İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Berceste Beyitler-8

T

tâ: (b) Far. Sona gelen edat, kadar, değin, dek.

Sensin ol hûrşîd-i evc-ârâ-yı şevket kim senin
Tuttu dehri nûr-ı adlin kîrvân tâ kîrvân
Hakkı Bey
(İsmail Paşazade)
Tâ ki görünüp harîm-ı Aksâ
Abdiyetin oldu sırrıpeydâ
Şeyh Galip

tâ-be-ebed: Sonsuza kadar.

Zindedir tâ-be-ebed âşık olan
Cân fedâ eylemede sâdık olan
Sünbülzade Vehbi

tâ-be-key: Ne zamana kadar, niceye dek.

Tâ-be-key azm-i vegâ fasl-ı bahâr erdikçe
Etsin ashâb-ı safâ semt-i gül-istân hırâm
Nâbî
Ferah bîgâne resmin gösterirse etmem istib’âd
Gönül me’nûs-ı ahzân oldu derd-i tâ-be-keylerle
Nedim

tâ-be-sabâh: Sabaha kadar.

Dün gece baş başa verdik aradık tâ-be-sabâh
Mürdeler defterine her ne ki olmuş mestûr
Azîz Bey
(Abdülaziz)
şeb-tâ-be-seher: Geceden sabaha kadar.

Gösterir her nigehimde bana bir nakş-ı diğer
Kederimden elem ü hüzn ile şeb-tâ-be-seher
Enderunlu Vâsıf

tâ-serâ-perde: Otağ çadırına kadar.

Ol gece vâkıada gördü resûl
Tâ-serâ-perdesine etti nüzûl
Hakanî

tâ-be-key: Ne vakte kadar.

Tâ-be-key nâleden olmuş dili yârin muğberr
Dem-i hicrân şeb u rûz âh ile vâh etmeyelim
Nâbî
Tâ-be-key zemzemepîrâ-yı tegazzül
Kâzım
Eyle evsâfına ol şâh-ı enâmın âhenk
Kâzım Paşa

tâ-ebed: Ebede kadar.

Hükmü gerdûnda merâm etseyidi sa’d-i ber-karâr
Eylemezdi tâ-ebed
Bercîs’ keyvân-ı iftirâk
Üsküdarlı Hakkı Bey

tâ-hüsrev-i seyyare: Gezegen güneşe kadar
Mamur ede her yerde
Hudd rdyet-i bahtın
Td-hüsrev-i seyydre felekte sefer eyşer
Nef’î

tâ-key: Ne vakte kadar.

Bî-gdne-meşrebd bize td-key tegdfülün
Bir âşinâ nigdha da mı fursat olmasın
Nedim-ı Kadim
Mey gibi ney gibi hey hey gibi şeyler td-key
Hey gidi san’at-ı tekrdr mükerrer dediğin
İsmail Safa
Bir böyle muhît içinde eyd
İşkence-i ıstıbdr td-key
Abdullah
Cevdet

tâ-ki: Vakta ki, o zaman ki.

Td ki görünüp harîm-ı Aksd
Abdiyyetin oldu sırrıpeydd
Şeyh Galip

taab: Ar. 1. Yorgunluk. 2. Sıkıntı, zahmet.

Cevri gönlümdür çeken gözdür gören ruhsdrını Allah Allah kdm alan kimdir çeken kimdir taab
Fuzûlî
Ellere karşımda edenler taab
Görmediğim yerde ne eyler aceb
Şeyhülislam Yahya

taab-ı nekbet: Felaket yorgunluğu.

Bir sabdh, evde, bütün bir şeb-i tdkat-şikenin
Taab-ı nekbeti altında ezilmiş, gamgîn
Tevfik Fikret

taabbüd: Ar. Abd’den; 1. İbadet etme, kulluk etme. 2. Tapma, tapınma. c. taabbüdât.

Taabbüd edip zdtına rûz u şeb
Rızd-yı
İldhî’ni kıldı taleb
Muallim Naci
Ne bir ehl-i dünydya ettim taabbüd
Ne bir ehl-i takvdya var intisdbım
Muallim Naci
Es ey sabd latîf olur çemenlerin teseccüdü
Cendb-ı Hakk’a onların aceb bu mu taabbüdü
Muallim Naci
Ona hicrdnla.

Hayır, sdde taabbüdle eğil
Ölüdür, doğru, fakat öldüğü hîç belli değil
Midhat Cemal Kuntay

taabbüs: Ar. Abs’ten; yüz ekşitme, surat asma. c. taabbüsât.

Edib taabbüsü mehcur vech-i zdhid için
Cihdna hande eder rind-i neşve-ddr olalım
Muallim Naci

taaccüb: Ar. Aceb’ten; şaşma, şaşakalma.

Taaccüb eylemem olşem’-i bezm-drdgirydnsam
Benim suz-ı derunum yüreği ndr olmayan bilmez
Enverî
Taaccüb etme eşkinden iki zencîre bend olsa
Cihdn ışkınla dîvdne
Behiştî

uslu mu sandın
Behiştî
En cdy-ı taaccübü bu bdbın
Bdisleridirşu inkıldbın
Ziya Paşa

taaddî: Ar. Adüvv’den; 1. Geçme, öteye geçme, saldırma. 2. Zulüm, adaletsizlik; töre, örf ve kanunun sınırlarını aşma. c. taaddiyyât.

Dünydyı yakıp yıkmaya bir seyf-i taaddî
Emrinle mi yd
Rab ediyor böyle tasaddî
Mehmet Akif
Kapılan pençe-i taaddîne
Ağlasın kendi zaf ü zilZetine
Tevfik Fikret

zemdn sen yed-i kahhdr-ı hamiyyette aydn
Olarak ehl-i taaddîye verirsin husrdn
Tevfik Fikret

taaddiyyât: Zulüm ve adaletsizlikler.

Taaddiyydta karşı böyle sütsüz zannolunmazken
Niçin bilmem otuz yıldır kabarmaz
Türkün ayranı
eşref

taaddüd: Ar. Add’den; birden fazla olma, çoğalma, sayısı artma.

Sdk-ı ezelîde ne taaddüd ne teessür
Baht-ı ebedîde ne ziydde ve ne noksdn
Nev’î
Taaddüd eylemez îcdb menba’-ı feyze
Piydle olsa hezdrdn yine sebû birdir
Keçecizade İzzet Molla

taaffün: Ar. Ufûnet’ten; kötü koku çıkarma, çürüyüp kokma, bozulma. c. taaffünât.

Bî-mevc-i şûriş olmaz dsdyişi cihdnın
Derya taaffün eyler oldukça dremîde
Nâbî

taaffünât: Çürümeler, kokmalar.

Taaffündtını ydd ile beyzd vü ferdhın
Piliç lezîzdir ammd çepel bozuntusudur
Nâbî
(çepel: bataklık)

taahhüd: Ar. Ahd’den; söz verme. c. taahhüdât.

taahhüd-i vasl: Kavuşmaya söz verme.

Bizi taahhüd-i vasliyle saldı ferddya
Vefdsı ol sanemin hep cefâ imiş hayfâ
Nahifı taakkul: Ar. Akl’dan; zihin yorarak anlama, akıl erdirme.

Taakkul vechine gaflet hicâbın çekti çün zâhid
Bizim ondan tegâfül gösteren dîvânemiz yeğdir
Bâkî

taalluk: Ar. Alak’tan; 1. Asılı olma, asılma. 2. İlgisi, ilişiği olma. 3. Alaka duyma, sevme. 4. tas.

Dünya bağlılığı. c. taallukât.

Kesmişti taalluku cihândan
Kat’-ı nazar eylemişti cândan
Fuzûlî
Fusûle etse taalluk nesîm-i ma’deleti
Eder musâlaha berdü’l-acûz ile bâhûr
Nâbî
Tutmuş o kadar dehri zencîr-i taalluk kim
Ser-rişte-i bî-kaydî dîvânede kalmıştır
Şeyh Galip
Leîme rabt-ı taalluktan ihtirâz eyle Ümîd-i nef’ ile celb-i mazarrat etme sakın
Nesib-ı Mevlevi (İki Bayraklızade Yusuf)

taalluk-ı çirk ü riyâ: İkiyüzlülük ve pislikle
Ugm.

Olur taalluk-ı çirk ü riyâdan âzâde
Kabâ-yı ber-zede-dâmânper-niyân-ı hulûs
Nâbî

taallukât: İlgi duymalar. taallukât-ı cihân: Cihana ait şeylere ilgi duymalar.

Aceb mi
Hamdî kılırsa yezîd-i nefsi zebûn
Taallukât-ı cihândan o kim müseyyebtir
Hamdullah Hamdi

taalllül: Ar. İllet’ten; vesile ve bahane arama, yalandan bir bahane ile işten kaçma.

Sen hem gele gör taallül etme
Ben muntazırım tegâfül etme
Fuzûlî
Dimâğım olmayıcak devletin tevaggulüne
Sıkılmağın yeri yok tâlûin taallülüne
Nâbî

taallüm: Ar. İlm’den, öğrenme, öğrenilme; elde etme.

Ta’lîm ü taallümyoğ iken mekteb-igamda
Bir noktada
Kays ile sebak-daşlarız biz
Nev’î
Ne ta’lîm ü taallümden ne hod üstâddangördüm
Ne gördümse felekte feyz-i istûdâddan gördüm
Nâşit (İbrahim. Bey)

taallüm-i âdâb-ı devr: Devrin edeplerini öğrenme.

Üstâddan taallüm-i âdâb-ı devr için
Çeşm-i piyâle cânib-i çerhegüşâdedir
Nâbî

taâm: bk. ta’m, taam.

taammüm: Ar. Umûm’dan; 1. Umumileşme, umumi olma. 2. İmâme’den; Sarık sarma. 3. Amm’dan; amca olma.

Taammüm etmesi lâzım maârifin mutlak
Okur yazarsa ahâlî, ne var yapılmayacak
Mehmet Akif

taan: bk. ta’n.

taannüd: Ar. İnad’tan; direnme, inat etme. c. taannüdât.

Fakat bilmem niçin, mâzîde taannüd var
Tevfik Fikret

taannüf: Ar. Unftan; Çok fazla azarlama.

Olıcak bâz-ı mecâliste dûçâr
Etme tevbîh ü taannüf izhâr
Nâbî
(olıcak: olunca)

taarruz: bk. ta’rîz.

taassub: Ar. Asab’dan; 1. Bir konuda veya dinî bir meselede lüzumundan fazla taraftarlık etme. 2. Kendi dininden başka dinden olanlara düşman olma. c. taassubât.

Şimdi
Behiştî
Rûm’da en mu’teber kemâl
Fazl ehline taassub u buğz u nifâktır
Behiştî
Olmuş insâna taassub bir onulmaz illet
Hüsn-i tedbîrin ile kurtulur ondan milletŞinasi
İsnâd-ı taassub olunur merd-i gayûra
Dinsizlere tevcîh-i reviyyetyeni çıktı
Ziyâ Paşa

taaşşuk: Işk’tan; âşık olma, gönül verme.

Herkes gibi var sende de ezvâk-ı temdyül
Bilsem ne demektir, bu taaşşuk, bu tahayyül
abdülhak Hâmit

tâat: Ar. Allah’ın emirlerini yerine getirme, ibadet. c. taât.

Ko bu îş ü işreti çünkim fenâdır dkıbet
Yâr-i bâkî ister isen olmaya tâat gibi
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Vardım seherî tâat için mescide nâ-gâh
Gördüm oturur halka olup bir nice gümrâh
Bağdatlı Ruhi
Vâizâ terbiyet-i nefsin içindir tâat
Yoksa Allah’a ne tâat ne ibâdet lâzım
Yenişehirli Avni
Gönül yap zâhidâ beyt-ı Hudâ’dır, tâat istersen
Muhakkaktır ki bâb-ı cenneti hâtır-şiken açmaz
Sâhib (Pirizade Osman)

tâat-i Hak: Hakk’a ibadet.

Tâat-ı Hak mûnis-i bezm-i bekâdır âkıbet
Sıhhat-i cân u beden senden cüdâdır akıbet
Bâkî
Tâat-ı Hak’tan dili gaflettir âgâh etmeyen
Reh-revi alıkoyan menzilden ekser hâb olur
Nazîm (Yahya)

tâat-ı kevneyn: Her iki dünya taati.

Tâat-i kevneyn istiğnân ile bâd-ı hevâ
Cennet-i firdevs dîdârın ile berg-i heves
Şeyhi tâat-ı nâkıs: Eksik ibadet.

Fuzûlî behre vermez tâat-ı nâkıs nedir cehdin
Kerem kıl zerki tâat sûretinde hadden aşırma
Fuzûlî

taât: Tâat’ler. Beyhûde mi olsun ya sığındımsa
Hudâ’ya
Hep hîçe mi gitsin onu taât u sücûdum
Abdülhak Hâmit

taât-i ins ü melek: İnsan ve melek ibadetleri.

Taât-ı ins ü melektenya’nî
Şân-ı a’lâsı iken müstağnî
Hakanî

taât-i aşk: Aşk ibadetleri.

Sâî-i tâat-i aşkın ârzû-yı âhiret
Kevser ü hûra değil sahbâ-yı dil-berdir bana
Namık Kemâl

taavvün: Ar. Avn’den; yardımlaşma.

Nef’-i ukbâyı edersin tafdîl
Buna mâni mi taavvün, tahsîl
Abdülhak Hâmit

taavvüz: Ar. İyâz’dan; “Eûzübillâh” deme, Allah’a sığınma.

Eyle taavvüz
Ehad ü Vâhid’e
Râh-ı sefer seddola tâ hâside
Nahifi
Şerîkim yok nazrim yok
Ehad
Ferdim vezîrim yok
Bi-külli işbu mevcûdât taavvüz kıldığı hânam
Ümmî Sinan

taayyün: Ar. Ayn’dan 1. Meydana çıkma, belirme. 2. Belli başlı adam olma. c. taayyünât.

Ufk-ı taayyünden doğdu bir güneş
Zerrât-ı âleme saldı bir âteş
Edhem
Pertev Paşa
Taayyünden halâs eyler bu bâğın hem-demi
Yahyâ
Habâb-ı sâgar-ı sahbâgibi mahv-ı rüsûm eyler
Şeyhülislam Yahya
Ettik o kadar ref’-i taayyün ki
Neşâtî
Ayîne-ipür-tâb-ı mücellâda nihânız
Neşati
Hayâtı bence teessürdür eyleyen isbât
Taayyün eyleyemez nevm içinde hayât
Tevfik Fikret

taayyünât: Ortaya çıkmalar.

Tan mı desem vücûduna fahr-i taayyünât
Çünkim zuhûr-ı âleme zâtın-durur sebeb
Hamdullah Hamdi

taayyüş: Ar. Ayş’tan, yaşama, geçinme
Pîrlik vakti taayyüş gamını çekmededir
Dest-i cûdundan umar şânına lâyık ikrâm
Nâbî
Edânîye temelluk âriyet bir ömr için değmez
Bu sûretle taayyüş fikrini pek nâ-becâ buldum
Hersekli Arif Hikmet
Tahammül mihnete ser-mâye-i emr-i taayyüştür
Olur nef’i füzûn bârı girân oldukça hammâlın
Sâmi (Arpaeminizade Vakanüvis
Mustafa Bey)
Taayyüşü mütenâsibi kadr ü şânı ile
Hakîkaten şu demin a’zâmı kibârı idi
Recaizade Ekrem

taazzum: Ar. Azm’den; 1. Büyüklük

taslama, kibirlenme. 2. Kemikleşme.

Bahs-i daPâ-yı taazzumda ne lâzımdır cedel
Yol geçer üstünden olsa ne kadar yüksek cebel
hilmi (Trabzonlu)

tâb: Far. 1. Takat, güç. 2. Parlaklık, ışık, aydınlık. 3. Sıcaklık, hararet. 4. Kıvrım, büklüm. 5. Tazelik, canlılık.

Ol rûz-ı haşri seyr eden olmaz cihânda kim
Dîdâr gördü herkesi bî-tâb intizâr
NeVî
Arsa-i medh ü senânın haddi yok pâyânı yok
Peyk-i endîşe aceb mi olsa bî-tâb u tüvân
Nef’î
Kâkülün aç, ruh-ı pür-tâbınıgöster cânâ
Bilelim biz de cihânda gecemiz gündüzümüz
Münif
Bağlanıp zülf-i hezârân tâbına
İbret oldum âh aşk erbâbına
Muallim Naci

tâb-ı âh: Ah kıvılcımının ışıması.

Ateş-i aşk ü fürûğ-ı hüsn ü tâb-ı âhtan
Sîneler nîrân beden sûzân ciğer büryân olur
Nazîm (Yahya)

tâb-ı aşk: Aşk gücü.

Tâb-ı aşk ile gazel mi söylemiş
Vehbî yine
Nazma sûziş verdi böyle tab’-ı âteş-pâresi
Sünbülzade Vehbi

tâb-ı âşık: Âşıkın gözündeki parlaklık.

Çeşminde tâb-ı âşık nihân olmaz âşıkın
Sâf şarâb kendüyü sâgarda gösterir
Gavsî (Ahmet Dede)

tâb-ı dîdâr-ı Hudâ: Allah’ın “Cemal” sıfatının parlaklığı.

Tâb-ı dîdâr-ı Hudâ ile Resul
Bir hilâl olduğuna dâl idi ol
Hakanî

tâb-ı gam: Gam sıcaklığı.

Tâb-ı gamdan şu’le-i sûzân olur ağzımda dil
Olmasa medhinleger sûsen gibi ratbü’l-lisân
nef’î

tâb-ı girye: Gözyaşı sıcaklığı.

Eşkimde böyleşu’le nedendir meğer ki sen
Çün sûz u tâb-ıgiryede pinhânsın eygönül
Nedim

tâb-ı hecr: Ayrılık ateşi.

Tâ-be-gerden garka-i eşk oldu tâb-ı hecr ile
Nâbî’ye hem hâlet-i rûz-i hisâb ettin bu şeb
Nâbî

tâb-ı hûrşîd: Güneşin sıcaklığı.

Tâb-ı hûrşîd sitem-i sûzân ederdi âlemi
Ger sehâb-ı adl ü dâdın olmasaydı sâyebân
Nef’î

tâb-ı hüsn: Güzelliğin parlaklığı.

Tâb-ı hüsnünden
Muhibbî bir harâret bağladı
Teb tutar gibi olur sâhibî-firâş üç günde bir
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

tâb-ı ihtiyâr: Seçme gücü.

Gelirken bezme sen gitmez mi tâb-ı ihtiyâr elden
Olup mest-i temâşâ âşık-ı bî-vâye düşmez mi
Hamamizâde İhsan

tâb-ı kahr: Kahır sıcaklığı.

Tâb-ı kahrından ola cümle adû nâ-peydâ
Pertev-i mihr ericek jâle-i hîzân-şekil
Hayâlî Bey
(ericek: erince)

tâb-ı kem-ter: Eksik parlaklık.

Alnın levâmidnden meh-pâre tâb-ı kem-ter
Ruhsârın âteşinden hurşîd bir kabestir
Behiştî

tâb-ı kevkeb: Yıldız parlaklığı.

Eşk-i çeşmimle olur la’l-i leb-iyâr ferih
Tâb-ı kevkeble bulur la’l-ı Bedehşan revnak
Avnî

tâb-ı mehâbet: Ululuğun ateşi.

Ol saf-der-i yegâne ki tâb-ı mehâbeti
Cevşen-güdâz-ı Tehmeten ü Kahraman olur
Nef’î

tâb-ı mey: Şarabın parlaklığı.

Tâb-ı meyden aks-i hüsn-i yâr yaktı meclisi
Sâkiyâ şimdengirü şem’-işeb-istân oynasın
Necati Bey

tâb-ı na’l: Nalın parlaklığı.

Tâb-ı na’lim ne olager tâb urur ise arşa
Tâb-ı sathında onun eyle hazer rûz ile şeb
Muradî (Sultan III. Murat)

tâb-ı ruh: Yanağın parlaklığı.

Tâb-ı ruhunla sûzunu yazarken
Ahmed’in
Şevkından odlara tutuşup yana yazmışam
Ahmet Paşa
Tâb-ı ruhun oldukçafüzûnşu’le-i meyden
Bir lem’ası dünyâyı yakar berk-ı beldsın
NâıH tâb-ı sath: Yüzey parlaklığı.

Tâb-ı na’lim ne ola ger tâb urur ise arşa
Tâb-ı sathında onun eyle hazer rûz ile şeb
Muradî (Sultan III. Murat)

tâb-ı sûz-ı sine: Göğüs yanışının sıcaklığı.

Tâb-ı sûz-ı sîneden eksilmeseydi göz nemi
Göz yumup açınca seylâba verirdim âlemi
FuzûH tâb-ı şarâb-ı şu’le-fürûz-ı safâ: Temiz ışık saçan şarabın parlaklığı.

Tâb-ı şarâb-ı şu’le-fürûz-ı safâyıgör
Her bir habâb-ı mevcesi pervâne-i neşât
Esrar Dede

tâb-ı teb-i âzâr: Azarlama sıtmasının ateşi.

Tâb-ı teb-i âzâr ile mânend-i süveydâ
Efzûn-ter idi lerzişimiz kıble-nümâdan
Nâiâ tâb-ı temâşâ-yı cemâl: Güzelliği seyretme gücü.

Çün bana bir zerre yok tâb-ı temâşâ-yı cemâl
Ben kim ü vasl etmek ol hurşîd-i rahşândan tama’
Fuzûlî

tâb-ı vech: Yüzün parlaklığı.

Tâb-ı vechindir cihânda zulmeti ref eyleyen
Nûr-ı hüsnünden güneş tâ haşre dek tâbân olur
Âdile Sultan

tâb-ı zülf: Saç kıvrımı.

Tâb-ı zülfündür mü ruhsârında cânlar meskeni
Ya bırakmış bir reh-ipür-pîç ü hamgül-zâra mûr
Fuzûlî

tâb-âver: Dayanan, güç yetiren.

Necm-i şi’r-i enver re’yinden alır feyz-i fürûğ
Burc-ı Cevzâ kurb-ı bahtından bulur tâb u tüvân
Üsküdarlı Hakkı Bey

tâb-dâr: 1. Parlak, ışıklı. 2. Kıvrımlı, büklümlü.

Uzanır rişte-i tûl-i emel dîdâr zevkıyle
Ham açıldıkça ol gül-çihre zülf-i tâb-dârından
Fuzûlî
Necm sanman her gece olan felekte tâb-dâr
Tîr-i âhım ser-te-ser cismimi peykân eylemiş
Bin şems-i tâb-dâr u hezârân meh-i münîr
Yüz bin sevâbit ü nice seyyâre-i ıyân
Ziyâ Paşa

tâb-efgen: Güç kırıcı, güç bırkmayan, dayanma gücü bırakmayan.

Cür’ana vermezdi cân her âşık-ı efsürde-dil
Olmasan tâb-efgen-i her hâtır-ı bî-tâb ü teng
Nef’î

tâb-efgen-i hûrşîd: Güneşin güç kırıcılığı.

Mahşer ki ola hüsnünden ayân safvet-i dîdâr
Tâb-efgen-i hûrşîd olangermiyyet-i dîdâr
Nâilî

tâb-hâne: 1. Ocak veya soba ile ısıtılan kışlık yer, çiçek sobası. 2. Şifa evi, hastahane.

Cihânda kimden edersin ümîd-i hân-ı kerem
Bu tâb-hânede ikrâm-ı zayf bilmezler
Nâilî
Bu tâb-hânede bir lokma nân için hayfâ
Bütün belâ ile geçmektedir sinîn ü şühûr
Yenişehirli Avni

tâb-nâk: Parlak, ışıklı, ziyadar.

O denlü tâb-nâk etmiş o zerrîn şem’a etrâfn
Görünmez sâyesinde âfitâb subhun âsârı
Nef’î
Bir katre mâ düşünce gülün kalb-i pâkine
İsmim çıkar hemân varak-ı tâb-nâkine
Namık Kemâl

tab’: Ar. 1. Tabiat, huy, âdet, alışkanlık. yaratılış. 2. Mühür, damga basma. 3. Kitap basma. c. tıbâ’.

Ger kara taşı kızıl kan ile rengîn etsen
Tab’a tağyîr verip la’l-ı Bedahşân olmaz
Fuzûlî
TabHmın bir tercemânı ter-zebânıdır kalem
Hâmemin bir hem-zebân-ı nükte-dânıdır sözüm
Nef’î
Neylesin râyiz-i endîşe nice zabt etsin
Rahş-ı tab’ımgibi bir tevsen-i çâbük-pâyı
Nef’î

tab’-ı adem: Yokluk tabiatı.

Tab’-ı ademde olup havsala-i istâdâd
Olmasa ma’nî-i “lâ-yüs’el” ile redd-i cevâb
Esrar Dede
(lâ-yüs’el: Allah yaptığından sorumlu olmaz.

Enbiyaş23)
behiştî

tab’-ı âdem: İnsanın tabiatı.

Tâ ede hâsiyyeti te’sîr tab’-ı âdeme
Göstere cümle mevâlîd ona rûy-ı iltifât
Nâbî

tab’-ı âteş: Ateşin tabiatı.

Verse tab’-ı âteşe ger berk-ı tîğı terbiyet
Ma’den-i elmâs ederdi tûde-i hâkisteri
Nef’î

tab’-ı âyîne-i meşşata-i rûy-ı âlemÂlemin yüzünü süsleyen kadının aynasının mührü.

Tab’-ı âyîne-i meşşata-i rûy-ı âlem
Fikr-i üstâd-ı kühen-sâl-i debistân-ı felek
Nef’î

tab’-ı beşer: İnsanlık huyu.

Her kim ki arar bûy-ı vefâ tab’-ı beşerde
Benzer ona kim devlet umar zıll-i hümâdan
Ziyâ Paşa
Alışmıyor ne aceb inkılâba tab’-ı beşer
Bugün cihânda olurken ne varsa diğer-gûn
Abdülhak Hâmit

tab’-ı bülbül: Bülbül huylu.

Gül gibi nâziksin ammâ nâzını az eyle kim
Tab’-ı bülbül gibi hâziktir dil-işâir dahi
Ahmet Paşa

tab’-ı bülend: Yüksek ahlak.

Ammâ hemîşe baht-ı dagal-bâz neyleyim
Tab’-ı bülende halecân-ı nihân verir
Nedim tab’-ı bülend-tab’: Yüce yaratılışlı ahlak.

Sultan vassâfısın o serv-i kaddin râsttır bu kim
Tab’-ı bülend-tab’ına ahsent
Bâkî yâ
Bâkî

tab’-ı cehennem: Cehennemin yaratılışı.

Rütbeni bilmek ile tab’-ı cehennemde bile Ümmet-i müznib için yok heves-i istîkâd
Nâbî

tab’-ı derrâk: Çabuk kavrayışlı tabiat.

Tob’-ı derrâkını hıfz eyleye
Hak âfetten
Ala dil-hâhı kadar feyz-ı Hudâ’dan vâye
Nâbî

tab’-ı gazel-perdâz: Gazel düzenleyen tabiatı.

Aferîn
Nef’î

yine tab’-ı gazel-perdâzına
Penç-beytin nüsha-i sihr-i beyândır her biri
Nef’î

tab’-ı güher-perver: Cevher seven tabiatlı.

Eyledi tab’-ıgüher-perver
Es’ad Paşa
Ben deryâ-yı hünerde benî lâl ü elken
Keçecizade İzzet Molla

tab’-ı harîs: Hırslı, tamahkâr.

Olma ey tab’-ı harîs enbân-güşâ-yı ıztırâb
Kâr ü bârı âsiyâb-ı âlemin nevbetledir
Nâbî

tab’-ı hayvânî: Hayvanî huy.

Hevâ-yı nefsi terk eden melâik rütbesin bulur
Mukarreb olamaz ref etmeyen bu tab’-ı hayvânî
Gaybî

tab’-ı heves-nâk: Hevesli tabiat.

Bilirim aczini endîşemin ammâ nideyim
Yenemem tab’-ı heves-nâk u dil-işeydâyı
Nef’î

tab’-ı hurde-dân: Nükte ve inceliği anlayan yaratılışlı.

Bârîk-bîn olanlar eder kaşların hayâl
Dendânını tasavvur eder tab’-ı hurde-dân
Bâkî

tab’-ı latîf: Hoş yaratılış.

İffet ü ismet ile tab’-ı latîfi hem-zâd
Himmet ü gayret ile kalb-işerîfi tev’em
Nâbî

tab’-ı mevâlî: Mevlevılik payesine ulaşmış kişilerin tabiatı.

Ebed-igird-i fenâ ermez idi tab’-ı mevâlîde
Eğer olsaydı adli feyz-bahşâ çâr-erkâna
Üsküdarlı Hakkı Bey

tab’-ı mi’mârî-i takdîr: Taktir edilen mimarî yaratılış.

Tab’-ı mi’mân-i takdîre hezârân tahsîn
Ki edip hedm mebânî-i felek-sâ-yı hısâm
Nâbî

tab’-ı mir’ât: Aynanın huyu.

Güneşten nûr alan meh-tâba tuttum tab’-ı mir’âtın
Fazâil âs-mânının
Behiştî
ahteri oldum
Behiştî

tab’-ı müstemendân: Gamlı tabiatlılar.

Ne nâmedir ki bu hüsn-i beyân unvânı
Edergüşâde dil ü tab’-ı müstemendânı
Nef’î

tab’-ı mühîn: İhanet eden tabiat.

Akrebin sokması sanmam sana kînindendir
Bu redâat hep onun tab’-ı mühînindendir

tab’-ı müyûl: Gönlü akanların huyu.

Bâd-veşgeştte dil pehn-i cihân-ı emelî
Ab-veş alçağa meyl eylemede tab’-ı müyûl
Rızayi tab’-ı nâ-kes: Cimri tabiat.

Rüsûm-ı ilm ile gitmez denâet tab’-ı nâ-kesden
İrem, ârâyiş-i elvân ile Huld-ı Berin olmaz
Beliğ

tab’-ı nâs: İnsanların huyu.

Öğren lisân-ı asr ü rüsûm-ı zemâneyi
Bak tab’-ı nâsa hâle münâsib tekellüm et
Esat Bey
(Vakanüvis İstanbullu Mehmet)

tab’-ı nâ-şâd: Şad olmayan huy.

Boşanıp seyl-i sirişkim reg-i feryâdımdan
Tab’-ı nâ-şâd felek haylî bulandı bu sabâh
Esrar Dede

tab’-ı nazenin: Nazlı tavır.

Şâd olmağa hâtır-ı hazîni
Eğlenmeğe tab’-ı nâzenîni
Fuzûlî tab’-ı Nefî
: Nefî’nin huyu.

Tab’-ı Nef’î bülbül-gûyâdır ol gül-şende kim
Gonca-veş dem-bestedir anda dehân-ı şâirân
nef’î

tab’-ı nükte-dân: Nükteci tabiat.

Sühan bir genc-i lâ-yefnâ-yı esrâr-ı İlâhîdir
Ki tab’-ı nükte-dânımdır o gencin şimdi gencûru
nef’î

tab’-ı pâk: Temiz yaratılış.

Tab’-ıpâki âzmâyîşten
Cinânî kim kaçar
Kâbil-i medh olmağa ammâ ki bir memdûh yok
Cinânî
Behiştî

tab’-ıpâkinden ne hâletler konulmuştur
Ki eş’ârın semâ’ etse tarabtan ehl-i hâl oynar
Behiştî

tab’-ı pür-hüner: Hüner dolu yaratılış.

Bî-pîç ü tâb-ıgam olamaz tab’-ıpür-hüner
Ef’î olur mu hîç der-i gencîneden cüdâ
Şeyh Galip

tab’-ı rûşen: Aydın görüşü.

Hüsn-i matla’da edip çeşme-i mihri rîzân
Eyledi hükmünü icrâyine tab’-ı rûşen
Nedim tab’-ı safâ-şi’âr: Berraklık veren görünüş.

Gül-zâr-ı ma’rifette mizâb-ı hâmesinden
Tab’-ı safâ-şi’ârım bir çeşme-sâr akıttı
Şeyhülislam Yahya

tab’-ı sahbâ: Kadehin huyu.

Tab’-ı sahbâ gibi cûş-âver mînâ-yı makâl
Fikr-ianka: gibi bâlâ-revi etbâk-ı hayâl
Neft tab’-ı sâhir-pîşe: Sihirbazlığı iş edinmiş olan yaratılış.

Tab’-ı sâhir-pîşene
Bâkî gönüller meyl eder
Sükker-i şi’r-i dil-âvîzin meğer efsûnludur
Bâkî

tab’-ı selim: Yumuşak tabiat.

