrebdir
Resîm (Mustafa Çelebi)
Olmuş kimi safâ ile rind-i piyâle-keş
Olmuş kimisi hırs ile üftâde-i riyâ
Ziya Paşa

piyâz: Far. Zeytinyağlı ve soğanlı fasulye haşlaması.

Eğerçi âbın içtik lîk âba renk ü bû verdik
Piyâzın âbı ey nergis sana kat kat helâl olsun
Nâbî
Menn ü selvâya fakîr-âne kanâat lâzım
Olma muhtâc piyâz u ades ü hınta vü sûm
Yenişehirli Avni

post, post: Far. 1. Tüylü hayvan derisi. 2. Makam, mevki, koltuk.

Postu sırtında gezer hayvânın
İlmi sadrında olur insânın
Sünbülzade Vehbi
Abâ var, post var, meydânda er yok
Horâsân ellerinden bir haber yok
Yahya Kemal
Dest-berrîş-i tefekkürsün kuzum artık bırak
Pösteki saymak demektir böyle ince bir hesâb
İsmail Safa

post-bûs: Post öpen.

Milk-ı Çîn’e iledelden bûy-i zülfünü sabâ
Post-bûs olmuşgedâdır nâfe-i âhû sana
Rahimî

post-pûş: Post örten.

Her ki leylî saçın âşüftesidir nâfe-sıfat
Post-pûş olur ü Mecnûn gibi sahrâya düşer
nizami

postîn: Far. Deri, kürk
Elin öpmek dilerdimpûr-ı şeyh-ipostîn-pûşun
Fakat olmuştu pinhân âstîn-i postîninde
Muallim Naci

pû(y): Far. 1. Koşma, seğirtme. 2. Araştırma, arama.

Gösteren taşrada çîn-i ebrû
Anda der-bânlara eyler tek ü pû
Nâbî
(taşra: dışarı, anda: orada)

pû-bürehne: Çıplak koşma.

Pû-bürehne çâk-sîne merd-i rüsvâyîleriz
Şemsken yaktık çerâg-ı aşkı
Mevlâyî eriz
Aşkî

pûç: Far. 1. Boş, faydasız şey, hiç. 2. Çirkin, kaba. 3. İçi boş, kavlak.

Peygâm-ı pûç-ı vasl ile dil-şâd olur muyuz
Kûh-ıgamız nesîm ile ber-bâd olur muyuz
koca Ragıp Paşa

pûd: Far. Dokumada enlemesine atılan atkı, argaç.

Zülfünde hezâr rişte-i cân
Peyveste-i târ upûd nisyân
Şeyh Galip
Mû-yıgîsû-yı melektir târ u pûd câmesi
Pâre-ipîrâmen hûr-ı cinândır mi’ceri
Nefi
Târ u pûdu terk târ u pûd hestîdir onun
Şâl-ı dervîşi dokunmaz kişver-ı Keşmîr’de
Nedim

pûd-ı câme-hâb: Dokulu yatak.

Va’de-i hâtır-frîbin düzd-i hâb ettin bu şeb
Târ ü pûd-ı câme-hâbım sûz u tâb ettin bu şeb
Nâbî

pûd u târ: Arış ile argaç.

Âsaf-ı gerdûn-haşem kim câme-i ikbâline
Dest-i eyyâm eylemiş medh ü senâdan pûd u târ
Nedim

târ u pûd: Arış ile argaç.

Târ u pûdu olalı câme-i aşkın reg-i cân
Pîrehen rişte-ı Meryem’le kaba geldi bana
Neşet puhte: Far. Pişmiş, olgun; gün görmüş kimse.

Mukaddemâ çîre-destân çîde etmiş puhte esmârın
Mezâmînin riyâz-ı ma’rifette hamı kalmıştır
Hersekli Arif Hikmet
Nâr-ı cefâ puhte eder âşıkı
Âhir olur vuslatın lâyıkı
Taşlıcalı Yahya Bey

puhte-i zühd: Züht ehlinin olgunu.

Gönül cihânda puhte-i zühd olmak istemez
Bostân-ı ışka mîve-i hâm olduğum yeter
Behişti
nâ-puhte: Pişmemiş, olgun olmayan.

Arz etme bî-mülâhaza halka kelâmını
Nâ-puhte ictinâ olunan bâr saht olur
Nüzhet

pûjîne: (da-j. Far. Kantar. 1240 gr. ağırlığında bir ölçü birimi.

Müşterîye hîle etmek âdetidir bakkâlın
Bu sebebtendir ki çektirmez ile pûjîneyi
lâ (il: el, yabancı)

pûlâd: Far. Çelik denilen sert demir.

Aşk-ı cân-sûzunla nerm eyle dil-ipûlâdımı
Her dü-çeşmimden gelsin eşk-i ter gibişerâr
Nazîm (Yahya)
Sadme-i şemşîr-i hicrânına tâkat mi gelir
Buna sabr etmeğe pûlâd gibi cân lâzım
Yenişehirli Avni
Yapıldı himmetile harb için çok âhenîn keştî
Ki her bir kıt’ası bir kal’a-ipûlâd-ı bünyândır

pûlâd-ı Dımışkî: Şam çeliği.

Nâvek-i fikrim eder tîr-i kazâ gibi güzer
Olsa pûlâd-ı Dımışkî’den eğer heft ecrâm
Nefi pûlâd-ı Nerîmân: Neriman’ın çeliği.

Hani tîğ ü teberle nice şîri eyleyen zâil
Felek bir lu’b ile nerm eyledi pûlâd-ı Nerîmân’ı
Farisi (Sultan II. Osman)

pûlâd-beden: Çelik bedenli.

Lâkin imdâd-ı İlâhî yetişip ordumuza
Oldu her bir neferi kal’a-ipûlâd-beden
Yahya Kemal

pûr: Far. Oğul, veled.

Edebiyatta
Zaloğlu
Rüstem veya babası için kullanılır. pûr-ı Zâl, pûr-ı Sam gibi.

Hurûşu kîninin bir katresin bildirdi dünyâya
Hücûm ettikte
Pûr-ı Zâl-ı Zer
Müzenderân üzre
Nedim

pûr-ı şeyh-i postîn-pûş: Post öpen şeyhin oğlu.

Elin öpmek dilerdim pûr-ı şeyh-i postîn-pûşun
Fakat olmuştu pinhân âstîn-i postîninde
Muallim Naci

pûr u peşeng: Evlat ve ileri gelenler.

Meclis sohbetine dâhil olan yârânın
Cân verir hâk-igüzer-gâhına bin pûr u peşeng
kâzım Paşa-pûş: Far. “örten, giyen, giyinmiş” anlamlarında birleşik kelimeler yapar. c. pûşân.

abâ-pûş: Yoksul kılıklı, abâ giyen.

Şeh-i iklîm-i fakr ol kim bu devlet-hâne-i dünyâ
Ne dervîş-i abâ-pûşa ne şâhen-şâha kalmıştır
Yenişehirli Avni
ayb-pûş: Ayıp örten.

Geçmişizdir bâdeyigizli kapaklı içmeden
Olmaz oldu bize ser-pûş-ı piyâle ayb-pûş
Rızayi
câme-pûş: Elbise giyen.

Aceb mi câme-pûşu lerziş olsa dîde baktıkça
Letâfetten ten-i nâzük-terindepîrehen titrer
Nâbî
hatâ-pûş: Olan kusurları örten, görmemezlikten gelen.

Ağla
Muhibbî ağla andıkça her günâhın
Ola ki ol hatâ-pûş ede sana inâyet
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
hırka-pûş: Hırka giyen; derviş.

Cümle seccâde-nişîn vü hırka-pûş
Şeyh elinden kılmıştı cür’a nûş
Âşık
Beşe
hulle-pûş: Elbise giyen.

Seyr et ulüvv-i feyz-işehîdân-ı aşkını
Hûnîn kefenle rûz-ı cezâ hulle-pûş olur
Üsküdarlı Hakkı Bey
nemed-pûş: Abalı
Hor bakma her nemed-pûşe sakın ey muhteşem
Her gedâ-yı
Hızr gör her şahsa dervîş-âne bak
Usulî (Yenice Vardarlı)-pûşân: Giyenler.

Şimdi seccâde-i ma’nîde benim mürşid-i küll
Hırka-pûşân-ı beyân benden alır feyz-i kelâm
nef’î

pûşîde: 1. Örtülmüş. 2. Örtü.

Mû-be-mû cümle-i hâlim sana pûşîde değil
Ne edersen yine sağ ola sen eyâ fahr-i kirâm
Nâbî
Pinhân olamaz az ise de bahye-i kefş
Pûşîde kalır hezâr çâk-i destâr
Nâbî
Yürü ey hâce-i allâme melâmet eyle
Mey-i şeb-hor u pûşîde yine şeb geldi bana
Esrar Dede

pûşîde-i evrak: Yapraklarla örtülmüş.

Hayâlinden bakar pûşîde-i evrâk olan havza

şûh ağlar bugün
Kasr-ı Şeref-âbâd’a geldikçe
Yahya Kemal

pûşiş: Örtü, örtünecek şey.

Çıkaran âlemi baştan senin ey câme-i câh
Vakt-ipûşişte olan bûs-i girîbânındır
NâA pûşîde: bk. pûş.

pûşiş: bk. pûş.

put: (R) bk. büt.

pûte: Far. 1. İçinde maden eritilen tava, pota. 2. Nişan tahtası.

Ateş-i aşka yananlar gıll ü gışştan pâk olur
Pûtede kâl olmayınca sîm ü zer bulmaz ayâr
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Dediler çok çalışırdın çelebi
Pûteden işte çıkardın zehebi
Sünbülzade Vehbi
Pûteye koyup edip isticlâ
Bir sebîke-i zeri kıldı peydâ
Nâbî

pûte-i aşk: Aşk potası.

Pûte-i aşk içre
Adnî kâl edelden kalbimiz
Gıll u gışştan hâliyiz âlemde sâfî-dilleriz
Adnî (Sultan III. Mehmet)

pûte-i ihlâs: İhlas potası.

Pûte-i ihlâsta beni göricek zerd-rû
İllet-i tezvîr ile bîmâr sanmış şeh beni
Necati Bey
(göricek: görünce)

pûyâ, pûyân, pûye: Far. Koşan. (at hakkında). pûyân (insan hakkında).

Geh âb-veşgiryân edip geh bâd-veş pûyân edip
Mecnûn-ı ser-gerdân edip sahrâlara saldın beni
Bâkî
Şimdi görseydi neler çıktı o menfezlerden
Kaldırımlarda gezer bir sürü pûyâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
Firâz-ı kûha çıktıkça sanır onu görenler kim
Nişîbe rû-be-râh olmuş hemân bir seyl-ipûyândır

riyazi

pûye: Seğirtme, koşma. rahş-ı sabâ seyr-i cihân-gerd ki dâim
Yeksândır onapûyede bahr ü berr-i âlem
Neşati
Menzile nûr-ı basar gibi berâber erişir
Olsa her birine hem pûye eğer tîr-i kazâ
Nef’î

püf: (M) Far. Tür. (onomatope)
Bir şeyi söndürmek için dudaklar arasından çıkarılan ses.

püf-kerde: Söndürülmüş.

Komazpertev-fürûz-ı câhı âh-ı inkisâr âhir
Eder püf-kerde şem’-i şu’le-dârı rüzgâr âhir
Haşmet
Olmasın püf-kerde yâ
Rab şem’-i bahtı bir zemân
Etmesin püf-kerde şem’-i ömrünü bâd-ı hazân

püf-zede: Üflenilip söndürülmüş.

püf-zede-i rûzgâr: Rüzgârın üflenip söndürülmüşü.

Yatsıya dek yanar mumu nâ-merd olanların
Sürmez sabâha püf-zede-i rûzigâr olur
Âsaf (Ahmet İzzet
Paşazade Süleyman)

pül: Far. Köprü.

Dü-çeşm-i âb-şârım pül gibi yollarda kalmıştır
Nâbî
Verir esâs pül çarha bâd-ı fitne-şikest
Bu cilve-gâha ne menzil ne reh-güzâr kalır
Nâilî
Sülûk erbâbı sür’atlegeçer aşk-ı mecâzîden
Cihânda kimse menzil ittihâz etmez pül üstünde
beliğ

pül-i şemşîr: Kılıcın köprüsü (oluğu).

Geçirip hâb-geh-i kabre pül-i şemşîri
Uyudu
Köprülüden kalma bakayâ-yı fiten
Keçecizade İzzet Molla

pül-i ümmîd: Umut köprüsü.

Pây-mâl eyler idi şimdi bizi leşker-i gam
Hakka minnet pül-i ümmîdi ubûr eylemişiz
Nâbî

pür: (n) Far. 1. Dolu. 2. Çok fazla. 3. “sahip, mâlik” anlamlarıyla birleşik kelimeler yapar.

Söylemez nükhet-i gül-zâr-ı bahâr hilkatini
Dâmenin bâd-ı sabâ eylesepür müşg ü abîr
Nef’î
Pür itdi kâlıb-ı bî-nûr mâhıpertev-ı Hûrşîd
Cemâli oldu ya âyîne-i hayâle leb-â-leb
Rızayi
Pür safâdır tâb-ı dîdârınla bezm ü bezm-gâh
Rû-şinâyı bahş kılıp meclis ü peymânesin
Nef’î
Ya aks-i hüsnün ile oldu reşk-i çeşm-i mihr
Ya âf-tâblapür oldu âf-tâbe-i dil
Fehim (Hoca Süleyman)
Pür gazab, yok cevâb
Mûsâ’da
Eli tîğ-ı hayât fersâda
Muallim Naci

pür-âb: Su dolu.

Menzil al dil aşk ile pür-tâb u göz pür-âb iken
Teşne-leb yolda kalır sâlik olan bî-tâb iken
Şeyhülislam Yahya

pür-âmâl: Emellerle, isteklerle dolu.

Görsün bizi görüp de pür-âmâl ü pür-garâm
Bir yerde mâ-mezâ ile müstakbel-i cihân
Cenap Şahabeddin

pür-arak: Terle dolu.

Ya şarâb eyler ya berk-ıgirye rûyun pür-arak
Feyz-bahş ol gevher-i şeh-vâra bir ben bir habâb
Esrar Dede

pür-âsîb: Bela dolu.

Ser-hadd-i matlûba pür-mihnet tarîk-ı imtihân
Menzil-i maksûda pür-âsîb râh-ı âzmûn
Fuzûâ

pür-âteş: Ateşle dolu.

Bâlâ-yı humda bâde-i hamrâ alev olup
Pür-âteş olsa mey-kede ona girem gibi
Behiştî
Pür-âteşim açtırma benim ağzımı zinhâr
Zâlim beni söyletme derûnumda neler var
leyla Hanım

pür-bâd: 1. Çok rüzgârlı. 2. Kibirli.

Kadrini zâhid ne bilsin sâğar-ı pür-bâdenin
Ey
Behiştî
zevk eder mi
Ab-ı Hayât’tan cemâd
behiştî

pür-bâde: Şarap dolu.

Serv-i sehî salınsa yoluna aceb değil
Nûş eyler elde gül gibi pür-bâde câmı var
Behiştî

pür-bîm: Korkmuş, korku dolu. pür-bîm-i bî-vefâî-i ahbâb: Dostların vefasızlığından korkmuş olan.

Pür-bîm-i bî-vefâyî-i ahbâbım ol kadar
Yâr-i kadîm-i gamla gönül ülfet istemez
Koca Râgıp Paşa

pür-cefâ: Çok eziyet edici.

Ne gamzeden ne gam-ı pür-cefâdandır
Bizim şikâyetimiz baht-ı bî-vefâdandır
Nâiii

pür-cevâhir: Cevahir dolu.

Gözetir her yerini bir merdüm-i sâhib-nazar
Pür-cevâhirdir içi açmış iki dükkân-ı ışk
Enverî

pür-cûş: Coşkunluk dolu.

Ber-karâr olmadığım ayb etme kim deryâ gibi
Geh hamûş u gâh pür-cûş olmayan bilmez beni
Şeyhülislam Yahya
Alçağa akar sular pây-ı huma düş mest ol
Pür-cûş olayım dersen
Gâlib gibi ser-mest ol

şeyh Galip

pür-çîn: Çok bükülmüş, çok kıvrılmış.

Hâl-i anber-bârın ile mûy-i pür-çînler ki var
Rişte-i çûb üzre bitmiş ıkd-i fülfül şâh şâh
Avnî

pür-dâg: 1. Yara içinde. 2. Yara izi.

Hem sînesi pür-dâg hem âvâzesi muhrik
Neyden bilinir sûz-i muhabbet neye derler
Koca Râgıp Paşa

pür-dâne: Tane dolu.

Açılmışgül-şen-i mihnette bir pür-dâne sünbüldür
Nişân-ı seng-i çevrinle tenimde her elif yer yer
Şeyhülislam Yahya

pür-dem: Tam zamanı.

Ey
Behiştî
dem-i vuslat dediğin pür-demdir
Ki erilmez ona harç olmağıla yüzbinler
Behiştî

pür-derd: Çok dertli.

Hasret-i hattinle mihrin benzini zerd eyledin
Reşkile mâhın kara bağrını pür-derd eyledin
behiştî

pür-dil: Cesur, yürekli.

Bir öyle zemânda merd-i pür-dil
Zannetme olurfütûra mâ’il
Muallim Naci

pür-dûd: Çok dumanlı, çok tüten.

Eşk-i revân ü dil-i pür-dûd ile
Olmadadır şimdi de deryâ-neverd
MuaHim.

Naci

pür-efgân: Figan dolu, figanlı.

İnler vücûdda dest u vatan der de âh eder
Yârını medh eder öter pür-efgân gönül kuşu
Âdile Sultan

pür-encüm: Yıldızlarla dolu.

Ol meh yüzünde kîse pür-encüm gerekse âh
Yoktur felekte bencileyin bir sitâresiz
Behiştî

pür-engübîn: Bal dolu.

La’lin misâli bal alacak bir çiçek gezer
Zenbûr-ı dilşükûfe-ipür-engübîn arar
hâzık

pür-envâr: Nurla dolu, nurlu.

Ey âşık-ı feyz-i ledün kudret ezeldendir bütün
Eşyâya hep zînet veren ezhâr-ı pür-envârı gör
Âdile Sultan

pür-esrâr: Esrar dolu, esrarlı.

Bak levh-ı dilde nakş olan nev-hatt-ı pür-envârı gör
Zâhir olan âyât ile
Kur’ân-ı pür-esrârıgör
Âdile Sultan

pür-firâş: Dolu yatak.

Cihânda pister-i nermîni hûrun anmaktan
Ferâğat etper-i mürg ilepür-firâşın için
Behiştî

pür-füsûn: Çok sihirli, büyü dolu.

Tâ ki o çeşm-i pür-füsûn mest-i şerâb-ı nâzdır
Vâyesi müptelânın serzenişi niyâzdır
Nâüî

pür-gam: Gam dolu.

Rakîb ile salınırken onu bir kerre gördüm ben
Onu görüp görelden dahi pür-gamdır benim gönlüm
Fârisî (Sultan II. Osman)

pür-girdâb: Girdaplarla dolu.

Hîç revâ mıdır gam-ı dünyâya düşmek ey gönül
Bir kenârına erilmez bahr-i pür-girdâb iken
Şeyhülislam Yahya

pür-girîh: Düğümlerle dolu.

Rişte-i cânım yeter et pür-girîh
Salma ser-i zülf-i semen-sâya tâb
Fuzûlî

pür-gû: Çok sözlü.

Olma mecliste ne pür-gû ne hâmûş
Vakt ile gâh zebân ol geh gûş
Nâbî

pür-gubâr: Tozlu, toz dolu; buğulu, bulanık.

Mâye-i teşvîş olur kalbe hevâ-yı mâ-sivâ
Eyleyen bâd-ı nefestir pür-gubâr âyîni
Hersekli Arif Hikmet

pür-güher: İnci dolu.

Necâtî bahr-i eş’ârın nedendir pür-güher bu hod
Selâsette letâfette hemânâ bir akar sudur
Necati Bey
Berk uran destinde tîğ-ı pür-güher midir yâhûd
Eyledi deryâyagûta âftâb-ı hâverî
Nef’î

pür-güşâ: Tam açan.

pür-güşâ-yı vücûd: Vücudun tam açılışı.

Eğerçi vâsıta-i vahy idi sana
Cibrîl
Delâlet etmesen olmazdı pür-güşâ-yı vücûd
Nevres-i Kadim

pür-ham: Kıvrım kıvrım.

Ey Fuzûlî kıldı cânım riştesin pür-pîç ü tâb
Bir perî-veş dil-berin sevdâ-yı zülf-i pür-hamı
Fuzûlî
Hıtâdan çîn-i târ-ı müşg-bârın sakınır gûyâ
Hemîşe ser-be-zânûdur gönül ol zülf-i pür-hamda
Şeyhülislam Yahya

pür-hatar: Çok tehlikeli.

Pür-hatardır geçegör tûl-i emel derbendin
Râhat ümmîdini ko bunda şitâb isterler
Sükunî (Mudurnulu Mehmet. Efendi)

pür-hayâl: Hayal dolu. pür-hayâl-i ruh-ı ma’şûka: Sevgilinin yanağının hülyası.

Pür-hayâl-i ruh-ı ma’şûka iken dîde-ı Kays
Neye kim kılsa nazar sûret-ı Leylî görünür
Bâkî

pür-hazân: Sonbahara uğramış, solmuş sararmış.

Kim gül-şen-i ruhunda vere nağmeye karâr
Tâ ol zemân ki bâğ-ı cihân pür-hazân olur
Nef’î

pür-hemyân: Kese dolu.

Hemân sen merdüm ol da eyle pür-hemyân ü dâmânı
Birer gevher verirler sana aşkın mâye-dârânı
Nâbî

pür-heves: Çok hevesli.

Pür hevâdur ney gibi aşkınla tâb-ı pür-heves
Derd-i dilden bâ-haber âlemde yok bir hem-nefes
Bâkî
Dil pür-heves nesîm-i bahâr ise hoş-nefes
Çık bağa kim güzelliği vardır hevâların
Şeyhülislam Yahya

pür-hîz: Coşkunluk dolu.

Afiyet râhını tutmaz esb-i nefs
Ger feminde kâse pür-hîz olmaya
Behiştî

pür-humâr: Çok sersemlik.

Lâle sâkî goncalar ser-mest ü nergis pür-humâr
Câm-ı mey nûş etmek ancak muhâl nev-rûzda
Nef’î

pür-hüner: Çok usta.

Kıl metâ’-ı nazmını ârâyiş-i sûk-ı kemâl
Ey Nedîm-i pür-hüner zîb-i dükkân lâzım sana
Nedim

pür-hûn: Kan içinde.

Çekmezem gam dökse kanın tîğ-ı bürrânın senin
Vehm ondandırpür-hûn ola dâmânın senin
Fuzûlî
Acıdığından bana her gece kan ağlar felek
Kanlı yaşım silmedin pür-hûn oluptur revzeni
İbni Kemâl

pür-inâd: İnat dolu, inatçı.

Ey şanlı kahramanlar!
Fahreyleriz sizinle
En pür-inâd hasmı kahreyleriz sizinle
Tevfik Fikret

pür-intizâr: Bekleme dolu.

Cânım ümîd-vâr-durur tîğ-ı gamzene
Gözüm izin türâbına pür-intizârdır
Avnî

pür-jeng: Paslı.

Cevher-i zâtî gerek eşyâda, pür-jeng olsa da
Tîğ-ı cevher-dâra rûşen-ger yine cevher verir
Beliğ

pür-kesel: Gevşeklik dolu.

Nâle-i bîmâra döndü bülbülün âvâzesi
Pür-kesel âlem aceb mi goncanın hamyâzesi
Şeyhülislam Yahya

pür-kevâkib: Yıldızlarla dolu.

Sipihr-i pür-kevâkibten değil derde devâ mümkin
Hayâl etmen vere tiryâk-i zehr-igam bu haşhaşı
Fuzûlî

pür-kîne: Düşmanlık ve gazap dolu.

Gel göğüs ver şitâ-yı pür-kîne
Yetiş ey postîn-ipârîne
Muallim Naci

pür-maârif: Bilgi ile dolu.

Derûnunpür-maârif, hem-nişînin merd-i ârif kıl
Açılma ey yüzü gül şahs-ı nâ-dâna kitâb-âsâ
Bâkî

pür-mevc: Dalga dolu.

Her gözüm pür-mevc bir deryâdır ol deryâ üze
Her kaşımdır mevcden bir ser-nigûn olmuş gemi
Fuzûlî

pür-nakş: Süslü.

Bengarîb-i mülk-i vasl ü râhpür-teşvîş ü mekr
Ben harîf-i sâde-levh ü dehrpür-nakş ü füsûn
Fuzûlî

pür-nakş-ı sîm ü zer: Altın ve gümüşle süslü.

Dünyâ-perestin anlamışız secde-gâhını
Pür-nakş-ı sîm ü zer nice seccâdegörmüşüz
Nâbî

pür-nem: Çok yaşlı, nem içinde.

Çeşm-i alîli hasret ile pür-nem eyledim
El îd-ı Ekber eyledi ben mâtem eyledim
Halim
Giray (Kırım Hanı)

pür-nikât: İncelikler dolu.

Temâşâ kıl hatt-ı dil-dârı la’l-ipür-nikât üzre
Yapışmış mûya benzer câ-be-câ habb-i nebât üzre
beliğ

pür-nûr: Nurlu, nur içinde.

Her yer karanlık
Pür-nûr o mevki
Mağrib mi yoksa
Mahşer mi yâ Rab
Abdülhak Hâmit

pür-peymâne: Dolu kadeh.

Her gül mey-i al ile pür-peymânedir
Yahyâ bu gün
Gül devri kendin etmesin mey-hâre gönlüm neylesin
Şeyhülislam Yahya

pür-pîç: Çok kıvrımlı.

Zeyn etmeğiçin rişte gibi dürr ü güherle
Pür-pîç ederim her müjemi tâb-ı nazarla
Nef’î

pür-pîç ü tâb: Büklüm büklüm.

Ey Fuzûlî kıldı cânım riştesin pür-pîç ü tâb
Bir perî-veş dil-berin sevdâ-yı zülf-i pür-hamı
Fuzûlî

pür-revnak: Güzellikler dolu.

Işkı pür-revnak eden nâle-i âşıktır kim
Dolu şevk olduğu mey meclisinin neydendir
Behiştî

pür-riyâ: Riya dolu.

Âşık ehl-i şevk u zâhid pür-riyâ
Böyle takdîr etmiş Allah’ım benim
Behiştî

pür-safâ: Safa dolu.

Harâbâtı eğerçi görmedik ammâ görenlerden
İşittik bir neşât-efzâ makâm-ıpür-safâ derler
Şeyhülislam Yahya

pür-sîm: Gümüşle dolu.

Gördüler nakd-i visâl-i yârden destim
Dâmenim pür-sîm edip merdümler ihsân ettiler
behiştî

pür-sitem: Sitem dolu.

Ey cihân-ı pür-sitemden isteyen mihr ü vefâ
Doğurur mu bir akîm-i pîre-zen andan ikiz
Necati Bey

pür-sûz: 1. Çok yanık. 2. Fazla yakıcı.

Nakş-ı zemâne bağlasa zühre terânesin
Pür-sûz ederdi sâzıyile tâziyânesin
Hamdullah Hamdi

pür-şerâr: Çok kıvılcımlı.

Yahyâ dil-i fakîri yakan eylesin hazer
Ahı yili eserse eğer pür-şerâr eser
Şeyhülislam Yahya

pür-şerer: Kıvılcım dolu.

Habâb-ı eşk ü âh-ı pür-şerer kılmış beni fârig
Cihânın kasr-ı sîm-endûd u kâh-ı zer-nigârından
Fuzûlî

pür-şevk: Şevkle dolu, arzulu.

Her şeb ki derd-i hasret ile ben olam zebûn
Pür-şevk olur adûgibişem’-i siyeh-derûn
Behiştî
Ehl-i ışkı gördüğü dem açılır pür-şevk olur
Dâimâ ey muğ-beçe şen görelim mey-hâneni
behiştî

pür-şûr: Aşırı kargaşalık.

Ol KA’be-i revânız ki harîm-i harem-i aşk
Pür-şûr-ı figân-ı ceres mahmilimizdir
Nâilî

pür-şu’le: Pırıl pırıl.

Zekî nazarlarının hande-i kebûdiyle
Tenevvür eyleyen ecfânı sankipür-şu’le
Tevfik Fikret

pür-tâb: Parlak, ışıklı.

Etse tecessüs turra-i pür-tâbını
Kesret-i ağyârden bin dile bir ham bulur
Nâilî

pür-tarâvet: Gençlik dolu, çok yeni.

Getirir gözlere âfâk-ı sabâh
Pür-tarâvet, yeni bir mey-i nigâh
Cenap Şahabeddin

pür-terennüm: Name dolu.

Meyle
Hâfız neyle
Mevlânâ’yı tezkâr eyleyen
Pür-terennüm kişver-ı Rûm ü Acem’ler görmüşüz
Yahya Kemal

pür-teşne: Çok susamış.

Düşnâm-ı yârdan dil şöyle safâ alır kim
Pür-teşne buldugûyâ bir kâse mâ’-i bârid
Behiştî

pür-teşvîş: Karışıklık dolu.

Ben garîb-i mülk-i vasl ü râh pür-teşvîş ü mekr
Ben harîf-i sâde-levh ü dehr pür-nakş ü füsûn
Fuzûlî

pür-tumturak: Gösteriş dolu.

Sözde nazîr olmaz bana ger olsa âlem bir yana
Pür-tumturak u hoş-edâ ne
Nâfz’em ne
Muhteşem
Nef’î

pür-ukde: Düğümlü.

Olmayan hall-ı İlâhiye karîn eylemez
Dil-i pür-ukde ile keşf-i mezâyâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

pür-yâre: Yaralı, yara dolu.

Sabrım libâsını yine sad-pâre eyledin
Yeter gamınla bağrımı pür-yâre eyledin
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

pür-zer: Altınla dolu.

Her rütbeli bî-mâyeyi server mi sanırsın
Her bir görünen kîseyi pür-zer mi sanırsın
Muallim Naci

pür-zûr: Güçlülük, kuvvetlilik.

Hum içre cûş eder mey-i pür-şûr mest olur
Bezm ehlini yıkar bu ne pür-zûr mest olur
Şeyhülislam Yahya

pür-zulm: Çok zulüm.

Yine câdû gözün ne zulm eder kim
Bugün devr içi pür-zulm ü sitemdir
Şeyhi pürsâ, pürsân: Far. Soran, sorucu.

Aslından olunca şâh-ı pürsân
Arz ettiler aslın ehl-i irfân
Nâbî
Devr-igül geldi mi eyâ diye pürsân olarak
Bülbülü kûçede gördüm ki gül-istâna gelir
Nedim

pürsîden: Soru sorma.

Gelişin âşık-ıgüstâhını âzâra mıdır
Yoksa pürsîden-i hâl-i dil-i bîmâra mıdır
Nedim

pürsiş: Sual ediş, soruş.

Dil nakdin alır gamzesi etmez onu pürsiş
Ol çeşm-i siyeh-kâr inen sağ değilmiş
Şeyhülislam Yahya
Ben zâir ü sen defîn-i makber
Pürsiş kılalım bunu berâber
Abdülhak Hâmit

pürsiş-i ahvâl: Hâlleri soruş.

Pürsiş-i ahvâle hayâlin gelir
Hastanı yoksa kim arar kim sorar
Muallim Naci

pürsiş: bk. pürsâ.

püser: Far. Erkek çocuk.

Işkınla ölmek oldu bana ey püser leziz
Yâr-i muvâfık ile olur her sefer lezîz
Necati Bey
Beni öldürmeğe gel ey püser ihmâl etme
Atalar demediler hayr işi te’hîr edeler
Bâkî
Düjü cüdâ naîm-i safâdan
Ebü’l-beşer
Oldu
HalîPe tecrübe-gehgerden-i püser
Ziyâ Paşa
Zahm-ı cân u dil olpüserdendir
Cümle feryâdımız ciğerdendir
Vâhid

püser-i gam: Gam çocuğu.

Firâkın deştinin râh-ı dırâzın nice kat’ etsin
Dil-i bî-tâkatim kim püser-i gam nâ-tüvânıdır
behiştî

püşt: Far. Arka, sırt.

Ursun dü-cihâna püşt pâyı
Kimin ki bu şâhiddirpenâhı
Şeyhi Beyt-i nemekîndir hat-ı püşt-i lebi ammâ
Çıkmazsa eğer ye’se onun dahi meâli
Nâbî

püşt-i dest: El arkası.

Tutalım hâme sükût etmez imiş şevkinden
Püşt-i dest ağzına urur kim o da olsun ebkem
Nâbî

püşt-i kemân: Yayın arkası.

Dönerdi aksine sûfârı nısf-ı menzilden
Olurdu püşt-i kemâne halîde peykânı
Nef’î

püşt-i pây: Ayağın arkası, taban.

Urmayan merd midir arsa-i istiğnâda
Feleğin sîne-i ikbâline püşt-i pâyı
Nâbî
Zer verip her kûşede sayd eyle bir sîmîn teni
Püşt-ipây ur kûh-veş sahrâya çîn et dâmeni
Lamiî Çelebi

püşt-i tekâver: Koşucunun arkası.

Etsin mi berg-i gül getiren bâda iltifât
Püşt-i tekâverinde gören şeh-süvârımı
Nâbî

püşt-mâl: Peştamal, arka; sırt örtüsü.

Zâhide germî-i uryân-ı aşkı sorsan
Püşt-mâliyle, fakat halvet-i hammâmı bilir
Nâbî

püşt-mâl-i ebr: Bulutun peştemalı.

Eder hep çâr-sûy-ı gaybtan erzâkım âmâde
Sipihr-i bî-karârın püşt-mâl-i ebr dûşunda
Nâbî

püşt-pâ: Ayak tabanı.

Ey sabâ gördün mü mislin bunca demdir âlemin
Püşt-pâ urmaktasın
İran’ın
Turan’ına
Nedim püştîbân, püştîvân: Far. 1. Dayanak, destek, payanda. 2. Yardımcı
Ne gam ol ümmete kim sen olasın ona püştîbân
Ne korku mevc-i yemmden ona kim
Nûh ola keştîbân
Esat
R

râ’: Ar. “re” harfinin adı.

Yazmaz ebrûların râsına benzer bir hilâl
Mâh-ı tâbân bunca yıllardır misâlin kareler
Bâkî
Rabb, Rab: Ar. 1. Besleyen, terbiye eden Allah. 2. Sahip, mâlik. c. erbâb.

Eğer dağlarca da varsa vebâlim
Yüzüme urma yâ
Rab bî-mecâlim
Enderunlu Vâsıf
Yâ Rab beni et fenâya mülhak
Kim râh-ı fenâ imiş reh-iHak
Fuzûlî
Dil derd-i yâre düşdü bir çâre var mı yâ Rab
Bir ben gibi cihânda âvâre var mı yâ Rab
Sultan III. Murat
Yâ Rab nedir bu keşmekeş-i derd-i ihtiyâc
İnsânın ihtiyâcı ki bir lokma nânadır
Ziyâ Paşa
Ta ezelde bir sözüm var
Rabb’imin fermânıdır
Şüphesiz bezm-ı Elest’in tuhfe-i peymânıdır
İzzet Bey

rabb-i enâm: Bütün mahlukların
Rabbi.

Ser-frâz olsa ne ola râyet-i dîn ü devlet
Dest-gîr oldu şehen-şâha yine
Rabb-i enâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)
Rabb-i gafur: Bağışlayıcı Allah (c. c.).

Nazar ettikçe ona
Rabb-i gafur
Terledi şerm ü hayâdan ol nûr
Hakanî
Rabb-i ibâd: Kulların
Rabbi.

Ey masdar-ı mâ-sivâ olan
Rabb-i ibâd
Kim sensin eden mevt ü hayâtı îcâd
Muallim Naci
Allah adın sıdkıla kim kılsa yâd
Bir murâd eyler onu
Rabbü’l-ibâd
Kâzım Paşa
Rabb-i müstegas: Kendinden yardım istenen Allah.

Biz râzıyız cehenneme ey Rabb-i müstagâs
Ammâ onun içinde
Yahudî bulunmaya
Yenişehirli Avni

rabb-i müteâl: Yüce Allah.

Seyf-i nev’-i beşerin sun’-ı yedidir lâkin
Denilir levh ü kalem hâlıkı
Rabb-i müteâl
Şinasi
Rabb-i rahim: Merhamet sahibi Allah.

Hamdülillah eser-i âtıfet
Rabb-i rahîm
Eyledi tab’ u dilim behre-ver feyz-i amîm
Üsküdarlı Hakkı Bey
Rabb-i Zü’l-celâl: Celal sahibi olan Allah.

Bir gün dolarsa çillemiz ey Rabb-ı Zü’l-celâl
Bir şer bırakma der-kef-i mîzân edilmedik
Yahya Kemal
erbâb: Sahipler, malikler. bk. erbâb.

erbâb-ı fasâhat: Açık sözlü kimseler.

Şîve-i nazmıma erbâb-ı fasâhat meftûn
Nağme-i kilkime kânûn-ı belâgat dem-sâz
Nef’î
erbâb-ı şeka: Bahtı kara kimseler. ltifât eylese erbâb-ı şekâya keremi
Süedâdan sayılırdı koca
Nemrûd-ı pelîd
kâzım Paşa

rabbani: Ar. Allah’a mensup, O’nunla
UgUL
Mu’cize münkir için hüccet-ı Rabbânîdir
Seni a’lâ bilir ashâb-ı şühûd u eşhâd
Nâbî
Her ne emre iştigâl etsen saâdetle ola
Avn-ı Rabbânî zahîr ü lûtf-ı Yezdânî muîn
Nef’î
Avn-ı Rabbânî ile oldukta şark iklîmine
Meh-çe-i râyâtı mihr-i âlem-efrûz-ı zafer
Nedim

rabbât: Ar. Evli erkekler, kadınların kocaları.

rabbâtü’l-hicâl: Güveyiler.

Zihî meşşata-i zînet-fezâ-yı tab’-ı nazm-ârâ
Arûs-ı bikr-i fikrim reşk-i rabbâtü’l-hicâl eyler
Neylî

râbıta: bk. rabt.

rabt: Ar. Bağlama, bağlanma.

Çınârı rabttan tedrîc ile tahsîl edip âteş
Nihâd-ı gûreden tedbîr ile terkîb eder halva
Nâbî
Lâzımsa da esbâba gönül rabt etmem
Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh
Lebib (Mehmet Lebib)

rabt-ı taalluk: İlgi duyma.

Leîme rabt-ı taalluktan ihtirâz eyle Ümîd-i nef’ ile celb-i mazarrat etme sakın
Nesib-ı Mevlevi (İki Bayraklızade Yusuf)

râbıta: 1. İki şeyi birbirine bağlayan şey, bağ. 2. İlgi, münasebet. 3. Bağlılık. 4. Sıra, düzen, usül, tertip. c. revâbıt.

Zülf-i siyehinden kesilir mi dil-i şeydâ
Bir râbıtadır cân ile cânân arasında
Şeyhülislam Yahya
Bî-râbıta-i emn ü emân nüsha-i devlet
Olmuştu ibâret bir iki ehl-i hevâdan
Nâilî
Seninle râbıtamız hoş bir i’tilâf işte
Fakat bu râbıta hâli mi rûhu ezmekten
Tevfik Fikret

revâbıt: Râbıta’lar, bağlar, bağlılıklar.

Alınca şekl-i taayyün vatan heyulâsı
Budur revâbıt-ı milliyyenin en a’lâsı
Mehmet Âkif

râcî: Ar. Recâ’dan; rica edici, rica eden; ümit ile yalvaran.

Hak rahmetine gerçi cihândır râcî
Bu fi’l ile hâşâ ki olam ben nâcî
Molla
Yusuf râci’, râcia: Ar. Rücû’dan; 1. Geri dönen. 2. İlgisi, münasebeti olan. 3. gr.

Bir şahıstan kinaye olan zamir.

Hayr u şerr cümle hakka râci’dir
Kimsenin ihtiyârı elde değil

Nahv-ı rindî ne güzel fenn-i hasendir ki anda
Râci’ olmaz cânib-i te’nise zamîr
Nâbî
Çün olmuştur ameller dînimizde niyyete râci
Bu pâkîze amel de şüphesiz hayr u ibâdettir
Nâbî

râcih: bk. rüchan.

râcil: Ar. Ricl’den; 1. Yaya, piyade. 2. mec. Bilgisiz. c. ricâl.

Sen şehriyâr vasfın etmekte fikr âciz
Sen şehsüvâr medhin kılmakta akıl râcil
Nizamî

ra’d: Ar. Gök gürültüsü. c. ruûd.

Saçların çözsün bulutlar ra’d kılsın nâleler
Kabrim üzre haşre dek yansun köyünsün
Âhi
Durmayıp geçmektedir sâatbe-sâat dehr-i dûn
Ra’d ile ona münebbihtir bu tâs-ı ser-nigûn
Bekayî
Zannetme ra’d u berktir etti gulüvv
Top şenliğidir
Hisâr’ın ey sdkî bu
Nedim

ra’d-ı âh: Ahın gök gürültüsü.

Ra’d-ı âhım feleğe velvele-endâz olup
Kattı birbirine nüh kubbe-i gerdânı bu şeb
Esrar Dede

ra’d-ı hevl-âver: Korku uyandıran gök gürültüsü.

Derin gurrende aks-i savletiyle ra’d-i hevl-âver
Kımıldar bir siyâh ejder gibi âgûş-ı vâdîde
Tevfik Fikret

ra’d-ı kazâ: Kaderin gök gürültüsü.

Yetimin âhını yağmur duâsı zannetme
O sayha, ra’d-ı kazâdır ki gönderir ademe
Mehmet Akif

ra’d-ı tekbîr: Gök gürültüsünü andıran tekbir sesi.

Ra’d-ı tekbîr kopup gitmelidir bâng-ı ezân
Dâr-ı küffârda meşhûr kenîsâya kadar
Yahya Kemal

ra’d u berk: Gök gürültüsü ile şimşek.

Bir gürültü koptu düşmen hısnı etmişken penâh
Sandı ra’d u berk o sîtı kıldı eflâke nigâh
Sürurî

ruûd: Gök gürültüleri.

ruûd-ı sâika: Yıldırımın gök gürültüleri.

Kavuşturup dururum kollarım sütûn-âsâ
Ruûd-ı sâkıtadan bir misâl-i hîç-â-hîç
Abdülhak Hâmit

ra’d-efşân: Gök gürültüsü saçan.

Bir sadâ bir sadâ ki ra’d-efşân
Veriyor hâke bir lerziş-i heyecân
Tevfik Fikret

râg: Far. 1. Dağ eteği, yamaç. 2. Çayırlık, çimenlik, bağlık bahçelik (yer).

Lâle-haddler kıldılar gül-geşt-i sahrâ semt semt
Bâğ ü râgıgezdiler edip temâşâ semt semt
Bâkî
Seyr eyleyip aşk o bâğ u râgı
Bir âh ile tâzelendi dâgı
Şeyh Galip
Bâğ u râg devlet iclâline
Esmesin bâd-ı hazân-ı ma’delet
Nedim

rağbet: Ar. 1. İstekle karşılama. 2. Arzu, istek. 3. İyi kabul edilme. c. ragabât.

Yok aceb ger mâla rağbet mülke kılmam iltifât
Ben ki ehl-i zevkim esbâb-ı melâli neyşerem
Fuzûlî
Rağbet mi var erbâb-ı dile şimdi
Neşâtî
Bî-hûde hemân daâî-i irfân ederim ben
Neşati
Tab’-ıgevher-bâra vermiş rağbetin feyz-i sühan
Mihrdir kim pertevin salmış bedahşân üstüne
Nedim

râgıb: Ar. Rağbet’ten; istekli, isteyen.

Olsaydı teveccühü münâsib
Teveccühüne çok olurdu râgıb
FuzûH
Ne oldum mescide tâlib ne deyr ü sohbete râgıb
Ne zâhid bildi ne râhib benim özge melâlim var
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Böyledir
Râgıb mücâzât-ı amel kim fi’l-mesel
Sorsalar mağdûrunu gaddâr kendin gösterir
koca Ragıp Paşa

rağm: Ar. Aksine, inadına, zıddına davranma.

Nitekim haddine her dem çemende rağm eder lâle
Müsemmen dişine dâim sadeften reşk eder lü’lü
Şeyhi
Gel doğrulalım mey-gedeye rağmına onun
Kim bâr-ı riyâdan kadd-i bergeştesi hamdır
Bağdatlı Ruhi
Kul oldum der-gehinde çok mudur şimdengerü ölsem
Edâ-yı tâli’-i nâ-sâza rağm u imtinân üzre
Ziyâ Paşa
Hâke yüz sürmekle kâimse yer üstünde hayât
İhtiyâr et altını hâkin hayâtın rağmına
Namık
Kemal rağm-ı sipihr-i hod-gâm: Kendini beğenen göğe rağmen.

Gâlib olmuştur ümîdi senin eyyâmında
Kâm-yâb olmağa bir rağm-ı sipihr-i hod-gâm
Nâbî

rağmen: 1. İnadına, zıddına. 2. -dığı halde, ise de, yine de.

Ben ol bed-ahde rağmen bir vefd-ddr eyledim peydd
Dil aldırdımsa ey dil böyle dil-dâr eyledim peydd
Hakanî

râh, reh: Far. 1. Yol. 2. Meslek, usül. tutulan yol. bk. reh.

Diydr-ı derd ser-gerdânıyam her kim beni ister
Delîl-i râh katre katre eşk-i lâle-gûnumdur
Fuzûlî
Nice şâhid ki harâm eylese râhında durup
İşve vü nâz u niyâz ile çekerlergerden
Nedim

râh-ı adem: Yokluk yolu.

Dutup râh-ı adem bulmuş dehânındangönül kâmın
Bana hem cezmdir ol azm ben hem kalmazam ondan
Fuzûlî

râh-ı âsân: Kolay yol.

Eyle merdân-ı rehe bendeni yâ
Rab hem-râh
Râh-ı âsân ten-i sâbir dil-i sevdâ-ver ver
Esrar Dede

râh-ı aşk: Aşk yolu.

Kıldan ince kim kılıçtan tîzdir derler
Sırat
Râh-ı aşkından ibâret lafz ü ma’nâdır senin
Kâzım Paşa

râh-ı cünûn: Cinnet yolu.

Kays-ı melâmet-güzîn râh-nümûndur bana
Meslek-i ehl-i hıred râh-ı cünûndur bana
Şeyhülislam Yahya

râh-ı dalâlet: Sapıklık yolu.

Bulduğu partalı yüklense ne ola sûfîler
Her biri râh-ı dalâlette riyâ harlarıdır
behiştî (partal: işe yaramaz eşya)

râh-ı dırâz: Uzun yol.

Firâkın deştinin râh-ı dırâzın nice kat etsin
Dil-i bî-tâkatim kim püser-i gam nâ-tüvânıdır
behiştî

râh-ı felâket: Felaket yolu.

Ey semend-i devlet-i dehre süvâr olan sana
Gâfl olma ki felek râh-ı felâket gösterir
Behiştî

râh-ı fenâ: Yokluk yolu.

Yâ Rab beni et fenâya mülhak
Kim râh-ı fenâ imiş reh-ı Hak
Fuzûlî

râh-ı gam: Gam yolu.

Râh-ı gam bî-ser ü sâmân diye korkutma beni
Baş koşan zülfüne ey cân ser ü sâmânı nider
Lamiî Çelebi
Senin cevr ü mihnetinle haylî dil-hûndur mizâc
Râh-ı gamda eyledin işkeste yorgundur mizâc
İlhamî, Selimî (Sultan III. Selim)

râh-ı gurbet: Gurbet yolu.

Koyup kûyunda gönlüm râh-ı gurbet ihtiyâr ettim
Gönül kalsın beğim yol kalmasın derler meseldir bu
misalî

râh-ı gûş: Kulak yolu.

Nâz ile olgonce kim gâh leb-i hâmûş açar
Râh-ıgûşa çeşme-i şîrîn-güdâz-ı nûş açar
Nâbî

râh-ı Hak: Hak yolu. Beyâbân-ı hatâda serseri gezme perîşân-hâl
Seni sen gözleyip bul râh-ı Hak’ta özge seyrânı
Âdile Sultan

râh-ı hakîkat: Hakikat yolu.

Bî-şek yegâne râh-ı hakîkatşerîatin
Ettik hulûs-ı kalb ile îmân efendimiz
Faruk K. Timurtaş

râh-ı hasret: Hasret yolu.

Olmadı rıhlet şebinde gözüm önünden cüdâ
Ey
Behiştî

râh-ı hasret oldu bana keh-keşân
Behiştî

râh-ı hatar: Tehlikeli yol.

Uyma düşmân sözüne gitme rakîbin yoluna
Hazer etpâdişehim râh-ı hatardangitme
Enverî

râh-ı hayâl: Hayal yolu.

Yakmağa râh-ı hayâlinde senin kandîller
İki gözüm sanki olmuştur benim iki zücâc
Behiştî

râh-ı hevâ: Hava yolu; arzu, istek yolu.

Şevk-i ruhunla baştan ayağa yanar çerâg
Râh-ı hevâda etti meğer terk-i ser çerâg
İbni Kemâl

râh-ı Hudâ: Allah yolu.

Râh-ı Hudâ’ya sâlik isen gel tarîka gir
Yoldan giden yorulmaz imiş bu mesel yeter
Mehmet Akif

râh-ı ışk: Aşk yolu.

Derd ile öldüm gider bir kimsenin âgâhı yok
Râh-ı ışkın mevt gibi âh kim hem-râhı yok
Necati Bey

râh-ı maksûd: Kasdedilen yol.

Şaşırdım râh-ı maksûdu kemdl-ipîç ü tdbımdan
Huzûr-ı âsafîde ateşe düştüm şitâbımdan
Fikri Paşa

râh-ı ma’şûk: Sevgilinin yolu.

Râh-ı ma’şûk açılıp buldu cemâl-ı Yezdân
Mahrem-i perde vü râyât aleyhi’s-salavât
Âdile Sultan

râh-ı mahabbet: Sevgi yolu.

Vâsıf sebât râh-ı mahabbette şarttır
Yoktur tarîk-i aşkta rağbet döneklere
Enderunlu Vâsıf

râh-ı mesâmât: Gözeneklerin yolu.

Kim tenlerinde râh-ı mesâmât ser-te-ser
Sûrâh-i mâr-mühre-rübâ-yı sinân olur
Nef’î

râh-ı meşakkat: Güçlük yolu.

Gözün yummaz ruhunu zerd eder râh-ı meşakkatte
Şu kim nergis gibi âlemde bir sâhib-nazar gözler
Şeyhülislam Yahya

râh-ı mezellet: Zelil olma yolu.

Korkarız dâmen-i pâkin ola bizden muğberr
Biz ki bir râh-ı mezellette yatar bir hâkiz
Sultan
İbrahim

râh-ı mûsikî: Musiki yolu.

Nâbîyâ inceldi râh-ı mûsikî ol rütbe kim
Düşmeyim diye usûl ile yürür hânendeler
Nâbî

râh-ı saâdet: Saadet yolu.

Bu yol, bu râh-ı saâdet de, âh korkuyorum
Müebbeden çıkacak bir harâbe-i kesele
Tevfik Fikret

râh-ı şadırvân: Şadırvan yolu.

Arşa dek çıkmakta mânend-i duâ-yı müstecâb
Uğrayan âb-ı musaffâ râh-ı şadırvânına
Nedim

râh-ı tahsîl: Tahsil yolu.

Gerektir râh-ı tahsîlinde ifnâ-yı vücûd etmek
Yed-i ümmîde girmez
Dânişâ matlûb zahmetsiz
Dâniş (Dâniş-ı Atîk; Dâniş-ı Kadim)

râh-ı tarîkat: Tarikat yolu.

Erişip râh-ı tarîkatle hakîkat bahrine
Karemiz gark eyledik ummâna ermişlerdeniz
Nuri

râh-ı taleb: Arzu edilen yol.

Geçti dil râh-ı talebten kâm-ı dünyâdan bile
Fârig oldu ârzûlardan temennâdan bile
Cevrî (İbrahim Çelebi)

râh-ı tevekkül: Tevekkül yolu.

Ey Fuzûlî çekme sen râh-ı tevekkülden kadem
Menzil-i maksûda ermektir mukarrer ben zamân
Fuzûlî

râh-ı uşşâk: Âşıkların yolu.

Harem-i vasla reh-ı Râst mahabbet yoludur
Râh-ı Uşşâk’tan âheng-ı Hicâz eyleyelim
Bâkî

râh-ı ümîd: Ümit yolu.

Visâl-i yâr için terkini urup devlet ü câhın
Teveccüh eyledik râh-ı ümîde vermek Allah’ın
behiştî

râh-ı vahdet: Birlik yolu.

Aşk câmı râh-ı vahdetle leb-â-lebtir henüz
Gerçi kerrât ile
Arifler onu nûş ettiler
Bağdatlı Ruhi

râh-ı vasl: Kavuşma yolu.

Râh-ı vasl an dedi âşık çıktı ladinden cevâb
Ya’nî der âşık bu yolda cân-ı şîrînden çıkar
nizami

râh-ı vatan: Vatan yolu.

Vücûdun kim hamîr-i mâyesi hâk-i vatandandır
Ne gam râh-ı vatanda çâk olursa cevr ü mihnetten
Namık Kemâl

râh-ber: Rehber, yol gösterici.

İskender’e zehr-âb-ı fenâdan veririz câm
Hızr’ız velî râh-ı ademe râh-beriz biz
Şeyh Galip

râh-nümûn: Yol gösterici.

Ol ki olmaz idi ma’nîye rehâ-yâb-ı vusûl
Olmasa bedreka-i hâmesi ger râh-nümûn
Münif

râh-rev, reh-rev: Yolcu. c. râh-revân.

Yâ Rab benim iktizâ-yı âmâlim ile
Olmak görünür râh-rev-i ka’r-ı cahîm
Nâbî

reh-rev-i ezmân: Çağların yolcusu.

Yâ Rab nice kim dâ’ir olagünbed-i devrân
Yâ Rab nice kim sâyir ola reh-rev-i rezmân
Behiştî

reh-rev-i irfân: İrfan yolunun yolcusu.

Reh-rev-i irfâna besdir sâğar u sâkî delil
Kim meh ü hurşîddden tapmış temennâsın
Halîl
Fuzûlî

râh-rev-i Kâ’be-i vasl: Kâbe’ye ulaşmak isteyen yolcu.

Yollarda kalır râh-rev-ı Kâbe-i vaslın
Ömr âhir olur mevt erişir zâd yetişmez
Bâkî

râh-revân: Yolcular. râh-revân-ı taleb: Arzu edilen yolcular.

Olsa aceb mi râh-revân-ı taleb nahîf
Esb eyledikçe tayy-i menâzil zebûn düşer
Nâbî

râh-vâr: Atın rahvan yürüyüşü; rahvan at.

Olursapey-rev o çâbük-süvâr-ı nazma
Nedîm
Semend-i tab’ı aceb râh-vâr olur giderek
Nedim

râh-zen, reh-zen: Yol vuran, eşkıya.

Şol râh-zen ki hışm ile peyveste cân asar
Devr-i kamerde gör nice müşgîn kemân asar
Bâkî
Ecel düzdü erip âhirle reh-zen olmak yoktur
Konanlar arsa-i arza felâket kâr-bândır
Behiştî

râh: Ar. Şarap, bade.

Râhsın râhat-fezâ-yı hâtır-ı mest-ânesin
Rûhsun nakd-i revân-ı âşık-ı dîvânesin
Nef’î
Fi’l-hâl getirdiler subûhu
Mezc etti o mâh râha rûhu
Şeyh Galip
Lutfeyle getir râhımı rûhum sâkî
Muallim Naci

râhat: Ar. 1. Rahat hâlde bulunma, üzüntüsüz olma. 2. İçi rahat.

Ey kudsiyân amân bana imdâd vaktidir
Bir hayret aldı nâtıkamın tâb u râhatın
Nedim
Râhat istersen bu pendimle hulâsa âmil ol
Olma Mecnûn-ı muânid ben gibi sen âkıl ol
Ziyâ Paşa
Seyr et ki sipihr-i bî-vefâyı
Râhat komaz iki âşinâyı
Şeyh Galip
Bütün hakâyıkı pâ-mâl edip atâletime
Biraz da râhata baksam
Tevfik Fikret

râhat-ı dehr: Dünya rahatı.

Câmî, belâ vü râhat-ı dehrin meâli yok
Gördün zemâne uymadı sen uy zemâneye
Câmî (Rûmî, Mısrî)

râhat-ı rûh: Ruhun rahatı.

Gönül açılmaz erişmez derûna râhat-ı rûh
Seherde lâle gibi içmeyince câm-ı sabûh
Şeyhülislam Yahya

râhat-ı sine: Göğüs rahatı.

Râhat-ı sînem için dâg-ı nihânım bana bes
Dilimi eğlemek için gam-ı cânın bana bes
Lamiî Çelebi

râhatü’l-ervâh: Ruhların rahatı.

Makâm-ı râhatü’l-ervâhtan râmiş-ger-i takdîr
Harîm-i bezm-i dilde bir garîb âhenggöstermiş
Leskofçalı Galip

râhat-ı ukbâ: Ahiret rahatı.

Hulâsa râhat-ı ukbâya ermez ey Esrâr
Adû-yı nef ile sulh edip düzenlik eden
Esrar Dede

râhat-bahş: Rahatlık veren.

Lâubâlî vaz’-ı râhat-bahşa mâni’dir hıred
Bunda hasret-keş olur zevk-ı cünûna hûşlar
Koca Râgıp Paşa

râhat-efzâ: Rahat arttıran.

Halka hûblardan visâl-i râhat-efzâdır garaz
Âşık a ancak tasarrufuz temâşâdır garaz
Fuzûlî

râhat-hulkûm: Nişasta, şeker, badem, fıstık ve fındık gibi kuru yemişlerle karıştırılarak yapılan şekerleme.

Halk dilinde “lât-ı lokum” olarak geçer.

Cân verir râhat-hulkûma esîr-i helvâ
Gelse efierde-gî-i savm ile hulkûmuna cân
Sâbit

râhat ü kahr: Rahat ve eziyet.

Râhat ü kahrına dehrin baş eğip yalvarmazam
Ben Necâtî himmet-ı Şâh-ı cihânıgözlerem
Necati Bey

râhib: Ar. Keşiş, papaz, Hristiyan din adamı. c. râhibân, ruhbân.

Râhib hayâtı sürmedeyim burda dâimâ
Sıkmakta rûhumu bu sükûnetli inzivâ
Hüseyin Sîret

râhib-i deyr-i cemâl: Güzellik kilisesinin rahibi.

Sûret-i esnâmdan döndü sana etti sücûd
Râhib-i deyr-i cemâlin
Yezdân-perest
Bâkî

ruhbân: Rahipler.

Sûret der sıfat söylemez uşşâka sühan
Ona bilmem ki ne efsûn okumuştur ruhbân
Şinasi
Çıkmadı deyr-i felekte yine hûrşîd-i sanem
Kara çulla görmeyince âlemin ruhbânını
Hayâlî Bey

rahîk: Ar. Kırmızı renkli temiz ve duru

şarap.

Ne nâmedir bu ki keyfi rahîk-ı mazmûnu
Verir mülâhazaya bir neşât-ı rûhânî
Nef’î
Def’-i sermâ-yı tekâsülde müessir aşktır
Benzemez berş-i rahîkî mest-i uşşâkîlere
Nâbî
Rahîklar sunulur cevherin kadehlerle Ümîdler verilir işve-i mükerrerle
Tevfik Fikret

rahîk-i beyân: Beyan edilen şarap.

Bunu duysa hâzini cennetin alamazdı ağzına kevseri
Bakınız rahîk-i beyânımın ne safâ-fezâ cereyânı var
Muallim Naci

rahîl: bk. rıhlet.

rahim: bk. rahmet.

rahim, rahm: Ar. Kadınlara ait döl yatağı, çocuğun peyda olduğu yer. c. erhâm.

Düşmemişken ana rahmine dahi
Mecnûn-ı zâr
Zülf-ı Leylâ’dan dil-i dîvânemiz âgâh imiş
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

rahm-i mâder: Ana rahmi.

Ademden etti beni kudretî berâverde
Gıdâmı eyledi âmâde rahm-ı mâderde
Nâbî
erhâm: Rahm’ler, ana karınları. 2. Döl yatakları. 3. Hısımlar, akrabalar.

Gelmeye âleme bir sencileyin zât-ı latîf
Olsa ger hâmil-i ervâh-ı mücerred-i erhâm
Nef’î

rahîs, rahîse: Ar. Ruhs’tan; 1. Ucuz, ehven. 2. Yumuşak elbise. 3. Ansızın gelen ölüm.

Size rahîs ise de eşk-i çeşm ü cevher-i cân
Nasıl denir ki sizin âb u dâneniz vardır
Recaizade Ekrem

râiz, râyiz: Ar. 1. Öfkeli, kızgın. 2. Seyis.

râyiz-i endîşe: Kaygılı seyis.

Neylesin râyiz-i endîşe nice zabt etsin
Rahş-ı tabim gibi bir tevsen-i çâbük-pâyı
Nef’î

râyiz-i hükm-i Celîl: Celil hükmünün öfkesi.

Râyiz-i hükm-ı Celîl’in onu elbet yola kor
Ne kadar tünd ü Kârûn olsa da reh-vâr-ı felek
aynî

râyiz-i nâ-ehl: Ehliyetsiz seyis.

Bu arsada çalışır nice râyiz-i nâ-ehl
Elinden esb-i murâdı boşandırıncaya dek
Nâbî

râiz-i tab’: Öfkeli tabiat.

Alem-i ma’nâyı eyler pür-tezelzül çünbişü
Râiz-i tabim edince rahş-ı fikri zîr-i zîn
Nef’î

rahle: Ar. Üzerinde kitap okumak veya yazı yazmak için kullanılan küçük masa.

Nurdan rahle kaşın alnın kitâb-ı şîvedir
Mekteb-i âlemde ehl-i nâz alır senden sebak
Enverî

rahle-gâh: Rahle yeri.

Mekteb ki feyz-bahşîdir ebnâ-yı ümmetin
Mekteb ki rahle-gâhıdır âyât-ı nusretin
Münif Paşa

rahm, rahim: Ar. Merhamet, acıyıp esirgeme.

Dil-i mecrûhuma rahm eyle kalsın dâm-ı zülfünde
Şikeste-bâl olan mürgü edip âzâd neylesin
Şeyhülislam Bahayî (Mehmet)
Sîne çâk ü kalb-i vîrân bülbül-âsâ pür-figân
Adile kuluna rahm ü mekremetle kıl meded
Âdile Sultan
Kimseler de gelmiyor âvâz-ı istimdâdıma
Kendi gönlüm rahm eder ancak yine feryâdıma
Kemalzâde Ekrem Bey

rahm-ı felek: Feleğin merhameti.

Vermese lutfun eli rahm-ı felekte perveriş
Mâder-i eyyâmdan doğmazdı tâ mahşer güneş
Ahmet Paşa

rahm-i izzet: Değerli merhamet.

Bâzû-yı rahm-i izzetine ittikâ edip
Te’sîr-i bahtiyârî-i vuslatla ağlasam
Cenap Şahabeddin
Rahmân, Rahman: Ar. Yaratılan her canlıya, hiçbir ayırım yapmadan merhamet eden Allah (c. c.).

Uydun irşâdına nefsin sen meğer hannâs-ıla
Aleme rahmet kılan
Rahmân’dan oldun bî-haber
Ümmî Sinan
Şekl-i bedî’-sûret-i insâna kıl nazar
Esrâr-ı râz-nâme-ı Rahmân’a mahrem ol
Yenişehirli Avni

rahmânî: Allah’a ait.

Bu ışk bize
Rahmânî’dir hem cânımızn cânıdır
Onun için şeytânıla her dem bu savaşım benim
Yunus Emre
Birisi muhît-i envâr-ı feyz-ı Rahmânî
Birisi rehber-i cumhûr-ı gâziyân-ı gayûr
Emirî rahmet: Ar. 1. Acıma, esirgeme, koruma, yarlığama. 2. Yağmur. 3. Hz. Muhammed (s. a. s.). 4. Kur’an-ı Kerim.

Olsa ebr-i rahmet-ı Hak âleme rîzân olur
Katrenin hurd u büzürgü olduğu meşhûr-ı enâm
Nâbî
Rahmet biter, bulut dağılır, mihr-i nev-bahâr
Afâka lem’a-rîz oluyorken hazîn hazîn
Tevfik Fikret
Bir tek işâretin bize rahmet için yeter
Ey bahr-i feyzi katresi ummân efendimiz
Faruk K. Timurtaş

rahmet-i Hak: Hakkın rahmeti.

Erse bir milke eğer rahmet-ı Hak hâkimini
Böyle bir dâver-i dîn-perver deverân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)

rahmet-i Rahmân: Allah’ın rahmeti.

Kim akla uysa rahmet-ı Rahmâna erişir
Kim nefse uysa şeytân alır gider
Kemal Ümmî
Kâbil-i feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât
MütevâzF olanı rahmet-ı Rahmân büyütür
lâ (düşmeyicek: düşmeyince)

rahîm: Merhametli, esirgeyen, koruyan, acıyan Allah.

Sensin kerîm sensin rahîm Allah sana sundum elim
Senden artık yoktur emim Allah sana sundum elim
Yunus Emre
(em: ilaç, çare)
Tasavvur eyleyemezdim ki ansızın dursun
Felâh-ı ümmet için çırpınan o kalb-i rahîm
Mehmet Akif

rahne: Far. 1. Gedik, yarık, yırtık, aralık. 2. Zarar, ziyan, bozukluk.

Zevk-ı tîğinden aceb yok olsa gönlüm çâk-çâk
Kim mürûr ile bırakır rahneler dîvâre su
Fuzûlî
Küfr-i zülfün salalı rahneler îmânımıza
Kâfir ağlar bizim ahvâl-iperîşânımıza
Fuzûlî
Görüp aks-i dehânın rûh-ıgalat-bînim
Temâşâya seni bir rahne sandı iştiyâkından
Beliğ rahne-i dendân-ı erre: Testere dişlerinin yarığı.

Evkâtımız teâkub-ı ye’s ü ümmîdden
Gûyâ ki rahne rahne-i dendân-ı erredir
Nâbî

rahne-i dîvâr: Duvar gediği.

Ya sâib görmüş olsa çâr-bâğ-ı İsfahân vasfın
Negûne rahne-i dîvâre eylerdi nihân âbâ
Nedim rahne-i reng-i siyeh: Kara taşın gediği.

Hâzır ol bezm-i mükâfâta eyâ mest-i gurûr
Rahne-i reng-i siyeh pembe-i mînâdandır
Sâmi (Arpaeminizade Vakanüvis
Mustafa Bey)

rahne-i sühan: Söz gediği.

Ekser görülür çünkü cezâ cins-i amelden
Escâmda âhenden olur rahne-i sühan
Ziyâ Paşa

rahne-dâr: 1. Gediği, yıkığı olan. 2. Eksiği bozuğu olan. 3. Zarara uğramış.

İşte bu seyl-i belâ-yı cân-figâr
Eyledi dîn-i mübîni rahne-dâr
Kâzım Paşa

rahne-yâb: Zarar görmüş, ziyana uğramış.

Budur ümîdimiz kim düşmenin bünyân sâmânı
Bugünden sonra bî-şek rahne-yâb-ı inhizâm oldu
Nedim

rahş: Far. 1. Gösterişli ve yürük at. 2. Zaloğlu
Rüstem’in atının ismi.

Her dem ağzından saçar ejder-veş a’dân üzre od
Etse rahşın tan mı
Rüstem gibi şîr-i ner güneş
Lamiî Çelebi

rahş-ı bed-hûy-ı felek: Feleğin huysuz atı.

Rahş-ı bed-hûy-ı felek urmadadır dâim leked
Uğramaz hergiz onun yanına erbâb-ı hıred
İbrahim (Şeyh)

rahş-ı berk: Şimşek atı.

Nîzesin tîr-i sebük-pervâze eylerpîş-rev
Rezmde gelse o rahş-ı berk cevelân üstüne
Nedim

rahş-ı çâbük-pâ: Ayağına çabuk koşan at.

Berk-ı mahz iken direnk etse bilinmezpeykeri
Rahş-ı çâbük-pâ mıdır ya kûh ya bir câ mıdır
nef’î

rahş-ı devlet: Devlet atı.

Sen de at tut sâyesinde
Vâsıf olşâh-ı cihân
Kâm alıptır zîr-rân ettikçe rahş-ı devleti
Enderunlu Vâsıf

rahş-ı himmet: Gayret atı.

Hudâvendâ sen ol çâbük-süvâr-ı mülk ü devletsin
Ki rahş-ı himmetin evvel kademde aldı meydânı
Bâkî
Sür’at-i seyrinden azherdir ki rahş-ı himmetim
Hem-inân-ı sâbıkûn olmak temennâsındadır
Muallim Naci

rahş-ı mübârek-kademMübarek ayaklı at.

Çok mudur bu şeref ol rahş-ı mübârek kademe
Ki saâdetle süvâr ola ona zıll-ı Hudâ
Nef’î

rahş-ı tab’: Yaratılış atı.

Vâdî-i medhinde cevelân ettiğijçin yaraşır
Atlas-ı çarh olsa rahş-ı tab’ıma bergüstvân
Nef’î

rahş-ı tâli’: Talih atı.

Bugün rahş-ı tâli’in
Birden sukûtu böyle hazîz-i mezellete
Tevfik Fikret

rahş-ı tünd-hû: Sert huylu at. rahş-ı tünd-hûya mâil olmuş ol gül-i ra’nâ
Yavuz yelden onu hod sakınırdı bu dil-i şeydâ
Suudizâde Kadri (yavuz: kötü)

rahşâ, rahşân: Far. Parlak, fazla ışıklı. denlü sürh ü rahşân mûy-ı endâmı ki lâyıktır
Kabâ-yı cismini ger benzetirsem al-i dîbâya
Nef’î
Aks-i ruhunla eyle âyîneyi münevver
Agûş-ı mehde rahşân bir âfitâb göster
Vecdî
Karıştı leyl-i musîbet leyâl-i nisyâna
Açıldı gözlerimiz bir sabâh-ı rahşâna
Tevfık Fikret

rahşân-ı hüdâ: Yol gösteren ışık.

Nazm-ı Kur’ân gibi ey encüm-i rahşân-ı hüdâ
Sizi üstâd-ı felek etmedi tanzîr henûz
Muallim Naci

rahşende: Far. Parıldayan, parlak, tâbân.

Rahşende çerâgı nûr-ı tenzl
Ferş-i çemen anda bâl-ı Cebrâîl
Hakanî
Değil sath-ı semâ vü encüm-i rahşende sermâdır
Felek bir pür-niyâz-ı nakş etti efiürde duhân üzre
Ziya Paşa

rahşiş: Far. Parlayış. rahşiş-i berk’
Şimşek parlayışı.

Onda her beyit bir sehâbe-i şark
Fikr-i cevvâl içinde rahşiş-i berk
Muallim Naci

raht: Far. 1. At ve yol levazımı. 2. Ev ve döşeme takımı.

Mecnûn ona verdi cümle rahtın
Pâk eyledi bergten dırahtın
Fuzûlî
Raht u bahtın suya salmış bâda vermiş varını
Bî-dil ü bî-hânümân bî-çâre bir ben bir habâb
fâni

raht-ı gam: Gam takımı.

Adûlar körlüğüne hem-nişîn oldum meleklerle
Yak ıp raht-ı gamı hâkister urdum hışm-ı şeytâna
behiştî

râî, râiye: Ar. 1. Çoban, sığırtmaç. 2. ed. Çobansı, kır edebiyatını anlatan şiirler.

Yoksa sürüden cüdâ mı kaldın
Firkat mi bu ıztırâbî dâî
Kalmışlara bakmıyor mu râî
Bî-hem-reh ü bî-nevâ mı kaldın
Muallim Naci

râic: bk. râyic.

raiyye, raiyyet: Ar. 1. Bir hükümdarın idaresi altında bulunan ve vergi veren halk. 2. Sürü, otlatılan hayvan sürüsü. c. reâyâ.

Riâyet eyle ne denlü gerekse uşşâkı
Ki pâdişâh beğ olmaz raiyyet olmayıcak
Necati Bey
Evrâk ile i’lân olunur cümle nizâmât
Elfâz ile terfh-i raiyyet yeni çıktı
Ziyâ Paşa

reâyâ: Teb’alar, halklar.

Seni gördükçe kalbi şâd olur uşşâk-ıgam-nâkin
Reâyâ nitekim mesrûr olur hünkârı görmekten
cinânî

reâyâ-perver: Halkları seven. vezîr-i hüner-endûz-ı reâyâ-perver
Ki adâlettir ona gâyet ehemm-i eşgâl
Nef’î

rakabe: bk. rikâb.

rakam: Ar. 1. Yazı yazma. 2. Yazı ile işaret, sayı. c. erkâm, rukum.

Kilk-i kudret levh-i sînemde seni kılmış rakam
Eyleyip mahbûblar mecmûasından intihâb
Fuzûlî
Hâme-i mu’ciz-rakamla eyledim bir bir hesâb
Geldi bin yüz kırk lafz-ı nâsırla feth-i karîb
Nedim
Hatâ-yı ehl-i kesret ol kadardır bahs-i vahdetde
Rakam kâfi değildir cümlesin ta’dâd lâzımsa
Namık Kemâl
erkâm: Rakam’lar.

Melâmet mülküne mâlik olup tâ kim alem çektim
Selâmet defteri erkâmına evvel kalem çektim
Hayâlî Bey
Lûle-i çeşme-i hûrşîde şikâf-ı hâme
Mevce-i lücce-i envâre sutûr-ı erkâm
Üsküdarlı Hakkı Bey
Neyyîr-i menkıbet-i vasfın olunmaz ta’dâd
Olsa encüm kadar asfâr-ı ulûf-ı erkâm
Hâzık

rakam-keş: Rakam çeken, yazı yazan, çizgi çizen.

Olmaz ruh-ı bütâna rakam-keş kalem abes
Çekmez beyâza kâtib-i kudret rakam abes
Nâbî

râkım, râkıme: Yazı yazan.

râkım-ı nüsha-i maânî: Anlamlar nüshasını yazan.

Ey râkım-ı nüsha-i maânî
Ma’mûre-i alîm-i dîne bânî
Fuzûlî

rakı: Ar. Arak> arakî’den rakı olmuş.

Üzüm, erik, elme, incir gibi meyvelerin alkolle mayalanarak daımıtılmasıyla elde edilen ve içine koku vermek için anason ve damla sakızı katılan içki.

Ne
Şam semâsını yalelle dolduran şarkı
Ne
Zahle’nin üzümünden çekilmiş eski rakı
Felekten özlediğim zevkı verdiler, heyhât
Yahya Kemal

râki’: bk. rükû’.

rakîb: Ar. Rekâbet’ten.

Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalışanlardan her biri. 2. Bekçi. 3. Allah’ın isimlerinden “görüp gözeten, kollayan”. c. rakîbân, rukabâ.

Gördüm rakîb oturmuş ol gül-izâra karşı
Berde’l-acûze dönmüş evvel bahâra karşı

Bizi rakîbe edersin fedâgörünmez misin
Vefâ mısın nesin ey bî-vefâgörünmez misin
Câzim
Hem rakîb ağlar elinden o perînin hem ben
Kâfir ağlar gam-ı aşk ile
Müselmân ağlar
Bağdatlı Ruhi

rakîb-i bed-reg: Kötü huylu rakip.

Bende hamyâze-i âgûş ü rakîb-i bed-reg
Sarılır gerdenine illet-i kulunc gibi
Nâbî

rakîb-i bed-güher: Değersiz rakip.

Diş bilermiş la’line gerçi rakîb-i bed-güher
Taştan artuk nesne dokunmaz velî dendânına
behiştî (artuk: fazla)

rakîb-i bed-lika: Çirkin yüzlü rakip.

Rakîb-i bed-lika: cânâ cihânda bulmamışken yer
Neden ona bu izzet kim seg-i kûyunla yâr ancak
Âhî

rakîb-i bed-nazar: Kötü bakışlı rakip.

Sakın göz değmesin hüsnün gülüne
Rakîb-i bed-nazardan ictinâb et
Selimî, Tâlibî (Sultan II. Selim (Sarı)

rakîb-i dîv: Dev rakibi.

Rakîb-i dîvi âdem mi sanır ki ol perî bilsem
Onun gibi leîme bunca ihsân eyleyip neyler
Şeyhülislam Yahya

rakîb-i dûn: Alçak rakip.

Rakîb-i dûna lutf-ı gamze-i cânâne söylenmez
O bir sırr-ı nihândır zümre-i nâdâna söylenmez

sâlim

rakîb-i ehremen: Şeytan rakip.

Perî-rûdur onu bildim ki bakmaz âdemî-zâda
cân incinmesin dersen rakîb-i ehremenden geç
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

rakîb-i hâr: Diken rakip.

Gül gibi gülmüş açılmışsın rakîb-i hâr ile
Nice feryâd etmesin bu bülbül-i zârın senin
Zâti rakîb-i har-tab’: Eşek tabiatlı rakip.

Kuyunagayrıları çekme rakîb-i har-tab’
Seyl-i eşkimle döner kadd-i dütâ dolâba
Bâkî

rakîb-i hased-keş: Kıskanan rakip.

Bize rakîb-i hased-keş idi bütün âlem
Sana muhabbet ile iştihârımız var idi
Ziyâ Paşa

rakîb-i kâfir: Kâfir rakip.

Ser-i kûyundager gavgâ-yı uşşâk olmasın dersen
Rakîb-i kâfiri öldür ne ceng ü ne cidâl olsun
Bâkî
Dâd elinden ey felek her gün bana cevr eyleyip

rakîb-i kâfire adl ile dâd etmek neden
Adlî (Sultan II. Bayezid)

rakîb-i kec-rev: Eğri büğrü yürüyen rakip.

Fuzulî gayr ile halvet meğer bezm etmiş ol gül-ruh
Rakîb-i kec-revi gördüm bu gün bâri yaman sarhoş
Fuzûlî

rakîb-i kelb: Köpek rakip.

Eğilmesin diye âhım yilinden sakınıp her dem
Rakîb-i kelb ol servin nihâline dayak olmuş
Necati Bey

rakîb-i müfsid: Fesat çıkaran rakip.

Kemâm-ı çeşmine bend eyle tîğ-ı gamzelerin
Rakîb-i müfsidi katle kuşan kuşan güzelim
Hâmî (Hâmî-ı Âmidî)

rakîb-i pür-cefâ: Cefa dolu rakibi.

Iyân oldukça gonca dem-be-dem yanında hâr artar
Bu gül-zârın rakîb-ipür-cefâsı artar eksilmez
Cehdî (Diyarbekirli İbrahim)

rakîb-i rû-siyâh: Siyah yüzlü rakip.

Rakîb-i rû-siyâhın olsa başı miğfer altında
Kerem kıl şehsüvârım onu hurd et şeş-per altında
Ömer Bey
(Hayali’nin oğlu)
Ol rakîb-i rû-siyeh niçin bana rahm eylemez
Kim görürse hâlimi kâfir terahhum gösterir
nizami

rakîb-i seg: Köpek rakip.

Rakîb-i seg uludu âstân-ı yâre varaldan
Tenezzül eylemez âşıklara âlî-cenâb olmuş
Avnî

rakîbân: Rakîb’ler.

Meclis-i ağyâra olmapertev-endâz-ı visâl
Şem’-i ümmîd-i rakîbânı fürûzân eyleme
Nâbî

rukabâ: Rakib’ler.

Rukabâ gâilesinden olamaz âsûde
Yanılır mâil olan dil-berin en ahsenine
Nâbî

rakîb-âsâ: Rakip gibi.

Şikest etşîşe-i nâmûsu ey cân-ı sitem-dîde
Eğer bezm-âşnâ-yı yâr olam dersen rakîb-âsâ
Sâmi (Arpaeminizade Vakanüvis
Mustafa Bey)

râkib: bk. rükûb.

râkid: bk. rükûd.

rakîk, rakîka: bk. rikkat.

rakka: ’: Ar. Rukye’den; büyük ve mahir büyücü.

Senin bu sözlerin
Nuri avâma bir hikâyettir
Alıp çün mâyeli telkînseherde olmadı rakka: ’
Nuri

rakkas, rakkâs: bk. raks.

raks: Ar. Sıçrayıp oynama, dans etme.

Def’ edip sînesini nâle-i pür-sûzunu ney
Raksa girmiş niçe bin âşık-ı şeydâ gördüm
Zâti
Dolsun yine peymâneler olsun tehî hum-hâneler
Raks eylesin mest-âneler mutribler ettikçe nagam
Nef’î
Şöyle lebrîz-i sürûr eyler dil-i pür-cûş kim
Neşvesinden raksa başlar sâgar-ı sahbâgibi
Nedim

rakkâs: 1. Raks edici, oynayıcı, köçek. 2. fiz.

Saatin sarkacı
Giriftâr olmasın keştî-i dil ol şûh-ı rakkâsa
Ki meşk-i lerziş eyler mevcgirdâb-ı sürrîninden
Nâbî
Kimi bezm-i safâ içinde rakkâs
Kimi bahr-i vefâ içinde gavvâs
İbni Kemâl
Rakkâs bu hâlet senin oyunun da mıdır
Âşıklarının günâhı boynunda mıdır
Nedim
Birisi nâz ile olmuş rakkâs
O biri aşkına olmuşgavvâs
Enderunlu Fazıl

rakkâse: Raks etmeyi meslek edinmiş kadın oyuncu.

rakkâse-i şehîr: Şöhretli rakkase.

Rakkâse-i şehîre imiş âfet-i zemân
Etmiş nice muhâlifi raksân o bî-emân
Abdülhak Hâmit

raksân: Raks eden, oynayan, hareket
eden.