Zîrâ şuarâ zümresinin tab’-ı selîmi
Ayîne-i ilhâm
Hudâvend-i cihândır
Yenişehirli Avni

tab’-ı semend: Kula atın huyu.

Olmaz ey Bâkî-i bî-dil ser-i a’dâpâ-mâl
Yine sen tab’-ı semendine süvâr olmayıcak
Bâkî

tab’-ı sühan-dân: Söz bilen yaratılış.

Arşta rûh-ı Fuzûlî
âferîn-gûyâ olur
Bu gazelle
Gâlibâ tab’-ı sühan-dânımgörüp
Leskofçalı Galip

tab’-ı sühan-gû: Güzel söyleyen yaratılışlı.

Feyz-bahş olsa eğer tab’-ı sühan-gûyum olur
Kıssa-perdâz-ı maânî-suveriperde-i râz
Nef’î

tab’-ı şâir-âne: Şairce tavır.

Hemîşe dil-ber-i mevzûn hırâma meyl eyler
Belâya uğramışız tab’-ı şâir-âne ile
Neylî

tab’-ı şirin: Hoş, güzel huy.

Tab’-ı şîrîni olur bedreka-i reh yoksa
Bulamaz câdde-i rekdten fem-i pistânî-lebin
Keçecizade İzzet Molla

tab’-ı şûh: Şen tabiat.

Olmasa
Nef’î
ne ola dil-beste zülf-i dil-bere
Tab’-ı şûhu dâma düşmez bir hümâdır ne eylesin
Nef’î
Şu rütbe etti eser bana ol edâ-yı selîs
Ki tab’-ı şûhum olup hâkisâr-ı ceyb-i karâr
Nedim

tab’-ı vakkâd: Parlak tabiat.

Tab’-ı vakkâdın eger âteş-i rahşângörse
Kızara ahker-i sûzân nitekim dâne-i nâr
Bâkî

tab’-ı yârân: Dostların davranışı.

Levh-ı Mahfûz-ı sühendir dil-i pâk-ı Nef’î
Tab’-ı yârân gibi dükkânçe-i sahhâf değil
Nefi

tıbâ’: Tab’ lar, huylar, âdetler, mizaçlar, yaratılışlar.

Terbiyet-gerde-i hulk-ı hüsnî olsa tıbâ’
Hüsn-i ahlâka mübeddel olur ef’âl-i zemîm
Nazîm (Yahya)

tıbâ’-ı kevneyn: Her iki dünyanın âdeti.

Sultân-ı cihân-mutâ’-ı kevneyn
Rûhu’r-rûhu tıbâ’-ı kevneyn
Ziyâ Paşa

tıbâ’-ı millî: Millî âdetler.

Olmaz mı tehâlüf-i cibillî
Yek-şîve midir tıbâ’-ı millî
Ziyâ Paşa

tabîî: 1. Tabiate mensup, fıtrî, yaratılış icabı. 2. olağan, alışıldığı üzere. 3. yaratılıştaki durum, tabiat c. tabîiyât.

Çemendir, bahrdir, kûh-sârdır, subh-ı rebiîdir
Bu yerlerde doğan bir şâir olmak pek tabiîdir
Abdülhak Hâmit
Sâhilyeşil, eşcâryeşil.

Sanki tabîat
Vermek dilemiş mevkii şâyân-ı perestiş
Bir reng-ı
Behiştî
Tevfik Fikret

tabîiyât: Tabiîlikler.

Felekiyât ü tabîiyâtı
İnfâl ü kem ü keyfyâtı
Sünbülzade Vehbi

tabîat: 1. Yaratılış, huy, mizaç. 2. Kâinat, evren. 3. Büyük abdest etme kolaylığı veya zorluğu. c. tabâyi’.

Oldukça tabîatimce hem-dem
Cennet gibidir bana cehennem
Üsküdarlı Talat Bey

tabâyi’: Tabiatlar.

Hem anâsır, hem tabâyi’ hem mürekkeb hem basit
Cümlenin aslı vü feri
Kâdir’in makdûrudur
Nesimi
Bu mahsûd-ı tabâyi’sözleri kanda bulursun sen
Küdûret vermesem
Vecdî dil-i yârâne olmaz mı

vecdî

tabiye, tabî: Tabı, kitap baskısı ile ilgili.

Evet, beş on kişi ancak okur, tenevvür eder
Bizim masârif-i tabiye olmayaydı heder
Mehmet Akif

tabak: Ar. 1. Tabak (kap). 2. İnce kat. c. etbâk, tıbâk.

Bir tabak mîve gelirse meclise âdet budur
Olur elbette onun ba’zısıpuhte ba’zı hâm
Nâbî
Çînî tabakta çarh meh ü mihr ü encümü
Bu bezme düzdü sîb ü bih ü dâne-i enâr
Nâbî
Bir fazla takab sofrayı bir dağ gibi ezdi
Tevfik Fikret

tabaka: 1. Kat, katman. 2. Sınıf, topluluk. 3. Bir veya iki yapraklık kâğıt. 4. Tütün ve kâğıt konulan kap. c. tabakât.

Halkı irşâd edecek var mı ya sizden başka
Onu insân bile saymaz mütefekkir tabaka
Mehmet Akif
etbâk: Tabak’lar, tabaka’lar.

Tab’-ı sahbâgibi cûş-âver mînâ-yı makâl
Fikr-ı Anka: gibi bâlâ-revi etbâk-ı hayâl
Nef’î
etbâk-ı arş-ı zulmet: Karanlık göğün tabakaları.

Her nağmesinde bir şeb-i hicrân hazırladım
Etbâk-ı arşı zulmeti gezdim adım andım
Mehmet
Behçet Bey

tıbâk: 1. Kat, tabaka. 2. Uygunluk, uyma.

Cehennem iken bana seb’-i tıbâk
Yakıp bir taraftan da nâr-ı firâk
Keçecizade İzzet Molla

tabaka: bk. tabak.

tâbân: Far. Işıklı, parlak.

Ay u gündür devr-i hüsnünde cemâlin âcizi
Gûyiyâ anan meh-i tâbân atan âftâb
Fuzûlî
Gözü yağmâcı şehr-âşûblarla çevresi dolmuş
Sanasın ortaya yıldızlar almış mâh-ı tâbânı
Hayâlî Bey
Cân aynına ayân olur ise misâl-i aşk
Tâbân ola dil-hânede nûr-ı cemâl-i aşk
Nuri

tâbân-ı subh-ı rahmet: Rahmet sabahının parlaklığı.

Sultânı tâc-ı devlet hakanı tahtı izzet
Tâbânı subh-ı rahmet vech-i sabîh-ı Ahmed
Hamdullah Hamdi

tabasbus: Ar. Basbasa’dan; yaltaklanma, alçakça yalvarma. c. tabasbusât.

Hallâk-ı cihân kulluğa şâyestedir ancak
Kendin gibi bir şahsa tabasbus ne belâdır
Sünbülzade Vehbi

tabâyi’: bk. tabîat.

Hâli niam-feyzden âgende-şikemdir
Mestân-e havâ mey-kede tabbâhlarından
Nâili

tabbâh: bk. tabîat.

tâbende: Far. Parlayan, ışık veren.

Zülf-i miskin ki ruh-ı yâr ile tâbende durur
Şem’-ipür-nûr ile san buldu şeb-istân revnak
Avnî
Sipihr-i nf’atin tâbende mâh-ı âlem-efrûzu
Riyâz-ı devletin zîbende serv-i kâmet-efrâzı
Nef’î
Yana pervâne-veş cismi adûnun nâr-ı kahrınla
Ola tâbende şâhâ devletin şem’-işeb-istânı
Hayâlî Bey
Zulmete ashâb-ı a’mâ bendedir
Nûr ise bînâlara tâbendedir
MuaHim
Naci

tâbende-i deryâ-yı ezelEzel deryasının ışık vereni.

Zerresi mihr-i celîşa’şaa-i evc-i ebed
Katresi cevher tâbende-i deryâ-yı ezel
Kâzım Paşa

tâbende-i hayâl: Hayal ışığının parlaklığı.

Ahcârı hüzn-i leyl ile âlûde-i zılâl
Eşcârı nûr-ı subh ile tâbende-i hayâl
Kemalzâde Ekrem Bey

tâbi’, tâbi’a: Ar. Teb’den; 1. Bir şeyin hükmü ve emri altında bulunan, birinin hükm ü mesleğine uyucu. 2. Boyun eğen. 3. Hz. Muhammed’i görmüş olup kendisinden hadis dinlemiş olan. 4. gr.

Kendinden önceki kelimeye göre hareke alan. c. tevâbi’, tâbiîn, tâbiûn, tebea, tebâi’.

Tarîk-ı fakr tutsam tab’ tâbi nef râm olmaz
Gınâ kılsam taleb esbâb-ı cem’iyyet temâm olmaz
Fuzûlî
Sehâb-âsâ yürürler yerde câmid gördüğün dağlar
Bütün zerrât bir kânûn-ı istimrâra tâbidir
Ziyâ Paşa
Serine tâbi ederdi cesedi
Bunu terk etmemişti ebedî
Hakanî
Herkes cihânda olmalı tâbi diyânete
Ondan terakkub etmeli ma’nen sıyânete
Abdülhak Hâmit

tâbi’-i fermân: Fermana uyma. Hak Teâlâ devlet ü ikbâlin efzûn eylesin
Tâbi-i fermânın olsun devr-i çarhın çenberi
Nedim

tâbi’-i devr-i zemâne: Zamanın dönüşüne uyma.

Bir kerre bana gelmedin ey sâgar-ı neşât
Bildim ki sen de tâbi-i devr-i zemânesin
Nâbî

tâbi’-i ikbâl ü efâl: Talih ve işlere bağlı olma.

Tâbi-i ikbâl ü ef’âl olma kim hiçbir zemân
Tâliin yüz döndürürse dostların düşmân olur
Andelîb (Mehmet Esat Fâik)

tevâbi’: Tâbi’ ler.

Her şems eder tevâbi-i mahsûsasasıyla seyr
Her tâbie tevâbi-i uhrâ eder
Kurân
Ziyâ Paşa
Olmaksa merâmınız o başka
Âşık-ı ömrün tevâbi’inden
Muallim Naci

tâbiiyyet: Tâbi’lik, tâbi’ olma, bir devletin teb’asında bulunma.

İttibâ’ eylediler meslek-i âşık-ı ömre
Aşk u şevkıle nice kâfiye-cûyâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

tabîat: bk. tab’.

tabîb: bk. tıbb.

tabîî: bk. tab’.

ta’bîr: Ar. Ubûr’dan; 1. Anlatma, ifade. 2. Deyim. 3. Terim. 4. Bir anlamı olan söz. 5. Rüya yorma. c. ta’bîrât.

Şâir olursa da senin gibi
Nâbî yâ Ta’bîri hoş nikâtı muhayyel beyânı şûh
Nâbî
Cihânın cünbişi ol hüsn-i âlem-gîr içindir hep
Meâl-i güft-gû zâtında bir ta’bîr içindir hep
Esrar Dede
Meâl-i gaflet-i erbâb-ı dünyâ hep nedâmettir
Bu rü’yâ hâbdan evvel dahi ta’bîr olunmuştur
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

ta’bîr-i latîf: Hoş tabir.

Bir tâze reviştir bu ki ta’bîr-i latîji
Revnak-şiken-i hüsn-i beyân-ı kudemâdır
Nef’î

ta’bîr-i mezâyâ-yı nihân: Gizli meziyetlerin tabiri.

Evsâf-ı mahabbet dehen-i hâmeye sığmaz
Ta’bîr-i mezâyâ-yı nihân nâmeye sığmaz
Nâbî

ta’bîrât: Tabirler.

Bu ta’bîrât vüs’unda değildir kuvvet-i tab’ın
Bu feyz-i ma’nevî
Nâbî’ye mecrâ-yı diğerdendir
Nâbî

tâbiş: Far. Parlayış, parıldayış.

Çehrende nedir bu hüsn-i tâbiş
Sandım ki kamer telessüm etmiş
Muallim Naci

tâbiş-i fikr-i ruh: Parlak yanağı düşünme.

Cânıma âteş bıraktı tâbiş-i fikr-i ruhun
Gönlüme saldı hayâl-i çîn-i zülfün pîç ü tâb
Çermikli
Zihni

tâbiş-i gül: Gülün parlaklığı.

Gül-goncedeki jâle değil tâbiş-i gülden
Sâbit

yüreği yağı erir bülbül-i zârın
Sâbit

tâbiş-i hasret: Hasret parlayışı.

Göklerde melek tâbiş-i hasrette kalıptır
Sen şâh olalı yer yüzüne sâye-ı Rahmân
Behiştî

tâbiş-i hüsn: Güzelliğin parlayışı.

Tâbiş-i hüsn ile buşu’le-i ruhsâre ile
Kimi ser-mâye-res-i nûr edeceksin bilmem
Nâbî
Çehrende nedir bu hüsn-i tâbiş
Sandım ki kamer telessüm etmiş
Muallim Naci

tâbiş-i mihr-i ruh: Güneşe benzeyen yanağının parlayışı.

Tabiş-i mihr-i ruhun lâle-i hamrâ ne bilir
Reviş-i kametini serv-i dil-ârâ ne bilir
Makalî

tâbiş-i tîğ: Kılıç parlayışı.

Tâbiş-i tîğını der pençe dem-i heycâda
Görse teb-lerze tutar şerze-i şîr-i ücemi
Beliğ

tâbiş-geh: Parıltı yeri.

tâbiş-geh-i envâr: Nurların parıltı yeri.

Bir nûr-ı mübîndir ki bu tâbiş-geh-i envâr
Bir mislini olsun edemez tâ ebed ezhâr
Muallim Naci

ta’biye: Ar. Yerli yerine koyma, yerleştirme, tertip etme (askeriyede)

ta’biyetü’l-ceyş: Strateji.

Çekîde-i katerâtından âferînişdir
Olundu ta’biye-i hilkat u hakîkat bûd
Sâmi tabl: Ar. 1. Davul. 2. Tıp. kulak zarı. c. tubûl
Çalındı kûslar tabl u nakkâre kıldı âvâze
Düğün bayrâm idi gûyâ guzâta cenk meydânı
Bâkî
Atına bir na’l-i sîmîn kapına bir halka mâh
Cünnene zerrîn gılaf ü tablına çenber güneş
Lamiî Çelebi
Tutsun cihânı debdebe-i tabl-ı haşmetin
Olsun felekte devlet-i câhın cihân cihân
Nedim

tabl-ı ârâm: Rahat davul.

Tabl-bâz etti elin sînesini döğmekten
Eyledi dest-i kader kûfte tabl-ı ârâm
Nâbî

tabl-ı gam u mihnet: Gam ve sıkıntı davulu.

Çaldım niçe gün derdile tabl-ı gam u mihnet
Al sen de vefâ sâzın ele kâr-ı növbet
Zâti tabl-ı kıyamet: Kıyamet davulu.

Cünbüş-i kamet ile tabl-ı kıyâmet koparır
Def döğer sînesini cülcüle başlar zâre
Beliğ tabl-ı sîne: Göğüs davulu.

Tabl-ı sînem döğülür azm eyle meydân vaktidir
Zülf ile çal başımın tûpunu çevgân vaktidir
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

tabl-ı tehî: Boş davul.

Tabl-ı tehîden gümdür sühanlar
Bî-hûde
Gâlib efgân edersin
Şeyh Galip

tabl-âsâ: Davul gibi.

Ehl-i derdin döğülüp sîneleri tabl-âsâ
Tuttu âfâkı yine tantana-i şevket-i aşk
Nuri

tabl-bâz: Davulcu.

Tabl-bâz etti elin sînesini döğmekten
Eyledi dest-i kader kûfte tabl-ı ârâm
Nâbî

table, tabla: Üzerine bir şeyler konan taşıma eşyası.

tabla-i mihr: Güneşin tablası.

Dest-i kahrından yemiştir bir tabanca var ise
Tabla-i mihr üzre hâlâ ol eserdir câvidân
Ziyâ Paşa

table-kâr, tabla-kâr: 1. Tabla üzerinde öteberi satan küçük esnaf, işportacı. 2. Yemek yenirken iş gören hizmetçi.

Helvacıya table-kâr lâzım
O kâra da iktidâr lâzım
Ziya Paşa

tâbût: Ar. Ölülerin kabristana nakilleri için kullanılan, üstü kapalı tahtadan yapılmış sandık.

Âşık ifnâ-yı vücûd eylemeden kasdı budur
İstemez kimseye bâr olduğunu tâbûtun
Nâbî
Zülfün hevâsına ölenin ud-ımış diye
Tdbûtu tahtasını melekler buhûr eder
Cem Sultan
Sâyesin dervîş-i bî-berg ü nevâdan dûr eden
Saklasın ârâyiş-i tâbûta nahl-i kametin
Mantıkî (Ahmet)
Mahmil-i tâbûtta olur metâ’ı bir kefen
Şol ki birkaç gün fenâ dünyâda şöhret bağladı
Hayâlî Bey

tâc: Ar. 1. Hükümdarların başlarına giydikleri süslü, cevahirli taç, efser. 2. Gelinlerin başlarına koydukları süslü başlık. 3. Sorguç, tarak, kuşların başlarındaki uzun tüy. 4. Eski tarikat şeylerinin başlarına giydikleri başlık. c. etvâc, tîcân.

Hırka vü tâcıla zâhid kerem et sıkleti ko
Âdeme cübbe vü destâr kerâmet mi verir
Şeyhülislam Yahya
Zâhidâ o denlü sıklet-i tâc ü kabâ ile
Uçmak ümîdin etmez idi ebleh olmasa
Nergisî
Rîzesinin âsitânı gevher-i tâc-ı mülûk
Cevher-i iksîr ile hâk-i harîmi hem ayân
Nazîm (Yahya)

tâc-ı belâ: Bela tacı.

Urunup tâc-ı belâ geçmez ise taht-ı gama
Mülk-i aşk oldu
Nizâmî’ye müsellem demeyem
nizami

tâc-ı Dârâ: Dârâ’nın tacı.

Tâc-ı Dârâ’da olan gevheri biz neyleyelim
Câm-ı Cem’de konulan la’l-i müzâb olsa bile
Şeyhülislam Yahya

tâc-ı fahr-i felek: Feleğin övünme tacı.

Tâc-ı fahr-i feleğe bir nazar et kim
Neş’et
Mürde destârıgibi rû-be-kafâgeldi bana
Neş’et tâc-ı fark-ı vükelâ’
Vekillerin farklı tacı.

Nûr-ı çeşm-i vüzerâ kuvvet-i kalb-i ulemâ
Tâc-ı fark-ı vükelâ kurre-i ayn-ı hükkâm
Nâbî

tâc-ı Feridun: Feridun’un tacı.

Pîrâye-i mülk ü milel ser-mâye-i dîn ü düvel
Ki olmuş nasîbi tâ ezel tâc-ı Ferîdûn taht-ı Cem
nef’î

tâc-ı ışk: Aşk tacı.

Her kim ki tâc-ı ışkıgiye ihtiyâr ile
Kendi eliyle satır alır başına belâ
Behiştî

tâc-ı iftihâr: Övünme tacı.

Sen ol mükerrem-i levlâksin ki hâk-i rehin
Ser-i melâikede tâc-ı iftihâr kalır
Nâilî

tâc-ı Keyhüsrev: Keyhüsrev’in tacı.

Tâc-ı Keyhüsrev gerekmez lîk
Hak’tan rûz u şeb
Kullarınla kendimi kapında der-bân isterim
Ahmet Paşa

tâc-ı mahabbet: Sevgi tacı.

Tâc-ı mahabbetin giyemez müstahak değil
Şol kelleler ki itin önünde yalak değil
Enverî

tâc-ı murassa’: Süslü taç.

Saçar bezme nûru döker rezme nârı
O tâc-ı murassa o tîğ-ı mücevher
Bâkî

tâc-ı ser: Baş tacı.

Tâc-ı ser seng-i belâ yüz suyu hâk-i kademin
Yeter ey dost yeter bana ne nâmûs u ne âr
Necati Bey

tâc-ı ser-i âlem: Âlemin baş tacı.

Hâk ol ki
Hudâ mertebeni eyleye âlî
Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâk-i kademdir
Bağdatlı Ruhi

tâc-ı tarâvet: Zariflik tacı.

Nevrûz erişip azm-i gülistân edelim gel
Ey tâc-ı tarâvet yürü başımda yerin var
Şeyhi tâc-ı zer: Altın taç.

Senşâh-ı hüsne olmasa bir doğru bendeşem’
Giymezdi tâc-ı zer sere her encümende şem’
behiştî

tâc-ı zerrin: Altın işlemeli taç.

Felek tâc-ı zerin terk etti
İbrâhim
Edhem-veş
Derûnunda aceb mi eylese nûr-ı siyâh me’vâ
Nadiri (Ganizade)

tâc u hırka: Taç ve hırka.

Sanma zâhid meyl var gönlümde tâc u hırkaya
Bî-ser ü pâ olamaz gûş u destâra heves
İbni Kemâl

tâc u kabâ: Taç ve cübbe.

Terk edip tâc u kabâyı şevk-işem’-i hüsnüne
Kendimipervâne-âsâ bir nemed-pûş eyledim
Bâkî

tâc u tesbîh u asâ: Taç, tesbih ve asa.

Tâc u tesbîh u asâ bâzârına erdi kesâd
Rind ü rüsvâ vü melâmet bâde-nûşân devridir
gaybî

tâc-bahş: Taç bağışlayan. tâc-bahş-ı ser-i sultân-ı selâtîn-i cihân: Cihan sultanlarının sultanının başına taç bağış layan.

Tac-bahş-ı ser-i sultân-ı selâtîn-i cihân
Zînet-i taht u nigîn
Hazret-ı Sultân-ı kerem
Ahmet Paşa

tâc-dâr: Taç tutan, taç sahibi, hükümdar. c. tâc-dârân.

Şehriyâr-ı şehriyârân-ı cihân
Tâc-dâr-ı tâc-dârân-ı zemân

tâc-dârân: Taç sahipleri, hükümdarlar. tâc-dârân-ı cihânCihan hükümdarları.

Kem-ter ihsânı saâdet tâcı
Tâc-dârân-ı cihân muhtâcı
Hakanî

tâc-ser: Muhterem, baş tacı, aziz, değerli.

Hâk ol ki
Hudâ mertebeni eyleye âlî
Tâc-ser-i âlemdir o kim hâk-i kademdir
bağdatlı Ruhi

tâc-ver: Hükümdar, padişah.

Sultân
Murâd-ı tâc-verfermân-revâ-yı bahr ü berr
Sâhib-kırân-ı dâd-ger şehin-şâh-ı âlî-nazar
Bâkî
Bir himmete kâdir ki nice bî-ser ü pâyı
Bir demde murâd murâd etse şeh tâc-ver eyler
Nef’î
Tâc-verlerle gerekmez hem-dem olmak ehl-i ışk
Ne yaraşır hüdhüd ile bülbül olmak hem-nefes
İbni Kemâl

tâc-ver-i felek-i çârümîn: Dördüncü feleğin taç sahibi.

Sürdükçe hâk-ipâyine reşk eder
Mesîh
Hûrşîd-i tâc-ver-i felek-i çârümîn işe
Nâilî

ta’cîl: Ar. Acele’den; acele etme. c. tadîlât.

Ta’cîl edip helâkime kasd etme ey ecel
Şâyed visâl-i yâre erem ihtimâldir
Bîdârî
Koşarken
Avrupa ta’cîle ihtizârımızı
İçerde bir sürü hâin kazar mezârımızı
Mehmet Akif

ta’dâd: Ar. Aded’ten; sayma, sayım, sayı.

Gece gündüz yürüdüm bulmak için
Taşkent’i
Geçtiğim yerleri ta’dâda mahal yok şimdi
Mehmet Akif

ta’dîl: Ar. Adl “doğruluk”tan; 1. Doğrultma, doğrulama. 2. Değişiklik. c. ta’dilât.

Mümkün müdür hakîkat-ı eşyâyı vezn ü derk
Mîzân-ı akla dirhem-i ta’dîl iken zunûn
Ziyâ Paşa

ta’dîl-i hissiyât: Hislerin değişikliği.

Ta’dîl-i hissiyyât için elzem hayâlât
Onsuz kalırsa mûcib-i isyân olur hayât
abdülhak Hâmit

tafdîl: Ar. Fadl’dan; bir şeyi veya kimseyi faziletinden dolayı tercih etme, üstün görme. c. tafdîlât.

Nef’-i ukbâyı edersin tafdîl
Buna mâni mi taavvün, tahsîl
Abdülhak Hâmit

tafra: Ar. 1. Sıçrama, atlama. 2. Yukarıdan atıp tutma. 3. Eskiden ilim dalında, sarıklarda rütbe, derece alma.

Tafra ettikse de biz kat’-ı tarîk eylemedik
Razıyız her kişinin böyle gele hem-pâsı
Sünbülzade Vehbi
Uşşâka eski eylediğin nâz ü tafraya
Söyle utanma şimdi peşîmân değil misin
esat Bağdadî

tafsîl: Ar. Fasl’dan; etraflıca, uzun uzadıya anlatma, bildirme. c. tafsîlât.

Noktayı idrâk eder harf üzre tahmîl ettiğin
Kâtib-i sun’un bilen icmâli tafsîl ettiğin
Nâbî
Şerh eyleme ahvâl-i gam-ı ışkı
Cinânî
Tafsîlini derd-i dil-i nâ-şâdın işittik
Cinanî
Eyler tafsîl tûl u arzın
Söyler ahvâl-i tab’-ı arzın
Ziyâ Paşa
Bırakın, söylenemez; mevkiimiz câmidir
Başka yer olsa da tafîle hayâ mânidir
Mehmet Akif

tafsîl-i âsâr: Eserlerin bildirdiği. mücmel noktanın tafsîl-i âsârın temâşâ et
Olur bir tohm-ı kem-terden diraht-ı bâr-âver peydâ
Nâbî

tafsîl-i derd-i aşk: Aşk derdini açıklama.

Tafsîl-i derd-i aşkı sorun zahm-ı sîneden
Leb-beste etti gam beni şimdi şebim budur
Nâbî

tafvîz: Ar. İhale, sipariş etme. tafvîz-i kabza-i kader-ı Hâlık: Yaratıcının kader elini sipariş etme.

Buldum huzûr-ı kalb, Ziyâ, cümle kârımı
Tafvîz-i kabza-i kader-ı Hâlık eyledim
Ziya Paşa

tagallüb: Ar. Galebe’den, zorla hüküm sürme, zorbalık etme.

Mestân-ı harâbâta salâdır ne dururlar
Zühhâda tagallüb edecek dem bu zemândır
Nef’î
Bilmem ey menhûs adını
Es’ad mıdır
Gâlib midir
Zâtını ta’rîf kıl kimsin kime mensûbsun
Gerçi dersin şâirâne ben tagallüb eyledim
Pîş-i erbâb-ı sühandagâliba mağlûbsun
Sürûrî
Hem de yaraşır mı bir dilîre
Fahr ede tagallüb ilepire
Ziya Paşa

tagannî: Ar. Gınâ’dan; 1. Zenginleşme.

Yetinme, muhtaç olmama. 3. Makamlı okuma.

Olmaz terennümâta her dem felek müsâid
Et rûz u şeb tagannî hîç etme fevt-i fırsat
Reşîd

tagarrür: bk. tegarrür.

tagayyür: bk. tağyîr.

tâgî: Ar. İsyancı, isyan eden; azgın. c. tugât.

Kim vardı gam-ı aşkın yolunu benim gibi
Ferhâd ise bir azgın
Mecnûn ise bir tâgî
Behiştî

tugât: İsyancılar, azgınlar. tugât-ı kıbt-i nusarâ: Eski
Mısır’ın azgın yardımcıları. dem ki dest-i zebânî-i dûzaha verile
Tugât-ı kıbt-i nusarâ bugât-ı kavm-ı Yhûd
Sâbit

tağlît: Ar. Galat’tan; 1. Yanlışlığını çıkarma. 2. Yanıltma; yanıltılma. c. taglîtât.

Arz-ı İhlâs iken hatm-i süverden
Riyâ tağlît edip
Tebbet’te kaldım
Pertev Paşa

taglîz: Ar. Gılzet’ten; kaba ve çirkin söyleme.

taglîz-i hiss: Hisleriyle oynama, kaba sözler söyleme.

Göstere hâmen eğer i’câz-ı ve’n
Şakku’l-kamer
Haml eder taglîz-i hisse onu erzâl-i zümer
Nev’î

tagrîb: Ar. Gurbet’ten; 1. Gurbete çıkma, gurbete çıkarılma. 2. Uzaklaştırma, gurbete çıkarma. 3. Kovma.

Bir desti ederse tard u tagrîb
Bir desti eder niyâz-ı ricât
Cenap Şahabeddin tağyîr: Ar. Gayr’dan; değişme, başkalaşma; değiştirme, bozma. c. tağyîrât.

Fuzûlî
âşıka onlar ki derler terk-i aşk eyle
Demezler mi hatâ tağyîr kıl hükm-i kazâ derler
Fuzûlî
Ger kara taşı kızıl kan ile rengîn etsen
Tab’a tağyîr verip la’l-ı Bedahşân olmaz
Fuzûlî
Vâizin ta’nı, Kabûlî, bizi tağyîr edemez
Ab-ı pâke ne zarar vakvaka-i kurbağadan
Kabulî (Kütahyalı Mehmet Çelebi)

tağyîr-i âsâr-ı araz: İşaret izlerinin değiştirilmesi.

Aşkıma noksan getirmez görmemek ol ârızı
Cevhere tağyîr-i âsâr-ı araz vermez halel
Fuzûlî

tağyîr-i baht: Talihi değiştirme.

Cehli de tahsîl için elbet ederdik ihtimâm
Mümkün olsaydı fedâ-yı fazl ile tağyîr-i baht
Ziyâ Paşa

tağyîr-i hakîkat: Gerçeği değiştirme.

Kâbil midir elfâz ile tağyîr-i hakîkat
Mümkün mü ki tefrîk oluna küfr ile îmân
Ziyâ Paşa

tağyîr-i mâhiyyât-ı eşyâ: Eşyanın yapılarını değiştirme.

Zehri tiryâk eyleyip tiryâki zehr eylerdi halk
Olmasa tağyîr-i mâhiyyât-ı eşya mümteni
Yenişehirli Avni

tağyîr-i sûret: Şekli değiştirme.

Kılıp tağyîr-i sûret vesmeden yağmâ kılırlar dil
Harâmî kaşların resm ü reh-i nîreng dutmuşlar
Fuzûlî

tağyîr-i takdîr-i Hudâ: Allah’ın takdirini değiştirme.

Ey ki ehl-i ışka söylersen melâmet terkin et
Söyle kim mümkün müdür tağyîr-i takdîr-ı Hudâ
Fuzûlî

tağyîr-i tarîk: Yolu değiştirme.

Halka taklîd-i sülûkun sebeb-i hüsn-i ma’âş
Mülke tağyîr-i tarîkin eser-i sû’-i mizâc
Fuzûlî

tağyîr-i zevk: Zevkı değiştirme.

Çarh devrinden ne hâsıl kim verir tağyîr-i zevk
Devrden zevk artırır miskîn-i devr-i bâdem
Fuzûlî

tagayyür: 1. Başkalaşma, değişme. 2. Bozulma, kokma. 3. Rengi değişme. c. tagayyürât.

Deryâ-dilân-ı himmete kâr eylemez gumûm
Vermez mizâc-ı bahre tagayyür hezâr mevc
Hersekli Arif Hikmet
Gelmez tagayyür aslına birdir hakîkati
Deryâda gerçi zâhir olur sad-hezârân mevc
Râtib (Bey)
Tagayyür eylemiştir âlemin ol rütbe ahlâkı
Bize nakl-i tevârîhin gelir gûyâ yalan şimdi
Ziyâ Paşa

tagayyür-gâh: Başkalaşma yeri.

tagayyür-gâh-ı âlem: Âlemin başkalaşma

yeri.

Ne kâdir etmeğe şekkerle halvâ sohbetin gendüm
Tagayyür-gâh-ı âlem kalsa bâkî bir karâr üzre
Nâbî


Hâ: Ar. Kur’an-ı Kerim’in yirminci suresinin adı.

İlk ayeti

Hâ “Ey Muhammed” anlamına geldiği için
Hz. Muhammed (s. a. s.)’den bahseden şiirlerde sık sık geçer.

Bi-hakk-ı sûre-ı Tâ
Hâ vü hürmet-ı Bathâ
Bi-hakk-ı nutk-ı Kelîm ü bi-hakk-ı nûr-ı Zebûr
Nev’î
Çeşm ü ebrun üzre neyler hâl-i müşgîn ey sanem
Nokta konmaz sûre-ı Yâ
Sîn ü Tâ
Hâ üstüne
Lamiî Çelebi
Vasfını
Ve’n
Necmi ve’ş
Şemsi
Tebârek söyledi
Şânına

Hâ vü Yâ Sîngeldi
Hak’tan beyyinât
Nedim

tahaddüs: Ar. Hads ve hudûs’tan; 1. Sezgi. 2. Yok iken ortaya çıkma.

tahaddüs-i niam: Nimetlerin ortaya çıkışı.

Değil bu ehl-i maânî katında lâf-ı kabîh
Tahaddüs-i niam eydür bu hâle ehl-i makâl
nizami

tahaddüş: Ar. Tırmalama. cibâlin perîsine benzer
Zihni işgâl eder tahaddüş
Abdülhak Hâmit

tahakkuk: Ar. Hakk’tan; gerçekliği anlaşılma, hakikat olarak meydana çıkma. zât-ı ganî etmez idi kasd-ı tenezzül
Bulsaydı tahakkuk biri sensiz bu sıfatın
Nâbî
Âlemde ictimâ’-i meziyyât-ı subh u şâm
Bizde tahakkuk eylese olmaz mı gül-tenim
Cenap Şahabeddin tahakküm: Ar. Hükm’den; 1. Hâkimlik takınma. 2. Zorbalık etme.

Tahakküm eyler ise ittihâd-ı ezdâda
Eder mâni’a-i dostî sabâ vü debûr
Nâbî
Hükmün ki tahakküm edemez seyrine bir şey
Bir anda bu pâyânsız olan cevvi eder tayy
Mehmet Akif
Bilmem ne demektir ne tekâpû, ne tahakküm
Lûtfümle de, kahrımla da
Türk’üm
Midhat Cemal Kuntay
Düşsün sanameyyâl-i tahakküm eğilen ser
Kopsun senibir hak diyealkışlayan eller
Tevfik Fikret

tahakküm-i cühelâ: Cahillerin tahakkümü.

Gûya ki bunca minnet ü gam azgelip olur
Bir de tahakküm-i cühelâ ile bağrı hûn
Ziya Paşa

tahalluk: Ar. Hulk’ten; ahlaklanma, bir huy edinme.

Lîk her şahsa temelluk etme
Tavr-ı zilletle tahalluk etme
Sünbülzade Vehbi

tahallüf: Ar. Hilâf’tan; 1. Geride kalma, arkada bırakılma. 2. Uygun gelmeme.

Zebân-ı ma’nî-i maksûddur işâretimiz
Tahallüf ettiği yoktur bizim beşâretimiz
Nâbî
Gam çekmeziz vesîle-i tûl-i hayâttır
Tahsîlden tahallüf ederse umûrumuz
Nâbî
Nedir olçîn-ipîşânî o zu’m-ı ayb-âyîn kim
Tahallüf etmeden matlab girândır vaz’-ı remmâlin
Nâbî
Bu beytim yâdigâr olsun cihâna
Tahallüfle derûnum gamla doldu
Esat tahallüf-i va’d: Söz uygunsuzluğu.

Her bir sözü tahallüf-i va’dingüvâhıdır
Eymânı hîn-i va’dede bisyâr olanların
Nâbî

tahallül: Ar. Halel’den; 1. Bozulma, halel bulma. 2. Ekşime, sirkeleşme. 3. Araya girme.

Miyân-ı âşık u ma’şûka eşktengayrı
Tahallül eyleyemez mâcerâ-yı hüsn budur
Nâbî

tahallüs: Ar. Hulûs’tan; 1. Kurtulma, halas olma. 2. ed. Şiirde mahlas kullanma.

Mukaddem altı yıl
Hüznî tahallüs eylemiştim ben
Bihamdillâh meserret-yâb kıldı
Hayy-i bî-enbâz
sürûrî

tahammül: bk. tahmîl.

tahannün: Ar. Hanîn’den; çok isteme. şiddetle arzulama.

Ayrıldı kuzu olup mükedder
İzhâr-ı tahannün etti mâder
Muallim Naci

tahâret: (öjÇT)Ar. 1. Temiz olma, temizlik. 2. Tuvalet ihtiyacını giderdikten sonra temizlenme. c. taharât.

Sâkiyâ
Cum’a namâzını kıl da gel mey-hâneye
Hurmetin anla tahâretle yapış pey-hâneye
Beliğ
Hubs u ağrâz ile endîşesi murdâr olana
Günde beş kerre vuzû’ ile tahâret gelmez
Yenişehirli Avni

tahâret-i vicdân: Vicdan temizliği.

Eğer tahâret-i vicdâna dikkat etseydin
Bu hâle gelmeye kalmazdı orta yerde sebeb
Mehmet Akif

tâhir: Temiz, pak, arık.

Tâhir efendi bize kelb demiş
İltifâtı bu sözde zâhirdir
Mâlikî mezhebim benim zîrâ
İtikâdımca kelb tâhirdir
Nef’î

tahûr: Çok temiz; temizleyici.

Emîn-i cennet-i kurbet ki vermeyince rızâ
Mezâk-ı Hızr’a dahi zehr olur şarâb-ı tahûr
Yenişehirli Avni

taharrî: Ar. Hary’den; araştırma, arama, aratma. c. taharriyyât.

Ukalâ onda taharrî eyler
Ekserî meyl-i teserrî eyler
Sünbülzade Vehbi
Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına
Başladım uyku taharrîsine, lâkin ne gezer
Mehmet Akif

taharrî-i hakîkat: Hakikati araştırma.

Cibillîdir taharrî-i hakîkat hırsı âdemde
Onun mahsûlüdür meşhûd olan âsâr âlemde
Mehmet Akif

taharrük: Ar. Hareket’ten; hareket
etme, kımıldama.

Şevkınla raks urur diye gözüm dolagelir
Görsem taharrük eylese kûyundagerd-bâd
Behiştî

taharrüz: Ar. Hırz’dan; sakınma, çekinme.

Eyledi takdîr sandûk-ı taharrüzde nihân
Mevsim-i eyyâm-ı îdde saklanan kâlâ gibi
Nâbî

taharrüz-i zihâfât: Zihaflardan, kısmalardan çekinme.

Evzânda tahürrüz-i zihâfât
Teksîr-i tetâbu’-ı izâfât
Ziya Paşa

tahassun: Ar. Hısn’dan; kale ve hisar kapanma, istihkâma çekilme.

Hemân sen inkısâr-ı ehl-i dilden ihtirâz eyle
Tahassun mümkün olmaz tûp-ı âha burc u bârûdan
Nâşit (İbrahim Bey)

tahassür: Ar. Hasret’ten; 1. Hasret çekme. 2. Çok istenen şeye ulaşamamadan dolayı üzülme.

Kûyuna eyler tahassür ehl-i ışk
Ehl-i îmân özler elbet cenneti
Behiştî
Mükedder biri yâd-ı ihvân eder
Tahassürle imrâr-ı evân eder
Abdülhak Hâmit
Sekiz yıl oldu bu gün, ey ferişte-i mechûl
Geçer sükûn u tahassürle hep leyâl-i fusûl
Hüseyin Sîret

tahassüs: Ar. Hiss’ten; hislenme, duygulanma. c. tahassüsât.

A’sâr ile memlû yine bir rîh-i tahassüs
Eyler o karanlıkta, o çöllerde teneffüs
Ahmet Hâşim
Bir neş’eli hengâmede çepçevre yamaçlar
Hep aynı tahassüsle meyillenmiş ağaçlar
Yahya Kemal
Hep aynı tahassüsle meyillenmiş ağaçlar
Dalgın duyuyor rüzgârın âhengini dal dal
Yahya Kemal

tahassüsât: Hislenmeler.

Söz gölgesidir tahassüsâtın
Derler; bu hatâ değilse, eyvâhş
Tevfik Fikret

tahaşşî: Ar. Haşyet’ten; ürperme, korkma.

Eş’âr ü fünûn hep o dudaklarda müheyyâ
Çirk-âb-ı taarruzdan ederlerdi tahaşşî
Tevfik Fikret

tahaşşüd: Ar. Yığılma, toplanma; yığınak.

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya
Ne hayâsızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı
Mehmet Akif

tahattur: Ar. Hatır’dan; hatırlama, unutulduktan sonra akla getirme.

Halel verirse gâh gâh sükûn-ı leyle bir nevâ
Birinci
Etirâfimı tahattur et terennüm et
Mustafa
Reşit
Bize bir zevk-ı tahattur kaldı
Bu sönen, gölgelenen dünyâda
Ahmet Hâşim
Bu iğbirâr-ı latîfin sirâyetiyle gönül
Neler tahattur eder neşve-bahş ü girye-fezâ
Tevfik Fikret
Ne mutlu sizlere, dünyâda çok ölüm gördüm
Tahattur etmiyorum böyle kahramân ölüm
Mehmet Akif

tahavvül: Ar. Hâl’den; değişme, başka türlü olma, bir hâlden başka hâle girme. c. tahavvülât.

Göstermek için nükât-ı nazmı
Ezmân-ı tahavvülât-ı nazmı

tahavvülât: Başka hâller.

tahavvülât-ı nazm: Nazım değişiklikleri.

Göstermek için nikât-ı nazmı
Ezmân-ı tahavvülât-ı nazmı
Ziya Paşa

tahayyül: bk. tahyîl.

tahayyür: Ar. Hayret’den; şaşırma, hayran olma, hayrete düşme. c. tahayyürât.

Kl san’at-ı üstâdı tahayyürle temâşâ
Dem urma eğer ârif isen çûn ü çirâdan
Ziyâ Paşa
Dil-haste idim teessürümden
Dem-beste idim tahayyürümden
Muallim Naci

tahazzün: Ar. Hüzn’den; kederlenme, hüzünlenme.

tahazzün-i yâr: Yârin hüzünlenmesi.

Ne de ca’lî imiş tahazzün-i yâr
Susayım bâri gülmesin ağyâr
Muallim Naci

tahcîl: Ar. Hacle’den; 1. Utandırma. 2. (Gelin veya güveyiyi)
Gerdeğe koyma.

Eyleme kimseyi kat’â techîl
Etme mahlûk-ı Hudâ’yı tahcîl
Nâbî
Şeyh-i zî-şân ü kerem-pîşe ki bâbında onun
Kimse mahcûb değil bendesin etmez tahcîl
Âdile Sultan

tahdîd: Ar. Had’ten; 1. Sınırlama. 2. Belli etme. 3. Bir sınır koma. c. tahdîdât.

Tahdîd idi, onun nazarında, hayâtında
Bir şahsa hasrediş emel ü irtibâtını
Tevfik Fikret

tahdîş: Ar. Hadeş’ten; tırmalama, tırnakla incitme. c. tahdîşât.

Yeter hayâlimi tahdîşe ba’zı en nârin
İhtizâz, ufacık bir teheyyüc-i ilhâm
Tevfk
Fikret

tahdîş-ser: Başı kaşıma.

tahdîş-ser-i nâhun: Tırnakla baş kaşıma.

Gâh endîşe-i ser-mâye-i sâmân-ı ma’âş
Gâh tahdîş-ser-i nâhun îfâ-yı düyûn
Münif

tahfif: Ar. Hiffet’ten; 1. Hafifletilme; yükünü azaltma. 2. Kolaylaştırma.

tahfîf-i elem: Elemin hafifletilmesi
Tahfîf-i elem etmedin ey şir-i revânım
Sen dur, yürüsün dem’-i dem-â-dem cereyânım
Muallim Naci

tahfîf-i kadr-i şer’: Şer’î değerin düşürülmesi.

Tahfîf-i kadr-i şer’den endîşe kılmadın
Evlâd-ı Mustafâ’ya cefâ kıldın ey felek
Fuzûlî

tâhir: bk. taharet.

tahiyyât: Ar. Hayy’dan; 1. “Allah ömürler versin.

” demeler.

Hayır dualar etme. 2. Namazda okunan “ettehiyyâtü” duası.

Namâz-ı şâm gamın ka’de-i ahîresidir
Gönül kapında tahiyyât-ı ye’se etti kuûd
Sâbit

tahiyyât-ı erbâb-ı devlet: Devletin ileri gelenlerinin “Allah ömürler versin.

” demeleri.

Söz yok belî tahiyyât-ı erbâb-ı devlete
Ammâ rükû’udur urefânın belin büken
Nesip (Seyyit Mehmet)

tahkik: Ar. Hakk’tan; doğru olup olmadığını araştırma, inceleme, ortaya çıkarma. c. tahkîkât.

Tahkîk bu kim hep işiniz zerk u riyâdır
Taklîddesiz tâatiniz cümle hebâdır
Bâkî
Ey satan harfi tasavvufla velâyet halka
Harfi taklîd ile onulmaz ona tahkîk gerek
Nâbî
Güzel sevmekte zâhid müşkilin var ise bizden sor
Bizim ol fende çok tahkîkimiz itkânımız vardır
Nedim
Haklıyı haksızı im’ân ile tefrik edelim
Dur telâş etme, efendi!
İşi tahkîk edelim
Muallim Naci
Birdir, Ziyâ, fenâda tahkîk ile tasavvur
Var u yoğu cihânın hep emr-i i’tibârî
Ziyâ Paşa

tahkîk-i alâmât: İşaretlerin araştırılması.

Halkı medhûş eylemiş hâb-ı şeb-i tûl-i emel
Subh tahkîk-i alâmâtına bir bîdâryok
Fuzûlî

tahkîk-i derd-i sâgar: Kadeh derdini araştırma.

Bâde-i idrâkimin tevhîd-i ser-cûş-ı humu
Sâkî-i endîşemin tahkîk-i derd-i sâgarı
Nef’î

tahkîk-i hâl-i dehr: Dünya hâlini inceleme.

Etmeden tahkîk-i hâl-i dehri erbâb-ı lûgat
Mâteme şâdî demiş şâdiye mâtem koymuş ad
Ziyâ Paşa

tahkîk-i kıyâmet: Kıyameti araştırma.

Ahsente zihî kad ki kıyâm ettiği demde
Tahkîk-i kıyâmet kılar ol kâmet-i dil-cû
Nizami tahkîk-i mey-fürûş: İçki satanı araştırma.

Bâde bu bâde muğ-beçe bu muğ-beçe yine
Tahkîk-i mey-fürûşa ne hâcettir ihticâc
Esrar Dede

tahkîk-i mûy-ı miyân: Karıncanın ince belini inceleme.

Medâriste tahkîk-i mûy-i miyânın
Dekâyıktan ortaya atmış mebâhis
Fuzûlî tahkîk-i riyâziyyât-ı sun’: Sanatın matematiğini inceleme.

Eyledimgül-şende tahkîk-i riyâziyyât-ı sun’
Oldu evrâkıgül-istân nüsha-i hikmet bana
Neylî

tahkîk-i safâ: Saflığı, temizliği araştırma.

Tahkîk-i safâ gerçi budur lîk bu tahkîk
Ber-vefk-i hevâ vü heves nev-hevesândır
Nef’î

tahkîk-i vücûd-ı âferîniş: Yaratılış varlığını araştırma.

Etmek gerek ehl-i feyz ü bînîş
Tahkîk-i vücûd-ı âferiniş
FuzûH tahkîm: Ar. Hükm’den; sağlamlaştırma, kuvvetlendirme. c. tahkîmât.

Onu tahkîme hasr-ı himmet ile
Müstefîd olmalı alem-dârân
Abdülhak Hâmit

tahkîm-i hudûd: Hududu güçlendirme.

Zikr ü fikri şedd ü tanzîm-i cünûd
Fikr ü zikri sedd ü tahkîm-i hudûd
Ziya Paşa

tahkîr: Ar. Hakâret’ten; 1. Hakaret etme, 2. Hor görme, küçük görme. c. tahkîrât.

Dîde-i tahkîr ile bakma
Cinânî mest iken
Besdir ey zâhid harâbât ehline mey-hârlık
Cinânî
Humkun zekâya karşı takrizi şöyle dursun
Ta’rîzi bir inâyet, tahkîri bir senâdır
Abdülhak Hâmit
Devletlülere bizleri tahkîr düşer mi
Biz âciz isek de yine mahlûk-ı Hudâ’yız
Ziya Paşa

tahlîl: Hall’den; 1. Karışık bir cismi incelemek için esas unsurlarına ayırma, çözümleme. 2. Analiz. c. tahlîlât.

Mizâc-ı âlemi, hâzık isen, tahlîle sa’y eyle
Geçir her şahsı bir unsur gibi inbîk-i dikkatten

Olduğun anlar bu âlem bir mi’mârıgarîb
Fehm eden üstâdının terkîb ü tahlîl ettiğin
Nabi
Şimdi artık bütün âmâlini tahlîl etsen
Bir yudum zehr olacak
Tevfik Fikret

tahlîl-i insân: İnsanı inceleme.

Meh-be-meh tahlîl-i insân etmek içingâlibâ
Çarh-ı merdüm hor hilâli râhat-ı dendân kılar
behiştî

tahlîs: Ar. Halâs’tan; kurtarma.

Zülf-i yâre bend olup tahlîs ümmîd eylemem
Gerden-ı Mecnûn olur mu tavk-ı âhenden halâs
Fehim (Hoca Süleyman)
Deliler içinde kaldı
Nâci
Tahlîsine yok mu duâcı
Muallim Naci

tahlîs-i cân: Canı kurtarma.

Bir başka çâre kalmadı tahlîs-i cân için
Terk-i diyâra eyledim âhir azîmeti
Ziya Paşa

tahliye: Ar. Halâ’dan; 1. Boşaltma, boşatılma, boş bırakma. 2. Serbest bırakma, bırakılma.

Sensin ol gevher-i nâ-yâb ki mislin bulamaz
Etsegavvâs-ı kader tahliye-i kîse-i yemm
Nâbî

tahmîd: Ar. Hamd’den; hamdetme. şükretme, elhamdülillah deme. c. tahmîdât.

Hamd ona ki k ıldı halka rahmet
Tahmîdde verdi acze ruhsat
Abdullah
Vassâf (Akhisarlı)
Alem-ı Lâhût’daki eltâfnın tahmîdine
Vakf-ı avân etmede ümmetlerinin her biri
Âdile Sultan
Sülûf ayakta iken, dalgalar ayakta idi
Hurûş edince hatîbin nidâ-yı tahmîdi
Mehmet Akif

tahmîk: Ar. Humk’tan; “ahmak” olduğunu söyleme. c. tahmîkât.

Nice bin mes’ele tahkîk etmiş
Nice fehhâmeyi tahmîk etmiş
Kânî (Ebubekir)
Vefâ etmek diler yârin dedikçe hazz eder gönlüm
Hoş-âmedden safâlar kesb eder tahmîka katildir
behiştî

tahmîl: Ar. Haml’den; 1. Yükleme, yükletilme. 2. Bir işi, birinin üzerine bırakma.

Noktayı idrâk eder harf üzre tahmîl ettiğin
Kâtib-i sun’un bilen icmâli tafîl ettiğin
Nâbî
Bârını gerden-i ahbâba edenler tahmîl
Ne kadar olsa sebük-rûh olur elbette sakîl
Koca Râgıp Paşa
Her kime eylerse tahammül sademât-ı dehre
Bulur elbette umûrunda
Hudâ’dan behre

tahammül: 1. Yüklenme, bir yükü üstüne alma. 2. Katlanma, dayanma. 3. Kaldırma. c. tahammülât.

Tahammül mülkünü yıktın
Hülâgû
Han m ısın kâfir
Amân dünyâyı yaktın âteş-i sûzân mısın kâfir
Nedim
Her metâ’ın bir revâcı var bu bender-gâhta
Geh tahammül geh niyâz ü gâh istignâ yürür
Koca Râgıp Paşa
Ben değil meftûn-ı hüsnün mübtelâ âlem sana
Bir perî-rûsun tahammül edemez âdem sana

Aşkın yolunda hicre tahammül günâh imiş
Uşşâkın işi onun için her gün âh imiş
Ahmet Paşa

tahammül-i evzâ’-ı rûzgâr: Zamanın şartlarına tahammül.

Gülünde hâr u meyinde humâr der-pey iken
Nice tahammül-i evzâ’-ı rûzgâr olunur
Nâbî

tahammül-be-dûş: Çok tahammül eden.

Ahsente ol gedâ-yı tahammül-be-dûşa kim
Yansa cihân içinde hasîri bulunmya
Nâilî
-ı Kadim

tahammül-gezâ: Dayanılmaz, tahammül edilemez.

Soğuk, soğuk.

Bu tahammül-gezâ bürûdetle
Çocuk harâb olacak; âh, ey saâdetle
Tevfik Fikret

tahmîn: Ar. Hamn’den; aşağı yukarı bir fikir söyleme. c. tahmînât.

Çıkmadı bir nîm-ten kadd-i bülend himmete
Atlas-ı gerdûnu birkaç kere tahmîn ettiler
Nevres-i Kadim

tahmîn-i bahâ: Kıymet tahmini.

Nazmım ol sikl-i güherdir kim olur hem-vâre
Halka tahmîn-i bahâsı sebeb-i güft ü şinîd
Nef’î

tahmîn-i nisâl: Ok veya kargıların uçlarındaki demiri tahmin.

Tahmîn-i nisâl ettiğin âhenleri hasma
Ahen-ger-i takdîr yapar pâyına zencîr
Nâbî

tahmîr: Ar. Hamr’dan; yoğurmak, mayalandırmak, mayalandırılma. c. tahmîrât.

Tahmîr edince tıynetin üstâd-ı LemYezel
Etmiş fürûğ-ı nûr ile perverde gerdenin
Şeyhülislam İshak
Dahi gili
Eerhâd’ın olmamış iken tahmîr
Ben râh-ı meşakkatte pâ-der-gil idim cânâ
Hayretî
Ger sorarsan tâ ezelden neydügün keyfiyyetim
Bâde-i ışk ile tahmîr eylemişler tıynetim
Behiştî
Hey ne kudret hey ne san’attir ki
Hallâk-ı ezel
Bir avuç toprağı tahmîr etmiş
Adem koymuş ad
Ziya Paşa

tahrîb: Ar. Harâb’dan, yıkıp bozma.

Dehri tahrîb eyledi
Ye’cûc ü MePûc-ı zemân
Halkın ümîdi yine
Mehdî ile
Deccâl’dir
Memduh Paşa
Bulmaz halâs sâika-i intikamdan
Tahrîb eden hukûk-ı ibâdı harâb olur
Doktor Abdullah Cevdet
Mülkü tahrîb eyledik zevk-ı riyâset nâmına
Adli yıktık halk ı mahvettik siyaset namına
Reşit
Akif Paşa

tahrîb-i bilâd: Beldeleri yıkma.

Her biri eder mihnet ile çâk-i girîbân
Tahrîb-i bilâd etmek ile düşmen-ı İslâm
Cihangir (Sultan III. Mustafa)

tahrîb-i kalb-i âlem: Âlemin kalbini kırma.

Seng-bâr-ı cevr olan tahrîb-i kalb-i âleme
Haşr olur
Haccâc ile, bin
Kâ’be bünyâd etse de
Namık Kemâl

tahrîb-i tab’: Huyu ortadan kaldırma.

Eyler havâle tîşe-i gadri esâsına
Tahrîb-i tab’a kasdı binâ sûretindedir
Nâbî

tahrîf: Ar. Harften; bir kelimede harflerin yerini veya bir harfi değiştirme, bozma.

Bir ibarenin anlamını bozma. c. tahrîfât.

Ketminde aceb tekellüf etmiş
Tahrîf etmiş, tasarruf ‘etmiş
Ziyâ Paşa

tahrik: Ar. Hareket’ten; 1. Kımıldatma. kımıldatılma, oynatma. 2. Kışkırtma, azdırma.

Uyandırma. 4. Yola çıkarma. c. tahrîkât.

Vasfı pâk-ı dâvere eylerdi tahrîk-i zebân
Bulmuş olsa idi eğer kim kudret-i güftâr-ı şem’
Riyazî
Tahrîk ile kılmış yine beyhûde perîşân
Zülfünle keşâkeşliği var bâdın işittik
Cinanî
Tuttu teb-lerze-i mevt etti yerinden tahrîk
Huldu hak etsin onun cây-geh-i ihsânı
Sürûrî
(Kânî Mersiyesi)

tahrîk-i bâd: Rüzgârı hareketlendirme.

Tâ serîr-i sebzeyi depretmeye tahrîk-i bâd
Sâyesinden urdu her levhine bir mismârgül
Fuzûlî

tahrîk-i gazab: Gazabı harekete geçirme.

Bilsem ne için varmış idin kûyuna ey eşk
Tahrîk-i gazabtan mı recâdan mıgelirsin
Nâbî

tahrîk-i zencîr-i cünûn: Delilik zincirini harekete geçirme.

Saçın endîşesi tahrîk-i zencî-i cünûnumdur
Cünûnum def’ine zikr-i leb-i la’lin füsûnumdur
Fuzûlî

tahrîk-i tîğ: Kılıç hareketi.

Dem-be-dem tahrîk-i tîğinden bulur başlar safâ
Öyle kim su mevc urup zâhir kılar her dem habâb
Fuzûlî

tahrîk-i zebân: Dili harekete geçirme.

Vasf-ıpâk-ı dâvere eylerdi tahrîk-i zebdn
Bulmuş olsa idi eğer kim kudret-i güftâr-ı şem’
riyazi

tahrîk-bâl: Kanat vurmak, uçmak.

Şâh-bâz-ı evc-i istiğnâ isen de lütfedip
Âşiyân-ı vuslata tahrîk-bâl etmez misin
Akif Paşa

tahrîr: Ar. Hürr’den; 1. Yazma, yazılma. 2. ed. Kompozisyon. 3. Kaydetme. c. tahrîrât.

Vasfnıgülün zer-endûd ile tâk-ı çarha
Böyle tahrîr eder şimdi ricâl-i aklâm
Hâzık
Tahrîr edemem hâl-i dil-i zârımı
Yahyâ
Bir hâlete vardım gam-ı aşk ile denilmez
Şeyhülislam Yahya
Bende bin şevk u neşât ile o demde ettim
Midhat-i zât-ı hümâyûnunu böyle tahrîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
Takrîr edemem çektiğim âlâmı felekten
Zîrâ ki onun zikri de bir güne elemdir
Râşit (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

takrîr-i gam: Gamı yerleştirme.

Etti takrîr-i gamı herkese iresi keder
Dinlesen ağlar idin sen de ser-encâmımızı
Süleyman Nazif

tahrîr-i karâr: Karar yazısı.

Olur sebük-serî-i cevre fark-ı naks u ziyâd
Ferâh-ı havsaladır tahrîr-i karâragelir
Nâbî

tahrîr-i medâr-ı şeref: Şerefe layık yazısı.

Takrîr-i kemâl-i hüneri nutk-ı zebândır
Tahrîr-i medârı-ı şerefi kilk ü rakamdır
Nef’î

tahrîs: Ar. Hırs’tan; hırslandırma, birinin tamahını uyandırma. c. tahrîsât.

Erbâb-ı harâbâtı komak hâline yeğdir
Tahrîse sebebtir mey-i gül-fâma yasaklar
Nâbî
Tahsîl-i kemâlâta eden ârifi tahrîs
Enzâr-ı mürüvvetle olan lütf u atâdır
Cehdî (Diyarbekirli İbrahim)

tahrîş: Ar. 1. Harş’tan; 1. Yakıp kaşındırma, azdırma. 2. Tırmalama. c. tahrîşât.

Erbâb-ı harâbâtı komak hâline yegdir
Tahrişe sebebtir mey-i gül-fâma yasaklar
Nâbî

tahsîl: Ar. Husûl’den; 1. Hâsıl etme, edilme, ele geçme, geçirilme. 2. İlim öğrenme.

Vergi veya gelir toplama. c. tahsîlât.

Hasret-i la’l-i leb-i yâr ile tahsîl etmiş
Teni lâgar, kadi çenber, ruhu asfer hâtem
Bâkî
Neşve tahsîl ettiğin sâgar da senden gamlıdır
Bir dokun bin âh dinle kâse-i fağfürdan
Âli (Ali Efendi)
Cehli de tahsîl için elbet ederdik ihtimâm
Mümkün olsaydı fedâ-yı fazl ile tağyîr-i baht
Ziyâ Paşa

tahsîl-i beka: Kalıcı tahsil.

Eczâ-yı beşer câlib-i ta’cîl-i fenâdır
İbka-yı eser mücib-i tahsîl-i bekadır
Namık Kemâl

tahsîl-i cürm-i tâze: Yeni suçu öğrenme.

Gayrın şefâat etmeğe cürm ü günâhını
Tahsîl-i cürm-i tâzeye biz rağbet etmişiz
Nâbî

tahsîl-i fünûn: Fen bilimleri tahsili.

Tahsîl-i fünün ile serâir bilinir mi
Sırdan o haber-dâr olur kim geçe serden
Muallim Naci

tahsîl-i hendese: Geometri ilmi.

Zenbür kimden eyledi tahsîl-i hendese
Bülbüllere kim eyledi ta’lîm-i zemzeme
Ziyâ Paşa

tahsîl-i hiffet: Hafif öğrenme.

Tahsîl-i hiffet eylemeden gayri nef’i yok
Âsî muârız olsa bile cüy-ı Nîl ile
Nâbî

tahsîl-i ıztırâb: Istırap öğrenme.

Tahsîl-i ıztırâb dahi bir nasîbtir
Hâşâ ki fevt-i matlab ede bî-şekîbler
Nâbî

tahsîl-i ilm: İlim tahsili.

Tahsîl-i ilmin üstüne tercîh eder mi nâs
Tahsîl-i mâl vâsıta-i rif’at olmas
Nabi

tahsîl-i ilm ü ma’rifet: İlim ve bilim tahsili.

Âdeme oldur kim edip tahsîl-i ilm ü ma’rifet
Meclisin telvîs kılmaz sohbet-i cühhâl ile
Leskofçalı Galip

tahsîl-i kâm: Zevk elde etme, arzu, istek tahsili.

Iztırâb-ı nâ-be-hengâm istemez tahsîl-i kâm
Mevkiinde bî-tekellüf kâr kendin gösterir
Koca Râgıp Paşa
Tahsîl-i kâma sanma değildir emek gerek
Derler emeksiz adama olmaz yemek gerek
Esat Paşa

tahsîl-i kemâl: Olgunluk tahsili.

Tahsîl-i kemâl ile olur izzete ermek
Bûy olmasa rağbet mi bulurdu gül-i reyhân
Behiştî

tahsîl-i kemâl-i ma’nîTam manayı elde etme.

Sûret-âsâ olma tahsîl-i kemâl-i ma’nî et
Kim behâyim nevin etmez âdem-i zer-beft çul
Fuzûlî

tahsîl-i kemâlât: Olgunluk tahsilleri.

Tahsîl-i kemâlâta eden ârifi tahrîs
Enzâr-i mürüvvetle olan lûtf u atâdir
Cehdî (Diyarbekirli İbrahim)

tahsîl-i mâl: Mal elde etme.

Tahsîl-i ilmin üstüne tercîh eder mi nâs
Tahsîl-i mâl vâsıta-i rif’at olmas
Nâbî

tahsîl-i merâm: Bir arzuyu yerine getirme isteği.

Tahsîl-i merâm etmeğe lâ-büdd taleb ister
Elbette her imkân husûle sebeb ister
Câzim (Zeyrekzade)

tahsîl-i mizâc: Herkesin huyu ve suyuna göre davranma.

Esrârını keşfeyleme tahsîl-i mizâc et
Nûş eyle mey-i nâbı hakîmâne duyurma
Bâkî

tahsîl-i nîk-kâm: İyi emel elde etme.

Cihânda her kime tahsîl-i nîk-kâm gerek
Hemîşe bezl-i mekârimde ihtimâm gerek
Besîm (Kırımlı)

tahsîl-i teemmül: Emelini elde etme.

Biz kenz-i kanâatle fenâ mülküne şâhız
Erbâb-ıgınâ bende-i tahsîl-i teemmül
Cinânî

tahsîl-i vasl-ı kâm: : Emeline ulaşmak isteyen.

Girmez ele tekâsül ile şâhid-i emel
Tahsîl-i vasl-ı kâma etek der-miyân gerek
Âtıf (Defterdar Mustafa)

tahsîn: Ar. Hüsn’den; 1. Güzel bulma. beğenme, takdir etme. 2. Güzelleştirme, güzel bulma. c. tahsînât.

Tahsîn sana ki gönlüm evin tîre koymadın
Her zahm-ı nâvekin bana bir revzen eyledin
Fuzûlî
Vasfı tahsîn iledir gerdişinin cümle hemân
Var mı yoksa tek ü tâz eyler iken onugören
Nef’î
Tahsîn ini arz eyleyip evvelce
Ziyâ’nın
Bu beyti huzûrunda oku hatm-i kelâm et
Ziyâ Paşa

tahsîn-i Yâ vü Sîn: Kur’an’daki
Yasin suresini övme.