Mest iken ol mâh-ı mihr-engîz kim raksân olur
Mâh lerzân mihr ser-gerdân felek hayrân olur
Nazîm (Yahya)
Rakkâse-i şehîre imiş âfet-i zemân
Etmiş nice muhâlif raksân o bî-emân
Abdülhak Hâmit
Almış âgûşuna raksân ediyor ervâhı
Gösterir sîne-i nevvâr-ı Cemâlullah’ı
Kemalzâde Ekrem Bey

raksân: bk. raks.

râm: Far. İtaat eden, boyun eğen. Hak Teâlâ ede ikbâl ü celâlin efzûn
Emrine râm ola dâim felek-i bî-ârâm
Nedim
Görmeden âsâr-ı Nîsânı bahâr elden gider
Güller âhir râm olur ammâ hezâr elden gider
Ziyâ Paşa
Avrat gibi mağlûb-ı hevâ olma er ol er
Nefsin seni râm etmeye, sen nefsini râm et
Ziyâ Paşa
Râm oldu şîrler gibi yavuz nigâhına
Yahya Kemal

ramak: Ar. 1. Nefes alacak kadar vücutta kalan hayat. 2. Pek az şey.

Cism-i menhûs-ı adûda kalmadı cândan ramak
Dinle kıldım iki târihimde zikr-i mâ-sebak
Sürurî
Ramazân: Ar. Hicrî
Kamer ayının dokuzuncu ayı, oruç tutulan
Arabî ayın ismi.

Birbiriyle öpüşür îd olıcak halk-ı cihân
Gâlibâ bozmuş aralarını cû’-ı Ramazân
Nâbî
Pâs-bân verdi kudûmuyla cevâb eyle yine
Ramazân geldi mi eyâ diyerek istifhâm
Nedim
Ramazânım seni kimler getirirdi kâle
Var duâ eyle karındaşın olan
Şevvâl’e

Nasıl “selâmünaleyküm” çıkar bugün dilden
Nasıl demez “Ramazân-ı Şerîf

Türkçe bilen
Kemalzâde Ekrem Bey
Gündüz çıkarır zevkini rindân
Ramazân’ın
İftâr safâsın dahi ehl-i şikem eyler
Neşât râmî: Ar. Remy’den; atan, atıcı (ok, mermi).

Çekişti yâ kaşın kurbânı olurken kemân-keşler
Nişân-ı tîr-i gamzen olmağa atıştı râmîler
Enverî

râmiş: Far. 1. Dinlenme, istirahat. 2. Eğlence, mutluluk.

râmiş-ger: Çalgıcı, saz çalan.

Gûne gûne vasf-ı zâtında terennüm-rîz olup
Bezm-i nazmın böyle âgâz eylesin râmiş-geri
Nazîm (Yahya)

râmiş-ger-i takdîr: Takdir edilen çalgıcı.

Makâm-ı râhatü’l-ervâhtan râmiş-ger-i takdîr
Harîm-i bezm-i dilde bir garîb âhenggöstermiş
leskofçalı Galip

rân: Far. anat.

Oyluk.

Ola dâyim semend-i baht u devlet zîr-i rânında
Vere sıhhatle hem lutf-ı Hudâ ömr-i bilâ-gâye
Nef’î

rân: Far. “Süren, sürücü, hükmeden” anlamlarıyla birleşik kelimeler yapar.

At üzre geçtiğin göricek leşker-i guzât
feres-rân: At sürücüsü.

Dahi tab’ımgibi birşeh-süvâr-ı âlem-i ma’nâ
Feres-rân olmamıştır sâha-i kevn ü mekân üzre
Ziya Paşa
kâm-rân: Mesut, bahtiyar, emel süren.

Cihânı lûtf u mürüvvetle kâm-rân ettin
Cihânda kâm alasın ber-sebîl-i istimrâr
Nedim
Cefâ-yı dost gerektir vefâ değil hâcet
Gedâ-yı yâr olanaşâh-ı kâm-rân kim olur
Şeyhi
meges-rân: Yelpaze.

Oldu nazmım şehdine ervâh-ı kudsîler meger
Şeh-perin ona meges-rân etti
Cibrîl-ı Emîn
Hayâlî Bey

ra’nâ: Ar. Ra’n’dan; 1. Güzel, latif, hoş görünen. 2. mec. Bön, sünepe, salkık ve herkese işve eden kadına ıtlak olunur.

Tarz u tavrın nice ta’rîf edeyim onun da
Görmedim bunculayın dil-ber-işûh u ra’nâ
Nef’î
Cenneti görmüş bir âdem var ise gelsin desin
Tarhı onun dahi böyle dil-keş ü ra’nâ mıdır
Nef’î
Seni
Yûsuf’la güzellikte sorarlarsa bana
Yûsuf’u görmedim ammâ seni ra’nâ bilirim
Bâkî
Boydan hoş, renkten pâkîzedir nâzik tenin
Beslemiş koynunda gûyâ kimgül-i ra’nâ seni
Nedim

râs: Far. Yol, tarik. râs-ı nîl-gûnMavi renkli yol.

Bu lu’bet-gâhda ey Na’ilî bilmektedir hikmet
Ne zîr-i hırkadandır heft râs-ı nîl-gûn peydâ
Nâilî

rasad: Ar. 1. Gözetme, bekleme, pusu kurma. 2. ast.

Gözleme, rasat aleti ile ölçme. c. rasadât.

Kevkeb-i âlîsin idrâk eylemez erbâb-ı fen
Etseler vaz’-ı rasad tâ tarh-ı Hâmân üstüne
Nedim

rasad-hâne: Gözlem evi.

rasad-hâne-i dünyâ: Dünya rasathanesi. rasad-hâne-i dünyâ, o
Semerkand bile.

Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle
Ay tutulmuş.

“Kovalım şeytânı kalkın” diyerek
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek
Mehmet Akif

rasad-nişîn: Gözetleme yerinde oturan. rasad-nişîn-i makâm-ı himâyet: Koruma
makamının gözetleme yerinde oturan.

Olsun rasad-nişîn-i makâm-ı himâyeti
Avn-ı Hudâ vücûd-ı meâlî-nisâbının
Nâbî

râsıd: Rasad’dan, rasad edici, dikkatle gözleyici, gözleyen. c. râsıdîn, râsıdân.

râsıdân: Râsıd’lar, gözleyenler.

Râsıdân fark edemezler irtifâ-yı kevkebin
Kılsalar birkaç rasad bünyâd-ı Uluğ
Mîrzâ gibi
Nedim

rassâd: Rasad edici, yıldızların hareketini gözetleyici.

rassâd-ı mâh: Ayı gözetleyen.

Kimi sayyâd-ı mâhîdir kimi rassâd-ı mâh olmuş

rasaf, rasafe: Ar. 1. Döşenmiş kaldırım. 2. Kaldırım taşları. c. rasafât.

Kılıp mahfuzu
Bârî gevher-i zât-ı kerem-kârın
Murassa’ efser-i ikbâlin olsun mâye-i rasîfi
Nedim

rasâs: Ar. Rass’(vernikleme)’den; 1. Kurşun. 2. Kalay.

Başım değil görünen kim gözüm gümüşlerini
Hayâl-i âteş-i haddin eritti sanki rasâs
Behiştî

râsıd: bk. rasad.

rasîf: Ar. Rasef’ten; 1. Dayanıklı, sağlam 2. Taş temel, bina.

Kılıp mahfuz bâr-ıgevher-i zât kerem-kârın
Murassa’ efser-i ikbâlin olsun mâye-i rasîfi
Nedim

râsihîn: Ar. Râsih’ler; 1. Temeli kuvvetli olanlar. 2. Din bilgisi çok geniş olanlar.

Bir nağme ki: Rûhtur, ledündür
Kur’ân gibi râsihîn içindir
Mehmet Akif

rasîn, rasîne: Ar. Rasânet’ten; sağlam, dayanıklı.

rasîn-i ömr: Ömür dayanıklığı.

Ric’at ederdiye’s ile emvdc-ı intikâd
Seng-i rasîn-i ömrüne oldukça cebhe-zen
cenap Şahabeddin râst: Far. 1. Doğru. 2. Sağ. 3. Gerçek. 4. Uygunluk. 5. Türk müziğinin en eski makamlarından biri. c. râstân.

Kendüzün has bigi salmayan yaşı ırmağına
Râstiyüz sürmez ol serv-kadin ayağına
Âhi
Râst geldipeyk-i endîşem bugarrd matla’a
Çarh-ı çârımdan öte, arş-ı muallâdan beri
Nedim
Nahl-i nâzım bilemem doğrusunu hangisi râst
Serve benzetti
Acem kaddini urbânı bâna
Sürurî

râst-bîn: Her şeyin hak ve doğrusunu görüp fark eden.

Görmez misâl-i kametin çeşm-i râst-bîn
Ahvel baka meğer ki görenler nazîr ona
Bâkî

râst-gûyân: Doğru söyleyenler.

Gönüldür sıdk-ı daââ-yı hulûsaşâhid-i âdil
Miyân-ı râst-gûyân-ı muhabbette yemîn olmaz
Tâlib (Bursalı Mehmet)

râst-güftâr: Doğru söz.

Hemîşe bâr-ı hâtırdır nasîbi râst-güftârın
Zebânından değil mi çektiği bî-hûde kantârın
İshak (Ebu İshak Efendi
zâde Şeyhülislam. Efendi)

râst-kîş: Doğru din.

Cihânda kec-menişten râst-kîşin renci efzûndur
Bu menzil-gehde tîrin çektiği cevri kemân çekmez
Âsım (Bursalı Seyyid
Mustafa Çelebi)

râstî: Doğruluk, gerçeklik.

İstivânın hattı
Kâ’be üzredir demiş hakîm
Râstîdir yâr üzre hatt-ı istivâdır perçemi
Hamdullah Hamdi

ra’şân: bk. ra’şe.

ra’şe: Ar. Ra’ş’ten; titreme.

Ra’şe tutsa ne ola endâm-ı dil-i mahzûnu
Şâhid-i meyde yine gördü libâs-ı hûnu
Nâbî
Piyâle tutmağa yok elde
Nâilî
kudret
Elimde ra’şe, derûnumda ıztırâbım var
Nâilî
Gece bakmazdı benât-ı na’şe
Cünbüş-ı Zühreğe derdi «‘fe
Sünbülzade Vehbi
Zemîne ra’şe verirken neşâid-i melekût
Ne manzaraydı
İlâhî o makber-i mebhût
Mehmet Akif
Doğmuştu kamer, şimdi, uzaklardaki mağmûm
Dağlardan; açık ra’şeler elvâha dağılmış
Ahmet Hâşim

ra’şe-i ziyâ’
Işık titremesi.

Zalâm-ı leylede mer’îdi râh-ı zer-kârı
Ve oldu her şeye bir ra’şe-i ziyâ sârî
Ahmet Hâşim

ra’şe-âver: Titretici.

Vücûd-ı ra’şe-âverinden kopup düşen zerrât
Verir peyâm-ı hazîn bir dem-i mukarrerden
Tevfik Fikret

ra’şe-dâr: Titrek.

Evet, her şey uyur, ey leyl-i mes’ûd
Fakat ben bir ziyâ-yı ra’şe-dârın
Enîs-i hüznü, bî-ârâm ü bî-sûd
Tevfik Fikret
Aşk-ı cihânı bu dil-i nâlâna verdiler
Bir ra’şe-dâr ele dolu peymâne verdiler
Benlekçi
İzzet Bey

ra’şe-nâk: Titrek.

Geliyor dest-i ra’şe-nâkinden
Dökülür sâye pâre-i lerzân
Kemalzâde Ekrem Bey

ra’şe-nümâ: Titreme gösteren.

Mütefekkirem o zemân bir nihâle benzer ki
Alîl ü ra’şe-nümâ şah-sâr-ı bî-bergi
Tevfik Fikret
Nedir semâda kamer, yerde nûr-ı ra’şe-nümâ
Ukûs-ı berkın ulurken, enîn ü girye nedir
ahmet Hâşim

ra’şân: Ra’şe’den; titrek, titreme, titreyiş.

Etmekte zikr-ı Hallâk-ı dâim
Etmekte ra’şân ra’şân ibâdet
Tevfik Fikret

raşha: bk. reşha.

ratb: Ar. 1. Taze, yeşil, yaş. 2. Yumuşak, mülâyim.

ratbü’l-lisân: Nezaket ve mülayemet ifade eden söz söyleyen
Tâb-ıgamdanşu’le-i sûzân olur ağzımda dil
Olmasa medhinleger sûsen gibi ratbü’l-lisân
Neti
Hemîşe hâmemi ratbü’l-lisân-ı naP eyle
Zülâl-i feyz-i amîmimle ey Hudâ-yı
Vdûd
Sâmi ratb ü yâbis: Yaş ve kuru. mec. yanlış doğru ağza gelen söz.

Ratb ü yâbis sühanı ser-tâ-pâ
Birinin aslını bilmez ammâ
Nâbî

ratîb: Yumuşak.

Uzakta bir mütereddid ziyâ-yı bî-ma’nâ
Yolun lika-yı ratîbinde, muhteriz, dolaşır
Tevfik Fikret

râtib: Ar. Reteb’den; sıralandırıcı, tertip eden, sıraya koyan.

Meczûb-ı şevk-i vaslî olup
Râtıb ol mehin
Ki cezr ü geh medd eder etmez karâr mevc

râtib (Bey)

râtibe: 1. Maaş. 2. Tayin, vazife.

râtibe-i kût-ı cân: Can yiyeceğini ortaya
koyma.

Bir kez zih-ı kemânın öpen tîr-i mürde-dil
Tâ haşr vahşe râtibe-i kût-ı cân verir
Nedim

ratîb: bk. ratb.

râtibe: bk. râtib.

ratl, rıtl: bk. rıtl

raûf: Ar. Re’fet’ten; Çok esirgeyen, çok merhamet eden (Allah’ın isimlerindendir)
Hem münâdî vü nidâyım hem atûfum hem raûf
Hem kulum hem kulların
Rezzâk’ı vü gayyûruyum
nesimi

râvend: Far. Kökleri ve sapları ilaç olarak kullanılan karabuğdaygillerden bir ot ismi.

râvend-i Çîn: Çin râvendi.

Eğer verse rencûra râvend-ı Çîn
Olur inkıbâz mizâca muîn
Keçecizade İzzet Molla

râvî: bk. rivâyet.

ravza: Ar. Sulu, su yatağı olan yer, çemenlik, bahçe. c. riyâz.

Ravza-i hâk-i derin bâğ değil cennettir
Kim ki cennet diler ol ravzada me’vâ eyler
Fuzûlî
İçsem aceb mi ravzada tanbûr ilen meyi
Her târı bana mûy-miyânımdan oy verir
Hayâlî Bey
Gerer beyâz kuğular nâzenîn boyunlarını
Füsûn-ı nevm ile görmez bu âteşîn ravza
Yahya Kemal
Gönlümün sen âteş-i sûzânı ol gel bir kere
Cennetin bitmez tükenmez ânı ol gel bir kere
Gözlerim görmez inan senden güzel bir yâri hiç
Lutfedip şol ravzanın yârânı ol gel bir kere
Şeref Yılmaz

ravza-i anber-sirişt: Amber kokulu bahçe.

Nedir ol ravza-i anber-sirişt dil-keş ü hurrem
Ki süst eyler dimâğ-ı rûzigârı bûy-ı ezhârı
Nefi ravza-i cennet: Cennet bahçesi.

Ravza-i cennet cemâlin gül-şeninden bir varak
Ateş-i dûzah frâkın sûzişinden bir lehîb
Nizami ravza-i gül-bû: Gül kokulu bahçe.

Şemsimi ravza-igül-bûyuna tesâdüf için
Gezer nesîm-i seher şevk ile diyâr diyâr
Ziyâ Paşa

ravza-i gül-zâr: Gül bahçesinin yeşilliği.

Şâhsâr servine mürgân-ı kudsî andelîb
Ravza-i gül-zârını rıdvân-ı cennet bâğbân
Üsküdarlı Hakkı Bey

ravza-i frdevs-i Berin: En yüce cennet bahçesi.

Döndü sahn-ı çemene ravza-i frdevs-ı Berin
Sâye-bânlar kurulup çetr-i hümâyûnlar ile
Şeyh Galip

ravza-i hâk-i der: Taze topraklı bahçe.

Ravza-i hâk-i derin bâğ değil cennettir
Kim ki cennet diler ol ravzada me’vâ eyler
Fuzûlî

ravza-i ışk: Aşk bahçesi.

Ravza-i ışkında cân mürgini ta’lîm etmeğe
Bu dokuz çarhı ona kıldın müşebbek bir kafes
Âhi ravza-i kûy: Sevgilinin cennete dönen yeri.

Ravza-i kûyuna her dem durmayıp eyler güzâr
Aşık olmuşgâlibâ ol serv-i hoş-reftâra su
Fuzûlî

ravza-i Rıdvân: Cennet.

Görse ârâyiş ezhâr ile âdem bâğın
Terk-i fikr-i heves ravza-ı Rıdvân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)

ravza-pervâ: Bahçe alakası.

Götürdü zevk-ı vaslın hâtırımdan ravza-pervâsın
Sözün kevser münevver meclisin
Huld-ı Berîn’imdir
Fuzûlî

riyâz: Ravza’lar, çemenlik, yeşillik yerler.

Ya ol vâlâ-ilm kim kâmet-i dil-cûsu olmuştur
Riyâz-ı cennetingûyâ ki bir serv-i hırâmânî
Nedim
Dedim ey gül-bün-i riyâz-ı edeb
Ne hevâdır bu ıztırâba sebeb
Vâhid
Bir nefha vezân olsa riyâz kereminden
Mâtem-kede-i dûzahı bâğ-ı İrem eyler
Yenişehirli Avni

riyâz-ı bezm-i ihvân: Dostlar meclisinin bahçeleri.

Derûn-ı dilde ey cân dâğ-ı firkat lâle-zâr açmış
Unut
Es’ad gibi sen de riyâz-ı bezm-i ihvânı
Esad Erbilî

riyâz-ı cennet: Cennet bahçeleri.

Övmesin vâiz âşıklara riyâz-ı cenneti
Bâğ-ı hurrem olmaz ehl-i aşka dîdârıngibi
Bâkî

riyâz-ı cinân: Cennet bahçeleri.

Bîrun eder dilinden o dem bîm-i dûzahı
Meydân-ı Mahşer ona riyâz-ı cinân olur
Nef’î

riyâz-ı dil: Gönül bahçeleri.

Diktim riyâz-ı dilde mahabbet nihâlini
Şâyed ki bir zemânda nasîb ola biryemek
Behiştî

riyâz-ı hayret: Hayret bahçeleri.

Riyâz-ı hayreti sîr-âb-ı feyz eder
Gâlib
Akınca su gibi mevc-i terâne-i tanbûr
Şeyh Galip

riyâz-ı ihtiyâc-ı mümkinât: Olabilecek ihtiyaç bahçeleri.

Edip dolâb-ı istiğnâyıgerdân-cû-yi cûd üzre
Riyâz-ı ihtiyâc-ı mümkinâtı eylemiş irvâ
Nâbî

riyâz-ı ma’rifet: Marifet bahçeleri.

Mukaddemâ çîre-destân çîde etmiş puhte esmârın
Mezâmînin riyâz-ı ma’rifette hamı kalmıştır
Hersekli Arif Hikmet

riyâz-ı ömr: Ömür bahçeleri.

Şarâb-ı nâb zevkinden ne hâsıl çün değil bâkî
Riyâz-ı ömre bin kez su verip kuruttun dut
Fuzûlî

riyâz-ı reng-i cemâl: Güzel renk bahçeleri.

Riyâz-ı reng-i cemâle gider bu hûn-ı sirişk
O râhtan ki geçip bûy-ı gül gül-âba gelir

şeyh Galip

rây: Far. Arapçası “re’y” dir.

Nazımda “râ” şeklinde de kullanılır.

Rey, oy; fikir. 2. Hind hükümdarı, raca. 3. Sancak, bayrak. c. râyât.

Hindûların hatâsını çîn etti kaşların
Tahsîn ler etti berhemen ol fikr ü râyınan
Şeyhi rây-ı âlem-efrûz: Âleme ışık saçma fikri.

Nûru rây-ı âlem-efrûzundan etse iktibâs
Mâha ermezdi husûf olurdu her ahter güneş
Lamiî Çelebi

rây-ı ebrû: Kaşın sancağı.

Gönülde kim ki yer açmazsa rây-ı ebrûna
Ola bu dâr-ı fenâda şükûfe-i çengâl
Behiştî

rây-ı Hind’
Hint’in reyi.

Nâvek-iperrânın olsa ne ola sırr-ı kerem-şitâb
Nâme birdir rây-ı Hind’in sîne-i uryânına
Nedim

rây-ı münafık: Münafıkın fikri.

Çok kana girer gamzen uyup kavl-i rakîbe
Gammâze muvâfik görünür rây-ı münâfik
Nizamî

rây-ı şeş-cihât: Altı tarafın reyi.

Vüs’at-ı eyvânın bu’du vü rây-ı şeş-cihât
Füshat-ı meydânın serhaddi hadd-i lâ-mekân
Nev’î

râyât: Bayraklar, sancaklar.

Râyâtının alemleri üstünde uçmağa
Sîmürg-ı feth hem-çü nesîm-i seher gelir
Yahya Kemal

râyât-ı dîn ü devlet: Din ve devletin sancakları.

Hak ser-efrâz eylesin râyât-ı dîn ü devletin
Kanda azm eylerse olsun feth ü nusret reh-beri
Nef’î

râyât-ı izz ü devlet: İzz ü devlet bayrakları.

Râyât-ı izz ü devlet râyında oldu âlî
Ayât-ı feth ü nusret şânında oldu nâzil
Nizamî

râyet: Ar. Sancak. c. râyât.

Hüsnünü cerr için dolanır dehri nüh-felek
Mâhın elinde râyet ü mihrin çerâgı var
Lamiî Çelebi
Râyete meyl ederiz kâmet-i dil-cû yerine
Tûğa dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine
Gazi Giray
Düşmez yed-ı Mevlâ’da duran râyetimizdir
Her fecr-i müebbedtir ki doğar her dağımızdan
Midhat Cemal Kuntay

râyet-i azm: Gayret sancağı.

Sâye-i bezmin celâl-i câhın âsâyiş-gehi
Râyet-i azmin hümâ-yı devletin bâl ü peri
Nedim

râyet-i gussa: Keder, sıkıntı bayrağı.

Râyet-i gussa nigûn zevk u safâ rûz-efzûn
Çerh-i dûn mihr-nümûn devr-i felek kâm-revâ
Nâbî

râyet-i meh-peyker: Ay yüzlünün sancağı.

Çarha fer ü tâb salsın râyet-i meh-peykerin
Mihr ü mehten bâc-gâh olsun nigînin hançerin
Nedim

râyet-i sancak: Sancağı çözme, açma.

Râyet-i sancağını çöz ki ol küfr ehli kamu
Şol hirdsdn olan şdh-ı Horâsân-şekil
Hayah Bey

râyet-keş: Sancak çeken. râyet-keş-i adâlet ü insaf’
İnsaf ve adalet sancağını çeken.

Râyet-keş-i addlet ü insâf kahrede
Dahhâk-i zulmü
Gâve-i âhen-gerângibi
Nâilî

râyât: Sancaklar.

Hak ser-efrâz eylesin rdydt-ı dîn ü devleti
Kanda azm eylerse olsun feth ü nusret reh-beri
Nef’î
Râh-ı ma’şûk açılıp buldu cemâl-ı Yezddn
Mahrem-i perde vü rdydt aleyhi’s-salavât
Âdile Sultan
Semâ-peymâ iken râyâtımız tuttun zelîl ettin
Mefdhir bekleyen dbdddn evlâdı hacil ettin
Mehmet Akif

râygân, râyegân: Far. 1. Bedava, parasız, karşılığı verilmeksizin elde edilen şey. 2. Pek çok, çok fazla.

Sen böyle nâz ü şîve satınca gedâlara
Narh-ı metâ’-ı derd ü belâ râygân olur
Nef’î
Ko kafes nağmesini nağme-i pey-der-peye gel
Râyegân dinleyelim bülbül-ı İstinye’yegel
Şeyhülislam Yahya
Aceb bir mahşer-âşûbdur bismil-geh-i cânân
Şefâat-i râygân olmuş şefâat-hâh-ı nâ-peydâ
Leskofçalı Galip
Etmez felek safâyı dil-i zâra râyegân
İhsân eder fakat elem ü mihnet istesem
Halil
Nihat Bey

râyic, râic: Ar. Revâc’tan; revaçta olan, sürümü olan.

Nakd-i sühanım râyic olursa ne ola
Nâbî
Hîç kâlıb-i fersûdeye mesbûk değildir
Nâbî
Nedir ol çâr-sû-yı pür-enver
Anda râyic metâ’-ı fazl ü hüner
Nedim
Nakdîne-i irfânını râyic sanma
Bâzâr-ı hakîkatte onun hepsi züyûf
Ferit Kam râyiha: Ar. Râ’iha’dan; koku. aslı “râiha”dır. c. revâyih.

Cân râh-ı mahabbette bir bûy-ı safâ aldı
Ol râyihadan buldum ben hâne-i hammârı
Şeyhülislam Yahya
Hayâtı râyiha sihriyle sindiren toprak
Bugün ne semtine baksam, çiçek, çimen, toprak
Yahya Kemal
İstemem artık ışık, râhiya, renk âlemini
Koklamam yosma karanfille güzel yâsemini
Yahya Kemal

râyiha-i aşk u heves: Aşk ve heves kokusu.

Bir râyiha-i aşk u hevestir bu menâzır
Her bir ağacın sanki hevâyî seri vardır
Abdülhak Hâmit

râyiha-i bâde-i elest: Elest şarabının kokusu.

Kimdir sana “beli” demeyen ey
Behiştî
kim
Var sözlerinde rdyiha-i bâde-ı Elest
Behiştî

râyiha-i ûd: Öd kokusu.

Biz o germ-âbe-i ma’mûre-i ahlâkız kim
Haymeye râyiha-i ûd verir külhânımız
Nâbî

revâyih: Râyiha’lar, güzel kokular.

Kuşlarla, çiçeklerle, ipeklerle yaşarsın
Elvân ü revâyih
Kût-ı hevesindir
Tevfık Fikret râz: Far. Gizli şey, gizlenilen husus, sır.

Dedi ki âh suâl etme râz-ı pinhânım
Dil-fgârıma zahm urma sen de diğer-bâr
Nedim
Yâre isterdim nihânî râzım ibrâz eylemek
Derd ü gamdan çıktı cânım çıkmadı râz-ı nihân
Kâzım Paşa
Ey Hudâ-yı kâr-sâz u bî-niyâz
Âşikârâdır sana her gizli râz
Ubeydî

râz-ı aşk: Aşk sırrı.

Râz-ı aşkı şöyle pinhân et derûn-ı sînede
Dil haber-dâr olmasın rûh-ı revânın duymasın

riyazi

râz-ı derûn: İç sır.

Tâ olmayıcak râz-ı derûnum mantûk
Ahvâl-i perîşânımı bilmez mahlûk
Nahifi

râz-ı dil: Gönül sırrı.

Anladım âyinenin râz-ı dilinden bunu kim
Tıyneti sâf olanın ehl-i nazar yâveridir
Nâbî

râz-ı hüsn: Güzellik sırrı.

İ’timâd etme ki gönlüm râz-ı hüsnün saklaya
Şem’ipinhân eylemek yoktur derûnunda zücâc
behiştî

râz-ı ışk: Aşk sırrı.

Râz-ı ışkın saklarım elden nihân ey serv-i nâz
Gitse başım şem’ teg mümkin değil ifşâ-yı râz
Fuzûlî
Râz-ı ışkı saklasın dîdâr-ı ferdâ isteyen
Kûy-ı yârı beklesin frdevs-i a’lâ isteyen
Usulî (Yenice Vardarlı)

râz-ı leb: Dudağın sırrı.

Râz-ı lebini mest gözünden sorar gönül
Nâziklik ile ağzını arar haber çeker
Necati Bey

râz-ı mir’ât: Aynanın sırrı.

Ârif-i esrâr-ı hikmet kim desem şâyestedir
Râz-ı mir’ât dil-i âlem-i nihân olmaz bana
Ziyâ Paşa

râz-ı mübhem: Belirsiz sır.

Ervâhın inbisâtını eşbâh eder ayân
Seyr et bu râz-ı mübhemi hengâm-ı hâbda
Hersekli Arif Hikmet

râz-ı nihân: Gizli sır.

Yâre isterdim nihânî râzım ibrâz eylemek
Derd ü gamdan çıktı cânım çıkmadı râz-ı nihân
Kâzım Paşa

râz-ı pinhân: Gizli sır.

Verd-i gül-zâra dokunmaktan sabânın kasdı var
Andelîb-i bî-nevânın râz-ı pinhânın arar
Nâbî

râz-ı tevhîd: Tevhidin sırrı.

Râz-ı tevhîdi bular ger açmayalar âleme
Vahdet-ı Hak cümle halktan ser-te-ser mestûr olur
Gaybî
(bular: bunlar)

râz-âgâh: Saklı olan şeyi bilen.

râz-âgâh-ı neşve-i nâz: Naz neşesinin sırrını bilen.

Dersin ki olmasın râz-âgâh-ı neşve-i nâz
Cibril’e çeşm-i mestin mahmûr-ı hâb göster
Nâıâ

râz-âşinâ: Sırrı bilen, öğrenen. râz-âşinâ-yı mes’ele-i mübhem: Bilinmeyen meselinin sırrını bilen.

Onlar ki kıldı bahis dehânınla güft-gû
Râz-âşinâ-yı mes’ele-i mübhem oldular
NâA

râz-dân: Sırra ortak, dost.

Ey şâir-i râz-dân-ı mülhem
Ben râzına olsam da mahrem
Mehmet Akif

râz-dâr: Sır tutan.

Râz-dâr-ı sine-i uşşâk olur muydum eğer
Dağ-veş hem kan yudup hem penbe der-gûş olmasam
Nâbî

râz-daş: Sır arkadaşı. (Far.

T.)
Ne havf edersin ey dil sırr-ı aşkın inkişâfından
Benim ol gamze gibi mu’temed bir râz-daşım var
Nedim

razı: bk. rızâ’

reaya: Ar. Raiyye ve raiyyet’in çokluğu.

Bir hükümdarın idaresi altında bulunan ve vergi veren halk. 2. Bütün halk. 3. Hristiyan teb’ası.

Ahâlî izz ü devlette reâyâ emn ü râhatta
Hüner erbâbı rif’atte cihân-ı yek-pâre nûrânî
Nâbî
Mâlikin fi’lini görmez memlûk
Bilmez ahvâl-i reâyâyı mülûk
Nâbî
Ahâlî izz ü devlette reâyâ emn ü râhatta
Hüner erbâbı rif’atte cihânyek-pâre nûrânî
Nedim

rebab, rebabe: Ar. müz. Bir çeşit kemençe.

Kemâne döndü kaddim târa benzer zaftan cismim
Aceb mi nâle kılsam bezm-i aşkında rebâb âsâ
Nef’î
Peyâm-ı îd verip nev-bahâra bülbüller
Nevâsı oldu hem-âheng-i nây u çeng ü rebâb
Esrar Dede
Ney ü santûr u rebâb u deff ü tanbûr ile çenk
Nağme-i bülbül ü kumruya olup hem-âheng
Nedim

rebab-asa: Rebap gibi.

Kemençe şekline girdim elinde mutrib-i aşkın
Keşâkeşten halâs olmaz dahi sînem rebâb-âsâ
Bâkî

rebî’: Ar. Bahar.

Adâlet edenpâdişâh-ışeft’
Olur âleme sanki fasl-ı rebî’
Onunla güler açılır kâinât
Safâ-bahş ü ma’mûr olur her cihât
Şeyhülislam Yahya
Yok gerçi küşâyiş-i rebî’i
Söyletmede cûşiş-i tabîî
Muallim Naci

reca’: Ar. 1. Ümit, umma. 2. Yalvarma.

Dilek, istek.

Ne dünyâdan safâ bulduk, ne ehlinden recâmız var
Ne der-gâh-ı Hudâ’dan mâadâ bir ilticâmız var
Nef’î
Demen o hâtem-i nâza recâ ne lâzımdır
Avâtıf-ı küremâya bahâne lâzımdır
Seyyit Vehbî
Vüfûr-ı himmetle nâmı âlemde olup meşhûr
Dürr-i vâlâsı dâim melce-i ehl-i recâ oldu
Nedim
Ümîd-i câh ile arz-ı recâ nedir bilmem
Hazîn isem de yine iştikâ nedir bilmem
Hersekli Arif Hikmet

reca-yı muvafakat: Uygun istek.

Ettikçe tâlidmle recâ-yı muvâfakat
Her va’de-i dürûguna bin yıl zemân verir
Nef’î

reca-yı vasi: Kavuşma ümidi.

Ne beyân-ı hâle cür’et ne figâna tâkatim var
Ne recâ-yı vasla gayret ne firâka kudretim var
enderunlu Vâsıf

receb: Ar. 1. Gösterişli, heybetli, azametli. 2. Arabî ayların yedincisi ve kutsal sayılan üç ayların ilki.

And içeyim ki ağzıma mey adın almayam
Çün kim şarâb içenlere eyler cezâ
Receb
Enverî

recm: Ar. 1. Taşa tutmak, taşlamak, taşlanmak. 2. Birine atılan taş. c. rücûm.

Hevâdan dâne-i hâven ser-i a’dâya düştükçe
Gören cünd-i melâik recm eder zannetti şeytânı
Enderunlu Vâsıf
Al-ı Resûl’e
Hamdî ihânet edenleri
Recm eyle seng-i la’netin ile
Hudâ-y-için
Hamdullah Hamdi
Hiddetini bilse cezâsı ne cezâ
Olur
İblîs gibi recme sezâ
Sünbülzade Vehbi

rücûm: 1. Taşlamalar, taşa tutmalar.

Akan yıldızlar.

İstirâk-ı sem’a kıldıkça hücûm
Onları def’ eyledi gökten rücûm
Ubeydî

recîm, racîm: 1. Taşlanmış. 2. La’netlenmiş (şeytan)
Zâhidâ yanına gelmez idi şeytân-ı racîm
Kendi nefsimde nihân olmasa şeytân dediğin
Yenişehirli Avni

recül: Ar. 1. Ergin, yetişmiş erkek. 2. Becerikli, ehil, elinden iş gelen. c. ricai.

İşin recülleri kimlerse çıksın orta yere
Ne var, ne yok, bilelim, hîç değilse, bir kerre
Mehmet Akif

ricâl: 1. Recül’ler, erkekler. 2. İleri gelenler.

Afv etmeğe kadınlan mahkûmdur ricdl
Onlarsa da eden bizi bî-hdb u bî-mecdl
Abdülhak Hâmit

ricâl-i aklâm: Kalem sahipleri.

Vasfını gülün zer-endûd ile tâk-ı çarha
Böyle tahrîr eder şimdi ricâl-i aklâm
Hâzık

ricâl-i devlet: Devletin ileri gelenleri.

Devlet ricâli râhatı hîç bilmemektedir
Râhat-ı ricâl-i devleti hîç bilmemektedir
Vâhid (Mehmet. Çelebi)

ricâlu’llah: Allah adamları, evliyaullah.

Nazar eden kişi bismi’llaha
Benzetir ceyş-i ricâlullaha
Hakanî
Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile
Ehl-i küfrü ser-te-ser kahr eylemektir niyyetim
Avnî

recüliyyet: Erkek olma, erkeklik.

Evvelki meydân-ı recüliyyette bayrak bend olur
Nedim

redâat: Ar. Süt emme.

Akrebin sokması sanmam sana kînindendir
Bu redâat hep onun tab’-ı mühînindendir

redd: Ar. 1. Geri döndürme, kabul etmeme. 2. İnkâr etme.

Bin bin selâm şol sanem-i bî-vefâya kim
Redd elleri ile attığı taş merhabâlanır
Necati Bey
Beni reddetme bâb-ı devletinden
Dahîlin ya Resûlallah dahîlin
Enderunlu Vâsıf
Eb ü cedd-ile tefâhür eden ebced-hânın
Ehil olan redd ü kabûlüne verir mi ahkâm
Nef’î

redd-i cevâb: Cevabı almama.

Tab’-ı ademde olup havsala-i isti’dâd
Olmasa ma’nî-i “lâ-yüs’el” ile redd-i cevâb
Esrar Dede
(lâ-yüs’el: Allah yaptığından sorumlu olmaz.

Enbiyaş23)

redd-i selâm: Selamı almama.

Hani kendi kulluğum diye perestişler eden
Eylemez yolda dûçâr olsa dahi redd-i selâm
Nâbî

redif, redîf: Ar. 1. Birinin ardından gelen. 2. Hayvanda birinin arkasına binen. 3. ed. Her beyitin sonunda kafiyeden sonra tekrarlanan kelime.

“Merhabâ ey kân-ı irfân merhabâ
Merhaba ey cân-ı cânân merhabâ” beyitinde, sondaki “merhabâ’lar.

Fesâdgüne mukârin adem-i vücûda redîf
Cihânyok olmada mânend-işem’ var olalı
Hâmî (Hâmi-ı Âmidi)
Okumak bahsini geç.

Çünkü o defter kapalı
Bir redîf zâbiti mektepleri debboy yapalı
Mehmet Akif

ref: Ar. 1. Yukarı kaldırma, kaldırılma, yüceltme. 2. Lağv etme, ortadan kaldırma.

Ref’ edince mâsivâyı nûr-ı Hak eyler zuhûr
Maksad ancak kalbe böyle incilâ vermektedir
Selîmî (Yavuz Sultan Selim)
Onu ref’ eylemekte niyyet-ipâk-ı hümâyunu
Hemân ancak
Resûl-ı Ekrem’e ikrâm u hürmettir
Nedim
Dest-gîr olmak kerîmin şânıdır üftâdeye
Ref’ eder bir şeb-nem-i nâ-çîzi yerden âftâb
Said Paşa (Diyarbekirli)

ref’-i hicâb: Utanmayı kaldırma.

Sen de bir vakt ola nûş-ı mey-i nâb eyleyesin
Gülesin açılasın ref’-i hicâb eyleyesin
Nedim

ref’-i nikâb: Örtüyü kaldırma.

Dost âlem-i âb etti nûş-ı mey-i nâb etti
Hem ref’-i nikâb etti açıldıgül-i ümmîd
Esrar Dede
Alemi taltîf için sen eylesen ref’-i nikâb
Nûra müstağrak olur cümle cihân ey âftâb
Cenap Şahabeddin ref’-i taayyün: Görünürlüğü ortadan kaldırma.

Ettik o kadar ref’-i taayyün ki
Neşâtî
Ayîne-ipür-tâb-ı mücellâda nihânız
Neşati

refî’: Yüksek, âli, yüce.

Hâkdir refîin ile etse iktihâl
Çeşmân-ı mûra şa’şaa-ı Ferkadân verir
Nedim
Ey sadr-ı kerem-kâr ki der-gâh-ı refi’in
Erbâb-ı dile kıble-i ümmîd revâdır
Nedim
Görmemiştir çeşm-i âlim böyle eyvân-ı refi’
Hulk u îcâd olalı ziynet-serây “kün fe-kân”
Üsküdarlı Hakkı Bey

refPü’ş-şân: Şanı yüce.

Ulüvv-i kadr ile tuğra-sıfat müdâm olsun
Bülend-mertebe vâlâ-mahal refiü’-ş-şân
Cinânî refâh, refâhet, refâhiyet: Ar. Refh’ten; bolluk, rahatlık, varlık ve huzur içinde olma.

Dükkân-ı himmetim der-beste-i kufl-i tevekküldür
Refâhiyetle ayş ü işretim kârımdan efzûndur
Nâbî

re’fet: Ar. Acıma, merhamet etme, esirgeme.

Ey çâr-yâr-i kâmilin ayân-ı milk-i dîn
Erbâb-ı sıdk u ma’dilet ü refet ü hayâ
Fuzûlî
Zıll-ı refettir duhân-ı âh-ı dil âşıklara
Hüsrev-i aşkın kadîmi dûdmânıdır gönül
Şeyhülislam Yahya
Refetindeperveriş-yâb olsa bir gül-şen yeter
Lâle-veş hâkinde feyz-i reng, tâb-ı dil-beri
Nedim
Kerem sende inâyet sende lutf ü merhamet sende
Fütüvvet sende refet sende hayli müstemend-âne
Üsküdarlı Hakkı Bey

refî’: bk. ref

refîk: Ar. Refâkat’ten; yoldaş, arkadaş, dost. c. rüfeka.

Eylesin Allah her hâline tevfîkin refik
Rıfkı her hâlinde müstahzar bilir bilmezlenir
Nâbî
Bir münâsibce refîk ile girersek kayığa
Şevkle kullanırız gayri bezimdir eyyâm
Nedim
Leyle-i firkatte buldu kendine hem-dem refîk
Ya’nî cism-ipür-hayâlinden yakar dilde çerâg
Âdile Sultan

refîk-i mey: Şarap arkadaşı.

Melâl-i devri gönülden refîk-i mey giderir
Velî diriğ ki yoktur bu devr içinde refik
Avnî

refîk-i müşfik: Müşfik arkadaş.

Bulmadım bâdiye-igamda refik-ı müşfik
Gel seninle olalım biz yine hemrâh gönül
Muallim Naci

refîk-i reh-i ma’siyet: Günah yolunun arkadaşı.

Uyup nef-i emmâreye âkıbet
Olurlar refik-i reh-i ma’siyet
Keçecizade İzzet Molla

refref: Ar. 1. Döşek, döşeme, minder, yastık. 2. İnce yumuşak kumaş. 3. Kenar saçağı. 4. Kuşu çok olan yer. 5. Salkımlı ağaç. 6. Peygamberimizin
Mirac gecesi
Sidretü’lMüntehâ’dan
Kürsî’ye giderken üzerinde oturduğu yeşil örtünün adı. c. refârif.

Söyleşirken
Cebrâîl ile kelâm
Geldi refref önüne verdi selâm
Süleyman
Çelebi
Süvâr-ı refref oldun gâşiye bir düş idi
Cibril
Edince seyr-i mi’râc alâ ya Ahmed-ı Mürsel
Sünbülzade Vehbi

refref-i ecnâh-ı sürûşân: Büyük melek kanatlarının döşeği.

Gûyâ duyulur refref-i ecnâh-ı sürûşân
Ervâhın olur zemzeme-i aşkı hurûşân
Doktor Abdullah Cevdet

refref-i eşcâr: Salkımlı ağaçın döşeği.

Cismin sanırım hâb-gehim üzre nesimi
Senden bana bir nefha verir refref-i eşcâr
Abdülhak Hâmit

refref-i ilhâm: İlham döşeği
Şâir bu şeylere atfı hayâl ile
Eyler vürûd-ı refref-i ilhâma intizâr
Tevfık Fikret reft: Far. Gitme, gidiş.

Meşhûr meseldir bunu hod sen de bilirsin
Ez-bâd-ı hevâ âmed ü ber-bâd-ı hevâ reft
Nef’î

reftâr: Çt
Ç) Far. Gidiş, yürüyüş; salına salına yürüme.

Bir kadem câna basam iki cihâna birini
Hûb olur aşk tarikinde bu reftâr dahi
Ahmet Paşa
Ey dil-i divâne bî-bâk-âne reftâr eyleme
Seng-i ta’n-ı reh-güzâr-ı ışk tûde tûdedür
Rızayi
Erişir menzil-i maksûduna âheste giden
Tîz-reftâr olanın pâyına dâmen dolaşır
Hâtem i(Edirneli)
Nice teşbîh edeyim kametini serve serin
Servde cünbüş olur şîve-i reftdr olmaz

reftâr-ı bî-cânân: Canansız yürüyüş.

Tekâsülden değil terk-işitâbım râh-ıgül-şende
Benim reftdr-ı bî-cdnâne cdnânsızlığımdandır
Nâbî

reftâr-ı germ: Yumuşak yürüyüş.

Reftâr-ı germi hande-i nerm ile kıl ki tâ
Ömrüm geçe ferahla geçer çün şitâb işe
Nef’î

reftâr-ı ömr: Ömür yürüyüşü.

Gül-şen hevâ yeridir ammâ ne çâre ey dil
Reftâr-ı ömr oluptur bâd-ı sabâdan esra’
behiştî (oluptur: olmuştur)

reftâr-ı yâr: Yârin yürüyüşü.

Yoktur çemende servin eli üzre el velî
Reftâr-ı yârı serv-i dil-ârâya vermezin
Necati Bey

refte: Far. Gitmiş, geçmiş.

Bî-mehâba reh-i nâ-refteye gitsem de ne var
Kahr-ı hasm eylemeğe elde asâdır hâmem
Reşit Paşa
Refte refte olarak şöhret-yâb
Tekyesi ola melâz-ı ahbâb
Nâbî

refte refte: Gitgide; azar azar
Her rind-ı Hak dolup boşalan bir piyâleden
Dünyâyı refte refte saran bir ziyâ içer
Yahya Kemal

refu.

refû: Far. Yama, örme, örgü.

Ol muğ-beçe-i fürûh fürûş-ı dil-cû
Âşıklarının etmede zahmına reşû
Nedim

reg: Far. 1. Damar. 2. Nesep, soy.

Dedim evtâr-ı kânûn etti sînem reglerin derdin
Dedi kim bu kadîmî olagelmiştir mukannendir
Zâti
Tuttukça nabzımız gelir efgâne târ-ı reg
Sâzende-i mizâc-ı devâdır tabîbimiz
Nâbî
Beni öldürmeğe olşûh-ı cihân olsa revân
Ten-i bî-rûhun ola her regi bir rişte-i cân
Behiştî

reg-i cân: Can damarı.

Târ u pûdu olalı câme-i aşkın reg-i cân
Pîrehen rişte-ı Meryem’le kaba geldi bana
Neş’et

reg-i efsürde: Donmuş damar.

Reg-i efsürdedir cisminde gûyâ pençe-i mercân
Ki teb-lerzeyle onun için geçer her rûz u şeb deryâ
Nâbî

reg-i feryâd: Feryat damarı.

Boşanıp seyl-i sirişkim reg-i feryâdımdan
Tab’-ı nâ-şâd felek haylî bulandı bu sabâh
Esrar Dede

reg-i firuze: Mavi renkli firuze taşının damarı.

Turfe sihr etmiş zemîn ârız-ı gül-fâmına
Bir çemen-zâr eylemiş peydâ reg-i fîrûzeden
Nedim

reg-i yâkût: Yakut damarı.

Görünür reng-i peride reg-i yâkût gibi
Oldu ol denlü reng-pezîrâ-yı çemen
Nedim

reg-zen: Hacamatçı, kan alıcı.

İstikamet vermek istersen mizâc-ı âleme
Gâh zahm ur gâh merhem fikrin et reg-zen gibi

bed-reg: Huysuz, kötü, damarı bozuk.

Bende hamyâze-i âgûş ü rakîb-i bed-reg
Sarılır gerdenine illet-i kulunc gibi
Nâbî

reh: Far. Râh’ın hafifletilmişi. yol; meslek, tutulan yol. bk. râh.

Biz dâiye-i vuslat ile hâk-i reh olduk
Ey bâd-ı sabâ lutuf u mürüvvet sana kaldı
Nâbî

reh-i aşk: Aşk yolu.

Reh-i aşkında kaşınla müjedir yoldaşım
Korkulu yola kişi tir ü keman ile gider Beyanî (Kastamonulu)

reh-i âzâde-gî: Serbestlik yolu.

Abestir reh-neverd-i aşka fikr-ipiş ü pes etmek
Reh-i âzâde-gî terk-i teemmülden ibârettir
Esrar Dede

reh-i bedîhiyyât: Kendiliğinden akla gelen
yol.

Çıkarsa vâdî-i zanna reh-i bedîhiyyât
Nasıl denir faraziyyât-ı sırfa ya fendir
Cenap Şahabeddin

reh-i cânân: Sevgilinin yolu.

Siper eyler gelen mermiye âşık, bulsa, cânânın
Reh-i cânânda cân îsârına âmâdedir sözde
Muallim Naci

reh-i devr: Devrin yolu.

Dedi ey yolsuz olan ehl-i fücûr
Başa çıkmaz bu reh-i devr odur
Sünbülzade Vehbi

reh-i dil: Gönül yolu.

Zevk-ı fenâya bak yürü ey müddeî yürü
Çıkmaz vücûd ile reh-i dilden sened meded
Esrar Dede

reh-i fikr-i nazm: Nazım düşüncesinin yolu.

Düşe bir semt-i garîbe reh-i fikr-i nazmı
Ne tarîk-ı rûşen-i tâze ne vâdî-i kadîm
Nef’î

reh-i gül-şen: Gül bahçesinin yolu.

Saldı bisât-ı sebzi reh-i gül-şene bahâr
Sâkî zemânıdır yürüsün câm-ı hoş-güvâr
Veysi (Alaşehirli Üveys Kadı)

reh-i Hak: Hak yolu.

Yâ Rab beni et fenâya mülhak
Kim râh-ı fenâ imiş reh-ı Hak
Fuzûlî

reh-i hâk-i ten: Vücut toprağının yolu.

Hâne-i ber-dûş ile eğlendirme rûhun bir nefes
Gird-bâd-âsâ reh-i hâk-i teninden hâne yap
Beliğ reh-i himmet: Gayret, çabalama yolu.

Gönül ne ârzû-yı câh eder ne tâc ü taht ister
Reh-i himmette ancak kalb-i nerm ü pây-i saht ister
Nâbî

reh-i hizmet: Hizmet yolu. denlü oldu reh-i hizmetinde germ-i şitâb
Şafakla kan dere gark oldu rûy-ı çarh-ı kebûd

sâmi

reh-i hükm: Hüküm yolu.

Der-i ilminde müsta’mel nice mâhiyet-i âlem
Reh-i hükmünde pâşîde güher-i hâsiyyet-i eşyâ
Nâbî

reh-i keh-keşân: Samanyolu.

Tâ kârvân-ı encümü her subh almağa
Çektikçe mihr-i çarh reh-i keh-keşâna tîğ
Hayâlî Bey

reh-i kırtâs: Kâğıt yolu.

Bender-i çeşme olur azîm reh-i kırtâstan
Kârvân-ı nazm çıksa hıtta-i enfâstan
Nâbî

reh-i maksûd: Kasdedilen yol.

Tesliyet-dâd ise de âdemi vâsıl edemez
Bî-teşebbüs reh-i maksûduna hulyâ vü heves
Münip Paşa

reh-i mescid’
Mescidin yolu.

Ey Fuzulî vera’ ehli reh-i mescid tutmuş
Sen reh-i mey-kede dut uyma ogüm-râhlara
Fuzûlî

reh-i Mevlevî: Mevlevîlik (Büyük Türk mutasavvıfı
Mevlana
Celaleddin
Rumi’nin kurmuş olduğu tarikat.) yolu.

Reh-ı Mevlevî’de
Gâlib bu sıfatla kaldı hayrân
Kimi terk-i nâm ü şâne kimi idibâre düştü
Şeyh Galip

reh-i mey-hâne: Meyhane yolu.

Reh-i mey-hâneye uğrar bir gün
Ciğer-i mâderi doğrar birgün
Enderunlu Fazıl reh-i mi’râc-ı aşkaşk miracının yolu.

Reh-i mi’râc-ı aşkında ümîd-ipây-ı busenle
Misâl-i rîg pâ-mâl-ı Burâkım ya Resûlallah
Enderunlu Vâsıf

reh-i mütâbaat: Tâbi olma yolu.

Reh-i mütâbaatindir tarîk-ı fevz ü necât
Hevâ-yı merhametindir ümîd-i hayr ü halâs
Fuzûlî

reh-i nâ-refte: Kimsenin geçmediği yol.

Reh-i nâ-reftede cevelân edemez
Sapa vâdileri seyrân edemez
Nâbî
Bî-muhâbâ reh-i nâ-refteye gitsem de ne var
Kahr-ı hasm eylemeğe elde asâdır hâmem
Koca
Reşit Paşa

reh-i nîreng: Hile yolu.

Kılıp tağyîr-i sûret vesmeden yağmâ kılırlar dil
Harâmî kaşların resm ü reh-i nîreng dutmuşlar
Fuzûlî

reh-i râst: Doğru yol.

Harem-i vasla reh-ı Râst mahabbet yoludur
Râh-ı Uşşâktan âheng-ı Hicâz eyleyelim
Bâkî

reh-i savâb: Doğru yol.

Olduk esîr-i zülf-i belâmız budur bizim
Gittik reh-i savâba hatâmız budur bizim
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

reh-i seng-sâr: Taşı bol olan yol.

Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şişedir bu reh-i seng-sâre düştü
Şeyh Galip

reh-i tahkîk: Araştırma yolu.

Hıfz etmek ile cerbeze-i felesofani
Zannetme ki oldun reh-i tahkikde âkıl
Sâmi reh-i taleb: İstek yolu.

Reh-i taleb tutalım kûy-ı dil-rübâ diyerek
Safâ vü mihnete
Yâ Hû vü merhabâ diyerek
Şeyhülislam Yahya

reh-i visal: Kavuşma yolu.

Harc eyle nakd-i cânı tutarsan reh-i visâl
Zâdında hısset eyleme maksad ıraktır
Behiştî

reh-i zühd ü salah: Sofuluk ve iyi işler işlemek yolu.

Kûşe-i mihrâb tutmuştum reh-i zühd ü salâh
Koymadı öz hâlime ol nergis-i şehlâ beni
Fuzûlî

reh-ber: Yol gösteren, kılavuz.

Na’ra-ı Allahüekber ile zabt eyleyin her yerleri
Enbiyâ ervâhıdır gâzilerin reh-berleri

Her ne seviye azm ederse ola nusret reh-beri
Her ne câyı kılsa me’vâ bula şevk u râhatı
Enderunlu Vâsıf

reh-ber-i hiyâm: Susamış kişilerin rehberi.

Sen sakla dilde mihrini yâ
Rab zevâlden
Ki ol mûrdur bu merhalede reh-ber-i hiyâm
Behiştî

reh-ber-i râh-ı şerîat: Şeriat yolunun rehberi.

Reh-ber-i râh-ı şeriat reh-nümâ-yı ma’nfet
Mustafâ nûr-ı Hudâ’dan hoş nişândır
Mustafâ
Âdile Sultan

reh-ber-i şerî’at: Şeriatın kılavuzu.

Bir yolda sâbit et kadem-ı Etibârımı
Kim reh-ber-i şerEat ola muktedâ bana
FuzûM

reh-gîr: Yola çıkan, yolu tutan. reh-gîr-i ademYokluk yolunu tutan.

Rind-i şûh turfa meşreb, muhterem
Olıcak
Şahbâ’da reh-gir-i ademi
Nâbî

reh-güm-künân: Yolunu kaybeden.

Evc-i hevâda sit-i çek-â-çâk-ı tigden
Avâz-ı ra’d ü sâika reh-güm-künân olur
Nef’î

reh-güzâr, reh-güzer: Geçit, geçecek yol.

Bâd-pây-ı azm-i kişver-gir-i âlem-i gerd ile
Kehl-i a’yân-ı Acem kıldıkta hâk-i reh-güzâr
Fuzûlî
Şevket ü şânı o gâyette ki seyr etmek için
Reh-güzârında kalır dide-i hayrân-ı felek
Nef’î
Gurûr-ı hüsn ü letâfet hitâba mâni ise
Ya reh-güzâre de varsak selâm alınmaz mı
Nâbî
Olamaz reh-güzeri hâkine hem-pâ anber
Edemez turrasına kendüyi hem-ser sünbül
Bâkî

reh-güzâr-ı ehl-i ışk: Aşk ehlinin geçtiği
yol.

Ey Fuzûlî çıksa cân çıkmam tarik-ı ışktan
Reh-güzâr-ı ehl-i ışk içre kılın medfen bana
FuzûH reh-güzâr-ı ümmîd: Ümit geçidi.

Geçer sabâ gibi âşık hezâr cennetten
Harim-i kûyuna çıkmazsa reh-güzâr-ı ümmid
cevrî

reh-güzâr-ı yâr: Yârin geçtiği yol.

Arzû-yı dâg ederse sine-i âşık ne ola
Reh-güzâr-ı yâre feth-i çeşm-i revzendir murâd
Nâbî

reh-güzer-i gül-şen: Gül bahçesinin yolu.

Seni seyr etmek için reh-güzer-igül-şende
İki cânibte durur serv-i hırâmân safsaf
Bâkî

reh-güzer-i yâr: Yârin geçtiği yol.

Kaddimi reh-güzer-i yâre varıp dâl ettim
Beni pir eyledin ey tâze civânım diyerek
Nahifi

reh-neverd: Yola giden, yol yürüyen, süratle giden.

reh-neverd-i himmet: Yardım için hızlanan.

Ne hıyre-pâ-yı şevk ol ey reh-neverd-i himmet
Ne dâmen-i hevestegerd-i şitâb göster
Nâüî

reh-neverd-i sebük-rev: Çabuk giden yolcu. reh-neverd-i sebük-rev ki gelse reftâre
Ne sâika yetişir gerdine ne berk u ne bâd
Nef’î

reh-nişîn: 1. Yol üzerinde oturan. 2. Yolcu, serseri. 3. Geçme parası toplayan. 4. Çerçi.

Kayırmaz olduğumuz reh-nişîn-i kûy-ı telâş

şûh etmez ise zâyi’ intizârımızı
Nâbî

reh-nümâ: Yol gösteren, kılavuz, rehber.

Yâ Rab hemîşe lutfunu et reh-nümâ bana
Gösterme ol tarîki ki yetmez sana bana
Fuzûlî
Râh-ı heveste âşıka bir pîşvâgerek
Tenhâ rev-i fezâ-yı gama reh-nümâ gerek
Nâilî
Ârif-ı Hak olsa âdem aşk onun yârıdır
Aşk eğer hem-râh olursa olur ona reh-nümâ
Reşit
Akif Paşa

reh-nümûn: Yol gösteren.

Ey Fuzûlî hâk-i kûy-ı yâre yettim hani
Hızır
Kim verem kâmın olam
Âb-ı Hayât’a reh-nümûn
Fuzûlî
Gâlib oldu bu dil-i şeydâya sevdâ-yı cünûn
Vâdî-i hayrette kaldım bulmadım bir reh-nümûn
Atâyî (Nevizade Atâullah)

reh-rev: Yola giden, yolcu.

Reh-zene râst gelen reh-reve döndüm âhir
Eyledi nef ü hevâ nakd-i hayâtım ber-bâd
Nâbî

reh-revân: Yolcu, yola giden. reh-revâne ki
Hızr ü Kelîm bedrekadır
Fürûğ-ı âh yeter şem’-ı Tûr’u neylerler
Nâilî

reh-revân-ı ışk: Aşk yolcusu.

Ey reh-revân-ı ışk reh-i râstân tutun
Mürşid gerekse dâmen-ipîr-i mugân tutun
Bâkî

reh-vâr, râh-vâr: 1. Atın rahvan yürüyüşü. 2. Rahvan, eşkin, sarsmadan yürüyen at.

Râyiz-i hükm-ı Celîl’in onu elbet yola kor
Ne kadar tünd ü Kârûn olsa da reh-vâr-ı felek
Aynî
Olursapey-rev o çâpük-süvâr-ı nazma
Nedîm
Semend-i tab’ı aceb râh-vâr olur giderek
Nedim

reh-yâb: Girebilen, yolunu bulabilen.

Bu emvâc-ı bihârın ka’nna reh-yâb olan anlar
Ki var tahtında bir dürr-i hakîkat bir aceb deryâ
Nâbî

reh-yâb-ı zafer: Zafere ulaşabilme.

Kim olur zor ile maksûduna reh-yâb-ı zafer
Gelir elbette zuhûra ne ise hükm-i kader
Enderunlu Vâsıf

reh-yâb-ı milk-ı Nûşirevân: Nuşirevan ülkesine girebilen.

Meydân-ı cenge sâye-resân oldu tuğlar
Reh-yâb-ı milk-ı Nûşirevân oldu tuğlar
Yahya Kemal

reh-zen, râh-zen: Yol kesen, hırsız, harami. c. reh-zenân.

Gam reh-zeni huzûrun râhından atsın avk
Mâ-tahtına nazar kıl ey dil gözetme mâ-fevk
Behiştî
Mîzâna vur görüştüğün ihvânı ibtidâ
Reh-ber tasavvur eylediğin reh-zen olmasın
Nevres-i Kadim
Yokluk ukûle reh-zen, varlık nedir bilinmez
Bir şübhe var ki rûşen, bilmekle hîç silinmez
Rıza Tevfik
Bölükbaşı reh-zen-i ârâm-ı dil ü cân: Can ve gönül rahatlığının yankesicisi.

Tesliyet-bahş-ı süveydâ olamaz fâide ne
Tâliim reh-zen-i ârâm-ı dil ü cângörünür
Sâlik

reh-zen-i gaflet: Gaflet hırsızı.

Her ne vâdîde isen hep ben olam maksûdun
Bulmasın kalbine yol reh-zen-i gaflet aslâ
Esrar Dede

reh-zen-i gamze: Gamze hırsızı.

Görünce reh-zen-i gamzen sülûk-ı râhtan kaldım
Ne evsât hâletin buldum ne pîr-i kâmil oldum ben
Esad Erbilî

reh-zenân: Yol kesenler.

Bu arsada adı mahrûsalarda gümrüktür
O gâretin ki beyâbânda reh-zenânın idi
Nâbî
Eslem-i tarîkı gösteriyorken dehâtımız
Olmaz mı reh-zenâna bizim türrehâtımız
abdülhak Hâmit

rehâ: Far. Halas, kurtulma, kurtuluş.

Hurûf u noktadır ondan cebînin anla bu rdzı
Ki seng-i dâg-ı mihnetten rehâ bulmuş cebîn olmaz
Nâbî
Âlem âdem âdem âlem olmadır haşr u neşr
Haşr ile neşr olmadan bir dem cihân bulmaz rehâ
Gaybî
Her ni’meti her fazlı, hep esbâb-ı rehâyı
Gökten dilenin züll-i tevekkül ki mürâyî
Tevfik Fikret

rehâ-feşân: Kurtarıcı.

Arkada bin nigâh-ı tecessüs, ey sen nihân
Bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân
Tevfik Fikret

rehâ-kâr: Kurtarıcı.

Nâmûs u ümmîdin
Masûn kaldıyısa bil, zâir, rehâ-kârın bu hey’ettir
Tevfik Fikret

rehâ-yâb: Kurtulan.

Gam u âlamdangönlüm rehâ-yâb olmadı gitti
Sana düştüğüne ey gül o da! bir kez peşîmândır
Tevfik Fikret

rehâ-yâb-ı vusûl: Kavuşma kurtuluşu.

Ol ki olmaz idi ma’nîye rehâ-yâb-ı vusûl
Olmasa bedreka-i hâmesi ger râh-nümûn
Münif

rehâ-yâfte: Kurtulmuş. rehâ-yâfte-i havf ü recâ: Korku ve ümitten
kurtulmuş.

Her kim ki rehâ-yâfte-i havf ü recâdır
Vâreste-i hayret-kede-i lâ vü neamdır
Nâbî

rehâvet: Ar. Gevşeklik, tembellik; ağırlık.

Emelden olduğumuz böyle devir bizdendir
Değil felekte rehâvet kusûr bizdendir
Koca Râgıp Paşa
Vücûda öyle rehâvet gelir ki yerde bile
Yürür kıyâs olunur bir kanat temâsıyla
Tevfik Fikret

reh-ber: bk. reh.

rehin, rehine: Ar. Rehn’den; bir şeye garanti olarak tutulmuş.

Cebîninde nûr-ı asâlet mübîn
Nigîninde fürû-yı celâlet rehîn
Nedim
Dam çökük, arsa rehin, bahçeyi icrâ ister
Bir kalem borca bedel fâizi defter defter
Mehmet Akif

rehîn-i inkılâb: Değişikliğe rehin.

Hudâ-cûyân-ı deryâ-dil rehîn-i inkılâb olmaz
Ne nâsın
Etirâzmdan ne halkın âferîninden
Feyzî (Muallim)

rehîn-i tağyir: Değiştirilen rehin.

Hükm-i kader ne ise infâz eder merâmın
Olmaz rehîn-i tağyîr, bulmaz fenâ bu kânûn
Hakkı Paşa
(İsmail)

rek’at: bk. rükû’.

rekd: Ar. Durgun, sessiz, kımıldamama.

Tab’-ı şîrîni olur bedreka-i reh yoksa
Bulamaz câdde-i rekdten fem-i pistânî-lebin
Keçecizade İzzet Molla

rekîk: Ar. Rekâket’ten; kekeme, pepeme, tutuk; koruşma özürlü, kusurlu.

Yâd-ı nâmınla ne ola keffe-i cürm olsa sevâb
Feyz-i na’tınlagirer vezne ibârât-ı rekîk
Nâbî
Tıfl-ı ebced gibi târîh-i rekîkin edemez
Bin hesâb etse yine dâhil-i ma’nâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
Ta’kîd ü rekîke uğramaz hîç
Eyler okudukça tab’ı behîc
Ziyâ Paşa

rekîn: Ar. Rekânet’ten; 1. Yüce, yüksek. 2. Vakarlı, temkinli, ağırbaşlı, gururlu.

rekîn-i devlet-i uzmâ: Büyük devletin temkinli oluşu.

Şifâ-yı sadr-ı devlet kuvvet-i bâzû-yı emniyet
Esâs-ı ma’delet-rükn rekîn-i devlet-i uzmâ
Nedim

rekz: Ar. Dikme, yere saplama, kurma.

Tevhîd için bu halkı döğüşmüş yiğitlerin
Yüz şehre rekz edildi muzaffer livâları
Yahya Kemal

rekz-i alem: Bayrak dikme.

Şart edip rekz-i alem etmeyi kahhar-âne
Belgrat kaEasın ihsân ile
Sırbistân’e
Ziya Paşa

rekz-i hilâl: Hilâli dikme.

Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl için
Gelmiş bu şeh-süvâr-ı cihân-gîr aşkına
Yahya Kemal

rem: Far. 1. Titreme, ürkme. 2. Sürü.

Yok remi hasâd etmeğe hâcet ki cilâlı
Sahrâ-yı vücûdu adem-ender-adem eyler
Yenişehirli Avni

remâd: Ar. Ateşin külü.

Yazarak ravzasının nâmını âteş-dâna
Zîr-i âteşte olur bir çemen-i sebz-remâd
Nâbî
Remâd ederse sipihri aceb mişu’le-i âh
Zuhûr-ı âteşe kem-ter şerâr olur bâis
Beliğ (Bursalı İsmail)
Âteş-i gam ger vücûdum hânesin kılsa remâd
Açmayam minnet gözün âlemde deryâdan yana
Behiştî
Tecessüm eylemiş aczin emelle ittihâdından
Zuhûr etmiş, hayır, şûrîde bir kalbin remâdından
Tevfik Fikret
Bir leyl-i inşirâha kavuşmaksızın
Kemâl
Yandın ilâ-nihâye remâd olmadın gönül
Yahya Kemal

remed: Ar. Göz ağrısı.

Gözlerim cânâ remedden bağlarım sanma beni
Sakınır iki gözünden âşık-ı şeydâ seni
Şeyhülislam Yahya
Nergis-i gül-gûn beyâzı sanma sürh etmiş remed
Gamze-i zâlim yine kan eylemiş kan üstüne
Nedim
Hudâvendâ remed dedikleri zâlimdir ol düşmen
Sığındım bir dahi görmekten onu Hak Teâlâya
Nedim

remel: Ar. Altı defa “fâilâtün” den mürekkep vezin ve bahir.

Her biri bahr-i remel bahr-i hezecden savurup
Rîh-i enfâsın eder furtuna-fersâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

remîde: Far. Ürkmüş, çekinmiş.

Nakş eyle ey musavver hüsn-i cemâl-i yâri
Âhû-yı çeşm-i şûhun ammâ remîdegöster
Nâbî
Tenim nizâr görüp kaçma ey remîde gazâl
Tasavvur et ki heyûlâ-yı rûh-ı Mecnûn’um
Nâüî
İçer gümüş kıyılardan remîde âhûlar
Ve onların sesi eyler bütün sükûdu harâb
Ahmet Hâşim

remîm, remîme: Ar. Rimm veya rimme’den; çürümüş, çürük.

Feyz-i eltâfyla bulsa terbiyet azm-i remîm
Hurrem ü ser-sebz olur şâh-ıgül-i zîbâ gibi
Nedim

reml: Ar. 1. Kum. 2. Birtakım nokta ve çizgilerle bilinmeyenden haber verme dolandırıcılığı.

Kazâ-yı remle de reml ile fehm edip kıra bahtın
Yakayı aldı hayfâ gazzeden geçti o nasrânî
Enderunlu Vâsıf
Ne kaldı sa’d-i tavâli’ ne kaldı nahs-ı Kur’ân
Ne kaldı reml ü kehânet ne kaldı cefriyyât

sadullah Paşa

remmâl: Remil döken, fal açan, gayıptan haber verdiğini söyleyen dolandırıcı kimse.

Cismimi eyler ise tahta-i reml üzre sabâ
Remillerle araya bulmaya remmâl beni
Hayâlî Bey
Sâzende dahı rütbe-i zillettedir ammâ
Remmâl ü müneccim gibi mehnûs değildir
Nâbî
Açıp bu sînem tahtasın döktüm sirişkim noktasın
Bilmeğe aşkın nüktesin remmâl olayın bir zemân
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

reml-sitân: Remil dökülen yer.

Reml-sitân-ı fenâ içregarîb olmaz mı
Kişi gurbette ki ola anmaya hâk-i vatanı
Esrar Dede

remmâl: bk. reml.

remz, remiz: Ar. Meramı gizli, işaret suretiyle anlatma, gizli ve kapalı anlamlı sözlerle derdini ifade etme. c. rumûz.

Remz eyle hûnî gözüne her kim diye sâkî hani
Göster lebini lutf ile her kim sora mül nicedir
Şeyhi
Karadan ağı fark etmez bu remzin bilmeyen dehrin
Ki niçin ki nehârı leyl vü leyli nehâr eyler
Fuzûlî
Remz ü imâları rûhânîdir
Cümlesi bâtın
Kur’ânîdir
Nâbî

remz-i aşk: Aşk işareti.

Remz-i aşkı zâhid-i sûret-perest etmez hayâl
Nükte-i tevhidi zîrâ münkire iş’ârıgüç
Âdile Sultan

remz-i bedî’-i gamze: Gamzenin güzel işareti.

Gâh iltifât u gâh tenâfür eder beyân
Remz-i bedî’-i gamze ile her nezzâreden
Münif remz-i bisyâr: Çok işaret.

Ehl-i hakkın nutkunu irfân-ı sûrî nutk eder
Zâhid-i nâ-dân ne denlü remz-i bisyâr eylese
Gaybî

remz-i gâmız-ı maksûd: Kastedilen müphem işaret.

Ne aşktır bu ki ser-mâye-i hakikattir
Bununla fehmolunur remz-i gâmız-ı maksûd

sâmi

remz-i kütüb: Kitapların gizli işareti.

Kim derk eder onu ki ola zâtına malûm
Remz-i kütüb-i medrese-i âlim-i bâlâ
Bağdatlı Ruhi

remz-i ma’nâ: Mana işareti.

Remz-i ma’nddan gözet kim sana ma’nâ remzeder
Yoksa bu ahvâl ü etvârı lisân şerh eylemez
Muradî (Sultan II. Murat)

rumûz: Remizler, işaretler, gizli anlamı olan sözler. c. rumûzât.

Lafzı rumûzu mahzen-i esrâradır künûz
Ayağı tozu dîde-i ervâha tûtiyâ
Nizami rumûz-ı ârifân: Ariflerin işaretleri.

Her güzellerden vefâ umar meseldir söylenir
Kıl tefekkür ey gönül buymuş rumûz-ı ârifân
Diyarbekirli Nigâhî (?)

rumûz-ı aşk: Aşk rumuzu.

Gönül bî-gâne-i vahşî edâdır
Rumûz-ı aşka ammâ âşinâdır
Hersekli Arif Hikmet

rumûz-ı âsümân: Gökyüzünün işaretleri.

Sensin ol dârende-i yerlîg-i ahkâm-ı kader
Hâmen olmuştur rumûz-ı âsümâne tercümân
Nef’î

rumûz-ı dîde-i âtı: Geleceğin göz işareti.

Altında zâr ü hâsir iken acz-i muzmahil
Et sen rumûz-ı dîde-i âtîye rabt-ı dil
Ahmet Hâşim

rumûz-ı leb: Dudağın işareti.

Eremez akıl rumûz-ı lebine dikkat edip
Sırr-ı cândan sanemâ onu kim idrâk eyşer
Şahidî rumûz-ı ma’rifet: Marifet işaretleri.

Rumûz-ı ma’rifetten mâ-hasal mihrâb vechinde
Namâz-ı penç-gâne nükte-i tekbîr içindir hep
Esrar Dede

rumûz-ı nükte-i aşk: Aşk nüktesinin işaretleri.

Rumûz-ı nükte-i aşkı duyana aşk olsun
Bu sırrı
Nuri sabâ her seher eder fâ
Nuri rumûzâtRumûz’lar.

Güncîde durur hırkamız altında rumûzât
Dervîşleriz gerçi nazarda fukarâyız
Ziyâ Paşa

rumûzât-ı hakîkat: Hakikat işaretleri.

Dermiş bana keşfoldu rumûzât-ı hakîkat
Vallâhi yalandır sözü billâhi yalandır
bağdatlı Ruhi

renc: Far. 1. Ağrı, sızı. 2. Zahmet, eziyet, sıkıntı. 2. Hışım, gazap, öfke.

Sîm ü zer nisâr eder ayağına sahrâ vü dağ
Rence kıl bir dem kadem lutf et ki seyrân vaktidir
Şeyhi
Devlet için mücâhede, cennet için duâ
Değmez bu renc ü zahmete dünyâ vü âhiret
Enderunlu Fazıl
Ne gam u gussa ne renc ü elem ü bîm ümîd
Olsa şâyeste cihân cân ile cûyâ-yı adem
Akif Paşa
Devlet için mücâhede cennet için duâ
Değmez bu renc ü mihnete dünyâ vü âhiret
Enderunlu Fazıl

renc-i hecr: Ayrılık eziyeti.

Renc-i hecrin koymadı dillerde taş taş üstüne
Adl-i vaslınla dem-â-dem mülkünü ma’mûr tut

şeyhi

renc-i humâr: İçkiden sonraki başağrısı eziyeti.

Fehm olunmazdı neşât-ı âlemin eksikliği
Görmesen renc-i humârı işret-i dûşînede
Nedim

renc-i imtilâ: Dolgunluk sıkıntısı.

Tehî kaldı nevâl-i vasldan hân-ı ümîd ammâ
Velîkin mi’de-i dilden de renc-i imtilâ’gitti
Nâbî

renc-i sefer: Sefer sıkıntısı.

Kim renc-i sefer bâis olur izz ü a’lâya
Devreylemedik yer komadık bir nice yıldır
Bağdatlı Ruhi

renc-i rüst-â-hîz: Mahşerin eziyeti.

Gâh havf-ı ihtirâk ü gâh hevl-i iğtirâk
Mihnet-i vapur kalmaz renc-i rüst-â-hîzden
Ethem Muhlis Paşa

renc-i taleb: Eziyeti isteme.

Dehr-i bî-bünyâd için renc-i talebden fârig ol
Bâri birkaç gün huzûr-ı kalb ile dünyâya bak
Bâkî

renc ü râhat: Sıkıntı ve rahatlık.

Dedim eğerçi cümlesi vârid bu sözlerin
Ben dahi anlamaz değilim renc ü râhatı
Nâbî

rencîde: İncinmiş, mükedder.

Olsun göreyim gûşe-i hicrâna giriftâr
Rencîde eden ol gül-i meh-peykeri benden
Nâbî
Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar
Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan
Ziyâ Paşa
Sözün mîzân-ı akla urup evvel eyle sencîde
Ki sonra kimse senden olmasın bir zerre rencîde
Hisâlî

renciş: Sızlanış, inciniş; keder, sıkıntı.

Her nigâh-ı nükte-âmîzinde rind-i aşk olan
Hem itâb-ı renciş ü hem müjde-i ihsân bulur
Nef’î
Ne bu renciş sana küstâh nigâh eylemedik
Bakıp âyîne-i ruhsârına âh eylemedik
Nâbî
Vakt-i idbârda renciş görür ahvâlinde
Halkı âzürde eden mevsim-i ikbâlinde
Yenişehirli Avni

renciş-i bî-mûcib-i pey-ender-pey: Arka arkaya gelen gereksiz sıkıntı.

Nedir bu renciş-i bî-mûcib-i pey-ender-pey
Dirîğ bizden o nâzende-i cihân geçiyor
Rami
Mehmet Paşa

renciş-i hâtır: Gönül sıkıntısı.

Leîme renciş-i hâtır verir kerem etmek
Mukayyed olmasın erbâb-ı dille zahmet olur
Şeyhülislam Yahya

renciş-i humâr: İçkiden sonraki baş ağrısının sıkıntısı.

Bî-tâb u tâkat etti beni renciş-i humâr
Bir bâde sun fakîr ki sâkî sevâbtır
Hersekli Arif Hikmet

rencûr: Kederli, dertli, sıkıntılı, hasta.

Tâ hâk-i derinden olmuşum dûr
Aşüfte vü haste hâl ü rencûr
Fuzûlî
Sû’-i zann eylemem gayrîlere sultânım
Derd-i aşkınla
Nedîmâ hele rencûrgibi
Nedim
Ben eyler iken bu nazmı tezyîn
Rencûr idi cism ü cângam-âgîn
Abdülhak Hâmit
Kim etti
Vâmık’ı âşık cemâl-ı Azrâ’ya
Ne vâkı’aydı
Züleyhâ’yı eyleyen rencûr
NeVî rencûr-ı aşk: Aşk sıkıntısı.

Rencûr-ı aşka kayd-ı müdârâ da bir maraz
Cân-ı alîle nâz-ı etıbbâ da bir maraz
Sâbit

renc-i humâr: Humardan kaynaklanan baş ağrısı.

Çeşmin marîzi oldu gönül la’line yetir
Renc-i humâra düştü devâdır şarâb ona
Fuzûlî

rencûr-ı kelâl: Bıkkınlık sıkıntısı.

Rencûr-ı kelâl olmuş idi hâme-ı İzzet
Bâlin-çe-i hokkaya bir pâre dayanmış
Keçecizade İzzet Molla

rencîde: bk. renc.

renciş: bk. renc.

rencûr: (yA bk. renc

reng, renk: Far. 1. Renk. 2. Hileli, oyun.

Şekil, suret.

Gül-istân-ı dehregeldik reng yok bû kalmamış
Sâye-endâz-ı kerem bir nahl-i dil-cû kalmamış
Nâbî
Çehresinden rengi pervâz eylemiş sanma şafak
Heybet-i iclâli düşmüş mihr-i rahşân üstüne
Nedim
Fürûg-ı gâze mi billâh söyle rûyunda
Bu reng ü tâb
Hudâ verdiği cemâl midir
Nedim
Pek rengine aldanma felek eski felektir
Zîrâ feleğin meşrebinâ-sâzı dönektir
Ziya Paşa

reng-i adem: Yokluk rengi.

Reng-i adem vücûdla
Nâbî be-hem yürür
Mümkün değil müfdrekatı rûzdan şebin
Nâbî

reng-i asâlet: Asillik rengi.

Çehreler reng-i asâlet gösterir
Nazreler nûr-ı besâletgösterir
Muallim Naci

reng-i bâde: Şarap rengi.

Serây-ı sînede eyler meserret nakşını peydâ
Meğer kim reng-i bâdeyle onun nakkâşıdır sâkî
Behiştî

reng-i bahârân: Baharların rengi.

Nedîm reng-i bahârân o lâle-ruhsârın
Zemân-ı şermde bir katre-i çekîdesidir
Nedim

reng-i cemâl: Güzellik rengi.

Riyâz-ı reng-i cemâle gider bu hûn-ı sirişk
O râhtan ki geçip bûy-ı gül gül-âba gelir

şeyh Galip

reng-i eşk: Gözyaşı rengi.

Hâr-ı gam gül bergi oldum reng-i eşkimle ne ola
Gül-şen-i kûyunda raks ettirse âhım bâd olup
behiştî

reng-i garîb: Garip renk.

Tarz-ı telebbüsündeki reng-i garîb ile
Belliydi şi’re, san’ata meyl-i tabîati
Tevfik Fikret

reng-i gül: Gül rengi.

Pür nem bu havâ-yi abherîde
Reng-i gül hîç olur mu perîde
Şeyh Galip

reng-i gülgûn: Gül renkli renk.

Reng-i gülgûn izârın gerçi âteş-nâkdir sevdiğim
Gönlüm dahipervâne-i bî-bâkdir
Tahirü’l Mevlevi reng-i hacâlet: Utanma şekli.

Her şemse-i gül-duhtesinin berk-i kemîni
Sûret-kede-ı Çîn’e geçer reng-i hacâlet
Nâbî

reng-i hâl: Yanaktaki benin rengi.

Reng-i hâlin verdi germiyyet dil-i sûzânıma
Micmer-i endîşeme kâfûr döksem ud olur
Nef’î

reng-i hestî: Varlık rengi.

Reng-i hestîden eser yok adem-i sarfa şebîh
Göremem lezzetini vâkFasız hâbların
Nâbî reng-i hınnâ-yı melâhat: Güzellik kınasının rengi.

Başın için nakş edip ayağa salma âşıkı
Reng-i hınnâ-yı melâhat ey nigâr eldengider
Zâti reng-i hicâb-ı imtihân: İmtihan utanmasının rengi.

İstemez ehl-i safâ reng-i hicâb-ı imtihân
Vech-i erbâb-ı hayâda âr kendin gösterir
Leskofçalı Galip

reng-i hüsn: Güzellik rengi.

Veren bu sûret-i mevhûma revnak-ı reng-i hüsnündür
Gül-istân-ı hayâlim nev-bahârım varsa sendendir
Şeyh Galip

reng-i izâr: Yanağının rengi.

Reng-i izârıgitti yatar kendi huşk-leb
Şol gül gibi ki ayrı düşüptür gül-âbdan
Bâkî

reng-i leb: Dudağın rengi.

Kâse-i metrûk-i mey reng-i lebinden bellidir
Müflisin evvelki hâli meşrebinden bellidir
Yüsrî

reng-i mâtem: Matem rengi.

Alemleri tuttu reng-i mâtem
Cûş eyledi nâle-ı Muharrem
Kemalzâde Ekrem
bey

reng-i memât: Ölüm rengi.

Gurûb edip de güneş bir veremli tâze gibi
Çökünce magribe reng-i memât olan zulmet
Tevfik Fikret

reng-i muhabbet: Sevgi şekli.

Hatt-ı miskînin lebinde anber-i sârâ satar
Ruhların reng-i muhabbet benlerin sevdâ satar
Hayâlî Bey

reng-i perîde: Uçmuş renk.

Reng-i perîdesigül-i çeşme-i ümîdimin
Sâkîye âb-ı rûy-ı mey-i ergavân olur
Esrar Dede

reng-i riyâ: Riya rengi, riyakârlık.

Ey Fuzulî bulmadım reng-i riyâdan bir safâ
Ne ola ger meylim bu reng ile mey-i gül-fâmadır
Fuzûlî

reng-i ruh: Yanağın rengi.

Geldi benefşe bağa arar hattına misâl
Reng-i ruhuna lâleleri dağa saldılar
Hayâlî Bey

reng-i ruhsâr: Yanak rengi.

Pâktir herşişe renginden ziyâ-yı tal’atin
Reng-i ruhsârından eyler şişeler şerm ü hicâb
Âdile Sultan
Reng-i ruhsârın gibi her renginin hayrânıyım
Vech-i bâkinin bu hayret-gehte yüz bin rengi var
Muallim Naci

reng-i rûy: Yüzün rengi.

Absın ma’nide ammâ âb-ı âteş-pâresin
Lâlsin sûrette reng-i rûy ile ammâ nesin
Nef’î

reng-i sefîd: Beyaz renk.

Dâmen-i havf ü recâ geçti o dem kim elime
Tutuk subh-ı ezelde yok idi reng-i sefîd
lâ (tutuk: kapalı, örtülü)

reng-i şafak: şafak rengi.

Reng-i şafak değildir her subh olan nümâyân
Aks etmiş erguvânın âfâka ihmirârı
Namık Kemâl

reng-i şarâb: Şarap rengi.

Hudâ gûyâ ki cism-i nâzikin bir resme halketmiş
Katıp bûy-ı gülü reng-i şarâba erguvân üzre
Nedim

reng-i şarâb-ı işve: Naz şarabının rengi.

Fart-ı hücûm-ı nâzdan ol şûha
Nâili
Reng-i şarâb-ı işve olur perde-i hicâb
Nâilî

reng-i tebessüm: Tebessüm şekli.

Olurdu reng-i tebessüm şüküfte-gül-bünden
Henüz olmadan evvel reside gonce-i ter
Nedim

reng-i zalâm: Karanlık şekli.

Ne kadar encümen-efrûz ise şem’-i ikbâl
Bestedir târ-ı fitriinde yine reng-i zalâm
Nâbî

reng-pezîrâ: Renk kabul eden.

reng-pezîrâ-yı çemen: Yeşillik rengini kabul eden.

Görünür reng-i peride reg-i yâkût gibi
Oldu ol denlü reng-pezirâ-yı çemen
Nedim

reng ü bû: Renk ve koku.

Reng ü bûda zülf-i cânâne müşâbih olmasa
Kim bakar gül-zâr-ı dehrin sünbül ü şeb-bûsuna
Fıtnat
Hanım
Hüsn ü aşk ikliminin feyziyle ser-mest-i bahâr
Reng ü bû eksilmeyen
Bâğ-ı İrem’ler görmüşüz
Yahya Kemal

reng-â-reng: Renkli, çeşit çeşit.

Her ne dem kim rûyun üzre kâkülün âveng olur
Ebre şerminden girer hurşid reng-â-reng olur
Leskofçalı Galip
Nahifi nakş-ı reng-â-reng-i dehre olma dil-beste
Cihân-ı bi-bekaya rağbet etmez merdüm-i dânâ
Nahifi (Süleyman)

reng-â-reng-i âheng: Âhengin bin bir türlü renkleri.

Turfe reng-â-reng-i âheng eylemiş sahrâyı pür
Kûh ses verdikçe şeydâ bülbülün efgânına
Nedim

reng-âlûde: Renkle karışık.

Gönül bir câm-ı reng-âlûde döndü köhne revzende
Zemân ile ona âyine-i âlem-nümâ derken
Nâbî

renk-âmîz: Renkle karışık.

Hoşâ mecmûa-i evrâk-ı reng-âmizgül-şen kim
Ne zibâ revnak-efrûz olmuş ona hatt-ı reyhâni
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
Çiçeklerle müzeyyen böyle renk-âmiz kisvenle
Güzelsin cennetin tâvûs-rengin şâh-bâlinden
İsmail Safa

rengin: Far. 1. Renkli, boyalı. 2. Hoş. güzel, latif. 3. Süslü.

Ger kara taşı kızıl kan ile rengin etsen
Tab’a tağyir verip la’l-ı Bedahşân olmaz
Fuzûlî
İltifâtundur sözüm bu resme rengin eyleyen
Terbiyetle taşı la’l-i âb-dâr eyler güneş
Hayâlî Bey
Gözde eşkim katresin şevk-i ruhun rengin eder
Kân içinde gör niçe gevherleri besler güneş
Hayâlî Bey
Bir ehl-i sühan ki ede tahsin
Bin çarh diker o beyt-i rengin
Şeyh Galip
Rengin lebi hayâli gönülde o meh-veşin
Bir mey durur ki
Enveri sırça sebûdadır
Enverî

rengîn-edâ: Daha renkli eda.

Ey Ubeydi ne ola vasf etsen miyânıyla lebin
Biz hayâle kâdiriz rengin-edâya mâlikiz
Ubeydî

rengîn-ten: Daha renkli.

Arız u ruhsârını vasfetse
Bâkî her kaçan
Şi’ri iygül-çehre onun böyle rengîn-ter düşer
Bâkî

rer: “rer” hecesinin tekrarının mümkün olmadığını ifade için kullanılan türeme hece.

Çok tetebbu ede gördüm niçe dikkat ettim
Oldu tekrâr-ı hurûf olmadı mükerrer rer
Esrar Dede

re’s, reis: Ar. 1. Baş, kafa. 2. Baş, başkan. c. rüûs, rüesâ.

Miskat-i re’s hem-demdir dûdmân-ı devletin
Der-gehin ehl-i kemâlin melce’ ü me’vâsıdır
Nedim

re’s-i cibâl: Dağın başı.

Âhir ağardı tan yeri re’s-i cibâlden
Serhad’de yol göründü
Acem taht-gâhına
Yahya Kemal

re’s-i devâ: Devanın başı.

Mi’deye dedi nebî beytü’l-devâ
Himye hakkında dedi re’s-i devâ
Nâbî

re’sü’l-mâl: Malın başı; malın, metaın en kıymetlisi.

Gel ey saâdet-i fakr ile fahr eden hâce
Şefâatin-dürür ümmet içinde re’sü’l-mâl
Necati Bey

reîs: Baş, başkan.

reîs-i akl: Akıl reisi.

Gâfil olma bahr-i hestîde reîs-i akla uy
Zevrak-ı cismin muhâlif rüzgârıdır hevâ
Behiştî

reîs-i bahr-i nazm: Nazım denizinin reisi.

Reîs-i bahr-i nazm oldun bugün âlemde ey Bâkî
Gazel demek senin tab’-ı dür-efşânında kalmıştır
Bâkî

reîs-i şâirân: Şairlerin reisi.

Güzel ettin efendim eyledin hatt-ı şerîfinle
Reîs-i şâirân
Tâib kulun gibi sühan-dânı
Seyyit Vehbî

reîsü’ş-şuarâ: Şairlerin reisi.

Seri üzre dikilip serv dedim târihin
Oldu nâ-bûd re’isü’ş-şuarâ
Vehbî-ipîr
Sürurî

re’sen: Baş olarak, doğrudan doğruya.

Hükümet eylediği yoktu ki onun re’sen
Olan fenâlığı azv eylemektesin ona sen
Abdülhak Hâmit

rüûs: Re’isler.

Görünen hat değildir mülk-i hüsnü zabt için güyâ
Rüüsa kayd olunmuş hükmüdür ol şâh-ı hübânın
Cinânî

rüûs-ı sîm-sîmâ: Gümüş tenli reisler.

Kaçan geldim der-i ikbâle ol dem dest-i ihsânın
Kef-i nâ-kâmıma sundu rüüs-ı sîmsîmâyı
Nedim
-res: (qğ Far. “Erişen, ulaşan, yetişen, erişici, ulaşıcı, yetişici” anlamlarında birleşik kelimeler yapar. c. resân.

çâre-res: Çare bulan.

Ey çâre-resim pâdişahım dâd-ı penâhım
Vay hâlime bahş etmez isen cürm ü günâhım
Enderunlu Vâsıf
dest-res: El erişmek, yetişmek.

Turra-i müşgînine olmazsa rüzî dest-res
Şâne-veş minşâr-ı mihnet çâk çâk eyler beni
Bâkî
feryâd-res: Feryat eden.

Sîne-i teninde bend et hele evvel nefsin
Sonra gör himmet-i vâlâsını feryâd-resin
Nedim
nîm-res: Yarı yetişmiş, yarı ham olmuş.

Şâyân değiliz zâika-i hüsn-i kabüle
Üftâde-i hâkiz semer-i nîm-resiz biz
Nâbî

resân: Ulaşanlar, erişenler.

âfet-resân: Belaya uğrayanlar.

Husül-i ma’nîye dektir sutüra sarf-ı nazar
Olunca kasra resân nerdübâna yer kalmaz
Nâbî
Benim ol bî-nevâ kim berg ü bâr-ı bahtım âteştir
Yanar hırmen-gehimdeşu’le-i âfet-resân ağlar
Esrar Dede

pertev-resân: Işığa ulaşanlar.

Gül gül etti ârız-ı hübânı
Yahyâ tâb-ı mey
Oldu şem’-i meclis-ârâ her taraf pertev-resân
Şeyhülislam Yahya

râhat-resân: Rahata ulaşanlar.

Nazmım görünce rüh-ı zahîr ü senâyı hem
Peyk-i neşâta müjde-i râhat-resân verir
Nedim-resâ: Far. “Ulaşıcı, erişici, yetişici; ulaşan, yetişen.

” anlamlarında birleşik kelimeler yapar.

Dest-i kûtâhımızı etmemiş Allah resâ
Menba’-ı cûdunu yoksa elimizle kaparız
Keçecizade İzzet Molla
nâ-resâ: Ulaşmaz, erişmez.

Nâ-resâ gördüm kumâş-ı dehri tâ ol denlü kim
Câmesinde âstîn buldumsa dâmen bulmadım
Agâh
Osman Paşa
(Trabzonlu)

resâs: bk. rasâs.

resâil: Ar. Risâle’ler.

Tek konuluk küçük kitaplar. 2. Dergiler.

Okur, okur ve hatm ettiği resâilden
Birer hulâsa-i hikmet yapardı
Tevfik Fikret

resân: bk. -res.

resen: Far. İp, urgan, halat.

Hey ne çâbük-bâzdır hindû benin kim zülfünü
Gâh bir müşgîn resen geh anberîn çenber düzer
Şeyhi
Sen hemân cân u dili zülfüne ber-dâr eyle
Çekeyim sevdiceğim kendi elimle resenim
Şem’î (Mehmet)
İllâ bün-i çehte bir resen var
Cinnîler ona değil haber-dâr
Şeyh Galip

resen-i aşk: Aşk ipi.

Kalır âbâr-ı dalâlette
Azâzîl gibi
Resen-i aşkına kim urmasa ihlâs ile çenk
Kâzım Paşa

resen-i cezbe: Cezbenin ipi.

Ger lutfun elinden resen-i cezbe ererse
Âsân çıka bu çâh-ı belâdan dil-i şeydâ
Behiştî

resen-i müşg-bâr: Misk kokulu teli.

Girih girih resen-i müşg-bârı mı analım
Dizin dizin güher-i âb-dârı mı diyelim
Ahmet Paşa

resen-i zülf-i dost: Dost saçının teli.

Düşürmeyince terâzû-yı aklı oynatmaz
Ne turfadır resen-i zülf-i dost cân-bâzı
Hamdullah Hamdi

resen-i zülf-i siyâh: Siyah saçın teli.

Bir gün düşürür aşk seni çâh-ı belâya
Elden koma ey dil resen-i zülf-i siyâhı
Mantıkî (Ahmet)

resen-bâz: İple oynayan, ip cambazı.

Kâkül-i yâr iledir kârı dil-i şeydânın
Rîsmânın kurar üstâd-ı resen-bâz bülend
Şeyhülislam Yahya

resen-bâzî: Cambazlık.

Eğer isterse eyler rîsmân üzre resen-bâzî
Ne ayağı değer târe ne hod muhtâc-ı mîzândır

riyazi

resîd, resîde: (jj, oj-rj) Far. 1. “Yetişti, erişti” anlamında bir yazının “geldi” işareti. 2. Alınan paranın iadesiyle üstüne çekilen çizik.

Utârid resm-i ahkâm eyledikçe safha-i çerhe
Resîdi dûş-ı fermâna nişân-ı imtisâl olsun
Nâbî
Boynunda bûse borcu dururken
Behiştî
’ye Zulm ile hatt-ı la’lin onu eylemiş resîd
Behiştî
Şimdi uyuyanlar o zemânda uyanırlar
Bir subha resîde olur âhir şeb-i âlem
Ziyâ Paşa

resîde: Erişmiş, yetişmiş, olgunlaşmış.

Agâz-ı nâle etse ne ola cân-ı bî-şekîb
Oldu resîde mevsim-i feryâd-ı andelîb
Nahifi
Olurdu reng-i tebessüm şüküfte-gül-bünden
Henüz olmadan evvel resîde gonca-i ter
Nedim
Bahâr kim gele bir câm-ı lâle-gûn sundu
Nihâl-i kaddin onun neş’e-i resîdesidir
Nedim

resm, resim: Ar. 1. Eser, nişan bırakan çizgi. 2. Suret, resim. 3. Üslup, tarz. 4. Tavır, davranış. 5. Alay, tören. c. rüsûm.

Ey Fuzûlî incinme senden tegâfül kılsa yâr
Resmdir kim göstere ahbâba istiğnâ habîb
Fuzûlî
Sîretim âsâr-ı hâmemden kılınsın ictihâd
Sûretim bu resm ile kalsın cihânda yâdigâr
Ziyâ Paşa
Nitekim her nokta-i bârâna bâis ebr olur
Devr eşkâlinde resm oldukça bî-pergâr gül
Hayâlî Bey
Usûl-ı i’tikâd u i’tiyâd ü resm ü âdette
Bütün ebnâ-yı âlem meslek-i âbâya tâbi’dir
Yenişehirli Avni
Hudâ gûyâ cism-i nâzikin bu resme halk etmiş
Katıp bûy-ı gülü reng-i şarâb-ı erguvân üzre
Nedim

resm-i âdî: Âdi şekil.

Sipihr-i kîne-cûdan bî-vefâlık resm-i âdîdir
Felekten bî-niyâz olmak dahi bir özge vâdîdir
Nâilî

resm-i bîat: Kabul edilir şekil.

Benliğin satıp yerine
Hak alan erbâb-ı Hak
Dest-i erbâb-ı resimden resm-i bîat istemez
Gaybî

resm-i cefâ: Cefa şekli.

Mahsûs değil resm-i cefâ yâre ezelden
Âyîn-i vefâ vâdî-i meslûk değildir
Nâbî
Ger görmemek dilersen resm-i cefâ
Fuzûlî
Olma vefâya tâlib dünyâ-yı bî-vefâda
Fuzûlî

resm-i dirin: Eski resim.

Resm-i dîrîni levh-i âlemden
Mahv eden gülün ter-zebânımdır
Ryazi resm-i enâniyyet: Ahmaklık şekli.

Resm-i enâniyyeti olup hebâ
Buldu o bî-çâre beka der-fenâ
Nâbî

resm-i memdûd: Uzatılmış resim.

Olmasa besmele resm-i memdûd
Cins-i eşyâda olur muydu vücûd
Hakanî

resm-i mahabbet: Sevgi şekli.

Derd-i aşka düşdüğüm görüp kayd etme sen
Böyledir resm-i mahabbet ağlamaz kendi düşen
Enderunlu Vâsıf

resm-i pây-i esb-i yâr: Yârin atının ayağının şekli.

Yoldagitmez hâtırımdan resm-i pây-i esb-i yâr
Kim sefer ehline âdettir
Behiştî
nân gerek
Behiştî

resm-i râh-ı hak: Doğru yolun şekli.

Ekdiğin biçmedesin resm-i râh-ı hak budur
Sen de mâ-dûnuna rahm eyle ki rahmet bulasın

resm-i vefâ: Vefa şekli.

Nev’iyâ âyîne-i âlemde yok resm-i vefâ
Ya kerâmet gitti ya ehl-i kerâmet kalmadı
NeVî
Cân nakdini alıp unuturlar revâ mıdır
Resm-i vefâyı bilmediği dil-rübâların
Şeyhülislam Yahya

resm-i vezâret: Vezirlik şekli.

Bir vezîr-i kâr-fermâ ettiler
Bağdâd’a kim
Buldu zâtında onun resm-i vezâret ihtitâm
Nâbî

resmî: 1. Çok ciddi ve sert. 2. Resme, çizgiye ait. 3. Devlet adına veya devlet tarafından olan.

İlm-i resmîyi tenezzül mü eder tahsîle
Kisbe mevkûf değildir şeref-i mâder-zâd
Nâbî

rüsûm: Resm’ler; vergiler; usul, merasim.

Germ oldu o şâm çünki sohbet
Gitti aradan rüsûm u külfet
Nâbî
Gerçi kim kişver-i vîrâne-i kalbimde benim
Azl ü nasb eylemez icrâ-yı rüsûm-ı ahkâm
Nâbî

rüsûm-ı fâside: Fesat çıkaran usuller.

Hayâ, edeb gibi sözler rüsûm-ı fâsidedir
Vatanla âile, hattâ, kuyûd-ı zâidedir
Mehmet Âkif

rüsûm-ı fitne-i nâ-pây-dâr: Kararsız fitne izleri.

Rüsûm-ı fitne-i nâ-pây-dâra aldanma
Nihâl-i sûrdaki berg ü bâra aldanma
Sâmi (Arpaeminizade Vakanüvis
Mustafa Bey)

rüsûm-ı himmet: Gayret usulü.

Rüsûm-ı himmeti ehl-i kerem sûzenden öğrensin
Ten-i uryân ile her bî-nevâyagiydirir jende
Beliğ rüsûm-ı ilm: İlim usulü.

Rüsûm-ı ilm ile gitmez denâet tab’ı nâ-kesden
İrem, ârâyiş-i elvân ile
Huld-ı Berin olmaz
Beliğ rüsûm-ı kâinât: Kâinâtın usulleri.

Rüsûm-ı kâinât oldukça cârî hazret-ı Bârî
Ede ol âsaf-i âlî-cenâbın zâtını ibka
Nâbî

rüsûm-ı küfr ü îmân: İman ve küfür usulleri.

Zehî hengâme-i vahdet ki mey nûş ettiğim demdir
Rüsûm-ı küfr ü îmânı ferâmûş ettiğim demdir
Namık Kemâl

rüsûm-ı lutf u kerem: Lütuf ve kerem usulleri.

Rüsûm-ı lutf u kerem halk içinde mensidir
Fakat alıp verilir bir selâm kalmıştır
Nâbî

rüsûm-ı mecâz: Mecaz usulleri.

Sâf etmişiz derûnu rüsûm-ı mecâzdan
Sûret-pezîr-i gayr değildir küniştimiz
Nâbî

rüsûm-ı saltanat: Saltanat usulleri.

Rüsûmı saltanata yine ibtidâ ederim
Mahallen içre şehâ kendimi gedâ iderem
Hamdullah Hamdi

rüsûm-ı şîve vü nâzî: Naz ve işve ile ilgili usuller.

Bilir hâk-ı Stanbul’dur rüsûm-ı şive vü nâzi
Kenârın dil-beri nâzik de olsa nâzenin olmaz
Nâbî

rüsûm-ı tagayyür-pezîr-i âlem: Âlemin değişiklik gösteren usulleri.

Fenâ rüsûm-ı tagayyür-pezir-i âlemdir
Beka: hulâsa-i ma’nâ-yı âferiniştir
Nâbî

rüsûm-ı zemâne: Zamanın usulleri.

Öğren lisân-ı asr ü rüsûm-ı zemâneyi
Bak tab’-ı nâsa hâle münâsib tekellüm et
esat Bey

rüsûmiyye: 1. Vergi ile ilgili. 2. Resmilik ve resmiyetle ilgili.

Tekellüfât-ı rüsûmiyye yok nihâdımda
Telâş-ı hâhiş-i esbâb-i ihtişâm edemem
Nâbî

ressâm: Resim yapan.

ressâm-ı kudret: Kudretin ressamı
Çün ezelden ressâm-ı kudret yazdı hüsnün ber-kemâl
Muhibbî, Meftun! (Kanunî Sultan Süleyman)

ressâm: bk. resm.

resûl: Ar. Elçi, peygamber. c. rüsül.

Al-ı Resûl’e
Hamdi ihânet edenleri
Recm eyle seng-i la’netin ile
Hudâ-y-için
Hamdullah Hamdi
Görenler benzetir ak sancağın
Al-ı Osmân’ın
Resûl’ün ravzasında nûrdan serv-i hırâmânı
Taşlıcalı Yahya Bey
Niyâz-ı aşk âşıkından füzûn
Revân-ı pâk-ı Resûl’e ola selâm u dürûd
Sâmi

resûl-i Ekrem: Hz. Muhammed (s. a. s.).

Onu ref eylemekte niyyet-ipâk-ı hümâyunu
Hemân ancak
Resûl-ı Ekrem’e ikrâm u hürmettir
Nedim

resûl-i Kibriyâ: Hz. Muhammed (s. a. s.).

Resûl-ı Kibriyâ hayrü’l-vera ya
Ahmed-ı Mürsel
Şefi’-i müşfik-ı rûz-ı cezâ ya
Ahmed-ı Mürsel
Seyyit Vehbî

resûl-i Medenî: Şehirli resul.

Rûh-ı Ashâb-ı Kirâm’ıyla
Resûl-ı Medeni
Kutb-ı aktâb-ı izâmıyla Üveyse’l
Kareni
Taşlıcalı Yahya Bey

rüsül: Resûl’ler.

Müntehi şer’ine edyân-ı temâmi-i rüsül
Bahrsen sâ’ir-i erbâb-ı risâlet emvâc
Fuzûlî

reşâd: Ar. 1. Hak yolunda yürüme.

Sultan
Reşat adına basılan altın.

Fâtih-i dahme-i der-beste-i gayb-ı mutlak
Hâtem-i şâh-ı risâlet şeh-i iklim-i reşâd
Nâbî
Dolaş savâmi’% gel sonra bezm-i rindâna
Reşâdı anlamaz âdem dalâli anlamadan
Muallim Naci

reşâdet: Reşitlik, şeyhlik.

Satma zu’munca reşâdet kutb sanma kendini
Tâatin taklidtir cümle olur mahv u hebâ
Âdile Sultan

reşehât: bk. reşha.

reşâş, reşâşe: bk. reşş.

reşh, reşha: Ar. Sızma, sızıntı; terleme.

Zülâl-i merhametin reşhasıdır
Ab-ı Hayât
Bihâr-ı mekremetin katresi yem-ı Ummân
Cinânî
Ebr-i cûdundadır ol feyz ki reşhinden onun
Gül olup kûre-i haddâd-ıgül-istânagelir
Nedim
Zülâl-i ma’rifet bir reşhadır ebr-i bahârımdan
Bahâr-ı câvidân bir nefhadır bâdı hazânımdır
Namık Kemâl

reşh-i âb: Su sızıntısı.

Sirişk-i çeşmine ehl-i nifâkın
Ftimâd etme
Esâsında binânın reşh-i âb olsa metin olmaz
Nâbî

reşh-i gamâm: Bulut titremesi.

Güzer etmektedir ikbâl ü rutûbet dediğin
Biri hurşîd-i zemistân birisi reşh-i gamâm
Nâbî

reşh-i kilk: Kalemden damlayan.

Dîn ü devlet böyle revnak mı bulurdu olmasa
Reşh-i kilk ü berk-ı tîğ âb u tâb-ı rûzgâr
Nef’î

reşh-i miyâh: Suların sızıntısı.

Perveriş-yâb-ı sehâb-ı cûdu olsaydı eğer
Dürre-i beyzâ olurlar idi her reşh-i miyâh
Üsküdarlı Hakkı Bey

reşha: Damla, sızıntı. c. reşehât.

Aceb
Ab-ı Hayât-ı ehl-i perverdir müdâm olsun
Ki ihyâ eyledi birer reşhasıyla bu dil ü cânı
Nedim

reşha-i câm: Kadeh sızıntısı.

Reşha-i câm bizi tuttu ne ola ger sâkî
Gele kurtara bizi ala ayağı terin
Fuzûlî

reşha-i feyz: Feyzinin damlası.

Reşha-i feyzine erbâb-ı fasâhat teşne
Gûyiyâ çeşme-i ilhâm
Hudâ’dır hâmem
Büyük
Reşit Paşa

reşha-i kevser: Kevser damlası.

Safâ-yı meşreb-i pâkin eğer yâd etse bir şâir
Midâd-ı hâmesine reşk ederdi reşha-i kevser
Nef’î

reşha-i semm: Zehir damlası.

A’dâya medâr-ı kalemim reşha-i semmdir
Ahbâba şemîm-i sühanım nükhet-i cândır
Nef’î

reşha-i ummân: Denizlerin damlası.

Reşha-i ummân kim dünyâyı olmuştur muhît
Bu sirişk-i dîde-i hûn-bâra benzer benzemez
cinânî

reşha-feşân: Ter saçan.

Ey şi’r-i terim eşkim ile hem-cereyân ol
Sînemdeki nîrân-ı gama reşha-feşân ol
Muallim Naci

reşha-yâb: Sızıntı yapan.

reşha-yâb-ı feyz: Feyzin sızıntı yapanı.

Tef-i hayât-bahş-ı âftâba karşı bî-sebat
Erir, akar, onunla reşha-yâb-ı feyz olur türâb
Tevfik Fikret

reşehât: Reşha’lar.

Ruhsâr-ı arak-rîzi yeter yakmağa yârin
Ne eyler reşehât ilegül-istân elimizde
Nef’î

reşehât-ı lutf: Lütuf damlaları.

Yine cân-ı nâ-tüvâna su sepildi oklarından
Reşehât-ı lutfu
Yahyâ komadı gubâr dilde
Şeyhülislam Yahya

reşehât-ı ma’sûme: Masum damlalar.

Kırıldı işte bugün bir rakîk kâse gibi
O taşla mahfaza-i hâtırât-ı ma’sûmen
Döküldü hep reşehât-ı ma’sûmen
Tevfik Fikret

reşîd: bk. rüşd.

reşk: Far. 1. Haset, kıskanma, çekememe. 2. Haset olunmuş, kıskanılmış.

Bakıp bir hâra bir de ol ruh-ı zîbâya reşkinden
Gülün her bergi bir hâr oldu çeşm-i bâğ-bân üzre
Nedim
Tâk divârıyla reşk kubbe-i fîrûze-renk
Nakş-ı zer-kârıyla âzerm-i behişt-i câvidân
Üsküdarlı Hakkı Bey
Sürdükçe hâk-ipâyine reşk ederMesîh
Hûrşîd-i tâc-ver-i felek-i çârümîn ile
Nâilî
Üstâd olıcak sözde hasetten kaçılır mı
Zîrâ hüner-i reşk ü hased mudeber eyler
lâ (olıcak: olunca)
Eflâki de ecrâmı da inletse revâdır
Ey reşk-i melâik, nagam-ı ruh-nevâzın
Tevfik Fikret

reşk-i Bedahşân: Bedahşan yakutunu kıskanma.

Bir lâle-ruhun hasret-i la’liyle dem-â-dem
Sahrâ vü deri reşk-ı Bedahşân ederim ben
Şeyhülislam Yahya

reşk-i behişt: Cenneti kıskanma.

Behiştin kıt’ası derdim velî reşk-i behişti olmuş
Kudûm-ı pâdişâh ile bu nüzhet-gâh-ı bî-hemtâ
Şeyhülislam Yahya

reşk-i câm-ı bâde: Şarap renkli dudağın kıskançlığı.

Döne döne la’l-i mey-gûnun öper ey gonca-leb
Kılmasın mı reşk-i câm-ı bâde hûnin-dil beni
Fuzûlî

reşk-i cinân: Cennetleri kıskanma.

Nesîm-i merhametten alıp ifâde-i cûd
Cihânı reşk-i cinân eylemiş nesîm-i sabâ
Fuzûlî
Aceb midir cenân-ı ehl-i dil reşk-i cinân olsa
Giren gönlüne erbâb-ı vefânın bir dahi çıkmaz

reşk-i dendân: Dişini kıskanma.

Reşk-i dendânın ile hancere düşdi jâle
Berg-i sûsendegören etdi sanır onu karâr
Bâkî

reşk-i dirine: Eski hile.

Reşki sanman feleğin vüsât ya rifâttedir
Reşk-i dîrînesi irfân ile ehliyettir
Nâbî

reşk-i firdevs-i Berin: En yüce
Firdevs cennetini kıskanma.

Feth edip makdem-i pâkiyle müşerref olıcak
Reşk-i firdevs-ı Berîn oldu sarây-ı Bağdâd
Şeyhülislam Yahya
(olıcak: olunca) reşk-i gubâr-ı bezm-gâh: Eğlence meclisinin tozunu kıskanma.

Beni mahzûn eden reşk-i gubâr-ı bezm-gâhındır
Ki onu behre-mend eyler ne cür’a kalsa câmında
behiştî

reşk-i hayâl: Hayali kıskanma.

Hûrlar ile müzeyyen olup yine cây-ı îd
Reşk-i hayâl olursa yeridir safâ-yı îd
Enverî

reşk-i hûr: Hurileri kıskandıracak kadar (güzel).

Cilve-i aks-i ruhun âyînede ey reşk-i hûr
Rûşen etmiş onu kim horşîddendir aya nûr
Fuzûlî

reşk-i kamer: Ayı kıskanma.

Yüzün ey reşk-i kamer nûr-ı tecellâ mı değil
Boyun ey nûr-ı basar gayret-ı Tûbâ mı değil
nizami

reşk-i leb: Dudağı kıskanma.

La’l-gûn meydir elinde sâgar-ı sîmîn ile
Ya nigîn-i la% dür reşk-i lebinden oldu âb
Fuzûlî

reşk-i melek: Melek kıskanması.

Nâle ettikçe gönül sen de gül ey reşk-i melek
Güle gülmek yaraşır bülbüle efgân eylemek
Rıfat Bey?

reşk-i rabbatü’l-hicâl: Güveyileri kıskandırma.

Zihî meşşata-i zînet-fezâ-yı tab’-ı nazm-ârâ
Arûs-ı bikr-i fikrim reşk-i rabbâtü’l-hicâl eyler
Neylî

reşk-i ruh: Yanağı kıskanma.

Dûdlar çıktı yanıp reşk-i ruhun nârına bâğ
Câ-be-câ sanma çemende görünenler sünbül
Bâkî

reşk-i ruh-ı al: Kırmızı yanağı kıskanma.

Reşk-i ruh-ı âlinle gül âteşlere düşmüş
Mey hasret-i ladinle keş-â-keşlerle düşmüş
Nâbî

reşk-i ruhsâr: Yanağın kıskanması.

Reşk-i ruhsârın dil-i horşîde salmış ıztırâb
Gayret-i kaddin mizâc-ışem’a vermiş inhirâf
Fuzûlî

reşk-i şafak: Şafağı kıskanma.

Ufuk âyînesin gül-gûn eden reşk-i şafak sanma
Letâfet aksi düşmüştür nihâl-i ergavânımdan
Behiştî

reşk-i turra-i yâr: Yârin perçemini kıskanma. denlü ra’şe verir müşge reşk-i turra-i yâr
Ki kürksüz yatamaz deşt içinde nâfe-ı Çîn
Nâbî

reşk-âver: Hasede düşüren, kıskanmayı uyandıran. reşk-âver âyîne-i hurşîd oldu
Yümn-ipâ-bûsu ile ferş-i ruhâm-ı devlet
Münif
TabHmı hem de bu takrîb ile vassâfn edip
Eyledin nazmımı reşk-âver feyzî-i kelîm
Üsküdarlı Hakkı Bey

reşk-sâz: Gıbta ettiren, imrendiren.

reşk-sâz-ı anber: Amberi kıskandıran.

Kef-i sirişkî-i bezm reşk-sâz-ı anberdir
Ki doldu nükhet-i zülfüyle cûy-bâr-ı zamîr
Beliğ reşş: Ar. 1. Serpme, püskürtme. 2. Serpinti, yağmur, çisenti. c. reşâş.

reşâşe: Yağmur, serpinti, döküntü
İsterim bir hudûdsuz deryâ
Olsun âlâmına reşâşe nisâr
Cenap Şahabeddin reşâşe-i kalem: Kalem serpintisi.

Reşâşe-i kalemi iltifât u reddi ile
Kimine ney-şeker oldu kimine zehr-i şedîd
Cmânî reşâşe-i mâtem: Matem yağmuru.

Eder reşâşe-i mâtemle kalbimi giryân
Bütün zılâl-i girîzân fahr-i nev-peydâ
hüseyin
Sîret

retk: Ar. Dikme, yamama, ekleme.

Retk etmededir fatk-ıgiribân-ıgünâhı
Envârdan ibrişim ile sûzen-i rahmet
Nâbî
Kesme ey ebr-i kerem riştesini âbların
Belki retk eyleyesin fatkını mizâbların
Nâbî
İttisâl üzre yemininde yesârında ola
Fatk u retki kalem ü tiği niyâm-ı devlet
Münif retk ü fetk: İyi idare etme.

Ondan etmezlerse havf ü reca
Retk ü fetk ehli demez kimse ona
Nâbî

revâ: Far. Caiz, layık.

Yan verip ey meh-lika: kaçma bugam-hârdan
Âteş-i hicrânına yanmağa görme revâ
Şahin Giray
Nâmı gibi olmuştur o hem sa’d hem âbâd
İstanbul’a ser-mâye-i fahr olsa revâdır
Nedim
Galat ettim ne revâ cennete teşbih etmek
Başkadır nimet-i âsâyiş-i me’vâ-yı adem
Akif Paşa

revâbıt: bk. râbıta.

revâc: Ar. Maddi ve manevi bir nesnenin sürümü, geçimi, makbul ve değerli olanı.

Terk ü tecrid ihtiyâr et kim diyâr-ı ışkta
Fakr bâzârına esbâb-ı fenâdandır revâc
Fuzûlî
Eğerçi köhne metâ’ız revâcımızyoktur
Revâca da o kadar ihtiyâcımız yoktur
Nâbî
Yâ Rab ya akl u dânişe feyz-i revâc ver
Yâhûd cihânda etmesin ehl-i hüner zuhûr
Hersekli Arif Hikmet
Bir revâcı var harâbâtın ki bir gün korkarım
Zâhid-i şehre binâ-yı zühdü virân ettirir
Şeyhülislâm Yahya

revâc-ı bâde: Şaraba düşkünlük.

Haris olur kişi pek men’ olunduğu fi’le
Revâc-ı bâdeye fart-ı yasağdır bâis
Enderunlu Fazıl revâc-ı dîn-i mübîn: İslâm dinine değer verme.

Revâc-ı din-i mübine muâvin ü mukaddem
Umûr-ı şer’-işerife mukayyed ü münkâd
Nef’î

revâc-ı ilm ü kemâl: Olgunluk ve ilme değer verme.

Revâc-ı ilm ü kemâl olsa ger kesâdı kadar
Ererdi devlete ehl-i hüner murâdı kadar
Namık Kemâl

revâc-ı nakd: Paranın geçer olması.

Revâc-ı nakd nakş-ı sikkedendir ne ola kadr etse
Ma’nâ ile cism-i uryânımda nakş-ı hûriyâgörgeç
Fuzûlî

revâc-ı zühd: Zühde değer verme.

Revâc-ı zühdü gör tasvir ederken meclis-i işret
Musavvirler elinde kıl kalem misvâke dönmüştür
Nâbî

revâc-gâh: İtibar yeri.

Revâc-gâhın arar her metâ’ ey Nâbî
Mesâmi olmasa mesdûd olur dükân-ı şifâh
Nâbî

revâk, rivâk, rüvâk: Ar. Revk’ten; Üstü örtülü, önü açık yer. 2. Sundurma, kemeraltı, saçak altı. c. ervika.

Arzıla hem-dûş ola tâk-ı revâk-ı haşmetin
Pây-dâr ettikçe
Hak ne kubbe-i nifûferi
Nedim
Ol kadar âli revâk u tâk-ı kuds eyvânı kim
Soffa-i sineden berk urur envâr-ı arş-ı Müsteân
Üsküdarlı Hakkı Bey

revâk-ı çeşm: Göz kapağı.

Revâk-ı çeşmimi zeyn etse ne ola aks-i ruhun
Oturmağa suyun üstünde şeh-nişin ister
İbni Kemâl

revâk-ı çeşme-i mihr-i cihân-ârâ: Cihanı süsleyen güneş çeşmesinin kemeraltı.

Revâk-ı çeşme-i mihr-i cihân-ârâ mıdır bilmem
Durur ayn-ı hayât-ı la’li vasfında akar sular
Dâniş (Dâniş-ı Atîk; Dâniş-ı Kadim)

revâk-ı meşhedî: Şehitliğin altı.

Sütûn-ı merkadinin
Hakk’a yükselen tehlil
Revâk-ı meşhedinin nâzilât-ı arş-ı berin
Mehmet Akif

rivâk: Alt.

rivâk-ı kâlbüd-i cism: Cisim kalıbının altı.

Dü-dest-i lutf ile kurtar isâbet eylemeden
Rivâk-ı kâlbüd-i cisme nâr-ı neft-endûd
Sâbit

revân: Far. Yürüyücü, gidici, akıcı (söz)
Can, ruh.

Nigârım dil-berim yârim nedîmim munisim cânım
Refîkim hem-demim ömrüm revânım derde dermânım
Nesimi
Benim ol âşık-ı şûrîde kim durmaz revân eyler
Dilinden
Âb-ı Hayvân’ı gözünden dürr-i galtânı
Bâkî
Mürg-i revânıgöklere erdi hümâ gibi
Kaldı hazîz-i hâkte bir iki üstühân
Bâkî
Ammâ ki sonra böyle ser-â-pâ zebân olup
Kat’î cevâbı tîğ çü âb-ı revân verir
Nedim
Pâ-mâl-i şitâ olmadan iklîm-i çemen-i gül
Ver hükmünü ey serv-i revân köhne-bahârın
Nedim

revân-ı Cem: Cem’in ruhu.

Gûş kıl ey rûh-ı Kisrâ ey revân-ı Cem işit
Ben kapılmam ehl-i târîhin sühansencânına
Nedim

revân-ı mes’ûd: Mesut ruh.

Etmez misin ey revân-ı mes’ûd
Minnet-kede-i zemîne pedrûd
Muallim Naci

revân-ı pâk-ı resûl: Resul’ün temiz ruhu.

Niyâz-ı aşk âşıkından füzûn
Revân-ı pâk-ı Resûl’e ola selâm u dürûd
Sâmi

revân-bahş: Can sunan.

Olursa hûn bahâsı va’de-i vasl-ı revân-bahşın
Sana ey bî-mürüvvet câna minnettir fedâ olmak
İzzet Ali Paşa

revâne: Giden, yürüyen.

Gezmek hevesiyle hâne hâne
Olpîr ile oldular revâne
Fuzûlî
Ol reh-revâne ki
Hızr ü Kelîm bedrekadır
Fürûğ-ı âh yeterşem’-ı Tûr’u neylerler
Nâilî
Niteki vakt-i seher sebze-zâr-ı gerdûnda
Olup revâne tarâvet vere bu çeşme-i nûr
Hayâlî Bey

revânî: Far. 1. Revaçlı, değerli, rağbetli.

Revani tatlısı.

Dervîş
Mustafâ-yı revânî-fürûş kim
Rûh-ı revânî şâd ola ehl-i vefâ imiş
Pertev (vefat tarihi)
Tezkîr için feth-i revân ni’meti şükrün
Mecliste gerek kim gele helvâ vü revânî
Nedim

revâyih: bk. râyiha.

revgan: Far. 1. Yağ. 2. Parlak deri, rugan. 3. Hafif esen rüzgârın serinliği.

Zîr ü bâlâdan alır feyzi dil-i rûşenimiz
Zûr ile âbdan âteş çıkarır revgânımız
Nâbî
Renk renk etti çerâgındaki pertev bezmi
Mağz-ı tâvûstan almış gibi tab’ım revgan
Nedim
Ma’nâ-yt âb-ı zindegîyi rûşen eyledim
Kandîl-i bezm-i pîr-i meye revgan eyledim
Nevres-i Kadim

revgan-ı bâdâm: Badem yağı.

Sâf-tab’ânı bulur zahm-ı feşâr-ıgerdûn
Girse de perdelere revgan-ı bâdâmgibi
Nâbî revgan-ı kındîl’
Kandil yağı.

Kalmışız âteş ü âbın arasında hayrân
Kalbimiz rûşen iken revgan-ı kındîl gibi
Nâbî

revgân-ı kındîl-i şuûr: Şuur kandilinin
yağı.

Şu’le-i ârızının aksi düşelden câma
Eşkimiz revgân-ı kındîl-i şuûr eylemişiz
Nâbî

revgân-ı sabr: Sabır yağı.

Revgân-ı sabr ile yapmışlar fetîl-i intizâr
Zahm-ı hicrin vasldan gayri bulanlar merhemin
Nâbî

revh, revha: Ar. 1. Rahat, rahatlık. 2. İç rahatlığı, sevinç. revh ü reyhânRahatlık ve rızık.

Neylesin böyle rind-i hoş-meşreb
Hod-nümâlarla revh ü reyhânı
Muallim Naci

reviş: Far. Tarz, üslup, tavır, tutum, gidiş.

Benzemez bunlara ol turfedir onun tarzı
Reviş ü cünbüşü ser-tâ-be-kadem nev-peydâ
Nef’î
Eyleyip va’de dönersin yine ey mâh-ı cebîn
Bu reviş şendendir çarh-ı sitem-gâr mısın?
Nevi
cilveler o revişler meded o cünbüşler
O gamzeler o bakışlar o nergis-i pür-hâb
Sîret
î reviş-i sıdk u sebât: Doğru ve dürüst gidiş.

İstikamette gerektir reviş-i sıdk u sebât
Kademin merkeze kor devrde pergârın ucu
Esat
Muhlis Paşa

reviş ü cünbiş: Tavır ve hareket.

Benzemez bunlara ol turfadır onun tarzı
Reviş ü cünbişi ser-tâ-be-kadem nev-peydâ
Nef’î

reviş ü şîve-i reftâr: Yürüyüş ve yürüyüş şekli.

Der idim kametine serv velî özge imiş
Harekât ü reviş ü şîve-i reftâr sana
Fuzûlî

revnak: Ar. Letafet, taravet, parlaklık, hoşluk, güzellik, güzel görünüş.

Mihr ü meh tâ âleme pertev salıp revnak vere
Leyl-i gamda cân buldu cism-i bîmârım
Âdile Sultan
Bir meh-i revnak vere câm-ı gül-renk
Bir taraftan ede mutrib-i âhenk
Sünbülzade Vehbi
Hemîşe tâ kumâş-ı zer-keş vasfı kerem-kârın
Ede leb-rîz-i revnak dest-gâh-ı şi’r ü inşâyı
Nedim
Ermişti bâğ-ı saltanata mevsim-i hazân
Gitmişti eski revnak u reng ü tarâveti
Ziyâ Paşa

revnak-ı a’yâd: Bayramların hoşluğu.

Eğer nücûm-ı felek sa’d-i ekber olsa tamâm
Verilse hem dahi her rûza revnak-ı ayâd
Nef’î

revnak-ı bâğ-ı cinân: Cennet bahçesinin güzellikleri.

Ey devvâr-ı zemâne ki âb-ı adâletin
Mülk-i cihâna revnak-ı bâğ-ı cinân verir
Nef’î

revnak-ı bahâr: Bahar parlaklığı.

Bûy-i nesîm ü reng-i gül ü revnak-ı bahâr
Âsâr-ı fazl u rahmet-ı Perverdigâr’dır
Bâkî

revnak-ı gül: Gülün güzelliği.

Ser-âgâz eyledikçe bahse bülbül revnak-ı gülden
Bezmde kulkul-i mînâ mülün keyfiyyetin söyler
Koca Râgıp Paşa

revnak-ı gül-zâr: Gül bahçesinin güzelliği.

Fasl-ı gülde gül cemâlin revnak-ı gül-zâr olur
Nahl-igül gibi eğer gelsen hırâma yaraşır
Şeyhülislam Yahya
Bülbüller öter revnak-ı gül-zâr yerinde
Ammâ ki bulunmaz bu dil-i zâr yerinde
Şeyhülislam Yahya

revnak-ı reng-i hüsn: Güzellik renginin güzelliği.

Veren bu sûret-i mevhûma revnak-ı reng-i hüsnündür
Gül-istân-ı hayâlim nev-bahârım varsa sendendir
Şeyh Galip

revnak-ı ruhsâr: Yanağın güzelliği.

Mahv eder revnak-ı ruhsârını hatt-ı siyehin
Hangi gündür ki onun âhiri akşam olmaz
Şeyhülislam Yahya

revnak-ı saltanat-ı memleket: Ülke saltanatının güzelliği.

Revnak-ı saltanat-ı memleket heft-iklîm
Hâmî-i dîn, ilm-efrâz cihân-ârâyî
Nef’î

revnak-bahş: Parlaklık verme.

Mey-i gül-gûna revnak-bahş olur şeffâfî-i mînâ
Verir rengîn edâyı tab’-ı nâzük tâze mazmûna
Koca Râgıp Paşa

revnak-fezâ: Bir şeyin güzelliğini, zenginliğini arttıran.

Feyz-i ebr-i fikretim gelmiş tırâz-ı rûzigâr
Gevher-i nazm-ı terim revnak-fezâ-yı kâinât
Yenişehirli Avni

revnak-şiken: Güzellik kıran.

Bir tâze reviştir bu ki ta’bîr-i latîfi
Revnak-şiken-i hüsn-i beyân-ı kudemâdır
Nef’î

revzen, revzene: Far. Pencere; pencere kanadı.

Eyyâm-ı bahâr olmaz idi gül-şen olaydım
Hûrşîd tulû’ etmez idi revzen olaydım
Nâbî
Âfitâb ol bezm-i hâsa girmeğe yol bulmayıp
Revzeninden düşmeğe eyler şuâın rîsmân
Nevl
Gayri vakt oldu ki der-beste olup kâh devât
Kasr-ı dilde ser-i bâlâya açılmış revzen
Nedim
Açıp revzenlerin gâhice cânângösterir kendin Ümîd-i vasl eyle çâk-i girîbângösterir kendin
Nedim

revzen-i hâne: Evin penceresi.

Revzen-i hâneyi sermâda güşâd etmektir
Serd-i bezm-i edeb hande-i bî-câdandır
Sâmi revzen-i kasr-ı dil: Gönül köşkünün penceresi.

Âteş-i hicr ile sînemde olan dâgları
Revzen-i kasr-ı dile
Enverî câm eyleyelim
Enverî revzen-i kasr-i tecelliyât: Allah’ın manevi görünüş köşkünün penceresi.

Herbiri bir revzen-i kasr-i tecelliyât olur
Kim ki eyler sînesin bin pâre Allah aşkına
Seyyit Vehbî

revzen-i ümmîd: Ümit penceresi.

Revzen-i ümmîdden arz-ı cemâl etmezse de
Râzıyım tek dûş her peykâne çeşmân olmasın
Esrar Dede

revzene-i dağ-ı hevâ: Arzu dağının penceresi.

Dil ki ola revzene-i dağ-ı hevâdan mahrûm
Döner ol günbede kim ola ziyâdan mahrûm
Nâbî

revzen-be-revzen: Pencereden pencereye.

Gerçi zindân-gîr-i teng-i meclis-i tendir dil
Şeh-nişîn-i arşla revzen-be-revzendir dil
Nâbî

re’y: Ar. Rey, oy, fikir. bk. rây.

Kılmasa âlem murâdınca medâr olsun harâb
Dutmasa devrân senin re’yince devrân olmasın
Fuzûlî
Ne revâdır ki müjenle kaşın el bir edeler
Beni öldürmek için re’y ile tedbîr edeler
Bâkî

re’y-i Bâkıl: Bâkıl’ın (budala bir
Arab’ın ismi. bk. Bâkıl) fikri.

Bak şu etvâr-ıgalat-fehmine çerh-i dûnun
Re’y-ı Bâkıl geçiyor akl-ı Felâtûn yerine

re’y-i münîr: Parlak fikri.

Milk-i yakîne azm eden efkâr-ı sâibe
Re’y-i münîri meş’ale-i kârbân verir
Nedim

re’y-i rezîn: Sağlam fikir.

Ribât-ı köhne dünyâyı kıldı lutf-ile tecdîd
Olup re’y-i rezîni kâr-sâz-ı millet-i beyzâ
Nedim
Zîb erkân, zîver dîvân, vezîr-i şehen-şân
Sâhib-i lutf-ı firâvân, mâlik-i re’y-i rezîn
Nef’î
Sâdât-ı kabîle oldular cem’
Bu re’y-i rezîneyaktılarşem’
Şeyh Galip

reyâhin: bk. reyhân.

reyb: Ar. Şüphe, gümân.

Beni âvâre kıldı reyb-i menûn
Hânmânım harâb, bağrım hûn
Muallim Naci

reyb-i menûn: Dünya olayları.

Olalı turfe-nümâyân-ıgarâbât-ı şuûn
Görmedi mislini bu çâr-sû-yı reyb-i menûn
Ziyâ Paşa
Beni âvâre kıldı reyb-i menûn
Hânmânım harâb, bağrım hûn
Muallim Naci
bî-reyb: Şüphesiz, muhakkak.

Sür’at-i azmi meded-kâr olsa bî-reyb ügümân
Heft-ecrâmı delip arşı güzâr eylerdi tîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

reyb ü gümân: Şüphe ve zan.

Şöyle teblîg-i hakîkat ile yordu gûşuma
Ey zavallı merd-i gâfil eyleme reyb ügümân

reyhân: Ar. 1. Güzel kokulu fesleğen. 2. Rızık, geçinecek şey. c. reyâhîn.

Hatt-ı ruhsârın eder lûtfta reyhân ile bahs
Hüsn-i sûrette cemâlin gül-i handân ile bahs
Fuzûlî
Ma’nîde sünbül ügül ü reyhân nisâr eder
Sûrette gerçi akıtır ebr-i bahâr âb
Ahmet Paşa
Hattın ki reşk-i fasl-ı bahârân olup gider
Ser-mâye-bahş sünbül ü reyhân olup gider
Nedim reyhân-ı çemen: Çemenin reyhan kokusu.

Mest olur hattı gubârından onun sebzede bâd
Cennetin ehline reyhân-ı çemendir kokusu
Şeyhi

reyhânî: Sülüs hattına yakın bir yazı çeşidi.

Dağıdıp sünbülleringönlüm perîşân eyledin
Gösterip reyhânî hattın aklımı hayrân eyledin
İbni Kemâl

reyâhîn: Reyhân’lar.

Fakîr isem ne olaşevkin içimde dopdoludur
Aceb mi olsa reyâhîn ile kabûl-i sifâl
Necati Bey
Müzeyyen oldu reyâhin bezendi bâğ-ı çemen
Meğer ki bâğa haber geldi yârdan bu gece
ahmedî

reyyân: Ar. Riyy’den; suya doymuş, suya kanmış.

Kenâr-ı bahre kurulmuş, cesîm bir eyvân
Önünde ruh-fezâ bir hadîka-i reyyân
Tevfik Fikret
Gülümsüyor yüzü artık muhît-i reyyânın
Muhâtı, çünki semâdan inen bu çağlayanın
Mehmet Akif

rez: Far. Üzüm ağacı, asma kütüğü.

Yine rez duhterin peydâ edip azm-i kenâr etsem
Gamın hâtırda nâ-peydâ vü pinhân olduğun görsem
Nef’î
Bu gece la’l-i cüvânân oldu mengûş-ı kadeh
Duhter-i rezden tehî olmadı âgûş-ı kadeh
Rızayi
Zannetme duhter-i rezi rind ile gizlidir
Onunla şeyh efendi de babalı kızlıdır
Nedim
Olsun serây-ı duhter-i rez hâb-gâhınız
Pîr-i mugâna her gece dâmâd olun dedi
Yahya Kemal

rez-i duhter: Kızın asması.

Aks etti sîne-i sâkî nişân için
Rez-i duhterine bir gümüş âyîne-dân verir
Nedim

rezâlet: Ar. Arsızlık, rüsvalık, soysuzluk, alçaklık gibi çirkin görülen hâller.

Böyle şeylerde sebeb hikmet aranmaz.

Çabucak
Savabilmektedir iş.

Yoksa rezâlet çıkacak
Mehmet Akif

rezîl: 1. Arsız, alçak, hayasız, utanmaz. 2. Maskara. c. rüzelâ.

Vay eğer rûz-ı cezâda sâhib olmazsan bana
Olmaya hîç ben gibi bir kimse rüsvây u rezîl
Enderunlu Vâsıf
Nereye gitse rezîl ü rüsvâ
Her gören fâhişe der bî-pervâ
Abdülhak Hâmit

rezîl: bk. rezalet.

rezîn: Ar. Rezânet’ten; 1. Vakarlı, temkinli, ağırbaşlı. 2. mec. Sağlam, dayanıklı.

Zîb erkân, zîver dîvân, vezîr-i şehen-şân
Sâhib-i lutf-ı frâvân, mâlik-i re’y-i rezîn
Nef’î
Sâdât-ı kabîle oldular cem’
Bu re’y-i rezne yaktılar şem’
Şeyh Galip
Ribât-ı köhne dünyâyı kıldı lutf-ile tecdîd
Olup re’y-i rezîni kâr-sâz-ı millet-i beyzâ
Nedim

rezm: Far. Cenk, savaş.

Rezm işinde vü bezm îşinde
Görmedi pîr-i çarh ona nazîr
İbni Kemâl
Rezm hengâmında görmüş tîg-i âteş-rengini
Benzi sararmış dahi ol korkudan titrer
Güneş
Hayâlî Bey
Nîzesin tîr-i sebük-pervâze eylerpîş-rev
Rezmde gelse o rahş-ı berk cevelân üstüne
Nedim

rezm-gâh: Savaş meydanı.

Alevlerdir duhân içre görünür tîğlar gûyâ
Ne dem gerd-i siyâh-ı rezm-gâhı kılsa zulmânî
Bâkî
Rezm-gâh içre
Muhibbî merd olanlara müdâm
Hûn-ı düşmen mi gerektir kâsehâ-yı ser kadeh
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

rezm-gâh-ı felek: Feleğin savaş meydanı.

Kim ki mekr-i zen-i dünyâya zebûn olmaz ise
Rezm-gâh-ı feleğe merd gelir merdgider
Nâbî

rezm-gâh-ı ışk: Aşkın savaş alanı.

Yetişti od gibi âhım bana yalın kılıç çekti
Şehâ ben rezm-gâh-ı ışkta haylî cedel çektim
Zâti rezm-gâh-ı hezeyân: Hezeyanın savaş alanı.

Rezm-gâh-ı hezeyâna gelicek her birinin
Gürzü var dest-i tasallüfte beşer yüz batman
Sâbit
(gelicek: gelince)

rezzâk: bk. rızk.

rıbka: bk. ribka.

Rıdvân: Ar. 1. Rızâ’dan; razı olma, hoşnutluk. 2. Cennet’in kapıcısı olan büyük melek.

Sabâ gird-i gül-istâniyle varsa bâğ-ı Rıdvân’a
Abîr-efşân olurpîrâhen-i hûr cinân üzre
Nef’î
Sûretin cennettir ey hûrî vü Rıdvân’dır tapın
Yüzüne kimdir diyen kim cennet ü R ıdvân değil
Nizamî
Hûr ile
Rıdvân’a benzetsem ola kûyunu kim
Hulle-i cennetle giymiş nûrdan efser livâ
Taşlıcalı Yahya Bey

rıfk: Ar. Yumuşaklık, yavaşlık, tatlılık.

rıfk-ı nazar: Yumuşak bakış.

Rıfk-ı nazarınla dil-rübûde
Geldim yine âlem-i vücûde
Abdülhak Hâmit

rıhlet: Ar. 1. Göç etme, bir yerden başka bir yere gitme. 2. Ölme.

Yeter oldu kulağa bâng-ı rıhlet dehr bâğında
Ne durmuşsan temâşâ-yı gül-i ruhsâr yetmez mi
Fuzûlî
Rıhlet eyyâmında gamdan incine sanma beni
Korkulu yollarda kişi âşinâdan korkmaz
Necati Bey
Nûş etti o bî-çâre kadın rıhlet ederken
Zemzem yerine rahmet-i cûşân-ı Hudâ’dan
Kemalzâde Ekrem Bey

rıhlet-i kûy-ı adem: Yokluk köyüne göçüş.

Nâleden doldu ceres âvâz ile mülk-i vücûd
Rıhlet-i kûy-ı ademdir ona mahmil dostum
Behişti

râhil: Göç eden, ölen.

Mihnet-âbâd-ı dile gelse sürûr etmez karâr
Bir nefes gûyâ meserret dayf-i râhildir bana
Nâbî

râhile: 1. Yük devesi. 2. Yük hayvanı.

Zâdımız gussa vü gam derd ü belâ râhilemiz
Çekilip
Kâ’be-i kûyuna gider kafilemiz
İshak

rahîl: Göç, göç etme, ahirete gitme.

Ahir çalındı kûs-ı rahîl ettin irtihâl
Evvel konağın oldu cinân bûstânları
Bâkî

rıka: ’: bk. ruk’a.

rık’a, rik’a: Ar. “Dîvânî” yazı çeşitinin sadeleştirilerek el yazısı yazmayı kolaylaştıran yazı stili. rık’a-i tesvîd-i tünd’
Sert karalama yapılan rik’a.

Ukûl ders-i edeb fenn-i cem’eder tahsîl
Derîde rık’a-i tesvîd-i tünd ü handimden
Esrar Dede

rıkkıyyet: bk. rakîk. kulluk, kölelik.

Eğerçi hizmeti yok lîk ona yeter bu şeref
Ki ede hizmet-i rıkkıyyetinde ömrügüzâr
Nedim

rıtl: Ar. Bir çeşit tartı veya ölçek. 2. Büyük şarap kadehi, bardak.

rıtl-ı girân: İri ve dolu kadeh.

Destimde câm görse benim ser-nigûn eder
Nâ-dâna sâgar istese rıtl-ı girân verir
Nef’î
Ey
Behiştî
cümle yârânı sebük-rûh etmeğe
Meyfürûş üstünde bir rıtl-ı girânım var imiş
Behiştî
Bir gün göçerse sahn-ı harâbâttan
Kemâl
R ıtl-i girânı devr eden evlâd olun dedi
Yahya Kemal

rıtl-ı mey-efşân: İçki dağıtılan büyük kadeh.

Her sâgar-ı ser-şârı bir nehr-ı Cinânî’dir
Her rıtl-ı mey-efşânı bir bahr-i kerâmettir
Esrar Dede

rıtl-i pey-â-pey: Birbiri ardınca kadeh.

Sâkî meded sun mey bize, câm-ı Cem ü key sun bize
Rıtl-ı pey-â-pey sun bize gitsin gönüllerden elem
Nef’î

rızâ’: Ar. 1. Hoşnutluk, memnunluk. 2. Razı olma, peki deme. 3. İstek.

Teslîm ederimgerdenimi tavk-ı rızâya
Hep çekdiceğim kendi cezây-ı amelimdir
Enderunlu Vâsıf
Teveccüh eylese dâniş-verân-ı dehre kazâ
Verir, efendi, zarûrî hemen kazâya rızâ
Sâbit
Kimi hûrî ister kimisi cennet
Ben Hakk’ın rızâsın gözler ağlarım
Seyrani

rızâ-yı aşk: Aşk rızası.

Gel gönül gözle rızâ’-i aşka uy ol hâs-ı hâs
Geç bu da’vâ-yı emelden aşka ol cândan menâs
gaybî

rızâ-yı Hak: Hakk’ın rızası.

Ol İbrâhîm
Hak’tan gayra muhtâc olma âlemde
Rızâ’-iHak’da
İsmâ’il-âsâ olselîm âşık
Âdile Sultan

rızâ-yı Hudâ: Allah rızası.

Dileğile gelen dileğin revâ k ıldık
Cihân içinde rızâ-yı
Hudâ’ya erdik ahi
Kadı
Burhaneddin

rızâ-cû: Razı etmeye çalışan.

Ey cümle cihân sana rızâ-cû
Senin feyz ü kereminle memlû
Fuzûlî

râzî: Rıza gösterici, rıza verici, kabul eden, boyun eğen.

Adliyle zulm-ı sâbıkı mahv etse çok mudur
Râzî olur mu hükm kara kuşa mâh-tâb
Şeyh Galip
Lûtf u ihsânıyla ondan râzıyım dedi
Hudâ
Benden ol râzî mıdır ahbânnı kıldı atâ
Âdile Sultan
Hakkı izhâr eyler ise kâdî
Buna herkes olur elbet râzî

râzî-i kısmet: Kısmete boyun eğen.

Arif-i vahdet olup kesret-i yârândan geç
Râzî-i kısmet olupgayret-i akrândan geç
Lâ râzî-i südde-i hükm-i kazâ: Kazanın hüküm kapısına boyun eğen.

Ne havf-ı emîrân biliriz ne bedevîyiz
Râzî-i südde-i hükm-i kazâ
Murtazavî’yiz

şeyh Galip

rızk: Ar. 1. Yiyecek, azık, içecek şey. 2. Allah’ın herkese verdiği nimet. c. erzâk.

Dem gelir bir mütenekkirde olur âlet-i rızk
Uzuvv-ı maktû’u gibi sâil-i âfet-zedenin
Nevres-i Kadim
Akıl isen rızk için gerdûn-ı dûna eğme ser
Asyâb-âsâ yürü var ekmeğin taştan çıkar
Hâşimî
Yok sende kanâat gözün aç olduğu oldur
Rızkın erişir yoksa eğer subh u eğer şâm
Bağdatlı Ruhi

rızk-ı dünyâ’
Dünya rızkı.

Rızk-ı dünyâdan mezâk-ı ehl-i dil mahrûmdur
Telh-kâmîdir nasîbi nûş-ı sahbâdan bile
Cevrî (İbrahim Çelebi)

rızk-ı maksûm: Allah’ın ayırdığı kısmet.

Mâlik-i mülk-i kanâat rızk-ı maksûmun bilip
Gezmez âb ü nân için kişver-be-kişver, kû-be-kû
Âgâh
î (Şâkir Efendi)
erzâk: Rızk’lar, geçinecek vesileler.

Mâla mevkûf değil erzâkın
Gayrı yüzden yitirir
Rezzâk’ın
Nâbî
Eder hep çâr-sûy-ı gaybtan erzâkım âmâde
Sipihr-i bî-karârınpüşt-mâl-i ebr dûşunda
Nâbî
Teşekkî eyleme noksânî-i erzâktan zîrâ
Taarruz mîz-bâna nân için çok bî-hayâlıktır
Hâzık (Erzurumlu Mehmet)
erzâk-ı Hudâ: Allah’ın rızıkları.

Nâbîyâ maksem-i erzâk-ı Hudâ olmak ile
Süfreler nimete vakf eyledi nezzâresini
Nâbî
Râzık: Rızık veren, besleyen, Allah.

Dâde-ı Râzık’a hâtır-bend ol
Her ne verirse ona hursend ol
Nâbî
Rezzâk: 1. Bütün yaratılanların rızkını veren Allah. 2. Rızık verici.

Hem münâdî vü nidâyım hem atûfum hem raûf
Hem kulum hem kulların Rezzâk’ı vügayyûruyum
Nesimi
Kuvvet-i men’ ü atâ kabza-ı Rezzâk’dadır
Zıll-i nâ-çîz-i tehî-deste perestâr olamam
Nâbî
Zerk satma rızk için sûf riyâdan sâf ol
Zâhidâ zerrâk olma abîd-ı Rezzâk ol
İbni Kemâl
Rezzâk-ı erâzîl: En rezillerin Allah’ı.

Ey silsile-i vücûda nâzım
Rezzâk-ı erâzil ü eâzım
Fuzûlî

riâyet: Ar. 1. Gözetme, gütme. 2. Saygı, sayma.

Kafa-dâr oldular şîr ü peleng âhûya sahrâda
Ederler şol kadar şimdi riâyet hakk-ı cîrânı
Bâkî
Hak söyleyen evvel dahi menfûr idi gerçi
Hâinlere ammâ ki riâyet yeni çıktı
Ziyâ Paşa
Adâb u erkâna riâyet kalmadı dünyâda
Yol erkân bilenler de kaldı seng-i mezârda
fethi Atâ

ribâ: Ar. Çoğalma, artma.

ribâ-hâr: Yüksek faizle para işleten, tefeci.

Nâ-dânlık ile zehr yiyip şişti ribâ-hâr
Sen sanma
Behiştî
ki harâm onu semirdir
Behiştî

ribât: Ar. 1. Bağ, bend; bir şey bağlayacak ip gibi nesne. 2. Sağlam yapı. 3. Konak; tekke.

Dünye ribâtında çün yolcu konuksun bu gün
Tanla geçip gidicek kalsa yerinde ribât

şeyhi (gidicek: gidince)

ribât-ı âriyyet: Ödünç konak.

Dûda hem-râh olmuş âsiyâb-ı nâ-şâyeste için
Bu ribât-ı âriyettepây-best olmak galat
Nâbî

ribât-ı çemen: Yeşil konak.

Yine ferrâş-ı sabâ sahn-ı ribât-ı çemene
Geldi bir kâfle kondurdu yükü cümle bahâr
Bâkî

ribât-ı çerh: Feleğin konağı.

Bu ribât-ı çerhte mümkün müdür hâb-ı ferâğ
Birbirin eczâ-yı kevn âmâde-i ifsâd iken
Nâbî

ribât-ı dehr: Dünya bağı, ipi.

Mânend-i dîv beççelerine iltikâm eder
Köhne ribât-ı dehr aceb âşiyânedir
Ziya Paşa

ribât-ı dehr: Dünya konağı.

Geldik ribât-ı dehre çekmek gerek cefâsın
Yoldur, bu, yolda âdem elbette râhat olmaz
Namık Kemâl

ribât-ı harabât: Meyhane binası.

Kanda konardı hâne-be-dûşân-ı kûy-ıgam
Vakfetmemiş ribât-ı harâbâtı
Cem abes
Nâbî

ribât-ı köhne: Eski yapı.

Ribât-ı köhne dünyâ bu göçer çü kârbân-ı gam
Buna dil bağlamaz dânâ gönül vermez buna âkıl
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Ribât-ı köhne dünyâyı kıldı lutf-ile tecdîd
Olup re’y-i rezîni kâr-sâz-ı millet-i beyzâ
Nedim

ribka, rıbka: Ar. Kement, ucunda ilmiği olan ip.

ribka-i a’sâr: Asırların ipi.

Silkip ukûd-ı ribka-i a’sân, en çetin
Bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin
Tevfik Fikret

rıbka-i dünyâ: Dünya ipi.

Rıbka-i dünyâyı boynundan çıkar şeytân gibi
Ademâger istemezsen tavk-ı la’netten hunnâk
Lamiî Çelebi

ribka-i teslîm: Teslim ipi.

Ribka-i teslîme çektim gerden-i cân u dili
Ya kabûl et kulluğa şâhım ya kurbân et beni
Şeyhülislam Yahya

ricâ: Ar. Recâ’dan; dileme, dilek.

Pâye-i âlî ricâ etmez kapında hâk olan
Taht-ı şâhî istemez menzil-gehi eflâk olan
Âzeri
Çelebi (İbrahim)

rical: Ar. Recül’ün çokluğu.

Erkekler. 2. Râcil’in cemi. yayan, yaya olanlar. 3. Belli mevki sahibi kimseler.

Ricâl üzre nisâ kavvâme-i sâhib-nüfûz oldu
Eder ta’lîm-i âvâze horoza mâkiyân şimdi
Ziyâ Paşa
Adîm iken o, ve mevcûd iken bu kaht-ı ricâl
Sizinle istedim etmek makâmını ibcâl
Abdülhak Hâmit

ricâl-i devlet: Devletin ileri gelenleri.

Azli nasbından muanvendir ricâl-i devletin
Kıymet-i gevher nigîninden dahi efzûndur
Hanîf (İbrahim)

ric’at: Ar. 1. Geri dönme. 2. Gerileme, geri kaçma.

Görmedim hâsılı bir gün râhat
Kahkarî eylemeyince ric’at
Sünbülzade Vehbi
Ric’at ederdi ye’s ile emvâc-ı intikâd
Seng-i rasîn-i ömrüne oldukça cebhe-zen
Cenap Şahabeddin
Evet, mâziye ric’at eylemek bir kerre imkânsız Ümîdin sonra istikbâl için sağlam mı?
Pek cânsız
Mehmet Akif

rida.

ridâ: Ar. 1. Üste giyilen elbise, belden yukarı örtülen şey. 2. Dervişlerin omuzlarına attıkları yün hırka.

Sonra gök kubbeyi alsam ridâ nâmiyle
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmiyle
Mehmet Akif
İnerken arza bu mûhiş ridâ, lika-yı kamer
Vakûr ağaçların üstünden oldugamze-figen
Tevfik Fikret
dem leyl-i yâdımda, solgun, tebâh
Sürûr bir kadın, bir ridâ-yı siyâh
Tevfik Fikret

rie: Ar. Akciğer. c. riât.

Şol taraftan nenin zirvesi tekmil çürümüş
Hastalık seyr-i tabiisini almış, yürümüş
Mehmet Akif

rif’at: Ar. Yükseklik, yücelik.

Hilâfet zât-ı âli-şânına mahsûstur şimdi
Sana nisbet mülûkun muzmahilldir rif’at-i şânı
Nedim
Zâtında fürûmâyeliği
Hak da bilirken
Bi-fâidedir rif’at ile muhteşem olmak
Nâbî
Ne desem rif’atin ol mertebeden berterdir
Nâbî
Sebeb-i rif’at olur, gam yeme, üftâde isen
Bir binâ tâ ki harâb olmaya ma’mûr olmaz
Fehim-ı Kadim (Uncuzade)

rif’at-i dünyâ: Dünya yüceliği.

Oluptur rif’at-i dünyâ ümidinden cihân mecrûh
Bihamdillâh ki derdim yok öğülürse hakimem ben
Behiştî

rif’at-i rûşen-dilân: Parlak gönüllülerin yüksekliği.

Ser-nigûn olur hemen fevvâreden çıktıkta âb
Rif’at-i rûşen-dilânı baht-ı vârûn istemez
Sâmi (Arpaeminizade Vakanüvis
Mustafa Bey)

rif’at-i şân: Şanlı yücelik.

Hilâfet-i zât-ı âli-şânına mahsûstur şimdi
Sana nisbet mülûkün muzmahildir rif’at-i şânı
Nedim

rif’at-yâb: Yücelik bulan.

Mâi kâliçe-i zer bâfetiyaydıgerdûn
Tâ ki pâ-bûs-ı şerifiyle ola rif’at-yâb
Enderunlu Fazıl

rîg, rîk: Far. 1. Kum. 2. Yazı tozu.

Eyle rik ol nâmeye bu hâk-i rûy-i zerdimi
Nâme-veş yazıp şikeste hâtırım rahm et bana
Zâti
Sahife-i felek üzre nücûma dönmüştür
Utârid’in dökülen rigi rig-dânından
Nâbî
Reh-i mi’râc-ı aşkında ümid-ipây-ı bûsenle
Misâl-i rigpâ-mâl-ı Burâk’ım yâ
Resûlallah
Enderunlu Vâsıf

rîg-i beyâbân-ı gam: Gam çölünün kumu.

Eczâmızı hep rig-i beyâbân-ı gam etsek
Cânânagiden nâme-i hicrâna dökülsek
Nâilî

rîg-i revân: Akan, rüzgârla savrulan kum.

Sahrâ-yı
Kerbelâ’da olan teşne-leblere
Rig-i revânı seyl-i belâ kıldın ey felek
Fuzûlî
Rize rize cevher-i cân-ı halâiktir bütün
Sâhasında pây-mâl-ı nâs olan rig-i revân
kâzım Paşa

rîg-dân: Yazıyı kurutma tozu hokkası.

Sahife-i felek üzre nücûma dönmüştür
Utârid’in dökülen rigi rig-dânından
Nâbî

rîg-istân: Toz, kum yeri; çöl. rig-istâna batmış, çalkalanan seyyâh-ı âvâre
Nasıl müştâk ise bir nûra, bir necm-i rehâ-kâre
Mehmet Akif

rîh: Ar. Rüzgâr, yel. c. riyâh.

rîh-i enfâs: Nefeslerin rüzgârı.

Her biri bahr-i remel bahr-i hezeçten savurup
Rih-i enfâsın eder furtuna-fersâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

rîh-i firâk: Ayrılık rüzgârı.

Hazân yeli eser etmiş misâl-i rih-i firâk
Bu hastanın beden-i serdi korkarım sarsar
Nedim

riyâh: Rîh’ler, rüzgârlar, yeller.

Eriştirir beni ışkın hevâları kapına
Ki fülkü maksada iltür muvâfik olsa riyâh
Behiştî
Ey mazhari mürsilü’r-riyâhın
Akşamına uymuyor sabâhın
Muallim Naci
Acı bir nevha-i teşekkisi
Yolunda kalb-i hayâtın gelir enin-i riyâh
Tevfik Fikret
Bahâr mevsimi farzeyleriz bizimdir hep
Açan şu kırmızı gülden esen riyâha kadar
Yahya Kemal

riyâh-ı savâik: Yıldırım rüzgârları.

Siyeh kefenlere girmiş kabile-i câdû
Olur riyâh-ı savâikle hadşe-hiz-i gulüvv
Kemalzâde Ekrem Bey

rîhte: Far. Dökülmüş, akıtılmış.

Pâyına rîhtedir şermle sad
Ab-ı Hayât
Her ser-i mûyuna âvîhte bin
Çîn ü Hoten
Nedim
Misâl-igül-bün-i gül-rîhte şeb-i hicrân
Kalır lihâf-ı hacâlette câme-hâb garîb
Nâbî

rîhte-i süfre-i fenâ: Yokluk sofrasından dökülmüş.

Dendânlar oldu rîhte-i süfre-i fenâ
Tennûr-ı mi’de pür yine şevk-i taâmdan
Nâbî

rîk: bk. rîg.

rik’a: bk. rık’a.

rikâb: Ar. Rakabe’nin çokluğu.

Boyun, ense kökü. 2. Kul, köle, cariye. 3. Bir malın sahipliği.

Zemîn-bûs eyleyip düstûr-ı ekrem-i izz ü devletle
Der olşâhenşeh-i zîşâna kim mâlik-i rikâbımsın
Nedim

rikâb-ı rûzigâr: Zamanın kölesi.

Emrine râm etti hepgerden-keşân-ı âlemi
Şimdi devletle odur mâlik rikâb-ı rûzigâr
Nef’î

rikâb: Ar. 1. Üzengi. 2. Büyük bir kimsenin katı, önü. c. rükâb.

Cemşîd-i kâm-rân ki süvâr olsa rahşına
Dârâ tutar rikâbını
Hüsrev inân verir
Nef’î
İz’âc-ı halk olsa da zî-kıymet âkıbet
Pâ-mâl olur misâl-i rikâb, irtikâb eden
Koca Râgıp Paşa
Ey saff-der-i cihân ki felek rahş-ı avnine
Mehten rikâb, berk-ı cihândan inân verir
Nedim

rikâb-ı rahş: Atın üzengisi.

Öptüm rikâb-ı rahşın sen şehsüvâr-ı hüsnün
Zıll-i saâdetinde oldum rikâb-ı devlet
Cinânî

rikâb-ı zîn-i semend: Kula isimli atın eyerinin üzengisi.

Bastı rikâb-ı zîn-i semendi o şeh gibi
Pâyinde kaldı halka-i çeşmim rikâb-vâr
Enven

rikâb-vâr: Üzengi gibi.

Bastı rikâb-ı zîn-i semendi o şeh gibi
Pâyinde kaldı halka-i çeşmim rikâb-vâr
Enven

rikkat: Ar. İncelik, yufkalık, gönülden acıyıp merhamet etme.

Arızın câna safâ gönlüme rikkat getirir
Feyz-i hurşîd verir her yere ber-vechile renk
Kâzım Paşa
Pîş ü pese eyledikçe dikkat
Gelmekte idi derûne rikkat
Muallim Naci
ne ifrât ile rikkat!
Hani etsen ta’mîr
Bir kadın rûhu değildir o kadar belki rakîk
Mehmet Akif
Rikkatle yavaş yavaş ve yer yer
Sessizlik dâimâ ilerler
Yahya Kemal

rikkat-efzâ, rikkat-fezâ: Rikkat arttıran, çok etkilendiren.

Ah zâlim âh kim asla sana kâr etmedi
Bunca âh ü nâle-i rikkat-fezâsı hâmenin
Recaizade Ekrem

rikkat-yâb: Acıyan, merhamet eden; incelik gösteren.

Eder bu levha en âvâre kalbi rikkat-yâb
Verir bu manzara en kayıtsız mizâca esef
Tevfik Fikret

rakîk, rakîka: 1. İnce, yufka. 2. Köle veya cariye. 3. mec. Yufka yürekli.

Bu soluk mevsim-i küdûretten
Dağılır bir vedâ’-ı bî-kelimât
Pâk hayâlî, rakîk bir „heyhât“
Cenap Şahabeddin
İnsân ona derler ki ede kalb-i rakîki
Alâm-ı benînev’i ile kesb-i melâl et
Ziyâ Paşa
ne ifrât ile rikkat!
Hani etsen ta’mîr
Bir kadın rûhu değildir o kadar belki rakîk
Mehmet Akif

rimâh: bk. rümh.

rind: Far. Dünya işlerini hoş görenler, kalender, gönül eri. c. rindân.

Taylasânına dolaşma zâhidin ey rind olan
Kıl hazer kej-düm sıfattır zehr kuyruğundadır
Hamdullah Hamdi
Şi’re, şâirliğe el-hakk şeref-âverdin sen
Rind idin, merd-i sühandân-ı kalenderdin sen
eşref

rind-i âgâh: Uyanık, bilgili rint.

Nâilî
hâtıra-i bîm-i kazâ yok bizde
Rind-i âgâh bu ma’nâda teemmül mü eder
Nâilî

rind-i âlî-meşreb: Yüksek karakterli rint.

Görmedim
Nef’î
gibi bir rind-i âlî-meşrebi
Hemgedâ hempâdişâh-ı kâm-kâra nâz eder
Nef’î

rind-i aşkaşk kalenderi.

Rind-i aşkız hâsılı
Nef’î-i bî-pervâ gibi
Âşinâya âşinâ bî-gâneye bî-gâneyiz
Nef’î

rind-i abâ-be-dûş: Abası omuzunda rint.

Vîrâne-i cihânda ne şâhız ne bendeyiz
Rind-i abâ-be-dûş fakîr-i revendeyiz
Yahya Kemal

rind-i âlî: Yüce kalender.

Rind-i âlî meşrebim hum-hâne-i endîşede
Tâs-ı ma’kûs-ı felek bir cür’a-dân olmaz bana

rind-i âvâre-reviş: Âdeti avarelik olan rint.

Dağıtır kendüyü bir âh ile zülfünde gönül
Rind-i âvâre-reviş fikr-i tecemmül mü eder
Nâilî

rind-i bâde-keş: Şarap içen rint.

Ne rind-i bâde-keşiz
Nâilî
ne zâhid-i huşk
Bize ne mey-kede ne hân-gâh lâzımdır
Nâiâ rind-i belâ-keş: Belâ çeken gönül eri.

Esîr-i cân olan rinde harâretle nazar kılma
Ki her rind-i belâ-keş kendi vâdîsinde bir
Cem’dir
Bağdatlı Ruhi

rind-i bî-pâk: Temiz olmayan rint.

Rind-i bî-pâk olduğumdandır hep ey Âlî benim
Halka rüsvây olduğumu âfâka dâstân olduğum
Âlî Bey
(Gelibolulu Müverrih)

rind-i bî-karâr: Kararsız rint.

Meftûn-ı zülf-i yârim bir rind-i bî-karârım
Hoştur benimle yârim “dîvâne-râ kalem nîst”
Esrar Dede
(dîvâne-râ kalem nîst: delinin kalemi yoktur.)

rind-i cihân: Cihanın rindi.

Habâb-ı mey gibi zâhid şarâb vuruban tâcın
İçip rind-i cihân olmuş gezer mey-hâne mey-hâne
Revani
Benim o rind-i cihân kim yanımda yeksândır
Nemed külâhıgedâ ile tâc-ı Efridûn
Nef’î

rind-i dürd-âşâmKalender rint.