Senden buluptur
Ahmed-ı Mürsel makâm-ı kurb
Tahsîn-ı Yâ vü Sîn ile teşrîf-ı Tâ vü Hâ
Fuzûlî

tahsîr: Ar. Hasâr’dan; zarara uğratma.

Bu nevâdan bir diraht-ı bâr-ver eyler zuhûr
Hâk eder tahsîr devr-i çarh taklîl ettiğin
Nâbî

tahsîs: Ar. Husûs’tan; 1. Bir şeyi birine veya bir şeye mahsus kılma. 2. Aylık ayırma. c. tahsîsât.

Bırak izzet ü câhı edip pâ-beste-i tahsîs
Semend-i rahmet-i âmmın inânın eylemiş irhâ’
Nâbî

tahsîs-i mezâyâ: Üstün vasıfları ayırma.

Sırr-ı dili eczâ-yı beden derke ne kâdir
Tahsîs-i mezâyâsını ta’mîm ne mümkün
Nâbî

taht: Far. 1. Hükümdar, padişah oturağı. 2. Hükümdarlık makamı. 3. Orta, merkez.

Âşık-ı sâdıkda dil birdir olur mu yâr iki
Hiçbir taht üstüne mümkün müdür hünkâr iki
Selimî, Tâlibî (Sultan II. Selim (Sarı Selim)
Gönül ne ârzû-yı câh eder ne tâc ü taht ister
Reh-i himmette ancak kalb-i nerm ü pây-i saht ister
Nâbî
Gördü vücûdum pür-cidâl el vermedi sabra mecâl
Kurdu hümâyûn köşk ü taht çalındı kös nakkâresi
Ümmî Sinan

taht-ı âc: Fildişinden yapılmış taht.

Taht-ı âc üstünde hâli san
Habeş sultânıdır
Kaşları tuğrasını gördün hemen unvânın öp
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

taht-ı âlî: Ulu taht.

Felek fîrûzeden bir taht-ı âlî kurdu şâh-âne
Ona bir âh dîbâperde çekti subh-ı nûrânî
Nef’î

taht-ı bî-şuûr: Şuursuzun tahtı.

Nakş etti bir tehekküm için taht-ı bî-şuûr
Târih-i zulme bir yeni dîbâce-igurûr
Tevfik Fikret

taht-ı cihân: Cihan tahtı.

Bilin ki taht-ı cihân bahr-i hûn sefinesidir
Mukarrer ona cülûs eyleyen girer kana
Behiştî

taht-ı devlet: Devlet tahtı.

Nüh felek arş ile rif’at bulalı eylemedi
Taht-ı devlette cenâbıngibi bir şâh makâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)

taht-ı gam: Gam tahtı.

Urunup tâc-ı belâ geçmez ise taht-ı gama
Mülk-i aşk oldu
Nizâmî’ye müsellem demeyem
nizami

taht-ı hasret: Hasretin merkezi.

Hîç eksik olmadı âmed-şüd-i sipâh-ı gumûm
Rızâyî sîne meğer taht-gâh-ı hasrettir
Rızayi taht-ı istiklâl: Bağımsızlık tahtı.

Devril ey köhne taht-ı istiklâl
Zîr-i kahrında inliyor ensâl
Tevfik Fikret

taht-ı Kâvûs: Keykâvus’un tacı.

Taht-ı Kâvûs gül ü çetr-ı Ferîdûn lâle
Bezm-ı Cemşîd çemen câm-ı Sikender nergis
İbni Kemâl
Taht-ı Kâvûs’ageçip işret ile Cem olalım
Halvetine bizi nâ-mahrem eder zâhidi gör
Avnî

taht-ı mücevher: İşlemeli taht.

Basmazdı baştan ayağı taht-ı mücevhere
Olmasa şehr-işevke eğer tâc-dâr şem’
Enverî

taht-ı münevver: Parlak taht.

Bir taht-ı münevver oldu peydâ
Olpîr ile Aşk oturdu hem-tâ
Şeyh Galip

taht-ı nübüvvet: Peygamberlik tahtı.

Olalı taht-ı nübüvvette mukîm
Cilve-gâhıydı onun arş-ı azîm
Hakanî

taht-ı revân: Dört kişi veya iki katır tarafından taşınan nakil vasıtası.

Taht-ı revân bozulsa ben idim düzen demiş
Katırları topal edici na’lband imiş
Sürûrî

tahtü’r-revân: Tahtırevan.

Visâlin
Kâ’be’dir rûz-ı ecel azmi zemânıdır
Kefen ihrâmı tâbût ol yolun tahtü’r-revândır
Behiştî

taht-ı saltanat: Saltanat tahtı.

Misâl-i hâle-i bî-mâh-tâb kalmış idi
Derûn-ı milki hazîn, taht-ı saltanat mağdûr
Nâbî

taht-ı sultân-ı hayâl: Hayal sultanının tahtı.

Taht-ı sultân-ı hayâlindir çügönlü
Ahmed’in
Devlet-i hüsnünde ey şeh niçin âbâdân değil
Ahmet Paşa

taht-ı Süleymân: Süleyman’ın tahtı.

Şol gedâ kim kıldı istiğnâ semin tekyegâh
Genc-ı Bâd-âverd ile taht-ı Süleymân istemez
Hayâlî Bey
Seyr etti hevâ üzre denir taht-ı Süleymân
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde
Ziya Paşa

taht-ı sîm: Gümüş taht.

Başın hevâ yolunda komayaydı ortaya
Bulmazdı taht-ı sîme geçip i’tibâr şem’
İbni Kemâl

taht-ı zerrin: Altın işlemeli taht.

Gülerdi taht-ı zerrîn üzre
Cem gül-şende güllerle
Sebû-endâm sâkîler elinden bâde geldikçe
Yahya Kemal

taht-ı zümürrüdîn: Zümrüt renginde taht.

Taht-ı zümürrüdînine geçtikte şâh-ı gül
Yahyâ işitesin nice feryâd eder hezâr
Şeyhülislam Yahya

taht-gâh, taht-geh: Taht yeri; padişahın oturduğu şehir; pâyitaht, başşehir, merkez. Hak Teâlâ azamet-i âleminin pâdişehi
Lâ-mekândır olamaz devletinin taht-gehi
Şinasi
Taht-gâh oldu bana çünki sarây-ı nâsût
Pâdişâhem ki benim oldu cihân-ı melekût
Nesimi
Kimseyi dil-teng-i âzâr etme sultânlık budur
Kalb-i mûru taht-gâh eyle
Süleymânlık budur
Nazîm (Yahya)

taht-gâh-ı Ahmed: Hz. Muhammed’in taht yeri.

Kevn ü mekâna sığmaz çün taht-gâh-ı Ahmed
Nice beyâna sığsın evsâf-ı câh-ı Ahmed
Hamdullah Hamdi

taht-gâh-ı dil: Gönlün merkezi.

Mesken şeh-i mahabbetine taht-gâh-ı dil
Menzil hayâl-i la’line halvet-serây-ı cân
Bâkî

taht-gâh-ı feyz: Feyiz, bereket merkezi.

Şâh-ıgedâ-nihâdız olur taht-gâh-ı feyz
Ma’mûre-i mahabbete kalb-i harâbımız
Namık Kemâl

taht-gâh-ı hasret: Hasretin merkezi.

Hîç eksik olmadı âmed-şüd-i sipâh-ı gumûm
Rızâyî sîne meğer taht-gâh-ı hasrettir
Rızayi taht-gâh-ı lâciverd: Lâcivert taht merkezi.

Şeh-i hâver geçelden taht-gâh-ı lâciverd üzre
Kapından olmamıştır bana benzer bir gedâ peydâ
cinânî

taht-nişîn: Tahtta oturan, padişah.

Bir kudrete mâlik ki nice taht-nişînin
Alır kelle vü eğerini der-beder eller
Nef’î

taht: Ar. Alt, aşağı. zıddı fevk.

taht-ı emvâc: Dalgaların altı.

Taht-ı emvâcında deryâ-yı maânî müstetir
Şi’rinin ta’bîrini
Nâbî vecîz eylerse de
Nâbî

taht-ı nüfûz: İdaresi altında.

Kalan taht-ı nüfuzunda bugün azgâs-ı ahlâmın
Olur mağlûbu yarın bir takım evhâm ü âlâmın
Abdülhak Hâmit

tahte’l-bahr: Denizin altı.

Olmayınca nef’i fevka’l-bahre kesb-i şân için
Şark filosun
Rusya tahte’l-bahre tebdîl eyledi
Tahirü’l Mevlevi

tahte’s-semâ: Gökyüzünün altı.

Şeb-i meh-tâbta ey âf-tâb-ı burc-ı istiğnâ
Çıkıp tahte’s-semâda kadrinipest eyle mâhın gel
Nedim

tahte’s-serâ’
Yer altı, toprak altı.

Olsa ger tahte’s-serâda gâv ü mâhı muztarib
Olsa ger fevka’l-ulâda sâye-endâz vakâr
Nazîm (Yahya)
Şöyle bil tahte’s-serâdan tâ
Süreyyâ her ne var
Oldu ey hâce ser-â-ser ez mey-ı Cebbâr mest
Nesimi
Ahım feleğe erdi yaşım taht-ı serâya
Yerden göğe dek hayf oluptur bu gedâya
Necati Bey

taht-ı zülf: Saçın altı.

Kanda görsem nâzenîn kec kec nigâh eyler bana
Taht-ı zülfe gizleyip vechin siyâh eyler bana
dertli

taht u tâc: Taç ve taht.

Böyle gitsin hep fasıllar bende kalsın gözlerin
Esmesin hîç bâd-ı efkâr taht u tâcım sözlerin
Şeref Yılmaz

tahte, tahta: (aıg’)Far. >tahte’den; 1. Tahta, yontulup biçilmiş, ağaç. 2. Levha. yazı ve resim tahtası gibi.

Tahte perde yarığından pinhân
Hârem-i câre olurdu ngrân
Sünbülzade Vehbi

tahta-i hâkToprak tahtası.

Münakkaş oldu bisât-ı çemen şükûfe ile
Nazîri lücce-i eflâk oldu tahta-i hâk
İbni Kemâl

tahta-i meşk-füsûn: Meşk büyüsü tahtası.

Bizde eyler imtihân-ı çeşmânî hep sihrin
Nedîm
Tahta-i meşk-füsûnuz şimdi biz câdûlara
Nedim

tahta-i mey-hâne: Meyhane tahtası.

Cem that-gâhı tahta-i mey-hâne kendidir
Kâşâne-ı Havernak-ı şâh-âne kendidir
Nâilî
-ı Kadim

tahta-i reml: Remil tahtası.

Cismimi eyler ise tahta-i reml üzre sabâ
Remillerle araya bulmaya remmâl beni
Hayâlî Bey

tahte-i remmâl: Remil dökücülerin tahtası.

Döşendi berf ser-â-pâ sahn-ı sahrâya
Ağardı rûy-ı zemîn sanki tahte-i remmâl
Bâkî

tahta-i tâbût: Tabut tahtası.

Edip berbâd ömrün tahta-i tâbût eder devrân
Bu mülk-i bî-bekânın olsa da âdem
Süleymân’ı
Seyyit
Süleyman (Alâiyeli Şeyh)

tahta-i ta’lîm: Talim tahtası.

Gayre sarf etmededir zevk-ı zemdn-ı hattını
Meşk-i nâz-ı yâre sinem tahta-i ta’lim iken
Nâbî

tahta-pâre: Tahta parçası.

Gâh olur mevte müeddî cür’a-i âb-ı zülâl
Gâh eder bir tahta-pâre âdemi yemden halâs
Ahmet
Remzi (Akyürek)

tâhûn, tâhûne: Far. Değirmen taşı. c. tevâhîn.

tâhûne-i çarh: Feleğin değirmen taşı.

Tir-i feleğe nişâne oldum
Tâhûne-i çarha dane oldum
FuzûH tahûr: bk. tahâret.

tahvîf: Ar. Havf’tan; korkutma, korkuya düşürme. c. tahvîfât.

Beni dûzahla tahvîf eylemezdin zâhidâ bilsen
Benim bu pîç ü tâbım dest-bürd-i serdi-i deyden
Nâbî
Zâhid bizi tahvîf ile teşvişe düşürme
Sen mahkeme-i rûz-i cezâdan mıgelirsin
Nâbî
Azâbın ile tahvife efendi kalmadı hâcet
Çün ettin kesret ihsân ile âfâkı istirkâk
Nuri

tahvîl: Ar. Havl’den, değiştirme, çevirme, döndürme. c. tahvilât.

Vaktidir nik ü bede tahvil eden her sûreti
Vakt olur kim akbah-i şey’ ahsen-i mevcûd olur
Nevres-i Kadim
Bûsenin pençe-i şekvâya görüp tahvilin
Secde-i şükr eder âsâyişine dâmenimiz
Nâbî
Gözü âhûlara şimdi şikâr olmak münâsibtir
Esed burcuna etti âftâb ey meh-lika: tahvil
Behiştî

tahvîl-i âftâb: Güneşi değiştirme.

Geldi şitâda tahtına sultân-ı kâm-yâb
Gûyâ takaddüm eyledi tahvil-i âftâb
Şeyhülislam Yahya

tahvîl-i berât: Beratı değiştirme.

Çekti müsvedde-i tahvil-i berât ademe
Hatt-ı butlân kalem-i sun’
Hudâ-yı biçûn
Münif

tahvîl-i sûret: Şekli değiştirme.

Görürse tâli’-i menhûsuma bir sâat-ı mes’ûd
Felek tahvil-i sûret eyleyip leyl ü nehâr etmez
Keçecizade İzzet Molla

tahvîl-i takdîr: Takdiri değiştirme.

Bir senin sa’yin usûl-i dehri tağyir eylemez
Abd-i âciz sa’y ile tahvil-i takdir eylemez
Ziya Paşa

tahyîl: Ar. Hayâl’den; akla, fikre, zihne getirme. c. tahyîlât.

Dile her mûyu bir ejder görünür ol zülfün
Nice bin ejderi bir yerde tahayyül ne beM
Nef’î
Cûş-ı hayretten tecelli-hâne-i tahyilde
Lâl olur dil-i bi-tâb-ı hüsnünü tertilde
Muallim Naci

tahayyül: Hayâl’den; hayale getirme, bir şeyi zihnen düşünüp kurmak ve mevcut gibi düşünmek. c. tahayyülât.

Var eyle o gül-şeni tahayyül
Pervânesigül çerâgı bülbül
Şeyh Galip
Tahayyül eylese dil rû-yi mâi-i hâkin
Meşâm-ı câna verir dûd-ı âh nükhet-i ûd
Sâmi
Zinhâr bülbülün dahi tağliti hüsn ile
Gül-bün tahayyül ettiği ol kâmet olmasın
Nedim
Dünyâ biter o yerde ki mağlûb olur hayâl
Temdid-i ömre kudreti kalmaz tahayyülün
Yahya Kemal

tahayyülât: Tahayyül’ler.

Hepsi, en bi-vefâ emellerden
En samimi tahayyülâta kadar
Tevfik Fikret

tahyîr: Ar. Hayr’dan; 1. İki şey arasında seçme durumunda kalma. 2. İstediğini seçmeyi teklif etme.

Kader dedikleri halkın murâd-ı Hak’tır kim
Ezelde etti bizi her umûrda tahyir
Şinasi tahzîr; Ar. Hazer’den; sakındırma, çekindirme, men etme. c. tahzîrât.

Olur tahzire bâis düşmen ammâ dost ta’zire
Bana nâfi’gelir tedkik olunsa dosttan düşmen
Nâbî
Fitne baş kaldıramaz haşre değin tâ o kadar
Etti kahrınla kazâ ehl-i şekâ: yı tahzîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

tahazzür: Korunarak hareket etmek, sakınmak.

Eyledi takdîr sandık tahazzürde nihân
Mevsim-i eyyâm-ı îdde saklanan kâlâ gibi
Nâbî

tâib: bk. tevbe.

tâif, tâife: bk. tavaf.

tâir, tâire: bk. tayr.

tâk: Far. Asma, üzüm kütüğü.

Takâtur eylemedikçe sirişk-i dîde-i tâk
Olur mu bâğ-ı temennâda hûşe-i engûr
Nâbî
Kollar atmıştı o şahs-ı bî-bâk
Konşu divârına mânende-i tâk
Sünbülzade Vehbi

tâk: Ar. 1. Bina kemeri, 2. Yarım daire şeklinde kapı ve pencere üstü. 3. Kubbe, künbet. 4. Bayramlarda veya önemli günlerde bir olayı anmak için yapılan yarım kubbe şeklinde ve üzeri çiçeklerle süslenen kemer. c. tâkât, etvâk, tîkan.

Kisrâ-yı hüsnündür ki bugün kaşı tâkına
Zencîr-i müşg asar ham-ı gîsûsu
Kâsım’ın
Ahmet Paşa
Ehl-i behişt cennete girmezdi ol perî
Tasvir olunsa tâkdır cennet üstüne
Yenişehirli Avni
Felekte kaldı mı nâmın yazılmadık bir tâk
Zemînde kaldı mı methin okunmadık bir yer
Nedim

tâk-ı celâl: Yücelik takı.

Âsmân-pâye hümâ-sâye
Ali Paşa
kim
Eremez tâk-ı celâline kemend-i efkâr
Bâkî

tâk-ı çarh: Çarhın kubbesi.

Vasfını gülün zer-endûd ile tâk-ı çarha
Böyle tahrîr eder şimdi ricâl-i aklâm
Hâzık

tâk-ı ebrû: Kaşın kıvrımı.

Tâk-ı ebrûsunapeyveste sücûd eylemeyen
Ahmed ol gûşe-i mihrâb duâsın bilir
Ahmet Paşa
Tâk-ı ebrûnu yıkma kim yoktur
Bana bir dahi kıble-i hâcet
Behiştî

tâk-ı eyvân: Saray çatısı.

Nice şeh
Sultân
Süleymân-ı Selimü’l-kalb kim
Tâk-ı eyvânında hurşid oldu bir zer-kâr gül
Hayâlî Bey

tâk-ı gerdûn: Feleğin kubbesi.

İrtika: -yı câha ikbâl eylemem
Hikmet yine
Nerdübân etse kazâ nüh tâk-ı gerdûnu bana
Hersekli Arif Hikmet

tâk-ı hakîr: Aşağı kubbe.

Tâk-ı hakirde bulunan mive-i leziz
Ol kâmet-i bülende bedeldir çenârda
Nâbî

tâk-ı hamiyyet: Hamiyyet kemeri.

Eğil hürmetle zâir, piş-i ta’zizinde heybetler
Celâdetler kuşanmış yükselen tâk-ı hamiyyettir
Tevfik Fikret

tâk-ı hüsn: Güzellik kemeri.

Bârik-bin olanlar eder kaşların hayâl
Dendânını tasavvur eder tab’-ı hurde-dân
Bâkî

tâk-ı Kisrâ: Kisrâ’nın kubbeli büyük binası.

Nice şeb zelzele-endâz-ı cihândır ol şeb
Tâk-ı Kisrâ dil-i küffâr gibi oldu harâb
Enderunlu Fazıl
Bundadır bâki nişân-ı mu’ciz-ı Hayrü’l-beşer
Tâk-ı Kisrâ nüsha-i mülk ü mülûkü kâm-kâr
Fuzûlî

tâk-ı Kürsî: Levh-ı Mahfuz’un kubbesi.

Bundadır bâki nişân mu’ciz-ı Hayrü’l-beşer
Tâk-ı Kürsi nüsha-i mülk-i mülûk-ı kâm-kâr
Fuzûlî

tâk-ı lâciverdî: Lacivert kubbe.

Bu tâk-ı lâciverdi zer-beft otağın olsun
Mihr ile meh yanınca iki solağın olsun
Übeydî tâk-ı mihrâb: Mihrabın kubbesi.

Secde-i sehv ile geçti ol kişinin ömrü kim
Tâk-ı mihrâbı onun ebrû-yı dil-dâr olmadı
Hamdullah Hamdi

tâk-ı muallâ: Yüce görünüşlü kubbe.

Ey kasr-ı felek-rif’at ü ey tâk-ı muallâ
Her bâb ile benzer kapında cennet-ı Me’vâ
Ahmet Paşa

tâk-ı revâk-ı haşmet: Korkunun kemeraltı kubbesi.

Arzıla hem-dûş ola tâk-ı revâk-ı haşmetin
Pây-dâr ettikçe
Hak ne kubbe-i nijûferi
Nedim tâk-ı sarây-ı Kisver: Kisver’in sarayının damı.

Bedrin tecellî kıldığı şeb-i âftâb-vâr
Tâk-ı sarây-ı Kisver’i çâk oldu
Hüsrevâ
Lamiî Çelebi

tâk-ı sipihr: Gök kubbesi.

Zerrîn kalemle yazsa sezâ mihre
Nâbîyâ
Tâk-ı sipihre bugazel-i âb-dârımız
Nâbî

tâk-ı şarâb: Şarap kubbesi.

Tâk-ı şarâbı çeşme-i hurşîdten sular
Sîm-âb-dârı mûğ-beçenin mâh-tâbıdır
Esrar Dede

tâk-ı yâr: Yârin kemeri.

Bir sûr çekti kim bedende bu tâk-ı yâr
Baştan ayağa mülk-i melâhat hisârıdır
Âh tâk-ı zafer: Zafer kemeri.

Çürüyen göğsü için tâk-ı zaferler gene dar
Gene sağdır, gene sağlamdır o, hem dünkü kadar
Midhat Cemal Kuntay

tâk-ı zer-nigâr: Altın işlemeli kubbe.

Tâ ki tâk-ı zer-nigârın çarh vîrân eylemiş
Hışt-ı zerrînin sabâ ferş-igül-istân eylemiş
Fuzûb takaddüm: Ar. Kıdem’den; önce gelme, önden davranma. 2. İleride bulunma, ileri geçme.

Selâm pîş-rev-i sohbet olduğundandır
Takaddüm eylediği nimete nemek-dânın
Nâbî
Geldi şitâda tahtına sultân-ı kâm-yâb
Gûyâ takaddüm eyledi tahvîl-i âftâb
Şeyhülislam Yahya
Tarz-ı selefe takaddüm ettim
Bir başka lûgat tekellüm ettim
Şeyh Galip

takallüb: Ar. Kalb’den; 1. Bir yandan diğer yana çevrilme, dönme. 2. Başka şekle girme, değişme. c. takallübât.

Mestân-ı harâbâta salâdır ne dururlar
Zühhâda takallüb edecek dem bu zemândır
Nef’î
Olmaz mı o kelâmı mahva bâis
Enbûh-ı takallüb-i havâdis
Ziyâ Paşa

takallübât: Dönmeler, altüst olmalar.

Takallübâtına bîgâneyiz hayâl ettik
Kımıldamaksızın îmânı küfre çiğnettik
Mehmet Akif

takarrüb: bk. takrîb.

takarrür: Ar. Karâr’dan; 1. Karar bulma. kararlaştırma. 2. Yerleşme.

Gel ey berîd-i perestîde, bir sürûdunla
Bugün melâl ü neşâtım takarrür eyleyecek
Tevfik Fikret
Bugün senin harekâtın veya sükûnunla
Takarrür eyleyecektir huzûr-ı istikbâl
Tevfik Fikret

tâkat: Ar. Güç, kuvvet, kudret. c. tâkât.

Buna tâkat mı gelir ya buna cân mı daynır
Meğer imdâd ede hestîde de eczâ-yı adem
Akif Paşa
Sabra tâkat mı kor âh etmemeğe dillerde
O girişme o hırâm ol nigeh-i sabr-güdâz
Nef’î
Pervâne niçinşem’-işeb-ârâya dokundu
Yok tâkati çün şu’le-i şemşîr-zebâne
Şeyhülislam Yahya

tâkat-ı masraf’
Harcanan güç.

Aşka düştüm cân u dil müft-i civânân oldu hep
Sabr u tâkat-ı masraf çâk-ıgirîbân oldu hep
Nedim

tâkat-ı nezzâre: Bakış gücü.

Kimsede ruhsârına tâkat-ı nezzâre yok
Âşıki öldürdü şevk bir nazara çâre yok
Fuzûlî

tâkat-ı visâl: Kavuşma takati.

Yakmağa beni yeter hayâlin
Yoktur bana tâkat-ı visâlin
Fuzûlî

tâkat-güzâr: Takati, gücü eriten.

tâkat-güzâr-ı cism: Cismin gücünü eriten.

Sûz-i muhabbet öyle ki bir derde benzemez
Tâkat-güzâr-ı cism ile cân söylerim sana
Enderunlu Fazıl

tâkat-şiken: Takati tüketen.

Söyle tâkat-şiken, hayâl-figen
Bu mesâfât-ı bî-nihâye nedir
Fâik
Âli Bey
Bir sabâh, evde, bütün bir şeb-i tâkat-şikenin
Taab-ı nekbeti altında ezilmiş, gamgîn
Tevfik Fikret

tâkat-sitîz: Güç çekişmesi.

Yok kimsede tâb-ı tîğ-ı tîzim
Endîşe-i tâkat-sitîzim
Fuzûlî

takâtur: bk. takattur.

takattur: Ar. Katr, kutûr ve kataran’dan; damlama, damla damla akma. c. takatturât.

Her şeyde
Takattur etmeli âvâre mest ü lerzende
Bir ibtikâ-yı hazânîsi aşk-ı sehhârın
Tevfik Fikret

takâtur: Damlama, damla damla dökülme.

Takâtur eylemedikçe sirişk-i dîde-i tâk
Olur mu bâğ-ı temennâda hûşe-i engûr
Nâbî

takayyüd: Ar. Kayd’dan; 1. Bağlı olma, bağlanma. 2. Çalışma, çabalama, gayret etme. 3. Dikkatli davranma, uyanık bulunma. c. takayyüdât. takayyüd-i nâmŞöhrete bağlanma.

Olan takayyüd-i nâm ile mâil-i şöhret
Nihâyetinde eder kesb-i şeyn şân yerine
Enderunlu Vâsıf

takaza: bk. tekâzâ.

takbîl: Ar. Kabl’den; öpme.

Ey gönül bir dem leb-i ikbâl ile misl-ı Necîb
Kûşe-i seccâde-i irfânı takbîl etmedim
Necip (Sultan III. Ahmet)
Bendesidir
Han
Mahmûd’un bütün halk-ı cihân
Kim ederler sû-be-sû takbîl hâk-ipâyini
Lebîb (Mehmet Lebîb)

takbîl-i dâmen: Etek öpme.

Ey fakîrân!
Kış geçer, geçmez azâb-ı imtinân
Bir eteksiz kürk için takbîl-i dâmenden geçin
Muallim Naci

takdîm: Ar. Kıdem’den; 1. Öne alma, ileriye sürme. 2. Büyük bir kimseye bir şey sunma. 3. Birini bir başkasına tanıtma.

Olurdum bî-tevakkuf menzil-i maksûduna vâsıl
Cinânî bâis-i takdîm olaydı imtihân olmak
cinânî

takdîr: Ar. Kader’den; 1. Beğenme, değer verme, değer biçme. 2. Değer ve kıymetini anlama. 3. Kader; ezelde Allah’ın olmasını istediği şeyler. c. takdîrât.

Nakl ü kitâb mâil-i takdîr eder bizi
Akl u hisâb kâil-i tedbîr eder bizi
Şinasi
Ne bilir kadrimi erbâb-ı maânî vü beyân
Sözümü ârif-i bil-lâh eder ancak takdîr
Nef’î
Yazık ki câhil eder matlabınca şerr ü fesâd
Koyar netîce-i ef’âli ismini takdîr
Şinasi

takdîr-i behâ: Kıymet takdiri.

Takdîr-i behâ eylemez sayrefî-i dehr
Bir cevhere kim hâk-i siyâh içre nihândır
Yenişehirli Avni

takdîr-i ezel: Ezelin takdiri.

Bizi takdîr-i ezel çün kıldı rind-i mey-perest
Ah kim hâsıl değil tedbîr ile takdîrimiz
Şeyhi takdîr-i Hudâ: Allah’ın takdiri.

Def’ edemedik ceyş-i gamı sa’y ede gördük
Tedbîr ne mümkün boza takdîr-ı Hudâ’yı
Şeyhülislam Yahya
Takdîr-ı Hudâ kuvve-i bâzû ile dönmez
Bir şem’i ki
Mevlâ yaka bir vechile sönmez
Ziyâ Paşa

takdîr-i Yezdân: Allah’ın takdiri.

Şerm-sârım yâ
Resûlullah vedâından senin
Böyle imiş neyleyim takdîr-ı Yezdân elvedâ

takdîrât: Takdirler.

Sîne-i mecrûhumuzdur tâ ebed âmâc-ı aşk
Tîr-i takdîrât-ı yâre her zemân âmâdeyiz
Hersekli Arif Hikmet

takdîs: Ar. Kuds’den; 1. Kutsîleştirme, mukaddesleştirme, kutsal sayma. 2. Allah’a şükretme. 3. Büyük saygı gösterme, ululama. c. takdîsât.

Mazhar olmuş iltifât
Hazret-ı Peygamber’e
Mün’atıftır dîde-i takdîs-i ümmet güllere
Şeyh Vasfî
Târihimizin tûde-i etlâlini her gün
Ta’zîm ile, takdîs ile, te’lîh olsun
Süleyman Nazif
Aciz-âne ola bu bendelerinden i’zâm
Rûh-ı pâkine nice tuhfe-i takdîs ü selâm
Âdile Sultan

ta’kîb: Ar. Akb veya akab’dan; 1. Arkasına düşme, arkasından gelme. 2. Kovalama.

Bezm-i âlemde bu vâdide kurulmuş tertîb
Zevk ugam, şevk u mihen birbirin eyler takîb
Enderunlu Vâsıf
Felek getirmedi âfâka senden önce beni
Ki subh-ı sâdık eder subh-ı kâzibi takîb
Şinasi
Bilmez misin ki câlib-i ta’zîm olur kerem
Ef’âl-i zâlim-âneyi takîb eder nedem
Muallim Naci

ta’kîd: Ar. Akd’ veya ukde’den; 1. Düğümleme, düğümlenme. 2. ed. Bir söz veya ibareyi anlaşılmaz şekilde düzenleme. c. ta’kîdât.

Ukde-i reşk ü haset yok dil-i bî-bâkimde
Olmasa nazm-ı selisimde aceb mi takîd
Nef’î
Takîd ü rekîke uğramaz hîç
Eyler okudukça tab’ı behîc
Ziya Paşa

taklîd: (jJ.

â;)Ar. 1. Birinin hareketini tekrarlayarak onunla alay etme, öykünme. 2. Bir şeyin sahtesini yapma. c. taklîdât.

Ey satan harf-i tasavvufla velâyet halka
Harf-i taklîd ile onulmaz ona tahkîk gerek
Nâbî
Taklîd ile olmaz bu kadar lezzet-igüftâr
Bu lehçe-ipâkîze bana dâd-ı Hudâ’dır
Nef’î
Kurbağa mandayı taklîd edemez
Yak ışır mı deveye kazzâzlık
İsmail Safa
Gül-istânda baş açık nûş edelim câm-ı şarâb
Nefs atın rişte-i taklîd ile nice yedelim
Necati Bey

taklîd-i sülûk: Gidilen yolu taklit.

Halka taklîd-i sülûkun sebeb-i hüsn-i ma’âş
Mülke tağyîr-i tarîkin eser-i sû’-i mizâc
Fuzûlî

taklîd-i zâğ: Karga taklidi.

Bülbül şetâreti gül-i handânı güldürür
Taklîd-i zâğ kebg-i hırâmânıgüldürür
Şeyhülislam Yahya

taklîl: Ar. Kıllet’den; azalma, azaltma; indirme.

Bu nevâdan bir diraht-ı bâr-ver eyler zuhûr
Hâk eder tahsîr devr-i çarh taklîl ettiğin
Nâbî

takrîb: Ar. Kurb’dan; 1. Yaklaştırma, yaklaştırılma. 2. Tahmin. 3. Yolunu bulma.

Derdimi bârî bu takrîb ile takrir edeyin
Tâ şifâ-hâne-i lutfundan ere dermânı
Nef’î
Neş’e bulsa kişi ger keyfe uyup bir takrîb
Şahne-i renc-i humâr eyler o sâat te’dîb
Enderunlu Vâsıf
Yakın etti felek eyyâm-ı şekke rûz-ı nev-rûzu
Bu takrîb ile birkaç gün temâşâ-gâh olur sahrâ
Şeyhülislam Yahya

takrîb-i bûy-ı aşk: Aşk kokusunu yaklaştırma.

Takrîb-i bûy-ı aşk ile dîvân-ı şi’r olur
Mânend-i şerha sîne-i satrında fâsıla
Nâbî

takriben: Yaklaşık olarak.