Sühan bezminde ben bir rind-i dürd-âşâm kopdum kim
Maânî câmını içmekde oldum
Câmîi sânî
Hayâlî Bey

rind-i habîr: Haberdar rint.

Ağyâr ile mey içtiğin etmezse de izhâr
Keyfiyyetin ra’nâ biliriz rind-i habîriz
Sünbülzade Vehbi

rind-i Hak: Hak âşığı.

Her rind-ı Hak dolup boşalan bir piyâleden
Dünyâyı refte refte saran bir ziyâ içer
Yahya Kemal

rind-i harâb: Yıkılmış rint.

Rind-i harâbı zâhid ayb etme Hak Teâlâ
Sâz u sürûru ona tesbîhi sana verdi
Behiştî

rind-i hüşyâr: Akıllı rint.

Rind-i hüşyârim harâbât-ı mahabbettir dilim
Âşık-ı hercâîyim vahdet nişânıdır sözüm
Nef’î

rind-i kadeh-nûş: kadeh çeken rint.

Rûh yok savma’anınpîr-i abâ-pûşunda
Hâl var mey-kedenin rind-i kadeh-nûşunda
Nâiâ rind-i kalender-meşreb: Kalender tabiatlı rint.

Ârif ol, ehl-i dil ol, rind-i kalender-meşreb ol
Ne
Müslümân-ı kavî, ne mülhid-i bî-mezheb ol
Nef’î

rind-i mahmûr: Şarapla mahmur olan rint.

Derde neyse sebeb, oldur yine dermânı onun
Rind-i mahmûrun olur çâresi encâmda câm
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail.) rind-i mestSarhoş rint.

Sanma rind-i meste ta’n eden fakîhi müttakî
Âkıl isen ehl-i idrâk eğleme bu ahmakı
Behiştî

rind-i mey-âşâm: Mey içen rint.

Ben
Behiştî
bugün ol rind-i mey-âşâmem ki
Unutur
Kevser’i bir cür’a çeken câmımdan
Behiştî

rind-i mey-kede: Meyhane rindi.

Ukbâda kevser istemesin rind-i mey-kede
Dünyâda bes değil mi mey-i erguvân içer
Fuzûlî

rind-i mey-hâr: İçki içen rint.

Rind-i mey-hârın elinden ne ola düşmezse müdâm
Gül-şen-i bezmin gülüdür
Rûhiyâ câm-ı şarâb
Bağdatlı Ruhi
Niçin terk eylesin mey-hâne küncün rind-i mey-hâre
Ne zâhiddir ne râhib neylesin ol mescid ü deyri
Şeyhülislam Yahya

rind-i mey-nûş: İçki içen rint.

Rind-i mey-nûşem ki sâgar sâgar-ıgüldür bana
Fenn-i mey-hârîde gam üstâd-ı kâmildir bana
Nâbî

rind-i nazar-bâz: Rint bakışlı.

Ger mest-i harâb ola vüger rind-i nazar-bâz
Işk ehline her hâlde inkârgerekmez
Lamiî Çelebi

rind-i nükte-dân: Nükte yapan rint.

Esrâr nutk-ı Arzi’ye kâbil mipey-revi
Bir rind-i nükte-dândır o dünyâya bir gelir
Esrar Dede

rind-i pâk-meşreb: Temiz yaratılışlı rint.

Sözü çün istimâ’ ettim o rind-ipâk-meşrebten
Bu şi’ri okuyup oldum bu bezmin bir gazel-hânı
Hayâlî Bey

rind-i ser-mest: Sarhoş rint.

Rind-i ser-meste nasihat halk içinde eyleme
Vâizâ huşyâr isen sohbette gavgâdan ne olur
Necati Bey

rind-i şâhid-bâz: Güzel sever rint.

Cân-ı şirini revân eyler gönül cânâneye
Rind-i şâhid-bâzdır mahbûbuna şekker sunar
Hayâlî Bey
Ben bu bâzârın ne bâzer-gânı ne bezzâzıyam
Kûy-ı ışkın onmadık bir rind-i şâhid-bâzıyam
Hayretî

rind-i şarâb-hâr: Şarap düşkünü rint.

Yeğdir şu kasrdan ki ola onun sonu harâb
Rind-i şarâb-hâreye câm içre bir habâb
Hayâlî Bey

rind-i şeydâ: Çılgın rint.

Fuzûlî rind-i şeydâdır hemişe halka rüsvâdır
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı
Fuzûlî

rind-i zemâne: Zamanın rindi.

Yâri rind-i zemânedir sandım
Bahs-i vaslı terânedir sandım
Sultan I. Bayezid (Yıldırım)

rind ü rüsvâ: Rintlik ve rüsvalık.

Âşık isen rind ü rüsvâlıktan ikrâh etme kim
Işk sırrın iktizâ-yı devrpinhân istemez
Fuzûlî

rind-âne: Rint olana yakışır surette.

Yine rind-âne gelin azm-i harâbât edelim
Pir-i mey-hâne ile zikr ü münâcât edelim
Şeyhi
Nedim’i her ne zemân eylesem tasavvur ben
Geçer şu hey’et-i rind-âne piş-i çeşmimden
Tevfik Fikret

rind-nihâd: Rint yaratılışlı.

Gerdûne iğbirârını hıfz eyledin müdâm
Afveyleyip de rind-nihâd olmadın gönül
Yahya Kemal

rindân: Rind’ler.

Cenâb-ı şeyhe ta’riz eyleyip rindân ne hoş derler
Bize kâfir-i bi-din diyen bâri
Müslümân olsa
Yenişehirli Avni
Gündüz çıkarır zevkini rindân
Ramazân’ın
İftâr safâsın dahi ehl-i şikem eyler
Neşet (Hoca Süleyman)
Sâki içelim aşkına rindân-ı Hudâ’nın
Rindân-ı Hudâ vâkıf esrâr-ı nihândır
Ziyâ Paşa
Cânân gide rindân dağıla mey ola rizân
Böyle gecenin hayr umulur mu seherinden
Ziyâ Paşa

rindân-ı âlem: Âlemin rindleri.

Rindân-ı âlemiz ki bize yâr olan gönül
Olur adû-yı sohbet-i bi-gânemiz bizim
Nef’î

rindân-ı aşk: Aşk rintleri.

Ser-fürû etmez kilâb-ı nahvete rindân-ı aşk
Bişe-i himmette zirâ her biri bir şirdir
Andelib (Mehmet Esat Fâik)

rindân-ı benî
Ya’kûb: Yakuboğullarının rindleri.

Rindân-ı beni
Ya’kûb bir câm ile mest oldu
Peymâne-i râz oldu tiz yine dem-ı Mûsâ
Esrar Dede

rindân-ı bî-huzûr: Huzuru kaçmış gönül erleri.

Sormaz safâ-yı âlem-i âb içre gamzesi
Rindân-ı bi-huzûr ne âlemdedir aceb
Şeyh Galip

rindân-ı harâbât: Meyhane rintleri.

Her subh varır himmet umar pîr-i mugândan
Zühhâd ile bahs etmeğe rindân-ı harâbât
Şeyhülislam Yahya

rindân-ı kadeh-keş: Kadeh kaldıran rintler.

Aceb mi el ayak tutmazsa rindân-ı kadeh-keşde
Leb-i endûh-ı hecr ol nâ-tüvânı çok zemân tutmuş
Nedim

rindân-ı kadeh-nûş: Kadeh kaldıran rintler.

Mey-hâne-i aşkında rindân-ı kadeh-nûşa
Güstâh-revîşlik hep âyîne-i tâattir
Esrar Dede

rindân-ı Mesîhâ-demMesiha nefesli rintler.

Bed-gûlara leb-bestegörünmekteyiz ammâ
Rindân-ı Mesîhâ-deme miftâh-ı fütûhuz
Bağdatlı Ruhi

rindân-ı mey-âşâmİçki içen rint.

Ey sâhib-i kudret hani insâf ü mürüvvet
Rindân-ı mey-âşâma niçin olmaya şefkat
Bağdatlı Ruhi

rindân-ı sabûhî-zede-i bezm-i kıdem: Ezel meclisinin sabah şarabına alışmış rintler.

Mey sun bize sâkî biziz ol kavm ki derler
Rindân-ı sabûhî-zede-i bezm-i kıdemdir
bağdatlı Ruhi

rindâne: Rint olana yakışır yolda.

Dil-güşâdır meclisin gâyette hem rindânedir
Her ne derlerse senin hakkında hep efsânedir
Nef’î
Zâhidâ der idim et yürü rindâne taarruz
Bilseydin eğer etmeyi rindâna taarruz
Nâbî

risâlet: Ar. 1. Peygamberlik. 2. Elçilik, sefaret.

Fâtih-i dahme-i der-beste-i gayb-ı mutlak
Hâtem-i şâh-ı risâletşeh-i iklîm-i reşâd
Nâbî
Ol nüshadır tapun ki risâlet cerîdesi
Onu beyân hakkıçün olmuştu müntahab
Hamdullah Hamdi

risâlet-penâh: Hz. Muhammed
Be-kadr-i şâh-ı risâlet-penâh-ı şâh-ı rusül
Ki zâtıdır bu mezâyâ-yı cümleden maksûd
Sâbit

rîsmân, rismân: Far. İp, halat.

Çekerdim târ-ı zülf-ı Zühre’yi zehrâ-yıgerdûne
Eğer dizsem dürr-i şeh-vâr-ı nazmım rîsmân üzre
Nef’î
Afitâb ol bezm-i hâsa girmeğe yol bulmayıp
Revzeninden düşmeğe eyler şuâın rîsmân
NeVî
Kâkül-i yâr iledir kârı dil-i şeydânın
Rîsmânın kurar üstâd-ı resen-bâz bülend
Şeyhülislam Yahya

rîsmân-ı kâkül-i dil-dâr: Sevgilinin kâkülünün teli.

Câna kalmazam bu gün meydânda aslâ
Hak bilir
Rîsmâm-ı kâkül-i dil-dârımın cân-bâzıyam
Hayreti

rîsmân-ı nâ-dân: Pişman saç.

Üftâde-i ka’r-ı çâh-ı Bâbil olsam
Minnet-keş-i rîsmân-ı nâ-dân olmam
Bülendî (Çelebi)

rismân-ı zer: Altın saç.

Rîsmân-ı zer ile haşre dek ölçerse güneş
Bulmaya devletinin bahrına umk-ı sâhil
Necati Bey

rismân-ı zülf: Saç teli.

Kaşların çâh-ı zekandan rîsmân-ı zülf ile
Çekti gönlüm zevrakın mâhî gibi girdâbdan
Necati Bey

rîsmân-bâz: İple oynayan, cambaz.

Lezzet-i ömr o mudur ki olmaya hâlî bâli
Rîsmân-bâz gibi havf u recâdan gayrı
Nâbî

rîş: Far. 1. Yara. 2. Yaralı. 3. Sakal. 4. Tüy, kıl.

Hoşça bir keyf idi enfiyye-i habîs
Etmese rîş ü burunu telvîs
Sünbülzade Vehbi
Zâhidin rîşini çârûb-i reh-i mey-gede kıl
Gerçi değmez ona ammâ domuzdan bir kıl
Bağdatlı Ruhi
Tîğ-ı erbâb-ı gazâdan cânına yettikte rîş
Gitti kâfir cây-gâh etti cahîmi bitti iş
Sürûrî

rîş-i sefîd: Beyaz sakal
Rîş-i sefîd ü rûy-ı siyeh, sürhî-i hicâb
Hep ettik ihtiyâr sefîd ü siyâh ü sürh
Nazîm (Yahya)

rîş-i sefîd-fâm: Beyaz renkli sakal, ak sakal; pir-i fani.

Ettikçe rûy-mâl zemîn-i nedâmete
Rîş-i sefîd-fâm ile cârûb-ı tevbeyiz
Nâbî

rîş-i sepîd: Ak sakal.

Ol rîş-i sepîd ile yine eylemeyip şerm
Bir beyza uçurmaktan usanmaz heves-i subh
Nâbî

rîş-hand: Sakala gülme. mec. istihza tarzında gülüş.

Rîş-handine gönül verme sakın dünyânın
Etme hercâyîdir olşûh-ı sitem-gâr-ı heves
Türâbî

rîşe: Far. Saçak, püskül.

rîşe-i cenâh-ı melek: Melek kanadının püskülü.

Bir beyâz rîşe-i cenâh-ı melek
Gibi kar
Cenap Şahabeddin rîşe-i mâ’: Su dalgası.

Bir leb-i çeşme-ı Hızır’ım velî huşk-ı lebim
Bîh-i ber-şûre zemîn bir de meğer rîşe-i mâ’
Tarzî rîşe-i reyhân: Reyhanın püskülü.

Hayâl ettikçe zülfün tâ sihr ol dâmen-i zülfe
Sarıldı rîşe-i reyhângibi hâb-ı perîşânım
Nedim

rişte: (ç-vf Far. 1. Tel iplik, tel ipek. 2. İlgi, bağ. 3. Tezhip ve minyatürlerde çizilen çizgi.

Riştedir cismim ki devr-i çarh vermiş tâb ona
Merdüm-i çeşmim düzer her dem dür-i sîr-âb ona
Fuzûlî
Kesme ey ebr-i kerem riştesini âbların
Belki retk eyleyesin fatkını mîzâbların
Nâbî
Cân riştesi biri birisi mâh hâlesi
Tuttu netîce enfüs ü âfâkı zülfü hat
Nedim

rişte-i adl: Adalet ipi.

Rişte-i adliyle ger bend etmese şîrâzesin
Târ umâr olurdu eczâ-yı kitâb-ı rûzgâr
Nef’î

rişte-i âmâl: Emeller ipi.

Meğer bir dürr-iyek-tâya kulaktan âşık olmuştur
Bütün gözden geçirdi rişte-i âmâlini sûzen
Kâmî (Edirneli)

rişte-i cân: Can ipi.

Rişte-i cân ile bir silk-i güher zeyn eyledim
Kim nizâm-ı nazmının her dürri bir enver güneş
Lamiî Çelebi
Fitrâkine beste nûr u îmân
Zünnârıgüsiste rişte-i cân
Şeyh Galip

rişte-i çûb: Çöp ipi.

Hâl-i anber-bârın ile mûy-ipür-çinler ki var
Rişte-i çûb üzre bitmiş ıkd-ı fülfül şâh şâh
Avnî

rişte-i efkâr: Fikirlerin ipi.

Bir bölük dîvâneyiz mahkûmumuz olmuş cünûn
Rişte-i efkârımız olmaz bizim zencîrimiz
Esrar Dede

rişte-i emniyye: Eminlik ipi.

Bir ucu takdîre merbût olduğundan
Dânişâ Rişte-i emniyye çok tahrîk ü ibrâm istemez
Dâniş (Dâniş-ı Atik; Dâniş-ı Kadim)

rişte-i esrâr: Sırların ipi.

Bir dahi mürtebit-i sûzen-i tedbîr olamaz
Dest-i ifâya giren rişte-i esrârın ucu
Esat
Muhlis Paşa

rişte-i eşk: Gözyaşı ipi.

Hamîde kadlerine rişte-i eşki takıp bunlar
Atarlar tîr-i maksûdu nedendir yayı bilmezler
Hayâlî Bey

rişte-i fırsat: Fırsat ipi.

Bed-hâhlara
İlâhî rif’at verme
Bed-asl eline rişte-i fırsat verme
Nâbî

rişte-i fitrâk: Atın terki kayışının ipi.

Rikâbın öpmek için başımı fidâ kıluram
Eğer ki bend ola boynuma rişte-i fitrâk
Avnî

rişte-i güftâr: Söz ipi.

Görünür rişte-i güftâr dürer bârında
Künc-i ma’nîde olan gevher feyz-i ilhâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)

rişte-i hayret: Hayret ipi.

Hâlimi bir bir önününde söylemek kasd eylesem
Sihr-i çeşmin rişte-i hayretle ağzım bağlar
Behiştî

rişte-i hem-vâre: Düzgün ip.

Fikr-i kec eder vakfı tereddüd seni yoksa
Hîç dâne-i dür rişte-i hem-vâre yapışmaz
Nâbî

rişte-i ilhâm: İlham ipi.

Bulsam sana lâyık yeni bir rişte-i ilhâm
Her beytine bir hissimi bağlar da verirdim
Cenap Şahabeddin rişte-i izhâr: Gösterme ipi.

Hâzin-i gencîne-i esrârdır her dem çeker
Rişte-i izhâra bin bingevher-i şeh-vâr söz
Fuzûlî

rişte-i kalb-i perîşân: Perişan kalbin ipi.

Zülfün ile kâkülün el bir edip ayak dolar
Ol sebebten rişte-i kalb-i perîşân sarmaşır
Necati Bey

rişte-i kâr: İş ipliği.

Enâmil-i keremin hall eder ümîdim odur
Olursa rişte-i kârımda sad kerre ma’kûd
Sâbit

rişte-i Meryem: Hz. Meryem’in dokuduğu kumaşın ipliği.

Târ u pûdu olalı câme-i aşkın reg-i cân
Pîrehen rişte-ı Meryem’le kaba geldi bana
Neşet rişte-i mıntaka: Kuşak ipi.

Rişte-i mıntakası bir gün olur kim dökülüp
Felek-ipîrezin ipliği çün râzım âşikâr
Keçecizade İzzet Molla

rişte-i mûy-i dil-ber: Güzelin ayva tüyüne benzer ip.

Rişte-i mûy-i dil-bere dolaşan
Beste-i bend-i zülfü kâkül olur
Bâkî

rişte-i müjgân: Kirpik teli.

Dürr-i eşki rişte-i müjgâna döne döne as
Sayref dükkânın açtın ey gözüm dür-dâne as
enverî

rişte-i müşg: Misk kokulu ip.

Eşk-i çeşmimdir ser-i zülfün hayâliyle müdâm
Ya düzülmüş rişte-i müşg üzre lü’lüler midir
Fuzûlî

rişte-i nazm: Nazım ipi.

Rişte-i nazma nasîhat dürlerin düzdün velî
Ey Necâtî dil-bere ol sözlerin yalan gelir
Necati Bey

rişte-i ömr: Ömür ipi.

Mihr ü mâhı çarh edinmiş gece gündüz döndürür
Rişte-i ömrüne gerdûn halkın olmuş sürme-keş
Behiştî

rişte-i peymân: Yemin ipi.

Ukde-ber-ukde ile döndüğünü sübhaların
Yâr ile bend olunan rişte-i peymândan sor
Nâbî

rişte-i sevdâ: Sevda ipi.

Siyeh perçemli bir mahbûb-ı müstesnâ bulur âşık
Arar elbette bir rişte-i sevdâ bulur âşık
Sünbülzade Vehbi

rişte-i sühan: Söz ipi.

Güncâyişe mahal bulamaz rişte-i sühan
Vasfı dehân-ı tengini semmü’l-hayât eden
Nâbî

rişte-i tedbîr: Tedbir ipi.

Vermez oldu el visâl-ipîç-i zülfün âh kim
Rişte-i tedbîrden devrân-ı kec-rev açtı tâb
Fuzûlî

rişte-i tevhîd: Tevhit ipi.

TâlUmde hak tasavvur kıldığım bâtıl çıkar
Rişte-i tevhîd olan halka bana zünnâr olur
Nev’î

rişte-i tesbîh: Tesbih ipi.

Sanemler hidmetin tâat bilen rind ecrsiz kalmaz
Kılar bin rişte-i tesbîh işin her târ-ı zünnârı
Fuzûlî rişte-i tûl-i emel’
İp gibi uzun arzular besleme.

Rişte-i tûl-i emel dâm-ı belâdır neyleyim Üzmek olmaz ol ser-i zülf-iperîşândan tama’
Fuzûlî

rişte-i ümîd: Ümit ipi.

Birden güsiste olmaz idi rişte-i ümîd
İncâz olunsa va’de-i ferdâ kibârda
Nâbî

rişte-i zülf: Saçın teli.

Bulur elbette bir gün rişte-i zülfünle cemiyyet
Gönül bir nüsha-i kem-yâbtır şîrâzesiz kalmaz
Nâbî

rişte-bend: İplik bağı.

rişte-bend-i nâz: Naz ipliğinin bağı.

Dil-beste kalmadı edecek rişte-bend-i nâz
Zülf-i nigâr yıldıza atar kemend-i nâz
Sâbit

rişte-ber-rişte: İp yumağı. ten-ipenbe-misâle sarılır bî-teklîf
Rişte-ber-rişte hased devlet-i pîrâhenine
Nâbî

rişvet, rüşvet: Ar. Rüşvet, meşru olmayan hediye, zorla verilmeye mecbur edilen para veya mal. c. rişâ, rüşâ.

Yarayan onlara rüşvetle yarar
İlm ü irfân u salâhı kim arar
Nâbî
Mahkeme meclisi îcâd olduğu
Çeşme-i rüşvetin akmaklığından
Kazâ belâ ile âlem dolduğu
Kazların kadıya uçmaklığından
Seyrani

rivâk: bk. revâk.

rivâyet: Ar. 1. Söylenti. 2. Hikâye edilen bir haber, söz veya hâdise.

Kadd-i dil-dârı kimi ar’ar okur kimi elif
Cümlenin maksûdu bir ammâ rivâyet muhtelif
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Müfesser eyleye
Şeyhî
Zebûr-ı Dâvûd’u
Rivâyet etse yüzün mushafndan âyetler
Şeyhi
Hicâb-ı mâni olursa ya nâz ederse yâhûd
Ederse zühd satıp sûret-i riyâ izhâr
Nedim
İslâm imiş devlete pâ-bend-i terakkî
Evvel yoğidi işbu rivâyet yeni çıktı
Ziyâ Paşa

râvî: Rivâyet’ten; rivayet eden, söyleyen, hikâye eden, anlatan. c. râviyân, ruvât.

Dehen-i gayrden ol lezzeti râvîyiz biz
Nâbî

riyâ’: Ar. İki yüzlülük, münafıklık.

Kemâl-i hüsn-i meşreb ârî olmaktır taarruzdan
Riyâ ehline hem çok i’tirâz etmek riyâdandır
Fuzûlî
Sûfî halvet içinde riyâ ile hû çeker
Baykuş vîrâne bekler gül-şeni neden bilsin
Gaybî
Hicâb mâni olursa ya nâz ederse yâhûd
Ederse zühd satıp sûret-i riyâ’ izhâr
Nedim

riyâ-yı huşk: Kuru riya.

Getirdi cûşişe
Ab-ı Hayât -ı câm-ı meyi
Riyâ-yı huşka onu buldu çâre deryâ-dil
Esrar Dede

riyâ-fürûş: Riyacı, mürayi, riya satan.

Bu çâr-şûda fark olunmadı kaldı
Riyâ-fürûşla helvâ-fürûş-ı sâbûnî
Nâbî

riyâ-gâh: Riya yeri.

Zühhâda açılmaz der-i eyvân-ı harâbât
Ol mastaba-i feyz riyâ-gâh değildir
Nâm

riyâ-kâr: İki yüzlü, münafık. c. riyâ-kârân.

Çok riyâ-kâr var velî görünür
İbn-ı Mülcem ile
Alî görünür
Osman
Nuri Paşa
(Diyarıbekirli)
Pâlâs-pâre-i ihlâsımızla rûz-ı hesâb
Cenâb-ışeyh-i riyâ-kâra bir külâh ederiz
Ziyâ Paşa

riyâ-kârân: Riyakârlar. riyâ-kârân-ı âlem: Âlemin riyakârları.

Eğer tard-ı gama zûr-ı mey-i gül-fâmdan gayrı
Riyâ-kârân-ı âlem itirâz eylerse vâriddir
Nâbî

riyâ-pîşe: Riya öncüleri.

Mescidde riyâ-pîşeler etsin ko riyâyı
Mey-hâneye gel kim ne riyâ var ne mürâyî
Şeyhülislam Yahya

riyâh: bk. rîh.

riyâset: Ar. Reislik, baş olma, başkanlık.

Ey Hayretî ayak tozu bir kaç gedâlar
Biz sanma bu fenâda riyâset esîriyiz
Hayretî

riyâz: bk. ravza.

riyâzât: bk. riyâzet.

riyâzet: Ar. Nefsi kırma, perhizle yaşama, dünya lezzetlerinden elini eteğini çekme. c. riyâzât.

Üstühân-ı sîneden emvâc peydâ ettiler
Her riyâzet ehli bir deryâ-yı pür-cûş oldular
Hayâlî Bey
Nefsi riyâzet ile tutar çille-keş olan
Nerm eyler esb-i serdi inânın sıkıntısı
Arif (Mütercim-ı Arabî
Reisilküttâb
Mir)
Riyâzetsiz cihânda kimse irfân-âşinâ olmaz
Bursalı
Emin

riyâzât: Riyâzet’ler.

Temâşâ bunda kim fasl-ı bahâr eyyâm-ı îd oldu
Dahi künc-i riyâzâtta tutarlar ehl-i dil rûze
Bâkî

riyâziyyât: Ar. Matematik bilgisi.

Eyledim gül-şende tahkîk-i riyâziyyât-ı sun’
Oldu evrâkıgül-istân nüsha-i hikmet bana
Neylî

rîz: Far. “Döken, akıtan, saçan” anlamlarıyla birleşik sıfatlar yapar. bârân-rîz: Yağmur saçan. denlü oldu sehdb-ı dü-dîde bdrdn-rîz
Ki oldu her ser-i mû bâm-ı tende bir mîzâb
Nâbî
berf-rîz: Kar saçan, kar dağıtan.

Berf-rîz olsa elem dehre yine gül-şen biziz
Hâr-ı gamdan hdliyd dsûde-pîrdmen biziz
Esrar Dede
eşk-rîz: Gözyaşı döken.

Hani nem-i çeşm-i eşk-rîzim
Hani dem-i serd-i germ-hîzim
FuzûH
hamyâze-rîz: Esneme dağıtan.

Tarîk-ı aşktırpâ-deş-i mihnet-i saâdettir
bezm-i hâsta hamyâze-rîz olmak da işrettir
Nedim
leb-rîz: Kenarından dökülen, dökülecek kadar dolu olan, taşıcı, taşan.

Evvel ne idi ne oldu bilmem
Leb-rîz idi ol ne doldu bilmem
Şeyh Galip

rîzân: Dökülen, akan.

Olsa ebr-i rahmet-ı Hak âleme rîzân olur
Karenin hurd u büzürgü olduğu meşhûr-ı enâm
Nâbî
Hüsn-i matla’da edip çeşme-i mihri rîzân
Eyledi hükmünü icrdyine tab’-ı rûşen
Nedim
Cânân gide rindân dağıla mey ola rîzân
Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde
Ziyâ Paşa
Pâre pdre encüm ü mihri yere rîzân olur
Etse çarha tâb kahrıyla eğer bir kez nigâh
Üsküdarlı Hakkı Bey

rîze: Döküntü, kırıntı; dökülmüş, akmış.

Güftdra geldi nâ-geh açıp la’l-i nûş-hand
Bir piste gördüm anda döker rîze rîze kand
Fuzûlî
Rîzesinin haremi gevher-i tâc-ı hûrşîd
Gird-i râh kademi tuhfe-i a’yân-ı felek
Nef’î
Zerre-i nûr-ı şemsesi pîrdye-i hûrşîd ü mâh
Rîzesinin mermeri ser-mdye-i deryd vü kân
Nef’î

rîz (e)-i dûzah: Cehennemden akmış.

Ol çeşm-i terde eşk-i nedâmet ki cûş eder
Seylâb-ı rîz-i dûzah isydn olup gider
Leskofçalı Galip

rîze-i elmas: Elmas kırıntısı.

Rîze-i elmas eker her açtığı zahma o şûh
Lutfu var olsun eder ihsân ihsân üstüne
Râsih (Enderûnî Balıkesirli Ahmet)

rîze-i enbân-ı kanâat: Kanaat heybesinin kırıntısı.

Teng-işeker-istdna urur ta’ne-i telhi
Zevkın alana rîze-i enbân-ı kanâat
Nâbî

rîze-çîn: Döküntü, kırıntı toplayan.

Rîze-çîn ni’meti sofra-küşâ-yı himmet
İmtild-yı keremi dîv-şikemperver az
Nef’î

rîze-çîn-i şevk: Şevk toplayan.

Olaldan lâle-zâr-ı dâg-ı cismim dûr-ı hattında
Bahârân rîze-çîn-i şevk olur fasl-ı hazânımdan
Ziya Paşa

rîze-seng: Taş kırıntısı.

rîze-seng-i sahil: Sahilin taş kırıntısı.

Tab’ım ol bahr-igüher-pâş-ı sühandır kim onun
Rîze-seng-i sâhilinden ter düşer dürr-i hoş-âb
Nef’î

rîze rîze: Ufak ufak, parça parça.

Güftâregeldi nâ-geh açıp la’l-i nûş-hand
Bir piste gördüm anda döker rîze rîze kand
Fuzûlî

rîzîş: rîze: (opT bk. rîz.

riziş, rîziş: Far. Dökülüş, akış. rîziş-i eşk-i kalem’
Kalemin gözyaşı akıtışı.

Olmasa fkrtırâzende-igîsû-yı bütân
Rîziş-i eşk-i kalemgâliye-gûn olmaz idi
Nâbî

rû, rûy: Far. Yüz, çehre.

Pûş-i ehl-i câha bezl-i âb-ı rû bî-hûdedir
Hâsıl olmaz mîve-i maksad nihâl-i bîdden
Hersekli Arif Hikmet
Pûte-i ihlâsta beni göricek zerd-rû
İllet-i tezvîr ile bîmâr sanmış şeh beni
Necati Bey
(göricek: görünce)

tıfl-ı nâzı gördüm rûyuna hûrşid eser etmiş
Haber-dâr olmamıştım sonra bildim neylemiş nitmiş
Nedim

rû-yı baht: Talih yüzü.

Gül gibi hurrem ü handân ola rû-yı bahtın
Sâgar-ı âvşin ola lâle-sıfat cevher-dâr
Bâkî

rû-yı kesret: Çokluk yüzü.

Mümkinâtın her biri âyîne olup kendüye
Rû-yı kesretten cemâlingösteriptir şeş-cihât
Gaybî

rû-yı lâle-reng: Kırmızı renkli yüz.

An ol günü ki âhir olup nev-bahâr-ı ömr
Berg-i hazâna dönse gerek rûy-yi lâle-reng
Bâkî

rû-yı nâs: İnsanların yüzü.

Rû-yi nâsa bâb-ı hayrât olmada gittikçe sedd
Kalb-i ehl-i hâlden mihr-ı Hudâ eksilmede
Bağdatlı Ruhi

rû-yı sıhhat: Sağlık yüzü.

Cismin alîl ü tâb ü tüvânın adîm iken
Hem meh dü-rûze görmez iken rû-yi sıhhati
Nâbî rû-be-hemYüz yüze.

Aks-i daââ-yı vücûd eyler ise ey Nâbî
Mahfil-i âyînede rû-be-hem olmaz da ne olur
Nâbî

rû-be-kafâ: Yüzü kafasında, yüzü yerine ensesi görünen.

Tâc-ı fahr-i feleğe bir nazar et kim
Neş’et
Mürde destârıgibi rû-be-kafâ geldi bana
Neşet

rû-be-râh: Yüzü yola doğru, gitmeye hazır.

Firâz-ı kûha çıktıkça sanır onu görenler kim
Nişibe rû-be-râh olmuş hemân bir seyl-ipûyândır

riyazi

rû-be-rû: Yüz yüze.

Nedim’in hak bu kim bu nazmı şevk-âmîz düşmüştür
Sanırsın kim durup bir dil-ber ile rû-be-rû yazmış
Nedim
Tâkatim yok rû-be-rû arz etmeğe ahvâlimi
Pâdişâhım bârî mektubumdan anla hâlimi

rû-gerdân, rûy-gerdân: Yüz döndürücü, yüz çeviren. sipihr-i devlet ü ikbâlden yüz döndürür
Devlet ü ikbâl her kimden ki rû-gerdân olur
Fuzûlî (Nedim?)

rû-güşâde: Açık yüzlü.

Girifte oldu dilim kîse-i hasîs gibi
Misâl-i hân-ı civân-merd rû-güşâde idim
Nâbî

rû-mâl: Yüz sürücü, rica eden, yalvaran.

İbtidâ vü intihâ olmaz ona
Varlığı zâtından olmuş rû-nümâ
Kâzım Paşa
Gelip bir gûne rû-mâl eylemiş kim seyr eden âdem
Süm-i esbinde mîh-ı zer kıyâs eyler
Süreyyâ’yı
Nedim
Görüp o hâleti akl u şuûrum oldu tebâh
Düşüp ayağına ol demde eyledim rû-mâl
Nedim

rû-nümâ1. Yüz gösteren, meydana çıkan. 2. Yüz görümlüğü.

Pâk idi sıdk u safâ âyînesiydi sîretim
Rû-nümâ olmazdı anda bed-sigâlin sûreti
nevres-i Kadim

rû-nümûn: Yüz gösterici, meydana çıkan.

Olur âyîne gibi sînesi sâf
Rû-nümûn anda cemâl-i evsâf
Sünbülzade Vehbi

rû-sefîd: Beyaz yüz.

Her rûz eyledi nice kir pâsı rû-sefîd
Ammâ sepîdî-i ruhu kassâre kalmadı
Nâbî

rû-siyâh: Kara yüzlü. mec. mahcup.

Bârûd-ı rû-siyâh yakıp yıkdı hânemi
Döndürdü çarh-ı hâtırıma âşiyânemi
Nâbî

rûy: Yüz, çehre.

Gözlerim merdümünün aksi yeter rûyunda
Çok gerekmez ruh-ı mahbûbda besdir iki hâl
Şeyhülislam Yahya
Absın ma’nîde ammâ âb-ı âteş-pâresin
Lâlsin sûrette reng-i rûy ile ammâ nesin
Nef’î

rûy-ı arak-nâk
Terlemiş yüz.

Dökülüp rûy-ı arak-nâkineşâd-âb oldu
Tâze sünbül gibi ol kâkülpür-çîn ü şiken
Nedim

rûy-ı arz: Yer yüzü, dünya.

Görse hûrşîd-i felek bârika-i şemşîrin
Rûy-ı arza dökülürdü eriyip zerre-misâl
Üsküdarlı Hakkı Bey

rûy-ı baht: Talih yüzü.

Rûy-ı bahtıyla cihân manzara-i hûr-nişîn
Bûy-ı hulkıyla felek micmere-i nâfe-şemîm
Nef’î

rûy-ı der-gâh-ı niyaz: Niyaz kapısının yüzü.

Rûy-ı der-gâh-ı niyâzı bâr-gâh-ı lutfudur
Eyleme hırmân ile bu
Adile nâ-çârı red
Âdile Sultan

rûy-ı deryâ: Derya yüzü.

Her yolu bir dâg-ı âteş-nâk olur mâhîlerin
Ger semûm-ı kahrî olsa rûy-ı deryâya revân
Nef’î

rûy-i dil: Yumuşak yüz.

Hânümân-ı tâkatı vîrân ederken rûy-i dil
Bülbül-i nâ-çîzegül bî-hûde âteş-nâk olur
Nâbî

rûy-ı dil-ber: Sevgilinin yüzü.

Rûy-ı dil-ber ile hep izz ü saâdet bularak
Minnet ü kasr u sarây eylemeyen gönlümdür
Âdile Sultan

rûy-ı dost: Dost yüzü.

Rûy-ı dost âyînedir eyler dile aks ü nigâh
Zevk ile cânı verir çün rûy-ı zîbâ cândadır
Âdile Sultan

rûy-ı dünyâ: Dünya yüzü.

Neşâtından çıkarlar rûy-ı dünyâya kefen-ber-dûş
Okunsa bu kasîdem mürg-zâr-ı mürdegân üzre
Ziyâ Paşa

rûy-ı evrâk-ı zer: Sarı yaprakların yüzü.

Şimdi kim bâd-ı sabâ sahn-ı çemen ferrâşıdır
Rûy-ı evrâk-ı zerin dest-i hazân nakkâşıdır
Lamiî Çelebi

rûy-ı eziyyet: Eziyet yüzü.

Bana rûy-ı eziyyet gösterir ağyâra rûy-ı dil
Cemâl-i yâr gûyâ iki sûretten mürekkebtir
Nâbî

rûy-ı hasûd: Çekememezlik yüzü.

Mesned-ârâ-yı beyânımladır ma’nâyı
Eyledim hande-zebân rûy-ı hasûda ta’lîk
Nazîm (Yahya)

rûy-ı hat-âver: Çizgili yüz.

Nâbîyâ tâze nazire desin erbâb-ı sühan
Rûy-ı hat-âvere mecmûa-i irfân dönsün
Nâbî

rûy-ı hazân: Sonbaharın yüzü, sonbahar mevsimi.

Gül-şen-i ikbâli olsun dem-be-dem şâd-ebter
Nevbahâr-ı ömrü yâ
Rab görmesin rûy-ı hazân

rûy-ı hûb: Güzel yüz.

Rûy-ı hûba bakma ölürsün demiş nâsih dile
Öldüğüne bakmayıp perhizin ol bîmâr sır
Necati Bey
Her güzelden gül gibi arz eyleyen ruhsârını
Rûy-ı hûbu nakş-ı hüsnünle gül-istân eyleyen
Esrar Dede

rûy-ı hûbân: Güzellerin yüzü.

Kızarsa gül gül olsa tâb-ı meydân rûy-ı hûbânın
Ruh-ı cânânı hem gül hem gül-istân olduğun görsem
Nef’î

rûy-ı ikbâl: Talih yüzü.

Behiştî
bir özge âleme tut rûy-ı ikbâli
Ne kahrını çekersin çünkü bu âlemden incindin
behiştî

rûy-ı iltiyâm: Onulma, iyi olma yüzü.

Alemde senden istediğim budur ey şef’
Hâk-i tazarru’a koyuban rûy-ı iltiyâm
behiştî (koyuban: koyarak)

rûy-ı imtinân: Başa kakıcı yüz.

Bu bezmin tâlib olduk biz dahi sahbâsına ammâ
Görüp sâkîde rûy-ı imtinân sâgardan el çektik
Nâbî

rûy-ı mînâ: Gökyüzü.

Meclis-i keyf-i arak âlem-i diğer etti
Rûy-ı mînâmıza aks eyledi hattâ mînû
Esrar Dede

rûy-ı nigâr: 1. Dilberin yüzü. 2. Pembe üzüm.

Ol zülf-i ham-be-ham kim rûy-ı nigâre düşmüş
Gûyâ bir iki sünbül bir cûy-bâre düşmüş
Hakanî
Çıktı bir bâğın içinden yola bir yaşlı himâr
Nakl için beldeye yüklenmişti rûy-ı nigâr
Ş’masi rûy-ı siyâh: Kara yüz.

Başıma gün doğmada rûy-i siyâhım hâkte
Yâr kûyunda nem eksik sâye-i dîvârdan
Hayâlî Bey
Olsa ne aceb mudezili rûy-ı siyâh
Km eylemeyip
Hâlık’ı her lâhzapenâh
Vâhid

rûy-ı temenni: İsteme yüzü.

Olursan secde-ber hâk-i reh-i dil-dâra ol sdat
Gubdr-ı kîmyâ rûy-ı temenniden zuhûr eyler
Esrar Dede

rûy-ı yâr: Yârin yüzü.

Güzel görünür ıraktan görünse her nesne
Onun için güneşi rûy-ı yâre benzettim
Necati Bey

rûy-ı zemin: Yer yüzü, dünya.

Döşendi berf ser-â-pâ sahn-ı sahrâya
Ağardı rûy-ı zemin sanki tahte-i remmâl
Bâkî
Olmaz yine mariz-i mahabbet şifâ-pezir
Rûy-ı zemine bir dahi Îsâ gelir gider
Nâbî

rûy-ı zerd: Sarı yüz.

Uşşâk rûy-ı zerdini etsin güdâhte
Tezhib için kitâbe-i bâb-ı tevekkülün
Nâbî

rûy-ı zibâ: Süslü yüz.

Rûy-ı zibâsında dil-dârın ki müşgin mû biter
Benzer ol gül-zâra etrâfnda anber bû biter
Şeyhülislam Yahya

ru’âf: Ar. Burun kanaması.

Müşg idi nesimi bûstânın
Değmezdi ru’âf erguvânın
Şeyh Galip
Bini-gonce eder bağda izhâr-ı ruâf
Bâd kim bûy-ı hat-ı gâliye-fâmın getirir
Rızayi rub’: Ar. Dörtte bir, çeyrek, dört kısımdan biri. rub’-ı meskûnDünyanın kara olan dörtte bir kısmı.

Ol zeki tab’ ki divân-ı hilâfet hükmün
Rub’-ı meskûna onun dikkati icrâ eyler
Fuzûlî
Kodular adını rub-ı meskûn
Onu taksim edip erbâb-ıfünûn
Enderunlu Fazıl rûbâh, rûbeh: Far. 1. Tilki. 2. Tilki gibi kurnaz insanlar için kullanılır.

Zâhid-i rûbâh bakamaz rûy-ı yâre nitekim
Düzd olana nesne gelmez mâhı tâbândan abes
Adlî (Sultan II. Bayezid)
Olmuş idi mâ-sebakta rûbâh
Bir teys-i dırâz karna hem-râh
Recaizade Ekrem

rûbeh-i pür-hîle-veş: Hileli tilki.

Rûbeh-ipür-hile-veş kaçtı mukâbil olmadan
Hasm-ı dûna çün hücûm-ı şir-i garrân eyledi
Şeyhülislam Yahya

rûbeh-i tasvîr: Tasvir edilen tilki.

Düşmeni hayretle hem-çün rûbeh tasvir eder
Şir-veşgeldikçe ol kûh-ı hırâmân üstüne
Nedim
Rubûbiyyet: Ar. 1. Sahibe, efendiye mensup. 2. Allah’a ait.

Rabb olan ismim benim feyz-i belidir evvelâ
Verdi te’sir-ı Rubûbiyyet ubûdiyyet bana
Esrar Dede

rûd: Far. 1. Irmak, çay. 2. Saz kirişi, saz teli. 3. Kemençe.

Dâg olmayıcak dilde nedir hüsnü sirişkin
Câm olmayıcak elde leb-i rûd gerekmez
Nâbî
Rûdlar firkatle hûn-âlûd gözler yaşıdır
Hülle-i zer-beft giymiş yer cihân kullâşıdır
Lamiî Çelebi

ruh: Far. 1. Yanak, izâr, had, yüz. 2. Satrançtaki kale olarak bilinen taş.

Aks-i ruhunla eyle âyineyi münevver
Agûş-ı mehde rahşân bir âfitâb göster
Vecdî
Dil baydakını verir ü şeh-mat olur ol kim
Satranc-ı muhabbette ruh-ı yâr ile oynar
Ahmet Paşa
Dil baydak ını eyledi iki ruh ile mât
Şatranc oynamak güc imiş pâdişâh ile
Necati Bey
Zülf-i şeb-dizin görüp iy hüsrev-i şirin-dehen
Yaşlarım rengi ruhun aksi ile gül-gûn olur
Cem Sultan

ruh-ı âftâb-ı zer: Altın sarısı güneşin ya-
nağL
Bir secde ile k ıldı ruhı âftâbı zer
Hâk-i cenâb-ı dost aceb kimyâ imiş
Bâkî

ruh-ı al: Kırmızı yanak.

Gark-ı hûn-âb-ı ciger kılmış gözüm merdümlerin
Arzû-yı hâl-i müşgin-i ruh-ı alin senin
Fuzûlî
Ruh-ı alı gül gül olmuş ham-ı zülfü sünbül olmuş
Lebi sorma bir mül olmuş ki verir cemâda hâlet
Koca Râgıp Paşa

ruh-ı cânâne: Sevgilinin yanağı.

Gehgülegeh şem’a benzettim ruh-ı cânâneyi
Bülbül-i pervâne hâl ettim dil-i dîvâneyi
Esat
Muhlis Paşa

ruh-ı halk: Halkın yüzü.

Cismini gerdiş-i eyyâm-ı safâ nâl etmiş
Yüzü yok kim ede bir dahı ruh-ı halka nazar
Nâbî

ruh-ı hûb: Güzel yanak.

Ferdâ elemin çekme gönül bak ruh-ı hûba
Âşıklara ferdâda dahi va’d-i lika: var
Bağdatlı Ruhi

ruh-ı hüsn: Güzel yanak.

Etti ruh-ı hüsnü nesteren-zâr
Ruhsâre-i aşk u aşk-ı ruhsâr
Şeyh Galip

ruh-ı Leylâ
: Leylâ’nın yanağı.

Kuhl-ı ışk ile gözün perdesin aç kim
Mecnûn
Seyr ederdi ruh-ı Leylâ’yı beyâbânından
Behiştî

ruh-ı mahbûb: Sevgilinin yanağı.

Gözlerim merdümünün aksi yeter rûyunda
Çok gerekmez ruh-ı mahbûbda besdir iki hâl
Şeyhülislam Yahya

ruh-ı ma’şûka: Âşık olunan sevgilinin yanağı.

Pür-hayâl-i ruh-ı ma’şûka iken dîde-ı Kays
Neye kim kılsa nazar sûret-ı Leylî görünür
Bâkî

ruh-ı pür-tâb-ı yâr: Yârin parlaklıkla dolu yanağı.

Ruh-ı pür-tâb-ı yâri gördü mihr ü mâh
Nâbî’nin
Bir iki katre-âsâ düştü çeşm-i i’tibârından
Nâbî

ruh-ı rengin: Renkli yanak.

Bî-tekellüf yüz sürer her şeb ruh-ı rengîne
Böyle niçin yüz verirsin sevdiğim bâlînine
Bâkî

ruh-ı şerm: Utanan, kızaran yüz.

Ref’ eyle duâ niyyetine destini ammâ
Taksîr-i ibâdette ruh-ı şerme nikâb et
Nâbî

ruh-ı yâr: Yârin yanağı.

Ruh-ı yâri görünce karşıdan ussum gidip düştüm
Temâşâ eyledim
Mûsî gibi san âteş-ı Tûr’u
behiştî (us: akıl)

ruh-ı yâr-i dil-sitân: Gönül alan sevgilinin yanağı.

Lezzet ruh-ı yâr-i dil-sitândan
Cândır bulan ey dirîğ cândan
Fuzûlî

ruh-ı zer: Altın yanak.

Gör
Euzûlî’nin ruh-ı zerinde eşk-i alini
Perde-i idbâr tutmuş sûret-i ikbâlini
Fuzûlî

ruh-ı zerd: Sararmış yanak.

Hatın devrinde eşk-i al ile derd ügamım şerhin
Dem olmaz kim ruh-ı zerd üzre müjgânım rakam emez
Fuzûlî

ruh-ı zîbâ: Süslü yanak.

Ruh-ı zîbâya meyl etmez dediler zâhidi ammâ
Meğer bir zerrece yoktur onun göğsünde îmânı
Âhi
Bakıp bir hâra bir de ol ruh-ı zîbâya reşkinden
Gülün her bergi bir hâr oldu çeşm-i bâğbân üzre
Nedim

ruh-ı zîbâ-yı Ahmed: Hz. Muhammed (s. a. s.)’in güzel yanağı.

Her kim nazar kıla ruh-ı zîbâ-yı
Ahmed’e
Hoş lutf ile verir salavâtı
Muhammed’e
Figânî

ruh-be-ruh: Yanak yanağa.

Hasm-ı bed-kîşi oyunda ruh-be-ruh şeh-mât eder
Cengde at oynatır ferzâna bir er yok mudur ?
hâfız Paşa

rûh-sâ: Yanak gibi.

Etme zer ü sîm için müdârâ
Olmaz kadem-i ricâle ruh-sâ
Ziyâ Paşa

ruh-sûde: Yüz sürmüş, yüz süren.

Der-geh-i vâlâsına dil-dâde cân-ı Cebraîl
Südde-i ülyâsına ruh-sûde hayl-i ins ü cânn
Hakkı

ruh-sûde-i hâk-i âsitân: Eşiğinin toprağına yüz sürmüş.

En şanlı ekâbiri cihânın
Ruh-sûde-i hâk-i âsitânın
Muallim Naci

rûh: Ar. 1. Can, nefes. 2. His, duygu. canlılık. 3. En önemli nokta. 4. İspirto gibi

ucucu gaz. 5. Keskin koku. c. ervâh.

Cân mürgüne gıdâ-yı rûh olmaya münâsib
Hâl-i ruhun halîlim şeh-dâne bir adestir
Behiştî
Eğer bir şemme alsa turrasından bâd-ı ferverdîn
Eder kevn ü mekânı gark o demde rûh u reyhâne
Üsküdarlı Hakkı Bey
Evinde nâ-mütenâhî nazar-rübâ safahât
Enîn-i rûhunu bir türlü etmiyor iskât
Mehmet Akif

rûhü’l
Emîn
: Cebrail.

Sutûr-ı midhat-i zâtın sürûr-ı kalb-i şekûr
Misâl-i şeh-per-ı Rûhü’l
Emîn oldu hemîn
Taşlıcalı Yahya Bey
Rûhü’l
Emîn hâme-ı Esrâr’ı çeşm-i yâr
Vahy-âşnâyiken yine dem-beste gösterir
Esrar Dede

rûh-ı Anka: Anka’nın ruhu.

Kâdir-i mutlaktır ol kim sende kendin gösterir
Kâf-ı dilde sâkin olan rûh-ı Anka: sendedir
Gaybî

rûh-ı hayvân: Hayvanı nefis.

Benim rûhum demiş yâre rakîb-i har galat kılmış
Eğerçi rûhtur ammâ değildir rûh-ı hayvânı
Nev’î rûh-ı kelâmSözün ruhu.

Enfâs-ı Mesîhâ gibidir rûh-ı kelâmın
Her mürde-i hicrâna lebin âb-ı bekadır
Hakanî

rûh-ı kerrûbî: En büyük meleğin ruhu.

Ol safâ-efzâ çemende andelîb ol Hamdî kim
Rûh-ı kerrûbî gül ü reyhânının hayrânıdır
Hamdullah Hamdi

rûh-ı Kisrâ: Kisra’nın ruhu.

Gûş kıl ey rûh-ı Kisrâ ey revân-ı Cem işit
Ben kapılmam ehl-i târîhin sühansencânına
Nedim

rûh-ı Kuds: Cebrail.

Rûh-ı Kuds oldu dehânı vü dili peygamber
Hatı ashâb-durur gül yanağı hayrü’l-al
Taşlıcalı Yahya Bey
Rûhü’l
Kuds: Cebrail.

Sûrette ne ola zerre isek ma’nîde yohuz
Rûhü’l-kuds’ün
Meryem’e nefh ettiği rûhuz
Bağdatlı Ruhi

rûh-ı kudsiyân: Meleklerin ruhu.

Şu’le-i müşkâtınapervâne cân-ı Cebreîl
Ab-ı feyz âyâtına dîvâne rûh-ı kudsiyân

rûh-ı leb: Dudağında can bulma.

Bî-gubârım hasret-i hattınla hâk olsam yine
Sıhhatim rûh-ı lebindendir helâk olsam yine
Şeyh Galip

rûh-ı mahz
Saf ruh.

Rûh-ı mahzım hâk-dân-ı şûrdan kıldım ferâğ
Mihr-i bâlâyım şeb-i deycûrdan kıldım ferâğ
Esrar Dede

rûh-ı ma’rifet: Marifet ruhu.

Sırr-ı devrin zevkıdir âlemde rûh-ı ma’rifet
Tutalım ma’lûmun olmuş âliyât ü sâfilât
Gaybî

rûh-ı menâzır: Manzaraların ruhları.

Sîmîn dumanlarda ölür rûh-ı menâzır
Bir ra’şe-i zerrîn ta karşıda yer yer
Ahmet Hâşim

rûh-ı Mevlevi: Mevlevi ruhu.

Alem-i ma’nâ ki hûrşîd-i cihân-ârâgibi
Devr eder girmiş semâ’a anda rûh-ı Mevlevî
Nef’î

rûh-ı musaffâ: Temiz ruh.

Düşde gördüm gece endâmını pîrâhsiz
Nûrdan rûh-ı musaffâ idi gûyâ tensiz
Yahya Kemal

rûh-ı musavver: Tasvir edilen, cisimlenen ruh.

Sensin ol rûh-ı musavver ki olur hem-vâre
Yâd-ı mecmûa-i hüsnünle perîşân dilşer
Nâilî
Gark eder envâra ey rûh-ı musavver âlemi
Zâhir etsen bir nefes âyîne-i ruhsârını
Usulî (Yenice Vardarlı)

rûh-ı mücerred: Soyut ruh.

Aceb mi bir gazelle etsem ihyâ kalb-i uşşâkı
Akar rûh-ı mücerred hâme-i mu’ciz-beyânımdan
Namık Kemâl

rûh-ı nâfih: Nefh edici, üfüren ruh.

Anâsırdan müşâhiddir o mutlak
Bilir misin nedir ol rûh-ı nâfh
Gaybî

rûh-ı pâk: Temiz ruh.

Cism terkîb-i gubârîdir gel ondan fârig ol
Rûh-ı pâk ol âlem-i tecride gel esrâra bak
Hayâlî Bey
Aciz-âne ola bu bendelerinden i’zâm
Rûh-ı pâkine nice tuhfe-i takdis ü selâm
AdUe
Sultan rûh-ı pür-bîm: Korkmuş ruh.

Rûh-ıpür-bîmde sa’y et der-iyâre er er
Kwt’-ı menzil ederek bahr bahir hem ber ber
Nâbî

rûh-ı revân: Akan ruh.

Yok o hâsiyyet dem-i nutk-ı Mesîhâ’da bile
Ki var ol rûh-ı revânın leb-i hâmûşunda
NâiH rûh-ı sâmit: Sessiz ruh.

Sükût-ı leyl ile hâbîde her taraf, her şey
Bu rûh-ı sâmiti etmez müheyyic ü nâlân
Ahmet Hâşim

rûh-ı ser-bâzBaşıyla oynayan can.

Hazânsız bir zemân isterse, şâyed rûh-ı ser-bâzın
Ufuklar, bu’d-ı mutlaklar bütün mahkûm-ıpervâzın
Mehmet Akif
Şu’le-i müşkâtınapervâne cân-ı Cebreîl
Ab-ı feyz âyâtına dîvâne rûh-ı kudsiyân

Rûhu’llah: Hz. İsa.

Deyre varmaktan murâd ihyâ-yı emvât eyleyip
Bütlere i’câz-ı Rûhu’llah’ı söyletmek midir
Nâilî

rûhâniyân: Ruha mensup, ruhla ilgili olanlar.

Nihâl kaddinin üftâdesidir sidre vü Tûbâ
Esir-i şiftesi rûhâniyân-ı arş-ı Rahmânî
Nedim
ervâh: Rûh’lar.

Pes geçip mihrâba ol hayrü’l-enâm
Enbiyâ ervâhına oldu imâm
Süleyman
Çelebi ervâh-ı mücerred
Melekler.

Geldi ol dem kim berây-ı nusret-ı İslâmiyân
Fevc-i ervâh-ı mücerredle doldu rûy-ı zemin
Üsküdarlı Hakkı Bey
ervâh-ı rusül: Peygamber ruhları.

Doldu âfâka o demde nefes-ı Rahmânî
Oldu ervâh-ı rusül gulgule-senc tekbîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

rûh-bahş: Ruh bahşeden.

Rûh-bahş oldu
Mesîhâ-sıfat enfâs-ı bahâr
Açtılar dîdelerin hâb-ı ademden ezhâr
Bâkî

rûh-bahşâ: Ruh bağışlayıcı.

Cellâd nigâhın et temâşâ
Azrâil’i gör ki rûh-bahşâ
Şeyh Galip

rûh-fezâ: Cana can katan.

Hasta-i nâtıkaya rûh-fezâdır hâmem
Zât-ı İsî gibi i’câz-nümâdır hâmem
Koca
Reşit Paşa

rûh-efzâ’ 1. Cana can katan, ruha tazelik veren. 2. İki asırlık eski bir
Türk musikisi makamı.

Dâimâ böyle müferrah mı bu cây-ı dil-güşâ
Her zemân âb u hevâsı böyle rûh-efzâ mıdır
Nef’î
Nidâ-yı neyde rûh-efzâ olur uşşâka bir dem var
Dilâ ney gibi nâlân olmada bir özge âlem var
Selîmî, Tâlibî, Sarı
Selim (II. Selim)
Sâkiyâ sun râh-ı rûh-efzâyı dil-şâd olalım
İbni Kemâl

rûh-firîb: Ruh eğlendirici, ruh avlayıcı.

Ey nehr-i mutalsam! ki uçar mevcelerinden
En rûh-firîb, en güzel, en şûh ü münevver
Bir bûsiş-i nefnn
Tevfik Fikret

rûh-gezâ: Ruha acı veren, acındıran.

Çarhın idbârı değildir yalnız rûh-gezâ
Cây-ı âsâyiş-i ikbâli de hayret verir
Nâilî

rûh-nevâz: Ruh okşayan.

Rûh-nevâzdır ey Sefer meşkettiğin her neve ser
Sûz-ı dildir nây-ı hâmenden çıkar nârın nadir

seferî

rûhânî: 1. Ruha mensup, ruhla ilgili. 2. Cismi olmayan, gözle görülmeyen. c. rûhâniyân.

Bül-beşerden sana dek ey güher-i dürc-i vücûd
Nûr-ı rûhânî idi bâr-ı katâr-ı ecdâd
Nâbî

rûhâniyân: Ruhtan meydana gelmiş melekler. rûhâniyân-ı arş-ı Rahmaniallah’a ait göğün melekleri.

Nihâl-i kaddinin üftâdesidir
Sidre vü Tûbâ
Esîr-i şiftesi rûhâniyân-ı arş-ı Rahmânî
Nedim

ruhâm: Ar. Mermer taşı.

Cânib-i sûk-ı silâha dökülüp gerd-i kesâd
Sâha-i kûçe-i îş u taraba düştü ruhâm
Nâbî
Beytimin her biri bir büt-kededir kim yaraşır
Olsa seng-i dil-i hûbândan ona ferş-i ruhâm
Nef’î

ruhâm-ı devlet: Devlet mermeri.

Ol reşk-âver âyîne-i hurşîd oldu
Yümn-i pâ-bûsu ile ferş-i ruhâm-ı devlet
Münif ruhâm-ı sâ£
Saf mermer.

Eğerçi nâmı havz ammâ yapıp deryâçe-i zîbâ
Ruhâm-ı sâfını mir’ât-ı endâm etti ser-tâ-pâ
Nedim

rûhânî: bk. rûh.

ruhbân: bk. râhib.

ruhsâr, ruhsâre: Far. 1. Yanak. 2. Yüz. çehre.

Gül-i ruhsârına karşı gözümden kanlı akar su
Habîbim fasl-ıgüldür bu akar sular bulanmaz mı
Fuzûlî
Ikd-ı şeb-nemdir gül-i ter üzre yâ hod her taraf
Katre katre terden ol ruhsâr üze sular mıdır
Fuzûlî
Çifte benli sîm gerdânlı güneş ruhsâreli
Gül yanaklı kâkülü kerâkeli mor hâreli
Nedim
Ben arz edeyim âfitâb-ı ruhsâr
Sen kılmayasın harâret izhâr
Fuzûlî
Elmâs içinde yâkût envâr içinde gonca
Cevherde âb-ı cârî mînâda rûhsârı
Namık Kemâl

ruhsâr-ı al: Kırmızı yanak.

Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı al olmuş sana
Nedim

ruhsâr-ı arak-rîz: Ter damlatan yanak.

Ruhsâr-ı arak-rîzi yeter yakmağa yârin
Ne eyler reşehât ilegül-istân elimizde
Nef’î

ruhsâr-ı âteşîn: Ateşli yanak.

Ruhsâr-ı âteşînine her kim uzatsa el
Mânend-işem’barmağıyanmak sezâ olur
Behiştî

ruhsâr-ı cânân: Sevgilinin yanağı.

Düşse zülfünden arak ruhsâr-ı cânân üstine
Gûyiyâ şeb-nem düşer gül-berg-i handân üstine
Bâkî

ruhsâr-ı gül: Gülün yüzü.

Ruhsâr-ı gül gül olmuş destinde câm-ı lebrîz
Tâ nâfe dek dökülmüşgîsû-yı târümârı
Ziyâ Paşa

ruhsâr-ı rengin: Renkli yanak.

Berg-i gülden yegdir ol ruhsâr-ı rengîn âşıka
Hârdan zâhir budur kim lâle-i handân yeg
behiştî (yeg: daha iyi)

ruhsâr-ı tâbân: Parlak yüz.

Hansı bezm olmuş münevver bir kaddin tegşem’den
Hansı şem’inşu’lesi ruhsâr-ı tâbânınca var
Fuzûlî
(hansı: hangi)

ruhsâr-ı yâr: Yârin yanağı.

Heves-kârân eder ruhsâr-ı yâre nazra-i şehvet
Cenâbet şüst ü şûsu için döker dîde-i terden
Nâbî ruhsâr-ı zerd
Sarı yanak.

Germdir şâm u seher mihrinle çarh-ı lâciverd
Geh sirişk-i al eder izhâr ki ruhsâr-ı zerd
Fuzûlî

ruhsâre-i cânân: Sevgilinin yüzü.

Ayîne sever cândan ruhsâre-i cânânı
Bir hâlete yetmiş kim ayrılsa çıkar cânı
Fuzûlî

ruhsârepîrây: Yanak süsleyici.

ruhsâre-pîrây-ı adem: Yokluğun yanak süsleyicisi.

Zulmet-i âsâm olur ruhsâre-pîrây-ı adem
Eylese dûşîze-i afvın eğer keşfi kınâ’
Nâbî

ruhsat: Ar. İzin, cevaz, müsaade, başlı başına bırakma, serbest bırakma. c. ruhsât.

Saklama nakd-i gam-ı ışkını ey cân zâhir et
Kim verem habs-i bedenden çıkmağa ruhsat sana
Fuzûlî
Ruhsat bulunur dâmen-i cânân ele girmez
Cânân bulunur kûşe-i dâmân ele girmez
Haşmet
Bilirim aşktan âzâdelige âşıksın
Sana bu ruhsatı ammâ dil-i şeydâ vermez
Koca Râgıp Paşa

ruhsat-ı cevelân: Dolaşma izni.

Şehsüvâr-ı deşt-i ma’nâ kim semend-i hâmeye
Ruhsat-ı cevelân verip ger etse irhâ’yı inân
Ziyâ Paşa

ruhsat-ı gül-geşt: Gül gezintisi izni.

Olurdu her kişi gül-çîn-i ma’nî ey Nâbî
Olaydı ruhsat-ı gül-geşt bâğ-bânlardan
Nâbî

ruhsat-ı nezzâre: Bakma izni.

Her nâ-mahalle ruhsat-ı nezzâre ya neden
Bir gün demez misin ki mahallinde kan olur
Nef’î

ruhsat-ı niyaz: Yalvarma izni.

Gâhî nigâh-ı nâza da ver ruhsat-ı niyâz
Nâz etmemek nigâha da bir âdet olmasın
Nedim-ı Kadim

ruhsat-ı zemân: Zamanın izni.

Geh câm-ı bâde nûş ederiz gâh hûn-ı dil
Biz ruhsat-ı zemâna göre işret eyleriz
Sabri (Mehmet Şerif Çelebi)

ruhsat-yâb: İzin alma.

Âstân üzre yüzün bir iki def’a ferş edip
Sonra ruhsat-yâb olur
Cem girmeğe dîvânına
Nedim

ruk’a: Ar. 1. Üzerine yazı yazılan kâğıt, deri parçası. 2. Kısa mektup. 3. Dilekçe. 4. Yama. c. rıka.

ruk’a-i medh ü senâ: Medh ü sena mektubu.

Nâmeye nâmın yazarken gitti aklım âh kim
Niceyazdım ruk’a-i medh ü senâsın bilmedim
Ahmet Paşa

rıka: “Ruk’a”lar, 1. Üzerinde yazı yazılan deri ve kâğıt parçaları. 2. Kısa mektuplar. Yamalar. 4. Dilekçeler.

Reyhân saçın misâli muhakkaktır oldu nesh
Haddin nka: ’ı üzreyazaldangubâr hat
Şeyhi rukûd: Ar. 1. Uyuma. 2. Uyku.

Ne aşk-ı mâşıta-i hacle-gâh-ı bîdârı
Ne aşk-ı perdedir bezm-gâh-ı çeşm-i rukûd
Sâmi rukye: Ar. Büyücü veya üfürükçülerin okudukları efsun.

rukye-i füsûn: Büyü okuması.

Tefrik için kimisi okur rukye-i füsûn
Teshîr için kimisi yazar nüsha-i duâ
Ziya Paşa
Rûm: Ar. 1. Romalı >Lât.Roma. 2. Balkan
Anadolusu. 3. Arap ilinden başka ilde olan kimse.

Hem hâmî-ı Beytü’l-harem, hem hâdim-ı Şâh-ı ümem
Rûm ü Arab, milk-ı Acem mahkûmudur ser-tâbe-pâ
Seyyit Vehbî
Nev-hat-ı lebinde konmuş hâlin şehâ acebtir
Rûm’a teveccüh etmiş ser-leşker-ı Arab’tır
Behiştî
Mûr gibi emrine kılmış itâat halk-ı Rûm
Râm oluptur nitekim
Mûsâ’ya ey şeh sihr-i mâr
Lamiî Çelebi
Meydân-ı sühanda yoğiken sen gibi bir er
Bir şâir-ı Rûm oldu sana şimdi berâber
Ziyâ Paşa
Rûmî
: Rûm’la ilgili.

Bir nice zarîf-i hıtta-ı Rûm
Rûmî ki dedik kaziyye ma’lûm
Fuzûlî
Rûmî güzelleriyle sarılmak zemânıdır
Rûm ili tarzı olsa sezâ merhabâ-yı îd
Enverî

rumûz: bk. remz.

rûstâ: Far. Köy.

Akıl kûy-ı ışktan niçin kaçar dedim dedi
Rûstâya şehr içi zindân gelir andan kaçar
Nizamî

rûstâyî: Köylü.

Akl elinden al gönül şeh-bâzın ey sultân-ı ışk
Destine bir rûstâyînin doğan vermek neden
Necati Bey

rûşen: Far. 1. Aydın, ziyalı, parlak. 2. Belli, meydanda.

Çünkü nûun rûşen etti âlemi
Gül cemâlin gül-şen etti âlemi
Süleyman Çelebi Mevlid
Rûşen etti adilden her kûşesinde bin çerâg
Cârî etti feyizden her milkine bin cûy-bâr
Fuzûlî
Çerâg ettin beni dâim senin de ey kerîmü’ş-şân
Çerâgın rûşen etsin dîde-i mihr-i mücellâyı
Nedim
Yanıp mânende-ipervâne buşem’-i rûy-ı cânâna
Çerâg-ı dilde rûşen âftâb-ı âlem-ârâdır
Âdile Sultan

rûşen-i cemâl: Güzelliğinin parlaklığı.

Cân u cihânı gözlerimiz görmese ne ola
Rûşen-i cemâli âleme hûrşîd ü mâh idi
Bâkî

rûşen-dil: Gönlü aydınlık. c. rûşen-dilân.

Her kimi rûşen-dil etse ağlatır âhir felek
Bezm-i işrette eder bu hâleti izhâr-ı şem’
Riyazî
Basra’da bir mürîd-i rûşen-dil
Benge olmuştu rûz u şeb mâil
Fuzûlî

rûşen-dilân: Gönlü aydın olanlar.

Siyeh-tab’dan olur rûşen-dilânın düşmen-i cdnı
Ki düzd-i tîre-rûzu ddimd, dil-gîr eder mehtâb
Beliğ
Bilinmez kıymeti rûşen-dilânın vakt-i feyzinde
Güneş tâ batmadıkça zulmet-i leyl dşikdr olmaz
Keçecizade İzzet Molla

rûşen-ger: Cilacı, parlatıcı.

Cevher-i zâtî gerek eşyâda, pür-jeng olsa da
Tîğ-ı cevher-ddra rûşen-ger yine cevher verir
Beliğ

rûşen-ger-i takdir: Takdir edilen cilâcı.

Açmaz mı dahi jengini rûşen-ger-i takdîr
Paslandı yer altında nice dyîne sine
Beliğ

rûşen-zamîr: İçi temiz. c. rûşen-zamîrân.

Olur mu fass-ı zerrîn ile kâmil, cevher-i nâkıs
Siyeh-dil, pertev-i ikbâl ile rûşen-zamîr olmaz
Fehim (Hoca Süleyman)
Lâyık değil ki gün gibi rûşen-zamîr olan
Lutfle bir çerâgı yaka hem sevindire

rûşen-zamîrân: İçi temiz olanlar.

Tenezzül etmedikçe cevher olmaz, katre-i nîsân
Bulur rûşen-zamîrân rif’ati oldukça efgende
Koca Râgıp Paşa

rûşenâ(y): Aydınlık, parlaklık; açıklık.

Bâ-husûs böyle hammâm-ı münevver kim onun
Rûşenâ her mermer-i sâf misâl-i mâh-tâb
Nedim
Yâr gelip âşıkın menzilini kılsa cây
Etmeye mi gün yüzü dîdeleri rûşenây
Şahin Giray

rûşenâ-vicdân: Aydın vicdan.

Rûşenâ-vicdân olan eyler mi ta’n eslâf hîç
Feyz-i hâzır nûr-ı mısbâh-ı seleften muktebes
Ziya (Adanalı)

rûşenâyî: Aydınlık, parlaklık; açıklık.

Bir safâdır tâb-ı dîdârınla bezm ü bezm-gâh
Pûşenâyî bahş kılıp sâgar u peymânesin
Nef’î

rutubet: Ar. 1. Yaşlık, nemlilik. 2. Nem.

Zenginlik.

Güzer etmektedir ikbâl ü rutûbet dediğin
Biri hûrşîd-i zemistân birisi rahş-i gamam
Nâbî
Uykudan şişmiş gözler, ale’l-acele kurulanmış rutûbetli yüzler
Cenap Şahabeddin

rutûbet-i feyz-i bahâr: Bahar bereketinin canlılığı.

Mahrûm olur rutûbet-i feyz-i bahârdan
Her hâl-i tîre-dil ki değilpây-mâl-i mevc
Nâbî

rûy: bk. rû.

rûyîn: Far. 1. Tunçtan. 2. Tunç.

rûyîn-ten: 1. Tunç vücutlu. 2. İsfendiyar’ın lakabı Zâloğlu Rüstem’le beraber geçer.

Ol şehen-şâh kim misâl-ı Rüstem etseydi hücûm
Ettirirdi ser-fürû bir darb ile Rûyîn-ten’e
Nâdirî (Ganizade)
Su gibi nâr-ı kahrından erir bir demde rûyîn-ten
Dokunsaşu’le-i şemşîri nerm eyler NerîmânP
Bâkî
Sadr-ı Cem-i kevkebe kim na’lçe eyler bulsa
Mûze-ipâyına ebrûlarını rûyîn-ten
Nedim

rûz: Far. Gün, gündüz.

Gâhi meyden el çekip geh bendden zülfün çözüp
Iyşımız telh eyleyip geh rûzumuz şâm eyledik
Nâbî
Bu rûz odur ki sabâhında sad-safâ muzmer
Bu rûz odur ki mesâsında bin ferruh müdgam
Nedim

rûz-ı arasât: Mahşer günü.

Hamdî’nin koptu kıyâmet başına hasret ile
Gördü rûz-ı arasâtı yüzünü görmeyicek
Hamdullah Hamdi
(görmeyicek: görmeyince)

rûz-ı bâzâr: Pazar günü.

Yine bir rûz-ı bâzâr safâ vü zevk u şâdîdir
Yine her kûşe-i cem’iyyet-geh bezm-i harîfândır

riyazi

rûz-ı belâ: Bela günü. (kıyamet günü)
Şefâat eyle o rûz-ı belâda bendene kim
Halâyıkı behem-âgûş eder zebâne vü dûd
Sâbit

rûz-ı cem’iyyet: Toplanma günü.

Her visâlin sonu hicrân olduğuyiçin Zâtiyâ
Rûz-ı cem’iyyette inler derd ile durmazçeng
Zâti rûz-ı cezâ: Ceza günü. (kıyamet günü).

Bize kâfir demiş
Müftî Efendi
Tutalım ben diyem ona
Müselmân
Varıldıkta yarın rûz-ı cezâya
İkimiz de çıkarız anda yalan
Nef’î
(Müfti Efendi:Şeyhülislam Yahya)
Seyr et ulüvv-i feyz-işehidân-ı aşkını
Hûnîn kefenle rûz-ı cezâ hulle-pûş olur
Üsküdarlı Hakkı Bey
Vâiz bizi tahvîf ile teşvişe düşürme
Sen mahkeme-i rûz-i cezâdan mıgelirsin
Nâbî
Çerh eylesin cefâsını isterse bî-dâd
Rûz-ı cezâda yok mu bizim bir hesâbımız
Namık Kemâl

rûz-ı ecel: Ecel günü.

Visdlin KÛ’be, dir rûz-ı ecel azmi zemdnıdır
Kefen ihrdm1 tdbût ol yolun tahtü’r-revândır
behiştî

rûz-ı elest: İlk yaratılış günü.

Ne aşk neşve-i evvel zuhûr-ı Rûz-ı Elest
Ne aşk mebde’-i hilkat miâd-ı sırr-ı vücûd
Sâmi rûz-ı ezel: Ezel günü.

Endîşem edîb-i hikem-efrûz-ı ezeldir
Nutkum sebak-dmûz-ı debistdn-ı kıdemdir
Nef’î
Çün rûz-ı ezel kısmet olmuş bize devlet
Takdire rızâ vermeyesin buna sebeb ne
Haccü’l
Haremeyn diyüben dacvâ kılarsın
Ya saltanat-ı dünyeviye bunca taleb ne
Adlî (II. Bayezid) (Kardeşi Cem Sultan’a cevabı)

rûz-ı firkat: Ayrılık günü.

Rûz-ı firkat nicedir gösterem Ahi’ye demiş
Bana ol günleri göstermesin Allah bana
Âhi rûz-ı gazâ: Savaş günü.

Gâh açar ihsdn elini Haydar-ı Kerrâr-veş
Gâh olur rûz-ı gazâ kudret elinde Zülfekâr
Taşlıcalı Yahya Bey
Rûz-ı Haşr: Toplanma günü, kıyamet günü.

Rûz-ı haşr içre yarın gülmez açılmaz gül gibi
Ey güler yüzlü bugün derdinle girydn olmayan
enverî

rûz-ı hesâb: Hesap günü.

Pdlds-pâre-i ihldsımızla rûz-ı hesâb
Cenâb-ı şeyh-i riyd-kâra bir külâh ederiz
Ziya Paşa

rûz-ı hicrân: Ayrılık günü.

Rûz-ı hicrândır sevin ey mürg-ı rûhum kim bugün
Bu kafesten ben seni elbette âzâd eylerem
Fuzûlî

rûz-ı hüsn: Güzellik günü.

Geh geh tutunsa anber-i terden nikâb gül
Benzerdi rûz-ı hüsnüne ey âfitâbgül
Ahmet Paşa

rûz-ı îd: Bayram günü.

Rûz-ı id oldu öper her kişi dil-dârın elin
Bana el vermedi devlet kim öpem yârin elin
Cafer Çelebi

rûz-ı kısmet: Kısmet günü.

Rûz-ı kısmette tecelli hissene düştü nasib
Her başa konmaz bu devlet cânı ver nâ-dân mısın
Âdile Sultan

rûz-ı kıyâm: Kıyamet günü.

Ahirü’l-emr olıcak rûz-ı kıyâm
Cismine nâr-ı cahim ola hırâm
Hakanî

rûz-ı kıyâmet: Kıyamet günü.

Gam yeme bir gün erersin vaslıma dersin bana
Mev’id-i vaslın sakın rûz-ı kıyâmet olmasın
Süleyman
Nahifî

rûz-ı mahşer: Mahşer, kıyamet günü.

Asiyâna rûz-ı mahşerde odur olan şefi’
Mustafâ kân-ı kerem sâhib-emândır Mustafa
Âdile Sultan
Râfizler aldı
Bağdâd’ı tekâsül eyledin
Sana hasm olmaz mı hazret rûz-ı mahşer yok mudur
Muradî (Sultan IV. Murat)

rûz-ı mesaff: Er meydanlarının günü.

Aleminde herkes eyler hod-be-hod dacvâ-yı zûr
Merd-i meydân-ı hüner ma’lûm olur rûz-ı mesaff
Koca Râgıp Paşa

rûz-ı meâd: Ahiret günü.

Bende-ı Nâbî’den ola elf salavât elf selâm
Rûhuna, âline, ashâbına, tâ rûz-ı meâd
Nâbî

rûz-ı mîâd: Kıyamet günü.

Sâyebân-ı keremin bast-ı cenâh etmiş iken
Etmem ümid ki açıkta kalam rûz-ı miâd
Nâbî

rûz-ı neberd: Cenk günü.

Dedi Behrâm-ı darb-efken görelden darb-ı şemşirin
Koluna kuvvet ey rûz-ı neberdin şâh-ı merdânı
Bâkî

rûz-ı nedem: Pişmanlık günü. (hesap günü).

Murâd u maksad âlem-penâha ümem
Ümid rûz-ı nedem-i mültecâ-yı yevm-i hulûd
Sâbit

rûz-ı rüst-â-hîz: Kıyamet günü.

Nesîm-i lutfu vezân olsa rûz-ı rüst-â-hîz
Verir zebâne-i dûzah nişâne-igül-zâr
Ziya Paşa

rûz-ı rezm: Savaş günü.

Hem-nâm-ı murtaza
Alî Paşa
ki rûz-ı rezm
Şemşîr-ı Zülfekâr-ı Alî’den nişan verir
Nedim

rûz-ı rûşen: Aydın gün.

Çerâgın hüsnünü inkâr edenler rûz-ı rûşende
Semen-zâr içre görsünler fürûğ-ı şem’-i gül-nârı
Neti
Rûz-ı rûşenden ne ola enver olursa şâmımız
Mihr-i âlem-tâbdan yakar çerâg-ı câmımız
Hayâlî Bey

rûz-ı şümâr: Hesap günü.

Rûz-ı şümâr u defter-i a’mâle kâiliz
Ger derdimiz bilinse hisâb u kitâb işe
Nef’î

rûz-ı ukbâ: Ahiret günü.

Zulmile mülkünü yakmaktan garaz ne bilmeziz
Rûz-ı ukbâda suâl olmaz mı mahşer yok mudur

râmi

rûz-ı vaîd: Yıldırma günü.

Cevâbı var ise hasmın hemân dilîr olsun
Tutunca dâmenini
Ehl-ı Beyt rûz-ı vaîd
Nâilî
-ı Kadim

rûz-ı vasl: Kavuşma günü.

Uğradım bir derde kim dermânı rûz-ı vasl imiş
Künc-i hasrette geçen dermânım andım ağladım
Zaifî
Gördüm o serv-kâmetin ardınca rûz-ı vasl
Ömr-i fürû-güzeşte şitâbân olup gelir
Nedim

rûz-ı visâl: Kavuşma günü.

Dilden giderme aşkı
Muhibb tut bu pendimi
Rûz-ı visâl ü hem şeb-i hicrân gelir gider
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Rûz-i visâl olsa cihân müddeti kadar
Vakt-i firâkın olmaya bir sâati kadar
Necip (Suyolcuzade Mustafa)

rûz-ı vuslat: Kavuşma günü.

Subha dek kûyunda âşık zâr u ser-gerdân olur
Rûz-ı vuslatta görünce rûyunu handân olur
Âdile Sultan

rûz u şeb: Gece gündüz.

Ey âsmân-ı hıyre-ser olmuşsan aşka münteseb
Bir âftâbın şevkine sen de gezersin rûz u şeb
Esrar Dede
Rûz u şeb dîdelerim derdin ile kan ağlar
Vâk ıf olan benim esrârıma her an ağlar
İlhamî, Selimî (Sultan III. Selim)

rûz-efzûn: Günden güne artan.

Biri durdukça bulur kevkebe-i rûz-efzûn
Biri gittikçe olur mu’tenem nâz u na’îm
Nef’î

rûzî: 1. Gündüze ait, gündüzle ilgili. 2. Rızık, azık, nasip.

Matbah-ı rûzeyi miftâh-ı akîdeyle açar
Feth-i rûzîye bakan ağzı mühürlü insân
Sâbit
Rûzî sana kısmet etmemiş Hak Muzlim nâm u nişân
İshak
Mihrünnisa
Hanım

rûzî-resân: Rızık ve kısmet eriştirici. mec. Allah.

Birdir ol rûzî-resân-ı kâinât
Şekk eden tevhîdine bulmaz necât
Kâzım Paşa

rûzî-resân-ı lutf-ı Hudâ: Allah’ın lütfünun nasibi.

Düşmez ümîd-i rızk bize gayrden
Belîğ
Rûzî-resân-ı lutf-ı Hudâ’ya dayanmışız
Beliğ

rûz-merre: Her günkü, günlük.

Dem gelir kim ben gedâ-yı kûyuna bir hâl olur
Câme-i zer-bâft-ı şâhı rûz-merre şâl olur
Behiştî

rûze: Far. 1. Oruç. 2. Günlük olan şey.

Şöyle bî-tâb olmuş ol meh-pâre tâb-ı rûzeden
Fark olunmaz kâmet-i hamgurre-i yek-rûzeden
Nedim

rûze-i firâk: Ayrılık orucu.

Ben rûze-i firâkı tamâm eyledim görüp
Afâk-ı hüsn-iyâr hilâlingüzelgüzel
Behiştî

rûze-i gam: Gam orucu.

Hayâlî rûze-i gamda hilâle döndüğü bu kim
Senin îd-i cemâlin görmedi ey mâh bir yıldır
Hayâlî Bey

rûze-i Meryem: Meryem’in orucu.

Vuslatın îdine erem diye sen
İsî-demin
Yıllar olmuştur ki gönlüm rûze-ı Meryem tutar
Karamanlı
Nizamî

rûze-dâr: Oruç tutan, oruçlu.

Şartınca rûze-dâr deriz ol fakire kim
İftâr sofrasında şarâbı bulunmaya
Yenişehirli Avni
Rûze-dârım diyerek sûretin ekşitmişsin
Zâhidâ söyle bu turşî ne bu perhiz nedir
Feyzi rûze-dâr-ı gam: Gam oruçlusu.

Rûze-dâr-ıgama sultânımdan hisse-i hân-ı inâyet geldi
Vakt-i iftârda şimden sonra şekkimiz kalmadı sâat geldi
Sâbit

rûze-dâr-ı tahkîk: Araştırılan oruçlu. denlü teşne iken rûze-dâr-ı tahkika
Verir mi su dem-i iftârda sıyâm-ı dürûg
Sâmi rûzgâr, rûzigâr, rüzgâr: Far. 1. Rüzgâr, yel. 2. Zaman, devir, vakit. 3. Dünya.

Bil kıl üzredir esâs-ı hüsnün etme ûtimâd
Rûzigâr âyine-ı İskender’e verdi halel
Necati Bey
Bâkî çemende hayli perişân imiş varak
Benzer ki bir şikâyeti var rûzigârdan
Bâkî
Şibhidir hamlinden âgâh olmayan âbistenin
Rüzgârın bilmeyen sûriyle tev’em mâtemin
Nâbî
Tevekkül bâd-bânın kıl güşâde fülk-i ihlâsa
Eser bahr-i emelde bir muvâfik rûzgâr elbet
Fıtnat
Hanım
Ayırdı ben gubârı reh-i kûy-ı yârdan
Çoktur bizim şikâyetimiz rûzgârdan
Amihî rûzgâr-ı bahâr: Bahar rüzgârı.

Eserdi cûş-ı mahabbetle ehl-i sevdâ hep
Dimâğa bûy-ı cünûn verdi rûzgâr-ı bahâr
Şeyh Galip

rûzgâr-ı bed-girdâr: Kötü davranışlı zaman.

Himâyet et ki senin bir yanar çerâgındır
Taarruz eylemesin rûzgâr-ı bed-girdâr
Nedim

rûzgâr-ı fursat: Fırsat zamanı.

Benim vuslat şebinden rûzgâr-ı fursatım yegdir
Ki fürkat havfi çekmekten ümid-i vuslatım yegdir
behiştî

rûzgâr-ı hüsn: Güzellik rüzgârı, zamanı.

Ey pür-gül ü şükûfe yüzünle bahâr-ı hüsn
Zehr-i ruhunla rûşen olur rûzgâr-ı hüsn
Avnî

rûzgâr-ı ihsân: İhsan rüzgârı.

Rûzgâr-ı ihsân mı bilmiş benim ya bilmemiş
Aleme feyz-i hayât-ı câvidânidir sözüm
Nef’î

rûzgâr-ı leîm: Alçak rüzgâr.

Nice zemân idi aksine döndürüp feleği
Cefâyı âdet edinmişti rûzgâr-ı leim
Nef’î

rûzgâr-ı pür-cefâ: Cefa dolu zaman.

Bülbülün ser-mâye-i şevkın tüketti âkibet
Rûzgâr-ı pür-cefânın cevr-i bi-endâzesi
Şeyhülislam Yahya

rûzgâr-ı zâlim ü gaddâr: Zalim ve merhametsiz zaman.

Altına aldı gam ü derd üstüme dönmez felek
Rûzgâr-ı zâlim ü gaddâra n’ittim n’eyledim
Necati Bey

rûzî: bk. rûz.

rübâ: Far. “Kapan, alan” anlamlarıyla birleşik sıfatlar yapar. cân-rübâ: Can alan, gönül kapıcı.

Fakat şu tıfl-ı cân-rübâ
Ki rûhtan nişânedir
Gülerken ağlıyor bana
Tevfik Fikret
çeşm-rübâ: Göz kapan.

çeşm-rübâ-yı mahabbet: Sevgi gözünü
kapan.

Nâbî
kumâş-ı çeşm-rübâ-yı mahabbetin
Tervic için miyânede dellâli kalmadı
Nâbî
dil-rübâ: Gönül çeken, çok güzel kadın.

Reh-i taleb tutalım kûy-ı dil-rübâ diyerek
Safâ vü mihnete
Yâ Hû vü merhabâ diyerek
Şeyhülislam Yahya
Gözümden merdüm-âsâ hâl-i rû-yı dil-rübâ çıkmaz
Süveydâ-veş dilimden fikr-i zülf-i müşg-sâ çıkmaz
Neylî
hoş-rübâ: Güzellik kapan.

Ol reviş ol yürüyüş ol nigeh-i düzdide
Dil-ber-i şûh gibi şiveleri hoş-rübâ
Nef’î
hûş-rübâ: Akıl kapan, akıl kapıcı.

Fitnesin hûş-rübâsın kâfir
Ben de bilmem ne belâsın kâfr
Enderunlu Fazıl
nazar-rübâ: Nazar kapıcı. mec. güzel, dilber.

Evinde nâ-mütenâhî nazar-rübâ safahât
Enîn-i rûhunu bir türlü etmiyor iskât
Mehmet Akif
neş’e-rübâ: Neşe kapan.

Bezm-i meyden olur erbâb-ı heves neş’e-rübâ
Çekmeden bâde-i nâ-pür-şûdenin fincânın
Nâbî
neşve-rübâ: Neşe verici, neşe çekici.

Bezm-i meydân olur erbâb-ı heves neşve-rübâ
Nâbî

rübâî, rubai: Ar. 1. Dörtle ilgili. 2. ed. Aynı esasta 24 şekilli vezinle yazılmış dört mısralık şiir. 3. Mastarı dört harfli fiil.

Yâ Rabbi dilimi sehv ü hatâdan sakla
Endîşemi tezvîr ü riyâdan sakla
Bastım reh-i vâdî-i rübâîye kadem
Ta’n-ı har-ı nâ-dân-ı dü-pâdan sakla
Nef’î
Mesnevî semtinde geçmiştir
Atâyî cümlesin
Hâletî evc-i rübâîde uçar
Anka: gibi
Nedim
Vasfında da çâr-ebrûvânın ba’zen
Söyler ise yalnız rübâî söyler
Üsküdarlı Talat Bey
Rübâî örneği: Farkında değildik göğe ermiş serimiz
Şimden gerü gülzâr-ı sühandır yerimiz
Gitmiş haber-i neşvesi
Hayyâm’a kadar
Haz vermiş ahibbâya rübâîlerimiz
Yahya Kemal

rübâî-i dil: Gönül rubaisi.

Her vezinde kıt’a etmiş imlâ
Birçok da rübâî-i dil-ârâ
Ziya Paşa

rübûbiyyet: Ar. Rabb’den; 1. Efendilik. 2. Uluhiyyet, tanrılık.

Hak denilen özündür özündeki sözündür
Gaybî

özün bilene
Rubûbiyyet ola tâc
Gaybî

rübûde: Far. “Kapılan, kapılmış” anlamlarına gelen birleşik kelimeler de yapar.

Hûş-yârlıkla her ne kadar kim sütûdeyiz
Ol denlü çeşm-i mest-i bütâna rübûdeyiz
Nâbî
Nazar rübûde-i nakş-ı tırâz-ı menşûru
Hıred esîr-i nikât-ı dakîk ü pinhânı
Nef’î
Olmada diller rübûde gamze-i câdûsına
Deşt-i hüsnün saydolurlar şîrler âhûsına
Fıtnat
Hanım
Dil zerre-sıfat şevk ile girse ne ola raksa
Olduk yine bir pençe-i hurşîde rübûde
Nedim

rübûde-i çcvgân: Cirit sopasına kapılmış, cirit sopası yemiş.

Gel ey esîr-i zülf-i perîşânın olduğum
Bilmez misin rübûde-i çevgânın olduğum
Nedim
dil-rübûde: Gönlü kapılmış, meftun.

Rıfk-ı nazarınla dil-rübûde
Geldim yine âlem-i vücûda
Abdülhak Hâmit

rüchân: Ar. Bir şey diğer şeyden üstün olma, üstün gelme, üstünlük.

Adû-yı dîni sedd ü bende çekmekte bunun zîrâ
Hüveydâdır hezâr
İskender ü Dârâ’ya rüchânı
Enderunlu Vâsıf
Arab’ın
Türk’e; Lâzın
Çerkeş’e, yâhûd
Kürd’e
Acem’in
Çinli’ye rüchânı mı varmış?
Nerde!
Mehmet Akif
Mukaddem su getirmek testi kırmak bir idi ammâ
Acebtir, mazhar-ı rüchân olur testi kıran şimdi
Ziya Paşa

râcih: Üstün, önce, tercih edilir.

Bilinse kadr-i hayât-ı azîz râcihdir
Hezâr saltanata yek dem-i kemîne-i ömr
Nâbî

rücû’: Ar. 1. Geri dönme. 2. Cayma, sözü, fikri değiştirme.

Yegdiryine özrdenşürû’um
Bu işte tevekkülle rücû’um
Fuzûlî
İklîm-ı İlâhîye rücû’ etmek için
Ervâh açılır göklere yelken yelken
Yahya Kemal

rücûm: bk. recm.

rüfû: Far. Dikişi belirsiz örgü, örme. yama.

Hurûc-ı Adem’e ben bâis oldum diye cennetten
Rüfûya nâ-sezâdır gendümün çâk-ıgirîbânı
Nâbî
Ol muğ-beçe-i ferrûh-fürûş -i dil-cû
Aşıkların etmede zahmına rüfû
Nedim

rüfû-yı âfiyet: Afiyet yaması.

Gidelden sûzen-i müjgân u târ-ı kâkülün elden
Rüfû-yı âfiyet çâk-i giribânımla düşmendir
Nâbî

rüfû-ı tesliyet: Teselli yaması.

Rüfû-ı tesliyet olsun da yüz bin dâga râzıdır
Dil-i mecrûha cânâ sineme dâg üstü bâğ eyle
Keçecizade İzzet Molla

rükn, rükün: Ar. 1. Bir şeyin muhkem, metin, sağlam olan tarafı, esası. 2. Direk, kolon. 3. Nüfuzlu, kuvvetli kimse. c. erkân.

Edip âmihte huşk u ter ü germ ü serdi
Çâr-rükn üstüne yapmış bu binâyı üstâd
Nâbî imâret rüknidür âyendeye huld-ı naim
O saâdet dârı kim in’âm-ı Hak’tır bi-add
Türk
Firdevsîsi
Muhâcirin-ı Kureyş’in, kibâr-ı Ashâbın
Şeriatin koca bir rüknü: İbn
Hattâb’ın
Mehmet Akif

rükn-i savlet: Saldırının esası.

Hırz-ı cân-ı saltanat nirû-yı bâzû-yı zafer
Rükn-i savlet unsur-ı haşmet esâs-ı saff-deri
Nedim
çâr-rükn: Dört unsur (anasır-ı erbaa)
Edip âmihte huşk ü ter ü germ ü serdi
Çâr rükn üstünde yapmış bu binâyı üstâd
Nâbî
erkân: 1. Rükn’ler, başlıca taraflar. 2. Bir heyetin başlıca üyesi. 3. Âdâb, rüsûm.

Lâübâli idi sohbette veli kılsa sükût
Halkı şermende ederdi edeb ü erkânı
Sürûrî
(Kânî’nin vefat tarihi) erkân-ı adl
Adalet âdâbı.

Binâ-yı devleti erkân-ı adl ile ma’mûr
Nâbî
erkân-ı devlet: Devletin ileri gelenleri.

Mecbûr eden mezâlime erkân-ı devleti
İsrâf-ı bi-lüzûm sefâhat değil midir
Şeyhülislam Yahya
erkân-ı izz ü câh: Mevki ve izzet sahibi kimseler.

Sürüp yüz hâk-ipâye yek-be-yek erkân-ı izz ü câh
Kuruldu haşmet ü şevketle divân-ı Süleymâni
Nedim
erkân-ı kavîm: Kavmin ileri gelenleri.

Tarz-ı nev saldı binâ-yı adle mimâr-ı kazâ
Hemçü erkân-ı kavimi kubbe-i firûze-fâm
Üsküdarlı Hakkı Bey

rükû’: Ar. 1. Öne doğru eğilme. 2. Namazda dizlere tutunarak yere paralel durma.

Sana mütâbaat için kıyâma durdu şecer
Rükû’a vardı sipihr ü sücûda indi cibâl
Necati Bey
Rükû u secde eder kimi kimi dahi k ıyâm
İbâdet üzre komuş her birini
Rabb-ı Muin
Taşlıcalı Yahya Bey
Ne bizden rükû vü ne sizden kıyâm
Selâmün aleyküm, aleyküm selâm

râki’: Rükû’ eden, eğilen.

Zâhid-i râki’a bâlâ-yı dü-tâşâhiddir
Rindden râh-ı mahabbettegirân-bârcadır
Nâbî
Mâh-ı nevi felekte mihrâbın etti râki
Hurşid eşiğinde ruhsârın etti sâcid
Behiştî
Ben de sizler gibi câmi câmi
Dolaşıp
Hâlık’a oldum râki’
Tevfik Fikret

rek’at: Rüku, kıyam, kıraat ve secdeden ibaret olan namazın kısımları.

Namâz-gâhın önünden geçerken irkilerek
Durup hemân iki rek’at namâz edâ etti
Kapandı secdeye, sûzişli bir duâ etti
Tevfik Fikret

rükûb: Ar. 1. Binme. 2. Bir araca binme.

nüzûl ü rükûb: İnme ve binme.

Bi-dest-gir gayri kıyâmın asir iken
Bi-vakt bu nüzûl ü rükûbun ne illeti
Nâbî

râkib: Binici, binen.

Düşmeden sâyesi hâk üzre eder âlemi tayy
Sehv ile râkibi gösterse inâne irhâ’
Nef’î
İklim-ı Rûm’a etse de bir demde râkibi
Ahbâr-ı Çin ü ziynet-ı Hindistân verir
Nedim

rükûd, rükûdet: Ar. Durgunluk, sakinlik.

rükûd-ı nûr: Nur sâkinliği.

Bir iltimâ esiriyle bir serâb-ı zihn
Rükûd-ı nûr ile dem-bestedir ufuklar hep
Behçet (Trabzonlu Mehmet)

rükûdet: Durulma, durgunluk.

Bu rükûdet, bu samt-ı cevf-i leyâl
Rûhu bir sekîne-i tereddüdle
Habs eder bir azâb-ı seyyâle
Cenap Şahabeddin
Taâlî eyleyince bir zemân bâlâ-yı kudrette
Ziyâlar mevc mevc oldu o pehnâ-yı rükûdette
Mehmet Akif

râkid: Durgun (su, gök).

Bir fkr-i sezâ mı böyle câmid
Bir hoş revâ mı böyle râkid
Abdülhak Hâmit
Sâf ü râkid
Hani akşamki tegayyür, heyecân
Tevfik Fikret

rümh: Ar. 1. Süngü, mızrak, nîze. 2. mec. Yoksulluk, fakirlik. c. rimâh.

Behiştî
ışk meydânında himmet cevşenin giydi
Sinân u rümh olursa pend-i nâsih ona kâr etmez
Behiştî
Sinân u rümhüne yârin derûn-ı dilde yer ettim
Zelîhâ-veş dirîgâ
Yûsuf’um zindâna tabşırdım
Behiştî
Nîzeyi elden koyup olur siper ber-dest-i havf
Görse
Rüstem olşehin destinde rümh-ı şevketi
Enderunlu Vâsıf

rimâh: Rümh’ler.

Kargı, süngü, mızrak. 2. mec. Yoksulluk, fakirlik.

Bir gün erbâb-ı rimâhı cem’ edip olşehsüvâr
Sâha-i külhâneye sürdü semend-i rağbeti
Enderunlu Vâsıf
Sinân u rümhuna yârin derûn-ı dilde yer ettim
Zelîhâ-veş dirîgâ
Yûsuf’um zindâna tabşırdım
behiştî

rimâh-ı gam: Gam süngüsü.

Sînem içre dostum âsûde-hâl iken yüzün
Nîzeye aldı rimâh-ı gam ser-i a’dâ gibi
Behiştî

rümmân: Ar. Nar.

Öykünürmüş dâne-i rümmân onun dendânına
Kabına koydu onunjşin onu
Hallâk-ı cihân
Nuri
Ma’nî-i rengîne her bir beyti gûyâ
Selsebîl
Cisr-i her-mısrâı âb-ı la’l-i rümmân üstüne

rümmânî: Nar çiçeği renginde.

Murassa’ sâye-bânından döküldü ebr-ı Nisân’ın
Dürr ü yâkût-ı rümmânî nihâl-i erguvân üzre
Bâkî

rüst-â-hîz, rüst-e-hîz, rest-â-hîz, reste-hîz: Far. Kıyamet, haşr, ölümden sonraki hâl.

Ol Süleymân’ın şekvei dîve salmış rüst-e-hîz
Bu Süleymân savleti küffârı etmiş târ-mâr
Fuzûlî
Sarsıldığınca zelzele-i hamleden zemîn
Âşûb-ı reste-hîz ü kıyâmet ıyân olur
Nef’î
Dünyâya oldu velvele-endâz-ı reste-hîz
Gül-zâra azmeden o sehî-kâmet olmasın
Nedim-ı Kadim
Gâh havf-ı ihtirâk ü gâh hevl-i iğtirâk
Mihnet-i vapur kalmaz renc-i rüst-â-hîzden
Ethem Muhlis Paşa
-rüste: () Far. “Bitmiş, çıkmış, yetişmiş. neşv ü nemâ bulmuş” anlamlarıyla birleşik kelimeler yapar.

Mâ-beyn-i gülde rüste olan berg-i sebz-veş
Sen şâh-ı hüsn ben gâşiye-dârın senin
Nâbî
Döktükleri zemînden olur rüste şâh-ı gül
Çirk-âb-ı câmesin o gülün câme-şûları
Nâbî
nev-rüste: Yeni yetişmiş.

Bana dil uzatır eygonce-i nev-rüste her bir hâr
Varıp seyrân edersem sensiz ben sahn-ı gül-istânı
Hayâlî Bey
Âh serd-i dil uşşâka dayanmaz dediler
Serv-i nazım o kadar tâze vü nev-rüste midir
Tayfur Hâmit Bey
Rüstem: Far. İran’ın ünlü savaşçısı ve pehlivanı. Adı Şehname’de geçer. Diğer ismi Zal oğlu Rüstemdir. Rüstem, Cemşid soyundan gelen Neriman’ın torunu ve Sam’ın oğlu olan Zal’ın oğludur. Eski edebiyatımızda yiğitlik ve kahramanlık timsali olarak geçer.

Server-i ma’reke-ârâ ki dehân-ı tîri
Düşmene nakl-i dem-ı Rüstem destân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)
Nedim
Deşne-i gamzesi yetmez mi ki bir demde urur
Dil-i mecrûhuma bin hançer-ı Rüstem şâne
Nef’î
Almış ele
Rüstem gibi şemşîrini gamze
Olmuş ona müjgdnlan saf ‘saf sipeh-i mest
Nef’î
Nîzeyi elden koyup olur siper ber-dest-i havf
Görse
Rüstem olşehin destinde rümh-ı şevketi
Enderunlu Vâsıf
Rüstem-i destân: Destan kahramanı
Rüstem.

Olmaz idi pençesine Rüstem-i destdn garîm
Tutmağa ol âlemi benzer sefer kıldı azîm
Lamiî Çelebi
Rüstem-i ehl-i dil’ Gönül ehlinin Rüstem’i.

Rüstem-i ehl-i dilim aşk kemânım çekemez
Pâdişâh-ı sühanım fitne nişânım çekemez
Nef’î
Rüstem-i tab’: Yaratılış Rüstemi.

Rüstem-i tab’ım eğer düşmân ile cenk etse
Hâmemi tîr-i ciğer-dûz-ı dü-peykân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)
Rüstem-i Zâl: Zal’in Rüstem’i.

Pehlevânlar dünyâda çok Rüstem-ı Zâl’im dedi
Hikmet-ı İskender ü mülk-ı Süleymân bendedir
hatai

rüsûm: bk. resm.

rüsül: bk. resûl.

rüsvâ, rüsvây: Far. Rezil, itibarsız, değersiz.

Tuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı
Fuzûlî
Şâiriz biz de diye söylemeye âr ederiz
Oldu rüsvây bu kadar sûret-i zîbâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
Ettiği da’vâya kâdir olmadır şart-ı hüner
Ademi rüsvâ eder isbâta acz-i kudreti
Şuurî (Halepli Hasan Çelebi)

rüsvâ-yı âm: Herkes yanında perişan.

Ser-i zülfünü dâm ettin elif kaddimi lâm ettin
Beni rüsvâ-yı âm ettin niçin dün gece gelmedin
Muhibbî, Meftûnî (Kanunî Sultan Süleyman)

rüsvâ-yı aşk: Aşk rezili, aşksız bırakma.

Sürdü
Mecnûn növbetin şimdi benim rüsvâ-yı aşk
Doğru derler her zemân bir âşıkın devrânıdır
Fuzûlî rüsvâ-yı bî-nâm ü nişân: Namsız ve nişansız bırakma.

Habâb-ı eşk-i hûnin cismimi ilden nihân etmiş
Belâ-yı ışk ben rüsvâ-yı bî-nâm ü nişân etmiş
Fuzûlî
(il: el, yabancı)

rüsvâ-yı cihân: Cihanın rezili.

Hûblar âşıka meyl etmediğin bilse idim
Özümü aşkıla rüsvâ-yı cihân etmez idim
Fuzûlî
Mescidde yerim yoktur
Mecnûn olalı kıblem
Rüsvây-ı cihânem kim mey-hâne kabûl etmez
Hayâlî Bey

rüsvâ-yı dü-âlem: Her iki âlemin rezili.

Olsak ne ola
Nef’î
gibi rüsvâ-yı dü-âlem
Hem âşık u hem şâir ü hem bâde-perestiz
Nef’î

rüsvâ-yı gam-ı aşk: Aşk kederinin rezili.

Gâhî ser-i şemşîre gelip hançere düştüm
Rüsvâ-yı gam-ı aşkın olup dillere düştüm
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

rüsvâ-yı halk: Halkın rezili.

Dostlar kan yaş döküp kıldı beni rüsvây-ı halk
Veh ki düşmen çıktı âhir dîde-ipür-hûn bana
Fuzûî
Gel yeter rüsvâ-yı halk ol bir vefâsız yâr için
Dinle sözüm aç gözün bu ibtilâdan vâzgel
Âhi rüsvâ-yı zemân: Zamanın rezili.

Rüsvâ-yı zemâne oldu benden
Afâka fesâne oldu benden
Fuzûlî

rüşd: Ar. 1. Doğru yolda gitme. 2. Doğru düşünme, akıl sahibi olma. 3. Akıl baliğ olma, erginlik çağına gelme.

Bu rütbe akl u rüşde mâlik olmak nice mümkündür
Bir âdem
Bû Alî yâhûd
Aristo olsa da farazâ
Nedim

reşîd: 1. Doğru yola giren. 2. İyi hareket eden, akıllı.

Reşîd ü kâr-dân ü hûş-mend ü sâhib-i temkîn
Fazâil-perver ü kâmil-pesend ü âkıl u dânâ
Nedim
Yetmez mi çocukluktaki efsâneye hürmet
Hâlâ mı reşîd olmadı, hâlâ mı bu ümmet
Mehmet Akif

rüşvet: bk. rişvet.

rütbe, rütbet: Ar. 1. Derece, sıra, basamak. 2. Mevki, memurluk derecesi. c. rüteb.

Kenâr-ı havz-ı rütbette bitiptir veche-i ismet
Semer verdi nice türlü beyâz ü hazr ü âlından
Muradî (Sultan III. Murat)
Gözlerim ebnâ-yı âdemden o rütbe yıldı kim
İstemem ben fâtiha, tek çalmasınlar taşımı
Eşref
Zemîn-i cilve-gâh-ı kutsiyânı arş-ı a’lâdır
O rütbe mürtefi’dir sahâ-yi eyvânı istiğnâ
Leskofçalı Galip
Şehr-i yârânın ser-efrâzı mülûkün serveri
Hüsrevân-ı Al-ı Osmân’ın şeh-ı Cem rütbeti
Enderunlu Vâsıf

rütbe-i ahlâk: Ahlak derecesi.

Tagayyür eylemişdir âlemin ol rütbe-i ahlâkı
Bize nakli tevârîhingelir gûya yalan şimdi
Ziya Paşa

rütbe-i akl: Akıl derecesi.

Ayînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde
Ziyâ Paşa

rütbe-i fazl ü kemâl: Kemal ve fazilet derecesi.

Cünûn feyziyle âzâd olmuşam kayd-ı alâiktan
Kemâl ü fazl terki rütbe-i fazl ü kemâlimdir
Fuzûlî

rütbe-i hayret: Hayret derecesi.

Vasf-ı hüsnünde sühan rütbe-i hayrette kalır
Mısrâ’-ı kûteh-i acz ile dil-âsâ hâmûş
Esrar Dede

rütbe-i hiffet: Hoppalık derecesi.

Rütbe-i hiffet ü temkîni kıyâs et bundan
Câm meydânında eder devr, geçer sadre sebû
Koca Râgıp Paşa

rütbe-i hikmet-i mi’râc-ı kemâl: Tam mi’racın hikmet derecesi.

Rütbe-i hikmet-i mirâc-ı kemâline göre
Hükemâ firka-i dûn felsefe cem’-i süfehâ
FuzûH

rütbe-i iclâl: Güç, kuvvet derecesi.

Rütbe-i iclâlini varsın kıyâs etsin felek
Kim kulundur ben gibi bir şâir-i âteş-zebân
Ziyâ Paşa

rütbe-i idbâr: Felaketin mertebesi.

Sâye-i ümmîd zâil âfitâb-ı şevk germ
Rütbe-i idbâr âlî pâye-i tedbîr dûn
Fuzûlî

rütbe-i imkân: İmkân derecesi.

Erişti evc-i kemâlâta nûr-ı idrâkât
Yetişti rütbe-i imkâna kısm-ı mümteni’ât
Sadullah Paşa

rütbe-i kadr: Kıymet derecesi.

Cenâb-ı Asaf-ı zî-şân ki anlar rütbe-i kadrin
Gören dâmân-ı lutf u refetinde dest-ı Dârâ’yı
Nedim

rütbe-i nefy-i endâd: Benzerlerinin sürülüş rütbesi.

Kim ki var misl ü şebîhi bulunur âlemde
Münhasır sana fakat rütbe-i nefy-i endâd
Nâbî

rütbe-i ulyâ: Yüce rütbe.

Hayâl u hâb ile alıp tesellî
Ke’ennehü rütbe-i ulyâya düşmüş
Gaybî

rütbe-i zillet: Aşağılama derecesi.

Sâzende dahı rütbe-i zillettedir ammâ
Remmâl ü müneccim gibi mehnûs değildir
Nâbî

rü’yâ: Ar. Rü’yet’ten; düş, uykuda görülen hâller.

Beni rü’yâda bâri eyle dîdârınla kâm-âver
Kemâle erdi zîrâ iştiyâkım yâ
Resûlallah
Enderunlu Vâsıf
Rü’yâ görür gibi görürüm cümle âlemi
Sensin merâm-ı dil bu cihân-ı hâbdır bana
Nihat
Sende bu vahşet ü bende var iken bu tâli
Göremem ben seni ey mehgece rü’yâda bile
Üsküdarlı Hâmit Bey

rü’yâ-yı rûh-bahş: Can veren rüya.

Rü’yâ-yı rûh-bahşına eyâ ne vakt ere
Bir dîde kim bu şevkile ağlaya subh u şâm
Behiştî

rü’yet: Ar. 1. Görme, görülme. 2. İdare etme, çevirme, yönetme. 3. Araştırma.

rü’yet-i cânân: Sevgiliyi görme.

Vatan ârzûsu câna vuslat-ı cânân imiş cânâ
Devâ-yı hasta-igam rü’yet-i cânân imiş cânâ
Âdile Sultan

rü’yet-i dîdâr: Sevgiliyi görme.

Ey çeşm-i baht-ı meyl-i şeker-hâb tâ ki
Bîdâr ol ki rü’yet-i dîdâr vaktidir
Vâsık

rü’yet-i Hak: Hakkın yüzü.

Gel fenâdan ön fenâ ol kim ziyân etmeyesin
Rü’yet-ı Hak görüne şâyed senin seyrânına
Ümmî Sinan
(ön: once)

rü’yet-i Hâlık: Yaratıcı’nın yüzü.

Cevher-i mâyesi pîrâye-i nûr-ı vahdet
Rü’yet-ı Hâlık’a mir’ât aleyhi’s-salavât
Âdile Sultan

rü’yet-i Perverdigâr: Allah’a yönelme.

Ey harîm-i hâs-ı bezm-i rüğet-ı Perverdigâr
Vech-ı Hakk’a zâtı hem âyîne hem âyîne-dâr
Nazîm (Yahya)

rüzgâr: bk. rûzgâr.

Mısrayı Bercesteler-3
9 NİSAN 2019
-sâ: Far. “ gibi” anlamına gelen “-âsâ”nın kısaltılmışı.

anber-sâ: Amber gibi, amber kokulu.

Dembedem kor mıdı ol büt ayağından başını
Büt-perest olmasa ol gîsû-yı anber-sâ eger
İbni Kemâl

sidre-sâ: Sidre gibi.

Sidre-sâ idi o bâlâ-yı bülend
Ona ermezdi hayâl atsa kemend
Hakanî

saâdet: bk. sa’d.

sâat: Ar. Vakit, zaman, çağ; zaman diliminden bir kısım. c. sâât.

Ele evkât-ı ömrün girdiğiyle çıktığı birdir
Değil zincirlerle zabta kâdir vakti sâatler
Nâbî
Olursan secde-ber hâk-i reh-i dil-dâra ol sâat
Gubâr-ı kîmyâ rûy-ı temennîden zuhûr eyler
Esrar Dede
Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâat
Sâbit

sâat-i mes’ûd: Mesut saat.

Görürse tâli’-i menhûsuma bir sâat-ı mes’ûd
Felek tahvîl-i sûret eyleyip leyl ü nehâr etmez
Keçecizade İzzet Molla

sâat-be-sâat: Devamlı, sürekli.

Durmayıp geçmektedir sâat-be-sâat dehr-i dûn
Ra’d ile ona münebbihtir bu tâs-ı ser-nigûn
bekayî

sa’b, sa’be: Ar. Suûbet’ten; 1. Güç, zor, çetin. 2. Zorlu, kuvvetli. c. sıâb.

Ne hâl ise o şâhın kâil olduk cevrine
Nâbî
Eğerçi cevr sa’b ammâ ki hicrân ondan es’abdır
Nâbî
İşte Allah murâd eyleyicek böyle olur
Sa’b olan emri eder ahsen-i hâl ile tamâm
Nâbî
(eyleyicek: eyleyince)

sabâ: Ar. 1. Gün doğusundan esen hafif rüzgâr. 2. müz. Türk müziğinin en eski makamlarından birinin ismi.

Sabâ lütfettin ehl-i derde dermândan haber verdin
Ten-i mecrüha cândan câna cânândan haber verdin
Fuzûlî
Bizgiriftâr-ı kafes bülbül-i müştâk-ıgülüz
Gül-sitândan bize bir berk-i terin var mı sabâ
Fasih (Ahmet Dede)
Ey sabâ etsen
Hayâlî bendeden arz-ı niyâz
Ona bu devlet yeter der-gâh-ı âlî-şânın öp
Hayâlî Bey
Biz bülbül-i muhrik-dem-işekvâ-yı frâkız
Ateş kesilir geçse sabâ gül-şenimizden
Selimî, Tâlibî (Sultan II. Selim (Sarı Selim)

sabâ-veş: Sabah rüzgârı gibi.

İbâdet-gâha gelse bî-mecâlem mest-i mey gibi
Benim ammâ çemen-zârın sabâ-veş cüst ü çâlâkı
behiştî

sabah: Ar. Sabah, güneşin doğuşuyla başlayan zaman.

Daha geçen aya dek hilâl idi bârîk
Bu gün sabâhıla gördüm ki âfitâb olmuş
Nedim
Bedîd gerdiş-i germinde halka-i tevhîd
Çeker sabâha dek ism-ı Vedüdpervâne
Şeyh Galip
Bir infilâk-ı safâdır ki yâr-i cânımdır
Sabâhı pek severim en güzel zemânımdır
Mehmet Akif

sabah-ı cedîd: Yeni sabah.

Gitti zalâmı adem erdi sabâhı cedîd
Mîhek-i aşkın yine oldu cemâli bedîd
Esrar Dede

sabâh-ı devlet: İkbal sabahı.

Doğdu vuslat güneşi erdi sabâh-ı devlet
Zulmet-i hicre hücûm eyledi envâr bu şeb
Âdile Sultan

sabâh-ı firûz: Sevinçli sabah.

Her küşede bir sabâh-ı früz
Her goncada bir kabâ-yı
Nevrüz
Şeyh Galip

sabâh-ı haşr: Toplanma sabahı.

Tâ sabâh-ı haşre dek bin mübtelâyı mest eder
Bezm-i aşkın neşve-i rıtl-i girânîdir sözüm
Nef’î
İzzet bolay ki
Sür-ı İsrâfil uyandıra
Geldi sabâh-ı haşre ne saht oldu hâb-ı çerh
Keçecizade İzzet Molla
Agüş-ı nev-baharda hâbidedir cihân
Sürsün sabâh-ı haşre kadar hâb uyanmasın
Yahya Kemal

sabâh-ı hüsn: Güzellik sabahı.

Bir gün elbet hat olur peydâ sabâh-ı hüsne
Hani bir rüz kim encâmı şeb-i târ olmaz
Senîh-ı Mevlevi

sabâh-ı îd: Bayram sabahı.

Sabâhı îd eder efvâhını pür-hande etfâlin
Dekâkînin dehânın ser-be-ser bend etmek akfâlin
Nâbî

sabâh-ı Kıyâmet: Kıyamet sabahı.

Görür sabâh-ı IKyâmetde
Hakk’ı dîde-i dil
Bu hâb-gâh-ı fenâ içre intibâhı kadar
Yenişehirli Avni

sabâh-ı mahşer: Mahşer sabahı.

Piyâleler çekelim rağm-ı çerhe reşkinden
Sabâh-ı mahşere dek mest-i ıztırâb edelim
Nâbî

sabâh-ı mahşer-i hüsn: Güzellik mahşerinin sabahı.

Sabâh-ı mahşer-i hüsne erişti nâlen ey bülbül
Ne çâre mevsim-i zevk-ı gül-i şâd-âb olup geçti
Esrar Dede

sabâh-ı sohbet-i mey: İçki sohbeti sabahı.

Şafak-tâb eyledinpeymânemi hün-âb ile sâkî
Sabâhı sohbet-i meyde humârım varsa sendendir
Şeyh Galip

sabâh-ı rahşân: Parlak sabah.

Karıştı leyl-i musîbet leyâl-i nisyâna
Açıldı gözlerimiz bir sabâh-ı rahşâna
Tevfik Fikret

sabâh u mesâ: Sabah ve akşam.

Amed-şüd-i sabâh u mesâdan netîce yok
Gam gitse bâri bezmimize bâde gelse de
Neylî

sabâhat: Ar. Subh’tan; güzellik, hüsn, ân, cemal.

Subhunda bahârın şu sabâhat bulunur mu
Bak çehre-i gabrâya nasıl şen, ne cüvândır
Mehmet Akif

sabak: bk. sebak.

sabâvet: Ar. Çocukluk, sabilik.

Terbiyeni görmüştür ey dâye-i gam hâlâ
Tâ vakt-i sabâvetten
Esrâr-ı cefâ-perver
Esrar Dede
Hüsnün hele yânıdır sabâvet
Birlikte gelip bulur nihâyet
Abdülhak Hâmit
Mümkün olaydı avdet ederdim sabâvete
Ta’rîf-i lutfu bence o halâlin muhâldir
Muallim Naci
Şarâb-ı telh-i fenâ çok görüp şetâretini
Humâra etti fedâ neşve-i sabâvetini
Muallim Naci

sabî, sabiy: 1. Henüz memeden kesilmemiş erkek çocuk. 2. Üç yaşını tamamlamayan erkek çocuk.

Felektir ol ki eder bir sabî ma’sûmu
Pelâs-pûş-i mihengehvâre-bend-i anâ’
Ziyâ Paşa
Anlamaz aczini bilir mi sabî
Hiddet eyler mizâcıpek asabî
İsmail Safa

sabiy-i reşîd: Rüştünü isbat etmiş sabi.

Bir sabiy-i reşîd mektebte
Etti hatm-i tilâvet-ı Furkân
Sürûrî

sâbık, sâbıka: Ar. Sebk’ten; 1. Geçici, geçen, geçmiş. 2. İleride bulunan, zaman ve rütbece önde bulunan. 3. Daha önceki memuriyette bulunmuş olan. c. sâbıkûn, sâbıkîn.

Eğer bileydi beşer mâ-cerâ-yı sâbıkını
Olurdu bahs-i tekevvünde vâkıf-ı hikmet
Nâzım Paşa
“Devr-i sâbık mı” dedin şimdi?
Elindeyise çevir
Ensesinden tutup eyyâmı da gelsin o devir
Mehmet Akif

sâbık-ı meydân-ı sühan: Söz meydanının sâbıkı.

Ne ola derlerse bana sâbık-ı meydân-ı sühan
IIasabü’s-sebak-ı belâgat mı değil elde kalem
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

sâbıkûn, sâbıkîn.

: Sâbık’lar.

Sür’at-i seyrinden ezhardır ki rahş-ı himmetim
Hem-inân-ı sâbıkûn olmak temennâsındadır

sâbıka: 1. Geçmiş şey, geçmiş hâl ve olay. 2. Geçmişte işlenmiş suç. c. sevâbık, sâbıkât. sâbıka-i şöhret-i şeytân: Namlı şeytanın suçu.

Olmuş o kadar halk-ı cihân mekrde üstâd
Ilm sâbıka-i şöhret-i şeytân unutulmuş
Nâbî

sabî: C-z) bk. sabâvet.

sabîh, sabîha: bk. subh.

sâbir: Çjlz) bk. sabr.

sâbit, sâbite: bk. sebt.

sabr: Ar. Sabr eden, acele etmeden bekleyen.

Belâya merd olanlar sabr eder nâ-merd sabretmez
Tamâm olsa ayârı etmez altuna ziyân âteş
Hayâlî Bey
Bahr-i firkatte nice fırtınalar çektim ben
Bâd-ı aşkın alaband eyledi sabrımgemisin
Âgehî
A gönül sabredelim biz de cefâ-yı dehre
Sabrda çünki ferec nüktesi mermûz oldu
Behçet (Trabzonlu Defterdar Mehmet)
Derler ki âşık olana ya sabr u ya sefer
Sabrım tükendi lâzım oluptur bana sefer
Âhî

sabr-ı Eyyûb: Hz. Eyyûb’un sabrı.

Mesîhâ-yı nigehden ders alıp dehrin etibbâsı
Bu bîmârın ilâcın sabr-ı Eyyûb eylemişlerdir

şeyh Galip

sabr-ı Hak: Hak sabrı.

Sîneme penbe-i zahm oldu hayâl-i sînen
Ötesin Allah onara hele bulduk sabr-ı Hak
Behiştî

sabr u sükûn: Sabır ve sakinlik.

Bende yok sabr u sükûn sende vefâdan zerre
İki yoktan ne çıkar fikr edelim bir kerre
Nâbî
Kef kef geçer denizler aşk ile muztarib-hâl
Dağlar şikâyet eyler sabr u sükûn elinden
Nev’î sabr u şekîb: Sabır ve tahammül.

Cezbe-i hüsne nice tâkat getirsin ehl-i aşk
Bir nigâh-ı germe döymez bin cihân sabr u şekîb
Nef’î
(döymez: yanmaz)
Muallim Naci

sâbir: Sabreden, dayanan, tahammül eden, dişini sıkan, c. sâbirîn.

Gam değildir bana senden her ne gelse ydr güc
Sâbir olur cevre çekmez âşık-ı muhtâr güc
Muradî (Sultan III. Murat)
Biz hod öldük hûb-rûlarda vefâdan yok eser
Cevr ederler muttasıl zîrâ görürler sâbiriz
Bağdatlı Ruhi

sâbir-i zillet: Aşağılanmaya sabr eden.

Ey dâhiye sen şimdilik ol sâbir-i zillet
Heykel dikecek sonra senin nâmına millet
Muallim Naci

sabûr: 1. Çok sabırlı. 2. Allah’ın isimlerinden.

Sabr k ıl kim sabr ile derler koruk helvâ olur
Gitmesin hergiz dilinden zikrin olsun yâ
Sabûr
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Kimi çâr-bâliş nişîn-i huzûr
Kimi diz çekip çekmekte yâ
Sabûr
Keçecizade İzzet Molla
Zevk-âşinâ-yı mihneti
Eyyûb edip dili
Cân-ı sabûra havsala-i derd ü dâg ver
Nâilî

sabûh: Ar. Subh’tan; 1. Sabahleyin içilen, geceden kalan şarap. 2. Mahmurluğu bozan içki.

Gönül açılmaz erişmez derûna râhat-ı rûh
Seherde lâle gibi içmeyince câm-ı sabûh
Şeyhülislam Yahya
Vakt-i güldür savt-ı bülbül nağme-i bezm-i sabûh
Geçmeyen mey-hâne bâbından bulur sâkîfütûh
Behiştî
Çeker câm-ı sabûhî her seher zerrîn kadehlerle
Aceb mi çeşm-i nergis olsa ger mahmûr u mest-âne
Üsküdarlı Hakkı Bey

sâbûn: Ar. Sabun, temizlik yapılan sıvı veya katı temizlik malzemesi.

Sun ey câh-perest el yumağa âlemden
Miskî sâbûn ile sîmîn leğen ibrîk gerek
Nâbî
Bu çâr-şûda fark olunmadı kaldı
Riyâfürûşla helvâ-fürûş-ı sâbûnî
Nâbî

sâbûn-ı çirk-i gam: Gam kirinin sabunu.

Sâbûn-ı çirk-i gamdır olşîve-nâklikler
Ma’cûn-ı renc-i dildir ol hande-rânlıcıklar
Nâbî

sâbûn-ı tevbe: Tövbe sabunu.

Sâbûn-ı tevbeden olur imdâd
Nâbîyâ
Çirk-ipelâs-ı mahiyetin şüst ü şûsuna
Nâbî

sabûr: bk. sabr.

sâcid: bk. secde.

sad: Far. Yüz sayısı.

Nâs getirdi hüsnünün daââsın isbât etmeğe
Ol ki yârin kaşını nûn u gözün sad eyledi
Dehhani

sad-berg: Yüz yapraklı (katmerli) gül.

Meşk eyledipervâne vü şem’ ügül-i sad-berg
Yanmayı, yakılmayı, yaka yırtmayı benden
Kâzım

sad-cünûn: Yüz cinnet.

Dîvâne-i sad-cünûn aşkım
Allâme-i zû-fünûn aşkım
Muallim Naci

sad-çâk: Yüz parça.

Tâze dil-ber tâze dâg-ı hasret tâze şevk
Tâzeler verdi dil-i sad-çâke bî-endâze şevk
Rızayi
Tâze tâze dâglarla kanlı kanlı şerhalar
Hırka-ı Hindûya döndürdü ten-i sad-çâkimiz
Bâkî

sad-dâne: Yüz tane.

Şarâbı nûş edip âheste döksen cürâsın hâke
Kadeh, desti de sûfî şübhe-i sad-dâne olmaz mı
Nâilî

sad-gûne: Yüz türlü, yüz çeşit.

İltifâtın beni ser-mest-i neşât etmiştir
Bezm-i vasfında edersen ne ola sad-gûne nevâ
Sabrî i
Şâkir

sad-hayf: Çok yazık.

Sad-hayf o gûne tâze mazmûn u hüner
Bir beyte henüz olamamışgencîde
Nedim

sad-hezâr: Yüz bin.

Zülf-i siyâh-ı yârda var sad-hezâr çîn
El çek dolaşmadan ona
Yahyâ hatâsı çok
Şeyhülislam Yahya
Vermez binâ-yı fakra halel cûş u hâdisât
Mahvedemez kemîne hâs-ı sad-hezâr mevc
Sâmi (Arpaeminizade Vakanüvis Mustafa Bey)

sad-hezârân: Yüz binlerce.

Nefs ü mâl ile ne ola kılsam cihânda ictihâd
Hamdülillah var gazâya sad-hezârân rağbetim
Avnî
Gelmez tagayyür aslına birdir hakîkati
Deryâda gerçi zâhir olur sad-hezârân mevc
Râtib (Bey)
Gül-şen-i tabin kemîne bergini izhâr ile
Sad-hezârân bülbül-igûyâyı hâmuş etmişiz
Nâbî
Sad-hezârân andelîb-i kuds ederperverde-dil
Tâ sevâd-ı bâğ-ı sevdâ sâye-i güldür bana
Leskofçalı Galip

sad-menzil: Yüz yer.

Dolup şevk ü tarabla ser-be-ser dünyâ gam u endûh
Adem-âbâd mülkünden de sad-menzil baîd olsun
Nedim

sad-merhale: Yüz merhale.

Ola iklîm-i ademden dahi sad-merhale dûr
Savt-ı âvâze-i ikbâlin ile ceyş-iften
Nedim

sad-pâre: Yüz parça.

Sabrım libâsını yine sad-pâre eyledin
Yeter gamınla bağrımı pür-yâre eyledin
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Dilleri bâr-ı sanevber gibi sad-pâre olur
Tîğ-ı berrânını yâd eyledikçe a’dâ
Nef’î

sad-ra’şe: Yüz titreme.

Geh nakîl-ipiyâle sad-ra’şe ile âşık
Geh sâkî-i kadeh-keş bin nâz ile nigâri
Zya Paşa

sad-renc: Yüz eziyet.

Nerde gördüm ise nerd ü satranç
Mübtelâsında hüveydâ sad-renc
Sünbülzade Vehbi

sad-safâ: Yüz temiz.

Bu rûz odur ki sabâhında sad-safâ muzmer
Bu rûz odur ki mesâsında bin ferruh müdgam
Nedim

sad-sâle: Yüz senelik.

Geçmez havâ-yı aşkı-ı civânından
Nedîm
Kamet hamîde pîr-i dü-sad-sâle olsa da
Nedim

sa’d: Ar. 1. Kutluluk, bahtiyarlık. 2. Uğur getiren, uğurlu sayılan şey.

Çarhın ki ne sadinde ne nahsinde beka: var
Dehrin ki ne hâsında ne âmmınd vefâ var
Bağdatlı Ruhi
Kim gördük garaz icrâsına düşmüşlerden
Kârının evveli sa’d, âhırı fîrûz oldu
Behçet (Trabzonlu Defterdar Mehmet)
Tâliim sa’d oldu yâhut kadre erdimgâliba
Kim mahallem içre gördüm gece doğmuş Müşteri
Mihri Hatun

sa’d-i ber-karâr: Kararlı kutluluk.

Hükm-i gerdûnda murâd etseydi sa’d-i ber-karâr
Eylemezdi tâ ebed Bercis’e Keyvân iktirân
Üsküdarlı Hakkı Bey

sa’d-ı ekber: Müşteri gezegeni.

Eğer nücûm-ı felek sa’d-i ekber olsa tamâm
Verilse hem dahi her rûza revnak-ı a’yâd
Nef’î

sa’d-i eyyâm: Günlerin kutluluğu.

Bana da bahs-i mübâhât ile at tut derdi
Olsa har-bende kadar bende de sa’d-i eyyâm
Yenişehirli Avni

sa’d-i tavâli’: Talihlerin uğuru.

Ne kaldı sa’d-i tavâli’ ne kaldı nahs-ı Kur’ân
Ne kaldı reml ü kehânet ne kaldı cefriyyât

sadullah Paşa

sa’deyn: Müşteri ve
Zühal gezegenleri. (iki uğurlu).

Bu meclis-i pür-meymenetin verdiği feyzi
Bahş eyleyemez âleme sa’deyn kırânı
münif
Nedim?

saâdet: Bahtı ve talihi iyi olma, yümn. ikbâl.

Cevâb-ı lutf verirse eğer zehî devlet
Zehî saâdet eğer kim ederse de âzâr
Nedim

saâdet-i ezelî: Ezeli saadet.

Saâdet-i ezelî kâbil-i zevâl olmaz
Güneş yer üstüne düşmekle pâymâl olmaz
Fuzûlî

saâdet-i fakr: Fakirlik saadeti.

Gel ey saâdet-i fakr ile fahr eden hâce
Şefâatin-dürür ümmet içinde re’sü’l-mâl
Necati Bey

saâdet-i vasl: Kavuşma saadeti.

Bir gün bize saâdet-i vasl etmedin nasîb
Bizden götür nuhûsetin ey tâli’-i zebûn
Fuzûlî

saâdet-gû: Saadettten bahsetme.

Etse bir iklîme ger bezl-i saâdet-gû gibi
Her gedâ-yı bî-nevâsı şevket-i sultân bulur
Nef’î

saâdet-hâne: Saadet yeri.

Olsun erkânı müretteb ol saâdet-hânenin
Kopmasın bir taşı ger kopsa yerinden
Ferkadân
Nef’î

saâdet-zâr: Saadet yeri.

Sahn-ı âlem bir saâdet-zâr olurken adl ile
Ekser-i ebnâ-yı nev’in rağbeti bî-dâda, hayf
Ziya (Adanalı)

saâdet-mend: Kutlu, mübarek, bahtiyar. saîd: Saadetle muttasıf, mutlu, uğurlu. c. süedâ.

Minnet
Hudâ’ya iki cihânda kılıp saîd
Nâm-ı şerîfn eyledi hemgâzî hem şehîd
Bâkî
Benzetir cennet-ı Me’vâğa yüzün ehl-i hıred
Nahl-ı Tûbâ’ya müşâbihtir o zîbâ sa’îd
Celali saîd-i şehîd: Şehit mutlu.

Hatâsıgayr-i muayyen, günâhı nâ-ma’lûm
Zehî saîd-i şehîd ü zehî şeh-i mazlûm
Taşlıcalı Yahya Bey

süedâ: Saîd’ler.

İltifât eylese erbâb-ı şekâya keremi
Süedâdan sayılırdı koca
Nemrûd-ı pelîd
kâzım Paşa

sadâ: Ar. 1. Seda, ses. 2. Yankı.

Âvâzeyi bu âleme
Dâvûd gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
Bâkî
Gâh aks-endâz olur âyîne-i hâtırda şevk
Bir sadâdır kim
Bebek sâhil-serâyından gelir
Yahya Kemal

sadâ-yı âhen: Demir sesi.

Duyulur ka’r-ı beyânında, sadâ-yı âhen
Darb-ı şeş-perle çıkan kaİka’a miğferlerden
Tevfik Fikret
(Nefî için söylemiş)

sadâ-yı âlem-i Lâhût: Uluhiyet âleminin sesi.

Sadâ-yı âlem-ı Lâhûtı istimâ’ eyle
Nedir bu şîven-i nây ile nağme-i tanbûr
Hayâlî Bey

sadâ-yı aşk: Aşk sesi.

Tuttu cihânı pertev-i hüsnün güneş gibi
Doldu sadâ-yı aşkın ile kâh-ı kün fe-kân
Bâkî

sadâ-yı bâd: Rüzgârın sesi.

Sadâ-yı bâd çıkar mahbes-i ney-enbândan
Ki bir zemân ne kadar bî-karâr idim ben de
Nâbî

sadâ-yı bişnev: “Bişnev” sesi.

Ey Mevlevî ey Mevlevî dinle sadâ-yı bişnevi
Ey feyz-hâh-ı Mesnevî dinle sadâ-yı bişnevi
Esrar Dede

sadâ-yı bûm-ı pürnekbet: Felaket dolu baykuş sesi.

Nağme-i bülbül-i ferah-bahş ü server-i encâm iken
Gam-fezâ oldu sadâ-yı bûm-ı pür-nekbet gibi
Şeyhülislam Yahya

sadâ-yı bülend: Yüksek ses, avaz.

Ah eylerim sadâ-yı bülend ile her seher
Halk uyanıp sanır ki müezzin ezân verir
Sürûrî

sadâ-yı çeng: Çalgı sesi.

Sadâ-yı çeng ü safâ-yı şarâbı hoş gör kim
Sadâ sadâ-yı negamdır safâ safâ-yı kadeh
Nizami sadâ-yı derâ: Çan sesi.

Olmaz resîde kimse sadâ-yı derâsına
Sad kârvân-ı nâle şeb-i târdangeçer
Nâbî

sadâ-yı edeb: Edep sesi.

Yayıldı cümle cihân içre çün sadâ-yı edeb
İhâta kıldı kamu kûşeyi nidâ-yı edeb
Muradî (Sultan III. Murat)

sadâ-yı hâtif: Görünmeden seslenen melek sesi.

Pek müessirdi sadâ-yı hâtif yâhûd ki ben
Hâl-i istiğrâk ile olmuş idim pek nâ-tüvân

sadâ-yı Hû: Allah Allah diyen ses.

Gûş-ı câna subh-dek her şeb sadâ-yı
Hû gelir
Burc-ı tende dil değil bir mürg-ı dem-keş var gibi
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)

sadâ-yı humâr-ı hasret: Hasretin baş ağrıtan sesi.

Ne dilde tdb-ı sadd-yı humâr-ı hasret var
Ne hdst-gdri-i cdm-ı visdle cür’et var
Tâlib

sadâ-yı nağme-i ayş u tarab: Eğlence seslerinin nağmesi.

Misdl-i halka tuttum gûşumu ebvdb-ı dfdka
Sadd-yı nağme-i ayş u tarab her hdneden gelmez
Nâbî

sadâ-yı nağme-i gavgâ-yı aşk: Aşk kavgasının nağme ezgisi.

Alemi tutmuş sadd-yı nağme-i gavgd-yı aşk
Dağlarda ser-be-ser gûş olmayınca bilmedim
Fehim-ı Kadim (Uncuzade)

sadâ-yı nâvek: Ok sesi.

Sadd-yı nâvekin çıktıkça cdn hurrem olur gûyd
Bu zinddn-ı belâdan çıkmağa ruhsat verir cdnâ
Fuzûlî

sadâ-yı ney: Ney sesi.

İdelden oklarından dem-be-dem sûrdhlar peydd
Sadâ-yı ney gelir dh eylesem her üstühdnımdan
Hayâlî Bey
(idelden: edeli beri)

sadâ-yı pâ: Ayak sesi.

Metd’-ı sabrın eder her sadd-yıpdgdret
Teldş-ı hdtır-ı ümmîd-vdrı biz biliriz
Nâbî

sadâ-yı ra’d: Gök gürlemesinin sesi.

Ahım felekte
Zührefe dvdz öğretir
Yoksa sadd-yı ra’d değildir bu ndleler
Behiştî

sadâ-yı seyl: Sel sesi.

Sadd-yı seyl çeker medd-i muttasılya’ni
Ki medd-i muttasıl ile olur kırdat-ı md
Fuzûlî

sadâ-yı vatan: Vatan sesi.

Vatan saddsı bu!.

Aks eyliyor ufuklardan
Hitdb-ı izzeti temsil eder sadd-yı vatan
abdülhak Hâmit

sadaka: Ar. Sıdk’tan; 1. Dilencilere verilen para. 2. Zekât. c. sadakât.

Gamze peykdnın eder dşıka çeşmim sadaka
Eyle kim merdüm-i münlm vere muhtdca zekdt
Fuzûlî
Sana kibreyleyene kibretmek
Sadaka verme gibidir bi-şek
Sünbülzade Vehbi
Devr-i ebvdba çıkar mebhas-ı bdbü’s-sadaka
Cer olur vdiza kürside meddr-ı sohbet
Keçecizade İzzet Molla

sadakât: Sadaka’lar.

Saddkat ile k ıl itmdm-ı zekdt
Feridir aslı zekdtın sadakât
Nâbî

sadâkat: bk. sıdk

sâdât: bk. seyyid.

sâde: Far. 1. Süssüz, ziynetsiz. 2. Saf ve
halis bulunan. 3. Yalnız, tek.

Ne ldzımdır düşürmek şi’ri
Ndbi kayd-ı iğldka
Bu denlü bi-tekellüf sdde şi’r-i dil-güşd derken
Nâbî
Sdde bir çobana rdst gelmiş
Sdde sensin nakş-ı levh-i hdtırım
Muallim Naci
Müslümdnlıkta şeriat bunu emretmiş imiş
Hem alır, hem de boşarmış; ne kadar sdde bir iş
Mehmet Akif

sâde-ârız: Süssüz yanak.

Demidir sdde-drızlar
Behişti berg-i gül gibi
Ede esb-i sabd-reftdr ile seyr-ı Süleymdn’ı
Behiştî

sâde-derûn: Yüreği temiz.

Ne kadar zdhiri olsa şeb-gûn
Olur dyinegibi sdde-derûn
Enderunlu Fazıl

sâde-dil: Gönlü temiz.

Sdde-dil cümlesi ebleh-fıtrat
Ekserisi beli ehl-i cennet
Örfî
Sdde-diller kim felekten şefkat ümmidindedir
Ser-nigûn peymdneden keyfiyyet ümmidindedir
Nâilî

sâde-levh: Gönlü temiz.

Ey sdde-levh açılma sanıp mûris-i haydt
Bu sdhanın semûmu sabd sûretindedir
Nâbî

sâde-pehlû: Yan taraf.

Nigdrd gönlümün cdnı lebinden bûse almaktır
Ve likin cdnımın gönlü bir öget sdde-pehlûdur
Necati Bey

sâde-rû: Yüzü tüysüz, temiz yüzlü, delikanlı.

Ruhsdr-ı bi-tekellüfüne sdde-rûların
Zen kısmının adil olamaz en cemilesi
Nâbî
Gehî zevraklar ile zevk-ı deryâ eyledik gezdik
Gehî ol sâde-rûlardan temennd-yı vefd kıldık
Bahtî (Sultan I. Ahmet)

saded: Ar. 1. Fikir, niyet, teşebbüs.

Yakınlık, civar. 3. Asıl konu, konuşulan mevzu.

Ma’zûrgör ey şuûr ma’zûr
Söylerse aceb mi bi-saded mest
Abdülhak Hâmit
bî-saded: Lakırdısız, sözsüz.

bî-saded-i küh-sâr: Dağlık yerin sessizliği.

Hilâf-ı cins ile sohbet neticesiz idügin
Cevâb-ı bi-saded-i küh-sârdan gördük
Sâmî (Arpaeminizade Vakanüvis
Mustafa Bey) (idügin: olduğun)

sadef, sedef: Ar. İçinden inci çıkan bir çeşit istiridyenin parlak kabuğu, sedef, c. esdâf.

Dedim sadef midir şol ağız ydhûd dişlerin
Dürri midir ya dürr-ı Aden dedi ikisi de
Şeyhi
Sanki âlemde bu bir dürr-i yetim
Bir sadef olmuş ona heft-iklim
Enderunlu Fazıl
Her sadefte dür ü yek-ddne bulunmaz el-hakk
Gerçi kim her biri deryûze-i ihsdnagelir
Nedim
Teb-lerze-zdd gevher-i galtdn-ı gurbetim
Mihr-i sedef sabdh-ı Nişâbûr’dur bana
Şeyh Galip

sadef-i kevn: Var oluş sedefi.

Sadef-i kevne düşürdü bizi habs etti felek
Aceb olmaz bu belâlar dür-i galtdnız biz
Bağdatlı Ruhi

sadef-âsâ: Sedef gibi.

Sadef-dsd kabûl-i feyze istâddd lâzımdır
Ki her mevzi’de nisân katresi dürr-i semin olmaz
Hâmî (Hâmî-ı Amidî)

sadef-kârî: 1. Sedef işçiliği. 2. Sedef işi.

Cenâb-ı şâha ey Bâkî nisâr et lü’lü’-i nazmın
Bu sandûk-ı sadef-kânde dürr-i şeh-vâr oltun
Bâkî

sadef-nişîn: Sedeften çıkmış.

Bir dürr-i sadef-nişin idim ben
Bir mevce ile kenâra düştüm
Recaizade Ekrem

sa’deyn: bk. sa’d.

sâdık: bk. sıdk.

sadme: Ar. Çarpma, çatma, vuruş. c. sademât.

Böyle bir sadmeyle altüst olsun en müdhiş gemi
Dehşetin te’siri hâlâ sarsıyor endişemi
Mehmet Akif
Zirâ, yeni bir sadmeye artık dayanılmaz
Zirâ, bu sefer uyku ölümdür: Uyanılmaz!
Mehmet Akif

sadme-i bâl: Kanat vuruşu.

Çâk etti biz atbâk-ı tahayyülde uçarken
Bir sadme-i bâliyle hakikat bu zzMli
Tevfik Fikret

sadme-i cem’iyyet: Cemiyetin darbesi.

Dûr idim sadme-i cemdyyetten
Medeniyyet denen nekbetten
Abdülhak Hâmit

sadme-i idbâr: Talihsizlik vuruşu.

Sadme-i idbâr ile berbâd olur hâtır-şiken
Kasr-ı istibdâdını mahsûd-ı Şeddâd etse de
Yenişehirli Avni

sadme-i kâhır: Kahredici darbe. gayr-ı meş’ûme
Müstemir bir sükût-ı ümmidin
Sadme-i kâhıriyle in, in, in
Tevfık Fikret

sadme-i kahr: Kahır vuruşu.

Avn-i insâfiyle mülk-i ma’delet bi-ihtilâl
Sadme-i kahriyle iklim-i sitem pür-inkılâb
Nef’î

sadme-i meş’ûm: Uğursuz vuruş.

Beşer bu sadme-i meş’ûma böyle uğrar da
Biraz tenebbüh eder.

Biraz tenebbüh için bin belâ.

Ne ders-i haşin
Tevfik Fikret

sadme-i sad-gûne: Yüz çeşit darbe
Yediği sadme-i sad-gûne telâfileridir
Pây-ı hûbânagehi mâlişi nakş-ı kademin
Nâbî

sadme-i sarsar: Sarsar (şiddetli rüzgâr) vuruşu.

Olsa temkini eğer şâmil ecsâd-ı latif
Sadme-i sarsar olur hâne-i dünyâya temel
Kâzım Paşa
. sadme-i şemşîr-i hicrân: Ayrılık kılıcının darbesi.

Sadme-i şemşir-i hicrânına tâkat mi gelir
Buna sabr etmeğe pûlâd gibi cân lâzım
Yenişehirli Avni

sademât: Sadme’ler.

Bâziçe-i âmâl ederek hep sademâtı
Bir medh-i serâbîde çocuklar gibi yattık
Tevfik Fikret
Her cilvesine şâhid olur anda memâtın
Her nevini anlar darabât ü sademâtın
abdülhak Hâmit

sademât-ı dehr: Dünya darbeleri.

Her kim eylerse tahammül sademât-ı dehre
Bulur elbette tarîkında
Hudâdan behre
Ziya Paşa

sadr: Ar. 1. Göğüs, sine. 2. Yürek. 3. Her şeyin önü, en başı. 4. Oturulacak yer. 5. Baş, başkan. 6. Kazasker. 7. Sadrazam sözünün kısaltılmışı. c. sudûr.

Vermedi sadra şifâ bunalayım ibn-i hakîm
Beden-i müle dahi etmedi bahş-ı dermân
Şinasi (sadra şifa ver-: gönlü ferahlatmak.)
Zâtını eyle sezâ-yı rağbet
Geçirirler seni sadra elbet
Sünbülzade Vehbi

sadr-ı a’zam: Sadrazam, başvekil.

Gördük nedir ricâlimizin en muazzamı
Ben kendi kendimin olurum sadr-ı a’zamı
Abdülhak Hâmit

sadr-ı bâlâ-hâne-i kasr: Köşkün üst katının başı.

Ki teşrîf ede her gün sadr-ı bâlâ-hâne-i kasrın
O hûrşîd-i cihân-devletin dîdâr-ıpür-nûru
Nef’î

sadr-ı cihân: Cihanın başı.

Dîvân-ı hümâyûna şeref vermedi el-hakk
Zâtın gibi bir sadr-ı cihân bihter-i âlem
Nedim

sadr-ı dîvân: Divanın başı.

Şehi
Cem câh-ı devrânın güzide sadr-ı dîvânı
Şehin-şâh-ı cihân-gîrin sipeh-sâlâr-ı mansûru
Nef’î

sadr-ı İslâm: İslam’ın başı.

Eğer çiğnenmemek isterseler seylâb-ı eyyâma
Rücû etsinler artık
Müslümânlar sadr-ı İslâm’a
Mehmet Akif

sadr-ı kerem-güster: Cömert başkan.

Aceb tevfka mazhar oldun ey sadr-ı kerem-güster
Ki sana
Hak müyesser kıldı böyle nâm-ı vâlâyı
Nedim

sadr-ı kerem-kâr: Cömert, eli açık başkan.

Ey sadr-ı kerem-kâr ki der-gâh-ı refiin
Erbâb-ı dile kıble-i ümmîd revâdır
Nedim

sadr-ı kibâr-ı ulemâ: Büyük âlimlerin başı.

Mültecâ-yı vüzerâ sadr-ı kibâr-ı ulemâ
Kâm-kâr-ı fuzalâ fahr-i mevâlî-i izâm
Nef’î

sadr-ı mey-hâne: Meyhane başı.

Sadr-ı mey-hânede nâ-dân otura var mı cevâb
Sorsak ey pîr-i mugân vechini küstâh-âne
Şeyhülislam Yahya

sadr-ı millet: Milletin başı.

Sadr-ı millete vücûdun ulu bir mu’cizedir
Bunu fehm eylemeyen müdrike-i âcizedir
Şinasi sadr-ı rifat: Yücelik başı.

Pîç ü tâb olmayanın mûy-be-mûy endâmı
Sadr-ı rif’at olamaz menzili ihrâmgibi
Nâbî

sadr-ı sarây-ı risâlet: Elçilik sarayının başı.

Eyâ mahbûb-ı Hak zât-ı şerîfin sırr-ı ekberdir
Seninle sadr-ı sarây-ı risâlet çünkü efhardır
Necip (Sultan III. Ahmet)

sadr-ı sudûr: Sadrazamların başı.

Hıdîv-i mülk-i risâlet ki zât-ı akdesidir
Harîm-i encümen-i enbiyâda sadr-ı sudûr
Yenişehirli Avni

sadr-ı sühan-pîşe: Söz söylemeye alışmışın başı.

Ey sadr-ı sühan-pîşe bunu sen de bilirsin
Kim sözde bulunmaz bana hem-tâ-yı zemâne
Nef’î

sadr-ı zemân: Zamanın başı.

Ben şâirim ancak ederim keyfime hizmet
Sen, sadr-ı zemân, olmalısın hâdim-i ümmet
Abdülhak Hâmit

sadr-nişîn: Başşehirde oturan, üst başta oturan (toplantıda). c. sad-nişînân.

Eİtse te’sîr dil-i sâmi’a-hâh ü nâ-hâh
Dil-nişîn sîne-nişîn sadr-nişîn olsa gazel
Nabi
Olma hânende dahi sadr-nişîn
Köşeye geçme olup fhr-âyîn
Sünbülzade Vehbi

sadr-nişînân: Baş köşede oturanlar. sadr-nişînân-ı sühan: Sözün baş köşesinde oturanlar.

Vâki’a lutfuna mazhar düşebilsem umarım
Reşk ede mertebeme sadr-nişînân-ı sühan
Nef’î

sudûr: 1. Sadr’lar; göğüsler, 2. Sadrazamlar. 3. Kazaskerler. 4. (sadr’dan)
Meydana çıkma, sâdır olma.

Dem-i vuslatta olan lerzeyi ondan kıyâs et kim
Sudûr ettikte harf-i hâhiş-i vuslat dehen titrer
Nâbî
Her nazm-ı dil-frîb ki benden sudûr eden
Lafzı cemâl-işâhid-i ma’nâya ân verir
Nef’î
Hıdîv-i mülk-i risâlet ki zât-ı akdesidir
Harîm-i encümen-i enbiyâda sadr-ı sudûr
Yenişehirli Avni

sudûr-ı hatâ: Hatanın ortaya çıkması.

Girince fursat ele fevt eden bilir ancak
Dem-i sevâb sudûr-ı hatâ ne müşkil imiş
Sâkıb
Dede

sudûr-ı hükm: Hükmün ortaya çıkışı.

Hep işârât sudûr-ı hükmü nâtıktır
Vaz’-ı mîzân tekabülde bu sırr-ı meknûn
Münif sudûr-ı lutf: Lutfun ortaya çıkması.

Sudûr-ı lutf ne mümkün zemâne halkından
Meğer ki edesin ibrâm usandırıncaya dek
Nâbî

sad-sâl, sad-sâle: bk. sâl, sad.

sâf, safî: bk. safVet.

safâ: bk. safvet.

Safâ: Ar. Mekke yakınında bir tepenin adıdır.

Hz. İsmail’in annesi
Hacer bu tepe ile
Merve tepesi arasında su aramak için dolaştıklarından, hacıların bu iki tepe arasında 7 defa hızlı hızlı gidip gelmeleri haccın vaciplerinden olmuştur.

Der-pîş edip
Safâ nazarla mest-i hayrân ol
Gerçek mürid-işîve-ipîr-i mugân isen
Şeyh Galip

safer: bk. sefer.

saff, saf: Ar. Saf, sıra, dizi; camide cemaatin dizilme sırası. c. sufûf.

Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî
Durup el bağlayalar karşına yârân safsaf
Bâkî
Leşker-i eşk-i firâvân ile ceng eylemege
Gönderir mevclerin lücce-i ummân safsaf
Bâkî

saff-ı dendân: Dişlerin sırası.

Saff-ı dendânını vasf eyleyemezsin
Nâbî
Tâ sufûf-ı dür-i nâb eylemedikçe kutun
Nâbî

saff-ı kudsiyân: Meleklerin safı.

Tefsîr-i faziletin
İdrîs
Eyler saf-ı kudsiyâna tedrîs
Nâbî saff-ı müjgân-ı dil-siyeh: Kara kalpli kirpik dizisi.

Hazer hazer saff-ı müjgân-i dil-siyehtir bu
Kafâ-yı gamzede bir gürd-i bî-sipehtir bu
Nâilî

saff-ı nevk-i müje: Kirpiklerinin ok gibi sıralanışı.

Ey saff-ı nevk-i müjen câna melâmetşânesi
Her girih zülfünde bir dâm-ı tahayyür dânesi
Fuzûlî

saff-ı niâl: 1. Ayakkabılık. 2. Meclisin en aşağı oturulan yeri.

Saff-ı niâli mesken-i âlî tasavvur et
Doğrulma yerlerin yücesine duhân gibi
Taşlıcalı Yahya Bey
Vâkıf olmaz bâr-gâh-ı âlemin tertîbine
Blimeyen saff-ı niâli mesned-i izzet gibi
Ebussuud (Şeyhülislam.

El İmâdî)
Değildir cây-ı râhat sadr-ı dîvân-hâne-i devlet
Geçenler âkıbet hasret-keş-i saff-ı niâl oldu
İrfan Paşa

saffü’n-niâl: En aşağı yer.

Bize saffü’n-niâl meclisinde yer bulunmazsa
Varıp ser-defter-i hicrâna mestûr olmamız yeğdir
Nâbî

saff-ı sevdâ: Sevda safı.

Döken idi saff-ı sevdâ bulan idi bahr-i gavgâ
Başıma kopaydı bâri o kıyâmet-i zemâne
Esrar Dede

saff-ı sipâh: Asker dizisi.

A’dâ mukâbilinde çekende saf-ı sipâh
Kılmıştı medd-i âhı alem şâh-ı Kerbelâ
Fuzûlî saff-ı sipeh-keş-i kalem: Baş komutan olan kalemin safı.

Olmaz sahâyifin yine kadr-i bülendi pest
Saff-ı sipeh-keş-i kaleme pây-mâl iken
Nâbî

sufûf: Saff’lar, sıralar. sufûf-ı dürr-i nâb: Parlak inci dizileri.

Saff-ı dendânını vasf eyleyemezsin
Nâbî
Tâ sufûf-ı dür-i nâb eylemedikçe kutun
Nâbî
Her taraftan toplanıp ehl-i süyûf
Bağladı zîr-i livâsında sufûf
Ziyâ Paşa

saff-ârâ: Saf süsleyici.

Hem saff-ârâyidi hem âsaf-rây
Ne vezir ister idi vü ne müşîr
İbni Kemâl

saff-be-saff: Sıra sıra.

Zühd ü takvâ saff-be-saff tertîb edip âlâyım
Pîç-i nevbet gösterir unvân
Ayâsufiyye’de
Nâbî

saff-der: Düşman saflarını yaran yiğit.

Aferîn ey rüzgârın şeh-süvâr-ı saff-deri
Arşa as şimdengirü tîğ-ı Süreyyâ cevheri
Nef’î

saff-der-i yegâne: Biricik, eşsiz kahraman.

Ol saf-der-i yegâne ki tâb-ı mehâbeti
Cevşen-güdâz-ı Tehmeten ü Kahraman olur
Nef’î

saff-derî: Düşman saflarını yaran kimseyle
UgUL
Hırz-ı cân-ı saltanat nîrû-yı bâzû-yı zafer
Rükn-i savlet unsur-ı haşmet esâs-ı saff-derî
Nedim

saff-kalb: Temiz kalpli.

Saff-kalb ol kimseye tutma sakın kalbinde kîn
Fahr-ı âlem dedi sığmaz kîn ile bir yerde dîn
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

saff-nişînân: Safta oturanlar. saff-nişînân-ı felekFeleğin safında oturanlar.

Pîş-i der-gâhında berpâ saf-nişînân-ı felek
Zîr-i eyvânındapervâz etmede kerrûbiyân
Nef’î

saff-şikâf: Saf yaran yiğit.

saff-şikâf-ı rezm: Timur savaşının saf yaranı.

Cihân-gîr-i hayâl-efier rübâ-yı baht-ı İskender
Sipeh-sâlârı-ı Mâni saff-şikâf-ı rezm-ı Timûrî
Nef’î

saff-şikâf-ı şuarâ’
Şairlerin saf yaranı.

Nef’î-i tîğ-ı zebânım ki zemânımda benim
Saff-şikâf-ı şuarâ-yı sühan-ârâ-yı be-nâm
Nef’î
Saff-şikâf-ı şuarâyım ki çıkınca rezme
Hayretinden diyemez kimse ki kimdir bu gelen
Keçecizade İzzet Molla

saff-şiken: Saf bozan, saf yaran.

Alem-efrâz-ı gazâ
Haydar-ı Kerrâr-ı vegâ
Zor-ı bâzû-yı kazâ saff-şiken-i düşmen-gîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

safha: Ar. 1. Bir şeyin dış yüzü, görünen tarafı. 2. Bölüm, sayfa, bir hadisede bir biri ardınca görülen hâllerin her biri. c. safahât.

Benim sarrâf-ı şehr-i râz ü dükkânım dehânımdır
Da’avâtım kîse tahtam safha engüştüm zebânımdır
Nâbî
Safha bir lâhzada
Hârût-sitân oldu yine
Turfa efsûn okudu bu kalem-i câdû-fen
Nedim

safha-i âsâr: Eserlerin sayfası.

İster isen almağı hikmet kitâbından sebak
Hâme-i kudret ne yazmış safha-i âsâra bak
Naîm (Tezkirecizade Müverrih)

safha-i âyîne: Aynanın dış yüzü.

Safha-i âyîne içre hatt-ı rûşen-veş olur
Sînenin esrârı zâhir dîde-i itkânına
Nedim

safha-i beyân: Açıklama bölümü.

Gönül gamını niçe safha-i beyâna yazam
Kalemden od çıkuban korkarım ki yanayazam
Avnî

safha-i cemâl: Güzellik sayfası.

Mushaf demek hatâdır ol safha-i cemâle
Bu bir kitâb sözdür fehm eden ehl-i hâle
Fuzûlî

safha-i çemen: Çemenin yüzü.

Boyandı kanı ile safha-i çemen gül gül
Meğer ki fasdına hükmeylemiş tabîb-i hevâ
Fuzûlî

safha-i çehre: Yüzün bölümleri.

Safha-i çehremde şerh-i mihnetim merkûmdur
Zâhirimden bâtınım keyfiyyeti ma’lûmdur
Fuzûlî

safha-i eflâk: Feleklerin sayfası.

Mazharı her hikmetin sensen ki kilk-i kudretin
Safha-i eflâke nakş etmiş hutût-ı ahteri
Fuzûlî

safha-i dehr: Dünya yüzü, yeryüzü.

Ol Süleymân-ı zemân kim vasf-ı pâkin sebt eder
Safha-i dehre bu resme hâme-i mu’ciz-beyân
Üsküdarlı Hakkı Bey

safha-i dil: Gönül sayfası.

Süveydâ gibi çıkmak safha-i dilden ne mümkündür
Benim ol hdl-i müşgîn hayliden hâtır-nişânımdır
Necip (Sultan III. Ahmet)
Ne ma’nâlar ne sözler münderictir safha-i dilde
Eğerçi sûret-i zâhirde hâmuşum kitdb-dsd

safha-i emvâc: Dalganın bölümleri.

Kamer bulutların altından eyledikçe zuhûr
Yazardı safha-i emvâca bir kasîde-i nûr
Tevfik Fikret

safha-i evrak: Sayfaların bölümü.

Mahv olup gitmez mürûr-ı dehr ile bâkî kalır
Hdme ile safha-i evrdkda mezbûr olan
Ebussuud (Şeyhülislam.

El İmâdî)

safha-i evvel: İlk bölüm.

Her ne yerden kim kitâb-ı aşkına fâl açsalar
Safha-i evvelde benim ddstdnımdır gelen
İbni Kemâl

safha-i hadd: Yanağın görünen tarafı.

Safha-i haddinde yer yer nokta-i müşgîn komuş
Hüsnünün dîvânını ister ki ede intihâb
İbni Kemâl

safha-i himmet: Gayret safhası.

Basmadılar safha-i himmetle çürük tahtaya hîç
Eskidikçe onu dülger getirip sağlattık
Sürûrî

safha-i hûrşîd: Güneşin yüzü.

Safha-i hurşîde nakş olmuş sanasın mâh-ı nev
Ay yüzününgurresinde iki hilâli kaşlar
Ahmet Paşa
(sağlat-: onarmak, iyileştirmek)

safha-i hüsn: Güzellik yüzü.

Safha-i hüsnüne sûret verdi yârin hâl ü hat
Hatt-ı mushaf hûb olur kondukta i’râb u nukat
İbni Kemâl

safha-i kef: Avuç sayfası.

Kisb-i yeddir denilir başa gelen insânın
Safha-i kefte hat-i cebhesi mersûmgibi
Nedim

safha-i la’l: Dudağın dış yüzü.

Safha-i ladindeki hattın mahabbet-nâmedir
Âlem-i ervâhdangeldi bana mektûb olup
Behiştî

safha-i mecmua: Mecmua bölümü.

Yalınız safha-i mecmûalara olmasa kayd
Levha-i mihr ü mehe nakş-ı cebîn olsa gazel
Nâbî

safha-i remmâl: Remil döken, fal açan bölümü.

Dîde-i âşık müflis ki hatt u hâldedir
Çeşm-i nekbetzededir safha-i remmâldedir
Nâbî

safha-i ruhsâr: Yanağının dış yüzü.

İstiyorsan almağı hikmet kitâbından sebak
Hâme-i kudret ne yazmış safha-i ruhsâra bak
Hayâlî Bey

safha-i rû(y): Yüzün dış yüzü.

Açılmış gül gül olmuş safha-i rûyu semenlenmiş
Letâfet kat kat olmuş ârızında nesterenlenmiş
Nâbî

safha-i sine: Göğsünün üstü.

Safha-i sînesin etse meftûh
Âlemi kaplar idi feyz-ifütûh
Hakanî

safha-i telhis: Özetleme bölümü.

Birisi pençe-i dermân birisi sahn-ı sahîh
Birisi safha-i telhîs ü biri nevk-i kalem
Nâbî

safi: bk. safvet.

sâfil: bk. sefalet.

safir: Ar. Islık; ince ve güzel ses.

Benim ol bülbül-i kudsî-safîr-i bâğ-ı vuslat kim
Gelir her dem nevâ-yı lika: -ullah âşiyânımdan
Namık Kemâl
Dün kudurmakta idi ormandan cahîmî bin zefîr
Âşiyân tutmuş bu gün her dilde perrân bir safîr
Mehmet Akif

safîr-i mürg-i çemen: Çemen kuşunun güzel sesi.

Sarîr-i âb-ı revân u safîr-i mürg-i çemen
Nikât-ı tehniyet-i mukaddem ettiler inşâ
Fuzûlî

safîr-i sarîr: Cızırtı ıslığı.

Bir andelîb-i gül-şen-i ma’nâ ki hâmesi
Taksîm eder safîr-i sarîri belâgati
Akif Paşa

safiyy: bk. safvet.

sâfiyyet: bk. safvet.

safsata: Ar. 1. Doğru gibi göründüğü hâlde neticesi saçma olan kıyas. 2. fels.

Bilgicilik.

Bin safsata bir mısrâ’-ı bercesteye değmez
İndimde esâtîr-ı Felâtûn hezeyândır
Yenişehirli Avni

safvet, saffet: Ar. Saflık, temizlik, arılık, paklık.

Mahv olmayınca çirk-i sivâ kalb olur mu sâf
Safvet gelir mi bir suya tâ kim durulmasa
Münip (Hoca Mustafa)
Rû-yi latîf-i şîşe-bâz-ı çarhı dil görmüş gibi
Jeng-dâr âyîsinden safvet ümmîdindedir
Nâbi
Uzak yakın bütün âfâka neşr eder safvet
Tabîatin o samîmî tevekkül-i sâşı
Tevfik Fikret
Vücûd-ı nâzı, ki safvette rûha benzerdi
Bıraktı bizleri cânsız, karıştı emvâta
Tevfik Fikret

safvet-i aşk: Aşk temizliği.