Takriben adamlık sana yetmezdi, tamâmdın
Sen kütle-adam, millet-adam, bayrak adamdan
Midhat Cemal Kuntay

takarrüb: Kurb’dan; 1. Yanaşma, yaklaşma. 2. Vakti yakın olma.

Kemân misâl kec ol maksadın takarrüb ise
Atılma ok gibi yâbâna istikamet ile
Nâbî
Habîb’in sev takarrübse murâdın
Hakk’a ey Alî
Rakîb olmak gibi Allah’a rengîn intisâb olmaz
Âli Bey
(Gelibolulu Müverrih)
Olmak istersen dü-âlemde saîd
Kıl takarrüb hayra, ol şerden baîd
Esat (Takvîm-ı Vekayi-hâne-ı Âmire
Nâzırı Mehmet)

takrîr: Ar. Karâr’dan; 1. Yerleştirme, yerleştirilme. 2. Sağlamlaştırma, sağlamlaştırılma. 3. Anlatış, anlatma. 4. Önerge. 5. Siyasi nota. c. takrîrât.

Takrîr edemem derd-i derûnum elem var Allah’ı seversen beni söyletme gam var
Sultan
Veled
Şeyhe bak ketm-i ademden diye takrîr eyler
Bilmez ammâ ki nedir ma’nâ-yı ihfâ-yı adem
Akif Paşa
Hâl-i dili ol âfete takrîre ne hâcet
Bir vâkıa kim hayr ola ta’bîre ne hâcet
Aıif
Kays çekmiş derd-i aşkı ona da erişmedim
Kime takrîr edeyim hâl-i dili hem-derd yok
Şeyhülislam Yahya

takrîr-i gamze: Yan bakışı yerleştirme.

Müjgân-ı sâye-perveri setr eyliyor gibi
Takrîr-i gamzesinden meâl anlaşılmasın
Tevfik Fikret

takrîr-i kemâl-i hüner: Hünerini tam yerleştirme
Takrîr-i kemâl-i hüneri nutk-ı zebândır
Tahrîr-i medârı-ı şerefi kilk ü rakamdır
Nef’î

takrîr-i nîk-hâh; İyilik isteyenin kararı.

Takrîr-i nîk-hâhına hep urma dest-i red
Gâhî olur nasîhat-ı âşık da eslenir
Nâbî

takrîr-i râz-ı aşk: Aşk sırrını anlatma.

Takrîr-i râz-ı aşka zebânım mı var benim
Cânâneden şikâyete cânım mı var benim
Nâbî

takrîz: Ar. Bir şeyi tenkit etme. c. tak-
rîzât.

Humkun zekâya karşı takrîzi şöyle dursun
Ta’rîzi bir inâyet, tahkîri bir senâdır
abdülhak Hâmit

taksîm: Ar. Kısm’dan; 1. Bölme, ayırma. 2. mat.

Bölme. c. taksîmât.

Ol amîmü’l-feyz-i mün’imsin ki feyz-i şâmilin
Rızk taksîminde kılmaz imtiyâz-ı küfr ü dîn
Fuzûlî
Ezhârı taksîm etdiler gül düştü hârın pâyına
Hâr cefâ çekti gül-i terden hezârın pâyına
Sâbit
Erbâb-ı sûza erişe çok hisse
Nev’iyâ
Taksîm olunsa bugazel-i âb-dârdan
NeVî taksîm-i derd: Dert bölümü.

Hayf kim taksîm-i derd ettikte kassâm-ı kazâ
Tîr-igamzen düştü sehm-i âşık-ı efgendeye

taksîm-i hekîm-âne-ı Yezdân: Allah’ın hikmetlice taksimi.

Ol hisse-geh-i hursend sakın eyleme
Nâbî
Taksîm-i hakîm-âne-ı Yezdân’a taarruz
Nâbî

taksîr: Ar. Kasr’dan; 1. Kısaltma. 2. Bir işi eksik yapma. 3. Kusur etme. 4. Kusur. c. taksîrât.

Elden gelen âzârda hîç eyleme taksîr
Eyyâm-ıgurûrun sanapâyende kalırsa
Nâbî
Bî-mecâlim sitem-i dehr ile gâyet, afvet
Vasfı pâkinde ger ettimse zarûrî taksîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
Bakma taksîrime ey şâh-ı cihân teşrîf et
Yıkılıp hâne-i dil olmada her dem vîrân
Âdile Sultan

taksîr-i eser: İşaret edilen kusur.

Sana isbât-ı taksîr eylemek bî-vechdir ey dil
Bu taksîr-i eser senden değildir çeşm-i terdendir
Nâbî

taksîr-i ibâdet: İbadet kusuru.

Ref’ eyle duâ niyyetine destini ammâ
Taksîr-i ibâdette ruh-ı şerme nikâb et
Nâbî

taktîr: Ar. Katr, kutûr ve katarân’dan; 1. Damla damla akıtma, dökülme. 2. İmbikten geçirme, damıtma. c. taktîrât.

Bûy-ıgül taktîr olunmuş nâzın işlenmiş ucu
Biri olmuş hoy birisi dest-mâl olmuş sana
Nedim

taktîr-i leâlî: İncilerin dökülmesi.

Dürr ile sâyende tezyîn eyledim bâlînini
Gözlerimden etti taktîr-ı leâlî gözlerin
Muallim Naci

taktîr-i mey: İçki damlası.

Handesi âvâze-i kulkul, giryesi taktîr-i mey
Mâ-cerâ-yı meclise sâgar hem ağlar hem güler
Pertev Paşa

tekâtur: Katr, kutûr ve katarân’dan; damlama, damla damla dökülme.

Takâtur eylemedikçe sirişk-i dîde-i tâk
Olurmu bâğ-ı temennâda hûşe-i engûr
Nâbî
Nedim

takvâ: Ar. Vikâye’den; Allah’ın yasak ettiği şeylerden kaçınma, Allah’tan korkma.

Harâbât ehlinin yanında çün bir cür’aya değmez
Yeridir âteşe salsam libds-ı zühd ü takvdyı
Avnî
Sanma menşûr-ı hıred ya iffet ü takvâ yürür
Bezm-ı Cem’dir bunda hükm-i câm-ı gam-fersâ yürür
Koca Râgıp Paşa
Ne bir ehl-i dünyâya ettim taabbüd
Ne bir ehl-i takvâya var intisâbım
Muallim Naci

takvîd: Ar. Yederek çekme, yetme.

Eğer verseydi kahrî takvîd hayl-i zaîf-âne
Olurdu mâda âhû-yı pençe-zen derende-i şîr-âne
Üsküdarlı Hakkı Bey

takvîm: Ar. Kıvâm ve kıyâm’dan; 1. Eğriyi doğrultma, düzeltme, kesme. 2. Takvim. c. takâvîm.

Çıkarırlar senede bir takvîm
Olmasın tâlib-i ilm-i tencîm
Sünbülzade Vehbi
Hâssiyetini ahsen-i takvîmin ahz edip
Hasr eylemiş vücûduna
Sâni’ letâfeti
Nâbî
Yegâne hüsn-ı İlâhî odur
Cemâlullah
Cihâna ahsen-i takvîmden ıyân olalı
Yahya Kemal

takvîm-i i’tibâr: İtibar takvimi.

Gerdûn-ı dûn bizi sükalâdan şümâr eder
Takvîm-i iâibârda mahzûrlardanız
Nâbî

takviye, takviyet: Ar. Kavî’den; kuvvetlendirme, kuvvetlendirilme.

Bu uslûb ile maksadım ta’ziyet
O mahzûna kalbini takvyet
Muallim Naci

takviye: Ar. Kuvvet’ten; kuvvetlendirme, kuvvetlendirilme.

Olsager ma’deleti takviye-bahş acze
Bere âhûya gezend erdiremez savlet-i şîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
Bu nesl-i pâk ile dîn-ı Muhammed takviyet buldu
Şeref-bahş oldu dehre bunların âyîn ü erkânı
hemdemî

tal’: Ar. bot.

Çiçeklerde üreme organı olan sarı toz.

Bülbül-i nâdire-gûyum nagamât-ı sühanım
Berg-i gûş-ı gül-i firdevse olur cevher-i tak
kâzım Paşa

talâk: Ar. Bağ çözülme; kadının kocasından boşanması, boş olma.

Karı tatlîki için bak ne diyor
Peygamber
Bir talâk oldu mu dünyâda, semâlar titrer
Mehmet Akif

talâkat: Ar. 1. Dil açıklığı, düzgün konuşma. 2. Güleryüzlülük.

Mu’tâdı olan talâkatiyle
Başlar söze eski şiddetiyle
Mehmet Akif
Şu servler mütehâşî birer talâkatle
Okur geçenlere âit menâkıb-ı ibret
Tevfik Fikret

tâlân: Far. Yağma, çapul, talan.

Bîm-i hecr ü cevr-iyâr ü ta’n-i bed-gûdan
Nazîm
Kârım efgân sabr tâlân hâtırım vîrân olur
Nazîm (Yahya)
Hânmânın âşıkın gam düzdü vîrân eylemiş
Gönlü gencinde ne kim var ise tâlân eylemiş
behiştî

tal’at: Ar. 1. Yüz, surat, çehre 2. Güzellik.

Oldu târîkî-i şeb âhımla kat kat lîk sen
Takatinle hangi bezmi mâh-tâb ettin bu şeb
Nâbî
Billâh çoktan eyler idim nefsimi telef
Men’ etmeseydi takatinin şevk-ı rü’yeti
Ziyâ Paşa
Yavaş yavaş azalan tâb-ı takatiyle kamer
Çıkıp görünmeli bir hasta kız kadar muğberr
Tevfik Fikret

tal’at-ı canan: Sevgilinin yüzü.

Gönlümüz hurrem olur takat-ı cânân olıcak
Açılır lâle vü gül mihr-i dirahşân olıcak
cinanî (olıcak: olunca)

tal’at-i cemâl: Güzel yüz.

Şol dem ki dahı mülk-i zemâne halâ-y-ımış
Dil takat-ı cemâlin ile âşinâ-y-ımış
Cem Sultan

taTat-ı dil-ber: Sevgilinin güzelliği.

Rağbet eylersen dilâ gül-şende sünbül seyrine
Kıl teveccüh tal’at-ı dil-berde kâkül seyrine
Cinânî

tal’at-i ebkâr-ı nazm: Bir kıza benzeyen nazmın güzel yüzü.

Âb ü tâb-i tal’at-i ebkâr-ı nazmım
Nâilî
Ta’n eder âyîne-i hurşîde meh-rûlargibi
Nâilî

tal’at-1 Hak Teâlâ: Allah’ın güzelliği.

Sorulmaz hikmetinden yoksa tal’at-ı Hak
Teâlâ’nın
Sorulsa hikmetinden âh çok feryâd olur peydâ
Üsküdarlı Talat Bey

tal’at-1 meymûn: Uğurlu yüz.

Her kaçan o mâhı görsem ay gördüm sanırım
Tal’at-ı meymûn cihân-ârây gördüm sanırım
Vâlihi-ı Kadim

tal’at-i meymûn ü ferah-nâk: Ferahlatıcı ve uğurlu yüz.

Âfitâba yüzünün varsa da vech-i şebehi
Andırır tal’at-i meymûn ü ferah-nâk mehi
Ziyâ Paşa

tal’at-1 müşgîn-nikâb: Mis kokulu yüz örtüsünün güzelliği.

Vechi var dense sevâd-ı hatta bikr-i fikrimde
Şâhidime tal’at-ı müşgîn-nikâb rûzigâr
Nef’î

tal’at-ı rahşân-ı îd: Bayramın parlak yüzü.

Kıldı âfâkı münevver tal’at-ı rahşân-ı îd
Halka dibâlar giyirdi mâh-ı nûr-efşân-ı îd
Bâkî

tal’at-ı yâr: Sevgilinin parlak yüzü.

Neye dönderdi beni tal’at-ı yâr ayrılığı
Bülbülü böyle mi eylerdi bahâr ayrılığı
Behiştî

taTat-efrûz: Işık saçan.

Dîdârın olunca tal’at-efrûz
Âfâka sirâyet-i cemâlin
Ekdârını mahv eder zılâlinTevfk
Fikret

taleb: Ar. 1. İsteme, istenme, dileme. 2. İstek.

Şerh-i kitâb-ı âleme bir metn-i muhkemiz
Lafz-ı talebde ma’nî-i matlûb-ı âdemiz
Esrar Dede
Fârig olamam deşt-i talebte tek ü pû (y) dan
Ol gözleri âhûyu şikâr eylemeyince
Şeyhülislam Yahya
Ebnâ-yı zemânın talebi nâm u nişândır
Her biri tasavvurda filân ibn-i filândır
Bağdatlı Ruhi

taleb-i devlet-i câh: Devlet mevkisini isteme.

Sanman bizi taleb-i devlet-i câh etmeye geldik
Biz cihâna bir yâr için âh etmeye geldik
Yenişehirli Avni

taleb-i ittibâ’: Uymayı isteme.

Etsin vücûdu nüshasın evvel mütâla’a
Esrâr-ı hikmete taleb-i ittibâ’ eden
Nâbî

taleb-i kâm: Arzulama isteği.

Ne tehâvün taleb-i kâma ne tedkîk gerek
O da bir dâd-ı Hudâ’dır ona tevfîk gerek
Nâbî

taleb-i ma’rifet-i feyz-i şühûd: Görülen bilim feyzini isteme.

Evvel eser-i aşk ile ifnâ-yı vücûd et
Sonra taleb-i ma’rifet-i feyz-i şühûd et
Hersekli Arif Hikmet

taleb-i meblağ-ı ma’hûd: Kararlaştırılmış miktar isteği.

Taleb-i meblağ-ı ma’hûd ile varsam yanına
Nakş-i dîvâr gibi yok bana lâ vü neamı
Beliğ taleb-i inlini: Merhamet isteği.

Bu düşenler birer nahîf, eldir
Öyle eller ki, tâlib-i rikkat
Taleb-i rahm için eder hareket
Cenap Şahabeddin taleb-i rifat ü câh: Mevki ve yükselmeyi isteme.

Götür ey nefs hevâ vü hevesin âlemden
Herze herze taleb-i rif’at ü câh etme dahi
Fuzûlî

taleb-i vasl: Kavuşma isteği.

Ben her gün eylerem taleb-i vasl lîkîn ol
Dilden komadı va’de-i ferdâyı bir nefes
Cem Sultan

taleb-i visâl: Kavuşma isteği.

Nâbî

taleb-i visâle kedd lâzımdır
Deryâ-yı ümîde cezr ü medd lâzımdır
Nâbî

taleb-kâr: İstekli.

İzzet-i saltanat-ı Mısr’a taleb-kâr olmak
Keyd-i ihvân-ı bün-i çeh kûşe-i zindân yoludur
Nâbî

taleb-kâr-ı visal: Kavuşmaya istekli.

Taleb-kâr-ı visâlem müjde-i vaslın diriğ etme
Kim ol müjde ferah-bahş-ı dil-i endûh-gînimdir
Fuzûlî
Bir zemân neydi hem-âgûş-ı hayâl olduğumuz
Yâr bilmezdi taleb-kâr-ı visâl olduğumuz
Nâbî

tâlib: 1. İsteyen, istekli. 2. Öğrenci. c. talebe, tullâb, tulleb.

Fars. c. tâlibân.

Ben senin
Âb-ı Hayât lebinin tâlibiyim
Tâlib-ı Çeşme-ı Hayvân isem insân değilim
Yenişehirli Avni
Feyz-ı Hak’ta buhlyok herkes velî tâlib değil
Bî-sebeb ıslâh-ı âlem
Tann’ya vâcib değil

tâlib-i Çeşme-i Hayvân: Hızır çeşmesinin isteklisi.

Ben senin
Âb-ı Hayât lebinin tâlibiyim
Tâlib-ı Çeşme-ı Hayvân isem insân değilim
Yenişehirli Avni

tâlib-i dîdâr: Yüz görmeye istekli.

Tâlib-i dîdâr olan dil-teşne vü nem-dîdeler
Cûy-i hûn akıttılar gözden çü
Ceyhûn ü Aras
Âhî

tâlib-i dünyâ: Dünya heveslisi.

Tâlib-i dünyâ olup çekme cihânın nekbetin
Cümleden lâ-kayd olup da bul saâdet devletin
Âdile Sultan

tâlib-i dürr-i hakîkat: Hakikat incisinin isteklisi.

Işkın yeminde tâlib-i dürr-i hakîkatem
Yoksa benim ne maslahatım var mecâzılık
Behiştî

tâlib-i esmâ: İsimleri isteyen.

Tâlib-i esmâ isen sen biz de
İsm-ı A’zamız
İsm-ı A’zam sohbetiyle bul fenâ içre beka
Gaybî

tâlib-i esrâr-ı ışk: Aşk sırlarının isteklisi.

Tâlib-i esrâr-ı ışk olmağa âr eyler fakîh
Câhili gör istemez keşf olduğun cümle ulûm
Behiştî

tâlib-i genc-i visâl: Kavuşma hazinesinin isteklisi.

Tâlib-i genc-i visâl olalı dünyâda bana
Kîmyâ hâk-i siyeh dürr-i güher taşgelir
Behiştî

tâlib-i güftâr: Söz sahibi, söz isteklisi.

Ben o nîrân-ı belâyım kimgünâh-ı aşk ile
Sûzişim gördükçe dûzah tâlib-i gufrân olur
Namık
Kemal tâlib-i gül-zâr-ı visâl: Kavuşma bahçesinin isteklisi.

Olsak ne aceb tâlib-i gül-zâr-ı visâl
Biz sûhte-i âteş-ı İbrâhîm’iz
Nâbî

tâlib-i Hâdî: Hakk’ı isteyen.

Tâlib-ı Hâdî olan etmez mahabbetten ferâğ
Âşık-ı dil-dâr olan eyler mi sohbetten ferâğ
Gaybî

tâlib-i Hak: Hakk’ı isteyen.

Hani bir tâlib-ı Hak şimdi fütâde şeklinde
Sûret uğrusu çoğaldı fukarâ şeklinde
behiştî (uğru: hırsız)

tâlib-i hûr: Huri isteklisi.

İki cihânda budur ârzû-yı cân u dilim
Ne ârzû-keş-i sîm ü zerim ne tâlib-i hûr
Yenişehirli Avni

tâlib-i iksîr-i ışk: Aşk iksirinin talibi.

Tâlib-i iksîr-i ışkım rûy-ı zerdim var benim
İşim altın eyledim kimden ne derdim var benim
Âhî

tâlib-i ilm: İlim isteklisi.

Biz tâlib-i ilmleriz ışk kitâbın okuruz
Çalap müderris bize ışk hod medresesidir
Yunus Emre

tâlib-i ilm-i tencîm: Yıldız ilmiyle uğraşmaya istekli.

Çıkarırlar senede bir takvîm
Olmasın tâlib-i ilm-i tencîm
Sünbülzade Vehbi

tâlib-i kâbil: Kabiliyetli istekli.

Kâr-ı aşkı pek bilirdim
Hüsrev ü Ferhâd’tan
Tâlib-i kâbil olan üstâd olur üstâdtan

tâlib-i râh-ı kazâ: Kaza yolunun talibi.

Olma Allah’ı seversen kat’â
Tâlib-i râh-ı kazâ vü fetvâ
Nâbî

tâlib-i rif’at: Yücelme isteklisi.

Olanlar tâlib-i rif ‘‘atgelip benden duâ alsın
Ki şâh-ı mülk-i ışk ettim gönül gibigedâya ben
Behiştî

tâlib-i ruhsâr-ı yâr: Yârin yanağına talip.

Müflis-i kûy-ı nigârem bana anman cenneti
Tâlib-i ruhsâr-ı yârem gül-sitândan geçmişem
Necati Bey

tâlib-i şem’-i ruh: Yanak mumunu isteyen.

Zulmet-i zülfün giriftârı dem urmaz nûrdan
Tâlib-işem’-i ruhun horşîd-i rahşân istemez
Fuzûlî tâlib-i teveccüh ü ikbâl-i rûzigâr: Zamanın ikbal ve teveccühüne istekli.

Biz tâlib-i teveccüh ü ikbâl-i rûzgâr
Gül-berg-i bâğ-ı ömr ise berbâd olupgider
Bâkî

tâlib-i vahdet: Birlik isteyen.

Ey tâlib-i vahdet olan
Rahmân’ına ârzû kılan
Gel hazrete vuslat bulan
Ümmî Sinân
’dan al haber
Ümmî Sinan

tâlib-i vasl: Kavuşma isteği.

Ol âyîneyim kim göremez tâlib-i vaslım
Bir sûret-i ümmîd ser-â-pây tenimden
Nâbî

tullâb: Talebeler, istekliler, öğrenciler.

Kitâblarla medârisde bahseder tullâb
Kitâb cildi anınçün cedel bozuntusudur
Nâbî

tullâb-ı bâd: Rüzgârın talebeleri.

Tullâb-ı bâdın olduğuna eyle itimâd
Urdukça takla evc-i hevâda hamâmeler
Nâbî

tâlibân: İstekliler, talebeler.

tâlibân-ı vasl: Kavuşmaya istekliler, kavuşmak isteyenler
Hüsnün olsun behâ-yı râygânı cân u baş
Tâlibân-ı vasl olan bî-derdler kılsın telâş
şeyh Galip

talel: Ar. Bir evin yıkılıp olduğu yerde kalan temeli ve enkazı, bir yerin haraplığına delalet eden yıkıntılar. c. tulûl, etlâl.

etlâl: Yıkıntılar.

Târîhimizin tûde-i etlâlini her gün
Ta’zîm ile, takdîs ile, te’lîh olsun
Süleyman Nazif
Düştü etlâle karşı girye bana
Ne siyeh-rûz-ı rûzigâr oldum
Muallim Naci

tâli’: bk. tulû’’.

talîa: Ar. Öncü. c. talâyi’

talîa-i envâr-ı subh-ı devlet: Talih sabahı nurlarının öncüsü.

Meğer talîa-i envâr-ı subh-ı devlet imiş
Cihân terâküm-i zulmünden olduğu mestûr
Nâbî

talîa-i feyz-i saâdet-i tâli’: Talihin saadet bolluğunun öncüsü.

Zehî talîa-i feyz-i saâdet-i tâli
Ki oldu mazhar âsârı bende vü âvâz
Nef’î

talîa-i şeb: Gecenin öncüsü.

Çün oldu ayân talîa-i şeb
Meydân-ı sipihri tuttu kevkeb
Fuzûlî

tâlib: bk. taleb.

tâlid: Ar. Bir kimsenin evinde bulunan köle, cariye, hayvan gibi canlı eşya.

Gencine-i bahârı vurup leşker-i hazân
Meştâya sarf olundu tâlid ü tarâifi
Keçecizade İzzet Molla

ta’lîk: Ar. Alak’dan; 1. Asma, asılma. 2. Geciktirme. 3. Bir şeye bağlı gösterme. 4. Arap harfli bir yazı çeşidi.

Gayba îmân et ey mülhid-i fâcir ki sana
Ahiretten hatt-ı ta’lîk ile hüccetgelmez
Sâbit

ta’lîm: Ar. İlm’den; 1. Öğrenme, öğretme, öğretim, öğretilme. 2. Okutma, ders verme. 3. Meşk ile yetiştirme. 4. Eksersiz; askerlik eğitimi. c. ta’lîmât.

Eylesen tûtîye ta’lîm edâ-yı kelimât
Sözü insân olur ammâ özü insân olmaz
Fuzûlî
İtmâmayetip tarîk-ı sünnet
Ta’lîm-i ulûma yetti nevbet
Fuzûlî
Kâinâta bu zevkı ta’lîm et
Rahmet-ı Hakk’ı halka ta’lîm et
Muallim Naci

ta’lîm-i âvâze: Ses talimi.

Ricâl üzre nisâ kavvâme-i sâhib-nüfûz oldu
Eder ta’lîm-i âvâze horoza mâkiyân şimdi
Ziyâ Paşa

ta’lîm-i edâ-yı kelimât: Naz kelimelerini öğrenme.

Eylesen tûtiye ta’lîm-i edâ-yı kelimât
Sözü insân olur ammâ özü insân olmaz
Fuzûlî

ta’lîm-i edeb: Edep öğrenme.

Mey-keşlere talîm-i edeb olmasa kasdı
Baş eğmez idi bezmde sahbâ kimi görse
Nabi ta’lîm-i maârif: İlim öğrenme.

Ey muallim, âlet-i tezvirdir eşrâra ilm
Kılma ehl-i zulme ta’lîm-i maârif ‘ zinhâr
Fuzûlî

ta’lîm-i ne efsûn: “Nasıl” sihir öğretme.

Dil tutar mâr-ı ser-i zülfünü vehm eylemeyip
Bilmezem kim ona ta’lîm-i ne efsûn ettin
Fuzûlî

ta’lîm-i şîve: Naz öğrenme.

Câdû gözün füsûnu ile ben zebûnunam
Ta’lîm-i şive etti sana var ise edîb
Behiştî

ta’lîm-i ulûm: İlimleri öğrenme.

İtmâmayetip tarîk-ı sünnet
Ta’lîm-i ulûma yetti nevbet
Fuzûlî
Eylesen tûtiye ta’lîm-i edâ-yı kelimât
Sözü insân olur ammâ özü insân olmaz
Fuzûlî

ta’lîm-i zemzeme: Nağme öğrenme.

Zenbûr kimden eyledi tahsîl-i hendese
Bülbüllere kim eyledi ta’lîm-i zemzeme
Ziyâ Paşa

ta’lîmât: Ta’lîm’ler.

Evvelen eyledi ricâ-yı sebât
Sâniyen verdi şöyle ta’lîmât
Muallim Naci

taltîf: Ar. Lutf’tan; 1. Bir iyilikle gönül alma, gönlü hoş etme. 2. Yumuşatma. 3. Rütbe, nişan gibi şeylerle sevindirme. c. taltîfât.

Alemi taltîf için sen eylersen ref’i nikâb
Nûra müstağrak olur cümle cihân ey âfitâb
Cenap Şahabeddin ta’m, taam: Ar. 1. Yeme, taam. 2. Tat, lezzet, zevk. c. tuûm.

taâm: Yenecek şey, aş, yemek. c. etime, at’ime.

Şükr-i taâmı vâizâ sûfî-i lût-bâza öv
Bana bu pendi etme ki âşıka gam yemek yeter
Hamdullah Hamdi
Yedirmiştir sana nefsin bunun mekrî taâmından
Aceb bu dâr-ı dünyâda niçe bir olasın sekrân
Ümmî Sinan
Görsem rakîb yüzünü artık yerim gamın
Lâ-büd taâma turşu ile iştihâgelir
Necati Bey

taâm-ı lezîz: Lezzetli yemek.

Çü hân-ı hüsnünü şîrîn edip durur
Rezzâk
Gelir banagam-ı telhı onun taâm-ı şezîz
Behiştî
et’ime, at’ime: Taam’lar, yemekler.

Olıcak her biri câyında celîs
Çektiler et’ime-i pâk ü nefs
Nâbî
Lezzeti etkimede, râhatı cisminde arar
Ne bilir neş’e-i idrâki nedir ehl-i şikem
Koca Râgıp Paşa

tu’me: 1. Yenecek şey, azık. 2. Tat, çeşni. 3. Lokma c. tuâm.

Selçukiyân harâbesinin baykuşu fakîr
Şahinlerim elinde o bir tu’medir hakîr
Abdülhak Hâmit
Mâr-ı zemîne lokma olur mürg-ı tîz-per
Mürg-ı hevâya tu’me olur mâhî-i bihâr
Ziyâ Paşa
Sunma nevâl-i dehre sakın dest-i ârzû
Mâhîyegayre tu’me eder iştihâ-yı hırs
Râşit (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
Dendân-ı şîre lokma olur âhuvân-ı zâr
Birgûsfendi tu’me kılar gürg-i cân-şikâr
Ziyâ Paşa

tu’me-i cahîm: Cehennem azığı.

Hepsinin cennetinde hûrîler
Hepsinin tu’me-i cahîmi beşer
Tevfik Fikret

tu’me-i halkHalkın yiyeceği.

Etse tekellüf ile bakıp tu’me-i halka
Ey sûfî nedir bunca tekellüfle tevekkül
Cinanî tu’me-i şemşîr: Kılıç lokması.

Kıldı âşıkları cellâd-sıfat tîr-i müjen
Var mı bir haste ki ol tu’me-işemşîr değil
Cinânî

tama’: Ar. Hırs ile istemek; aç gözlülük. zıddı kana’
Dehrde anlamayıp bilmediği ola meğer
Tama’u buğz u nifâk u hased ügadr ü sitem
Nâbî
Bûsene kâni değil dil vaslının şeydâsıdır
Dil-berâ ma’zûr tut dünyâ tama’ dünyâsıdır
Figânî
Yazık sana kim eyleyesin hırs u tama’dan
Bir habbe için kendini âlemlere bed-nâm
Bağdatlı Ruhi

tama’-ı ham: Olmayacak istek.

Dil-berin vasl-ı firâvânına ikdâm etme
Gönül ol sîm-bedenden tama ham etme
Nev’î tamâm, temâm: Ar. Temm’den; tam, bütün, tüm.

Söz tamâm oldu hulûs-ı tâmm ile gel ey Nazım
El açıp başla niyâza vaktidirşimden-geri
Nazîm (Yahya)
Olmadan bin yedi târihi tamâm
Bu risâlemde tamâm oldu kelâm
Hakanî

tamâm-ı hüsn: Güzelliğin bütünü.

Tamâm-ı hüsnüne söz yok o âfetin ammâ
Aceb serîre-şinâsı lisân-ı hâl midir
Nedim

ta’mîk: Ar. Umk’tan; bir şeyi derinliğine inceleme.

Küçük âdemlerinin rûhunu tedkîk ettim
Büyük âdemlerinin fikrini ta’mîk ettim
Mehmet Âkif

ta’mîm: Ar. Umûm’dan; 1. Umumileştirme. 2. Genelge.

Sırr-ı dili eczâ-yı beden derke ne kâdir
Tahsîs-i mezâyâsını ta’mîm ne mümkin
Nâbî
Kurtarıp derd ü dalâletten cihânı ser-te-ser
Eyledi ta’mîm dârû-yı şefâatperveri
Âdile Sultan
Açtık oldukça güzel medreseler, mektebler
Okuyup yazmayı ta’mîme çalıştık yer yer
Mehmet Akif

ta’mîr: Ar. Umrân’dan; onarma, düzeltme, bozuk şeyi düzeltme; eski şeyi onarıp yeni hâle getirme. c. ta’mîrât.

Eyle hâtırları ta’mîre şitâb
Eyleme arş-ı İlâhî’yi harâb
Nâbî
Biz harâb olduksa da enkâzımızdan kâr edip
Kâr-gâh-i köhne-i dünyâyı ta’mîr ettiler
Yenişehirli Avni
ne ifrât ile rikkat!
Hani etsen ta’mîr
Bir kadın rûhu değildir o kadar belki rakîk
Mehmet Akif

ta’mîr-i bilâd: Beldelerin tamiri.

Biri tedbîr-i hazâin biri ta’mîr-i bilâd
Birisi hıfz-ı memâlik biri tertîb-i haşem
Nâbî

ta’mîr-i dil: Gönül tamiri.

Yıkar bir günde neccâr ettiği bünyâdı bir yılda
Gücü ta’mîr-i dildir sehldir hâtır-şikenlikler
Râşit (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

ta’mîr-i Kâ’be: Kabe’nin tamiri.

Ta’mîr-ı Kâ’be hidem-i sanem-hâne iş değil
Aç dîde-i basireti kalb-i harâba bak
Naîm (Tezkirecizade Müverrih)

tâmm, tâmme: Ar. Bütün, eksiksiz, noksan olmayan.

Söz tamâm oldu hulûs-ı tâmm ile gel ey Nazım
El açıp başla niyâza vaktidir şimden-geri
Nazîm (Yahya)

tamâm, temâm: 1. Eksiksiz, tam. 2. Bitme, bitirme, son. 3. Uygun, münasip. 4. Ne eksik ne fazla.

Olmadan bin yedi târîhi tamâm
Bu risâlemde tamâm oldu kelâm
Hakanî
Zevki o rind eyler tamâm kim tuta mest ü şâd-kâm
Bir elde câm-ı lâle-fâm bir elde zülf-i ham-be-ham
Nef’î

temâm-ı âlem: Bütün âlem.

Bildi temâm-ı âlem kim derd-mend-i ışkam
Yâ Rab henûz hâlim bilmez mi ola yârim
Fuzûlî

tamâm-ı ömr: Bütün ömür.