Gün-be-gün sûret-i hâl-i dili seyrân eyler
Şöyle mir’ât-ı cihân-bîn olup safvet-i aşk
Âdile Sultan

safvet-i âyîne-i âlem-nümâ: Âlemi gösteren ayna temizliği.

Kâinâtın seyreden nakş-ı safâsın câmdan
Safvet-i âyîne-i âlem-nümâyı neylesin
Bâkî

safvet-i dîdâr: Sevgilinin temizliği.

Mahşer ki ola hüsnünden ayân safvet-i dîdâr
Tâb-efgen-i hûrşîd olan germiyyet-i dîdâr
Nâilî

safvet-i mahmûr: Mahmur bakış temizliği.

Ben bütün bir gecelik cûşiş-i ahzânımla
O hayâlât-ı perîşânımla
Müteşekkî, lâim
Karşıdan safvet-i mahmûrunu seyretmedeyim
Tevfik Fikret

safvet-i mir’ât: Ayna temizliği.

Ruhsâr-ı aşk-ıpâki dil-ipâkgösterir
Aksin safâsı safvet-i mir’âttengelir
Muallim Naci

safvet-i rûh: Ruh temizliği.

Hem safvet-i rûh olan o âvâz
Oldukça harîm-i cânda dem-sâz
Mehmet Âkif

safvet’ten; 1. Temiz, halis, katıksız. 2. Bön, kolay aldatılabilen, kurnazlığı olmayan. safvet-i sîne-i sîmînGümüş göğüslünün temizliği.

Safvet-i sîne-i sîmînin edersem takrîr
Midesi
Ab-ı Hayâtın hasedinden bulanır
Nâbî

safvet-i ulviyye: Ulvi temizlik.

Gelir mi safvet-i ulviyyesiyle tasvîre
Bu subh-ı tâze ki pür-feyz ü bî-muâdildir
Tevfik Fikret

sâf: Temiz, pak, halis; berrak, duru.

Tûtî-i mu’cize-gûyum ne desem lâf değil
Çarh ile söyleşemem âyînesi sâf değil
Nef’î
İnsân oldur ki âyîne-veş kalbi sâf ola
Sînende neyler âdem isen kîne-i peleng
Bâkî
Sâf eyleyenler âyîne-i kalb-i âşıkı
Vermişler inkisâr-ı derûndan safâ bana
Fasih (Ahmet Dede)

sâf-be-sâf: Tam saf.

Ne kadar sâf-be-sâf olursa da erbâb-ı kemâl
Yine sadra geçecek
Hak bu ki sultânımdır
Nâbî

sâf-kalb: Temiz kalpli.

Sâf-kalb ol kimseye tutma sakın kalbinde kîn
Fahr-ı Alem dedi sığmaz kîn ile bir yerde în
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

sâf-tab’ân: Temiz yaratılışlılar.

Sâf-tab’ânı bulur zahm-ı feşâr-ıgerdûn
Girse de perdelere revgan-ı bâdâm gibi
Nâbî

sâf-tıynet: Saf gönüllü, saf yaratılışlı.

Ol şâh-ı sâf-tıynet ü rûşen-zamîr kim
İlhâm-ı Hakk’a âyîne olmuş ferâseti
Râşit

sâf-zamîr: İçi temiz.

Ol sâf-zamîr ü pâk-meşreb
Bir bezm-geh eyledi müretteb
Fuzûlî

safâ: 1. Saflık, berraklık. 2. Kedersizlik, gönül şenliği. 3. müz. Bir makam.

Sâkî mey-ı Bâkî’yi getir bezme safâ ver
Çün kâr-ı cihân âkıbetül-emr fenâdır
Bâkî
Ne dünyâdan safâ bulduk, ne ehlinden recâmız var
Ne der-gâh-ı Hudâ’dan mâada bir ilticâmız var
Nef’î
Bâdenin vardır humârı âlem-i aşkın gamı
Her safânın bir gamı var her gamın bir âlemi
Ulvî
Dehrin ne safâ var acabâ sîm ü zerinde
İnsân bırakır hepsini hîn-i seferinde
Ziyâ Paşa

safâ-yı âlem-i âb: Su âleminin eğlencesi.

Sormaz safâ-yı âlem-i âb içregamzesi
Rindân-ı bî-huzûr ne âlemdedir aceb
Şeyh Galip

safâ-yı aşk: Aşk eğlencesi.

Âşıkların vücûduna doldu safâ-yı aşk
Nûr eyledi gönülleri geldi ziyâ-yı aşk
Nuri

safâ-yı aşk-ı canan: Canan aşkının temizliği.

Safâ-yı aşk-ı cânân ile cân-feşângerek âşık
Geçip cân u cihândan tâlib-i cânân gerek âşık
arşî Dede

safâ-yı bâl: Gönül eğlencesi.

Olmaz karîn-i şevk gumûm-i’tiyâd olan
Bilmez safâ-yı bâl nedir, nâ-murâd olan
Sâlim (Trabzonlu)

safâ-yı bâtın-ı hum: Küpün içinin saflığı, kedersizliği.

Meyden safâ-yı bâtın-ı humdur garaz hemân
Erbâb-ı zâhir anlayamazlar murâdımuz
Bâkî

safâ-yı câm: Şarap kadehinin eğlencesi.

Yazık ol hevâ-pereste ki bu bezm-i bî-bekâda
Bırakıp safâ-yı câmı gam-ı rüzgâra düştü
Ziyâ Paşa

safâ-yı câm-ı musaffâ: Temiz kadehin berraklığı.

Vermez safâ-yı câm-ı musaffâyı lây-ı hum
Olmazgüşâde dîde-i dil tûtiyâ ile
Nâbî

safâ-yı cân: Gönül eğlencesi.

Gönül mahabbet-i cânânı özle cân kim olur
Safâ-yı cân var iken mülket-i cihân kim olur
Şeyhi safâ-yı câvidânî: Sonsuz eğlence.

Safâ-yı câvidânîdir neşât-ı lûtfu ahbâba
Belâ-yı nâ-gehânîdir hayâl-i tîğı a’dâya
NeVî safâ-yı cevher-i ışk: Aşk cevherinin saflığı.

Safâ-yı cevher-i ışk ile eyle kalbini hâs
Avâm-ı bed-güheri ışk eder cihânda hâs
Behiştî

safâ-yı cevher-i rûh: Ruh cevherini tasfiye etme, temizleme.

Eğer murâd ise vermek safâ-yı cevher-i rûh
Felek-misâl yürüt sâgar-ı şarâb-ı sabûh
Fuzûlî

safâ-yı çeşme-i Kevser: Kevser çeşmesinin temizliği.

Zülâlinden ibarettir nesîminden kinâyettir
Safâ-yı çeşme-ı Kevser havâ-yi
Cennetü’l-mePâ
Bâkî

safâ-yı devr-i sâgar: Kadeh devrinin eğlencesi.

Dehân u gerdenin bûs eyleyen sâkî olur fârig
Safâ-yı devr-i sâgardan surâhî kulkulundan hem
Ulvî

safâ-yı hâtır: Gönül hoşluğu.

Safâ-yı hâtır üzre olmayan ihsânı neylerler
Görüp sûz-ı derûnun micmerin anberden el çektik
Nâbî
Mükedderdir ser-â-ser meşreb-i eczâ-yı âlem hep
Safâ-yı hâtır ancak bâdede sâgarda kalmıştır

râmi

safâ-yı ıttılâ: Bilme berraklığı.

Kârına ehl-i vukûfun kec-nigâh ettikçe Şeyh Kûr u dûr olmaktadır bulmaz safâ-yı ıttılâ’
Esrar Dede

safâ-yı îd: Bayram şenliği.

Hûrlar ile müzeyyen olup yine cây-ı îd
Reşk-i hayâl olursa yeridir safâ-yı îd
Enverî

safâ-yı kalb: Kalp temizliği.

Bulmam safâ-yı kalbi bir bâde olmayınca
Kesb-i neşât olmaz tâ perde-râz olmayınca
Âdile Sultan

safâ-yı mey-kede: Meyhane eğlencesi.

Safâ-yı mey-kede bir görmek ile anlanmaz
O zevk hâtır-ı uşşâka vara vara düşer
Nâbî

safâ-yı nûr-ı sabûh: Sabah içilen şarap ışığının berraklığı.

Safâ-yı nûr-ı sabûhu bulan siyeh-mestin
Gözüne hâne-i hûrşîd bir harâbegelir
Şeyh Galip

safâ-yı vasl: Kavuşma sevinci
Kâ’be-i kûyun tavâfa şol kadar sa’y eyledim
Merve-i bahtım safâ-yı vasla olmadı delîl
Behiştî

safâ-bahş: Eğlendiren, rahatlandıran.

Lafz-ı rûşen içre ma’nâ-yı latîfigösterip
Câm-ı billûru safâ-bahşa kodum sâfîşarâb
Nef’î
Safâ-bahş olmada gül-zârdan mey-hâne eksik mi
Kalır mı bûy-ı gülden bâğ-bâna nükhet-i sahbâ
Şeyhülislam Yahya

safâ-bahş-ı harîf-i bezm-i ışk
Aşk meclisinin insanına safa veren.

Dürd-i derdidir safâ-bahş-ı harîf-i bezm-i ışk
Sâkiyâ çok etme teklîf-i şarâb-ı nâb ona
Fuzûlî

safâ-güzîn: Şen, neşeli.

safâ-güzîn-i dîdâr: Yüz şenliği.

Sen gökte safâ-güzîn-i dîdâr
Ben yerde azâb içinde bîzâr
Mehmet Akif

safâ-güster: Safa yayan.

Tumturak-ı sühan ü mâni’-i rengînim olur
Ruh-ı feyz-âveri
Nef’îye safâ-güster-i bâl
Üsküdarlı Hakkı Bey

safâ-yâb: Safa bulmuş, neşeli, şen.

safâ-yâb-ı gurûr: Gurur şenliği.

Hüsn-i âgûş-ı tabîatte safâ-yâb-ı gurûr
Kemalzâde Ekrem Bey

safî: Temiz, halis; berrak, duru, karışık olmayan.

Lafz-ı rûşen içre ma’nâ-yı latifi gösterip
Câm-ı billûru safâ-bahşa kodum sâfîşarâb
Nef’î

sâfî-dil: Saf gönül. c. sâfî-dilân.

Sâfî dil isen et lebinin zikrini sûfî
Gel gör ne safâ-bahş olur câm-ı musaffâ
İbni Kemâl
Pûte-i aşk içre
Adnî kâl edelden kalbimiz
Gıll u gışştan hâliyiz âlemde sâfî-dilleriz
Adnî (Sultan III. Mehmet)

sâfî-dilân: Saf gönüllüler.

Sâfî dilâna eyle tekâbülle ittihâd
Kendinde seyr et ârif-i dânânın aksini
Esrar Dede

sâfiyyet: Saf olma hâli, saflık; bönlük.

Oh, bak dalgaların cezbe-i sâfiyyetine
Sanki bir hamle-i sevdâya açık bir sîne
Tevfik Fikret

safiyy: Saf, temiz, pak. c. asfiyâ.

Safiyyullah: Hz. Âdem.

Bu kadar rütbe Safiyyullah’a
Bu takarrüb ol ulu der-gâha
Hakanî
Senden atâ bizden hatâ böyle kuruldu ibtidâ
Afv et bizim hatâmızı Adem Safiyyullah için
Ümmî Sinan
asfiyâ: Safiyy’ler.

Mihr-i eflâk-i nübüvvet mâh-ı burc-ı asfiyâ
Ahmed-ı Mürsel ki âlem na’tin eyler rûz u şeb
Fehim (Hoca Süleyman)

sâgar: Far. Şarap kadehi, piyale; ufak su bardağı.

Pür-safâdır tâb-ı dîdârınla bezm ü bezm-gâh
Rûşenâyî bahş-ı kalb sâgar u peymânesin
Nef’î
Sebû zânûda, sâgar elde, yâr âgûş-ı vuslatte
Bu tarz-ı hâs ile meclis aceb rindâne olmaz mı?
Vecdî
Sâ’id-i sâkîde sâgar gösterir çîn-i cebîn
Bâd-ı şevkıla leb-i cûy-i musaffâ mevc urur
Rızayi sâgar-ı aşk: Aşk kadehi.

Sâgar-ı aşk ile her dem neş’e-i mest-âneyiz
Vaktimiz yok sahv için biz dâimâ sekrâneyiz
Necip (Sultan III. Ahmet)
İdrâk edemez neş’esini sâgar-ı aşkın
Kalbinde onun kim eser-i hubb-i sivâ var
Kâzım Paşa
(Koniçeli Musa)

sâgar-ı âvşin: Kekik kokulu kadeh.

Gül gibi hurrem ü handân ola rû-yı bahtın
Sâgar-ı âvşin ola lâle-sıfat cevher-dâr
Bâkî

sâgar-ı ayş: Eğlence kadehi.

Gül gibi hurrem ü handân ola rûy-i bahtın
Sâgar-ı ayşın ola lâle-sıfat cevher-dâr
Bâkî

sâgar-ı bâde: İçki kadehi.

Bir ayağta iki âlem mülkünü seyrân eden
Sâgar-ı bâdeyle onlar kim ayakdaş oldular
Âhî (ayağ: kadeh)

sâgar-ı bâde-i leb-rîz: Ağzına kadar dolu şarap kadehi.

Devlet-i meyde gönül gussa-i âlem çekmez
Sâgar-ı bâde-i leb-rîz çeker gam çekmez
Nâbî

sâgar-ı gam: Gam kadehi.

Sâgar-ı gam emeriz biz leb-i dil-ber yerine
Sâfî ağu içeriz bâde-i ahmer yerine
Enverî

sâgar-ı gerdân: Dönen kadeh.

Devr-i meclis bana girdâb-ı belâdır sensiz
Mey-i zehr-âb-ı sitem sâgar-ıgerdânı bile
Neşatî

sâgar-ı gül: Gül kadehi.

Rind-i mey-nûşem ki sâgar sâgar-ı güldür bana
Fenn-i mey-hârîde gam üstâd-ı kâmildir bana
Nâbî

sâgar-ı habâb: Su kabarcıklı kadeh.

Sâgar-ı habâb mevce-i meh-tâbtır bu şeb
Fânûs-ı bahr-i nûra girdâbtır bu şeb
Şeyh Galip

sâgar-ı ikbâl: Talih kadehi.

Dönsün felekte sâgar-ı ikbâli gün gibi
Tâ ona dek ki âhir-i bezm-i cihân olur
Nef’î

sâgar-ı işkeste: Kırık kadeh.

Pür gerektir sâgar-ı işkeste câm-ı zer-nişân
Meşreb-i ehl-i fenâda ey gönül
Cemlik budur
Şeyhülislam Yahya

sâgar-ı işret: Eğlence meclisinin kadehi.

Şâhid-i maksad nevâ-yı çeng teg perde-nişîn
Sâgar-ı işret habâb-ı sâf-ı sahbâ teg nigûn
Fuzûü sâgar-ı keşîde: Çekilmiş kadeh, içilmiş kadeh.

Bir nim-neş’e say bu cihânın bahârını
Bir sâgar-ı keşideye tut lâle-zârını
Nedim

sâgar-ı leb-rîz: Ağzına kadar dolu olan kadeh.

Beni ol rütbe dil-hûn etti kim bir câm için sâki
Elinde sâgar-ı leb-rize karşı hûn ile doldum
Esrar Dede

sâgar-ı mey: İçki kadehi.

Olurdum zâhidâ çoktan dehen-şûy sâgar-ı meyden
Humâra olsa ümmid-i müdâvâ gayrı bir şeyden
Nâbî

sâgar-ı mînâ: Mine işlemeli kadeh.

Başlasan mecliste devre sâgar-ı mînâ ile
Lâle-i sir-âb-ı bâğı bezm-i işret-hânesin
Nef’î

sâgar-ı neşât: Sevinç kadehi.

Bir kerre bana gelmedin ey sâgar-ı neşât
Bildim ki sen de tâbi’-i devr-i zemânesin
Nâbî

sâgar-ı pür-mey: İçki dolu kadeh.

Sâgar-ı pür-meyi elden komazam başım için
Kişi ayakta kalır olmasa sâfî senedi
Behiştî

sâgar-ı sahbâ: Şarap kadehi.

Dem bu demdir behey idrâksiz endişeyi ko
Kevseri havz ile sâgar-ı sahbâya değiş
Nef’î

sâgar-ı sahbâ-yı aşk: Aşk kadehinin içkisi.

Sâgar-ı sahbâ-yı aşk ile
Necibâ neş’e-yâb
Ol tamâmen tâ ki âzâd-ı cihân etsin seni
Necip (Sultan III. Ahmet)

sâgar-ı ser-şâr: Ağzına kadar dolu olan kadeh.

Mest-i sahbâ-yı tarab-hâne-i şevkız ki müdâm
Rûh-ı Cem gıbta eder sâgar-ı ser-şârımıza
Eşref Paşa
(Bursalı Mustafa)
Gördüğün zindân-ı aşkın neşve-i şevk-âveri
Muktebestir neşvesinden sâgar-ı ser-şârımın
Muallim Naci

sâgar-ı sîmîn: Gümüş işlemeli kadeh.

La’l-gûn meydir elinde sâgar-ı simin ile
Ya nigin-i la% dür reşk-i lebinden oldu âb
Fuzûlî

sâgar-ı ser-şâr: Ağzına kadar dolu kadeh.

Her sâgar-ı ser-şârı bir nehr-ı CinânEdir
Her rıtl-ı mey-efşânı bir bahr-i kerâmettir
Esrar Dede

sâgar-ı zerrîn: Altın işlemeli kadeh.

Tut imdi sâgar-ı zerrin kem olma nergisden
Benefşe gibi gözetme gam-ı perişânı
Şeyhi
Sâgar-ı zerrin ile düşmezdi nergis pâyına
Gitmese çini sürâhilerle sûsen bir yana
Hayâlî Bey

sâgar-keş: Kadehle içen, kadeh kaldıran, kadeh çeken. sâgar-keş-i derd-i nifâk: İki yüzlülük sıkıntısıyla kadeh kaldıran.

Basma bezm-i sohbet-i ehl-i hevâya hiç ayak
Kılmasınlar tâ seni sâgar-keş-i derd-i nifâk
Âgâh
Osman Paşa
(Trabzonlu)

sâgar-şiken: Kadeh kıran.

Hâtır-şiken olmadan sakın da yürü var
Sâgar-şiken ü sebû-şiken hum-şiken ol
Nâbî

sagîr: Ar. Küçük, ufak. c. sigâr.

sagîrü’l-hacm: Hacmi küçük.

Ekseri nüh-kubbe-i eflâke sığmaz
Nâbîyâ
Dil-büzürgân-ı sagirü’l-hacm âdem böyledir
Nâbî

sigâr: Sagîr’ler, küçükler, ufaklar.

Dünyâ o fenâ-hâne ki şeklinde beka yok
Bir yer ki kibârında, sigârında hayâ yok
Kemalzâde Ekrem Bey

sigâr u kibâr: Küçükler ve büyükler (bütün halk).

Abîd-i kem-teri fermânıdır zemîn ü semâ
Kemîne çâkeri ihsânıdır sigâr ü kibâr
Ziya Paşa

sahâ: Ar. El açıklığı, cömertlik.

Doldurdu gerçi cûd u sahâ gösterip felek
Ceyb-i cibâl ü dâmen-i sahrâyı sîm ile Bâkî

sâha: Ar. Meydan, açıklık, düz ve geniş yer. c. sâhât.

Gezilse sâhasında her taraf rûy-ı sâfa zâhir
Nigâh olunsa her bir gûşesinde bin fersah mevcûd
Nedim

sâha-i âlem: Âlemin meydanı.

Tengdir sâha-i âlem cevelân-ı fikre
Sanma teftîş-i kemâle kürre-i hâk yeter
Hersekli Arif Hikmet

sâha-i bu’d-ı mücerred: Soyut uzaklık alanı.

Hasmı vâreste-i tedmîr olamaz bulsa bile
Sâha-i bu’d-ı mücerred gibi bir semt-ı baîd
Yenişehirli Avni

sâha-i büstân: Bostan alanı.

Bir temâşâdır fezâ-yı sâha-i büstânı kim
Seyr edenler bâğ-ı Adn’i eylemez hâtır-nişân
Üsküdarlı Hakkı Bey

sâha-i dehr: Dünya meydanı.

Haşre dek tâ ki ola beste-i evtâd-ı hulûd
Sâha-i dehrde etnâb-ı hıyâm-ı devlet
Münif sâha-i dil: Gönül meydanı.

Ettikçe geşt-i deşt-i sitem şâh gamzesi
Laht-ı ciğerle sâha-i dilde yemeklenir
Neylî

sâha-i emvâc: Dalgalar meydanı.

Muazzam heykeli feyz-i tabîat cebhe-i mağrûr
Semâdan sâha-i emvâca düşmüş burc-ı nûr-â-nûr
Kemal Paşazâde Ekrem Bey

sâha-i endîşe: Endişe meydanı.

Sâha-i endîşedir sûk-ı tasâvîr-i bihişt
Her ne geçse hâtımından
Nâbîyâ mevcûd olur
Nâbî

sâha-i gül-zâr: Gül bahçesi sahası.

Teşnedir bâğ-ı İrem sâha-i gül-zârımıza
Reşk eder bâl-ı Hümâ sâye-i dîvârımıza
Nâbî

sâha-i hazrâ: Yeşil alan.

Bütün bu sâha-i hazrâ, bu nev-demîde çemen
Yeşil bir örtünün altında bir amîk mezâr
Mehmet Akif

sâha-i hilkat: Yaratılış meydanı.

Çıkıp her şeb temâşâ eyler oldum aynı hâletle
Ne nimettir şu manzarlar, ne hoştur sâha-i hilkat
Abdülhak Hâmit

sâha-i hadrâ: Yeşil saha.

Bütün bu sâha-i hadrâ, bu nev-demîde çemen
Yeşil bir örtünün altında bir amîk mezâr
Mehmet Akif

sâha-i ıtlâk: Salıverme alanı.

Kümeyt-i ma’nî eyler sâha-i ıtlâkda cilve
Sevâd-ı lafzdan istersepâyına ikâl olsun
Nâbî

sâha-i imkân: İmkân alanı.

Görmedi zâtın gibi düstûru çeşm-i rûzgâr
Nasb olaldan sâha-i imkâna çetr-i bî-tınâb
Üsküdarlı Hakkı Bey

sâha-i kevn ü mekân: Kâinat meydanı.

Dahi tab’ımgibi birşehsüvâr-ı âlem-i ma’nâ
Feres-rân olmamıştır sâha-i kevn ü mekân üzre
Ziyâ Paşa

sâha-i külhân: Külhan meydanı.

Bir gün erbâb-ı rimâhı cem’ edip ol şehsüvâr
Sâha-i külhâneye sürdü semend-i rağbeti
Enderunlu Vâsıf

sâha-i medhûş: Dehşet veren meydan.

Bakma kabristâna ancak sâha-i medhûşuna
Dur da bir müddet kulak ver nâle-i hâmûşuna
Mehmet Akif

sâha-i mescid: Mescit meydanı.

Sâha-i mescide germ-âbeden evvel varamam
Gördüğüm vâkıa-i vuslatı ta’bîr etsem
Nâbî

sâha-i mînâ: Mina meydanı.

Pây-ı hayâle et meded ey dîde rûy-mâl
Belkîs’tır sâha-i mînâya bir gelir
Rızayi

sâha-i pehn-bürûz: Geniş açıklık alan.

Oldu berdâşte heylûlet-i deycûr-ı amâ
Sâha-i pehn-bürûz oldu zevâyâ-yı kümûn
Münif

sâha-i perhâş-ı derd-i aşk-ı bi-rahm: Merhametsiz aşk derdinin savaş alanı.

Şehîd-i sâha-iperhâş-ı derd-i aşk-ı bî-rahmım
Asıldı tîğ-ı hûn-âlûd-ı âhım arş-ı a’lâya
Esrar Dede

sâha-i takrir: Karar verme yeri.

Nâbî hilâf-ı vüs’at-i meydân-ı iltifât
Vakt-i itâb sâha-i takrîr teng olur
Nâbî

sâha-i zillet: Zillet sahası.

Çirkten sîneni tathîre sana reh-berdir
Sâha-i zillete rû-mâlleri cârûbun
Nâbî

sâhât: Sâha’lar.

Şâdtan ol yanaydı avert evi
Sâhâtı ser-sebze vü bünyâd kavi
Gülşehri
Olsa ger bâd-ı semûmu sâhâtından pür-tâb
Ser-i bed-hâhına tâ haşryağardı samsâm
Nedim

sâhât-ı çemen: Yeşil alanlar.

Firdevs sahnı sofası mi sâhât-ı çemen
Çün döşendi dürülüp ferş-i zümürrüd nat’-ı sîm
Şeyhi

sâhât-ı sahn-ı harem: Gizli sahne sahaları.

Sidre-i cennet gibi kadrin makamı müntehâ
Sâhât-ı sahn-ı harem gibi harîmin muhterem
nizami

sahâbet: bk. sâhib.

sahâbî, sahâbe: Ar. Hz. Muhammed (s. a. s.)’i görmüş ve onun sohbetlerinde bulunmuş olan kimse.

Yok ya Abbâs’ı bilmeyen, kimdi
O sahâbîyi dinleyen kimdi
Mehmet Âkif

sahâif: bk. sahîfe.

sallara: bk. sahrâ.

sâhât: bk. sâha.

sahâvet, sehâvet: Ar. Cömertlik, el açıklığı.

Hem sahâvette eder defter-ı Hâtem leri tayy
Hem şecâatte kılar hamle-ı Rüstemleri red
Nizamî
Andan
İbrâhîm’e ad oldu “Halîl”
Kim sahâvet yolunu buldu sebîl
ahmed-i Dâî (andan: o sebepten)

sahi, sahiyy: Sahâvet’ten; cömert, eli açık.

Civân-merd-i cihândır şûh-ı meşrebtir melek-hûdur
Sahîdir ehl-i dildir nükte-dândır nükte-pîradir
Nef’î

sahb: Ar. Sâhib’ler, yakın dostlar. sahb-âsâ’
Yakın dostlar gibi.

Sahb-âsâ yürürler yerde câmid gördüğün dağlar
Bütün zerrât bir kânûn-ı istimrâra tâbidir
Ziya Paşa

sahbâ: Ar. 1. Şarap, süci. 2. Al renk.

Elinden çektiğim sâkî-i dehrin nîş-i hem-demidir
Benim sahbâ diye nûş ettiğim zehr-âb-ıgamdır hep
Koca Râgıp Paşa
Nevâ-yı neydir esen bâd câm-ı meydir gül
Çemende eşk ile sahbâ misâl-i cû dökülür
Yahya Kemal
Hâsıl ettin ârzûsun gönlümün lutf eyledin
Oldu hattâ câm-ı ser-şârımda sahbâ mevc mevc
Muallim Naci

sahbâ-yı adem: Yokluk şarabı.

Cân verir âdeme endîşe-i sahbâ-yı adem
Gevher-i cân mı aceb cevher-i mînâ-yı adem
Akif Paşa

sahbâ-yı câh: İkbal ve mevki kadehi.

Erbâb-ı devletin görüp evzâın anladım
Râşid, edermiş âdemi sahbâ-yı câh mest
Râşit (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

sahbâ-yı cemâl: Güzellik şarabı.

Salınıp nâz ile ol ser-mest-i sahbâ-yı cemâl
Ateşîn bâdeyle nahl-i erguvân olmuşgelir
Riyazî

sahbâ-yı irfân: İrfan şarabı.

Râsih’in bu matlaHn tazmîn edip sâkî-i kilk
Nukl sundu çektiğim sahbâ-yı irfân üstüne
Nedim

sahbâ-yı işret: Eğlence şarabı.

Meğer kim adl ü dâdın gerçi ammâ bilmedim
Etti sahbâ neş’eden ya neş’e sahbâdan zuhûr
Nevres-i Kadim

sahbâ-yı leb: Dudağın şarabı.

Sahbâ-yı lebin çeşm-i füsûn-kâra mı mahsûs
Feyz-i dem-i Îsâ iki bîmâra mı mahsûs
Şeyh Galip

sahbâ-yı sühan: Söz, şiir şarabı.

Mest eylemeğe âlemi sahbâ-yı sühandan
Ey hâme-ı Nâbî yine himmet sana kaldı
Nâbî

sahbâ-yı ter: Taze şarap.

Sînesi destindeki peymâneden berrâk u sâf
Ruhları destindeki sahbâ-yı terden kırmızı
Nedim

sahh, sah: Ar. Sıhhat’ten; “doğrudur, yanlışsızdır” anlamına gelen ve eski resmî yazılara konulan işaret.

Tarf-ı hatta turrası bir ukde peydâ eylemiş
Gûyâ sahh çekmiş âsaf-pençe fermân üstüne
Nedim

sahh-ı sahih: “Doğrudur, yanlışsızdır” anlamına gelen resmî yazılara konulan bir işaret.

Birisi pençe-i fermân birisi sahh-ı sahîh
Birisi safha-i telhîs biri nevk-i kalem
Nâbî

sahhâf: Ar. Sahf’tan; eski kitap alıp satan kimse, kitapçı.

Levh-ı Mahfûz-ı sühendir dil-i pâk-ı Nef’î
Tab’-ı yârângibi dükkânçe-i sahhâf değil
Nef’î
Fünûna dâd u sitedle olur mu hîç vâkıf
Nihâyeti kütübün ismin öğrenir sahhâf
Beüğ sahhâr: bk. sehhâr.

sahi, sahiyy: bk. sahâvet.

sâhi: Ar. Sehv’den; hata işleyen, yanılan.

Benim isyânıma yoktur tenâhî Ümîd-i afv eder bu abd-i sâhî
Ziya Paşa

sâhib: Ar. Sahb’tan; 1. Malik, sahip. 2. Koruyan. 3. Bir vasfı olan. 4. Bir iş yapmış olan. c. ashâb, eshâb.

Vay eğer rûz-ı cezâda sâhib olmazsan bana
Olmaya hîç ben gibi bir kimse rüsvây u rezîl
Enderunlu Vâsıf
Sâhib iyçün ne büyük devlettir
Ziynet-i hâfiza-i millettir
Muallim Naci
Sâhib siz olan memleketin batması haktır
Sen sâhib olursan bu vatan batmayacaktır
Mehmet Akif

sâhib-i câm: Kadeh sahibi.

Adl ü dâd etmekte ya Nûşirevân olmuş-durur
Sâhib-i câm olmada ya olmuş
İskender kadeh
enverî

sâhib-i dil: Gönül sahibi.

Vezîr-i nükte-dân, düstûr-ı ehl-i ilm ü sâhib-i dil
Ki gâlibtir zekâda fikri akl-ı müstefâd üzre
Nef’î

sâhib-i dîvân: Divan sahibi.

Görünce sâhib-i dîvân olanlar ebyâtını
Dediler olsan olur ehl-i nazma ser-defter
Hayâlî Bey

sâhib-i güftâr: Söz sahibi.

Biz kelâm-ı naklîyiz nerde o sâhib-i güftâr
Ona teslîm edelim emrine münkâd olalım
Muradî (Sultan IV. Murat)

sâhib-i hâl: Hâl sahibi.

Biz kamu esrâra mahrem sâhib-i hâl isteriz
Rikkat-i kalb ile her dem çeşm-i seyyâl isteriz
Muradî (Sultan III. Murat)

sâhib-i haşem: Hizmet ehlinin sahibi.

Gerçi geldi nice sâhib-i haşem ü feth ü zafer
Kimseler olmadı bu feth-i mübîne mazhar
Ziyâ Paşa

sâhib-i hüner: Hüner sahibi.

Erbâb-ı fazl u ma’rifet olmazdı mu’teber
Herkes cihânda olsa eğer sâhib-i hüner
Sâmih (Nasuhizade Mehmet)

sâhib-i ırz: Irz sahibi.

Sâhib-i ırz idi evvel gazel-i sâde iken
Uydurup ehl-i hevâ eylediler der-be-deri
Nâbî

sâhib-i irfân: İrfan sahibi.

Alemde
Mezâkî veş bir sâhib-i irfânız
Erbâb-ı dile mâil bir ehl-i hüner yok mu
Mezâkî

sâhib-i irşâd: İrşad sahibi.

Gör zâhidi kim sâhib-i irşâd olayım der
Dün mektebe vardı bugün üstâd olayım der
Bağdatlı Ruhi

sâhib-i iz’ân: Anlayış sahibi.

Sâhib-i iz’ân için bir başka mîzân istemez
Gösterir mâhiyyet-i vicdânı insânın işi
Münire (Hanım)

sâhib-i kalb: kalp sahibi.

Ah o bedîü’l-cemâl sâhib-i kalb ü zekâ
Ah o feyz-ı Hudâ nâdire-i nükte-dân
Kemalzâde Ekrem Bey

sâhib-i kerem: Kerem sahibi.

Buhl ile âleme darbül-mesel olmak yeğdir
Mahz-ı da’pâ ile sâhib-i kerem olmaktan ise
Agâh
Osman Paşa
(Trabzonlu)

sâhib-i keşf: Keşif sahibi.

Ben ne keşşâfm ne sâhib-i keşf ammâ ma’nîde
Mû-şikâf-ı nükte-hâ-yı âsmânîdir sözüm
Nef’î

sâhib-i lâf: Söz sahibi.

Hasb-i hâlimdir husûsa lâf-ı da’pâ ber-taraf
Gerçi sâhib-i lâf olur erbâb-ı tab’ın ekseri
Nef’î

sâhib-i irşâd: İrşat sahibi.

Gör zâhidi kim sâhib-i irşâd olayım der
Dün mektebe vardı bugün üstâd olayım der
Bağdatlı Ruhi

sâhib-i mezâk: Zevk sahibi.

Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül
Ehl-i aşkın hâsılı sâhib-i mezâkıdır gönül
Nef’î

sâhib-i mi’râc-ı habîb-ı Vehhâb: Allah sevgilisinin (Hz. Muhammed) miracının sahibi
Ey sâhib-i mi’râc-ı habîb-ı Vehhâb
Hâdî-i sübül şâh-ı rusül arş-ı Cenâb
Nazîm (Yahya)

sâhib-i şast: Okunu hedefine ulaştıran adam.

Erbâb-ı garaz bizden ırağ olduğu yeğdir
Düşmez yere zîrâ okumuz sâhib-i şastız
Bağdatlı Ruhi

sâhib-i tîğ u kalem: Kılıç ve kalem sahibi.

Sâhib-i tîğ u kalem mâlik-i câm ü hâtem
Âsaf-ı Cem-azamet dâver-ı Cemşîd-vakâr
Bâkî

sâhib-i tûğ: Tuğ sahibi.

Câhile câh ile rıf’at mı gelir âlemde
Alem-efrâz-ı maârifdir olan sâhib-i tûğ
Sünbülzade Vehbi

sâhib-i vicdân: Vicdan sahibi.

Hâleti-i vecd ü semâ’ emr-i nihân
Yine anlar onu sâhib-i vicdân
Sünbülzade Vehbi

sâhib-ayârân: Ölçü sahipleri.

Eder sâhib-ayârân birbirinin kadrini tekmîl
Terâzû-yı diğerdir yine mi’yân tezârûnun
Nedim

sâhib-cemâl: Güzellik sahibi.

Dil-berâ sen gibi bir sâhib-cemâli görmedim
Tâ ezelden kısmet etmiştir bize
Kassâm’ımız
Fârisî (Sultan II. Osman)

sâhib-eser: Eser sahibi.

Gönül yap yıkmağa cehd etme âbâd olmak istersen Beyim sâhib-eser ol hayr ile yâd olmak istersen
Tâlib-ı Bursevî (Kadim)

sâhib-hâne: Ev sahibi.

Bir gelen bir daha gelmez bak sana ey dehr-i dûn
Böyle tekdîr eylemez mihmânı sâhib-hâneler
Keçecizade İzzet Molla

sâhib-hurûc: Beklenilen
Mehdi ve benzeri zevat için kullanılır.

Hemen kasd-ı mazlûm olan cânedir
Hep ef’âl-i sâhib-hurûc-ânedir
Abdülhak Hâmit

sâhib-hüner: Hüner sahibi.

Ehl-i dil kadrin niçin fehmeylemez sâhib-hüner
Biz bu râz-ı müşkili bilmekte hayrânız hele
Cevrî (İbrahim Çelebi)

sâhib-kadem: Öncelik sahibi.

Vefâ yok dil-rübâlarda bu meşhûr-ı cihân ammâ
Hafîdâ va’dine olşûhu ben sâhib-kadem buldum
Şeyhzâde İbrahim
Hafid

sâhib-kırân: 1. Her zaman üstünlük kazanan hükümdar (kimse). 2. Her zaman kutlu yıldızlar olarak bilinen
Müşteri ile
Zühre yıldızının aynı burçta ve aynı noktada birleşmesidir.

Böyle bir anda doğan kimselerin talihli olduklarına inanılır.

Gamze-i dil-ber ne ola reşk eylese endîşeme
Hırz-ı bâzû-yı dil sâhib-kırândır sözüm
Nef’î
Sultân
Murâd-ı kâm-rân efier-dih ü kişver-sitân
Hem pâdişâh hem
Kahraman sâhib-kırân-ı Cemhaşem
Nef’î

sâhib-kırân-ı devrân: Feleğin sahip kıranı.

Yegâne
Rüstem-i sâhib-kırân-ı devrân kim
Süm-i semendi eder kûha ettiğin
Ferhâd
Nâbî

sâhib-lâf: Söz ehli.

Hasbihâlimdir husûsâ lâf-ı da’vâ ber-taraf
Gerçi sâhib-lâf olur erbâb-ı tab’ın ekseri
Nef’î

sâhib-mezâk: İnce zevkli.

Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül
Ehl-i aşkın hâsılı sâhib-mezâkıdır gönül
Nef’î

sâhib-nazar: İleri görüşlü.

Düşte görmüş
Leylî’yi bir gece bir sâhib-nazar
Boynunu eğmiş dururdu kabr-ı Mecnûn üstüne
Necati Bey

sâhib-sebel: Görme hastalığı olan kimse.

Nûrunla zü’l-vücûd-durur zerre-i vücûd
Ey nûr-ı dîdegörmedi sâhib-sebel sesi
Hayâlî Bey

sâhib-zemân: Tasavvufta zamanın velisi.

Nesîmî çün bugün devrân senindir
Cihânda hüsrev-i sâhib-zemânsın
Nesimi
ashâb, eshâb: Sâhip’ler. bk. ashâb.

Rûh-ı Kuds oldu dehânı vü dili peygamber
Hatı ashâb durur gül yanağı hayrü’l-al
Taşlıcalı Yahya Bey
Musâhib oldu dil ü cân gamınla ışkından
Muvâfik olacağız yolda hoş-durur ashâb
İbni Kemâl
Her menâr üzre kanâdildengeçirdin tavk-ı nûr
İtikaf ashâbının kalbine bahş ettin sürûr
Aşkî
ashâb-ı derd: Dert sahipleri.

Âheng-i âh ü nâleleri edelim bülend
Ashâb-ı derdi cûşa getirsin bu heft-bend
Bâkî
ashâb-ı devlet: Saadet ve refah içinde yaşayanlar.

Vaktiyle hâke basmayan ashâb-ı devletin
Şimdi izâm-ı dest ü seri hâk-i râhdır
Yenişehirli Avni
ashâb-ı kâl: Söz sahipleri.

Hakkı biz bulduk diye zann etmesin ashâb-ı kâl
Cûylar çün erdiler deryâya hâmûş oldular
Hayâlî Bey
ashâb-ı Kehf: Kur’an-ı Kerim’de zikr olunmuş ve bir mağarada senelerce uyumuş olan kimseler (Yemlîha, Mekselîna, Mislînâ, Mernûş, Debernûş, Şâzenûş, Kefeştatayyuş ve köpekleri Kıtmir).

Cemâl-i pâkini
Ashâb-ı Kehfgörmek için
İle’l-ebed olamaz hâb-ı aşkından bîdâr

sahâbet: 1. Sahip çıkma, 2. Koruma.

Görmez sahâbet etmeyi Allah bile revâ
Vicdâna karşı şahs-ıgüneh-kâr ü mücrimi
Tevfik Fikret

sahîf: Ar. Sahâfet’ten; 1. Zayıf, hafif. 2. Boş, gevşek. 3. Dokuması seyrek bez.

Hâşelillâh nedir ol kavl-i sahîf
Diyeler sâkıt olurmuş telf
Sünbülzade Vehbi

sahîfe: Ar. Sayfa, üzerine yazı yazılan
kâğıt. c. sahâif (sahâyif), suhuf.

Zevâl-i hüsnü hengâmında bastı hat
Sahîfe çirk-nâk oldukça âdettir rakam çekmek
Nâbî

sahîfe-i âlem: Dünya sayfası.

Minnet
Hudâ’ya devlet-i dünyâ fenâ bulur
Bâkî kalır sahîfe-i âlemde adımız
Bâkî
Nakş-ı safâ sahîfe-i âlemde kalmamış
Bûy-ı vefâ hamîre-i âdemde kalmamış
Nâbî
Kerrât ile sahîfe-i âlemde çekmişim
Bu sûret-i mükerrer-i leyl ü nehâreyuf
Şeyh Galip

sahîfe-i dil: Gönül sayfası.

Midâd-ı şevk ile pür eylesem ne ola gece gündüz
Sahîfe-i dili üstâd-ı aşk verdi kabâle
Şeyhülislam Yahya

sahîfe-ı Erteng: Erteng (meşhur ressam) sayfası.

Görülse sahîfe-ı Erteng çarh-ı âyîne-gûn
Gelir zuhûra hezârân nukûş-ı bûkalemûn
Yenişehirli Avni

sahîfe-i felek: Feleğin sayfası.

Sahîfe-i felek üzre nücûma dönmüştür
Utârid’in dökülen rîgi rîg-dânından
Nâbî

sahîfe-i niyaz: Niyaz sayfası.

Bîdâr bulunca dil-nüvâzın
Açmazdı sahîfe-i niyâzın
Şeyh Galip

sahîfe-i ruh-ı cânân: Sevgilinin yanağının sayfası.

Eşkim sahîfe-i ruh-ı cânâna düşmesin
Hûn-ı şehîd mushaf-ı Osmân’a düşmesin
Sâbit

suhuf: Sahîfe’ler.

suhuf-ı cemâl: Güzellik sayfaları.

Arz et yüzünü suhuf-ı cemâli okusunlar
Çöz zülfünü kim şerh oluna defter-i fitne
Hamdullah Hamdi

suhuf-ı ûlâ: İlk sayfalar.

Suhuf-ı âlâdır hakikat bu nukûş-ı kâinât
Hâtime nâzil olan âdem denen
Kurân imiş
Gaybî

sahâif, sahâyif: Sahîfe’ler.

Sahâyif olsa felekler nihâl-ı Sidre kalem
Yazılmaya keremi defteri ale’l-icmâl
Bâkî
Artık sahâifinde iktâb-ı hayâtımın
Bir nükte-i sürûra tesâdüf muhâl olur
Tevfik Fikret

sahâyif-i âfâk: Ufukların sayfaları.

Âsârımı sahâyif-i âfâka neşr için
Hâmem vekîlidir leb-i hâmûşumun benim
Nâbî

sahih: Ar. Sıhhat’ten; doğru ve hatasız

olan, noksanlığı olmayan.

Birisi pençe-i dermân birisi sahn-ı sahîh
Birisi safha-i telhîs ü biri nevk-i kalem
Nâbî
Gece, birçok fukarâ evlerinin lâmbaları
En sahîh aynadan aksettiriyor Üsküdar’ı
Yahya Kemal

sahîhü’l-bâl: Kalbi temiz; saf.

Gam oku zahmının derdin ne bilsin sîne-i mesrûr
Sahîhü’l-bâl olan ehl-i belânın zahmetin bilmez
behiştî

sahil: Ar. Deniz, göl kenarı; yalı, kıyı. c. sevâhil.

Keştî-i akla olur her mevci bir girdâb-ı ye’s
Aşk bir deryâ-yı ummândır ki sâhil nâ-bedîd
Ziyâ Paşa
Sâhil gunûde kütle-i deycûr, ufuk abûs
Gök pür-sehâb ü zıll, ona sen mehbit-i ukûs
Tevfik Fikret
Husrân sarar âfâkını, yırtıp geçemezsin
Arkanda mı karşında mı sâhi seçemezsin
Mehmet Akif

sâhil-i a’dâ: Düşman sahilleri.

Bâd hükmün sürüp enfâs-ı Mesîhâ’ya kadar
Bâd-bân açtı zafer sâhil-i a’dâya kadar
Yahya Kemal

sâhil-i avf: Af sahili.

Çok keştî-i isyânı çeker sâhil-i afve
Bahr-i keremin mevc-i atâsın ne bilirsin
Nâbî

sâhil-i cûd: Cömertlik sahili.

Bu emvâc-ı belâ içre bulunca sâhil-i cûdu
Mekân-ı keştî-i dil geh firâz u geh nişîb oldu
Şeyhülislam Yahya

sâhil-i deryâ: Deniz sahili.

İmtiyâz-ı sâbit ü seyyârı müşkildir hayâl
Zanneder sükkân-ı keştî sâhil-i deryâ yürür
Galip Paşa

sâhil-i kâmİstek sahili.

Bâdı taleble fülk-i dil sâhil-i kâma ermedi
Vay ona ki râh-beri himmet-i rûzigâr ola
Sabri (Mehmet Şerif Çelebi)

sâhil-i maksûd: Kastedilen sahil.

Erer bir sâhil-i maksûda âhir fülk-i dil kalmaz
Olur bir gün müsâid rûzgâr ammâ zemân ister
Rüşdî (Ahmet)

sâhil-i mihnet: Sıkıntı sahili.

Nesîm-i lûtfunadır intizârı fülk-i dilin
Çok oldu sâhil-i mihnette rüzgâre bakar
Şeyhülislam Yahya

sâhil-i vasl: Kavuşma sahili.

Aşk ile ism-ı Celâl’e gark olan bulur necât
Sâhil-i vasla erip de vâsılı ummân olur
Âdile Sultan

sâhil-res: Sahile ulaşan.

sâhil-res-i fütûr: Gevşekliği kenara çeken.

Sâhil-res-i fütûr olalı keştî-i ümîd
Deryâ-yı ârzûda şinâs etmez oldu dil
Ziyâ Paşa

sâhil-res-i semt-i necât: Kurtuluş semtinin sahiline ulaşan.

Elden keştîleri sâhil-res-i semt-i necât âhir
Değildir nâ-hudâ, ey akl-ı kûteh-bîn, Hudâ’dır hep
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
(nâ-hudâ: gemi kaptanı.)

sâhil-resîde: Kıyıya ulaşmış.

Hep nefha-i latîfe-i aşkındır eyleyen
Sâhil-resîde mevc-i perîşân-ı şi’rimi
Tevfik Fikret

sâhil-serây: Büyük yalı kasrı.

Gâh aks-endâz olur âyîne-i hâtırda şevk
Bir sadâdır kim
Bebek sâhil-serâyından gelir
Yahya Kemal
Kemâl-i ziyb ü ferle yaptı bu sâhil-serâyı kim
Havası dil-küşâ âbı musaffâ hâki anber-bû
Nedim

sevâhil: Sâhil’ler, kıyılar.

Ey dürr-i pâk ağzına nisbet senin sadef
Deryâ sevâhilinde yatar pâre-i hazef
Bâkî

sevâhîl-i çemen: Yeşillik sahilleri.

Sevâhil-i çemene çıktı genc-ı Bâd-âver
Yöneldi
Hüsrev-ı Nevrûz’a devlet ü ikbâl
Bâkî
Kırım sevâhilin evvelce ettiler teshîr
Mahall mahall olunup nasb hayme-i iclâl
Ziyâ Paşa

sahîn, sahîne: Ar. Sühûnet’ten; sıcak, kızgın, kızarmış.

Hastalıktan amân görmeye çeşm-i sahîn
Mûmyâ bulmaya âlemde şikest külehin
Nedim

sâhir: Çblr) bk. sihr.

salık: Ar. 1. Dövme, dövülme, ezme, ezilme. 2. Sürtme.

Itır-sûz olmak için bezm-i güle dahi nesîm
Hâven-i lâlede sahk etmez idi anber-i hâm
Nef’î
Olmaz
Mesîh ederse eczâsını da sahk
Şemşîr-igamze yareleri merhemâşinâ
Nâbî
(Sâmî ?)

sahleb: Ar. Sa’leb’ten; salep, salepgillerden elde edilen güzel kokulu toz ve ondan yapılan içecek.

Bu işret-gehte sâkî herkese meşrebçe lutfeyle
Cenâb-ı rinde tavşan kanı mey sun zâhide sahlep
Sâbit

sahn: Ar. 1. Avlu, evin ortasındaki açıklık, bahçe, hayat. 2. Boş yer, oyuk. 3. Orta meydan; cami ve medreselerde herkesin toplandığı üstü örtülü yer. 4. Büyük kâse. 5. Sahan. 6. Sahne. c. suhûn, sıhân.

Taşradan geldi çemen sahnına bî-gâne diye
Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler
Necati Bey

sahn-ı âlem: Âlemin ortası.

Sahn-ı âlem bir saâdet-zâr olurken adl ile
Ekser-i ebnâ-yı nev’in rağbeti bî-dâda, hayf
Ziya (Adanalı)

sahn-ı âlem-i ma’nî: Mana âleminin sahnesi.

Binâ-yı şi’r
Nâbî öyle âlî-tergerektir kim
Nümâyân ola sahn-ı âlem-i ma’nî zemîninden
Nâbî

sahn-ı behişt: Cennet bahçesi.

Kasr-ı sürûr künc-i kanâat değil midir
Sahn-ı behişt kûy-ı ferâğat değil midir
Nâbî

sahn-ı cennet: Cennet bahçesi
Çeşm-i im’ân ile baktıkça vücûd-ı ademe
Sahn-ı cennet görünür âdeme sahrâ-yı adem
Akif Paşa

sahn-ı cihân: Cihan ortası.

Ya sahn-ı cihân bir çemen-istân-ı dil-ârâ
Tab’ım ona bir bülbül-işûrîde nagamdır
Nef’î

sahn-ı cinân: Cennetlerin bahçesi.

Ele aldıkça ben levh ü kalem endîşe zanneyler
Ki
Tûbâ sâye-bahş-i lutf olur sahn-ı cinân üzre
Ziyâ Paşa

sahn-ı çemen: Yeşilliğin ortası.

Sahn-ı çemende durma salınsın sabâyile
Âzâdedir nihâl bu gün berg ü bârdan
Bâkî
Sünbül saçı kim sâye sala yâsemen üzre
Reyhânları hayrân ede sahn-ı çemen üzre
İbni Kemâl

sahn-ı çını: Çini sahnesi.

Nev-bahâr-ı lûtfu bezl etse kerem nimetinden
Sath-ı sebze sahn-ı çînî ola hân-sâlâr gül
Necati Bey

sahn-ı deşt ü kûh u sahrâ: Çöller, ovalar ve dağlar ortası.

Şimdi kim olmuş-durur âlem fevâkih hırmeni
Sahn-ı deşt ü kûh u sahrâdır cevâhir mahzeni
Lamiî Çelebi

sahn-ı fenâ: Yokluk ortası.

Öyle bîmâr-ı gamım, sahn-ı fenâda gûyâ
Yaptı enkâz-ı elemden beni bennâ-yı adem
Akif Paşa

sahn-ı ferdâ: Yarının sahnesi.

Sahn-ı ferdâda değildir neş’esiz kalmak baîd
Cûy-bâr-ı mümkinâtın bilmeyenler maksimin
Nâbî

sahn-ı firdevs: Cennet bahçesi.

Mîrzâ-zâde
Ahmet
Neylî
Sahn-ı firdevsi eyledi mesken
Sürûrî
(Neylî’nin ölüm tarihi-1739)

sahn-ı gül-istân: Gül bahçesinin avlusu.

Lâleler sahn-ıgül-istânda kadeh-nûş oldular
Güft ü gû-yı bülbüle güller kamu gûş oldular
Hayâlî Bey

sahn-ı gül-şen: Gül bahçesinin ortası.

Hezâr âh-ı şerer-efşân edermiş sahn-ıgül-şende
Görünce âb-gîne-i rîg-dân zann eyledim onu

rızayi

sahn-ı gül-zâr: Gül bahçesinin ortası.

Bülbül-i dil-şüdenin bir gülüne göz dikenin
Sahn-ı gül-zâr ümîdinde dikenler bitsin
Müverrih
Râşit

sahn-ı hammâm: Hamam yeri.

Sahn-ı hammâmda ol şûh-ı dil-ârâmıgörüp
Sarılıp şevk ile dellâk olacak yerlerdir
Nâbî

sahn-ı harâbât: Meyhane sahnesi.

Bir gün göçerse sahn-ı harâbâttan
Kemâl
Rıtl-i girânı devr eden evlâd olun dedi
Yahya Kemal

sahn-ı harîm-i Kâ’be: Kâbe’nin yasak bölgesi.

Hatâdır intihâb-ı cây-i bûse rûy-ı dil-berden
Gönül, sahn-ı harîm-ı Kâ’be’de mihrâbı neylersin
Rahmî (Tersane Kâtibi Vakanüvis
Kırımlı Mustafa)

sahn-ı lâle-zâr: Lale bahçesinin ortası.

Hemîşe merdüm-i çeşmim izâr-ı yâre bakar
Gözüm o pencereden sahn-ı lâle-zâra bakar
Şeyhülislam Yahya

sahn-ı meydân-ı mahabbet: Sevgi meydanının ortası.

Sahn-ı meydân-ı mahabbette oyunumdur benim
Başımı top eylemek yârin saçı çevgânına
Necati Bey

sahn-ı meydân-ı taleb: Arzu edilen meydanın ortası.

Nice kanlar dökülür çok kişi dil-hûngezer
Sahn-ı meydân-ı taleb mahşer-i âşûb olalı
Esrar Dede

sahn-ı safâ: Temizliğin ortası.

Dünyâ evi meşakkat ü renc ü anâ imiş
Sahn-ı safâ dedikleri mâtem-serâ imiş
Necati Bey

sahn-ı sahîh: Gerçeğin ortası.

Birisi pençe-i dermân birisi sahn-ı sahîh
Birisi safha-i telhîs ü biri nevk-i kalem
Nâbî

sahn-ı sahrâ: Çölün ortası.

Döşendi berf ser-â-pâ sahn-ı sahrâya
Ağardı rûy-ı zemîn sanki tahte-i remmâl
Bâkî

sahn-ı sahrâ-yı vücûd: Vücudun çöl sahrası.

Sahn-ı sahrâ-yı vücûdumda mekân etti çü aşk
Evvelinden âhirinden çekmezem hergiz kayu
Muradî (Sultan III. Murat)

sahn-ı sıhhat: Sağlık yerinin ortası.

Çeşme-i eşki
Behiştî
’nin revân oldukça yâr
Sahn-ı sıhhatte salınsın serv-i hoş-reftâr olup
behiştî

sahn-ı sîne: Göğüs ortası.

Seng-i mihnet sahn-ı sînem eylemişken seng-lâh
Nahl-i gam yine eliflerden saluptur nice şâh
Şeyhülislam Yahya
(saluptur: salmıştır)

sahn-ı taleb: İstek sahnesi.

Gelip sahn-ı talebde arz-ı kâlâ-yı vücûd etsin
Yolunda müddeîler imtihân ister mi ister ya
Esrar Dede

sahn-ı zemîn: Yerin ortası.

Habâb-ı arzı deryâ-yı muallâk devr ettikçe
Edindikçe revân sahn-ı zemîn üstin makarr deryâ
zâti

sahne: ()
Yun. skhene’den >
Ar. sahn’den; sahne, seyircilerin kolayca görebilmeleri için tiyatro ve müzik için yapılan yüksek yer. c. sahanât.

Bir sahne demek âleme pek doğrudur elbet
Ancak görülen vak’alann hepsi hakîkat
Mehmet Akif
Bir sahne ki her perdesi tertîb-i meşiyyet
Eşhâsı da bâzîçe-i âvâre-i kudret
Mehmet Âkif

sahne-i pür-ye’s: Üzüntü dolu sahne.

Nasıl tahammül eder sonra karşısında bunun
Bunun, bu sahne-ipür-ye’s ü girye-meşhûnun
Tevfik Fikret

sahrâ: Ar. Kır, ova, çöl. c. sahârâ.

Gözüm açtım bu seher bir ulu sahrâ gördüm
Anda bir dâne-i hardal gibi dünyâ gördüm
zâti
Şarâb-ı ışk hoş kattâl imiş içmiş iki âşık
Yıkılmış biri sahrâda biri küh-sâra yasdanmış
Hayâlî Bey
Lâle-veş çâk-ıgirîbân eyleyip yeg tutmağa
Câme-i dünyâdan ey dil dâmen-i sahrâ yeter
Lamiî Çelebi (yeg: daha iyi)

sahrâ-yı adem: Yokluk çölü.

Çün ehl-i vücûdun yeri sahrâ-yı ademdir
Yûf kâfile vü kâfile-sâlârına hem yûf
Bağdatlı Ruhi
Çeşm-i im’ân ile baktıkça vücûd-ı ademe
Sahn-ı cennet görünür âdeme sahrâ-yı adem
Akif Paşa

sahrâ-yı aşk: Aşk çölü.

Böyle bî-hâlet değildi gördüğüm sahrâ-yı aşk
Anda mecnûn bîdler, dîvâne cûlar var idi
Nedim

sahrâ-yı cihân: Cihan çölü.

Çatladı esb-i kalem arsa-i târîhinde
Kaçtı sahrâ-yı cihândan atı yüğrük zâde
Sürûrî

sahrâ-yı Çin: Çin sahrası.

Rûyında zülf ham-be-ham ü hâl müşg-bâr
Sahrâ-yı
Çîn ü nâfe-i âhû-yı
Tatâr
Rızayi sahrâ-yı dil: Gönül çölü.

Sahrâ-yı dilde gerd-i sipâh-ı hayâl-i yâr
Çeşm-i ümmîdi rûşen eder tûtiyâ kadar
Nâbî

sahrâ-yı firâk: Ayrılık sahrası.

Sahrâ-yı firâkında susuz bağrı karardı
Cân atti lebin çeşmesine lâle-i hamrâ
İbni Kemâl

sahrâ-yı kalb: Kalp çölü.

Sultân-ı gam nişîmen edelden derûnumu
Sahrâ-yı kalbe leşker-i sevdâ gelir gider
Nâbî

sahrâ-yı
Kerbelâ: Kerbela çölü.

Cibrîl var haber ver sultân-ı enbiyâya
Düştü
Hüseyn atından sahrâ-yı
Kerbelâ’ya
Kâzım Paşa

sahrâ-yı ketûm: Sır saklayan çöl.

Kaç
Süleymân’a firâş olduğunu anlar idin
Ah bir kerre dile gelse bu sahrâ-yı ketûm
Yenişehirli Avni

sahrâ-yı muhabbet: Muhabbet çölü.

Sahrâ-yı muhabbette şu dîvâneleriz kim
Mecnûn-ı melâmet-zede en âkılimizdir
Bağdatlı Ruhi

sahrâ-yı selâmet: Selamet sahrası.

Sahrâ-yı selâmet eğer olmazsa müyesser
Kûh-sâr-ı gam u derd gibi dağlarım var
Şeyhülislam Yahya

sahrâ-yı sine: Göğüs sahrası.

Sahrâ-yı sînem içre uçup konmağa gönül
Gam kuşlarıyla gamzen okun edinir kanat
İbni Kemâl

sahrâ-yı temennâ: Eyvallah sahrası.

Gül-berge sabâ urmaz idi pençe-i târâc
Sahrâ-yı temennâda eğer dâmen olaydım
Nâbî

sahrâ-yı Üsküdar: Üsküdar sahrası.

Tekbîrlerle halka ıyân oldu tûğlar
Sahrâ-yı Üsküdâr’a revân oldu tûğlar
Yahya Kemal

sahrâ-yı vücûd: Vücut çölü.

Yok remi hasâd etmeğe hâcet ki cilâlı
Sahrâ-yı vücûdu adem-enderadem eyler
Yenişehirli Avni

sahârâ: Sahra’lar.

Ser-geşteleriz dûr olalı menba’ımızdan
Seylâb-ı sahârâ gibi bî-cây-nişestiz
Sâmi

sahrâ-güzîn: Sahrayı seçen.

Dün idi mâtemde âlem!
Yer hazîn, gökler hazîn
Sûr-ı fıtrattır bu gün: Fıtrat bu gün sahrâ-güzîn
Mehmet Akif

sahrâ-neverd: Çölde, kırda oturan.

Gönül
Mecnûn gibi dil-beste olma zülf-ı Leylî’ye
Seni sahrâ-neverd-i aşk eden zîrâ
Hudâ’dır hep
haşmet

sahrâ-nişîn: Sahrada oturan.

Deştin etmiş seyr bin
Hâtem gibi sahrâ-nişîn
Şehrin etmiş taht bin
Nûşirevân teg şehriyâr
Fuzûlî

saht: Far. Katı, pek, sert, kavi. mec. hasis, eli sıkı.

Sahtlar nermlere vâsıta-i râhat olur
Olmasa sûzen eğer menzilin almazdı harir
Nâbî
Ayine oldu bir nigeh-i hayretinle âb
Billâh ne saht âteş-i sûzânsın ey gönül
Nedim
Arz etme bi-mülâhaza halka kelâmını
Nâ-puhte ictinâ olunan bâr saht olur
Nüzhet

saht-ı hâre: Kaya sertliği.

Seng-i dilâ hazer tünd-i berk-i âhtan
Tişe-ı Kûh-ken ile hiç saht-i hâre bir midir
Nâilî

saht-dil: Katı kalpli.

Gam külhanında âteş-i hasret ile ha yakar
Ol saht-dil sanır beni kim seng-i hâreyem
İbni Kemâl

saht-rû: Sert yüzlü, çatık kaşlı. c. sahtrûyân.

saht-rûyân: Çatık kaşlılar.

Saht-rûyâna olur nerm-nihâdân muhtâc
Düşmesin rişte çalışsın nazar-ı sûzenden
Nâbî

sâhte: Far. Düzme, yapma, taklit.

Görmez ol kimse dü-âlemde felâh
Ki sata sâhte takvâ vü salâh
Nâbî
Sâhte birşâha bu vaktile bilinmişti
Nedim
Sâhtelik pençe-i adlinde bunun oldu adim
abdülhak Hâmit

sahûr: Ar. Oruç tutan
Müslümanların gün doğmadan önceki belirli saatte (imsak bitmeden) yedikleri yemek.

Refiki arpayı bulmuş, keser ferih ü fahûr
Bu, dört öğün yiyip ister sonunda bir de sahûr
Mehmet Akif

sahv: Ar. 1. Kendine gelme, ayılma. 2. Hastanın iyileşmesi. 3. tas.

Sekr (kendinden geçme) hâlinin zıddı olup, hiss âlemine dönme.

Gâh üns ügâh haşyet gâh rü’yet geh sücûd
Gâh sahv ü gâh mahv ü geh vücûd geh cân gerek
Niyazi
Sâgar-ı aşk ile her dem neş’e-i mest-âneyiz
Vaktimiz yok sahv için biz dâimâ sekrâneyiz
Necip (Sultan III. Ahmet)

sâî: bk. sa’y.

sâib: bk. savâb.

saîd: bk. sa’d.

sâik, sâika: bk. sevk.

sâika: Ar. Yıldırım. c. savâik.

Ne sabâ sâika dersem yaraşır sürâtte
Ki seğirdirken ona sâyesi olmaz hem-pâ
Nef’î
Korkarım âh edecek zâhir ola sâikalar
Alemi velveleye vere hemân heybet-i aşk
Nuri
Seyf-ı İslâm’a değil sâika ta’biri sezâ
Öyle bir sâika indirmedi takdir henüz
Muallim Naci
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı
Mehmet Âkif

sâika-i âteş-i aşk: Aşk ateşinin yıldırımı.

Unma yetme der iken sâika-i âteş-i aşk
Dâne-i eşk aceb der mi ki unsam yetsem
Sâbit

sâika-i kahr-ı Hudâ: Hudâ’nın kahır yıldırımı.

Bir olur külbe-i derviş ile kasr-ı şâhi
Ateş-endâz olıcak sâika-i kahr-ı Hudâ
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)
(olıcak: olunca)

sâika-i intikâm: İntikam yıldırımı.

Bulmaz halâs sâika-i intikamdan
Tahrib eden hukûk-ı ibâdı harâb olur
Doktor Abdullah Cevdet

sâika-i la’net: Lanet yıldırımı.

An-be-ân vâsıl ola cân u dili düşmenine
Lâ-yuad sâika-i la’net ü nefrin-i medid
Yenişehirli Avni

sâika-endâz: Yıldırım atan.

Siz ey melekûtiler, olun nâtıka-perdâz
Cânilere, kimdir olacak sâika-endâz
Abdülhak Hâmit

sâika-vâr: Yıldırım gibi. Allah Allah nidâsıyle muhâcim ahrâr
Tepelerden boşalıp sâika-vâr ü kahhâr
Yahya Kemal

savâik: Sâika’lar.

Adûya karşı cehennem kusan mehîb efvâh
Omuzlarında savâik yatan sehâb-ı siyâh
Mehmet Akif
Siyeh kefenlere girmiş kabîle-i câdû
Olur riyâh-ı savâikle hadşe-hîz-i gulüvv
Kemalzâde Ekrem Bey

savâik-i cân-gâh: Canevine düşen yıldırımlar.

Nizâm-ı âlemi bozdu savâik-i cân-gâh
Binâ-yı râhatı yıktı zelâzil-i pür-zûr
Nâbî

savâik-feşân: Yıldırımlar saçan.

Kalbim zemîn-i aşk, serim âsümânıdır
Ahım onun sehâb-ı savâik-feşânıdır
MualVm
Naci

savâik-pey-rev: Peşisıra giden yıldırımlar.

Atılır her yana bin rahş-ı savâik-pey-rev
Gerd-i haşyetle dolar kümbed-i vârûne-i cevv
Tevfik Fikret

sâil: bk. suâl.

sâil: bk. savlet.

sâim: bk. savm.

saîr: Ar. Sa’r’dan; 1. Ateş. 2. Cehennem, tamu.

Düşse kem-terşerer-işu’le-i berk-ıgazabı
Bâğ-ı frdevs olur âteş-kede-i dâr-ı saîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

sâir: bk. seyr.

sâk: Ar. 1. İncik, baldır, diz. 2. bot.

Sap.

Ben mi sâkî olayım bezme dururken sevdiğim
Böyle sîmîn sâklar billûr bâzûlarla sen
Nedim

sâk-ı arş: Arşın bacağı, dizi.

Verip tezelzül-ı Mansûr’u sâk-ı arşa tamâm
Hudâ
Hudâ diyerek pâ-yı dâra dekgideriz
Nâilî

saka: Ar
Sakka< saka.

Saky’den; dağıtan, saka.

saka-hâne: Saka evi.

Ne kim buyruğ oldıdı etti ol
Saka-hâne yir yirin eyletti ol
hoca Mesut (oldıdı: olmuştu)

sakaleyn: Ar. Sakl> sakal’den; 1. İnsan ve cin. 2. Dünya ve ahiret.

Şâh-ı kevneyn ü imâmü’l-haremeyn
Cedd-i sıbteyn ü Nebiyyü’l
Sakaleyn
Hakanî
Peygamber-i zî-şân sallallahü aleyhi vesellem
Kurbânıyam Allah ü Pesûlü’l-sakaleyn

sakam, sakm: bk. sekam.

sakâmet: Ar. Bozukluk, sakimlik, eksiklik, noksanlık, sakatlık, yanlışlık.

Ruhunda dil nice gündür ikameti vardır
Füsûn-ı gamzelerinden sakâmeti vardır
Sarıca Kemâl
Her derd ü her sakâmete hâzık tabîb olur
İllâ marîz-i aşka bulunmaz devâ bilir
Bâkî
Düşünceler mütehâliftir istikamette
Şu var ki, hepsi nihâyet bulur sakamette
Mehmet Akif

sakîm: Sakâmet’ten; 1. Bozuk. 2. Hasta, hastalıklı. 3. Rivayeti doğru olmayan hadis.

Söz müdür ol ki çep ü râst düşe bir mazmûnu
Nice ma’nâ-yı dürüstün boza bir lafz-ı sakîm
Nef’î
Nâfe-ı Çînî saçından kıssadır lâkin hatâ
Nergis-i şehlâ gözünden nüshadır ammâ sakîm
nizami

sakf: Q. oö. ı)
Ar. Çatı üstü, tavan. c. sukûf.

Tavan-ı sakf reşk ile çâk olsa vechi var
Gördükçe pâyin öptüğünü nerdübânların
Nâbî
Gâh bir sakf çökük hânenin altında koşar
Gâh bir ma’bed-i fersûdenin üstünden aşar
Mehmet Akif
Ey sakf çökük medreseler, mahkemecikler
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer te’mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir
Tevfik Fikret

sakf-ı ârâm-gâh-ı bikr-i hayâl: Hayal tazeliğinin rahat kubbesi.

Sakf-ı ârâm-gâh-ı bikr-i hayâl
Nâz-ı lutfuyle hâkden meyyâl
Kemalzâde Ekrem Bey

sakf-ı asman: Gökyüzünün tavanı.

Eğer dûd-ı siyâhımdan kılam bir gün revân âteş
Tuta mânend-i şeb yer yer bu sakf-ı âsmân âteş
behiştî

sakf-ı eflâk: Feleklerin çatısı.

Derûnum âteşinden kubbe-i arz intihâb eyler
Ne cüz’îdir bana yakıp kül etmek sakf-ı eflâki
behiştî

sakf-ı gerdûn: Feleğin çatısı.

Sakf-ı gerdûnu karartan dûd-ı âhımdır benim
Gün yüzün göstermeyen baht-ı siyâhımdır benim
Enverî

sakf-ı giyâh-beste: Ot bitmiş çatı.

Benziyor hâb-gâh-ı emvâta
Hâli sakf-ıgiyâh-bestesinin
Tevfk
Fikret

sakf-ı günbed-i gerdân: Dönen kubbenin çatısı.

Sanırlar halka halka dûd-ı âhım evc-i a’lâda
Bir ejderdir ki sakf-ı günbed-i gerdâna yazmışlar
nef’î

sakf-ı merfû’: Yükselmiş tavan.

Bâm-ıgerdûn-ı kühenden sakf-ı merfû’un bülend
Sidreden ol südde-i âlî-cenâbın müntehâ
Cinânî

sakf-ı mukarnes: Kubbeli tavan.

Olmasa ferş-i münakkaş dâmen-i sahrâ yeter
Bulmasam sakf-ı mukarnes kümbed-i mînâ yeter
Necmi

sakf-ı serây-ı bülend: Ulu sarayının tavanı.

Aldanma pek de sakf-ı serây-ı bülendine
İbret gözüyle anla zevâlin hebâbtan
İbrahim
Nâşid

sakf-ı sipihr: Semanın çatısı.

Hicrân şebinde encüm zann etmesin görenler
Sakf-ı sipihre yer yer âhım şerârı düştü
Behiştî

sâkıt: bk. sukût.

sâkî: bk. saky.

sakil: bk. sıklet.

sakîm: bk. sakâmet.

sâkin: bk. sükûn.

sakk: Ar. Berat, hüküm; kadı.

sakk-ı irfân: Bilim hükmü.

Müvellâ eyledim ben de
Nedîm-i nükte-perdâzı
Eğer boğmazsa mevc-i ıstılâha sakk-ı irfânı
Seyyit Vehbî

sakka: bk. saky.

saky: Ar. Sulama, su içirme.

saky-ı mâ: Su sulama.

Eylemez
Ab-ı Hayât la’l-i cân-bahş dırîğ
Saky-ı mâ ecrine vâkıfsa o şûh-ı şîve-hû

trabzonî Hilmi

sâkî: Sulayıcı, kadeh sunan. c. sukât.

Esti nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem
Açsın bizim de gönlümüz sâkî meded sun câm-ı Cem
Nef’î
Sâkî mey-ı Bâkî’yi getir bezme safâ ver
Çün kâr-ı cihân âkıbetül-emr fenâdır
Bâkî
Bir elinde gül bir elde câm geldin sâkiyâ
Hangisin alsam gülü yâhûd ki câmı ya seni
Nedim

sâkî-i bezm: Eğlence meclisinin sakisi.

Müştâk-ı bûs-i la’lin olan mey-keşân-ı aşk
Rağbet eder mi sâkî-i bezmin sebûsuna
Feyzi sâkî-i bezm-i cünûn: Cinnet bezminin sakisi.

Sâkî-i bezm-i cünûn nergis-i mestindir kim
İçirir bâde-igaflet dili âgâhlara
Fuzûlî

sâkî-i dehr: Dünyanın sakisi.

Meh-i nev câmını devre getire sâkî-i dehr
Encüm-i çarha sala neş’e-i te’sîr-i hevâ
Fuzûlî

sâkî-i devlet: Devletin sakisi.

Sâkî-i devlet ki her bî-meşrebe sâgar sunar
Bana geldikde kadeh câm-ı belâ-perver sunar
Hayâlî Bey

sâkî-i devrân: Dönen, dolaşan saki; feleğin içki dağıtıcısı.

Gerçi ayağ-ı mey-i aşkın habâbıdır felek
Sâkî-i devrân elinden ben onu nûş eyledim
Enverî
Meğer sâkî-i devrânın füsûn-ı işveden kasdı
Beni bir câm ile rüsvây-ı devrân etmek istermiş
Esrar Dede

sâkî-i ecel: Ecel sakisi, Azrail.

Bir kimseyi leb-teşnegeçirmez suvarur hep
Sâkî-i ecel herkese şerbet verecektir
Kânî (Ebubekir) (suvar-: sulamak)

sâkî-i ferhunde-lika: Mesut görünüşlü saki.

Getir ey sâkî-i ferhunde-lika: bu meyden
Cânı var ise desin sûfî-i dil-mürde harâm
Nef’î

sâkî-i gam: Gam sakisi.

Bugün sâkî-i gam sunduğu kâse ışk bezminde
Leb-i cânân hayâli ile döker bin câm-ı fağfûrî
İbni Kemâl

sâkî-i gamgîn: Gamlı saki.

Sâkî-i gamgîn bâde sun ki gül-bîn oldu bâd
Okudugül-şende bülbül âyet-i “kulyâ ibâd”
Behiştî

sâkî-i gül-çihre: Gül yüzlü saki.

Tevbe-i meyde sebât-ı kademinden sorma
Orasın sâkî-i gül-çihrenin ibrâmı bilir
Nâbî

sâkî-i gül-pîrehen: Gül rengi gömlek giymiş saki.

Mey ü mahbûbdan geç der bana nice sûfî
Ne mülden
Enverî ne sâkî-i gül-pîrehenden geç
enverî

sâkî-i gül-rû: Gül yüzlü saki.

Esbâb-ı tarab cümlesi âmâde gerektir
Yoksa yalınız sâkî-i gül-rû ile olmaz
Nâbî

sâkî-i gül-ruh: Gül yanaklı saki.

İçmeyem ahd etmiş idim dostlar peymânei
Sâkî-i gül-ruh komaz sır ahd ü peymânım meded
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Öp öpersen ne kadar sâkî-i gül-ruh ayağın
Caferâ öpme velî zâhid-i mekkârın elin
Cafer
Çelebi

sâkî-i hakîkat: Hakikat sakisi.

Alırsa deste sâkî-i hakîkat câm-ı ihsânın
Harâbât-ı mecâz-istânda bir hûş-yâre yer kalmaz
Nâbî

sâkî-i hum-hâne-i kâl ü belâ: Söz ve bela meyhanesinin sakisi.

Sâkî-i hum-hâne-i kâl ü belâ
Câm-ı ışkı bana sundu mu ola
Behiştî

sâkî-i İsî-nefes: İsa nefesli saki.

Leblerinin sâgarından sâkî-ı İsî-nefes
Cür’a diye ehl-i meclis üstüne cân yağdırır
Necati Bey

sâkî-i meclis: Meclisin sakisi.

Barıştık rûzigâr ile araya girdiler şimdi
Gerek sâkî-i meclistir gerek câm-ı dirahşândır
Riyazî

sâkî-i mey-i vahdet: Vahdet şarabının sakisi.

Yok bâde için minnetimiz pîr-i mugâna
Sâkî-i mey-i vahdet ile dest-be-destiz
Nef’î

sâkî-i mihnet: Sıkıntı sakisi.

Sunaldan sâkî-i mihnet bana peymâne-i aşkın
Benim ol rûz u şeb medhûş olan mest-âne-i aşkın
Şeyhülislam Yahya

sâkî-i sîmin-beden: Gümüş renk göğüslü saki.

Geçmedin devrân-ı gül devr etsin ey dil-ber kadeh
Sâkî-i sîmîn-beden demdir sunarsa zer kadeh
Enverî

sâkî-i şîve-kâr: İşveli saki.

Düşsün mizâc-ı zühde muvâfk ya düşmesin
Sâkî-i şîve-kâr içirir ister istemez
Nâbî

sâkî-i tevbe-şiken: Tevbeyi bozduran saki.

Hayâlî tevbesin îmânına döndürse ey sûfî
Kerem kıl ol günâhı sâkî-i tevbe-şikenden sor
Hayâlî Bey

sâkî-i vahdet: Birlik sunan saki.

Gel olma bezm-i fenâda mey ile âlûde
Ki suna sâkî-i vahdet eline
Mâ’-ı Tahûr
Hayâlî Bey
Ehl-i aşka sâkî-i vahdet beka câmın sunar
Bu fenâ mey-hânesinde hoş safâlar var imiş
Dukakinzâde Ahmet

sâkiyâ: Ey saki.

Dürd-i derdidir safâ-bahş-ı harîf-i bezm-i ışk
Sâkiyâ çok etme teklîf-i şarâb-ı nâb ona
Fuzûlî
Vakt-i güldür durmasın devr eylesin câm-ı şarâb
Sâkiyâ bâkî değildir çünkü devrân kimseye
Necati Bey
Bir elinde gül bir elde câm geldin sâkiyâ
Hangisin alsam gülü yâhûd ki câmı ya seni
Nedim

sakka: Saka, su dağıtan.

Bu gönlüm şehrine düştü gözümden nâ-gehân ateş
Yaşım sakkâsı ermezse dolar mülk-i cihân ateş
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Ter düşer câmi içinde seni arar bu diye
Görse sakkâyı gezer dîde-i giryân saf saf
Behiştî

sikâyet: Mekke’de hacılara zemzem dağıtma hizmeti.

Oldu hicâbetle sikâyet tamâm
Onlar için hidmet-ı Beytü’l-harem
Nahifi

sâl: Far. Yıl, sene.

Var idi bir âbid-i perîşân-hâl
Geçmiş evkâtı zühd ile meh ü sâl
Fuzûlî
Gönül esbâb-ı dünyâya mübâşir ol ko dünyâyı
Sakın bâzîçeye meşgûl iken çok mâh u sâl oynar
Behiştî
Aradan bin bu kadar sâl mürûr etmiş iken
Dil-i hassâsta hâkimdir o te’sîr henüz
Nefi

sâl-i ferrûh-fâh: Uğurlu fal yılı.

Bu sâl-i ferrûh-fâlde hûrşid-i zîbâ-peykerin
Burc-ı Hamel’de yümn ile ruhsan oldukta bedîd
Nedim

sâl-i hayât: Hayatın yılları.

Ey altmışına sâl-i hayâtın eren âdem
Altmış senelik ömrün elinde nesi kaldı
Tahir
Olgun sâl-i nev’: Yeni yıl.

Bendegân toplandılar, tebrîk ile sâl-i nev’i
İktisâb-ı feyz-i gûnâ-gûn sûrî, ma’nevî
Abdülhak Hâmit

sâl-dîde: 1. Yaşlı. 2. Tecrübeli.

Sükûn içinde vedâ’ ettiler çocuklarına
O sâl-dîde pederler, rahîm vâlideler
Tevfik Fikret

salâ’: Ar. 1. Cuma ve cenaze namazlarından evvel okunan salavat duası. 2. Çağırma, meydan okuma. 3. Mahalle çocuklarının başka mahalle çocuklarıyla taş kavgalarına çıkmalarında “es-salâ” diye bağırmaları. bk. es-salâ.

Mestân-ı harâbâta salâdır ne dururlar
Zühhâda tagallüb edecek dem bu zemândır
Nef’î
Bir
Cum’a kûşesinde ölürsem firâk ile
Nâlem menâr-ı âha seğirdip salâ vere
Enverî
Var mı bir böyle kasîde demeğe cür’et eder
Şarktangarbe varınca sühan ehline sald
Nef’î
Âşıkın oldun evvelâ âşıklığa edin salâ
Buldu bu cân-ı mübtelâ muhannet-i bî-intihâ
Esrar Dede

salât: 1. Namaz. 2. Hz. Muhammed’e “aleyhisselât ü vesselâm, salavâtullahi aleyh, sallallâhü aleyhi ve sellem” dualarından birini okuma. c. salâvât.

Medh ü senâ sipâs ü salât ü selâm sana
Olsun hezâr kerre hezârân efendimiz
Faruk K. Timurtaş
Ruhuna manzûm ü mensûr ola envâ’-ı salât
Nazm u nesrin her salât oldukça zîb ü feri
Nazîm (Yahya)
Acâyib mezhebe zâhibtir erbâb-ı hakîkat kim
Salât ile zekâtı savm ile kurbânı yokluktur
Esrar Dede

salâvât: Salât’lar.

Salâvâtıyla olur gulguleler
Bâm-ı eflâkte şeb-tâ-be-seher
Hakanî
Kâkülü sünbül-i cennet deheni gonca-i nâz
Gören envâr-ı cemâlini getirir salâvât
Taşlıcalı Yahya Bey

salâbet: Ar. Sulb’ten; 1. Katılık, peklik, sağlamlık. 2. Dayanma, manevi kuvvet.

salâbet-kâr: Sağlam iş gören.

Keşf-i râz etmez salâbet-kâr olan kable’l-fenâ
Yanmadıkça anber etmez sırr-ı bûyun âşikâr
Vâhit Paşa
(Mehmet)

salâh: Ar. 1. İyilik, düzelme. 2. Barış, rahatlık. 3. İyi davranış, dine bağlılık.

Fikr-i meâl ü zikr-i maâd ellemez gibi
Ol sûret-i salâha giren mebde-i fesâd
Bâkî
Salâh u sıdk u sedânın elinden aldı yerin
Şühûd-ı zûr u makâl-i hiyel kelâm-ı dürûg
Nâbî
Salâh ümmîdine düşme mevâîd-i ekâbirden
Zevâl-i cehle bak maksûduna mîâd lâzımsa
Namık Kemâl

salâh-ı âlem: Âlemin rahatı.

Eyleyen tedbîrin ârâm ü salâh-ı âlemin
Sadr-ı âlî-kadr
İbrahim
Paşa’dır meğer
Nedim

salâh-ı âlem-i kevn: Varlık âleminin doğruluğu.

Salâh-ı âlem-i kevn olsa ger fesâdı kadar
Olurdu kâm-revâ her kişi murâdı kadar
Nâilî

salâh-ı nefs: Nefsi düzeltme.

Nedâmettir kusurundan hicâb eylerse bir âdem
Salâh-ı nefse istidâdına âid beşârettir
İsmail Safa
-sâlâr: Far. “baş, komutan, kumandan, başbuğ; ön, ileri” anlamlarına gelen birleşik kelimeler de yapar. âhûr-sâlâr, emîr-âhûr: Ahır beyi, ahır müdürü demekse de dilimizde emîr-âhûr kullanılmış ve bugüne
İmrahor semti kalmıştır: Biri der-bânı olurdu biri mîr-âhûru
Gelseler âleme devrinde
Peşeng ü Dârâ
Nef’î
hân-sâlâr: Sofra donatan.

Nev-bahâr-ı lûtfu bezl etse kerem nimetinden
Sath-ı sebze sahn-ı çînî ola hân-sâlâr gül
Necati Bey
kâfile-sâlâr: Kafilenin başı.

Benim ki kâfile-sâlâr-ı kârvân-ıgamem
Fuzûlî
Himmeti sâik cemmâze-keşân eflâk
Kuvve-i hâkimesi kâfile-sâlâr felek
Yenişehirli Avni

sipeh-sâlâr: Başkomutan.

sipeh-sâlâr-ı mansûr: Yardım eden başkomutan.

Şeh-ı Cem câh-ı devrânın güzîde sadr-ı dîvânı
Şehin-şâh-ı cihân-gîrin sipeh-sâlâr-ı mansûru
Nef’î

salât: bk. salâ.

salâvât: bk. salâ.

salb: Ar. 1. Darağacına çekme. 2. Çarmıha germe.

Bir memlekette salb olunur kâtı-ı tarîk
Bir yerde mûcib-işeref ü fahr olur bu hâl
Ziyâ Paşa

salîb: Haç, Hristiyanlık işareti. c. sılâb.

Terk edip uysa zülfüne îmân-ı mahzdır
Tesbîhi kendüzüne ki sâfî salîb eder
Nizamî
Bîzâr edecek korkuyorum cedd-ı Hüseyn’i
En sonra salîb ormanı görmek
Haremeyn’i
Mehmet Akif

sâle: Far. Senelik, yıllık.

İçse bir cür’asını berehmen-i sad-sâle
Bir olur seng-i mezâr ile yanında esnâm
Nef’î

sâle-i kibr: Kibir yılı.

Düşerse nâ-gehân bir katre-i berfi bu sermânın
Ger âteş-hâne-i sad sâle-i kibr ü mugân üzre
Ziya Paşa

sad-sâle: Yüz yıllık, yüz yaşında.

Bulsa câm-ı la’li cân-bahş-i lebinden cür’a hâk
Hâk içinde mürde-i sad-sâle cisme cângelir
Bâkî

salîb: bk. salb.

sâlib: bk. selb.

salık: bk. silk.

sâlim: Ar. Silm’den; 1. Sağlam, sağ. 2. Eksiksiz, noksanı olmayan. 3. Emin, korkusuz. gr.

İçinde illet harflerinden (Elif, Vav ve
Ye) bulunmayan kelime. c. sâlimîn.

Nitekim ola sâlim bu hisâr şîşe-i dîvârın
Gezend-i mancınık fitneden dervâze vü suru
Nef’î
Adem ona derler ki garazdan ola sâlim
Nefsinde dahi eyleye icrâ-yı adâlet
Ziyâ Paşa
Sorulsa tıbba nedir fark-ı sâlim ü mârız.

Sayar döker bize birçok araz ki zannîdir
Cenab
Şahabeddin

sâlis: bk. selâse.

saltanat: Ar. Sult ve sultân’dan; 1. Sultanlık, padişahlık, hükümdarlık. 2. Zenginlik, bolluk, şatafatlı hayat.

Saltanat dedikleri ancak cihân kavgasıdır
Olmaya baht u saâdet dünyeda vahdet gibi
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Ehl-i tecrîdin külâhı tâcı istiğnâsıdır
Saltanat dedikleri ancak cihân kavgasıdır
Hoca Saadettin Efendi
Bizimle saltanat lâfın edermiş ol
Karamânî
Hudâ fırsat verirse ger kara yere karam onu
Avnî
Yürü var ey Bâyezîd sen süre gör devrânını
Saltanat bâkî kalır derlerse bu yalandır
Cem Sultan
Saltanat tâcın giyen âlemde mağrur olmasın
Nice sultân börkin almıştır begim bâd-ı hazân
Bâkî

saltanat-ı câvidân: Ebedi saltanat.

Şânı şehân âlemi hâr u hakîr eder
Lûtfu gedâya saltanat-ı câvidân verir
Nef’î

sultân: Sult ve selâtet’den; 1. Padişah, hükümdar. 2. Hükümdar ailesinden olan (anne, kız kardeş, kız çocuk gibi). 3. Kuvvet, güç, kudret. c. selâtîn.

Sultân
Murâd-ı kâm-rân efser-dih ü kişver-sitân
Hem pâdişâh hem
Kahramân sâhib-kırân-ı Cemhaşem
Nef’î
Âlemin hakanı sultân
Ahmed-i âlî-himemem
Kim sadâ-yı şevket ü şâniyle pürdür şeş-cihet
Nedim
Nâmını i’lâ edin ki şânlıdır sultânınız
Şân-ı devletle berâber artar elbetşânınız

sultân-ı a’lâ: Yüce sultan.

Zehî sultân-ı a’lâsın inâyet issi
Mevlâsın
Hem evlâlardan evlâsın ki künhüne hayâl olmaz
Ümmî Sinan

sultân-ı âlem: Âlemin sultanı.

Unutulmuş idi cân
Yûsuf’u bu mahbes-i tende
Kemend-i âh ile sultân-ı âlem onu kurtardım
Enverî

sultân-ı âlî-şân: Şanı yüce sultan.

Ezelden şâh-ı ışkın bende-i fermânıyız câna
Mahabbet mülkünün sultân-ı âlî-şânıyız cânâ
Bâkî

sultân-ı ârûn: Vasıfları iyi sultan.

Hüsrev-i kişver-küşâ sultân-ı ârûn bî-misâl
Hakanî

sultân-ı aşk: Aşk sultanı.

Muhibbî derd ü mihnetle yine sultân-ı aşk oldu
Gönül şehrine basmasın bu akl için yasağım var
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

sultân-ı bahâr: Baharın sultanı.

Sultân-ı bahâr edip mülk-i çemeni teshîr
Mahkûmu
Süleymân-veş bâd olmaya yaklaştı
Şeyhülislam Yahya

sultân-ı berr ü bahr: Deniz ve kara sultanı.

Sultân-ı berr ü bahr
Süleymân-ı ins ü cânn
Ki alır şükûh-ı düşmeni olup bahâne tîğ
Hayâlî Bey

sultân-ı cihân-mutâ’-ı kevneyn: Her iki
dünyanın boyun eğdiği sultan.

Sultân-ı cihân-mutâ’-ı kevneyn
Ruhu’r-rûhu tıbâ’-ı kevneyn
Ziyâ Paşa

sultân-ı cümle: Bütün sultan.

Sensin ol sultân-ı cümle enbiyâ
Nûr-ı çeşm-i evliyâ vü afyâ
Süleyman
Çelebi

sultân-ı enbiyâ: Nebiler sultanı (Hz. Muhammed-‘s. a. s. ’).

Cibrîl var haber ver
Sultân-ı Enbiyâ’ya
Düştü
Hüseyn atından sahrâ-yı
Kerbelâ’ya
Kâzım Paşa

sultân-ı fenâ: Yokluk sultanı.

Ey kâşif-i esrâr-ı Hudâ
Mevlânâ
Sultân-ı fenâşâh-ı beka
Mevlânâ
Şeyh Galip

sultân-ı gazâ: Gaza sultanı.

Hıtta-i haşmete sultân-ı gazâ câh u celâl
Alem-i kudrete şâhen-şeh-i takdîr-i abîd

sultân-ı gül: Gülün sultanı.

Gırre-i câh ol kadar sultân-ı gül kim korkarım
Hârdan bülbüller ister hûn-bahâ
Nevrûz’dur
Nâilî

sultân-ı hüsn: Güzellik sultanı.

Nâgehân arz-ı cemâl eylerse ol sultân-ı hüsn
Sür ayağı tozuna ruhsârını dâmânın öp
Hayâlî Bey

sultân-ı ışk: Aşk sultanı.

Akl elinden al gönül şeh-bâzın ey sultân-ı ışk
Destine bir rûstâyînin doğan vermek neden
Necati Bey

sultân-ı ins ü cânn: İnsan ve cinnin sultanı.

Bir dem dîv olur ya perî vîrâneler olur yeri
Bir dem uçar
Belkîs ile sultân-ı ins ü cânn olur
Yunus
Emre sultân-ı İskender-siyer: İskender siyerli sultan.

Şehriyâr-ı nâm-ver
Sultân-ı İskender-siyer
Pâdişâh-ı bahr ü berr dâd-âver ü dâniş karîn
Ziyâ Paşa

sultân-ı kâm-rân: Mesut sultan.

Bülbüle hutbe okutup her gün
Oldu sultân-ı kâm-rângonce
Hayâlî Bey

sultân-ı kâm-yâb: Bahtiyar sultan.

Geldi şitâda tahtına sultân-ı kâm-yâb
Gûyâ takaddüm eyledi tahvîl-i âftâb
Şeyhülislam Yahya

sultân-ı muanven: Unvanlı sultan.

Mülkü vâsi’ leşkeri bî-had hazâm bî-kıyâs
Âlem-i ma’nâda sultân-ı muanvendir gönül
Nâbî sultân-ı müeyyed
Doğrulanmış sultan.

Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Sen
Ahmed ü Mahmûd ü Muhammed’sin efendim
Şeyh Galip

sultân-ı nev-bahâr: İlkbaharın sultanı.

Ferş eyleyip zemîne bir perniyân-ı ahdar
İ’zâz eder tabîat sultân-ı nev-bahârı
Ziyâ Paşa

sultân-ı rûhâniyyet: Ruh kudretinin sultanı.

Geçmeye peykân-ı hasret gibi sînem sadrına
Kalbimi sultân-ı rûhâniyyetin har-gâhı kıl
Behiştî

sultân-ı Rûm: Anadolu sultanı.

Kopmadı kân-ı kıdemden bir
Hayâlî ey felek
Destine sultân-ı Rûmun söz gibi gevher sunar
Hayâlî Bey

sultân-ı Şehîdân: Şehitlerin sultanı (Hz. Hüseyin).

Mihr bir nîze-bülend olmuş idi ol demde
Nîze üzre ser-ı Sultân-ı Şehîdân-şekil
Hayaâ Bey

sultân-ı tâc-ı devlet: İkbal ve tac sultanı.

Sultân-ı tâc-ı devlet hakan-ı taht-ı izzet
Tâbân-ı subh-ı rahmet vech-i sabîh-ı Ahmed
Hamdullah Hamdi

sultân-ı vakt: Zamanın sultanı.

Vaktine mâlik olan dervîşdir sultân-ı vakt
İzz ü câh-ı saltanat değmez cihân gavgâsına
Bâkî

selâtîn: Sultân’lar. selâtîn-i melekMelek sultanları.

Sûrette gedâyân-ı nemed-pûş-ı melâmet
Ma’nâda selâtîn-i melek havl ü haşemdir
Sâmi

sultânî, sultâniyye: Hükümdarlara ait, onlarla ilgili.

Bihamdillah ki yarı kıldı fer-i baht-i sultânî
Müyesser eyledi
Bârî-teâlâ feth-ı Şirvân’ı
Bâkî (yarı kıl-: yardımcı olmak)

sultân-şekl: Sultan gibi.

Şeb ki meh geçti felek tahtına sultân-şekil
Oldu her kevkeb-i rahşân ona a’yân-şekil
Hayâlî Bey

sâlûs: Far. Hilekâr, iki yüzlü, riyakâr.

Her kim isterse ola ser-sipeh-i şerr ü fesâd
Varsın
İblîs gibi evveli sâlûs olsun
Nâbî
Câhile nâ-dân, mürâyî sofuya sâlûs de
İffet ehlipâk-dâmen ehl-i takvâpârse
Sünbülzade Vehbi
Bezenmiş penbe-i dâg ile bir ser-mest âbdâlız
Ne sâlûsuz ne kayd-ı hırka-i peşmînemiz vardır
bağdatlı Ruhi

sâm: Far. 1. Sersemlik hastalığı. 2. Eleğimsağma, gök kuşağı. 3. Ateş, od. 4. Hz. Nuh’un oğlu ve onun neslinden olan kavim ismi.

Sâmî ırkının babası. 4. Eski
İran pehlivanlarından birinin ismi. 5. Şehname’de adı geçen kahraman.

Neriman’ın oğlu olup çok kuvvetli imiş.

Ol dem ki kasd-ı cenk eder sahrâları gül-reng eder
Dünyâyı hasma teng eder olursa
Sâm ü Güstehem
Nef’î
Sensin ol dâver ki olur bezminde dâim müctemi
Kahramân’ın tîğı
Sâm’ıngürzü
Zâl’in hançeri
Nedim

sâm-ı ser-sâm: Sersem
Sâm.

Eyleye gürz-i girânı nice
Sâm-ı ser-sâm
Setire nâvek-i dil-dûzu nice
Zâl’e zevâl
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

sâmân: Far. 1. Servet, zenginlik. 2. Rahat; dinçlik. 3. Düzen.

Korkarım bir gün eder hâne-i sâmânı harâb
Eğer etmezse telâfisini ol fahr-i kirâm
Nâbî
Türk ü Tâtâr hazân mı ki bu devrân-ı serî
Gâret-i cân u dil eyler ser ü sâmân aparır
Hamdullah Hamdi
(apar-: alıp götürmek)
Nakd-i lutfun bana sermâye-i ma’nî olalı
Sühanım âleme bahş-i ser ü sâmân eyler
Cevrî sâmân-ı îmânİman zenginliği.

Gamzeni edip kazâ cellâd-ı bî-rahm u emân
Çeşmini gâret-ger sâmân-ı îmân eylemiş
Üsküdarlı Hakkı Bey

sâmân-ı ümîd: Ümit zenginliği.

Nüsha-i ye’s ü ümîd olduğun anla âlem
Ya ser-i ye’s ü eliftir ser ü sâmân-ı ümîd
Nâbî

samed: Ar. Âlî, daim, ulu; kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan
Rab. (Allah’ın isimlerindendir.)
Etme derd ehlini ey ferd-ı Samed
Heybet-i ile red
Hakanî
(sümme redednâ)

samedî: Ezeli ve ebedi olan.

Ol şâhid-i halvet-geh-i kurb ü samedî kim
Ve’l-leyl deyip zülfüne Allah kasem eyler
Yenişehirli Avni
Hicrân bana hem-neşve-i aşk-ı samedîdir “Çekemem” diyemem, mâtem-i rûhum ebedîdir
Recaizade Ekrem

samediyyet: Samedilik.

Fermânına mahkûm ezeliyyet, ebediyyet
Ey pâdişeh-i arş-güzîn-i samediyyet
Mehmet Akif

samem: bk. samt.

samı: bk. sümüvv.

sâmi’: bk. sem’

samım, samîme: Ar. 1. İç, asıl, öz.

Merkez, göbek.

Tîg-i gamzeyle ne ola başımı yâr etse dü-nîm
Küllü fi’lin sâdırun minhü aleP-re’si samîm
Âhî

samîm-i rûh: Ruhun özü.

Samîm-i rûhumu pür-cûş u bî-karâr ediyor
Bu gün o sîne-i hilkatte inleyen eş’âr
Mehmet Akif

samimî: 1. İçten, candan. 2. İçli dışlı, senli benli.

Nedir samîmî sükûnette böyle bir feryâd
Neşîde
Hâlık’ın ammâ kim eyliyor inşâd
Mehmet Akif

sâmit: bk. samt.

samsam: Ar. Keskin kılıç. şehsüvâr-ı Nerîmân-şükûh-ı zîşân kim
Cihânaşa’şaa-bâr oldu berk-ı samsâmı
Nef’î
Olsa ger bâd-ı semûmu sâhâtından pür-tâb
Ser-i bed-hâhına tâ haşr yağardı samsâm
Nedim

samsâm-ı âb-dâr: Suyu verilmiş keskin kılıç.

Vakt-i hatarda çûb ona samsâm-ı âb-dâr
Vakt-i hazarda hâk ona câm-ı cihân-nümâ
Nizamî

samsâm-ı teveccüh: Teveccühün keskin kılıcı.

Sad-gûne mutalsam dahi olsa der-i matlab
Samsâm-ı teveccühle ona feth-i mübînim
Kadı
Burhaneddin
Samsâme: Hz. Ali’nin kılıcı Zülfekar’dan sonra gelen
Amr’ın meşhur kılıcı.

Samsâme’yi eyledikçe teslîl
Teslîm-i suyûf ederdi a’dâ
Muallim Naci

samt: Ar. Susma, sessiz durma, sessizlik.

Bugün başında nigeh-bân-ı teessürdür
Mezâr gibi oda samt u sükûn ile pürdür
Tevfik Fikret
Bu rükûdet, bu samt ü cevf-i leyâl
Ruhu bir sekte-i tereddüdle
Habseder bir azâb-ı seyyâle
Cenap Şahabeddin samt-ı cevf-i leyâl: Gece boşluğunun sessizliği.

Bu rükûdet, bu samt-ı cevf-i leyâl
Ruhu bir sekîne-i tereddüdle
Habs eder bir azâb-ı seyyâle
Cenap Şahabeddin samt-ı dehhâş: Çok dehşetli sessizlik.

Görmez mi avâlim-i ziyâ-pâş
Göklerde nedir bu samt-ı dehhâş
Abdülhak
Mihrünisa
Hanım samt-ı ebediyyet: Sonsuz ses.

Bir ufk-ı tehî, bir gece, birlerce sitâre
Samt-ı ebediyyetle bakar hâb-ı bahâra
Ahmet Hâşim

samt-ı hasta: Hasta sessizliği.

Ocak harâb u tehî, lâmba kimseziz, a’mâ
Bu samt-ı hasta eder hüzn ü uzleti îmâ
Ahmet Hâşim

samt-ı nâlân: İnleyen sessizlik.

Bir samt-ı nâlân; rûh-i avâlim
Etmekte zikr-ı Hallâk-ı dâim
Tevfık Fikret

samt-ı ulvî: Yüce sessizlik. Allahü ekber. Allahü ekber.

Bir samt-ı ulvî; kalb-i tabîat
Tevfik Fikret

samt-ı ümîd: Ümit susuşu.

Ezhâr-ı bahârın yerine berf-i sefîdi
Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümîdi
Cenap Şahabeddin

samt u nedâmet: Pişmanlık ve susma.

Bî-teemmül söze âgâza cesâret etme
Sonra haclet çekerek samt ü nedâmet etme
Ahmet
Râşit

samt u sükût: Susma ve sessizlik.

Ya söyle sözü güher nisâr et
Ya samt u sükûdu ihtiyâr et
Ziyâ Paşa

samem: Sağırlık.

samem-i rûzgâr: Rüzgârın sağırlığı.

Hüsn-i etvârı nazar-bahş-ı deyâcîr-i amâ
Lûtf-ı güftârı harâbîde bünyân-ı samem
Nâbî
Böyle mi eylerdim edâ medhini
Olmasa muhkem samem-i rûzgâr
Nef’î

sâmit: 1. Susan, sesi çıkmayan. 2. Sessiz, ses çıkarmaz, sağır. 3. Cansız (mal). 4. gr.

Sessiz harf. c. savâmit.

Râhattan olan benim gibi dûr
Ger sâmit ola değil mi ma’zûr
Fuzûlî

savâmit: Sâmî t’ler.

samût: 1. Az konuşan. 2. Susmuş; surat asarak susan.

Her serv-i samût olmada bir heykel-i esrâr
Makberlerin onlarla karâbetleri vardır
Abdülhak Hâmit
İnsân ki kalbi şâir olur rûhu lâ-yemût Ümmî de olsa kalbi olur şâir-i samût
abdülhak Hâmit

samût: bk. samt.

sanâdîd: Ar. Sındîd’in çokluğu.

Büyükler; büyük kavimler, büyük âmirler, büyük yiğitler.

sanâdîd-i Arab: Arab’ın büyükleri.

Ser-nigûn eyledi ser-keşleri hep
Nâ-bedîd oldu sanâdîd-ı Arab
Hakanî

sanâdîd-i düvel: Devletlerin büyükleri.

Ki ettiler re’yini tahsîn sanâdîd-i düvel
Kıldılar zâtına şâbâş bütün hâs ile âmm
Üsküdarlı Hakkı Bey

sanâdîd-i sühan-dân-ı ümem: Ümmetin güzel söz söyleyen büyükleri.

Erbâb-ı şühûdun sühanı keşf-i hikemdir
Makbûlü sanâdîd-i sühan-dân-ı ümemdir
Sâmi san’at: bk. sun’.

sanâyi’: bk. sun’.

sanevber: Ar. Çamfıstığı ağacı.

Divan şiirinde sevgilinin boyu için kullanılır.

Dilleri bâr-ı sanevber gibi sad-pâre olur
Tîğ-ı berrânını yâd eyledikçe a’dâ
Nef’î
Bir türbe ki nev -bahâr yapmış
Beklerşeb ü rûzunu sanevber
Abdülhak Hâmit

sand, sandal: Ar. Hindistan’da bulunan
kokulu, sert bir ağaç.

Bundan tesbih yapılır.

Bîm-i tîğ-ı zebân kilkimden
Feleğin reng-i sandalı görünür
Nef’î
Bâkî ye kılsın muattar bezm-i efkârı diye
Pâdişâhın micmer-i adlinde sandalyaktılar
Bâkî

sandûk, sandûka: Ar. Sandık. c. sanâdîk.

Eyledi takdîr sandûku tahazzürde nihân
Mevsim-i eyyâm-ı îdde saklanan kâlâgibi
Nâbî

sandûka: Türbelerde kabrin üzerine tahtadan yapılan ve yeşil çuha örtülen yer.

Kimdir ki bu sandûka, kimindir ki bu türbe Üç yüz bu kadar milyon adam var baş ucunda
Midhat Cemal Kuntay

sandûka-i cevâhir-i esrâr: Sır cevherlerinin sandukası.

Sandûka-i cevâhir-i esrâr
Kâ’be’dir
Gencîne-i defîne-i âsâr
Kâ’be, dir
Nâbî

sanem: Ar. 1. Put. 2. Nazımda sevgili, dilber anlamına kullanılır.

Farsçası büt’tür. c. esnâm.

Şimdi
Muhibbî bir saneme bağlı bendedir
Baş eğmeyen kimesneye sultân olan gönül
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Çeşm ü ebrun üzre neyler hâl-i müşgîn ey sanem
Nokta konmaz sûre-ı Yâ
Sîn ü Tâ
Hâ üstüne
Lamiî Çelebi
Meydir mihek-i âşıkân, âşûb-ı dil, ârâm-ı cân
Ser-mâye-i pîr-i mugân, pîrâye-i bezm-i sanem
Nef’î

sanem-i bî-vefâ: Vefasız sevgili.

Bin bin selâm şol sanem-i bî-vfâya kim
Redd elleri ile attığı taş merhabâlanır
Necati Bey

sanem-i lâle-izâr: Lale yanaklı sevgili.

Pîrehen berk-i semen kûy-ıgirîbân şeb-nem
Gülsitân oldu bugün bir sanem-i lâle-izâr
Bâkî

sanem-i mâh-cemâl: Ay yüzlü güzel.

Meftûn yine dil bir sanem-i mâh-cemâle “Elden ne gelir ağlamadan başka bu hâle”
Kemalzâde Ekrem Bey

sanem-i mâh-lika: Ay yüzlü güzel.

Olduk nereye vardık ise aşka giriftâr
Alındı gönül bir sanem-i mâh-likâya
Bağdatlı Ruhi

sanem-i perî-veş: Periye benzer güzel.

Ol sanem-iperî-veşin kıssası hûbdur velî
Lafz u edâya gelmez
Esrâr ile mâ-cerâları
Esrar Dede

sanem-i ra’nâ: İki yüzlü güzel.

Cilve ettikçe döner bir sanem-i ra’nâya
Ki hırâmında nümâyân ola sat gunc u delâl
Nef’î

sanem-i sîmîn-ber: Gümüş göğüslü güzel.

İçdiğince kızarır ol sanem-i sîmîn-ber
Bâdedir derler ise ne ola kişinin miheki
Mesihi

sanem-hâne: Put evi.

Ta’mîr-ı Kâ’be hidem-i sanem-hâne iş değil
Aç dîde-i basîreti kalb-i harâba bak
Naîm (Tezkirecizade Müverrih)

sanem-misâl: Put misali.

Kâfir-dilân-ı hırs ferâmûş edip
Hakkı
Şimdi sanem-misâlperestiş kuruşadır
Nâbî
esnâm: Sanem’ler, putlar; put gibi güzel sevgililer.

İçse bir cür’asını berhemen-i sad-sâle
Bir olur seng-i mezâr ile yanında esnâm
Nef’î
Nârıgül-zâr etmek isterisen
Halîlu’llahgibi
Nefsinin esnâmını kıl kendi destinle cüzâz
Nuri

sâni’: bk. sun’.

sânî: Ar. Seny’den; ikinci.

Hemân oldur niyâzım senden ey Keyhüsrev-i sânî
Ki gûş-ı hûşa mengûş eyle dürr-i pend-i pîrânı
Bâkî
Sühan bezminde ben bir rind-i dürd-âşâm kopdum kim
Maânî câmını içmekde oldum
Câmîi sânî
Hayâlî Bey
(kop-: ayağa kalkmak, meydana çıkmak)
Bihterîn-i vüzerâ âsafı sânî ki sezâ
Nâmına eyler ise cevher-i evvel ikrâm
Nâbî

sânî-ı Nefîi Rûm: Anadolu
Nefî’sinin ikincisi.

Sânî-ı Nef’î-ı Rûm’um ki ederler tahsîn
Kuvvet-i tab’ımı bi’l-cümle esâtîz-i benâm
Üsküdarlı Hakkı Bey

sânih, sâniha, sânihât: bk. sünûh.

sâniye: Ar. 1. Dakikanın altmışta biri.

Yarbaylık derecesinde bir rütbe. 3. Sânî’nin müennesi.

Bu vefâsız gecenin koynunda
Kalalım bir ebedî sâniye dalgın bî-hûş
Tevfık Fikret
Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede
Bir mehâbetli sabâh oldu her sâniyede
Yahya Kemal

sâr: Çlr) Far. “yer” ve çokluk bildirerek birleşik kelimeler yapar. çeşme-sâr: Çeşmesi çok olan yer.

çeşme-sâr-ı devlet: Devletin çeşmesi bol

olan yeri.

Çeşme-sâr-ı devletinden
Ab-ı Hayvân müstefz
Şeb-i çerâg-ı takatinden mâh-ı enver müstenîr
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

seng-sâr: Taşı olan yer, taşlık.

Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şîşedir bu reh-i seng-sâre düştü
Şeyh Galip

şâh-sâr, şâh-sâre: Ağaçların çok sık dallı olduğu yer.

Cândır sücûd eder sana her nahl-i hande-per
Eldir dud eder sana her berg-i şâh-sâr
Kemalzâde Ekrem Bey
-sâr: Far. “gibi, misl, benzer, eşit, beraber” anlamlarına gelen edat.

hâk-sâr: Toprakla beraber.

Khrâ’mn oldu tdkı zuhûrunla hdk-sdr
Sönmüştü ol dem âteş-ı İrân efendimiz
Faruk K. Timurtaş
kûh-sâr: Dağ gibi.

Zemîn ağlar, semâ ağlar, nesîm-i kûh-sâr ağlar
Bu manzar bak ne hoş-manzar, çiçeklerle bahâr ağlar
Hüseyin Sîret

sâr: Far. Deve.

sâr-bân: Deveci, şütürbân.

Ol nev’ ile zulmet-işeb-i târ
Kim olmadı sâr-bân haber-dâr
Fuzûlî
Çekme gurbet azmine ey sâr-bân mahmil sakın
Kim bu yolda bîm-i gurbettendir efgân-ı ceres
Fuzûlî

sâr-bân-ı vakt: Vaktin devecisi.

Sâr-bân-ı vakt isen hazm eyle zîrâ vakt olur
Bir topal merkeb belâsıyle katâr elden gider
Ziya Paşa

sârâ: Far. Halis, safi.

Hatt-ı miskînin lebinde anber-i sârâ satar
Ruhların reng-i muhabbet benlerin sevdâ satar
Hayâlî Bey

sârâ-yi sühan: Sözün safı.

Micmer-i dilde olursa eser-i âteş-i aşk
Neşreder râyihasın anberi sârâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

sarây: bk. seray.

sâr-bân: bk. sâr.

sarf: Ar. 1. Harcama, masraf etme, gider. 2. Para bozma. 3. Çevirme, döndürme.

Yâr mihmânımız oldu gelin ey cân u gönül
Kılalım sarf, nemiz var ise mihmânımıza
Fuzûlî
âfetin kadd-i nâzik-terine sarf edelim
Ne mertebe sühan-ı nâzikânemiz var ise
Nâbî
Sarfa sarfeylemeyip medreselerde ömrün
Geçinir bâzı yobaz softa da moM-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
Eline geçeni harcama bol bol Beyhûde sarf olan altın tunç olur
Âşık
Veysel sarf-ı emek: Emek harcama.

Kısmet
Lebîb her ne taraftan ise gelir
Zahmet çekip de sarfı emek sû-be-sû abes
Lebîb (Mehmet Lebîb)

sarf-ı güher: İnci saçma (gözyaşı dökme).

Etmeden sarf-ı güher mahzen-i endîşemden
Satarın kendimi şâirlere dirhem dirhem
Keçecizade İzzet Molla

sarf-ı himmet: Gayret harcama.

Sende var ise eğer hamiyyet
Tahsîline eyle sarf-ı himmet

sarf-ı mâl: Maldan vazgeçme, malı harcama.

Muhibb-i sâdık odur muktezâ-yı hâl üzre
Ya sarf-ı mâl ede ahbâbına ya bezl-i vücûd
Beliğ sarf-ı nakdîne-i eşk: Gözyaşının peşin harcanması.

Sarf-ı nakdîne-i eşk ettiğimiz kaldı bize
Vermedi sûd harîdâr-ı visâl olduğumuz
Nâbî

sarf-ı nazar: Vazgeçme, çekinme.

Husûl-i ma’nîye dektir sutûra sarf-ı nazar
Olunca kasra resân nerdübâna yer kalmaz
Nâbî

sarf-ı ömr: Ömrü boşa geçirme.

Sarf-ı ömr ettiğim esbâb-ı fenâ bunda kalır
Nakd-i efsûstur ancak görünen mâ-hasalım
Nâbî

sarf-ı zer: Altından vazgeçme.

Müzd-i hammâm
Fuzulî veririm cân nakdin
Kılmasın sarf-ı zer ol serv-kadd ü sîm-endâm
Fuzûlî

sarrâf: 1. Sarfeden. 2. Sarraf, c. sarrâfân.

Dihkan hadîka-i hikâyet
Sarrâf cevâhir-i rivâyet
Fuzûlî
Nideriz dirlik suyun biz cân yağmâya verdik
Gevheri sarrâflara ma’denyağmâya verdik
Yunus Emre
Çeşmim lebine meyl eder ise aceb olmaz
Sarrâf-durur la’l-ı Bedahşân’dan eder haz
İbni Kemâl

sarrâf-ı cihan’
Cihan kuyumcusu.

Söz
Yûsuf’unu müşg ile tartardı
Necâtî
Kıymet kosa sarrâf-ı cihân bugüher üzre
Necati Bey

sarrâf-ı çarh: Dünya kuyumcusu.

Sîm ü zerden her gece cem’ ettiğin sarrâf-ı çarh
Harc edip her gün kılar kapında hâk-i der güneş
Lamiî Çelebi

sarrâf-ı dehr: Dünya sarrafı.

Etmezdi böyle ceyb-i nevâzişte perveriş
Sarrâf-ı dehr anlamasa kıymetim benim
Nâbî
Sarrâf-ı dehr bilmez ise ne ola kıymetim
Bir gevherim ki hâk-i siyâh içre kalmışım
Emrîi
Kadim (Edirneli)

sarrâf-ı devrân: Feleğin kuyumcusu.

Bilmezem yâkût-ı ahmer mi lebin ya kût-ı rûh
Bir sor ey sarrâf-ı devrân kim ne cevher devridir

şeyhi

sarrâf-ı dîde: Göz sarrafı.

Sarrâf-ı dîdemizde o dil-ber güher sezer
Yüzüme güldüğü bu ki boyunda zer sezer
Necati Bey

sarrâf-ı dûn: Alçak sarraf.

Müşteri olmaz ona gerdûn gibi sarrâf-ı dûn
Cevher-i tahkiktir kıymette gâlîdir sözüm
Yenişehirli Avni

sarrâf-ı gevher: Cevher tartan.

Hani bir sarrâf-ı gevher dinleye ahbârımı
Terk ede dilden vefâsız ehl-i kâlin lâfını
Ümmî Sinan

sarrâf-ı şehr-i râz: Sır şehrinin sarrafı.

Benim sarrâf-ı şehr-i râz ü dükkânım dehânımdır
Da’avâtım kise, tahtam safha, engüştüm zebânımdır
Nâbî

sarîh: Ar. Sarâhat’ten; açık, belli, kolayca anlaşılabilir.

Verip hakk-ı sarihin kabz u bast u mahv u isbâtın
Adâlet-hâne-i hikmette etmiş cümlesin ırza
Nâbî
Kalbe kuvvet verir makâl-i sarih
Eyle re’y-i sedidini tavzîh
Muallim Naci
Allah’a değil, taptığın evhâma dayandın
Yandıysa eğer, hakk-ı sarihindi ki yandın
Mehmet Akif

sârik: bk. sirkat.

sarîr: Ar. Gıcırtı, cızırtı (kapı).

Gelir hâme sarire cünbiş-i engüştü gördükçe
Mesel çatlar piyâde etmese hande süvâr üzre
Nâbî
Câmi vasfında her satır beyânım çekti saf
Hâme-i ma’ni saririm es-salâ-hân-ı minâr
Nazîm (Yahya)
Ağlıyor hâmemin saririnde
Şi’rimin lafzı, vezni, kâfiyesi
Cenap Şahabeddin sarîr-i âb-ı revân: Akan suyun cızırtısı.

Sarir-i âb-ı revân u safir-i mürg-i çemen
Nikât-ı tehniyet-i mukaddem ettiler inşâ
Fuzûlî
Bu gûne âşık-âne bir gazel taksim eder gâhi
Verir hem nağme-i sit-i sarin zevk-ı şeh-nâzı
NeVı sarîr-i âb-ı revân’
Akan suyun çıkardığı ses.

Sarir-i âb-ı revân u safir-i mürg-i çemen
Nikât-ı tehniyet-i mukaddem ettiler inşâ
Fuzûlî

sarîr-i bâb: Kapı gıcırtısı.

Der-i muârazayı açma fasl-ı sohbette
Gıcırtı etme ayıptır sarir-i bâbgibi
Sâbit

sarîr-i bâb-ı cennet: Cennet kapısının gıcırtısı.

Sarir-i bâb-ı cennettir nevâ-yı nây uşşâka
Semâ’ etsin sadâ-yı feth erişti cân-ı müştâka
Şeyhülislam Yahya

sarîr-i hâme: Kalem gıcırtısı.

Dinlesin gelsin sarir-i hâmemi
Nef’i benim
Anlayın neyde mezâyâ-yı terennüm ne eydügin
Nef’î
Sarir-i hâme sanma ıstılâhâta boğulmakla
Eder bi-çâre dâim şive-i küttâbtan feryâd
Koca Râgıp Paşa

sarîr-i kilk: Kalem cızırtısı.

Ya’nî kim endîşe-sencân-ı cihânın dâimâ
Hem sarîr-i kilki hem vird-i zebânıdır sözüm
Nef’î

sarrâf: bk. sarf.

sarsar: Ar. Soğuk ve sesli rüzgâr.

Kuş yetişmez der idim olmasa tayyâr eğer
Eremez gerdine zîrâ ki ne sarsar ne sabâ
Nef’î
Olsa temkîni eğer şâmil-i ecsâd-ı latîf
Sadme-i sarsar olur hâne-i dünyâya temel
Kâzım Paşa
Donar soğuktan efendi semender âteşte
Bir iki gün dahi böyle eserse bu sarsar
Nedim

sarsar-ı azl: Azil fırtınası.

Sarsar-ı azl salıp tefrika bâğ-ı îşe
Hâneden mansıbın ardınca bile gitti nizâm
Nâbî sarsar-ı bih-efgen-i sermâ: Kışın kök deviren rüzgârı.

Çıktı yine bir sarsar-ı bîh-efgen-i sermâ
Kuşlar çekilip lâneler, vardı sükûta
Tûfân gibi bârân oluyor gulgule-fermâ
Hattâ meşekûta
İsmail Safa

sarsar-ı kahır: Öfke tufanı.

Sarsar-ı kahrından etmiş şöyle şâhâ havf kim
Dem-be-dem titrer hazân bergi gibi muztarr güneş
Lamiî Çelebi sarsar-ı sedd-i sedîd’
Düz set tufanı.

Eylese takviyet-i hükmü eğer bir kâhı
Sarsar-ı sedd-i sedîd olmak için istihdâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)

sarsar-ı tûfân-ı fenâ: Yok oluş tufanı.

Manzar-ı himmetinin küngüre-i rif’atine
Eremez sarsar-ı tûfân-ı fenâ birlegubâr
Bâkî

sath, satıh: Ar. 1. Bir şeyin dış tarafı, yüzey. 2. Üstten görünen kısım. 3. Ev damı.

Mihr-i mihrin felek-i dilde tulû’ etmiş idi
Olmadı mâh-ı felek sathına merkûz henüz
Nizami sath-ı âb: Su yüzeyi.

Düşer de bir varak miyâne-i sükûnuna
Hemen kalırdı çîn-i ihtilâc içinde sath-ı âb
Tevfik Fikret

sath-ı sebz
Yeşillik üstü.

Nev-bahâr-ı lûtfu bezl etse kerem nimetinden
Sath-ı sebze sahn-ı çînî ola hân-sâlâr gül
Necati Bey

sath-ı semâ: Gök yüzeyi.

Değil sath-ı semâ vü encüm-i rahşende sermâdır
Felek bir pür-niyâz-ı nakş etti efürde duhân üzre
Ziyâ Paşa

sath-ı sükûn: Sessizlik yüzeyi.

Güneşli sath-ı sükûn-perverinde bir havuzun
Uçan hevâm-ı heves-kârı andırır fikrim
Tevfik Fikret

sath-ı zemîn: Yer üstü.

Sath-ı zemîn ü küngüre-i âsümân nedir
Fasl-ı bahâr ü sayf ü şitâ vü hazân nedir
Ziyâ Paşa

sathî: sâtı’, sâtıa: Ar. Sutû’dan; yükselen, meydana çıkan, yükseldikçe yükselen. c. sevâtı’.

Sînesi gâyet ile vâsi’ idi
Nûr-ı sâtı’gibi hem lâmi’ idi
Hakanî
Lerzân oluyor şu seyf-i sâtı’
Billâh o verir cevâb-ı kâtı’
Abdülhak Hâmit
Hükm-i sâtı’gâlibdir nass-ı kâtı’ kuvvetin
Bak cidâl-i kâinâta başka bürhân istemez
Abdülaziz
Mecdi Efendi

satır, satr: Ar. Yazı sırası. c. sutûr, estâr.

Vasf-ı kaddünle hırâm etse alem gibi kalem
Leşker-i satrı çeker defter ü dîvân saf saf
Bâkî
Yazarken vasf-ı çeşmin pâ-yi hâme satrdan çıkmış
Meğer mest-ânelik te’sîr edip güm-kerde râh olmuş
Nâbî
Câmi’ vasfında her satır beyânım çekti saf
Hâme-i ma’nî sarîrim es-salâ-hân-ı minâr
Nazîm (Yahya)

satr-ı ahkâm: Hükümlerin satırı.

Tavk-ı fermânı ilegerden-i fitne mağlûl
Satr-ı ahkâmı ilepây-ı sitem der-zencîr
Nef’î

satr-ı nâ-ber-câ: Yersiz satır.

Hoş-nümâdır hatt-ı püşt-i lebde ebrûlar kadar
Satr-ı nâ-ber-câ bulunmaz nüsha-i tenzîlde
Muallim Naci

satr-ı nuhust-ı nâme-i şevk: İstek mektubunun ilk satır yazısı.

Satr-ı nuhust-ı nâme-i şevk olmadan tamâm
Dâmâna indi şakk-i kalem iştiyâktan
Nâbî

satr-ı ümîd: Ümit satırı.

Elim mahbere, endîşe-lîka, ye’s-i midâd
Çekmede satr-ı ümîde hatt-ı butlân-ı kalem
Akif Paşa

sutûr: Satırlar.

Behiştî
nice saf asker çekip şi’rim sutûrundan
Yine mülk-i belâgatte bugün bir kal’a aldım ben
Behiştî

sutûr-ı erkâm: Rakam satırları.

Lûle-i çeşme-i hûrşîde şikâf-ı hâme
Mevce-i lücce-i envâre sutûr-ı erkâm
Üsküdarlı Hakkı Bey

sutûr-ı hâdisât-ı dehr: Dünya olaylarının satırları.

Kitâb-ı âlemin evrâkıdır eb’âdı nâ-mahdûd
Sutûr-ı hâdisât-ı dehrdir âsâr-ı nâ-ma’dûd
Hoca Tahsin

sutûr-ı hatt: Hattın satırları.

Saf çekse ne dem sutûr-ı hattın
Ey saf-der-i rezm-gâh-ı ma’nâ
Nef’î

sutûr-ı metn: Metin satırları.

Sutûr-ı metne sığışmaz gazellerin
Nâbî
Misâl-i hatt-ı bütân der-kenâr olur giderek
Nâbî

sutûr-ı nazm: Nazım satırları.

Sutûr-ı nazm ile kıl kat’î pâye ey Âlî
Meseldir ayak ayak kişi nerdübâna çıkar
Âli Bey
(Gelibolulu Müverrih)

sutûr-ı nev-zemîn: Yeni yerin satırları.

Sutûr-ı nev-zemînim gül-bün-i gül-zâr-ı tab’ımdır
Ki her bir mısrâHnda mevc urur tûfân-ıgül-bûse
Esrar Dede

sutûr-ı nüsha-i âfâk: Ufuk nüshalarının satırları.

Baktım sutûr-ı nüsha-i âfâka ser-te-ser
Yek harf-i nâ-be-kâide yoktur miyânede
Nâbî

sutûr-ı nüsha-i takdîr: Takdir nüshasının satırları.

Değil tedbîr ile bir ferd
Kadîr’i mahv u isbâta
Sutûr-ı nüsha-i takdîre kimdir hâme uydurmuş
Koca Râgıp Paşa

satl, satıl: Ar. Leğen, bakraç.

satl-ı dil-keş: Gönül çeken leğen.

Bihamdillâh satl-ı dil-keşinden nem kalır hâli
O zülfün bend-i zencîrindeyim çeşmimde yaşım var
Nedim

satl-ı har-bende: Seyisin leğeni.

Çeng-i sâzendesidir târ-ı şihâb ile hilâl
Satl-ı har-bendesidir efier-ı Nûşirvânî
Nadiri (Ganizade)

satranc: Hintçe > sadreng veya sadrenc’den; 1. aslı “şatranc”tır.

64 kareye ayrılmış bir zemin üzerinde taşlarla oynanan oyundur.

Satrançta taş sayısı 16’sı siyah 16’sı beyaz veya kırmızı olur.

Satranç oyunun terim ve isimleri şiirlere konu olmuştur.

Bunlar: Şâh, vezir (ferzâne, ferzend), fil, at, kale ve piyon (piyade, baydak) adı verilen taşların çeşitli hareketleri bir savaş alanında hareket eden ordunun ataklarına benzetilir.

Hep ileride olabilecek işleri düşünen ve görmeye çalışan bir zekâ oyunudur. 2. Türk
Halk edebiyatında aruz ölçüsünün “müfteilün müfteilün müfteilün
müfteilün” kalıbı ile musammat gazel biçiminde yazılan şiir.

Dertli ve
Emrah’ın satrançları meşhurdur.

Aşk satrancında ruhu şâha ferzend eyleyen
Aşkî derler bize ol ferzânelerden biryiz
Aşkî

satranc-ı muhabbet: Sevgi satrancı.

Dil baydakını verir ü şeh-mat olur ol kim
Satranc-ı muhabbette ruh-ı yâr ile oynar
Ahmet Paşa

sâtûr: Ar. Satır (bıçak, balta) c. sevâtîr.

Beni öldür beni kim şu’ledepervâne-sıfat
Nice bir titreyeyim kabza-i sâtûr üzre
Nedim

satvet: Ar. 1. Birinin üzerine şiddetle sıçrama. 2. Zorluluk, ezici kuvvet.

Satvetin şöyle zebûn eyledi ser-keşleri kim
Kalmadı kimsede endîşe-i mekr-i düşmen
Nedim
Bu ne vicdân-gezâ şenîa, ne âr
Yere geç satvetinle ey serdâr
Tevfik Fikret
Ne hicrândır ki en şevketli bir mâzî serâb olsun
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun
Mehmet Akif

satvet-i iclâl: Güç ve kuvvet saldırısı.

Şükûh ü satvet-i iclâl mahv eder fi’l-hâl
Ecell ecell denilen bir belâ-yı mübremdir
Ziyâ Paşa

satvet-i muhâceme: Hücum çarpması.

Fakat bizimkilerin satvet-i muhâcemesi
Bırakmıyor ki atılsın o bir adım ileri
Tevfik Fikret

savâb: Ar. 1. Doğruluk, dürüstlük; doğru hareket veya davranış. 2. Doğru, dürüst.

Göstermek için hatâ savâbı
Her şiveden ettim intihâbı
Ziyâ Paşa
Asıl merâm-ı hükm-i ezel bulmadır vücûd
Zâhirdeki savâb u hatâ hep bahânedir

Kerâhettir mey içmek diye esrâra rızâ verdin
Hezâr ahsente sûf haylice re’y-i savâb olmuş
Avnî

sâib: 1. Yanlışsız, doğru. 2. Maksada uygun. 3. Hedefe doğru ulaşan.

Ne hayâl-i sâib ister ne kemâl-i tâlib ister
Buna tab’-ı Râgıb ister vere böyle hüsn-i ziynet
Koca Râgıp Paşa
Baht olmayınca hüsn-i tabîat neyi müfîd
Sâibde olsa halk hatâsın arar bulur
Koca Râgıp Paşa
Ya sâib görmüş olsa çâr-bâğ-ı İsfahân vasfın
Ne gûne rahne-i dîvâre eylerdi nihân âbâ
Nedim

sâibü’t-tedbîr: Tedbirin doğruluğu.

Azmde nev-civân u hazmde pîr
Sâhib ü’s-seyf ü sâibü’t-tedbîr
İbni Kemâl

saVe: Ar. Kuyruk sallayan c. saVât.

Hem-râh olamaz onunla yârân
Şeh-bâz ile sa’ve olmaz akrân
Ziya Paşa

savlecân: Ar. Çevgan, cirit oyununda kullanılan eğri sopa.

Gûy-ı melâhat olmaya meydân-ı hüsnde
Zülf-i muanberin o mehin savlecân tutun
Cem Sultan
Düştükçe hâkegûy-sıfat kelle-i adüvv
Pây-ı semendi tut ki ona savlecân olur
Nef’î
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücûm içindeki tekbîr aşkına
Yahya Kemal

savlecân-ı Yed-ı KudretKudret elinin eğri sopası.

Savlecân-ı Yed-ı Kudret’le hemîn
Geldi meydâna bu kez rûy-ı zemîn
Hakanî

savlet: Ar. Saldırma, üstüne yürüyüp saldırma.

Hırz-ı cân-ı saltanat nîrû-yı bâzû-yı zafer
Rükn-i savlet unsur-ı haşmet esâs-ı saff-derî
Nedim
Savlet etmişti
Çanakkale’ye bahr ü berden
Ehl-ı İslâm’ın iki hasm-ı kavîsi birden
Sultan V. Mehmet
Reşad
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücûm içindeki
Tekbîr aşkına
Yahya Kemal

savlet-i kâh-ı vekâr: Ağırbaşlılık köşkünün saldırısı.

Lerze düşmüş savlet-i kâh-ı vekânndan tamâm
Arz-ı Nişâbûr-veş iklîm-ı İrân üstüne
Nedim

savlet-i şîr: Arslan saldırısı.

Olsa ger ma’deleti takviye-bahş acze
Bere, âhûya gezend erdiremez savlet-i şîr
Üsküdarlı İsmailPaşazâde

sâil: Saldırıcı, saldıran, savlet eden.

Her sûda, evet, manzaranın hüsnüne sâil
Bir fâcirenin hande-i gâret-geri vardır
abdülhak Hâmit

savm: Ar. Oruç.

Cân verir râhat-hulkûma esîr-i helvâ
Gelse efierde-gî-i savm ile hulkûmuna cân
Sâbit

savm u salât: Namaz ve oruç.

Savm u salâtı fevt olan onu kazâ kılar
Sensiz geçen zemân ile vaktin kazâsı yok
Nesimi
Gelgel berü ki savm ü salâtın kazâsı var
Sensiz geçen zemân-ı hayâtın kazâsı yok
Nesimi

sâim, sâime: Oruç tutan.

Gelir şevke kesel neyl-i visâl-i yârdan sonra
Olur ârız girânlık sâime iftârdan sonra
Nâbî
Kimi sâim, kimi kâim, o tavanlar, yerler “Kulhüvallahü
Ehad” zemzemesinden titrer
Mehmet Akif

sâim-i hicrân: Ayrılık orucu tutan.

El vereydi ni’met-i vaslın eğer bayrâmda
Gam yemezdi sâim-i hicrânın ol eyyâma dek
Şeyhülislam Yahya

savma’a: Ar. Savm’dan; 1. İbadet yeri, tekke. 2. Çile hücresi. c. savâmi’
Rûh yok savma’anınpîr-i abâ-pûşunda
Hâl var mey-kedenin rind-i kadeh-nûşunda
Nââî
Bezm-i edebin bana muâşırları yegdir
Bî-rûy u riyâ savmaa küstahlarından
Nâiî
Mahsûs olursa zâhid-i sâlûsa savma’a
Olmaz aceb ki sâkin-i vîrâne bûmdur
Bağdatlı Ruhi

savâmi’: Savma’a’lar.

Dolaş savâmii, gel sonra bezm-i rindâna
Reşâdı anlamaz âdem dalâli anlamadan
Muallim Naci

savn: Ar. Koruma, muhafaza etme.

savn-ı kudret: Kudret koruması.

Savn-ı kudrettir muîn ü hem-demi
Avn-i hazrettir karîn ü mahremi
Ziyâ Paşa

sıyânet: Koruma, korunma.

Vücûd-ı pâkini ekdârdan sıyânet için
Eder felekte melekler tasaddukât ü nüzûr
Nâbî
Merdüm-âzâr-ı nevâziş siteme rağbettir
Zâlime merhamet ef’â-yı sıyânetgibidir
Ziyâ Paşa
Ömerlerin, Yavuzların biz vefâsız evlâdı
Sıyânet eylemedik yâdigâr-ı ecdâdı
Mehmet Âkif

savt: Ar. Ses, seda. c. esvât. hüsn-i savt u sûretle edip âgâze hânende
Şerf

savt-ı âvâze-i ikbâl: Talihin şöhret sesi.

Ola iklîm-i ademden dahi sad-merhale dûr
Savt-ı âvâze-i ikbâlin ile ceyş-iften
Nedim

savt-ı bârid: Soğuk ses.

Safâ yine dargın edecek hâlini gûyâ ızmâr
Savt-ı bâridle temâdî ediyor sohbet-i yâr
Kemalzâde Ekrem Bey

savt-ı bülbül: Bülbül sesi.

Vakt-i güldür savt-ı bülbül nağme-i bezm-i sabûh
Geçmeyen mey-hâne bâbından bulur sâkî fütûh
Behiştî

savt-ı celâcil: Çıngırakların sesi.

Görelim dâire-i aşka koyalım ârı
Olsun ol dâireye savt-ı celâcil zân
NeVî savt-ı ceres: Çan sesi.

Eder savt-ı ceres râh-ı hatarda daPet-i reh-zen
Hele dünyâda yoktur âdeme şöhret kadar düşmen
Râşit (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

savt-ı Dâvûd: Hz. Davud’un sesi.

Figân etsem gelir her kûşeden bir nâvek-i ta’ne Üşermiş üstüne kuşlar işitse savt-ı Dâvûd’u
Behiştî

savt-ı kahrî: Kahredici ses.

Sît-ı adl ü savt-ı kahrî yayılıp her cânibe
Âsitân-ı pâkine yüz sürdü haylî kahramân

savt-ı kilâb: Köpek sesi.

Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz
İnsânda şu nân-körlüğe tel’în eden âvâz
Tevfik Fikret

savt-ı mürgân-ı hoş-elhân: Nağmeli kuşların sesi.

Subh-dem velvele-i nevbet-i şâhî mi değil
Savt-ı mürgân-ı hoş-elhân ü sadâ-yı küh-sâr
Bâkî

savt-ı tegâfül: Gaflet sesi.

Hüznüyle susan meşcerlerdengam-ı Eylül
Bir gölge yayarken, onu bir savt-ı tegâfül
Ahmet Hâşim

savt-ı ümmîd-i kalb: Kalbin ümit sesi.

Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden
Cevf-i husrdna düşmek istiyorum
Ahmet Hâşim
esvât: Savt’lar, sesler.

esvât-ı arz: Yeryüzünün sesleri.

Esvât-ı arza karşı sen etmiştin âtiyâd
Bess ü şikâayet etmeyi âlâm-ı sem’den
Cenap Şahabeddin esvât-ı hayât: Hayatın varlığını belirten sesler.

Uyuyanlar uyanır pey-der-pey
Dokur esvât-ı hayâtı herşey
Cenap Şahabeddin sa’y: Ar. Çalışma, uğraşma, cehd etme. c. mesâî.

Devr-i gül erdi tâze cevândur cihân yine
Sa’y eyle ayş ü işrete ahd-işebâbda
Bâkî
Bekâyı hak tanıyan sa’yi bir vazîfe bilir
Çalış çalış ki beka: sa’y olursa hakkedilir
Mehmet Akif
Seyl-i hevesle doldu
Yahyâ yine vâdî-i hevâ
Geçmeğe sa’y u himmet et kantara-i mecâzdan
Şeyhülislam Yahya
Zevk-ı aşka ermeyenler zevk alamaz kendüden
Adem olmak ister isen aşka sa’y et her zemân
Gaybî

sa’y-i akl ü fikr: Akıl ve fikir gayreti.

Olsa takdîr-ı Hudâ kâr eylemez tedbîr ona
Mümkün olmaz sa’y-i akl ü fikr ile tağyîr ona

selami

sa’y-i Bâkıl: Bâkıl’ın gayreti.

Herkesin gayreti memdûh olur idrâki kadar
Bir midir himmet-i âkıl ile sa’y-ı Bâkıl
Eşref Paşa
(Bursalı Mustafa)

sa’y-i belîğ: Güzel çalışma.

Tâlibâ sa’y-i belîğ et kûy-ı yâre varagör
Cânı cânâne verip terk eyle yoğu varı gör
Selimî, Talibî, Sarı
Selim (II. Selim)

sa’y-i istikhâl: Kaş yapma gayreti.

Sa’y-i istikhâl ederken dîdesin ihrâc eder
Lâ (“Kaş yapayım derken göz çıkarır.

” atasözünün diğer bir söyleniş şekli)

sa’y-i meşkûr: Şükür gayreti.

Ne kâr-ı müşkili düşse umûr-ı dîn ü devlette
Düşe makbûlü şahinşâh-ı âlem sa’y-i meşkûru
Nef’î

sa’y-i riyâzet: Riyazet gayreti.

Eremezsin zâhidâ vaslına ol
İsî-demin
Dem-be-dem sa’y-i riyâzetle gerekse göğe uç
Necati Bey

sa’y ü gûşiş: Çalışma ve çabalama.

Nasîb olmaz mukadderden ziyâde sa’y ü kûşişle
Eğer az u eğer çok kim gelir cümle
Hudâdandır
hisali
mesâî: Sa’yler, çalışmalar. mesâî-i mahsûsa: Özel gayretler.

Ancak onun mesâî-i mahsûsasıyladır
Bu devletin terakkî-i esbâb-ı kuvveti

sâî: 1. Çalışan. 2. Hızlı yürüyen. 3. Haber götüren; kovuculuk eden. c. sâûn. sâî-i bâd-ı sabâ’
Saba rüzgârının kovuculuk edeni.

Sâî-i bâd-ı sabâ gonca-i cerâbını açıp
Bülbüle nâme-i berg-i gül-i ra’nagösterir
Rızayi sâî-i tâat-i aşk: Aşk ibadetinin çalışanı.

Sâî-i tâat-i aşkın ârzû-yı âhiret
Kevser ü hûra değil sahbâ-yı dil-berdir bana
Namık Kemâl

sayd: Ar. 1. Av. 2. Avlama, avlanma.

Sayyâd sak ın cefâ yamandır
Bilmezsin mi ki kane kandır
Fuzûlî
Seni sayd eyleme mümkün mü dedim dil-dâra
Dedi bin nâzile sîm ü zere sor sorma bana
Enderunlu Vâsıf
Çeşm-i siyehin süzmüş edip mest-i tegâfül
Tîr-i nigehi sayd arar etrâf-ıgüzerde
Nâilî
Pâyında bulur saydını
Anka: -yı tevekkül
Etmez heves-i sayd ile bâl ü pere minnet
Nâbî

sayd-ı cân: Can avlama.

Her nigâhın kûşe-i çeşminde sayd-ı cân için
Sûret-i âhûda bir câdû-yı efiûn-sâz eder
Nâilî

sayd-ı dil: Gönül avlama.

Kemend-i sayd-ı dil ü cdn iken kesip zülfün
Yine kesilmedi zülf-ı Ayazdan
Mahmûd
Beliğ sayd-ı insân: İnsan avı.

Şîrler pençe-i zûr-âver ile râm olmaz
Sayd-ı insdna tevâzu’gibi bir ddm olmaz
Mahmut
Nedim
Paşa

sayd-ı murâd: Arzu, istek avı.

Bir iki câm-ı bdde ile nîm-mest olup
Sayd-ı murddım almağa şîr olmak isterim
Behiştî

sayd-ı mürgân: Kuşları avlama.

Gâh sürgün avların ettik kuşattık dağların
Gâh şdhîn alıp ele sayd-ı mürgân eyledik
Bahtî (Sultan I. Ahmet) sayd-ı şikârav avlama.

Gözü dhûlar ile azm-i kendr eyleyelim
Biz de beğler gibi bir sayd-ı şikâr eyleyelim
Âhî

sayd-ı ümîd: Ümit avı.

Ettim şu’â’-i çeşmimi ebrû-yı yâre rdst
Sayd-ı ümîdim okunu saldım kemdne ben
Behiştî

sayd-ı zebûn: Güçsüzü avlama.

Sayd-ı zebûnu eylemeden gayrı der-kemend
Ayd görür mü fdide sayyddımız bizim
Nâbî

sayd-âver: Av getiren.

Ddne-i eşkin yine sen gösterip cdndneye
Ey gönülşeh-bdz-ı sayd-âver eremez ddneye
behiştî

sayd-âşiyân: Av yuvası.

Hevd-yı ışka dil mesken olalı zühde menzil yok
Ki her bir mürge şeh-bdz-ı hümd sayd-dşiydn vermez
behiştî

sayd-figen: Av düşürücü, av avlayan.

Nücûm birle felek bîşe-zâr-ı kadrinde
Peleng-i sayd-figendir hilâl ona çengâl
Hayaâ Bey

sayd-gâh, sayd-geh: Av yeri.

Bu fenâ sayd-gehinde acabâ var mı ola
Sayd için kendisi sayd olduğun anlar sayyâd
Nâbî
Dün sayd-gehte gördüm o bî-rahmı hey meded ayyûka çıkmış idi sadâ-yı amân amân
nevres-i Kadim

sayyâd: Avcı, sayd yapan.

Sayyâd dedi ki ben fakîrim
Fakre bu hamâme tek esîrim
Fuzûlî
Hoten âhûsu ise tutmaz efâzıl makbûl
Bir gazâlin ki erâzilden ola sayyâdı
Hakanî

sayyâd-ı bâd-ı nev-bahâr: İlkbahar rüzgârının avcısı.

Mevc urur sanman çemen sayyâd-ı bâd-ı nev-bahâr
Subh-dem ayş u safâ mürgini avlar dâm ile
Şeyhülislam Yahya

sayyâd-ı bî-dâd: Adaletsiz, zalim avcı.

Esâfil behre-dâr-i kurb-ı cebbârân-ı devlettir
Kilâb olmaz cüdâ sayyâd-ı bî-dâdın rikâbından
Namık Kemâl

sayyâd-ı bî-insâf: İnsafsız avcı.

Muini zâlimin dünyâda erbâb-ı denâetdir
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten
Namık
Kemal sayyâd-ı çeşmGözü avlama.

Zülfü siyâhı ağına hâlin ben eyleyip
Sayyâd-ı çeşmi sayd eder ehl-i melâmeti
Hamdullah Hamdi

sayyâd-ı gamze: Yan bakış avcısı.

Ah kim sayyâd-ı gamzenden dile peykân yağar
Oh nice sihr etti nahcîr üstüne bârân yağar
Ahmet Paşa

sayyâd-ı mâhir: Usta balık avcısı.

Gamze-i dil-ber ki çeşm-i mestine nâz öğretir
Sanki bir sayyâd-ı mâhirdir ki şeh-bâz öğretir
ŞeyhülislamYahya

sayyâd-ı zülf: Saç avcısı.

Sayyâd-ı zülfün eyledi dil mürgini şikâr
Sayyâd elinden alagör onu şikârdır
Enverî

sayyâd-bâz: Avcılıkla uğraşan.

Defter-i nisyânda kayd et ism ü resmim nâ-bedîd
Pençe-i dest-i ecel sayyâd-bâzda bul beni
Âşık Ömer

sâye: Ar. Gölge. 2. Koruma, sahip çıkma. 3. Yardım.

Fuzûlî başına ol serv sâye saldı bugün
Ulüvv-i rif’at ile yetmez âfitâb sana
Fuzûlî
Ne sabâ sâika dersem yaraşır sür’atte
Ki seğirdirken ona sâyesi olmaz hem-pâ
Nef’î
Düşürmüş anber-i zülfün hümâyûn gölgesin aya
Taâlallah zehî sünbül taâlallah zehî sâye
Nesimi sâye-i adi: Adaletin gölgesi.

Etmiş olsa âsümân ger sâye-i adlin makarr
Eylese akl-ı mücerred der-geh-i lûtfun mekân
Üsküdarlı Hakkı Bey

sâye-i Âi-i Abâ: (Ehl-ı Beyt)
Hz. Peygamberin kızı
Fatıma, damadı
Hz. Ali ve torunları
Hz. Hasan ve
Hz. Hüseyin’den meydana gelen sülalesinin gölgesi.

Sâye-ı Âl-ı Abâ’da bî-niyâz-ı âlemim
Matlabım hep hâtır-ı bî-iştibâhımdır benim
Esrar Dede

sâye-i aşk: Aşkın gölgesi.

Sâye-i aşkında çok ihsâna mazhar olmuşum
Sînede deryâlanan kanımda bir ni’met bana
Esrar Dede

sâye-i âtıfet: Karşılık beklemeden gösterilen iyiliğin gölgesi.

Germ olup tâb-ı havâdîsten eyâ evc-i kerem
Sâye-i âtıfetin üstüne bir hayme yeter
Nâbî

sâye-i bezm: Bezmin gölgesi.

Sâye-i bezmin celâl-i câhın âsâyiş-gehi
Râyet-i azmin hümâ-yı devletin bâl ü peri
Nedim

sâye-i bî-cân: Cansız gölge.

LutfU ukalâ sâhib-i zıldan eder ümmîd
Nâ-dândır eden sâye-i bî-câna teşebbüs
Nâbî

sâye-i cehl: Cehaletin gölgesi.

Sâye-i cehlinde nâ-dân dâimâ âsûde-hâl
Cây-ı râhat bulamaz dânâ çeker renc ü ta’ab
Şeyhülislam Yahya

sâye-i dîvâr: Duvarın gölgesi.

Başıma gün doğmada rûy-i siyâhım hâkte
Yâr kûyunda nem eksik sâye-i dîvârdan
Hayâlî Bey

sâye-i evrak: Yaprakların gölgesi.

Sâye-i evrâktan eşcâr kursa dâmlar
Olsa sahn-ı bâğda ayş u safâ mürgü şikâr
Şeyhülislam Yahya

sâye-i gül: Gülün gölgesi.

Yatıp bülbül olurdu sâye-i gül cây-ı pervâne
Husûl-i zevk-ı râhat olsa mevkûf-ı edeb şimdi
Nâbî

sâye-i Hak: Hakk’ın koruması.

Sâye-ı Hak hâmî-i dîn-i mübîn
Âmir-i mutlak emîrü’l-mü’minîn
Muallim Naci

sâye-i hâr-ı gül-i dîbâ: Elbisedeki gül dikeninin gölgesi.

Güllü dîbâ giydin ammâ korkarım âzâr eder
Nâzenînim sâye-i hâr-ı gül-i dîbâ seni
Nedim

sâye-i hürriyyet: Hürriyet sayesi.

İşte gördün ya, herif “sâye-i hürriyyette”
Diyerek, başlamak üzreydi hemen tehdîde
Mehmet Akif

sâye-i hüsn: Güzelliğin gölgesi.

Kâm almak için sâye-i hüsnünde felekten
Sâgar çekelim sâkî-i sîmîn-bilekten
Enderunlu Vâsıf

sâye-i lutf-ı Hudâ: Allah’ın lütfunun gölgesi.

Sâye-i lûtf-ı Hudâ
Hazret-ı Sultan
Ahmed
Ki
Ferîdûn ü Skender olamaz der-bânı
Nef’î

sâye-i memdûd: Uzatılmış koruma.

Olsa mümtedd ne kadar devlet-i yek-rûze-i hayât
Yine bî-fâidedir sâye-i memdûd gibi
Nâilî

sâye-i müjgân: Kirpiğin gölgesi.

Târ-i zülf-i yâr-i nâzikten ona ey çeşm-i ter
Sâye-i müjgân ile bir âbnûsî hâne yap
Beliğ

sâye-i müjgân-ı âhû: Ceylan kirpiğinin gölgesi.

Nâ-tüvânım şöyle çeşmin hasretinden kim gehî
Sâye-i müjgân-ı âhû pây-mâl eyler beni
Nedim sâye-i perr-ı Hümâ: Devlet kuşunun kanadının gölgesi. dem hani ki sâye-i perr-ı Hümâ gibi
Zıll-i zalîl-i gerd-i rehin sâybân idi
Cem Sultan

sâye-i pîr-i mugân: Meyhanecinin gölgesi.

Devr-i la’linde baş eğmem bâde-i gül-fâma ben
Sâye-i pîr-i mugânda minnet etmem câma ben
Nevres-i Kadim

sâye-i serv: Selvinin gölgesi.

Sâye-i servinde hoş geçmek diler miskin gönül
Demez anda sdye ne eyler kim musavver nûrdur
İbni Kemâl

sâye-i serv-i hırâmân: Salına salına yürüyen selvinin gölgesi.

Varıp bir su kendnn bezm-gâh etmekten el yudum
Nice su sâye-i serv-i hırâmândan dahi geçtim
Behiştî

sâye-i serv-i kad: Serviye benzeyen boyunun gölgesi.

Bâr-ı mihnetten nihâl-i kametin ham olmasın
Başımızdan sâye-i serv-i kaddin kem olmasın
Fuzûlî

sâye-i şâh-âne: 1. Şâhânenin gölgesi. 2. Temenna; eğilerek el ile selam verme. (Dalkavukluk etme).

Ne evâmir, ne nevâhi, ne namâz ü ne niyâz
Asrımız sâye-i şâh-ânede
Cennet gibidir
Nâilî
-ı Cedid
Eskiden vardı ya meydânda gezen ipsizler
Hani bir “sâye-i şâh-âne” çekip her boku yer
Mehmet Akif

sâye-i taht: Tahtın gölgesi.

Sâye-i tahtında feyz-ı Hakk ile olsun nasib
Her diyâra devlet-i hüsnü’l-meâb-ı Arz-ı Rûm
Nâbî

sâye-i Tûbâ: Tuba ağacının gölgesi.

Ey Behişti olmuş ebyâtın sütûrunda midâd
Kasr-ı cennet üzre düşmüş sâye-ı Tûbâgibi
Behiştî

sâye-i Tûbâ-yı cünûn: Deliliğin
Tuba ağacının altındaki gölgesi.

Bâğ-ı aşkın olalıgül-şen-i me’vâ-yı cünûn
Fark-ı eflâke düşer sâye-ı Tûbâ-yı cünûn
Leskofçalı Galip
Bey

sâye-i ümmîd: Ümit gölgesi.

Sâye-i ümmid zâil âftâb-ı şevk germ
Rütbe-i idbâr âli -pâye-i tedbir dûn
Fuzûlî

sâye-i zülf: Saçının gölgesi.

Sâye-i zülfü düştüğü yerleri
Nâili gören
Fark edemez diyâr-ı Çin memleket-ı Hıtâ mıdır
Nâilî

sâye-âsâ: Gölge gibi.

Nûr-ı hüsnün âşıkı bir gûne bi-tâb etti kim
Sâye-âsâ ba’d-ezdn hicrâna isti’dâdı yok
Nâbî

sâye-bahş: Gölge sunan.

Sâye-bahş-ı vuslat ol uşşâk-ı mehcûr üstüne
Etti sansınlar şehidân-ı gamın nûr üstüne
Ethem
Sakızlı

sâye-bân: Gölgelik.

Gün yüzüne sünbül-i zülfün edinmiş sâye-bân
Sâye-bân içre acebtir kim güneş olmuş nihân
İbni Kemâl
Çetr-i ikbâlin ola kevn ü mekâna sâye-bân
Sâyesinde kâinât âsûde tâ rûz-ı hisâb
Nef’î

sâye-dâr: 1. Gölgeli, gölge eden. 2. Koruyan, sahip çıkan.

Zemân-ı ayş ü işret mevsim-i geşt ügüzâr oldu
Nişimen dil-berâna şimdi nahl-i sâye-dâr oldu
Fıtnat
Hanım

sâye-endâz: Gölge salan; koruyuculuk eden.

Ne ola dönse behişte sâye-endâz olduğu gül-şen
Sabri

sâye-endâz-ı kerem: Cömertliğin gölgesini salan.

Gül-istân-ı dehre geldik renk yok bû kalmamış
Sâye-endâz-ı kerem bir nahl-i dil-cû kalmamış
Nâbî

sâye-gâh: Gölgelik yer.

Yarın sen bir avuç toprak
Kesâfetiyle gelirsin bu sâye-gâha, bırak
Esir-i sâfını döksün ile’l-ebed
Tevfik Fikret

sâye-güster: 1. Gölge salan, gölge eden. 2. Koruyan.

Nice bin vâridât âmâde-i tahrir olur dilde
Olunca sâye-güster kilk-i çâlâkim benân üzre
Nef’î
Geh bir leb-i cûda hoş-nişinim
Perverdesi bid-i sâye-güster
Muallim Naci

sâye-hâh: Koruma isteyen.

Sâye-hâh olsun mu fikrim böyle pertev-bâr iken
Muallim Naci

sâye-resân: Gölge eriştirenler.

Meydân-ı cenge sâye-resân oldu tuğlar
Reh-yâb-ı milk-ı Nûşirrevân oldu tuğlar
Yahya Kemal

sâye-sıfat: Gölge gibi.

Dilersen olmağa gün gibi âsumân-rif’at
Yüzünü sâye-sıfat hâk-i râh ol yire ur
Hayâlî Bey

sâye-vâr: Gölge gibi.

Âf-tâbım yüzüm ağ alnım açıktır gerçi kim
Sâye-vâr ardıncadır bir nice yüzü karalar
Necati Bey

sâye-veş: Gölge gibi.

Yerde gerek
Hayâlî yüzün sâye-veş senin
Başın ererse göklere mânend-i âftâb
Hayâlî Bey
Kûyuna varan seher başın eşiğinde bulur
Sâye-veş üftâdedir sen serv-kadde âftâb
İbni Kemâl

sâye vü mihr: Gölge ve güzellik.

Gelse bir araya sâye vü mihr
Olmaz bir arada cehl ileşi’r
Ziya Paşa

sayha: Ar. Bağırma, haykırma, nara.

San sayhasında
Sûr-ı Sirâfîl urur sabâ
Ki emvât-ı hâk cûşa gelip çâk eder kefen

şeyhi
Deniz dışarda uzun sayhalarla bir hırçın
Kadın gürültüsü neşr eyliyordu ortalağıa
Tevfik Fikret
Yetimin âhını yağmur duâsı zannetme
O sayha, ra’d-ı kazâdır ki gönderir ademe
Mehmet Akif

sayha-i gayya: Gayya kuyusunun narası.

Nigâh u sayha-i gayyâya düştü: Perde-i zulmet
Ziyâ-dâr oldu, meşhûn bevârik-i çehre-i eflâk
Kemalzâde Ekrem Bey

sayha-i ümîd: Ümit narası.

Karşında son terâne-i rûhum benim, medîd
Bir sayha-i ümîd olacaktır.

Ümîd! Ümîd!
Tevfik Fikret

sâyis: Ar. Siyâset’ten; seyis, at uşağı.

Ağlaşıp âhırda sâyisler dedi târîhini
Kaçtı dünyâdan kim almaz âh kırdı kösteği
Kimi sâyis kimisidir akkâm
Sarınıp şemle bürünmüş ihrâm
Sünbülzade Vehbi

saykal: Ar. Perdaht için, cilalamak için kullanılan alet. Hak Teâla çaldı bir saykal bu gözgüm pasına
Gönlümün sevdâsı yoktur âlemin gavgâsına
Hatâî (gözgü: ayna)
Hâk-ipâyinle olur çeşm-i cihân-bîn rûşen
Gerd-i râhınla bulur âyîne-i cân saykal
Bâkî
Sâkî getir ol bâdeyi kim dâfi’-igamdır
Saykal ur o mir’âta ki pür jeng-i elemdir
Bağdatlı Ruhi

saykal-ı dil: Gönül cilası.

Ol mey ki olur saykal-ı dil ehl-i kemâle
Nâ-puhtelerin aklına bâdî-i ziyândır
Ziya Paşa

saykal-zede: Cilalı, cilalanmış
Oldu saykal-zede bu nüh revâk-ı kevn ü fesâd
Nâbî

sayref, sayrefî: Ar. 1. İşini bilir, kurnaz. 2. Sarraf, c. sayrefiyân.

Dürr-i eşki rişte-i müjgâna döne döne as
Sayrefî dükkânın açtın ey gözüm dür-dâne as
enverî

sayrefî-i dehr: Dünyanın sarrafları.

Takdîr-i behâ eyleyemez sayrefî-i dehr
Bir cevhere kim hâk-i siyâh içre nihândır
Yenişehirli Avni

sayrefiyânSayrefler.

Mahsûd-ı tab’-ı sayrefîyân-ı kemâl olur
Hikmet o rütbe gevher-i nazmın güzîdedir
Hersekli Arif Hikmet

sayyâd: bk. sayd.

sâz: Far. 1. Çalgı aleti, saz. 2. Silah, 3. At takımı. 4. Sıra, düzen. 5. Güç, kuvvet. 6. Hile. 7. Eş, benzer. 8. Ustalık.

9. Menfaat.

Aşktır âvâz-ı nâlem böyle pür-sûz eyleyen
Neşve-i sahbâ verir meclisde bâng-ı sâza şevk
Rızâyî
Geh sâz u tarab gehî âgânî
Eyyâm-ı neşât idi zemânı
Nâbî
Sürûrî

sâz-ı aşk: Aşk sazı.

Bir civân-ı nâzenînin sûz u sâz-ı aşkıdır
Hân-kah-ı dilde hergün raks-ı devrân eyleyen
Esrar Dede

sâz-ı cünûn: Cinnetlik sazı.

Sâz-ı cünûn âgâz eder efgânıma dem-sâz olur
Her nağme-i eyvâha zîr ü bemm güler ben ağlarım
Esrar Dede

sâz-kâr: 1. Uygun. 2. Saz çalan sanatçı. müz. Bir çeşit mürekkep makam.

Mevsim-i gülde
Bâkî yâ gül-şene vardığım bu kim
Nağme-i âhı bülbülün nâleme sâz-kârdır
Bâkî
Haste-i derd ü gama âb u hevâsı sâz-kâr
Mübtelâ-yı kahr-ı dehre der-gehi kehfu’l-emân
nef’î-sâz: Far. “Yapan, uyduran, düzen, düzücü” anlamlarında birleşik kelimeler yapar. âşiyân-sâz: Yuva yapan.

Ey tâir-i nâz-ı sidre-pervâz
Kalbimde olaydın âşiyân-sâz
Mehmet Âkif
Paşa
cilve-sâz: Cilve edici.

Hâver-i imkânda olmaz idi bir dem cilve-sâz
Pertev-i mihr-i zuhûrum bilse rûh-ı enveri
Üsküdarlı Hakkı Bey
çâre-sâz: Çare edici.

Ahlât-ı mahiyetle alîl oldu cân-ı zâr
Ey afv-ı çâre-sâz inâyet zemânıdır
Nâbî
dem-sâz: Sırdaş.

Ney gibi bir âşık-ı dem-sâz buldum kendime
Sırr-ı aşkı söylerim hem-râz buldum kendime
Şeyhülislam Yahya
efsûn-sâz: Büyücü.

Her nigâhın kûşe-i çeşminde sayd-ı cân için
Sûret-i âhûda bir câdû-yı efsûn-sâz eder
Nâilî
fesâne-sâz: Efsane düzen.

fesâne-sâz-ı evhâm: Evham efsanesi düzen.

Tükendi gerçi hurâfât-ı evvelîn ammâ
Fesâne-sâz-ı evhâm-ı halka yok yapan
Nâzım Paşa
hande-sâz: Gülen.

Hande-sâz olmadadır hâlime her dem a’dâ
Âh aceb ne olsa gerek bu sitem-i nâ-ber-câ
Enderunlu Vâsıf
hıyre-sâz: Göz kamaştıran. hıyre-sâz-ı ifhâmanlayışı altüst eden.

Ebrûları hıyre-sâz-ı ifhâm
Müjgânları nîze-bâz-ı evhâm
Şeyh Galip
işret-sâz: İçki içen.

Olmuş iken bülbül-i mest ile işret-sâz gül
Al tûtîler gibi etmek diler pervâz gül
HayaM Bey
kâr-sâz: Becerikli, iş işleyen.

Dünyâ vü âhirette budur nakd-i kâr-sâz
Mahlûk için müdâhane Hallâk için namâz
Yenişehirli Avni
kîmyâ-sâz: Kimya ile uğraşan.

Kîmyâ-sâzlığa etme şegaf
Eyleme mâlını beyhûde telef
Nâbî
lâne-sâz: Yuva düzen, yuva yapan.

Halka-i çeşminde merdüm sanma olmuş lâne-sâz
Zîr-i tâk-ı ebruvânındapiristûlar yine
Nâbî
menzil-sâz: Menzil yapan.

menzil-sâz-ı endûh: Gam menzili yapan.

Hâtır-ı zârımda menzil-sâz-ı endûh olmağa
İttihâd etmiş gibi derd ü anâ-yı kâinât
Yenişehirli Avni
merhem-sâz: Merhem yapan; bir işe tedbir bulan.

Dil-i mecrûhuma eltâf ile merhem-sâz ol
Eyledi tîr-i sitem bağrımı pür-yara meded
Enderunlu Fazıl
mühimm-sâz: Önem ortaya koyucu, mühimm-sâz-ı adâlet
Adaletin önemini

ortaya koyucu.

Şeref-bahş-i serîr-i saltanat ser-mâye-i devlet
Mühimm-sâz-ı adâlet revnak-efzâ-yı
Müselmânî
nef’î
nagam-sâz: Türkü söyleyen, güzel sesler çıkaran.

Ümmîdime îmânım olur şeh-per-pervâz
Bin tevbe eğer ye’s ile oldumsa nagam-sâz
Süleyman Nazif
nağme-sâz: Nağme yapan, nağme söyleyen.