Yaza bilmez leblerin vasfın tamâm-ı ömrde
Ab-ı Hayvân verse kilk-ı Hızr’a zulmetten devât
Fuzûlî

tamâmet: Tam olarak.

Tefekkür bahrına daldım tamâmet
Bu sırrı açmadım özüm dolu nâr
Ümmî Sinan

temmet: “Bitti, tamam oldu” anlamında, eski yazma ve basma kitaplarda kullanılan ibare.

Mükerrer kilk-i kadr ol tıfl-ı ebced-hânın ey Servet
Celî hatt ile yazmış levha-i ruhsârına temmet
servet

tammâ’: Ar. Tama’dan; son derece tamah eden.

Onunğçin dedi rûhu’llah iki kez doğmasa bir kes
Vülûc etmez onun rûhu semâya olmasın tammâ’
Nuri

ta’n, taan: Ar. Sövme, yerme, ayıplama.

Değildim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil
Bana ta’n eyleyen gâfil, seni görgeç utanmaz mı
Fuzûlî
(görgeç: görünce)
Aşıka ta’n etmek olmaz mübtelâdır neylesin
Ademe mihr ü muhabbet bir belâdır neylesin
Nef’î
Kan ile ta’n taşlarını la’l-reng edip
Derd ü belâ güherlerine kân olan başım
Hayâlî Bey
Ab ü tâb-i tal’at-i ebkâr-ı nazmım
Nâilî
Ta’n eder âyîne-i hurşîde meh-rûlargibi
Nâilî
Ey zâhid-i ziynet-perest ta’n etme bu âşıklara
Durma dile tâc ü kemer yeter bize dîdâr-ı dost
Muradî (Sultan III. Murat)

ta’n-ı a’dâ: Düşmanların ayıplaması.

Makalî ta’n-ı a’dâdan ne gam erbâb-ı irfâna
Atarlar taşı elbette diraht-ı mîvedâr üzre
Makalî
Ağlamazdım hecrden ey dost düşmân gülmese
Ta’n-ı a’dâ artuk olur fürkat-i ahbâbtan
Necati Bey
(artuk: fazla)

ta’n-ı adû: Düşman ayıplaması.

Ta’n-ı adû
BehiştEye sanma keder verir
Bahrı mülevves eyleyemez her zerre kelâb
Behiştî

ta’n-ı ağyâr: Başkalarının ayıplaması.

Ey gül-i gül-zâr-ı cennet niçe varsın kûyuna
Aşık-ı âşüfteyi çün ta’n-ı ağyâr incitir
Figânî

ta’n-ı avâm: Halkın ayıplaması.

Gönülpâk olıcak ta’n-ı avâma
Etibâr olmaz
Keder gelmez kilâbın herzesinden bahr u ummâna
behiştî

ta’n-ı bîzâr: Bıkkınlık yermesine uğratma.

Çekildim ya kaşından câm-ı la’l-i yârdan geçtim
Beni âhir rakîbin ta’n-ı bîzâr etti cânımdan

ta’n-ı câhil: Cahil ayıplama.

Makalî ta’n-ı câhilden ne gam erbâb-ı irfâna
Atarlar seng-i ta’rîzi diraht-ı mîve-dâr üzre
Makalî

ta’n-ı düşmen: Düşmanın ayıplaması.

Cevr-i dil-ber ta’n-ı düşmen sûz-ifirkat zaf-ı dil
Türlü türlü derd için yaratmış Allahım beni
Adnî (Sultan III. Mehmet)

ta’n-ı hasûd: Hasetçinin ayıplaması.

Merkez-i vahdette olasız mukîm
Ermeye gönlünüze ta’n-ı hasûd
Gaybî

ta’n-ı yetîm: Yetimi ayıplama.

Yâr önünde gözümün yaşı seğirdüm saldı
Dem olur terk-i edeb eyler imiş ta’n-ı yetîm
Behiştî
(seğirdüm salmak: istilâ etmek, kaplamak)

ta’ne: Ta’n ile aynı, ayıplama.

Hazerim ta’neden ol gâyeteyetmiştir kim
Yâra ağyâr olup ağyâr ile yâr oluban
Fuzûlî
Her söz ki gelir zuhûra benden
Bin ta’ne bulur her encümenden
Fuzûlî
Kim şirime atsa ta’ne taşı
Uğrardı benimle derde başı
Ziyâ Paşa

ta’ne-i ağyâr: Başkalarının ayıplaması.

Tahammül cevr-i yâre ta’ne-i ağyâre müşkildir
Bilir derd ehli onu yare üzre yare müşkildir
Derviş Paşa
Gerçi yüz vermez kaçardı ta’ne-i ağyârdan
Yüz kızartıp bûseyi aldım ruh-ı dil-dârdan
Cinânî

ta’ne-i düşmen: Düşmanın ayıplaması.

İnân-ı iktidârım gitti elden bî-mecâl oldum
Beni dûr eyleyelden ta’ne-i düşmen rikâbından
Cinânî

ta’ne-i ehl-i melâmet: Kınayan insanların ayıplaması.

Ta’ne-i ehl-i melâmetten ne noksan âşıka
Berk-ı lâmi defin eyler mi hücûm-ı hâr u has
Fuzûlî
Nedim

ta’ne-i erbâb-ı sûret: Görünen kişilerin ayıplaması
Bulanmazpâk-tıynet ta’ne-i erbâb-ı suretten
Bu zâhirdir ki mirât-ı mücellâdagubâr olmaz
Hassân (Süleyman Hâdi Beyzade Mehmet)

ta’ne-i hussâd: Hasetçilerin ayıplaması.

Cânâneden âsân idi bî-dâda tahammül
Sehl olsa eğer ta’ne-i hussâda tahammül
Nâbî

ta’ne-i kâr-geh-i encüm ü eflâk: Feleklerin ve yıldızların çadırını ayıplama.

Dûd-ı âhıjle şerâr-ı ciğerinden âşık
Ta’ne-i kâr-geh-i encüm ü eflâk eyler
Necati Bey

ta’ne-i telh: Acı ayıplama.

Teng-işeker-istâna urur ta’ne-i telhi
Zevkın alana rîze-i enbâb-ı kanâat
Nâbî

ta’ne-kâr: Ayıplayıcı.

Bir kişinin verme, olup ta’ne-kâr.

Âyîne-i hâtırına inkisâr
Âzeri
Çelebi (İbrahim)

tanbûr, tanbûre: Ar. Tambur.

Aslı “tunbûr”dur.

Bir zamanlar müzikte kullanılan saz aleti.

Sadâ-yı
Âlem-ı Lâhût’ı istimâ’ eyle
Nedir bu şîven-i nây ile nağme-i tanbûr
Hayâlî Bey
Görmedinse bahr-i aşkın lü’lü’-i mensurunu
Mutribin seyreyle mevc-i nağme-i tanbûrunu
Şeyh Galip
Oldu mu yoksa meğer tanbûr-veş târın şikest
Lüknetin mi var zebânında yâhûd bebgâ gibi
Nedim

tanbûr-ı sîne: Göğüs tamburu.

Tanbûr-ı sîne tan mı bî-perde nâle etse
Islâh ediptir onu çün gûşmâli şeyhin
Hamdullah Hamdi
(ediptir: etmiştir)

tanbûr-vâr: Tanbur gibi.

Devr eli gevşek buraldan iy gönül tanbûr-vâr
Od düşer evc-i semâya söz ü sâzından senin
cem Sultan

tanbûr-veş: Tanbur gibi.

Oldu mu yoksa meğer tanbûr-veş târın şikest
Lüknetin mi var zebânında yâhûd bebgâ gibi
Nedim

tanîn: Ar. Tınlama, çınlama, vızlama, vızıltı.

Vaktidir ola be-izz-i lutf-ı Hallâk-ı ezel
Gulgul-ı kûs-ı zaferden tâs-ıgerdûn pür-tanîn
Üsküdarlı Hakkı Bey

tanîn-i hazân: Hazin inleme.

Ne nazarlar habîr-i mâtemînin
Ne kulaklarda bir tanîn-i hazîn
Tevfik Fikret

tanîn-i kâse: Kâse çınlaması.

Humâr-ı câm elinden öyle bir âh eylemiş kim
Cem
Tanîn-i kâselerden hâliyâ gelmekte feryâdı
Esrar Dede

tanîn-i şevk: Arzu çınlaması.

Yazık değil mi, niçin bir tanîn-i şevk olsun
Benim enîn-i gamm bir leb-i meserrette
Tevfik Fikret

tanîn-endâz: Tınlayan, çınlayan. tanîn-endâz-ı tâs-ı çarkFeleğin kubbeli
çınlayıcısı.

Tanîn-endâz-ı tâs-ı çarh olan feryâd ü zârımdır
Zemîn-i garka-i tûfân eden hep eşk-bârımdır
Ethem
Pertev Paşa

tanz: Ar. Alay etme, eğlenme.

Bana ta’n urmagıl bâlâlığ ile
İger tanz eyleme ra’nâlıg ile
Şeyhi

tannâz: Herkesle eğlenen, alay eden.

Çün gamze-i dil-berân-ı tannâz
Âşûb-ı kazâya harf-endâz
Şeyh Galip
Gamsezi sâhir ü çeşm-i tannâz
Âşinâ-yı revişi nâz ü niyâz
Enderunlu Fazıl
Böyle mest-i nâz-ı perverden kaçar mı ehl-i aşk
Neşve-dâr-ı hüsn olanlar şûh olur tannâz olur
Nâilî
Zemânında anlamaz oldu nâm-ı düzd-i ayyârın
Meğer yâd ede âşık gamze-i câdû-yı tannâzı
Nef’î

tannâz: bk. tanz.

tantana: Ar. 1. “tan tan” diye seslenme, ses çıkarma. 2. Debdebe, şaşaa, patırtılı, gürültülü gösteriş.

tantana-i dehr: Dünyanın tantanası.

Bağlama tantana-ı Aehre gönül
Dûrdan hoş gelir âvâz-ı dühül
Nâbî

tantana-i iştihar: Şöhret bulmuş tantana.

Billâhî yuf bu şu’bede-i hîç-kâre yuf
Yuf kadr-i câh u tantana-i iştihareyuf
Şeyh Galip

tantana-i şevket-i aşk: Aşk şevketinin tantanası.

Ehl-i derdin döğülüp sîneleri tabl-âsâ
Tuttu âfâkı yine tantana-i şevket-i aşk
Nuri

tanzim: Ar. Nazm’dan; 1. Düzenleme. düzen verme, yoluna koyma. 2. Nesir veya nazım olarak yazma. c. tanzîmât.

Ikd-ıgevher gibi manzûm ola tab’a vârid
Çekmeye nâzım olan zahmet-i kayd-ı tanzîm
Nef’î
Mukaddem
Hemdemî ile Reşîd etmiş idi tanzm
Hulâsa veçhile
Târîh-ı Nesl-ı Al-ı Osmân’ı
Ziyâ Paşa
Tertîbte olmak ile işkâl
Tanzîmde ben de ettim ihmâl
Ziyâ Paşa

tanzîm-i âlem: Âlemi düzeltme.

Ismarlayıp vezîrine tanzîm-i âlemi
Bir saltanat-serây-ı huzûz etti ârzû
Yahya Kemal

tanzîm-i cünûd: Askerleri tanzim etme.

Zikr ü fikri şedd ü tanzîm-i cünûd
Fikr ü zikri sedd ü tahkîm-i hudûd
Ziyâ Paşa

tanzîmât: Tanzimler.

Cülûs ettikte olşâh eyledi i’lân-ı Tanzîmât
Emîn ü mutmain kıldı ser-â-ser zîr-i destânı
Ziya Paşa

tanzîr: Ar. Nazar’dan; 1. Benzetme, benzetilme. 2. Bir şiirin anlam ve şekilce benzerini yazma. c. tanzîrât.

Kongre çoktur bu nev ebyâtıımı tanzîr için
Şâirân yapsınlar isterler ise bir konferans
Latif
Havâda bir gölü tanzîr eder semâ bu gece
Onun böceklerigûyâ nücûmdur yekser
ahmet Hâşim

târ: Far. 1. Karanlık, târîk. 2. Tel, saz teli, saç teli. 3. İplik, ibrişim, argaç.

Andıkça bûy-ı hulkunu derdinle lâle-veş
Olsun derûn-ı nâfe-i müşg-ı Tâtâr târ
Bâkî
Mesken etmiş mâr-ı târ-ı zülfü çeşmim rahnesin
Pend vermen kim onu ondan çıkarmaz bin füsûn
Fuzûlî harâbât-ı târ ü sâkitiyle
Doğacak belki bir ziyâ-yı şafak
Ahmet Hâşim

târ-ı fıtrî: Yaratılış teli.

Ne kadar encümen-efrûz iseşem’-i ikbâl
Bestedir târ-ı fitrîindeyine reng-i zalâm
Nâbî

târ-ı gîsû.

Saç teli.

Tîr-i müjgânı siyâh idi onun
Târ-ı gîsûsu gibi hûrânın
Hakanî

târ-ı hayâl: Hayal teli.

Mûy-i miyân-ı nâzını sardım demiş rakîb
Târ-ı hayâl mi ola yoksa yalan mıdır
Esrar Dede

târ-ı hayât: Hayat ipliği.

Vur, kopsa da mızrâbın ile târ-ı hayâtım
Çal, şimdi; şu ân olsa da ân-ı sekerâtım
Tevfik Fikret

târ-ı kâkül: Kâkülün teli.

Gidelden sûzen-i müjgân u târ-ı kâkülün elden
Rüfû-yı âkıbet çâk-igirîbânımla düşmendir
Nâbî

târ-ı medd-i lâ: Lâ’nın uzatma kubbesi.

Hükm-i îmân-ı rızâda ictihâd-ı pîr-i aşk
Târ-ı medd-i lâyı zünnâr-ı Berehmen eyledi
Esrar Dede

târ-ı nigeh: Bakış teli.

Olur endîşe nemek-lîs nemek-dânından
Su çeker târ-ı nigeh çâh-ı zenahdânından
Nâbî

târ-ı pâk: Temiz saçlı.

Ziyâret eyledim bir târ-ı pâk hırka-i pîri
Bugün ser-rişte girdi destime dâmân-ı mollâdan
Esrar Dede

târ-ı perçem: Perçemin teli.

Aldı târ-ı perçemin aklın dağıttı fikrimi
Çalışır almaya cânım kaşların kaygıdadır
Şeyhzâde İbrahim
Hafîd

târ-ı sünbül-i zülf: Sünbüle benzeyen saçın teli.

Dedim kimdir perişân eyleyen âşıklar ahvâlin
Sabâ gösterdi târ-ı sünbül-i zülfün ki bû eyler
Fuzûlî

târ-ı yegâne-i tesbîh: Teşbihin tek ipliği.

Alâka bir olıcak diller ittihâd eyler
Delildir ona târ-i yegâne-i tesbih
Şerif (Esatzade Şeyhülislam Mehmet) (olıcak: olunca)

târ-ı zülf: Saçının teli.

Girân etsin ko diller târ târ-ı zülfün olsun tek
Ruhun bâğında nice müşg-bid-i ser-nigûnpeydâ
Nâilî
Târ-ı zülfün dağıtıp safha-i mihr üzre sabâ
Hüsnünün defterini yazmağa mıstar mı çeker
Cem Sultan

târ u mâr, târ-mâr: Karmakarışık, dağınık, perişan.

Hâne-ber-dûş-ı havâyım çün habâb-ı câm-ı mey
Nehb-i sahbâ-yı hevesle oldu aklım târümâr
Nazîm (Yahya)
Dide-i mahmûr u giribân çâk ü kâkül târ u mâr
Hayret-efzâdır kıyâmın câme hâb-gâhından senin
Nedim
Bir mülkü bir haris-i sitem-kâr için yıkar
Bir kavmi bir münâfik ile târumâr eder
Ziyâ Paşa
Şu vahdet târumâr olsun deyip saldırma
İslâm’a
Uzaklaşsan da imândan, cemâ’atten uzaklaşma
Mehmet Akif

târ u pûd: Arış ile argaç.

Mûy-ıgisû-yı melektir târ u pûd câmesi
Pâre-ipirâmen hûr-ı cinândır mi’ceri
Nef’î
Zülfünde hezâr rişte-i cân
Peyveste-i târ upûd nisyân
Şeyh Galip

tarab: Ar. Şenlik, sevinçlilik, sevinçten gelen coşkunluk. c. etrâb.

Tarh-1 hûbu ol kadar matbû’-ı dil-cû oldu kim
Her taraftan seyrine şevk u tarab eyler şitâb
Nedim
Bu cihân kimine hasr-ı tarab-ı ayş ü safâ
Kiminin başına mihnet ile zindân ancak
Bâkî
Behişti tab’-ı pâkinden ne hâletler konulmuştur
Ki eş’ârın semâ’ etse tarabtan ehl-i hâl oynar
Behiştî
Dursun bu mûsiki-i semâvi içinde sâz
Leyl-i tarabda bir dahi mızrâb uyanmasın
Yahya Kemal

tarab-âmûz: Tarap öğreten.

Ol dem ki olur, ey tarab-âmûz-ı hayâlât
Bir nây-i zümürrüd gibi nâlân
Destinde nihâlân
Cenap Şahabeddin

tarab-efzâ: Sevinç arttıran.

Dil safâ kesb edeli seyr-i ruh-ı pâkinde
Ne bahâr-ı tarab-efzâda ne nev-rûzdadır
Bağdatlı Ruhi

tarab-engîz: 1. Sevindirici, neşe uyandıran. 2. Eski
Türk müziğinde kullanılan bir usul.

Hem rûz-ı mübârek dem-i id-i tarab-engiz
Hem devr-i cihân-dâver-ı Cem-şevket ü şândır
Nef’î

tarab-engîz-i gam-fersâ: Gam giderici. (yer).

Sun’-ı Hak ya gül-şen-i cennetten ifrâz eylemiş
Başka bir cây-ı tarab-engiz-i gam-fersâ mıdır
Nef’î

tarab-gâh: Sevinç, coşkunluk yeri.

Bu tarab-gâh.

Yok, bu cây-i sükût
Ki durur pür mehâbet ü mebhût
Tevfik Fikret

tarab-nâk: Sevinçli, coşkun.

Ol şeh ki cihân mevsimi adlinden safâdan
Devrân-ı tarab-nâk-ı Cem’e handeler eyler
Nef’î
Varayım hâk-i tarab-nâkineyüzler süreyim
Bir gün olsun alayım hâr-i felekten bir kâm
Nedim

tarab-sâz: Neşe ve sevinç veren, neşelendirici.

Hem öyle vakâyi ki temâşâsı hazindir
Aheng-i tarab-sâzı bütün âh u enindir
Mehmet Akif

târâc: Far. Yağma, çapul, gâret.

Eyledin akl u dil ü cânımı târâc nigâh
Dahi bilmem nideceksin bana bundan sonra
Nâbî
Dendânlarını dest-i kazâ eyledi ihrâc
Akvdm-ı cihân gördü nedir gâye-i târâc
Abdülhak Hâmit
Sularda encümü her akşam eyleyip târâc
Ölen güneşlere onlarla işledim bir tâc
ahmet Hâşim

taraf: Ar. 1. Yan, yön. 2. Yer, bölge, ülke, memleket, kıt’a. 3. Bir kimsenin yanı. 4. Koruma, taraftarlık. 5. Aralarında anlaşmazlık bulunan iki topluluktan her biri. c. etraf.

Tarh-1 hûbu ol kadar matbû’-ı dil-cû oldu kim
Her taraftan seyrine şevk u tarab eyler şitâb
Nedim
Herkesin zikri hemân ed’iye-i izz ü şükûh
Her taraftan çıkıyor bâng-ı temennâ-yı kerem

târâc u yağma: Yağma ve talan.

Eğer deryâ-yı aşkından ki katre nûş eden sâlik
Hemân-dem cümle kevneyni verir târâc u yağmaya
Âşık Paşa
etrâf: Taraflar.

Etrâf u civârını unutmaz
Hattâ has ü hârını unutmaz
Ziyâ Paşa

taraf-dâr: Taraf tutan. taraf-dâr-ı makâlât-nüvîs: Makaleler yazan taraftar.

Ey taraf-dâr-ı makâlât-nüvîs-i ve ne de
Acabâ kaç ve ne de sarf olunur senede
Muallim Naci

tarafeyn: İki taraf.

Ne demek?
Nâ-mütenâhî mi bu?
Elbette biter
Tarafeynin biri ancak deyiversin ki yeter
Mehmet Akif

tarâif: Ar. Tarîfe’den; ender bulunan şeyler. bk. turfa.

Gencine-i bahân vurup leşker-i hazân
Meştâya sarf olundu tâlid ü tarâifi
Keçecizade İzzet Molla

tarâif-i emelarzu edilen eşsizlik.

Nümûde-i hayâl olan tarâif-i emel gibi
Mükevvenât uzak yakın ne varsa gark-i âb ü tâb
Tevfik Fikret

tarâvet: Ar. Tazelik, taze olma.

Erişti yine
Yahyâ feyz-i ebr-i lutf-ı Yezdânî
Tarâvet var çemenlerde letâfet var hevâlarda
Şeyhülislam Yahya
Şûre-zâr etmiş cihânışu’le-i nâr-ı nifâk
Gül-şen-i ülfette âsâr-ı tarâvet kalmamış
Leskofçalı Galip
Hayrân eder tefekkürügâhî zekâvetin
Necm-i seher-safâlı cebîn-i tarâvetin
Kemalzâde Ekrem Bey

tarâvet-i dünyâ: Dünyanın tazeliği, canlılığr
Kılma nazar tarâvet-i dünyâya
Hamdî kim
Verdi felek yele niçe bâğ-ı İremleri
Hamdullah Hamdi

tarâvet-bahş: Tazelik sunan.

Verir revnak izâr-ı yâre hatt-ı müşg-bâr elbet
Tarâvet-bahş olur gül-zâre ebr-i nev-bahâr elbet
Fıtnat
Hanım

tarâvet-dih: Taravet verici.

Nev-bahâr erdi tarâvet-dih-i bâğ oldu yine
Her gül-i tâze derûn-ı dile dağ oldu yine
Vecdî

tarî: Tarâvet’ten; taze, taravetli.

Reng ü bûy-ı ârızından lâlede dâg-ı neşât
Şeb-nem-i bâğ-ı ruhundan sebz ü ter verdi tarî
Nazîm (Yahya)

tard: Ar. 1. Kovma, sürme, uzaklaştırma.

Vazife, iş veya okuldan uzaklaştırma. (ceza).

tard ü aks: ed. bir mısraın iki parçasını değiştirme yoluyla aynı anlama gelen başka bir mısra meydana getirme sanatı.

“Mümkün değil
Hudâ’yı bilmek de bilmemek de
Bilmek de bilmemek de mümkün değil
Hudâ’yı” şeklinde
Gelse der-gâhına ikrâm görürler küremâ
Küremâ der-gehine gelse görürler ikrâm
Ziyâ Paşa
Tard etti cünûd-ı bî-hesâbı
Te’sîr-i duâ-yı müstecâbı
Vassâf
Eyleyen mel’ûn
Azâzîl’i gurûr u ucb iken
Etme ey hâce tekebbür olma tâ tarda sezâ
Âdile Sultan

târid: Tard edici, sürüp çıkarıcı.

Ola
Cibrîl gibi kâbil-i kuds-i melekût
Reh-güzânında sücûd eylese
İblîs-i tdrid
Yenişehirli Avni

târid-i der-geh: Dergâhtan kovulma.

Tânid-i den-geh-ı Nâmûs-ı Ekben olsa dahi
Olur denîçe-i dehliz-i kurttan merdûd
Sâbit

târem, târim, târüm: Far. Kemer, kümbed, kubbe.

Dend-i dil ü eşk-ı
Nâilî
din
Bu tânem-i nilgûna bâis
Nâilî
Ale’s-sabâh ki bânû-yı mihn-i fernuh-fâl
Kenân-ı tânem-i mînâdan etti anz-ı cemâl
Nedim
Medân-ı hilkat-i âlem bahân-ı tıynet-i âdem
Süvân-ı ansa-i tânem emînüd-meclis-igabnâ
Nâdiri (Ganizade)

târem-i a’lâ: En yüce kubbe.

Nuni kuluna zenne kadan lutfun olunsa
Ol düşmüşe bin adım olun tânem-i a’lâ
Nuri

târem-i çâr: Dört kubbe.

Tânem-i çânmla senmâ genm edip hengâmesin
Giydi Îsâ-yı mücenned yine kendi câmesin
Nâbî

târem-i ma’nâ: Mana kubbesi.

Gönen sütûnun olundu nesîde mefhûma
Çıkılsa tânem-i ma’nâya nendübânından
Nâbî

târem-i mînâ: Gök kubbe.

Kitâb-ı hikmetinde nokta-i zen kunsa-i hûnşîd
Kıbâb-ı izzetinden câm-ı nevzen tânem-i mînâ
Nâbî

târem-i nilüfer: Nilüfer çiçeğinin kubbesi.

Cinânî şâm-ıgamdaşu’le-i nân-ı denûnumdun
Değildin mâh-ı enven tânem-i nîlüfen üstünde
cinânî

târem-i sipihr: Gök kubbe.

Olundu menzili hûnşîd-i evvelîn-i felek
Edendi kuns-ı kamen tânem-i sipihne suûd
Sâmi tarf, tarfe: (aiE, AE)
Ar. 1. Bakış. 2. Göz ucu, göz kapağının bir defa açılıp kapanması.

tarf-ı bînâgûş: Kulak memesi bakışı; yan bakış.

Âşıkın subhun eden şâm-ı ganîbândan siyeh
Etmedin tanf-ı binâgûşa sen-ipençem henüz
Nâbî

tarf-ı bürka’: Peçe, yüz örtüsünden bakış.

Tanf-ı bünka’götünüp anz-ı cemâl eylense
Şehni nûn ede gibi âteş-i nuhsân yine
Avnî

tarf-ı destâr: Sarığın kenarı.

Ben bugün bin nev-bahân-ı hüsn ü ân seyn eyledim
Tanf-ı destânnda sünbül gibi mûlan van idi
Nedim

tarf-ı ebrû: Kaş bakışı.

Siniştinde onun kim nûn van kalbinde kîn olmaz
Musaffâ tıynetânın tanf-ı ebnûsunda çîn olmaz
Nâbî

tarf-ı hatt: Çizgi bakışı.

Tanf-ı hatta tunnası bin ukde peydâ eylemiş
Gûyâ sahh çekmiş âsaf-pençe fenmân üstüne
Nedim

tarf-ı külâh: Külah bakışı.

Eğmiş hilâli üstüne tanf-ı külâhını
Çok dil-şikesteningöğe yetinmiş âhını
Fuzûlî meyden eğen sünbül olmasa mest
Eden miydi tanf-ı külâhın şikest
Şeyhülislam Yahya

tarf-ı külâh-ı nâz: Naz külahı bakışı.

Dillenşikest edip o cefâ-cû safâlanın
Tanf-ı külâh-ı nâzını işkestegöstenin
Esrar Dede

tarf-ı külâh-ı ser-i istiğnaZenginlik başının külahının bakışı.

Geç otun mastaba-i işnete
Cemşîd-âne
Kec edip tanf-ı külâh-ı sen-i istiğnâyı
Nergisî

tarf-ı zenahdân: Çene yanındaki ayva tüyü.

Hat bu mazmûn iledin tanf-ı zenahdânında
Ki bu zindânın esînine yok ümmîd-i necât
Fuzûlî

tarfetü’l-ayn: Bir kere gözü kapayıp açıncaya kadar geçen an.

Tanfetüd-ayn içinde basan
Levh-i mahfuza edendi nazanı
Sünbülzade Vehbi
Kahnamân-savlet nigehlen sell-i şemşîn ettilen
Mülk-i nâzı tanfetüd-ayn içne teshîn ettilen
Yenişehirli Avni
Tarfetü’l-aynde mescid-ı Aksâ’yı bulan
Azim-i sûy-ı kerâmât aleyhissalavât
Âdle
Sultan
Tarfetü’l-ayn olmagâfl
Hazret-ı Allah’tan
Zikr-iHakk’a rûz uşeb sa’y eyleyen insân olur
Âdile Sultan

tarh: Ar. 1. Temel atma, koyma, bırakma. 2. Dağıtma, bölme, ta’yin. 3. Tertipleme, kurma, düzenleme. 4. mat.

Çıkarma.

Etse ger hâsiyyet-i hıfz-ı sirâyet âleme
Tarh olurdu safha-i âb üzre nakş-ı âzeri
Nef’î
Bir gül-istân-ı safâdır her mukaddes tarh kim
Rüzgâr eyler hezâr-ı adne hâkin ermagân
Kâzım Paşa

tarh-ı gazel: Gazel düzme.

İnkâr olur mu tarh-ı gazelde
Nahifi nin
Bu tarz-ı dil-pesendi bu şirin edâları
Nahfi tarh-ı hûb: Güzelliği bırakma.

Tarh-1 hûbu ol kadar matbû’-ı dil-cû oldu kim
Her taraftan seyrine şevk u tarab eyler şitâb
Nedim

tarh-ı matbû’: Basılmışı atma.

Tarh-1 matbûuna reşk etmemeğe çâre mi var Beyt-i ma’mûr-ı felek
Kâ’be-i ulyâ-yı zemin
Nef’î
Südde-i bâbiyle pâyende esâs-ı kâinât
Tarh-ı matbû’ile nâzende zemin ü âsümân
Nef’î

tarh-ı safâ-yı bâğ-ı vuslat: Kavuşma bağının temizliğini ortadan kaldırma.

Olur bir meclis-i şâhâne ol bir bezm-i ehl-i aşk
Eder tarh-ı safâ-yı bâğ-ı vuslat halka-i tevhid
Âdile Sultan

tarh-ı tekellüf: Gösterişi bırakma.

Sohbeti aşka hasr eder zevk-ı fenâyı fehm eder
Tarh-1 tekellüf eyleyip derd ile hem devâ-y-ile
Esrar Dede

tarh-ı üslûb-ı binâ: Bina üslubunun tertibi.

Tarh-1 üslûb-ı binâsı reşk-i firdevs-ı Berin
Huld-veş âb u hevâsı mâye-i zevk u safâ
Cnânî

tarh-efgen: Kuran, düzenleyen, bina yapan.

Olmak ister yine bir tavr-ı nevâyin üzre
Vasfı paşa-yı
Feridûn-hâşene tarh-efgen
Nedm târî: Ar. Tarâ’dan; ansızın çıkan, birdenbire görünen.

Soğuk soğuk denizin lerze-dâr-ı girye sesi
Eder yüreklerde târi bir ihtizâr-ı cenâh
Tevfik Fikret

tarî: bk. tarâvet.

târid: bk. tard.

ta’rîf: Ar. İrfân’dan; bir şeyi inceden inceye anlatma.

Hamse-ı Al-ı Abâ’nın başlasam tahrifine
Pençe-i hükm-i kazâ-yı
Lâ-yezâlidir sözüm
Yenişehirli Avni
Bilmem ey menhûs adın
Es’ad mıdır
Gâlib midir
Zâtını ta’rif kıl kimsin kime mensûbsun
Şeyh Mehmet
Esat
Galip
Ta’nfinegitmemektir evlâ
Ta’nfegelir mi hiç
Mevlâ
Muallim Naci

ta’rîf-i lutf: Lütuf tarifi.

Mümkün olaydı avdet ederdim sabâvete
Ta’rifi lutfu bence o halâlin muhâldir
Muallim Naci

tarîf, tarîfe: bk. turfa.

târîh: Ar. 1. Tarih. 2. Ebced hesabıyla bir belirli zamanı manzum ve mensur bir ibare ile ortaya koyma, tarih düşürme. c. tevârîh.

Her âlemin sinnin ü tevârihi muhtelif
Her bir zeminde başka hesâb üzredir zemân

İkidir târih-i tâmım var ise misli salâ
Kıldı azm-i erbâb-ı din aldı
Ariş’i evlâ
Sürûrî
Son şanlı mâcerâsını târihe anlatın
Zincir içinde bağlı duran kahraman atın
Faruk
Nafiz
Çamlıbel târîh-i bî-naks: Eksiksiz tarih.

Gûş edip yazdım iki târih-i bi-naks u ziyâd
Aldı hamd olsun
Ariş’in kal’asın ehl-i cihâd
Sürûrî

târîh-i insâniyyet: İnsanlık tarihi.

Beşer unf ile girmez zabta mümkündür bu daûâda
Bütün târîh-i insâniyyeti işhâd lâzımsa
Namık Kemâl

târîh-i menkût: Noktalanmış tarih.

Söyledim târîh-i menkût eyleyip bezl-i vücûd
Bastı seylâb-ı adem
Hayrî-i sâfî-tıyneti
Sürûrî

târîh-ı Nesl-ı Âl-ı Osmân: Osmanlı sülalesinin tarihi.