Bâde-hâr-ı câm-ı aşkım bulsa feyzimden eser
Haşre dek bezminde
Zühre nağme-sâz-ı çeng olur
Leskofçalı Galip
nâ-sâz: Uygun olmayan.

Bu günden ahdim olsun kimseyi hicv etmeyim illâ
Vereydim ger icâzet hicv ederdim baht-ı nâ-sâzı
nef’î
nemîme-sâz: Dedikoduculuk yapan.

Meydâna geldi na’ş-ı rakîb-i nemîme-sâz
Kıldım huzûr-ı kalb ile ömrümde bir namâz
Sâbit
nesak-sâz: Düzenleyen, tertip eden. nesak-sâz-ı câzim-i mehâmm-ı devlet: Devletin önemli işlerini kestirip atarak düzenleyen.

Ey nigeh-bân-ı makâlîd-i nizâm-ı devlet
Ve ey nesak-sâz-ı câzim-i mehâmm-ı devlet
Fehim (Hoca Süleyman)
nevâ-sâz: Çalgıcı, okuyucu.

Ey mutrib-i cân-efzâ ey tûtî-i şekker-hâ
Lutf eyle nevâ-sâz ol yetmez mi bu istiğnâ
Esrar Dede
nümûne-sâz: Örnek yapan.

Terkîb-i hüsn ü aşktan olmuş nümûne-sâz
Ârâyiş-i merâtib-i nakz ü ziyâd eden
Nâbî

reşk-sâz: Gıpta ettiren, imrendiren.

reşk-sâz-ı anber: Amberi kıskandıran.

Kef-i sirişkî-i bezm reşk-sâz-ı anberdir
Ki doldu nükhet-i zülfüyle cûy-bâr-ı zamîr
Beliğ

sihir-sâz: Sihir yapan.

Gamze-i tîğ-keş ü çeşm-i sihir-sâzına bak
Kasd-i cân eyler iken şîvesine nâzına bak
Nef’î

sühan-sâz: Söz düzen.

Bülbülleri tûtî-i sühan-sâz
Bepgâları söz ü sâza hem-râz
Şeyh Galip

şerh-sâz: Şerh edici, açıklayıcı.

Olaydı âtıfeti şerh-sâz-ı nüsha-i cûd
Verirdi va’de-i imrûz lutf-i ferdâya
Fehim (Hoca Süleyman)

şifâ-sâz: Şifa verici, iyileştiren.

Ey şifâ-sâz-ı belâ-yı âfât
Melce-i cümle usât-ı arasât
Hakanî

tarab-sâz: Neşe ve sevinç veren, neşelendirici.

Hem öyle vakâyi ki temâşâsı hazîndir
Âheng-i tarab-sâzı bütün âh u enîndir
Mehmet Akif

tefrika-sâz
Tefrika uyduran.

Çarha olsa nazar heybeti ger tefrika-sâz
Göremez birbirini haşre kadar çeşm-ı Peren
Keçecizade İzzet Molla

terâne-sâz: Ahenkli yer.

terâne-zâr-ı felek: Feleğin ahenkli yeri.

Terâne-zâr-ı felekde işittiğim nagamât
Benim ahvâlimi tutmuş sadâlarımdandır
Muallim Naci

tesliyet-sâz: Teselli edici, avutucu.

Koyulsun encüm-i hulyâya doğru pervâza
Bugün bu senden inen nûr-ı tesliyet-sâza
Ahmet Hâşim
vahdet-sâz: Birlik yapan.

Olur bu dâr-ı vahdet-sâz ü kesret-sûzda dâim
Sad-âyât-ı ene’l
Hak rû-nümâ
Mansûr nâ-peydâ
Yenişehirli Avni
vîrân-sâz: Viran yapan.

Düşmen-i mağrûrun olma satvetinden ters-nâk
Peşşe vîrân-sâz-ı mağz-ı nahvet-ı Nemrûd olur
Nâbî

sâzec: Ar. 1. Sade, saf, katıksız, temiz. 2. Yalnız, tek. c. sevâzic.

Söz bir nefes-i sâzec-i bî-rengdir ammâ
Berhem-zen-i sûret-kede-i kevn ü mekândır
Yenişehirli Avni

sâzende: Far. 1. Çalgıcı. 2. Yapıcı, düzenleyici.

Sâzende dahi rütbe-i zillettedir ammâ
Remmâl ü müneccim gibi mehnûs değildir
Nâbî
Çeng-i sâzendesidir târ-ı şihâb ile hilâl
Satl-ı har-bendesidir efer-ı Nûşirvânî
Nadiri (Ganizade)

sâzende-i mizâc-ı devâ: İlacın şifasını veren.

Tuttukça nabzımız gelir efgâna târ-ı reg
Sâzende-i mizâc-ı devâdır tabîbimiz
Nâbî

sâz-kâr: ÇlÂjlr) bk. sâz.

seb’, seb’a: Ar. Yedi sayısı.

seb’-i şidâd: Yedi kat gökler.

Onungçin kadr-i erbâb-ı dilifarkeylemez devrân
Kim anlar sâye salmaz âr eder seb’-işidâd üzre
Nef’î
Hârik-ı âdet mi değil bî-imâd
Ola kıyâm üzre bu seb’-işidâd
Nahf
Ârif n ilm-i rumûzun bilmeyen ey bed-fâl
Seb’ayı seyrân edip gel gör nedir ondan zuhûr
Ümmî Sinan

seb’a-i iklîm: Yedi diyar, yedi kıta.

Şi’r-ı Bâkî seb’a-i iklîme oldukça revân
Okunursa yeridir bu nazm-ıgarrâ semt semt
Bâkî

seb’a-i seyyare: Yedi gezegen (Merkür=Utârid, Venüs=
Zühre, Mars=Mirrih, Jübiter=Müşteri, Satürn=
Zühal, Neptün, Plüton.

Ruhun seyrettir ey rû-yi zemînin mâh-ı tâbânı
Biraz baksın felekten seb’a-i seyyâre eğlensin
Bâkî
Sebca’l-mesâni: Tekrarlanan yedi ayet.

Yedi ayetten meydana gelen ve
Kur’an-ı Kerim’in ilk suresi olan
Fâtiha’ya verilen isim.

Tasavvufa göre bu yedi ayetin yedi hattı (iki kaş, dört kirpik ve bir saç) karşıladığı ifade edilir.

Zülfü ruhsârını görmeklik için leyl ü nehâr
Okurum
Seb’a’l-mesânî ile
Kur’ân berigel
Nesimi Sebâ: Ar. Hz. Süleyman’ın zevcesi olan
Belkîs’ın
Yemen’de hüküm sürdüğü beldenin adı.

Ey nâme-res mâh-likâdan mı gelirsin
Ey Hüdhüd-i ümmîd
Sebâdan mıgelirsin
Nâbî
Gönül reşk-âver-i frdevs iken tûfân-ıgam bastı
Harâb etti
Sebâ iklîmini seyl-ı Arem bastı
Hâmi (Hâmi-ı Amidi)
Etti
İran’ı hücûm-ı sipehiyle vîrân
San
Sebâ sahrâsına seyl-ı Aremrem geldi
Seyyit Vehbî
Hüdhüd-i nutkuma bâğ-ı sühanımda görse
Ola zindân dil-ı Belkîs’a çemen-zâr-ı Sebâ
Nazîm (Yahya)

sebahat: Ar. Aslı sibâhat’tır.

Suda yüzme.

Özümü kurtaram sebâhatlen
Bir kenâra çıkam ferâğatlen
Fuzûlî

sebbah: Sibâhat’tan; 1. Suda yüzen yüzücü. 2. Yüzgeç.

Sebbâh ü süvârî ne de timsâh ü gazanfer
Ta’kîb edemez dalgayı, dalgaysam eğer ben
Abdülhak Hâmit
Hâlâ görünür o rûhü’l-ervâh
Bir cevv-i münîr içinde sebbâh
Mehmet Âkif

sebak: Ar. 1. Ders. 2. Birbirini geçme, ilerleme. c. esbâk.

İstiyorsan almayı hikmet kitâbından sebak
Hâme-ı Kudret ne yazmış safha-i ruhsâra bak
Hayâlî Bey
İster isen almağı hikmet kitâbından sebak
Hâme-ı Kudret ne yazmış safha-i âsâra bak
Naîm (Tezkirecizade Müverrih)
Mecmûa-i cemâlin açıp varak varak
Aşkın mualliminden okur cân sebak sebak
Cafer
Çelebi (Tâcizade)
Sanma
Ferhâd ile
Mecnûn oldular abdâl-ı aşk
Dostum ben mübtelâdan aldılar onlar sebâk
Muradî (Sultan III. Murat)

sebak-ı nâz: Naz sayfası.

Dil-rübâlar sebak-ı nâz ederler ezber
Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler
Behiştî

sebak-âmûz: Ders öğreten, muallim, hoca, öğretmen.

Endîşem edîb-i hikem-efrûz-ı ezeldir
Nutkum sebak-âmûz-ı debistân-ı kıdemdir
Nef’î

sebak-daş: (Ar. Türk.): Bir hocadan ders okuyan.

Ta’lîm ü taallümyoğ iken mekteb-igamda
Bir noktada
Kays ile sebak-daşlarız biz
Nev’î
Cân ile şâkird olup üstâd-ı ışka gül gibi
Gel
Bahâristân okuyalım sebak-daş ol bana
Hayretî

sebak-gû: Ders okuyan.

sebak-gû-yı zahir: Yardımcı ders okuyan.

Tıfl-ı ebced olamam olmuş iken pâdeşehim
Fenn-i esrâr-ı maânîde sebak-gû-yı zahîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

sebak-hân: Dersini okuyan.

Ders alır hâce-i cünûnumdan
Akl bir kûdek-i sebak-hândır
Esrar Dede

sebak-hân-ı cefâ: Cefa dersini okuyan.

Sebak-hân-ı cefâdır şimdi ol şûh-ı sitem-güster
Hemân bî-hûde derdin ol cefâ-cûyâne söylersin
Sebkatî (Sultan I. Mahmut) sebak-hân-ı debistân-ı taleb: Talep okulunun ders çalışanı.

Ey sebak-hân-ı debistân-ı taleb ehl-i dilin
Ketm ü pinhân ettiği hod nükte-ipeydâsıdır
Esrar Dede

sebâk-mâye: Ders gücü.

sebâk-mâye-i hayâl: Hayalin ders gücü.

Fehm eylemez bu remzi sebak-mâye-i hayâl
Mînâ-yı kalbe seng-i ehibbâ ağır gelir
Sâlik

sebât: Ar. Yerinde durma, kımıldamama, söz ve kararından vaz geçmeme.

Yoktur sebât çünki cihân-ı harâbda
Birdir hezâr sâl ile yek dem hisâbda
Bâkî
Sebâtı yok bu âlemin ona kim
Ftimâd eder
Ferah gelir terah gider, terah gelir ferah gider
Muallim Naci
Sebâtı kesmeyiniz, çünkü sâde sizde ümîd
Dönerseniz ebediyyen söner gider tevhîd
Mehmet Akif

sebât-ı kadem: Ayak direme.

Tevbe-i meyde sebât-ı kademimden sorma
Orasın sâkî-i gül-çehrenin ibrâmı bilir
Nâbî sebât-ı pây-ı erbâb-ı metânet: Sağlam kişilerin ayak diremesi.

Eder tedvîr-i âlem bir mekînin kuvve-i azmi
Cihân titrer sebât-ı pây-ı erbâb-ı metânetten
Namık Kemâl

sebbâh: bk. sebâhat.

sebeb: Ar. Aslı “ip” manasınadır.

Dilimizde de sebebsiz “ipsiz” anlamında “Ne sebebsiz adamsın?” şeklinde argo olarak kullanılır.

Bir maksattan dolayı. 2. Bahane. 3. İlgi, alaka. 4. Vasıta. 5. Alet. c. esbâb.

Bu sûz-ı aşka merdümek-i dîdedir sebeb
Her âteş ibtidâ şererden zuhûr eder
Nâbî
Telâş-ı va’d-i visâle sebeb nedir bilmem
Yalan mı yok güzelim özr-i ârif-âne mi yok
Neşet (Hoca Süleyman)
Bed-nihâd, ehl-i dili âzâra lâzım mı sebeb
Bülbül-i şeydâya zahm urmakda var mı hâre haz
Şeyhülislam Yahya

sebeb-i ber-bâdî: Berbatlık sebebi.

Hangi cürmüm buna cidden bâdî
Kime oldum sebeb-i ber-bâdî
Abdülhak Hâmit

sebeb-i derd: Dert sebebi.

Sebeb-i derdinem deme bana kim
Derdin em cevrini kerem bilirem
Hamdullah Hamdi
(em: ilaç, çare)

sebeb-i güft ü şinîd: Duyma ve söyleme sebebi.

Nazmım ol sikl-i güherdir kim olur hem-vâre
Halka tahmîn-i bahâsı sebeb-i güft ü şinîd
Nef’î

sebeb-i güft-gûy-ı râz: Sırları söyleme sebebi.

Hep şevk-i hüsndür sebeb-i güft-gû-yı râz
Hüsn olmasa ne olurdu aceb hâlimiz bizim
Nâbî

sebeb-i hayret: Hayret sebebi.

Nedir aceb sebeb-i hayretin nedir derdin
Kemâl-i lûtf ile kıl kemînene ihbâr
Nedim

sebeb-i hilkat-ı Âdem: Âdem’in yaratılış sebebi.

Bir perî silsile-i ışkına düştüm nâ-geh
Şimdi bildim sebeb-i hilkat-ı Adem ne imiş
Fuzûlî

sebeb-i kadr: Kıymetinin sebebi.

Sebeb-i kadri onun îd-i mübârek-fıtrat
Şeref-i bahtı bunun dâver-i ferhunde-şiyem
Nef’î

sebeb-i nazm: Nazım sebebi.

Ba’dezâ bast-ı makâl eyleyelim
Sebeb-i nazmı nedir söyleyelim
Enderunlu Fazıl sebeb-i nef: Fayda sebebi.

Bir gürûhun gamı bir tâifeye nFmettir
Sebeb-i nef’i etıbbâ olur âlemde ilel
Yenişehirli Avni

sebeb-i nefret: Nefret sebebi.

Hande-rûluk eser-i rahmettir
Türüş-rûluk sebeb-i nefrettir
Nâbî

sebeb-i rifât: Yücelik sebebi.

Sebeb-i rif’at olur, gam yeme, üftâde isen
Bir binâ tâ ki harâb olmaya ma’mûr olmaz
Fehim-ı Kadim (Uncuzade) sebeb-i saltanat-ı âdil; Adalet eden saltanatın sebebi.

Nazm-ı dünyâ sebeb-i saltanat-ı âdildir
A’del-i halkını
Hak nâzm-ı eşyâ eyler
Fuzûlî

sebeb-i serdârı: Başkomutanlık sebebi.

İstikamet olur elbet sebeb-i serdârî
Oldu ol yüzden elif ka; file-sâlâr-ı hurûf
Eşref Paşa
(Bursalı Mustafa) sebeb-i terbiyet-i gonca-i handân: Gülen goncanın terbiye sebebi.

Bâğ-bân-ı çemen-i dehre hayâl-i dehenin
Sebeb-i terbiyet-i gonca-i handân olmuş
Fuzûlî

sebeb-i terk-i cân: Can verme sebebi.

Bu nâz ü bu nigâh-ı tegâfül ki sende var
Hızr olsa âşkın sebeb-i terk-i cân olur
Nef’î

sebeb-i vasl: Kavuşma sebebi.

Dil-berde vefâ olmayıcak fâide etmez
Adlî sebeb-i vasl değil mâl ü menâlin
Adlî (Sultan II. Bayezid)
esbâb: 1. Sebeb’ler, vesileler, mucipler, vasıtalar. 2. Aletler. 3. Sebep olanlar. 4. Lazım olan önemli şeyler.

Murâd edince müsebbib bir âdemin kârın
Yed-i teşebbüsünü cüst u cû eder esbâb
Nâbî
esbâb-ı alâik: Dünyaya ait alaka sebepleri.

Işk erbâb-ı riyâdan fârig etmiş gönlümü
Fakr esbâb-ı alâiktan götürmüş rağbetim
FuzûH esbâb-ı beka: Kalıcılığın sebepleri.

Âsârıdır esbâb-ı beka âdeme, yoksa
Her nimet ü her izzetin encâmı ademdir
Behçet (Çankırılı)
esbâb-ı cefâ: Cefa vasıtaları.

Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin
Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten
Namık Kemâl

sebel: Ar. 1. Göze inen perde, dumanlı görme hastalığı. 2. Göz kapaklarının içinde kıl bitiren hastalık. 3. Bıyık.

“seblet” şeklinde de kullanılır.

Az idi sebel ferhundeleri
Milk-ı Rûm’un nite kim müşg-i teri
Hakanî

sebel-i dide: Göz hastalığı.

Mikrâz-ı lâ ile sebel-i dîdesin kesen
Görmek dilerse nûr-i yakîn ırak değil
Hayâlî Bey

sebel-i gaflet: Gaflet perdesi.

Sebel-i gafleti
Zâtî giderirsen gözden
Göreyim dîde-sıfat yerini
Hak eyleye nûr
Zâti sebh: Ar. Yüzme (suda).

Emvâc-ı iktirâbımın üstünde sebh ile
Oldum resîde sâhil-i hicr ü tevekküle
Cenap Şahabeddin sebîke: Ar. Eritilerek kalıba dökülmeş şey, külçe.

sebîke-i zer: Altın külçe.

Pûteye koyup edip isticlâ
Bir sebîke-i zeri kıldı peydâ
Nâbî

sebîl: Ar. 1. Yol, büyük cadde. 2. Sebil. su dağıtılan yer. 3. Parasız dağıtılan su. c. sü-
bül.

Deşt-i fenâda mürg-ı hevâ durmayıp döner
Tîgin
Hudâ yolunda sebîl etti cânları
Bâkî
Kâ’be-i kûyunda kıldım gözlerim yaşın sebîl
Teşne-diller çağrışıp derken meded birpâre su
Hayâlî Bey
Kanalların izi yok, köprüler harâb olmuş
Sebîller kurumuş, çeşmeler serâb olmuş
Mehmet Akif

sebîl-i bey’-i bât: Kesin satış yolu.

Bir pula değmez benim indimde sevk-i kâinat
Âlemi ben hîçe sattım bir sebîl-i bey’-i bât
Yenişehirli Avnî

sebîl-ı Mustafâ: Hz. Muhammed’in sebili.

Düştü bir târîh işrâb et ataş-i âleme
Nev sebîl-ı Mustafa
Han’dan gel iç âb-ı zülâl
fırnat

sübül: Sebîl’ler, yollar.

Hazret-i şâh-ı rusül hâdî-i esrâr-ı sübül
Şârık-ı çarh-ı Hudâ hazen-i genc-i is’âd
Nâbî
Ey sâhib-i mi’râc-ı habîb-ı Vehhâb
Hâdî-i sübül şâh-ı rusül arş-ı Cenâb
Nazîm (Yahya)
Çıkaran doğruya hâdî-i sübüldür
Kim ki bir hâha gider ol rehi şâh-râh bilir
Keçecizade İzzet Molla

sebk: Ar. 1. Bir şeyi eritme, kalıba dökme. 2. ed. İbarenin tertip ve tarzı.

Bir sânihanın olması hakk ıyla mübeccel
Olmakla olur sebk ü müeddâsı mükemmel

Şehen-şaha!
Hıdiva!
Şehriyârâ!
Asüman-kadra!
Bu devletle bu abd-i kem-terin sebk etti akrânı
Nedim

sebkat: Ar. Geçme, ilerleme.

Sebkat etmişti ciğer kanı gözüm yaşına bir vakt
Işk hükm etti yine cârî ola âdet-i sâbık
Fuzûlî
Nerdübân ile bagal-gîrliğe sür’at eden
Nerdübân üzre eder sebkate şimdi ikdâm
Nâbî

sebkat-i zât: Zatının öne çıkması.

Sebkat-i zât ile eyvân-ı risâlet sadrı
Şeref-i asl ile fihrist-i rusül müntahabı
Fuzûlî

seblet: Ar. Bıyık.

seblet-i ferhunde: Mübarek bıyık.

Az idi seblet-i ferhundeleri
Milk-ı Rûm’un nitekim müşg-i teri
Hakanî

sebt: Ar. Yazma; kaydetme. c. sübût.

Ol Süleymân-ı zemân kim vasf-ı pâkin sebt eder
Safha-i dehre bu resme hâme-i mu’ciz-beyân
Üsküdarlı Hakkı Bey
Ol dem ki kalem sebt için âsâr-ı hayâlim
Destimde ser-ender-ham-ı âgûş-ı bütândır
Nef’î

sâbit, sâbite: Sebat, sübût’tan; 1. Kımıldamayan, hareketsiz, yerinde duran; dayanıklı. 2. İspat edilmiş, anlatılmış. 3. Seyyare. c. sâbitât, sevâbit.

Bağteten sâbit olup gurre, firâşında imâm
Hâb için yatmış iken etti terâvîhe kıyâm
Nedim
Mânend-i şecer
Nâbît olur sâbit olanlar
Her hangi işin ehli isen onda devâm et
Ziyâ Paşa
Ben her ne kadar gördüm ise ba’zı mazarrat
Sâbit
kademim yine bu re’yin üzerinde

sâbitât:
Sâbit
’ler.

Kutsiye basınca pây-ı reftâr
Şevk eyledi sâbitâtı seyyâr
Şeyh Galip

sevâbit: sâbite’ler.

Bin şems-i tâb-dâr u hezârân meh-i münîr
Yüz bin sevâbit ü nice seyyâre-i ıyân

sâbit-kadem: Olduğu yerde duran, mec. sözünde duran.

Sâbit
kadem ol merkez-i me’mûn-ı rızâda
Vâreste olup dâire-i havf u recâdan
Ziyâ Paşa

sübût: Sabit olma, gerçekleşme, meydana çıkma.

Ahımız hasret-i ladinle göğe çıktı yine
Sanma
İsî-nefes olduğumuz buldu sübût
Behiştî

sebû: Far. Testi, topraktan yapma su kabı.

Lutfeyle sâkî nâzı ko, mey sun ki kalmaz böyle bu
Dolsun sürâhî vü sebû, boş durmasın peymâne hem
Nef’î
Sebû zânûde, sâgar elde, yâr âgûş-ı vuslatte
Bu tarz-ı hâs ile meclis aceb rindâne olmaz mı?
Vecdî
Ne inkırâz-ı bahârân ki hân-ı yağmâda
Şarâb mahzeni
Cem’den sebû sebû dökülür
Yahya Kemal
Sebûyu getir düşmenân çatlasın
Ser-i zâhid-i huşke ur patlasın
Keçecizade İzzet Molla

sebû-yı bâde: Şarap testisi.

Girân gelmez vekârı ehl-i feyzin müstemend-âne
Sebû-yı bâde mahmûrân-ı şevke bâr-ı dûş olmaz
Koca Râgıp Paşa

sebû-yı devlet: Devlet testisi (talih testisi).

Enverî elden koma kulpun sebû-yı devletin
Tut mahabbet ayağın meyl etme her peymâneye
Enverî
Bâde-i aşk sebû-yı dilime verdi halel
Kendi zarfna zarar eyledi ol keskin hall
Sâbit

sebû-yı kem-ter: Âciz testi.

Tûfân kemîne katresidir cûşumun benim
Gerdûn sebû-yı kem-teridir dûşumun benim
Nâbî

sebû-yı köhne: Eski testi.

Gönülden sırrın ifşâ eylemez pîr-i kühen zîrâ
Sebû-yı köhneden terşîh edip bir katre mâ’ çıkmaz
beliğ

sebû-yı mey: Şarap testisi.

Sebû-yı meyle ibrîk-i vuzû’ bir hâkten ammâ
Ne hikmettir bilinmez biri sâlih biri fâsıktır
Nâbî

sebû-yı pür: Dolu testi.

Sebû-yı pür sadâ vermez, tehî hum sâzdan kalmaz
Yesârın ketm eder mâl ehli, müflis devletin söyler
Lebîb-ı Amidî (Abdülgafur Hüseyin)

sebû-âsâ: Testi gibi.

Ayağ-ı mâh-ıgerdûne baş eğmem tâ sebû-âsâ
Perestiş-kâr-ı mihr-i sâgar-ı gerdânınım sâkî
Fehim (Hoca Süleyman)

sebû-endâm: Testi boylu.

Gülerdi taht-ı zerrîn üzre
Cem gül-şende güllerle
Sebû-endâm sâkîler elinden bâde geldikçe
Yahya Kemal

sebû-keş: Testi çeken, içki dağıtan.

Gerçi bu hum-hâne-i dehrin sebû-keş rindiyiz
Bilmedik ammâ ki sahbâ-yı safâ keyfyyetin
Nâbî
Cür’a ahd et ne ola bezminde sebû-keş olayım
Başımın üstüne emrin dediğim tek olsun
Behiştî

sebû-şiken: Testi kıran.

Hâtır-şiken olmadan sakın da yürü var
Sâgar-şiken ü sebû-şiken hum-şiken ol
Nâbî
Ab-âver ile bir idi ol sebû-şiken
Mümtâzdır zemânede destî kıran dahi
Keçecizade İzzet Molla

sebük: Far. 1. Hafif, ağırın zıddı. 2. Çabuk. 3. Ağırlığı, ağırbaşlılığı olmayan.

sebük-bâr: Yükü hafif, eşyası az olan.

Ger gitti ise esb ü şütür bârı ile
Bârî’ye şükürler ki sebük-bâr olduk

Efzûnî-i hayât kem-âzârlıktadır
Ser-mâye-i necât sebük-bârlıktadır
Nâbî

sebük-cevlân: Çabuk gidip gelen.

Meğer kilk-i sebük-cevlânın olmuşgerm-rev
Gâlib
Zemîn âteş zemân âteş bütün nakş u nigâr âteş
Şeyh Galip

sebük-destî: Eline çabukluk.

Dûr-bînân ki eder nakşa nigâh-ı dikkat
Zımn-ı sanâtte sebük-destî-i üstâda bakar
Nâbî

sebük-hîz: Çabuk esen.

Ey hâme-i ser-keş-i sebük-hîz
Vakt oldu ki olasıngüher-rîz
Fuzûlî
Dünyâyıgüzer etse ne ola bâd-ı sebük-hîz
Mânendi onun bulmaya meââ-yı selâmet
Nâbî

sebük-kâm: Emeline çabuk kavuşan.

Gören
Tehmeten-i çâbük-süvâr zanneyler
Sürünce düşmene ol sebük-kâmı
Nef’î

sebük-mağz: Akılsız. c. sebük-mağzân.

sebük-mağzân: Akılsızlar.

Ben esrâr-ı kaderle âşinâlık etmişim
Nâbî
Sebük-mağzân gibi takdîrle ceng ü cidâl etmem
Nâbî
Görüp bî-râbıta etvârı düşme kayd-ı tensîka
Sebük-mağzâne âkıl, âkıle dîvânedir dünyâ
haşmet

sebük-pâ: Ayağına çabuk.

Açıldığın haber verir ağyâra gül gibi
Dâim bize nesîm-i sebük-pâ gelir gider
Nâbî sebük-pâ-yı cihân-peymâ: cihanı ölçen ayağına çabukluk.

Nice tayyâr o sebük-pâ-yı cihân-peymâ kim
Ona hem-seyr olamaz hîç ne
Anka: ne hümâ
Nef’î

sebük-pervâz: Çabuk uçucu.

Nîzesin tîr-i sebük-pervâze eylerpîş-rev
Rezmdegelse o rahş-ı berk cevelân üstüne
Nedim

sebük-rây, sebük-rey: Hafif fikirli, düşüncesiz.

Bî-kes kaluban men-i sebük-rây
Sen eylemesen bana meded vay
Fuzûlî
(kaluban: kalarak)

sebük-reftâr: Hızlı giden; ölümlü, fani.

Oldu encâmı girân ömr-i sebük-reftârın
Zedelendi ucu destâr-ı mülâyim-târın
Nâbî

sebük-rev: Hızlı yürüyen, mec. fani, ölümlü. reh-neverd-i sebük-rev ki gelse reftâre
Ne sâika yetişir gerdine ne berk u ne bâd
Nef’î
cihân-ger ü sebük-rev kim tefâvüt eylemez
Zîr-i pâyinde zemîn deryâ mıdır sahrâ mıdır
Nef’î

sebük-rûh: 1. Hafif ruhlu, tez canlı. 2. Hoş sohbet, zarif, şen olan. 3. mec. Laübali. c. sebük-rûhân.

Bârını gerden-i ahbâba edenler tahmîl
Ne kadar olsa sebük-rûh olur elbette sakîl
Koca Râgıp Paşa

sebük-rûhân: Tez canlılar.

Merâsim-i meclis-i üns sebük-rûhâna sıklettir
Miyân-ı asdıkada şart-ı ülfet terk-i külfettir
Hersekli Arif Hikmet

sebük-ser: 1. Hafif düşünceli. 2. Aşağılık, sefih.

Hep çektiğim endûh sebük-serliğimindir
Bu keşmekeşe düşmez idim lengerim olta
Nâbî
Boğazı boş ne sebük-serler olur
Ki sühan nakline sür’atle solur
Nâbî

sebük-serî: Düşüncesizlik.

sebük-serî-i cevr: Sıkıntıdan gelen düşüncesizlik.

Olur sebük-serî-i cevre fark-ı naks u ziyâd
Ferâh-ı havsaladır tahrîr-i karâragelir
Nâbî

sebük-seyr: Çabuk dolaşan. sebük-seyr ü sebük-rev ki haberdâr olmaz
Eylese sîne-i mûr üzre eğer cevlânı
Nef’î

sebük-tıynet: Tez canlı, çabuk yaratılışlı.

Mey sebük-tıynet olan âşıkı küstâh eyler
Ne kadar yâre niyâz etse hacâletgelmez
Nâbî

sebz, sebze: Far. Yeşil, yeşillik.

Halka nîrenggeçer masbaga-i çerh-i kebûd
Kimisi sebz kimi sürh ü kimi zerdgider
Nâbî
bulur câme-i sebzîn varakla revnak
Sen ise ahsen olursun çıkarıp pîreheni
İbn-ı Kemal
Sehâb-ı lutfu ile sebz gül-sitân-ı ümîd
Nesîm-i hulku ile tâze ravza-i âmâl
Veysi (Alaşehirli Üveys Kadı)

sebz-gûn: Yeşil renkli.

Nigâh-ı ref’etinde şöyle feyz-i terbiyet var kim
Olur mir’ât-ı jeng-âlûde baksa sebz-gûn dîbâ
Nedim

sebz-pûş: Yeşil elbise, yeşil giymiş, yeşil örtmüş. c. sebz-pûşân.

Sebz-pûş olup kıyâma turdular her bir şecer
Kıldılar secde huzûr-ı kalb ile kûh-sâra bak
Adlî (Sultan II. Bayezid)

sebz-pûşân: Yeşil elbiseliler.

sebz-pûşân-ı behişt: Cennetin yeşil elbiselileri.

Hattını dedi görenler sebz-pûşân-ı behişt
Zeynîgül-şen görmeğe cem oldu kevser üstüne
zeynî

sebz-remâd: Yeşil kül.

Yazsalar ravzasının nâmını âteş-dâna
Zîr-i âteşte olur bir çemen-i sebz-remâd
Nâbî

sebz-veş: Yeşil renkli.

Mâ-beyn-igülde rüste olan berg-i sebz-veş
Sen şâh-ı hüsn bengâşiye-dârın senin
Nâbî

sebze: 1. Yeşillik. 2. Pişirilip yenilecek yeşillik.

Gel getir hattın hayâlini bu yanmış sîneme
Sebze âdetdir konur çün tâze biryân üstine
Cem Sultan

sebze-i derd ü giyâh: Bitki ve derdin yeşilliği.

Aceb ki bâğ-ı ümîd ü emelde hâsıl olan
Hemîşe sebze-i derd ü giyâh hasretdür
Rızayi sebze-i hod-rû: Yabani yeşillik
Bize kim âb verir ebr-i keremden gayri
Deşt-i bî-fâidede sebze-i hod-rûyuz biz
Nâbî sebze-i sahrâ-yı ademYokluk sahrasının yeşilliği.

Bulanır girye-i hûn-înim ile bahr-i vücûd
Sararır âhım ile sebze-i sahrâ-yı adem
Akif Paşa

sebze-i ter: Taze yeşillik.

Mevc urur bâd-ı seherden sebze-i ter mi aceb
Ya besât-ı bezm-i ayş olmuş yeşil hârâ mıdır
Bâkî

sebze-zâr: Sebzelik, yeşillik yer.

Zînet-ı Bâğ-ı İrem tutmağ için gül-zâr-ı subh
Eyledi gök sebze-zârın pür-gül-i ahmer güneş
Ahmet Paşa

sebze-zâr-ı âlem: Âlemin yeşillik yeri.

Çekmek istersen bu gün bâr-ı taalluktan elin
Servgibi sebze-zâr-ı âleme âzâdegel
Necati Bey

sebze-zâr-ı hüsn: Güzelliğin yeşillik yeri.

Gözlerim yaşından ey cân gül-şeni incinme kim
Sebze-zâr-ı hüsnün ol bârânıla sîr-âbdır
İbni Kemâl

sebzî: Yeşillik.

Seninle gel, bu hıyâbân-ı vahdet-ârâmın
İlelebed koşalım sebzi-i zılâlinde
Tevfik Fikret

sebzîn: Yeşil, hadra.

sebzîn-i varak: Yaprağın yeşili. bulur câme-i sebzîn varakla revnak
Sen ise ahsen olursun çıkarıp pîreheni
İbn-ı Kemal

seccâde: bk. secde.

secde: Ar. Namazda alnı yere koyma

şekli.

Evvel eser-i aşk ile ifnâ-yı vücûd et
Sonra taleb-i ma’rifet-i feyz-işühûd et
Hersekli Arif Hikmet
Cânâ ederse secde sana ay u gün ne ola
Yûsuf gibi güzellik ile buldun imtiyâz
Bâkî
Bir secde ile kıldı ruh-ı âftâb-ı zer
Hâk-i cenâb-ı dost aceb kîmyâ imiş
Bâkî
Rükû u secde eder kimi, kimi dahi kıyâm
İbâdet üzre komuş her birini
Rabb-ı Muin
Taşlıcalı Yahya Bey

secde-i Âdem: Hz. Âdem’in secdesi.

Secde-gâh etmişti ışk ehli kaşın mihrâbını
Kılmadan hayl-i melâik secde-ı Adem henüz
Fuzûlî

secde-i bî-hûde: Boşuna yapılan secde.

Bu secde-i bi-hûde nedir her kademinde
Ey hâme-i bi-mağz likâdan mıgelirsin
Nâbî secde-i eşcâr-ı şeb-ı Kadr: Kadir gecesinin ağaçlarına secde.

Eylemez secde-i eşcâr-ı şeb-ı Kadr’e nigâh
Cilve-i kamet ü kaddinden olanlar âgâh
Nâilî

secde-i haşyet: Korku secdesi.

Nûr-ı zulmet dolu bir nâ-mütenâhi uçurum
Kendimi secde-i haşyetle kapanmış bulurum
İsmail Safa

secde-i mihrâb: Mihrap secdesi.

Mihrâbda şekl-i ham-ı ebrû-yı latifin
Vâcib bu cihetten kamuya secde-i mihrâb
Fuzûlî

secde-i niyâz: Niyaz secdesi.

Eylerse hâst-gâr-i lebin secde-i niyâz
Etmek gerek çekide-i yâkûttan vuzû’
Nâbî

secde-i şükr: Şükür secdesi.

Bûsenin pençe-i şekvâya görüp tahvilin
Secde-i şükr eder âsâyişine dâmenimiz
Nâbî

secde-i şükrân: Teşekkür etme secdesi.

Edelim secde-i şükrânı zihi lutf-ı Hudâ
Etti seccâde-i hadrâyı keremle izhâr
Âdile Sultan

secde-ber: Secde götüren.

Olursan secde-ber hâk-i reh-i dil-dâra ol sâat
Gubâr-ı kimyâ rûy-ı temenniden zuhûr eyler
Esrar Dede

secde-gâh: Secde yeri.

Secde-gâh etmişti ışk ehli kaşın mihrâbını
Kılmadan hayl-i melâik secde-ı Adem henüz
Fuzûlî

secde-gâh-ı ehl-i dil: Gönül ehlinin secde yeri.

Kâ’be-cûyân-ı mahabbet
Hızr’ı rehber eylemiş
Secde-gâh-ı ehl-i dil hâk-i derinden bellidir
Vecdî

secde-gâh-ı Mustafâ: Hz. Muhammed (s. a. s.)’in secde ettiği yer.

Kalb-i mümin beyt-ı Hak’tır haccü’l-ekber ondadır
Secde-gâh-ı Mustafâ’dır yıkma gönlün kimsenin
Kul
Nesimi

secde-gâh-ı Müslim
în: Müslümanların

secde yeri.

Nice yıllar der ki olmuş secde-gâh-ı Müslimin
Enderûnunda olan hâlâtyetmez mi nişân
Hâzık

secde-gâh-ı nev: Yeni secde yeri.

Dil oldu tâze bir bütün ebrû-peresti kim
Cibrîle nakş-ı pâyı olur secde-gâh-ı nev
Nâilî

secde-gâh-ı ürefâ: Ariflerin secde yeri.

Şem’-i mihrâb-ı Hudâ câmi’-i esrâr-ı Hudâ
Secde-gâh-ı ürefâ
Kâbe-i ehl-iferheng
Kâzım Paşa

secde-fermâ: Secde emreden.

secde-fermâ-yı sürûş: Cebrail’in secde emretmesi.

Secde-fermâ-yı sürûş olmuş iken oldum zalûm
Yâr-i hicrândan zuhûr etti bu kec-hâlet bana
Esrar Dede

secde-geh: Secde yeri. secde-geh-i âteşîn-izâr: Ateş yanaklının secde yeri.

Zülf-i siyâhı
Hindî-i âteş-peresttir
Kim cây-gâhı secde-geh-i âteşîn-izâr
Rızayi

secde-sây: Secdeye yüz süren.

Celâlin bâr-gâhında melekler
Felekler secde-sây eyler cibâhı
Recaizade Ekrem

seccâde: Üzerinde namaz kılınan küçük kilim, halı.

Dünyâ-perestin anlamışız secdegâhını
Pür-nakş-ı sîm ü zer nice seccâde görmüşüz
Nâbî
Secde-gâhımdır cemâl-i mürşid-i dânâ-yı aşk
Zıllı seccâde özü mihrâb-ı vahdettir bana
Esrar Dede
Kısmet olıcak ârif ü rinde mey ü şâhid
Tesbîh ile seccâde verilmiş sana zâhid
nermî (olıcak: olunca)

seccâde-i âb: Su seccadesi.

Felekler âyet-i sun’ ile hâmit
Zemîn seccâde-i âb üzre sâcid
Atâyî (Nevizade Atâullah)

seccâde-i hazret: Hazretin seccadesi.

Kurup bir dâm-ı tezviri komuşlar mahkeme nâmın
Hani seccâde-i hazret hani ahkâm-ı şeru’llah
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

seccâde-i ma’nî: Mana seccadesi.

Şimdi seccâde-i ma’nîde benim mürşid-i küll
Hırka-pûşân-ı beyân benden alır feyz-i kelâm
Nef’î

seccâde-i nazm: Nazım seccadesi.

Elli yıldır ki müsellem sana seccâde-i nazm
Şimdi sensin şuarâ zümresine şeyh-i kebîr
Nâbî

seccâde-i peşmîn: Softan yapılmış seccade.

Kaşların mihrâbını görse bırakır dîdeden
Zâhid ol seccâde-i peşmîni kim dûşundadır
Nizamî

seccâde-nişîn: Seccadede oturan.

Cümle seccâde-nişîn vü hırka-pûş
Şeyh elinden kılmış idi cür’a nûş
Âşık
Beşe

sâcid: Secde’den; secde eden.

Felekler âyet-i sun’ ile hâmid
Zemîn seccâde-i âb üzre sâcid
Atâyî (Nevizade Atâullah)
Mâh-ı nevi felekte mihrâbın etti râki
Hurşîd eşiğinde ruhsârın etti sâcid
Behiştî
Hayret-efzâ-yı sâcid ü mescûd
Olamaz dünyevî bir öyle vücûd
Abdülhak Hâmit

sâcid-i vahdet-perest: Tek Allah’a inanarak secde eden.

Mü’min-i âgâh
Hak’tangayre etmez ser-fürû
Sâcid-i vahdet-pereste kıble-gâh olmaz iki
Namık Kemâl

sücûd: Secde etme, ibadet maksadıyla yüzünü yere koyma.

Kancaru varsam surâhî teg sücûd etmek işim
Kanda olsam bâde teg düşmek ayağa âdetim
Fuzûlî
(kancaru: nereye, kanda: nerede)
Kaşı mihrâbına farz oldu sücûd ol güneşin
Hâcib-i şemste mekrûh olur gerçi namâz
Nizamî
Cândır sücûd eder sana her nahl-i hande-per
Eldir duâ eder sana her berg-i şâh-sâr
Kemalzâde Ekrem Bey

sücûd-ı Âdem: Âdem’e secde etme.

İtin yolunda hûblar sürseler yüz ne ola emrinle
Melek hayli sücûd-ı Adem etmek nass-ı Kur’ân’dır
Fuzûlî

sücûd-ı der-geh: Dergâha secde etme.

Gubâr-ı secde-i râhın hat-ı levh-i cebînimdir
Sücûd-ı der-gehin ser-mâye-i dünyâ vü dînimdir
Fuzûlî

sücûd-ı gûşe-i mihrâb: Mihrabın köşesine secde etme.

Ham-ı ebrû-yı müşginingörürse zâhid-i kec-bîn
Dahi kamet sücûd-ı gûşe-i mihrâba ham kılmaz
Fuzûlî

sücûd-ı şükr: Şükür secdesi.

Etmiş bahâr hamdele-gûyâ çemenleri
Olmuş sücûd-ı şükre fürû nârvenleri
Nâbî

sedâcet: Ar. Sadelik, özlük.

Erkek, kadın hulâsa acâyib görünmede
Her şey bu yolda; gâye lisânın sedâceti
abdülhak Hâmit

sedâd: Ar. Doğruluk, isabet, savap. yek-tâ feylesof-ı kâm-kâr-ı müsteşâr-ı küll
Ki istFdâdı her tedbirde rüşd-i sedâd üzre
Nef’î
Hikmet budur ki aharına hasm olur bilip
Her kavm kendi mesleğini menhec-i sedâd
Ziyâ Paşa
(ahar>Ar. âher: başka)

sedîd: Doğru, hak.

Kalbe kuvvet verir makâl-i sarih
Eyle re’y-i sedidini tavzih
Muallim Naci

sedd-i sedîd: Doğru set.

Eylese takviyet-i hükmü eğer bir kâhı
Sarsar-ı sedd-i sedîd olmak için istihdâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)
Değse ger dâmen-i temkinine berg-i nâ-çiz
Tünd-bâd-ı haşr-engize olur sedd-i sedîd
yenişehirli Avni

sedd: Ar. 1. Kapama, tıkama, engel olma, kapanma, kapanma. 2. Engel, perde, mânia.

Set, tümsek. 4. Baraj.

Eyledin bir hamlede berbâd milk-i düşmeni
Gerd-i rahşın gerçi kim sedd etti râh-ı sarsarı
Nef’î
Adû-yı dini sedd ü bende çekmekte bunun zirâ
Hüveydâdır hezâr
İskender ü Dârâ’ya rüchânı
Enderunlu Vâsıf

sedd-i Çîn: Çin setti.

Dayandı bir ucu tâ sedd-ı Çin’e; diğer ucu
Aşıp bulut gibi, binlerle yükselen burcu
Mehmet Akif

sedd-i nefes: Nefesi kesme.

Nefesin silsile-i dûzaha peyvend etsin
Sühan-ı hayr makâmında eden sedd-i nefes
Nâbî

sedd-i İskender: İskender’in seddi.

Eğer maksûd eserse mısrâ’-ı ber-ceste kâfidir
Aceb hayretteyim ben sedd-ı İskender husûsunda
Koca Râgıp Paşa

sedd-i nutk: Konuşmayı kesme.

Skender-i seyr isen de sedd-i nutk et piş-i kâmilde
Felâtûn-ı hakikat-bine nakl-i mâ-cerâ olmaz
Fennî-i Kadim (Cizye Kâtibi Mehmet)

sedd-i râh: Yolu kapama.

Ey mâh-pâre kimdir olan sedd-i râh-ı vasl
Sohbet seninle rûz-ı ezelden nasib ise
Nâbî

sedd-i sedîd: Doğru set.

Eylese takviyet-i hükmü eğer bir kâhı
Sarsar-ı sedd-i sedid olmak için istihdâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)

sedd-i ümîd: Ümit seti.

Ye’cûc-i ye’s etmeyicek
Nâbîyâ zuhûr
Sedd-i ümid değmede gelmez güşâyişe
Nâbî
(etmeyicek: etmeyince)

sedef, sadef: bk. sadef.

sedîd: bk. sedâd.

sefâhat: Ar. 1. Zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlük. 2. Akılsızlık. 3. Elindekini har vurup harman savurma.

Mecbur eden mezâlime erkân-ı devleti
İsrâf-ı bi-lüzûm sefâhat değil midir
Şeyhülislam Yahya
Eğlence bir vecibedir a’lâ
Ne safâ var fakat sefâhatte
Abdülhak Hâmit
Ey kanlı muhabbetleri bi-lerziş-i nefret
Perverde eden sine-i meshûf-ı sefâhatTevfk
Fikret

sefîh: Zevk ve eğlenceye düşkün, parasını pulunu lüzumsuz yere israf eden akılsız. c. süfehâ.

Paranız yok ya, şu ben var diyeyim, bol keseden
Hakkınız nerde, sefih olmaya dünyâ açken
Mehmet Akif

süfehâ: Sefîh’ler, âdi kimseler.

Rütbe-i hikmet-i mi’râc-ı kemâline göre
Hükemâ frka-i dûn felsefe cem’-i süfhâ
Fuzûlî
Zu’m-ıpindâr-ı cibillîsini te’kîd ederiz
Süfehâ kısmına izhâr-ı müdârât etsek
Nabi
Hakkımda ne derlerse o gûne süfehânın
Âsâr-ı tabîatlerine kim nazar eyler
Nef’î

sefalet: Ar. Sefillik, yoksulluk.

Sefâlet eyledi tevlîd sûahlâkı
Bu hâldir beni dil-hûnu kahreden hayfâ
Halil
Nihat Bey
Çoktan beridir bekledi, bekler diye millet
A’sâra mı sürsün bu sefâlet, bu mezellet
Mehmet Akif

sefâlet-zede: Sefalete uğramış.

Zîrâ ederek bunca sefâlet-zede feryâd
Vâveyl sedâsıyla dolar sîne-i ebâd
Mehmet Akif

safil: Alçak, aşağı. c. sâfilât.

sâfilât: Sefiller, alçaklar.

Sırr-ı devrin zevkidir âlemde rûh-ı ma’rifet
Tutalım ma’lûmun olmuş âliyât u sâflât
Gaybî

sefîl, sefîle: 1. Yoksul, sefillik çeken. 2. Alçak. 3. Tabiatı yumuşak. c. süfelâ, sefîlân.

Germ-rev ol reh-i aşk içre soğuk tutma yürü
Gör ki serdlikte sefîl oldu vü müstahkar kar
Esrar Dede
Çalışmadın, beni hep bunca yıl çalıştırdın
O yavrucukları çıplak, sefîl alıştırdın
Mehmet Akif
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar
Bulamaz sende bende bir ma’nâ
Ahmet Hâşim

sifle: Alçak, âdi; terbiyesiz.

Âhenden olsa da feleğin çek kemânını
Çekme felekte siflelerin imtinânını
Koca Râgıp Paşa
Her tîre-meniş kadr-şinâs-ı sühan olmaz
Her sifle hırdâr-ı leâl-ı Aden olmaz
Nâbî

sifle-nihâdân: Alçak huylular.

Meslek-i sifle-nihâdândır âz ü imsâk
Reh-i bâlâ nazaran himem ü ihsân yoludur
Nâbî

süfî: Aşağı, alt, bayağı, adi, alçak, derbeder.

Gönülşeh-bâzına pervâz ver âfâkı seyr etsin
Bu süflî dâm-gehden per açan zâg u zâgândan geç
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Hâne-i ağyârdan gayre tenezzül eylemez
Bir hümâdır ol perî ammâ ki süflî âşiyân
Üsküdarlı Hakkı Bey

süflî-nazar: Kötü bakış.

Süflî-nazardır ol ki hadeng-i niyâzına
Bir düşmen-i mürüvveti durmaz nişân eder
Nâbî

süfliyyet: Süflilik, alçaklık, bayağılık.

Ma’sûmu nezîh etmedi bir ân bilepâ-mâl
Ulviyyet-i hulyâmı o süfliyyet-i âmâl
Fâik
Âlî Bey
Giyme süfliyyet ile kirli libâs
Pâk esvâba nazar eyler nâs
Sünbülzade Vehbi

sefeh: Ar. Akılsızlık, israfa ve yanlış yollara yönelme.

sefeh-kâr: Akılsızlık işi.

Günâh-kârım, sefeh-kârım, siyeh-kârım, siyeh-kârım
Beni reddetme ferdâ-yı kıyâmet yâ
Resûlallah
Nef’î

sefer: Ar. 1. Yola düşme, yolda yürüme. 2. Yolculuk. 3. Savaş. 4. Defa, kerre, kez. c. esfâr.

Ey Fuzulî âhiret mülküne lâzımdır sefer
Böyle fâriggezme takvâdan müheyyâ kıl metâ’
Fuzûlî
Ne olagitse kendüden hayretle cân-ı nâ-sabûr
Ya seferdir ya tahammül çünkü aşkın çâresi
Nedim
Dün ki, ehl-i derde aşkın hâlini sordum, dedi
Ya seferdir ya tahammül, ikiden hâli değil
Rahmî (Tersane Kâtibi Vak’anüvis Kırımlı Mustafa)

sefer-i gurbet: Gurbet yolculuğu.

Yârân-ı vatandan bizi özler bulunursa
Düştük sefer-i gurbete muhtâc-ı duâyız
Ziyâ Paşa

sefîdâc, sefîdâ: Far. Üstübeç.

sefîdâc-ı subh: Sabahın üstübeçi.

Rûyun tabîbi etti sefîdâc-ı subh ile
Yüzünün abrâşına semânın devâ seher
Necati Bey

sefh: bk. sefâhat.

sefîl: bk. sefalet.

sefne: Ar. 1. Gemi. 2. ed. Kitap, mecmua.

Dil-ber odur ki mâlik-i bahr-i kemâl olup
Şi’r okuya sefîne suna âşinâlara
Bâkî
Edip muhît-i a’zâm emvâcın âşikâre
Tenler sefinesini urur kenâre karşu
Hayâlî Bey
Kapsan da bizi sefinemizden
Gitmez bu sefine sinemizden
Muallim Naci

sefîne-i dil: Gönül gemisi.

Yek nefha-i inâyet eyler kenâre vâsıl
Nâbî sefîne-i dil çok rüzgârı ne eyler
Nâbî

sefîne-i ömr: Ömür gemisi.

Biz âremîde-i keşti-i gafletiz ammâ
Nefes nefes ceryân üzredir sefine-i ömr
Nâbî

sefîne-i ruh: Ruh, can gemisi.

Bahr-i hayrettedir sefine-i rüh
Lengeri
Lâ ilâhe illa’l-lâh
Şeyhi sefîne-i ten: Vücut gemisi.

Çık ey sefine-i ten bir yana sirişkimden
Selâmetin arayan bahrden kenâre gelir

senih-i Mevlevi

sefk: Ar. Yaş ve kan dökme.

sefk-i dem: Kan dökme.

Bir imtiyâz-ı vahşet iken sefk-i dem bize
Hattâ cezâda olsa sezâdır âdem bize
abdülhak Hâmit

seg: Far. Köpek, it, kelp. c. segân.

Rakib-i seg uludu âstân-ı yâre varaldan
Tenezzül eylemez âşıklara âli-cenâb olmuş
Avnî
Nice bir nefse uyup bir sege seg-bânlık edem
Yeridir fakr u fenâ mülküne sultânlık edem
Câmî
Darbı sege eyle olur zer-nâmdâr-ı iştihâr
Müstaid izz eder üstâd tezlil ettiğin
Nâbî

seg-i kem-kadr-i der: Kapının talihsiz köpeğL
Seg-i kem-kadr-i derinden dahi kem-ter kaderim Üstühân-pâre-i ihsânın ile et beni yâd
Nâbî

seg-i kûy: Mahallenin köpeği.

Fuzüli şive-i ihsânın ister bir gedâyındır
Dirildikte seg-i küyun, ölende hâk-ipâyındır
Fuzûlî

rakib-i bed-lika: cânâ cihânda bulmamışken yer
Neden ona bu izzet kim seg-i küyunla yâr ancak
Âhi

segân: Seg’ler, köpekler.

Bekler kemin-i fırsatı mânende-i segân
Hâtır-şikenlik etmek için bed-hisâller
Nâbî

segân-ı kûy: Mahallenin köpekleri.

Segân-ı küyuna hem-sohbet olmağa
Nâbî
Gubâr-ı der-gehine intisâba muhtâcız
Nâbî

seg-bân: 1. Osmanlı sarayında av köpeklerine bakan kimse. 2. Yeniçeri ocağına bağlı bir sınıf asker.

Nice bir nefse uyup bir sege seg-bânlık edem
Yeridir fakr u fenâ mülküne sultânlık edem
Câmî (İstanbullu Mehmet)
Erişmiş olsa bu vakte

Ali
Şir-ı Nevâyi ger
Olurdu ol hıdivv-i ekremin bi-şübhe seg-bânı
Nedim

sehâ, sahâ: Ar. Cömertlik, el açıklığı.

Sehâdan addolur izzet, ayb ise de isrâf
Kibârın müsrifi yeğdir hele mümsik hisâbiden
Nevî
Sehâ ile anılır hep ekâbir-i eslâf
Atâdır eyleyen erbâb-ı devleti meşhür

sehâb: Ar. 1. Bulut. 2. Karanlık. 3. Bulut gibi uçuşan böcekler. c. sehâib.

Bâriş-i bârân müsâdif düştü hicrân şâmına
Oldu sandım hâlime rahm eyleyip giryân sehâb
Muallim Naci
Verdi berka sehâb içinde karâr
Sanki hâkister içre sakladı nâr
Haletî (Azmizade)
Solgun bakışlarıyla semâ-yı kesifin
Teşyi’ eder gibiydi uzak bir sehâbını
Tevfik Fikret

sehâb-ı âb-ı hayâ-riz: Haya saçan su bulutu.

Sehab-ı âb-ı hayâ-riz gül-istan-ı şeriat
Sipihri mihr-i hüdâ âsmân-ı fazlu kirâma
Rızâyî

sehâb-ı çeşm-i giryân: Ağlayan gözün bulutu.

Sehâb-ı çeşm-i giryânımda erişmese ger mâye
Kurur döymezdi deryâlar bu süz u tâb-ı germâye
İbni Kemâl

sehâb-ı fitne: Fitne bulutu.

Nâ-dânda kim eşi’a-i ikbâl eder zuhür
Güyâ sehâb-ı fitneden eyler kamer zuhür
Hersekli Arif Hikmet

sehâb-ı hâdise: Hadise bulutu.

Berk-ı sehâb-ı hâdiseden tîğler çekip
Bir bir havâle-işühedâ kıldın ey felek
FuzûH

sehâb-ı hâk: Toprağın bulutu; toz bulutu.

Güneş midir mütevârî sehâb-ı hâkinde
Felek mi pâyine inmiş nedir bu uluvviyyet
Namık Kemâl

sehâb-ı kasvet: Sıkıntı bulutu.

Bize bir vech ile mektûb tahrîrine imkân yok
Sehâb-ı kasvetimden nem kapar neşşâftır kâğıd
Sâbit

sehâb-ı tab’: Yaratılışın bulutu.

Benim ol saff-der-i ma’nî ki berk-ı tîğ-ı nazmımdan
Sehâb-ı tab’ım âteş yağdırır hasm-ı cebân üzre
Ziyâ Paşa

sehâb-ı tîre: Bulanık bulut.

Sehâb-ı tîre verâsında meh sanır
Nâbî
Gören o mâh-lika-yı rakîbin ardınca
Nâbî

sehâb-ı zülf: Saçının bulutu.

Kılma sehâb-ı zülf ile der-perde gerdenin
Olsun amûd-ı subh feleklerde gerdenin
Şeyhülislam İshak Efendi

sehâib: Bulutlar.

Senin olsun dilerim hep devrân
Şu kevâkib, o sehâib, bu cihân
Abdülhak Hâmit
Kış
Ayrılmak istiyor, fakat ayrılamıyor gibi
Örter, açar, bakar, yine örter sehâibi
Tevfık Fikret

sehâib-i dürer-âgîn: İnci dolu bulutlar.

Firâş-ı nâzı melâik kadar nezîh ü dil-âyîn
İner mazâhir-i kevne sehâib-i dürer-âgîn
Kemalzâde Ekrem Bey

sehâb-âsâ: Bulut gibi.

Sen ey kişt-i emel neşv ü nemâdan dûrsun ammâ
Sehâb-âsâ dökülmek âb-rûlar hep seninçindir
Nâbî

sehâb-veş: Bulut gibi.

Arz u semâda mesken edinmem sehâb-veş
Tâ yerde gökte zerre kadar minnet olmasın
Necati Bey
Girdâblar açar önüme bir derin serâb
Ruhum sehâbelerden alır şemme-i türâb
Tevfik Fikret

sehâbe-i gülgûn: Gül renkli tek bulut. tıfl-ı bî-kederin kalb-i şâd-mânda
Derîde oldu o dem bir sehâbe-i gülgûn
Cenap Şahabeddin

sehâvet: bk. sahâvet.

seher: Ar. Tan yeri ağarmasından biraz

önceki an, fecir. c. eshâr.

Rûyun tabîbi etti sefîdâc-ı subh ile
Yüzünün abrâşına semânın devâ seher
Necati Bey
Gecepervânelerle bezmigermâ-germ idişem’in
Seher bakdım neşem’-i meclis-ârâ var nepervâne
Şeyhülislam Yahya
Bâd-ı seher mi ya Rab ya nefha-ı Mesîhâ
Ya feyz-i kalb-i ârif ya mevc-i âb-ı cârî
Ziyâ Paşa
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter
Yahya Kemal

seher-i kerrûbiyân: Allah’a en yakın olan meleklerin seheri.

Çün harîm-i arş-ı a’zam bulmağa feyz-i kabûl
Devr eder pîrâmenin şâm u seher-i kerrûbiyân
Üsküdarlı Hakkı Bey

seher-gâh, seher-geh: Seher vakti, sabahın ilk vakti.

Ne nâleye ne âh-ı seher-gâhe ser-fürû
Etmem tarîk-ı aşkta hem-râha ser-fürû
Ziyâ Paşa
Mihr-i ruhsârı ziyâ vermiş cihâna gün gibi
Câme-hâbında seher-geh gördüm ol cânân yatar
Lebib (Mehmet Lebîb)
Her seher-geh ağlayıp bülbül tazallum gösterir
Gül onun ağladığın görüp tebessüm gösterir
Nizamî
Nâmeler gelse kaçan
İstanbul-ı âbâddan
Bûy-ı zülfünü seher-geh alıram
Bağdâd’tan
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

seher-hîz: 1. Sabahleyin esen. 2. Erkenci, erken kalkan.

sehâbe: Tek bulut.

Bağdâd’a yolun düşerse ger ey bâd-ı seher-hîz
Addb ile var hizmet-iyârân-ı safâya
Bağdatlı Ruhi
Hüsn içinde işveni kılmaz gül-i sad-berg-i bâğ
Hüzn içinde nâlemi mürg-i seher-hîz eylemez
nizami

seher-pâre: Seher parçası.

seher-pâre-i san’at: Sanatın seher parçası.

Ne seher-pâre-i san’at ki ezelden mahmûr
Leb-i deryâda uçan bir ebedî hande-i nûr
Mehmet Akif

seherî: Sabah vakti ibadeti.

Gittim seherî tâat için mescide nâ-gâh
Gördüm oturur halka olup bir nice güm-râh
Bağdatlı Ruhi
eshâr: Seher’ler.

Ab u gil müşg ü gül-âb ola çemen sahnında
Buy-ı hulkuylegüzâr etse nesîm-i eshâr
Bâkî

seher: Ar. Uykusuzluk, gece uyuyamama hastalığı.

Mübtelâyân-ı seher gıbta ile der târih
Bir gece daldı ecel uykusuna
Tiryâkî
Sürûrî

sehhâr: Çlkr) bk. sihr.

sehî, sehy: Far. Doğru, düz, rast.

Serv-i sehî salınsa yoluna aceb değil
Nûş eyler elde gül gibi pür-bâde câmı var
Behiştî
Ey sehî serv-i bülendim âteş-i ruhsâr ile
Vâdî-ı Eymen dırahtı oldu ol bâlâ bana
Behiştî

sehî-kad. ’
Doğru boy.

Her sehî-kad cilvesi bir seyl-i tûfân-ı belâ
Her hilâl-ebrû kaşı bir serhad-ı meşk-ı cünûn
Fuzûlî

sehî-kâmet: Düzgün, endamlı boy.

Dünyâya oldu velvele-endâz-ı reste-hîz
Gül-zâra azmeden o sehî-ka. met olmasın
Nedim-ı Kadim
Meseldir eğri otur doğru söyle ey sehî-ka. met
Hilâle benzeten ebrûların eğri hayâl eyler
Hisali sehl: Ar. 1. Kolay, âsân. 2. Sade.

Sûfiye sehl olurdu nigeh-bânî-i nefs
Noksânı zâhir olmasa her bir şümârde
Nâbî
Cânâneden âsân idi bî-dâda tahammül
Sehl olsa eğer ta’ne-i hussâda tahammül
Nâbî
Sehl olmaz olsa takdîr-ı Hak muayyen
Tedbîr dahi olsa da her kâr saht olur
Nihalî (İbrahim)

sehl-i mümteni’: ed. Kolay ve sade göründüğü hâlde, bulunup söylenmesi ve taklidi zor olan söz.

Aşk u sühan anda müctemEdir
Baştan başa sehl-i mümtenEdir
Ziya Paşa

sehl-i mümteni’ sanatına örnek: “Yok bî-garez muâmele ehl-i zemânede
Kimse ibâdet etmez idi cennet olmasa
Nâbî

sehl-ter: Çok kolay.

Eğerçi zevktir mey-hânelerde câm-ı Cem çekmek
Cem’e memnûnluktan sehl-terdir bâr-ıgam çekmek
Nâbî

sehm, sehim: Ar. 1. Ok. 2. Yay. c. sihâm. 3. Hisse, pay, kısmet; vereseden her birine isabet eden hisse. c. eshâm.

sehm-i âşık-ı efgende: Düşkün âşıkın hissesi.

Hayf kim taksîm-i derd ettikte kassâm-ı kazâ
Tîr-i gamzen düştü sehm-i âşık-ı efgendeye
Nedim

sehm-i belâ: Bela oku.

Sehm-i belâna sînemi kılsam siper ne ola
Rûz-ı ezelde yazdı çü
Hak kaşım üstüne
Mihrî
Hatun

sehm-i kürbet: Keder oku; keder payı.

Nasîbimiz bu fenâ yerde sehm-i kürbet imiş
Kemân-ı çerh bizi attı bir diyâra dahi

sehm-i saâdet: Saadet oku; hissesi.

Mukavves kaşların yayı atar kirpik okun her dem
Ne kim ol gamzeden gelse bana sehm-i saâdettir
Şeyhi
Çeşmi gözünün hasta dile ayn-ı inâyet
Her zahmına gamzenden ere sehm-i saâdet
İbni Kemâl
Hışm-ı çeşmin dil-berâ ayn-ı inâyettir bana
Tîr-i gamzen dâyima sehm-i saâdettir bana
Lamiî Çelebi

sehm-i sitem: Sitem oku; payı.

Alemde mi ya bende mi bilmem bu mefdsid
Pey-der-pey olur sehm-i sitem hâtıra vdrid
Ziya Paşa

sihâm: Oklar, sehm’ler.

sihâm-ı dûd: Duman oku.

Oldu peyveste-i eflâk sihâm-ı dûdum
Nîl-gûn oldu felek hem hedef-i me’ser ser
Esrar Dede

sihâm-ı havâdis: Havadis okları.

Felek teg eylemesin ta’n-ı düşmenâne hedef
Kaza ederse sihâm-ı havâdise âmâc
Koca Râgıp Paşa

sihâm-ı kavs-i kazâ: Kaza yayının okları.

Oklar sihâm-ı kavs-i kazadan nişân verir
Peykân-ı tîr ise ecel-i nâ-gehân olur
Nef’î
Sihâm-ı Kazâ: Kaza okları (Nefî’nin hiciv mecmuasına verdiği isim).

Gökten nazîre indi
Sihâm-ı Kazâ’sına
Nef’î
diliyle uğradı
Hakkın belâsına

eshâm: Hisseler, paylar.

Ah her demde olur hisse-i dile hemm ü elem
Her emek-dâra atâ vü keremdir eshâm

sehv, sehiv: Ar. Yanlış, hata, nisyan, bildiğini unutma.

Sehvine oldu sebeb acz-i tabîî kulunun
Hem odur âlem-i ma’nîde şefiî kulunun
Şinasi
Sensin ol nüsha-i pâkîze ki yoktur sende
Nokta-i sehv ü hurûf-ıgalat-ı lafzı sekam
Nâbî
Koymadı arz etmeye dil-dâra bir harf-i niyâz
Bülbüle sehv etmişiz feryâda ruhsat vermişiz
Nâbî
Yâ Rabbi dilimi sehv ü hatâdan sakla
Endîşemi tezvîr ü riyâdan sakla
Bastım reh-i vâdî-i rübâîye kadem
Ta’n-ı har-ı nâ-dân-ı dü-pâdan sakla
Nef’î

sehv-i hiss: His yanılması.

Kim bilir, belki hepsi doğru da ben
Bî-haber kendi sehv-i hissimden
Tevfik Fikret

sekam, sakam: Ar. Hastalık, illet. c. eskâm.

Sensin ol nüsha-i pâkîze ki yoktur sende
Nokta-i sehv ü hurûf-ıgalat-ı lafzı sekam
Nâbî
Verip ol rütûbet sipihre elem
Tekâtur eder idi âb-ı sekam
Keçecizade İzzet Molla

sekam-ı istiğnâ: Zenginlik hastalığı.

İsî-i zinde sürûş-ı mergdir gûyâ bana
Sekam-ı istiğnâ olursam da selâmettir bana
Esrar Dede
eskâm: Sekam’lar.

Eskam ile geçti rûzgârım
Alâm idi cümle berk ü bârım
Ziyâ Paşa
eskâm-ı hümûm: Gam hastalıkları.

Vermeseydi bana ümmîd tabîb-i lutfun
Öldürürdü beni bu çektiğim eskâm-ı hümûm
Yenişehirli Avni

sekine, sekînet: Ar. 1. Karar, rahatlık, sakinlik. 2. Gönül hoşluğu.

Kapsan da bizi sefînemizden
Gitmez bu sekîne sînemizden
Muallim Naci

sekîne-i tereddüd: Tereddüt sakinliği.

Bu rükûdet, bu samt-ı cevf-i leyâl
Ruhu bir sekîne-i tereddüdle
Habs eder bir azâb-ı seyyâle
Cenap Şahabeddin sekînet-i hayât: Hayatın rahatlığı.

Düşerdi burc-ı fikrete zılâl-i leyle-i elem
Güler sekînet-i hayâta kanlı çehre-i adem
Kemalzâde Ekrem Bey

sekr: Ar. Sarhoşluk.

sekrân: Sarhoş, mest, kendinden geçmiş. c. sükârâ.

Nûş edelden câm-ı aşkı mest ü hayrân olmuşam
Cür’asından katresin zevk ile sekrân olmuşam
Muradî (Sultan III. Murat)
Döner âvâre-ser tehzîz-i bâd-ı pür tehevvürle
Müşâbihtir birerpervâne-i sekrâna yapraklar
Tevfik Fikret

s eker ât: Can çekişirken gelen baygınlık ve dalgınlık hâli.

Vur, kopsa da mızrâbın ile târ-ı hayâtım
Çal, şimdi; şu ân olsa da ân-ı sekerâtım
Tevfik Fikret

sükârâ: Sekrân’lar.

Mihrâb-ı dü-ebrûya neden girdi dü çeşni
Bilmez mi sükârâya namâzın yeri yoktur
Nâbî

sekrân: bk. sekr.

sekt: Ar. 1. Sesi soluk almadan durdurma. 2. ed. Şiirde bir harekenin düşmesiyle meydana gelen ahenk bozukluğu.

sekte: 1. Durgunluk, kesilme. 2. Bozukluk, zarar. 3. Kanın âniden durması.

Olur ne mısrâ’-ı ber-cestelerde sekte bedîd
O dem ki nabz-ı sühan dest-i intihâba gelir
Şeyh Galip

sekte-i tereddüd: Tereddüt duruşu.

Bu rükûdet, bu samt ü cevf-i leyâl
Rûhu bir sekte-i tereddüdle
Habseder bir azâb-ı seyyâle
Cenap Şahabeddin

sekte: bk. sekt.

sel: bk. seyl.

selâm, selâme, selâmet: Ar. 1. Barış, rahatlık, esenlik. 2. Kurtulma, selamete çıkma. Allah’ın isimlerinden (zevalsizlik). 4. Aşinalık, bildiklik.

Ne bizden rükû’ vü ne sizden kıyâm
Selâmün aleyküm, aleyküm selâmLâ
Hani kendi kulluğum diye perestişler eden
Eylemez yolda dûçâr olsa dahi redd-i selâm
Nâbî
Medh ü senâ sipâs ü salât ü selâm sana
Olsun hezâr kerre hezârân efendimiz
Faruk K. Timurtaş

selâm-ı Ahmed: Ahmed’in (Hz. Muhammed) selamı.

Akıldir ol kişi kim vird edinir dürûdun
Dârü’s-selâma iltür çün kim selâm-ı Ahmed
Hamdullah Hamdi
(iltür: iletir)

selâm-ı dürûg: Gerçek olmayan selam.

Münâfakat o kadar etti âleme te’sîr
Ki oldu hep alınıp verilen selâm-ı dürûg
Nâbî

selâmet: 1. Eminlik, korku ve endişeden uzak olma. 2. Kurtulma, selamete çıkma. 3. Netice. 4. ed. Cümlenin düzgün ve doğru olması.

Halk içinde gördü yok seng-i melâmetten halâs
Vardı
Mecnûn gitti sahrâ-yı selâmetten yana
Behiştî
İsî-i zinde sürûş-ı mergdir gûyâ bana
Sekam-ı istiğnâ olursam da selâmettir bana
Esrar Dede
Çık ey sefîne-i ten bir yana sirişkimden
Selâmetin arayan bahrden kenâre gelir
Senih-ı Mevlevi

selâmet-i ezelî: Ezeli kurtuluş.

Selâmet-i ezelîden müsellemiz cânâ
Ulûm-ı lem-yezelîden muallemiz cânâ
Muradî (Sultan III. Murat)

selâmet-i millîyye: Millî kurtuluş.

Sokarsa burnunu herkes düşünmeden her işe
Kalır selâmet-i millîyyemiz öbür gelişe
Mehmet Akif

selâmlık: Büyüklere selam ve hürmet göstermek için gelenlerin kabul edildiği yer.

Fuhş-ı i’lâya koşan bir sürü nâ-merd öteden
Ne selâmlık, ne harem dinlemeyip çiğnerken
Mehmet Akif

selâmün-aleyküm: “Selamet üzerine olsun” anlamına gelen selamlama.

Oldum ammâ bu kadar doğrunun olmaz ki tadı “Selâmün-aleyküm behey kör kadı
Mehmet Akif

selîm: Sağlam, kusursuz, doğru.

Az yiyenlerin olur nefsi halîm
Az yiyenlerin olur kalbi selîm
Rumi (İznikli Eşrefoğlu)
Şartı bu selîm eylemenin kalbi marazdan
Bir hâzıka teslîm ola dermân dileyenler
Nuri allâm-ı hüsn-âferîn
Hakîm
Arar bendegânında kalb-i selîm
Muallim Naci

selâse: Ar. Üç.

Anla
Murâd’ın sözün ister isen ger fütûh
Oldu selâse sühan harf-i elif dâl u hâ
Muradî (Sultan III. Murat)

selâse-i gassale: Şarap içerken üç kadeh içme, üçüncü bardağı içme.

Bu üç kadehten sonra içilen içkinin artık insanda haya, edep ve korku bırakmadığı söylenir.

Bu üç kadeh insanı iyi şeylerden ayırdığı için selâse-i gassâle denmiş.

Bildin mi ne der selâse-i gassâle
Ya’nî ki salât-ı aşk için eyle vuzû’
Ryaa

sâlis: Üçüncü.

Cân-bahş edip emvâta
Hudâ hazret-ı Hızr’ı Îsâ’yı ona eyledi sânî seni sâlis
Bağdatlı Ruhi

selâset: Ar. ed. Sözün akıcı olma hâli, akıcılık.

Dil çeşme-i belâgat ona lüledir kalem
Âb-ı zülâlşi’r-i selâsetşiârdır
Bâkî
Şu söz kim ola misâl-i kelâm-ı ehl-i kemâl
Selâsetinde hacil ola
Selsebîl ü zülâl
Necati Bey

selâtîn: bk. saltanat.

selb: Ar. 1. Gasp, zorla alma. 2. Kaldırma, giderme. 3. Olumsuzlaştırma. 4. İnkâr etme.

Nehc-i vicdân ile der-hâl ederim ben onu selb
Vâcibü’s-selb olur elbette kudurmuş bir kelb
Abdülhak Hâmit

selb-i akl: Aklı inkâr etme.

İktizâ-yı hikmet üzre selb-i akl eyler kazâ
Yoksa kim pâ-beste-i dârü’ş-şifâ olmak diler
Hersekli Arif Hikmet

selb ü îcâb: Gereğini yapma veya yapmama.

Bilenler âlem-i kevn ü fesâdın selb ü îcâbın
Zevâl-i devlet-i dünyâ ile endûh-gîn olmaz
Hersekli Arif Hikmet

sâlib: Selb’den; 1. Kapıp götüren, alıp yok eden. 2. İnkâr eden. 3. Olumsuz hâle getiren.

Bu itminânı bizlerden vukûât olmuyor sâlib
Değildir haklılar, heyhât!
Lâkin dâimâgâlib
Abdülhak Hâmit

sâlib-i aram: Rahatı alıp götüren.

Sâlib-i âramdır
Nâcî dil-i firkat-i sirişt
Mâlik olsam kâşkî bir kalbe seng-i hârâdan
Muallim Naci

selc: Ar. Kar.

Verir gâhî iksîr âteş-mizâc
Gehî âb-ı selc ile eyler ilâc
Keçecizade İzzet Molla

selc-i beyzâ Beyaz kar.

Değil burc-ı Esed sükkân-ı ulvî-i selc-i beyzâdan
Gazanfer şekli tasvîr eylemiştir âsmân üzre
Ziya Paşa

selef: Ar. 1. Bir işte, bir vazifede önceden bulunmuş kimse. 2. Eski adam. c. eslâf, süllâf.

Ne ola rengîn ise sözün selef şi’rine dahl etme
Demişler âlem içinde bulunmaz hîç edebten yeğ
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Gerçi mestûr eylemişler vahdet esrârın selef
Nicesi mestûr olur keşf ile irfân devridir
Gaybî
Tarz-ı selefe takaddüm ettim
Bir başka lûgat tekellüm ettim
Şeyh Galip
eslâf: Selefler.

Ayrıldı bizimle çünki eslâf
Varsın bizi de ayırsın ahlâf
Ziyâ Paşa

selh: Ar. 1. Kesilen hayvanın derisini
yüzme, soyma. 2. ed. Başkasının sözünü az çok

tahrif ile kendine maletme. 3. Her
Arabi ayın

son günü.

Selh ü ilmâm ü tevârüd diye sonra çalışır
Aybını setre nice düzd-i tüvânâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

selh-i Şa’bân: Şaban’ın son günü.

Selh-ı Şa’bân ile oldu lâtû işret nâ-bedîd
Gurre-ı Şevvâl ile yazdı felek mensûr-ı îd
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

selh-i tefekkür: Tefekkürü soyma.

Sûret-i idrâkten selh-i tefekkür eyledim
Tavr-ı bâlâ-yı tecâhül mahremiyyettir bana
Esrar Dede

sellâh: Kasaplık hayvan kesen, yüzen. sellâh-ı kazâ’
Kaza sellahı.

Mânend-i ganem seni bu bismil-gehte Üfler şişirir sellâh-ı kazâ
Nâbî

selh-hâne: Hayvan kesilip yüzülen yer, mezbaha, salhane.

Cihân nâmındaki bir maktel-i âmma yolum düştü
Hükümet derler anda bir nice selh-hâneler gördüm
Ziya Paşa

selîka: Ar. Güzel söyleme ve yazma kabiliyeti.

Lisânım olsa ne var nâşir-i cevâhir-i hikmet
Selîka nâkıd-ı gevher, karîha kân-ı maânî
Muallim Naci

selîm: bk. selâm.

selis: Ar. Selâset’ten; ahenkli, akıcı, düzgün (söz).

Ukde-i reşk ü haset yok dil-i bî-bâkimde
Olmasa nazm-ı selisimde aceb mi takd
Nef’î
Elfâzı selis ü müntahabtır
Mazmünları bâis-i tarabtır
Ziyâ Paşa

sell: Ar. 1. Sıyırma, sıyrılma. 2. Çekme. çıkarma. (kılıç, bıçak.)

sell-i seyf: Kılıç çekme.

Dökülür dâmen-i şemşîrine bin cevher-i cân
Sell-i seyf etmeden ol gamze-i cellâd henüz
Yenişehirli Avni

sell-i silâh: Silahı çekip çıkarma.

Müheyyâyım cezâ-yı katle, envamücâzâta
Fakat sell-i silâh etmem beni i’câd eden zâta
Abdülhak Hâmit

sell-i şemşîr: Kılıç çekme.

Kahramân-savlet nigehler sell-i şemşîr ettiler
Mülk-i nâzı tarfetü’l-ayn içre teshîr ettiler
Yenişehirli Avni

sellâh: bk. selh.

sellem: Ar. “Selamete erdirsin” anlamına dua.

Süret-i zâhire-i kevne tenezzül mü ider
Bâm-ı ma’nâya kurarpertev-i aklı sellem
Nâbî
Gerçi cüz’-i hâkim ammâ çerhten bâlâ-terim
Âric-i evc-i kemâlim şu kadar sellem bana
Muallim Naci

selmân: Ar. 1. Selmân-ı Sa’vecî.

14. yüzyılda yaşamış ünlü
İran şairi olup kasideleriyle tanınır. 2. Selman-ı Farisi.

Peygamberimiz zamanında yaşamış olan ve önce
Mecusi iken sonradan bir kilise önünden geçerken
Hristiyan olmuş ve daha sonra da
Hz. Muhammed’in yeni bir dinle geleceğini öğrendikten sonra onun huzuruna çıkıp
Müslüman olmuştur.

Ashaptan sayılmıştır.

Hz. Ali ile birlikte uzun süre beraber olmuştur.

Rivayete göre kırklardan sayılmış ve eline aldığı bir kapla keşkül yapmak için bir şeyler toplarmış.

Onun için de bu hareketi, tasavvufta niyaz kabul edilmiş.

Nazm ile
Selmân-ı asrım nesr ile
Vassâf-ı dehr
Nazm u nesr içre müsellemdir bu kilk-i hoş-hırâm
Nadirî (Ganizade)
Hüsnünün aşkı nice
Leylâ’yı
Mecnün eyledi
Bes ne aceb ki olager bir
Ahmed’i
Selmân eder
Kadı
Burhaneddin
Zevk edeydi derdi
Câmî tahtımın keyfiyyetin
Ey Figânî ma’rifet bezminde
Selmân’dır bana
Figânî
Hüsn-i tabrime reşk etmeğe çâre mi var
Güş eden gevher-i güftârımı
Selmân olsa
kelim-i Eyyubi

selsâl: Ar. Tatlı, lezzetli.

selsâl-i berg: Yaprak tatlısı.

Demdir ki âb-ı sâfî-i jâle ola revân
Selsâl-i berg berg-i gül-i âb-dârdan
Rızayi Selsebîl: Ar. 1. Hafif, tatlı su. 2. Cennet’te bir çeşmenin ismi.

Şu söz kim ola misâl-i kelâm-ı ehl-i kemâl
Selâsetinden hacîl ola
Selsebî ü Zülâl
Necati Bey
Ol feyz kim selâseti tab’ımdadır onu
Ne cüy-i selsebîl ne âb-ı zülâl eder
Nâilî
Ma’nî-i rengîne her bir beytigüyâ
Selsebîl
Cisr-i her-mısrâı âb-ı la’l-i rümmân üstüne
Nedim
Selsebîlin lutfu vü Âb-ı Hayâtın lezzeti
Kevserin hâsiyyeti la’l-i dür-efşânındadır
Nizamî

selsebîl-i fikret: Düşüncenin tatlı suyu.

Ol kadar sâf ü revân-perver ki lâyıktır desem
Selsebîl-i fkretin âb-ı zülâlîdir sözüm
Yenişehirli Avni

selsebîl-i sâf: Temiz, saf su.

Nice reşk-i behişt oldu diyen âdem gel insâf et
Nazar kıl selsebîl-i sâfa bak kasr-ı dil-ârâya
Nedim

selvâ: Ar. 1. Bal. 2. Bıldırcına benzer bir kuş.

Ne bilsin tîh-i gaflette olanlar minnet-i menni
Piyâz ehli olan amâ ne hazz eyleye selvâdan
Hamdullah Hamdi

Yorumlar kapatıldı.