Mukaddem
Hemdemî ile Reşîd etmiş idi tanzîm
Hulâsa vechile
Târîh-ı Nesl-ı Âl-ı Osmânâ
Ziyâ Paşa

târîh-i ra’nâ: Güzel tarih.

İki târîh-i ra’nâyazdı kilk-i gevher-efşânı
Bu dîvâna musahhih-ı Zâik fersûde efkârın
Şeyh Zâik

târîh-i rekîk: Tutuk tarih.

Tıfl-ı ebced gibi târîh-i rekîkin edemez
Bin hesâb etse yine dâhil-i ma’nâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

târîh-i sâl-i rıhlet: Göç yılının tarihi.

Lafzen ve ma’nen dedim târîh-i sâl-i rıhletin
Vâh göçtü
Mîr
Nâşid bin ikiyüz altıda
Sürûrî

târîh-i ser-güzeşt-i selef: Önce gelenlerin başından geçen tarih.

Kimdir bu rüzgârdan âsûde-hâl olan
Târîh-i ser-güzeşt-i selef ezberimdedir
Hâzık (Erzurumlu Mehmet)

târîh-i temâşâ: Temaşa tarihi.

Târîh-i temâşâ ki erbâb-ı nazardır
Her safhası âyîne-i etvâr-ı beşerdir
Muallim Naci

târîh-i zulm: Zulüm tarihi.

Nakş etti bir tehekküm için baht-ı bî-şuûr
Târîh-i zulme bir yeni dîbâce-igurûr
Tevfk
Fikret

tevârîh: Târîh’ler.

Her âlemin sinîn ü tevârîhi muhtelif
Her bir zemînde başka hesâb üzredir zemân
Ziyâ Paşa
Tagayyür eylemiştir âlemin ol rütbe ahlâkı
Bize nakl-i tevârîhin gelir gûyâ yalan şimdi
Ziya Paşa

tarîk: Ar. 1. Yol. 2. Usul. c. turûk.

Yirmi dört senedir kim kulun tarîkagirip Ümîd-i nef’-i menâsıbla bâd-peymâdır
Behğ
Eslem-i tarîkı gösteriyorken dehâtımız
Olmaz mı reh-zenâna bizim türrehâtımız
Abdülhak Hâmit
Kapattım dâg-ı sînem şerhadan kestirme yol açtım
Bu dagüm-geştegân-ı râh-ı aşka bir tarîk olsun

Geceler azmettiğim ol mâha sâyem hafidir
Bir tarîk ile kabûl etmez mahabbetşirketi
Fasih (Ahmet Dede)

tarîk-ı Ahmed-i Muhtâr: Seçilmiş
Hz. Muhammed’in yolu, Müslümanlık.

Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
Iktida kılmış tarîk-ı Ahmed-ı Muhtâr’e su
Fuzûlî

tarîk-ı aşk: Aşk yolu.

Elin yu kendi kendinden dilâ teslîm k ıl cânı
Tarîk-ı aşka girdinse budur âyîn ü erkânı
Hayâlî Bey
Ne nâleye ne âh-ı seher-gâhe ser-fürû
Etmem tarîk-ı aşkta hem-râha ser-fürû
Ziya Paşa

tarîk-ı aşk: Aşk yolu.

Kılıçlar yağdırırsa başıma ağyâr ey Rûhî
Tarîk-ı aşktan gitmem eğer bilsem gider başım
Bağdatlı Ruhi

tarîk-ı der-geh: Tekkenin yolu.

Tarîk-ı der-gehin etme bu abd-i rû-siyehi
Eder mi aks-i ruh-i zişti âyîne merdûd
Sâmi tarîk-ı ehl-i mâtem: Matem ehlinin yolu.

Tutmuştu tarîk-ı ehl-i mâtem
Tecdîd-i azâ kılıp dem-â-dem
Fuzûlî

tarîk-ı eslem: En doğru yol.

Çok tekâpû eyledim pest ü bülendini âlemin
Bulmadım teslîmdengayrı tarîk-ı eslemin
Nâbî

tarîk-ı fâka: Fakirlik yolu.

Tarîki fâkada hem-kefş olup
Senâî’ye Cenâb-ı Külhânî-ı Lây-hâKa dek gideriz
Nâilî

tarîk-ı fakr: Fakirlik yolu.

Cemâli nûrunu kâşif yine celâli onun
Dem-i vusûlüne mûsil tarîk-ı fakr u fenâ
Hamdullah Hamdi

tarîk-ı fenâ: Yokluk yolu.

Habs-i hevâda koyma
Fuzûlî sıfat esîr
Yâ Rab hidâyet eyle tarîk-ı fenâ bana
Fuzûlî

tarîk-ı fevz ü necât: Zafer ve kurtuluş yolu.

Reh-i mütâbaatindir tarîk-ı fevz ü necât
Hevâ-yı merhametindir ümîd-i hayr ü halâs
Fuzûlî

tarîk-ı Hak: Hak yolu.

Etmez tarîk-ı Hak’ta olan halka ser-fürû
Eğmez minâre kametini bâd eserse de
Râtib
Ahmet Paşa
(
Nevres-i Kadim
)

tarîk-ı hânkâh: Tekke yolu.

Doğru yoldur maksada sapman reh-i mey-hâneden
Zâhide sorman tarîk-ı hânkâhıgösterir
Şeyhülislam Yahya

tarîk-ı halvet: Yalnızlık yolu.

Tarîk-ı halvete ta’nın komaz cihânda hasûd
Adâvetin komaz
İslâm’a nitekim kefere
Behiştî

tarîk-ı Halvetî: Halvetî tarikatının yolu.

Biz tarîk-ı Halvetî âşıkların handânıyız
Cân-ıla baş vermeğe dost yolunun merdânıyız
Ümmî Sinan

tarîk-ı hâs: Özel yol.

Geçip tavf-ı Haremden kûyuna azm eyleyen âşık
Koyup râh-ı avâmı bir tarîk-ı hâsa dönmüştür
cinânî

tarîk-ı hizmet: Hizmet yolu.

Pervânen olayım şeb-i gamda hemân bana
Göster tarîk-ı hidmeti ey şem’-i rûşenim
Behiştî

tarîk-ı ışk: Aşk yolu.

Harâmî gamzesinden ey gönül havf eyleme yârin
Tevekkül kıl tarîk-ı ışka azm eyle
Hudâ yegdir
cinânî

tarî-ı ihtilâf: Aykırılık yolu.

Subh-dem zülfün dağıt ya şâm arz-ı ârız et
Koyma subh u şâm arasında tarîk-ı ihtilâf
Fuzûlî

tarîk-ı ihtiyât: İhtiyat yolu.

Her yeten meh-rûya sarf etme
Fuzûlî ömrünü
Bî-vefâlardan hazer kıl dut tarîk-ı ihtiyât
Fuzûlî

tarîk-ı imtihân: İmtihan yolu.

Ser-hadd-i matlûbapür-mihnet tarîk-ı imtihân
Menzil-i maksûda pür-âsîb râh-ı âzmûn
Fuzûlî

tarîk-ı isyân: İsyan yolu.

Tarîk-ı isyâna esîriz bize çâre
Ey âh-ı seher-gâh nedâmet sana kaldı
Nâbî

tarîk-ı ma’rifet: Bilim yolu.

İhrâz-ı şöhret eylemenin bin tarîki var
Ammâ tarîk-ı ma’rifeti iltizâm edin
Hamdî (Nâzımul-hikem Ahmet)

tarîk-ı Mevlevî: Mevlevi yolu.

Ne olur bir şerh-i sadr ile safâ-yâb etse
Esrâr’ı
Tarîk-ı Mevlevî’de hâk-ipây-i sîne-çâk oldum
Esrar Dede

tarîk-ı mey-gede: Meyhane yolu.

Düştük tarîk-i mey-gedeye câm-ı bâdeden
El çekmeziz ecel sımayınca ayağımız
Hayâlî Bey
(sı-: kırmak) tarîk-ı mülk ü cem’iyyet: Cemiyet ve ülkenin yolu.

Tefrika hâsıl tarîk-ı mülk ü cemdyyet mahûf
Ah bilmem neyleyim yok bir muvafık reh-nümûn
Fuzûlî tarîk-ı müstakimDoğru yol.

Aşıkı eyler tarîk-ı müstakîmin âgehi
Her gedâsın şâh eyler pür-atâdır
Nakş-bend
Âdile Sultan

tarîk-ı nâdire-sencîde: Nükteli sözler yolu.

Tarîk-ı nâdire-sencîde
Sâbit
â besdür
Bu tâze vâdî-ipâkize imtiyâz bana
Sâbit

tarîk-ı nazm: Nazım yolu.

Fuzûlî’nin tarîk-ı nazma tah’ın müstakîm etmiş
Hayâl-i ka-metin kim bir eliftir
Ftidâl üzre
Fuzûlî

tarîk-ı nîstî: Yokluk yolu.

Geçer heft-âd u dü milletten evvel pâyede âşık
Tarîk-ı nîstînin mezheb-i îmânı yokluktur
Esrar Dede

tarîk-ı pâ: Ayak yolu.

Sirişk-i dîdemipâ-mâle teşne-lebdir o şûh
Tarîk-ı pâdan eder nahl gibi def’-i ataş
Nâbî

tarîk-ı reh-rev-i vuslat: Kavuşma yolcusunun yolu.

Güşâd buldu hele çîn-i cebhesi
Nâbî
Tarîk-ı reh-rev-i vuslatta sed ne müşkil imiş
Nâbî

tarîk-ı rûşen-i tâze: Yeni parlak yol.

Düşe bir semt-i garibe reh-i fikr-i nazmı
Ne tarik-ı rûşen-i tâze ne vâdi-i kadim
Nef’î

tarîk-ı saadet: Mutluluk yolu.

Kimi tarîk-ı saâdette tûşe-bahş-ı kerem
Kimi kemin-i şekâvette kûşe-gir-i kümûn
Yenişehirli Avni

tarîk-ı sabr: Sabır yolu.

Tarik-ı sabr u tedbir-i selâmet lezzetin bilmem
Bana aşk u melâmet yeg gelir sabr u selâmetten
Fuzûlî
(yeg: daha iyi)

tarîk-i saltanat: Saltanat yolu.

Reh-i aşkında olman teng-dil sevdâ hücûmundan
Tarik-i saltanat her kim tutar gavgâya hû eyler
Fuzûlî

tarîk-i savâb: Doğru yol.

Mesdûddur
Fuzûlî’ye mey-hâneler yolu
Yâ Rab hidâyet eyle tarik-ı savâb ona
Fuzûlî

tarîk-i seccade: Seccade yolu.

Hırka be-dûş-ı ferâğız tarik-i seccâdeyiz
Nâ-murâd-ı âlemiz ammâ mürid-i bâdeyiz
Hersekli Arif Hikmet

tarîk-ı sünnet: Sünnet yolu.

İtmâmayetip tarik-ı sünnet
Ta’lim-i ulûma yetti nevbet
Fuzûlî

tarîk-ı şehr-i hakîkat: Hakikat şehrinin yolu.

Tarik-ı şehr-i hakikat dururken ey Nâbî
Hevâ-yı kûy-ı mecâz etmenin zemânı değil
Nâbî

tarîk-ı şer’: Hz. Muhammed (s. a. s.)’in gittiği yol.

Bu fâni mülkte mağrûr olma zinhâr
Tarik-ı şer’den dûr olma zinhâr
Orhan
Gazi

tarîk-daş: Yol arkadaşı.

Bir kısa bir uzun âdeme tarik-daş oldum
Arif anlar ki bu yolda nelere duş oldum
Tahirü’l Mevlevi (>tuş ol-: rastlamak.)

tarîka, tarîkat: Allah’a ulaşmak arzusuyla tutulan tasavvuf yolu. c. tarâik.

Ne şeriat ne tarikat anlar
Ne mecâz ü ne hakikat anlar
Sünbülzade Vehbi
Tarikat üzre gelip berg-i sebz ile gâhi
Lisân-ı hâl ile kasd eyler i’tizâra turunc
Cinânî tarîka-i mahsûsa’
Özel yollar.

Her zerrede tarika-i mahsûsa üzre feyz
Her cismde tabiat-ı mahsûsa üzre cân
Ziya Paşa

târîk: Far. Karanlık.

Bir şeb-i târiktir gûyâ sevâd-ı kâinât
Tâb-ı nûr-ı kevkeb-i ikbâli bahtın mâhitâb
Nef’î
Bim-i reh bilmez şeb-i târikte tenhâ gelir
Senden ey meh-rû hayâlin bana bi-pervâ gelir
Şeyhülislam Yahya
Zuhûr-ı hâr-ı mihnet müjde-i gül-gonce-i terdir
Şeb-i târikin encâmı tulû’-ı mihr-i enverdir

târîk-i şeb: Gecenin karanlığı.

Oldu târik-işeb âhımla kat kat lik sen
Takatinle hangı bezmi mâh-tâb ettin bu şeb
Nâbî

târîkî: Karanlık.

târîkî-i hicrân: Ayrılığın karanlığı.

Târik-i hicrâna esiriz bize çâre
Ey âh-ı seher-gâh nedâmet sana kaldı
Nâbî

târik: bk. terk.

tarîkat: bk. tarîk.

ta’rîz: ()
Ar
Arz’dan; 1. Dokundurma, dokunaklı söz söyleme. 2. Taşlama. c. ta’rîzât.

Düşmân ederse kasdı o şûhun cefâ değil
Takrizdir rakibe gönül söz sana değil
Nâbî
Cenâb-ı şeyhe ta’riz eyleyip rindân ne hoş derler
Bize kâfir-i bi-din diyen bâri
Müslümân olsa
Yenişehirli Avni
Humkun zekâya karşı takrizi şöyle dursun
Ta’rizi bir inâyet, tahkiri bir senâdır
Abdülhak Hâmit
Düşnâm ederse kasdı o şûhun cefâ değil
Takrizdir rakibe gönül söz sana değil

ta’rîz-i âşikâre: Açık taşlama.

Ahbâb meclisinde huzûr-ı rakibde
Ta’riz-i âşikâresi nâz-ı nihânı şûh
Nâbî

taarruz: 1. Takılma, ilişme, sataşma. 2. Düşmana saldırma. c. taarruzât.

Dâmen-i ikbâlime gerd-i taarruz yetmeyip
Çeşm-i hâsid çehre-i cem’iyyetimden dûr idi
Fuzûlî
Himâyet et ki senin bir yanar çerâgındır
Taarruz eylemesin rûzgâr-ı bed-gerdân
Nedim
Teşekkî eyleme noksânî-i erzâktan zîrâ
Taarruz mîz-bâna nân için çok bî-hayâlıktır
Hâzık (Erzurumlu Mehmet)
Edebiyâta edebsizliği onlar soktu; Yoksa dîn nâmına ahlâka taarruz yoktu
Mehmet Akif

târ-mâr: bk. târ

tarrâka: Ar. (Osm.

T.)>tarâka.

Gümbürtü, gürültü, velvele, patırtı.

Güneşler, gölgeler, aylar, şafaklar.

Hepsi çığlıkta
Gelir tarrâkalar, çaktıkça ecrâmın karanlıkta
Mehmet Akif
Nâ-gehân bir taraka-i mûhiş
Sarsıyor hep kulûb-ı huzzân
Tevfık Fikret

tarrâka-i sad-çâk: Yüz parça gürültü.

Tarrâka-i sad-çâk ile pür-zûr savâik
İnler gibidir hışm ile mağrûr şevâhik
Kemalzâde Ekrem Bey

tarrâr: Ar. Yankesici.

Bâ-husûs ola o şahs-ı tarrâr
Nâzik ü rind ü zarîf ü ayyâr
Nâbî

tarrâr-ı felek’
Feleğin yankesicisi.

Dehr içinde bir iki nâil-i devlet var ise
Kimi ayyâr-ı zemândır kimi tarrâr-ı felek
Yenişehirli Avni

tarsîn: Ar. Rasânet’ten; sağlamlaştırma, kuvvetlendirme, muhkem kılma.

Arş-ı temkîn ü kadr-i makderet ü dehr-i sebât
Levh-i tarsîn ü kazâ bezm-i efsânemizde her çeh bâd-âbâd
Hilmi (Trabzonlu)
Arş-ı temkîn ü kadr-i makderet ü dehr-i sebât
Levh-i tarsîn ü kazâ temşît ü berk-ı be-renk

tartîb: Ar. Ratâbet’ten; rutubetlendirme, ıslatma, ıslatılma.

tartîb-i dimâğ: Dimağı ıslatma.

Kâm al mey ü mahbûbdan ey
Nâilî
-i zâr
Tahsîl-i neşât-ı dil ü tartîb-i dimâğ et
Nâilî

târumâr: bk. târ. tarz; Ar. 1. Şekil, biçim, sûret, kılık. 2. Yol, usul.

Benzemez bunlara ol turfedir onun tarzı
Revîş ü cümbüş ü ser-tâ-be-kadem nev-peydâ
Nef’î
Biraz bu tarz ile güft ü şinîdten sonra
Biraz da sohbet-i eş’âragösterip ikbâl
Nedim

tarz-ı acem: Acemi şekil.

Ol tarz-ı acemdir olmaz i’câb
Rindân-ı Acem gözetmez âdâb
Şeyh Galip

tarz-ı âdâb: Edep tarzı.

Tarz-1 âdâbı gözet müksir ü nâ-dân olma
Kllet-i dâniş olur kesret-i güftâra sebeb
Hersekli Arif Hikmet

tarz-ı beyân: Açıklama tarzı.

Meâl-i nazm u nesri anlaşılmaktan müberrâdır
Müceddid şâirin tarz-ı beyânı sâdedir sözde
Muallim Naci

tarz-ı bî-cây-ı riyâ: Riyanın yersiz şekli.

Tarz-1 bî-cây-ı riyâ sûfîyi eyler mashara
Bezm-i irfânda nazardan ihtifâ’ mümkin değil
Esrar Dede

tarz-ı cedîd: Yeni tarz.

Alemin olmuş usûlü şimdi bir tarz-ı cedîd
Çünkü ıslâhından etmiş âkılân kat’-ı ümîd
Ziyâ Paşa

tarz-ı dil-firîb: Cezbedici tarz.

Ey âsmân-ı turfe-nümâdan edip şitâb
Bir tarz-ı dil-firîb ile sâkit olan şihâb
Muallim Naci

tarz-ı eş’âr: Şiirlerin biçimi.

Muhâl add eylemişlerken gazelde şâirân-ı Rûm
Ben îcâd eyledim ol
Şevket-âne tarz-ı eş’ârı
Şeyh Galip

tarz-ı gazel: Gazel tarzı.

Avnî seni medh eyledi çün günbed-i hazrâ
Matla dedi yüzüne vü ağzına mu’ammâ
Avnî

tarz-ı hâs: Özel tarz.

Sebû zânûde, sâgar elde, ydr âgûş-ı vuslatte
Bu tarz-ı hds ile meclis aceb rinddne olmaz mı?
Vecdî

tarz-ı hâs u tâze: Özel ve yeni bir tarz (şiir).

Ne mazmunlar ne vâdîler bulur seyr eylesek
Nef’î
Yine bir tarz-ı hâs u tâze îcâd ettiğingörsek
Nef’î

tarz-ı kadîm: Eski tarz.

Kim tarz-ı kadîme kisve vermiş
Şi’r onun eliyle şekle girmiş
Ziyâ Paşa

tarz-ı makbûl: Kabul edilir şekil.

Tarz-ı makbûlu
Hudâyîdir
Cinânî yârimin
Arif olan meyl eder elbette taht-ı sâdeye
Cinânî

tarz-ı nev’: Yeni tarz.

Hep görenler dedi bu tarz-ı nev’i ey Yahyâ
Ma’rifet nahli veriptir yine bâr-ı tâze
Şeyhülislam Yahya
(veriptir: vermiştir)

tarz-ı nevîn: Yepyeni tarz.

Muammâ-gûne bu nâme sabâdan gelmedir
Nâbî
Zihî tarz-ı nevîn kim ma’nî-i şi’r üzre zâiddir
Nâbî

tarz-ı nezâket: Nezaket tarzı.

Ba’zılaşr nâm-ı Hudâ dedi
Bedûh
Yürümek tarz-ı nezâketle budûh(?)
Sünbülzade Vehbi

tarz-ı selef: Eskilerin tarzı.

Tarz-ı selefe takaddüm ettim
Bir başka lûgat tekellüm ettim
Şeyh Galip

tarz-ı sühan: Söz şekli.

Köhne resmi kalemi
Veysîi sihr-ârâdır
Tâze tarz-ı sühanı nâdire-sencân-ı Acem
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

tarz-ı tâze: Yeni tarz.

Bu nakş-ı hûbu bülbül gördü âheng-i nevâ etti
Bu tarz-ı tâzeyi seyr etti cûlar bî-karâr oldu
Şeyhülislam Yahya

tarz-ı telebbüs: Giyinme tarzı.

Tarz-ı telebbüsündeki reng-i garîb ile
Belliydi şi’re, san’ata meyl-i tabîati
Tevfik Fikret

tâs: Ar. >tâss’tan; tas, su kabı.

Germâbe-i vaslında bayıldık o perînin
Gel gayri yeter toplayalım tâsı tarağı
Kânî (Ebubekir)
Kılma denîlerin bir içim şerbetine meyl
Yarılsager harâret ile sîne tâs tâs
Behiştî

tâs-ı âsmân: Gökyüzü tası.

Ser-nigûn olmasa ey meh-pâre tâs-ı âsmân
Her gün eylerdi leb-â-leb onu bu eşk-i revân
behiştî

tâs-ı çarh: Feleğin kâsesi.

Ey Fuzulî zehr-i kahr ile doludur tâs-ı çarh
Çekmez onun kahrını her kim çeker bir dolu tâs
Fuzûlî

tâs-ı gerdûn: Gökyüzü, sema.

Vaktidir ola be-izz-i lutf-ı Hallâk-ı ezel
Gulgul-ı kûs-ı zaferden tâs-ı gerdûn pür-tanîn
Üsküdarlı Hakkı Bey

tâs-ı pûlâd: Çelik tas.

Şerâr-ı nâr-ı âhımla sipihrin tâs-ı pûlâdı
Döner her şeb belâ bezminde câm-ı zer-nişânımdır
Bâkî

tâs-ı pür-hûn: Kanlı tas.

Tâs-ı pür-hûna döner ağlamadan çeşmânım
Sensiz ey nûr-ı basar kanda yatar müjgânım
Enderunlu Vâsıf

tâs-ı zer-i mihr: Güneşin altın tası.

Çıkarma tâs-ı zer-i mihri ey felek minbat
Dil ehli sencileyin tâs-bâza bakmazlar
Nâilî
(sencileyin: senin gibi)

tâs-bâz: Tasla oynayan.

Çıkarma tâs-ı zer-i mihri ey felek min-ba’d
Dil ehli sencileyin tâs-bâza bakmazlar
Nâilî

tasaddî: Ar. Bir işe girişme, başlama. c. tasaddiyât.

Bil illeti k ıl sonra müdâvâta tasaddî
Her merhemi her yarayı merhem mi sanırsın
Ziyâ Paşa
Bâ-husûs kâdî-yı şeh-bâl iken ol işlediği
Hâdisâtı edeyim serde tasaddî yek yek

Dünyâyı yakıp yıkmaya bir seyf-i taaddî
Emrinle mi yâ
Rab ediyor böyle tasaddî
Mehmet Akif
Cennet aselin etmese tavsîfe tasaddî
Kim der idi ta’sîl-i kelâm eyledi vâiz
Muallim Naci

tasadduk: Ar. Sadaka’dan; sadaka olarak verme, verilme. c. tasaddukât
Pâdişâhân-ı cihândır ki ihsânında
Kimi cerrâr-ı tasadduk kimi muhtâc-ı zekât
Yenişehirli Avni
Yok, böyle de olmayıp da kendi
Malın ise -çünkü fazlaşimdi: Bî-vâyeler tasad-
duk eyle
Mehmet Akif
Emr-işer’îdir cem’î tasaddukât
Mütekebbirlere kibr etme tasadduk sayılır

tasaddukât: Sadakalar.

Vücûd-ı pâkini ekdârdan sıyânet için
Eder felekte melekler tasaddukât ü nüzûr
Nâbî

tasaddur: bk. tasdîr.

tasallut: Ar. Salâtet’ten; sataşma, musallat olma, başına ekşime. c. tasallutât.

Siper-veş eyle tahammül zirih-veş ol gam-hâr
Tasallut eyleme halk üzre dûr-bâş olma
Nâbî

tasallüf: Ar. Salef’ten; 1. Sahip olmadığı özellikleri varmış gibi övünme, gururlanma. 2. ed. Şairin kendini övmek maksadıyla yazdığı şiir (fahriye). c. tasallüfât.

Tekellüf ber-taraf ey şeyh sen vaz’-ı tasallüf kıl
Sühan-dânân-ı mahvın fazl ile irfânı yokluktur
Esrar Dede
Rezm-gâh-ı hezeyâna gelicek her birinin
Gürzü var dest-i tasallüfte beşer yüz batman
Sâbit
(gelicek: gelince)

tasannu’: Ar. Sun’dan; 1. Yapmacık. 2. Bir şeyi olduğundan daha değerli, süslü gösterme. c. tasannuât.

Ne tasannu’ bu ki yok ehl-i kerâmet diyerek
Kendini ehl-i kerâmet tanıtırmış halka
Muallim Naci

tasarruf: Ar. Sarftan; 1. İdare ile kullanma. 2. Arttırma, arttırılma. c. tasarrufât.

Esrâr-ı hafîye var bilinmez
Etvâr-ı tasavvur
Hudâ’da

Halka hûblardan visâl-i râhat-efzâdır garaz
Âşık a ancak tasarrufuz temâşâdır garaz
Fuzûlî
İstemem nâ-dân bana ger verse genc-i sîm ü zer
Kim ivazsız nâ-dândan tasarruftur vebâl
Fuzûlî
Nakdîne-i tasarrufu seng-i mezâr iken
Câh ehlinin bu rütbe nedendir denâeti
Âsım (Arifzade Mahmut)

tasarrufât: : Tasarruflar. tasarrufât-ı İlâhiyye: İlahî tasarruflar.

Diraht-ı ye’sden izhâr-ı berg ü bâr-ı ümîd
Tasarrufât-ı İlâhiyye’den baîd midir
Nâbî

tasâ’ud: Ar. Suûd’tan; yükselme, yukarı kalkma. c. tasâ’udât.

tasâ’udât: Yükselmeler, yücelmeler. (buhar veya gaz için).

Tasâ’udâtı buhârın bulut yığar havâya
Teressübâtı sehâbın nehir yayar ovaya
Mehmet Akif

tasâvîr: bk. tasvîr.

tasavvuf: Ar. Sûf’tan; gönlünü Allah
sevgisine bağlama. c. tasavvufât.

Ey satan harf-i tasavvufla velâyet halka
Harf-i taklîd ile onulmaz ona tahkîkgerek
Nâbî
Okusan ilm-i tasavvuf ne zarar
Pâk bil tasfiye-i bâtın eder
Sünbülzade Vehbi

tasavvur: Ar. Sûret’ten; 1. Zihinde şekillendirme. 2. Zihinde göz önüne getirme. c. tasavvurât.

Sihr ederdim medhine geldikçe ammâ neyleyim
Eylemiş
Hak vasfını kayd-ı tasavvurdan ben
Nef’î
Cevher-i ferdim heyûlâ-yı tasavvurdan beri
Şeş-cihât-ı ma’rifet kevn ü mekânımdır benim
Nef’î
Ebnâ-yı zemânın talebi nâm u nişândır
Her biri tasavvurda filân ibn-i filândır
Bağdatlı Ruhi

tasavvur-ı teftiş: Kontrol tasarrufu.

Kimdir bu kâr-gâha çekenperde-i hafâ
Kimdir veren tasavvur-ı teftîş âdeme
Ziyâ Paşa

tasavvur-ı temyiz: İyiyi kötüden ayıran tasavvur.

Nedir tasavvur-ı temyîz hüsn ü kubh-ı umûr
Nedir tekâbül-i imtidâd cümle-i gerdân

tasavvur-hâne: Tasavvur evi.

tasavvur-hâne-i fikret: Düşüncenin tasavvur evi.

Tasavvur-hâne-i fikrette kesb-i incimâd eyler
Heyülâ-yı maânî bulmadan sûret beyân üzre
Ziyâ Paşa

tasavvurât: Tasavvurlar. tasavvurât-ı maâni: Anlamlarla ilgili tasavvurlar.

Tasavvurât-ı maânî tebeddülât-ı şuûn
Muâmelât-ı kazâyâ tenevvür-i esrâr

tasdi: Ar. 1. Taciz etme, rahatsız etme.

Baş ağrıtma.

Tasdîi ko bîhûde figân etme
Şekvânla dolsun mu yeter defter-i âlem
Neşatî

tasdik: Ar. Sıdk’tan; gerçek olduğunu bildirme, doğrulama. c. tasdikât.

Kelâm-ı sıdkta tasdîk olunmadan kaldı
Mesâmid o kadar etti pür peyâm-ı dürûg
Nâbî
Lâyık mı olup mu’tekid câdde-i tasdîk
Dünbâle-rev tab’ın ola bir nice câhil
Sâmi
Helâli görmez isen eyle tasdîk
Haber verdikte sana ehl-i ebsâr
Taşköprülüzâde Kemaleddin

tasdir: Ar. Sadr’dan; 1. Başa koyma. başa geçirme. 2. Kitabın başına ön söz koyma.

Satır dizme, yazma. c. tasdirât.

Eyleyip tayy-ı tavâmîr-i sühan ey
Üsküdarlı İsmail Paşazâde Hakkı Bey
Yeridir eyler isen gayrı duâyı tasdîr
İsmail Paşazâde

tasaddur: Sadr’dan; baş yere geçme, en başta oturma.

Ger âdemîdegaraz ekl ü şürb ü şehvet ise
Gerek cemî’-i ünâsı tasaddur ede sütûr
Hayâlî Bey
Tasaddur etse ne gam rinde câhil-i hod-bîn
Gehî tefevvuk eder bahre keştî-i sergîn
Nâbî
Bundan kuzâtın anla ulüvv-i cenâbını
İmzâları tasaddur eder hüccet üstüne
Nâbî

tasfiye: Ar. Safvet ve safâ’dan; 1. Saf kılma, saflaştırma; temizleme. 2. Bir kuruluşu ortadan kaldırma, kapatma.

tasfiye-i bâtın: İçi temizleme.

Okusan ilm-i tasavvuf ne zarar
Pâk bil tasfiye-i bâtın eder
Sünbülzade Vehbi

tasfiye-i kalb: Kalbi temizleme.

Edeyim tasfiye-i kalb ile âgâz-ı duâ
Tâ ki mirât-ı icâbette ola çehre-nümûd
Münif tashif: Ar. Sahf’tan; yazı yazarken yazıyı yanlış yazma.

Hat geldi rûh-ı âline yâr oldu müzellef
Devr ile olur âlet-i tashîf musahhafNâbî

tashif-i kabâ: Kaftanın üstüne yazılan yanlış yazı.

Sana düşmen olanın olsun libâsı dâimâ
Tende tashîf-i kabâ başında maklûb-ı külâh
nizami

tashih: Ar. Sıhhat’ten; 1. İyileşme, sağlığını iade etme. 2. Yanlışı düzeltme, doğrultma. c. tashihat.

Mizâc-ı âlemi tashîhe sa’y eden her-gâh
Görür devâgibi çîn-i cebîn-i istikrâh
Sait Sırrı tas’id: Ar. Suûd’dan; yukarı çıkarma, çıkarılma.

Tîn-i hikmetle yapılmaz bu binâ
Eder cezâsını tas’îd hebâ
Nâbî

ta’sil: Ar. Asel’den; ballama, ballandırma. ta’sil-i kelâmSözü ballandırma.

Cennet aselin etmese tavsîfe tasaddî
Kim der idi ta’sîl-i kelâm eyledi vâiz
Muallim Naci

tasliye: Ar. Salvet’ten; “sallallahü teala aleyhi ve sellem” demek.

Hz. Muhammed’e salavat getirme.

Nâm-ı nebeviyy-i müntakış levha-i cândır
Dil pîş-i celîlinde onu tasliye-hânıdır
Muallim Naci

tasmîm: Ar. Tasarlama, kati olarak niyetlenme. c. tasmîmât.

Ömrün efzûn ola bir
Hû çekelim
Edelim sonra duâyı tasmîm
Nef’î
Öyle bir şiddet-i tasmîm ile çıktım ki yola
Karşıma çıksa eğer seng-i mezârım dönmem
abdülhak Hâmit

tasnif: Ar. Sınf’tan; sınıflama, takım takım ayırma. c. tasnîfât.

Nakş-ı sun’un ol ki itkân üzre tasnîf eylemiş
Cüzü cüzün âlemi terkîb ü te’lîf eylemiş
Nâbî
Zebân nâ-resâ vasf-ı te’lîfme
Ukûl ermez a’dâd-ı tasnifine
Keçecizade İzzet Molla

tasrîf: Ar. Sarftan; 1. İstediği yolda
idare eden (Allah). 2. gr.

Bir kelimenin çekimi. c. tasrîfât, tasârîf. tasârîf’ Allah’ın istediği yolda idare ve iradeleri.

tasârîf-i dehr: Dünyayı istediği şekilde idare etme.

Kadîmi mâide-perverd-i âsitânındır
Velîk oldu tasârîf-i dehr ile mehcûr
Nâbî

tasrîh: Ar. Sarh’tan; açık açık söyleme, açıktan açığa bildirme. c. tasrîhât.

Tasrîh eylemezse de maksûdun ehl-i derd
Ma’lûmdur me’âli siyâk ü sibâktan
Nâbî
Dil verdiğimiz yâre nigâh gazabından
Tasrîha mecâl olmadı îmâ ilegeçtik
Nâilî

tastîh: Ar. Sath’dan; bir şeyi yassı ve düz etme.

Gûyâ edip tabîat kûy-ı zemîni tastîh
Tübbet aşağı düşmüş
Çîn ü Hoten yukarı
Nedim

tasvîr: Ar. Sûret’ten; 1. Bir şeyin resmini yapma. 2. Resim, figür. 3. ed. Yazıyla tasvir etme. c. tasvîrât, tasâvîr.

Süvâr oldukça tasvîrinde âcizdir musavverler
Ne denlü dikkat eylerse eğer
Behzâd eğer
Mânî
Nef’î
Giyip bir al eteklik hâleden meydâna azm etmiş
Semâda
Mevlevî âyînini tasvîr eder mehtâb
Beliğ
Etse tasvîrim teveccüh âlem-i ervâh olur
İn’ikâs-ı peyker-i cân-perverimden müstenir
Muallim Naci
Mudhikât-ı dehre ben ölsem de tasvîrim güler
Muallim Naci
Tasvîr eder mi böyle bir şehinşâhı ey Kemâl
Şimşekten olsaşi’rde ta’bîr savleti
Yahya Kemal

tasvîr-i baht: Talih tasviri.

Fark için temyîz-i ehliyyetteki noksânını
Sûret-i a’mâda, eslâf, ettiler tasvîr-i baht
Ziyâ Paşa

tasvîr-i gayr: Başka resim.

Tasvîr-i gayre kılma mahal kalb-i akdesi
Esnâma mesken eyleme Beytü’l-ukaddes’i
Usulî (Yenice Vardarlı)

tasvîr-i hacer: Taş tasviri.

Mâhiyyeti ger olsa cemâdâta mürebbî
Tasvîr-i hacer kesb-i kemâl-i beşer eyler
Nef’î

tasvîr-i hayâl: Hayal tasviri.

Dest-mâlim nakşı tasvîr-i hayâlindir meğer
Kim dökülsün bir dem eşkim gibi gözümden nihân
Behiştî

tasvîr-i kâse-i Çînî: Çin kâsesinin tasviri.

Yapıştı hâke çü tasvîr-i kâse-ı Çînî
Konup kenârına havz-ı tehîlerin mürg-âb
Esrar Dede

tasvîr-i ruhsâr: Yanağın tasviri.

Ne zîbâsın ki sûret bağlamaz tasvîr-i ruhsârın
Tahayyür sûret eyler sûretin çektikte nakkâşı
Fuzûlî

tasvîr-i rûy-i âb-dâr: Güzel yüzün tasviri.

Edip tasvîr-i rûy-i âb-dârın hâller koymuş
Musavver nakş vermiş rûy-ı yâre şâme uydurmuş
Nâbî

tasvîr-ı Yûsuf’
Yusuf’un resmi.

Uyurken seyr eden ol dil-rübâyı câme-hâb içre
Sanır tasvîr-ı Yûsuf’tur yazılmıştır kitâb içre
Nef’î

tasâvîr: Tasvirler.

Tasâvîr ile tezyîn eylemiş sûret-ger-i hikmet
Döner şem’-i mahabbetle fenerdir halka-i tevhîd
Nâbî

tasâvîr-i suhûf-ı Enkelyûn: İncil sayfalarının resimleri.

Anılsa deyr-i mugân içre ger münâcâtı
Gelir sücûda tasâvîr-i suhuf-ı Enkelyûn

ta’şir: Ar. Öşr’den; 1. Onda birini alma. 2. Ona çıkarma. 3. Ona bölme. c. ta’şîrât.

Değil hâle tutup harmen-geh-i çerh üzre bir gırbâl
Hubûbât-ı nücûmu şeb-be-şeb ta’şîr eder mehtâb
Nâbî

taşt: Far. Leğen.

Ol etti gülü çırâğ-ı bî-dûd
Hem taştını nergisin zer-endûd
Riyazî

taştîr: Ar. Şatr’dan; ed. Murabba hâline getirilmek istenen bir gazelin her beyit mısraları arasına ikişer mısra ilave etme.

Taştîrimiz bu sâyede az çok bahâ bulur
Bâkî kalır sahîfe-i âlemde adımız
Yahya Kemal
Tâtâr: T. Far. 1. Özbek
Türklerinin bir kolu. 2. Postacı. 3. Miskin uzak diyarlara ve
Anadolu’ya
Tatarlar tarafından taşınmasından dolayı miskle beraber geçer. 4. mec. Zalim, gaddar, merhametsiz.

Leşker-i ebr-i çemen mülkünde akın saldı
Ta’n etse ne ola nâfe-ı Tâtâr’a benfe
Necati Bey
Hemân hitâb edip ey âfitâb-ı nâz dedim
Ki ey fedâ o siyeh nâfe-ı Tâtâr
Nazîm (Yahya)
Ey subh-dem yeli ne öğersin tâtârını
Müşgîn saçında gör ki ne tâtâra düşmüşüm
nesimi

tâtâr-ı gamze: Gamzenin zulmü.

Deşt-igamda her yana tenler getirdi seyl-i hûn
Durmayıp tâtâr-i gamzen tîr-i bârân etmede

tatbîk: Ar. Tıbk’tan; uygulama. c. tatbikat.

İşte köhne berevât, işte ferâmîn-i kadîm
Hakk-ı insâfila tatbîk olunursa da’vâ
Nâbî
Vicdânını tatbîk edegör azb-i lisâna
Râşit (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

tathîr: Ar. Tahr’dan; temizleme, paklama. c. tathîrât.

Çirkten sîneni tathîre sana reh-berdir
Sâha-i zillete rû-mâlleri cârûbun
Nâbî
Tathîrine nâ-pâklann dîde-i terle
Mânende-ipîrân-ı tarîkat nigerândır
Nâbî
İbn-ı Azer
Mekke’yi esnâmdan tathîr edip
Makdeminşevkiyle etti
Kâ’betullâh’ı binâ
Keçecizade İzzet Molla

tathîr-i dâmân: Eteğini (namusunu) temizleme.

Be-gâyet ser-keşânı her tarafta pâyimâl etti
Evlendi himmetiyle devletin tathîr-i dâmânı

ta’til: Ar. 1. Atal’den; yasa gereği çalışmaya ara verileceği belirtilen süre. 2. Boşluğa düşme. c. ta’tilât.

Ne dest-mâye-i tâat ne iktisâb-ı hayâ
Tamâm eyledi eyyâm-ı ömrü tatîl
Sâbit
Hayretim çarha sükûn-âver ta’tîl olalı
Vahşetim bâispeydâ-yı sevdâ-yı adem
Akif Paşa

tatmin: Ar. Tamn’dan; kalbe emniyet, itminan, huzur, sükûn verme c. tatminât.

Akıl oymuş ki: Hayâtın bütün ezvâkından
Durmayıp hırsını tatmîne edermiş îmân
Mehmet Akif

tatvîl: bk. tûl.

tatyîb: bk. tayyib, tayyibe.

tâûn: Ar. Veba.

Beşerin rûhunu tesmîm edecek karha budur
Ne musîbettir o, tâûnlara rahmet okutur
Mehmet Akif
Bâkî

tavâf, tavf: Ar. 1. Tavaf eden, dolaşma, dönme.

Hac ve umre esnasında
Kabe’nin etrafını yedi defa dolaşma. 2. Arabistan’da
Mekke civarında bir şehir. c. tavâif.

Tavâf etmek adû-yı bed-nazardan kâbil olmadı
Düşümde bârî görsem ol harîm-i muhterem seyrin
Cinânî
Niçin cebreylemezsin bir nazarla kalb-i meksûru
Tavâf etsen ne olur bir kerre kâfir Beyt-iMa’mûr’u
Nevres-i Kadim
Taş u toprak tavâf ndan vefâ bulmadı âşıklar
Âşıkın kalbidir
IKâ’be hacc u umre edersen gel
Ümmî Sinan

tavf-ı Harem: Harem-ı Şerifi dolaşma.

Geçip tavf-ı Haremden kûyuna azm eyleyen âşık
Koyup râh-ı avâmı bir tarîk-ı hâsa dönmüştür
Cinânî tavâf-ı der-geh-ı Pîr-i felek-cenâb: Hz. Mevlânâ’nın dergâhını dolaşma.

Bu gün sabâh ile seyr eyledim ki baht-ı cüvân
Tavâf-ı der-geh-ı Pîr-i felek-cenâbagelir
Şeyh Galip

tavâf-ı Kâ’be-i kûy: Köyünün
Kâbesini dolaşma.

Tavâf-ı Kâ’be-i kûyun be-kavl-ı Bâkî-i merhûm
Derûn-ı dilde niyyet-i âb-ı zemzemden musaffâdır
nef’î

tavâf-ı kûy: Köy, mahalleyi dolaşma.

Büküp mihnet yükünden kaddümü çıkmış tenimden cân
Tavâf-ı kûyun etmek kasdine tayy-ı mekân etmiş
Fuzûlî

tavâf-ı kûy-ı yâr: Sevgilinin mahallesini dolaşma.

Sevâba hangimiz artık girerdik ola ey vâiz
Hizâz’a gitse sûfî ben tavâf-ı kûy-ı yâr etsem
behiştî

tâife: 1. Bölük, takım, gürûh, fırka. 2. Kavim, kabile. 3. Tayfa, gemi işçisi. c. tavâif.

Yetmez mi bu devlet ki bana reşk ede dâim
Bir tâife kim dadâ-yı fazl u hüner eyler
Nef’î

tâife-i zühd-perest: İnanan taife.

Ol tâife-i zühd-perestiz ki safâdan Îd eyleriz evvelki gününde
Ramazân’ın
Nâbî

tâif: 1. Tavaf eden, etrafta dolaşan. 2. Arabistan’da
Mekke civarında bir şehir. tâif-i der-gâh-ı İlâhallah evini tavaf eden.

Bu ne devlet ne saâdet bu ne câh
Olasın tâif-i der-gâh-ı İlâh
Nâbî

tavassul: Ar. Vasl’dan; 1. Ulaşma, bitişme. 2. Nikâh yoluyla hısım, akraba olma.

Eâzm-ı asra tavassul bâis-i vusûl-i matâlibdir
Fuzûlî

tavâşî: Ar. Tavâş’tan; harem ağası, hadım ağası. c. tavâşiye.

Hayât-ı devlete âid muazzamât-ı umûr
Siyâh mağz-ı tavâşîden eyliyordu zuhûr
Kemalzâde Ekrem Bey

ta’vîk: Ar. Avk’tan; geciktirme, oyamala, sıkıntıya sokma. c. ta’vîkât.

Vakt-i merhûn erişir, olsa da azçok ta’vîk
Tıyneten kâtil olan istemez aslâ teşvîk
Abdülhak Hâmit

tavîl, tavîle: bk. tûl.

taviyyet: Ar. İnsanın saklı olan istek. niyet.

İhkâm eder kemâl-i hulûs-ı taviyyetim
Her kârda
Hudâ’ya olan istinâdımı
Recaizade Ekrem

ta’vîz: Ar. İyâz’dan; Nazar değmesine ve başka kötülüklere karşı olan muska.

Dil ne ider yanımda çün k ılmaz beni gamdan halâs
Çekmen ol ta’vîz bârın kim belâdan saklanmaz
Fuzûlî
Ben dahi gam mı çekerim nazar-ı a’dâdan
Bâzû-yı vaslda ta’vîzim olaydı hâmim
Nâbî

tavk: Ar. 1. Gerdanlık. 2. Halka, tasma. 3. Bazı kuşların boynundaki tüyden halka. 3. Güç, takat.

Tavktır aks-i meh-i nev al tûtîdirşarâb
Ona bir rengîn kafestir iy lebi şekker kadeh
Enverî

tavk-ı âh: Ah halkası.

Ruhunda hâl görüp tavk-ı âhım oldu bülend
Gedâ-yı dil ne aceb yıldıza atarsa kemend
Sâmi tavk-ı âhen: Demir halka.

Zülf-i yâre bend olup tahlîs ümmîd eylemem
Gerden-ı Mecnûn olur mu tavk-ı âhenden halâs
Fehîm (Hoca Süleyman)

tavk-ı aşk: Aşk halkası.

Tavk-ı aşk etmez tekevvün her dil ü her sînede
Sen onu ister isen telkîn-i îkânda ara
Necip (Sultan III. Ahmet)

tavk-ı esâret: Esaret halkası.

Gerdenlere pîrâye olur tavk-ı esâret
Bir beldede kim bir deli bin âkıli bağlar
Ziyâ Paşa
İnhinâ tavk-ı esârettengirândır boynuma
Fikri hür, irfânı hür, vicdânı hür bir şâirim
Tevfik Fikret

tavk-ı fermânFerman halkası.

Tavk-ı fermâna çekip gerden-i teslimlerin
Niçe âzâdeleri eyledi çâker hatem
Bâkî
Tavk-ı fermânı ile gerden-i fitne mağlûl
Satr-ı ahkâmı ile pây-ı sitem der-zencîr
Nef’î

tavk-ı la’net: Lanet halkası.

Rıbka-i dünyâyı boynundan çıkar şeytân gibi
Ademâger istemezsen tavk-ı la’netten hunnâk
Lamiî Çelebi

tavk-ı nûr: Nur halkası.

Her menâr üzre kanâdildengeçirdin tavk-ı nûr i’tikâfashâbının kalbine bahş ettin sürûr
Aşkî

tavk-ı rızâ: Rıza halkası.

Teslim ederimgerdenimi tavk-ı rızâya
Hep çekdiceğim kendi cezâ-yı amelimdir
Enderunlu Vâsıf

tavk-ı zencîr-i cünûn: Delilik zincirinin halkası.

Tavk-ı zencîr-i cünûn dâire-i devlettir
Ne revâ kim beni andan çıkara zaf-ı tenim
Fuzûlî
(andan: oradan)

tavr, tavır: Ar. 1. Tarz, gidiş, davranış. 2. Gösteriş, büyüklük. 3. Müzikteki şahsî ve üstadlık tarzı. c. etvâr.

Her gedâ-tab’ anlamaz âyîn-ı Cemdir bezm-i mey
Bunda birşâh-âne tavr u özge âlem var
Bâkî
Tarz u tavrın nice ta’rîf edeyim onun da
Görmedim bunculayın dil-ber-i şûh u ra’nâ
Nef’î
(bunculayın: bunun gibi)
Bir midir şîr-i neyistân ile hîç şîr-i hasîr
Rûz-ı himmettir garaz tavr u edâ lâzım değil
Şeyh Galip

tavr-ı bâlâ-yı tecâhül: Bilmemezlikten gelinen yüce tavır.

Sûret-i idrâkten selh-i tefekkür eyledim
Tavr-ı bâlâ-yı tecâhül mahremiyyettir bana
Esrar Dede

tavr-ı efâl ü tüvân: Güç ve işlerin tavrı.

Tavr-ı efrâl ü tüvânında teşâbüh var iken
Saf-ı şüc’ân ile kassâb berâber gelemez
Nâbî

tavr-ı fer’iyyet: İkinci tavır.

Aslına nisbetle terettüb eder isbât-ı kıdem
Tavr-ı feriyyet ü sûrettedir inşâ-yı hudûs
Hersekli Arif Hikmet

tavr-ı insân: İnsan tavrı.

Cîfe-i dehre
Behiştî
eğer oldunsa haris
Tavr-ı insânı koyup it gibi cân beslersin
Behiştî

tavr-ı mest-âne: Sarhoşçasına bakış.

Tavr-ı mest-ânem ile sanma şarâba kandım
Çeşm-i mahmûrunu gördükçe gönül bâde diler
Esrar Dede

tavr-ı nâzik-âne: Nazikçe.

Ne bu tavr-ı nâzik-âne ne bu işve-iyegâne
Bu zuhûr-ı nev-edâyı sana verdi anca
Mevlâ
Esrar Dede

tavr-ı sefîh-âne: Sefihlere yakışan tavır.

Ne zemân sohbeti açılsa o şûh-i mestin
Ettiği tavr-ı sefîh-âne gelir hâtırıma
Enderunlu Vâsıf

tavr-ı telâş: Telâş tavrı.

Haklıyı haksızı im’ân ile tefrik edelim
Tavr-ı telâş etme, efendi!
İşi tahkîk edelim
Muallim Naci

tavr-ı zillet: Bayağı davranış.

Lîk her şahsa temellük etme
Tavr-ı zillete tahalluk etme
Sünbülzade Vehbi
etvâr: Tavırlar.

Belki nâdim ola etvârından
İ’tizâr eyleyegüftârından
Nâbî
Gitme etvânna hayrân olayım
Bakayım çehrene giryân olayım
Kemalzâde Ekrem Bey

tavsîf: Ar. Vasf’tan; 1. Vasıflandırma, niteleme. 2. İlim, bilgi. c. tavsîfât.

Ruhun mihrin kemâhî halka tavsîf etmeğegâhî
Cinânî gibi olmaz böyle bir rengîn-edâ peydâ
Cinânî
Cennet aselin etmese tavsîfe tasaddî
Kim der idi ta’sîl-i kelâm eyledi vâiz
Muallim Naci
Zemânında terakkî buldu devlet bende lâyıktır
Edersem matla’-ı mahsûs ile tavsîf o hakanı

tavsîl: Ar. Vasl’dan; vardırma, ulaştırma. c. tavsîlât.

Kimdi mâlik aceb sana evvel
Sonra kim eyledi ona tavsîl
Recaizade Ekrem

tavsiye: Ar. Vasy, vesayet’ten; bir şeyin yapılma veya yapılmamasını öğütleme.

Hep doğru yolu tavsiyedir gâye-i âmâl
Hoş-gûluğugörmekte isem kâbil-i ihmâl
abdülhak Hâmit

tavus: Yun. taos >Ar. Tâvus kuşu. c. atvâs, tavâvîs.

Kendi tavrında meges ednâ değil tâvûstan
Anla
Hakkın
Nâbîyâ
Kur’ân’da temsîl ettiğin
Hersekli Arif Hikmet
Benzetirken dâmenin tâvûs-ı kudsî bâline
Eş tutarken kametin nev-reste
Tûbî dalına
Muallim Naci
Oldum ben o hoş-hırâma mâil
Tâvûsa tutar mıyım mümâsil
Muallim Naci

tâvûs-ı bâğ-ı kuds: Kutsal bağın tavusu.

Tâvûs-ı bâğ-ı kuds imiş âdem dedikleri
Dâm-ı belâyımış ona âlem dedikleri
Hamdullah Hamdi

tâvûs-ı cinân: Cennetler tavusu.

Gelse reftâra döner bir sanem-i ra’nâya
Başlasa cilveye tâvûs-ı cinândırgûyâ
Nef’î

tâvûs-ı kuds: Kudsî tavus.

Bir aceb tâvûs-ı kudsümgül-şen-i lâhûtta
Oldu cennet cünbüş-i bâl ü perimden renk renk
Fâik
Memduh Paşa

tâvûs-ı kudsî: Kudsal cennet tavusu.

Zülf-i müşgînin ki cânâ mâh-tâb üstündedir
Sanasın tâvûs-ı kudsî âftâb üstündedir
Necati Bey

tâvûs-ı neşât: Neşe tavusu. zemân erdi ki bin şevk ile tâvûs-ı neşât
Ede sahn-ı harem-i bâğ-ı cihânda cevelân
Bâkî

tâvûs-ı zerrîn-bâl: Altın kanatlı tavus.

Câme-i zîbâ ile tâvûs-ı zerrîn-bâldir
Dil-rübâ kim eyler ol reftâr-ıla cevlân-ı îd
Bâkî

tâvûs-ı zerrîn-per: Altın renki kanatlı tavus.

Zâğ-ı şeb meh beyzasın alınca zîr-i bâline
Doğdu ondan çin seher tâvûs-ı zerrîn-per güneş
Hayâlî Bey

tâvûs-rengîn: Tavus renkli.

Çiçeklerle müzeyyen böyle renk-âmîz kisvenle
Güzelsin cennetin tâvûs-rengîn şâh-bâlinden
İsmail Safa

tâvûs-veş: Tavus gibi.

Dil-berâ kûyun seningûyâ ki cennet bâğıdır
Cilve kıl tâvûs-veş şâlın ki hüsnün çağıdır
Necati Bey

tavzîh: Ar. Vuzûh’tan; açıklama, açık anlatma, aydınlatma.

Keşşâf ile keşf olmadı esrâr-ı mahabbet
Tavzîh ile îzâh edemez kimse bu râhı
Hamdullah Hamdi
Kalbe kuvvet verir makâl-i sarîh
Eyle re’y-i sedîdini tavzîh
Muallim Naci
Bu sükût-ı belîg-i hüzn-i fasîh
Hutbe-i bî-makâl-i rûhânî
Kudret-ı Hâlık’ı eder tavzîh
Bu ne ulvî meâl-i rûhânî
Nâbî

zade Nazım tay: bk. tayy.

tayerân: Ar. Uçma, pervaz etme.

Uçurumlarda eyliyor tayerân
O nigâh-ı bülende kalb-i cihân
Kemalzâde Ekrem Bey

tayyâr: Çok fazla uçan; mec. kuş gibi uçan.

Kuş yetişmez der idim olmasa tayyâr eğer
Eremez kendine zîrâ ki ne sarsar ne sabâ
Nef’î

tayyâre: Uçurtma; uçak.

Veriyor yangını, durmuş tâ açık sînelere
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre
Mehmet Âkif

tayf: Ar. 1. Uykuda görünen hayal. 2. Korkudan karanlıkta görülen hayaller. c. tuyûf.

Birkaç nazîr-i tayf-ı ademşZâg-ı bed-nigâh
Tevfik Fikret

tayf-ı ta’rîfî: Tarif le ilgili hayal.

Tayfur’a tayf-ı ta’rîfî sırrıyla seyr edip
Aşk ile nâkalar güdeni biz de bulmuşuz
Nuri

tuyûf: Tayflar, hayaller.

Olmuştu frka-i ulemâ, frka-i süyûf
Teshîr için makâbiri bir leşker-i tuyûf
Abdülhak Hâmit
Hep sevgililer girmede bir şekl-i mahûfa
Eşkâl-i dehâ münkalib olmakta tuyûfa
abdülhak Hâmit

tayfûr: Ar. tas.

Tayfûriyye tarikatının
kurucusu olan
Tayfûr bin
İsa bin
Suruşâni’lBestâni (öl. 874).

Tayfur’a tayf-ı ta’rîfî sırrıyla seyr edip
Aşk ile nâkalar güdeni biz de bulmuşuz
Nuri

ta’yîb: Ar. Ayb’tan, ayıplama, ayıp bulma. c. ta’yîbât.

Etme ta’yîb bu esrâr-ı elem-i me’lûfu
Hâce billâh cihân zevki ta’abgeldi bana
Esrar Dede
Giryân olursa dîdesi ta’yîb olur mu hîç
Azürde-i felâket olan dâg-dâr olur
Âsaf (Ahmet İzzet
Paşazade Süleyman)
Alim olsan ilmine bir kimse tevkîr eylemez
Câhil olsan cehlini ta’yîb ü ta’yîr eylemez
Ziya Paşa

ta’yîn: Ar. Ayn’dan; 1. Belli etme, ayırma. 2. Bir memuriyete koyma. 3. Asker ekmeği. 4. Erzak. c. ta’yînât.

Bâyir olmuş mülke ta’yîn etti mi’mâr-ı hıred
Susamışgül-zâra irsâl ebr-i nev-bahâr
Fuzûlî
Giryeyi ol dem ki ehl-i aşka âyîn ettiler
Dîde-i giryânımı ser-çeşme ta’yîn ettiler
Nevres-i Kadim
Bâkî’ye sezâ olunsa ta’yîn
Ta’bî-i müceddid-i nuhustîn
Ziyâ Paşa

ta’yîn-i hikmet-i ezelî: Ezelî hikmetin belirlenmesi.

Ta’yîn-i hikmet-i ezelîden değil habîr
Tazyî’ eder hayâtını dil-hâh aşkına
Nâbî

ta’yîr: Ar. Kabahati yüze vurma, utandırma.

Alim olsan ilmine bir kimse tevkîr eylemez
Câhil olsan cehlini ta’yîb ü ta’yîr eylemez
Ziya Paşa

taylasân: Ar. 1. Eskiden başa sarılan sarığın omuzlar üzerine salıverilmesi. 2. Baş ve boyuna sarılan şal.

Taylasânına dolaşma zâhidin ey rind olan
Kıl hazer kej-düm-sıfattır zehri kuyruğundadır
Hamdullah Hamdi
Taylasân, cübbe, kavuk, hırka, hep esbâb-ı riyâ
Dış yüzünden
Ömer’in devri muhitin gûyâ
Mehmet Akif

tayr: Ar. Kuş, Far. mürg. c. tuyûr, atyâr.

tayr-ı huzûr: Huzur kuşu.

Benim tayr-ı huzûrum bir melâlin
Gezer dest-i sitem-gârında medhûşTevfk
Fikret

tuyûr: Kuşlar.

Kalır bu bülbül-i dil gül-şen-i hayâlinde
Kaçan tuyûr kılıp âşiyân-ı hâba gider
Enverî

tuyûr-ı ceberût: Çok büyük kuşlar.

Zâtı olmuştu gıdâ-bahş-ı tuyûr-ı ceberut
Toğ iken dahı ne hayvân ne nebât ü ne cemâd
Nâbî

tâir, tâire: Uçucu, uçan; kuş.

Fikrim gibi âh dâir olsam
Dâimâ hareminde tâir olsam
Muallim Naci
Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr ü bâl
Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim
Tevfik Fikret

tâir-i dil: Gönül kuşu.

Bülbül-i cân evc-i istiğnâ-yı hüsnün tâiri
Tâir-i dilpertev-işem’-i ruhunpervânesi
Fuzûlî tâir-i eş’âr-ı nâ-puhte: Olmamış şiirlerin kuşu.

Âşiyân-ı gerd-i dehân u gûş olurdu zûd-ter
Tâir-i eş’âr-ı nâ-puhtegirân-bâl olmasa
Nâbî

tâir-i evc-i şeref: Şerefi yüce uçucu.

Tâir-i evc-i şeref oldu hümâ-yı izzet
Başımız üzre yine sâye-i devlet gördük
Behiştî

tâir-i gül-şen-ı İlâhîİlahî gül bahçesinin kuşu.

Pervâzına yok mudur tenâhî
Ey tâir-i gül-şen-ı İlâhî
Mehmet Âkif

tâir-i hayret: Hayret kuşu.

Akıl mürgin uçurup kendi mekân tutmak için
Âşiyân-gâh-ı sere tâir-i hayret kondu
Behiştî

tâir-i Kuds: Cebrail aleyhisselam.

Mürg-ı lâhutum ki nâsût âşiyân olmaz bana
Tâir-ı Kuds’üm zemîn ü âsümân olmaz bana
Ziyâ Paşa

tâir-i kurb-ı İlâhî: İlâhî yakınlık kuşu.

Getirir hâl-i mecâzîden hakîkat yoluna
Tâir-i kurb-ı İlâhîdir o mâhiyet-i aşk
Âdile Sultan

tâir-i maksûd: Kasdedilen kuş.

Yâr için eylemeğe tâir-i maksûdu şikâr
Dâne-i eşk saçıp dâm-ı nezâket kurarız
Nâbî

tayy: Ar. 1. Dürüp bükme, sarma, sarmalama. 2. Üzerinden geçme, atlama.

Tayyeder âlemi bir göz yumup açıncaya dek
Bu kadar çâbük ü çâlâk olur mu acaba
Nef’î
Cihânda ferş-i himmet tayy olunmuştur, fakat halkın
Dilinde
Hâtem’in efsâne-i in’âmı kalmıştır
Cevdet Paşa
(Lofçalı Ahmet)
Hükmün ki tahakküm edemez seyrine bir şey
Bir anda bu pâyânsız olan cevvi eder tayy
Mehmet Akif

tayy-ı arsa-i ma’nâ: Mana arsasını geçme.

Bu denlü eylemesin tayy-ı arsa-i ma’nâ
İnânını çekerek tut semend-igüftârın
Nâbî

tayy-ı lisânDili kuşatma.

Medhinin gâyeti yok tayy-ı lisân ede meğer
Demek ki binde birin nâtıka-i insânî
Nef’î

tayy-i ma’mûre-i mahrûsa: Büyük şehrin imar edilmiş kuşatması.

Buk’a, buk’a kıldı tayy-i ma’mûre-i mahrûsayı
Aldı feyz-i feth milk için duâ-yı farz-ı âmm
Fuzûlî

tayy-ı mekân: Yer değiştirme, mekânı değiştirme.

Kudret-ı Hak eyledi sedd-i zemân
Eyledi bir lahzada tayy-ı mekân
Nahifı tayy-ı menâzil: Yol alma.

Olsa aceb mi râh-revân-ı taleb nahîf
Esb eyledikçe tayy-ı menâzil zebûn düşer
Nâbî

tayy-ı meydân-ı ümîd: Umut meydanının değişmesi.

Tayy-1 meydân-ı ümîd etmeğe az kalmış idi
Tevsen-i ye’s o kadar etmiş idi bast-ı licâm
Nâbî

tayy-ı zemân: Zamanda yol alma.

Çık tayy-ı zemân açılır her perde
Bir devr geçip istediğin yerde
Yahya Kemal

tayyâr, tayyâre: bk. tayerân.

tayyib, tayyibe: Ar. İyi, hoş, güzel.

tayyib-i enfâs: Nefislerin güzelliği.

Tayyib-i enfâsın açar hâtır-ı dem-bestemizi
Girih-i gonca-i bâğı nitekim bâd-ı şimâl
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

tayyib-i hâtır: Gönlü güzel.

Ona bir necl-i asîl etti kerem-ı Rabb-ı Celîl
Kıldı gül-deste ile san onu tayyib-i hâtır
behçet

tayyib ü tâhir: Temiz ve güzel.

Tayyib ü tâhir olunca tâ ki kalbinden maraz
Bekle sen
Lokmân eşiğin derde dermân eylegil
Ümmî Sinan
(eylegil: eyle)

tatyîb: Tayyib’den; gönlünü hoş etmek, sevindirmek.

tatyîb-i dil-i zâr: İnleyen gönlü hoş etme, sevindirme.

Böyle âteşle gelip âb gibi geçmekten
Kasdın âzâre mi tatyîb-i dil-i zâre midir
Nedim

tatyîb-i hâtır: Gönlünü hoş etme.

Memnûnuyuz sâhanın geldikçe kûy-ı yâre
Tatyîb-i hâtır eyler uğrar bu hâk-sâre
Fasih (Ahmet Dede)

tatyîb-i kulûb: Kalplerin sevindirilmesi.

Tatyîb-i kulûba meylin olsun
Ahbâbına çeşme-i zülâl ol
Abdülaziz Mecdi Efendi

tâz: Far. Koşma, koşuş.

Üftâdeler şikeste vü mecrûh ü pây-mâl
Hûbân semend-i nâza binip tek ü tâzda
Bâkî
Vasfı tahsîn iledir gerdişinin cümle hemân
Var mı yoksa tek ü tâz eyler iken onu gören
Nef’î

tâz-ı semt-i irfân: İrfan semtine koşma.

Rahş-ı endîşemle aldım ben bu meydânı
Halîm
Yeke tâz-ı semt-i irfân olduğum bilmez misin
Halim Giray (Kırım Hanı)

tazallüm: Ar. Zulm’den; sızlanma, yanıp yakılma.

Tâ-be-key cür’et-i tatvîl-i tazallüm
Avnî
Ehl-i isyâna tekâzâ-yi şefâat meczûm
Yenişehirli Avni
Sad nâle-i tazallüm ü bin âh-ı cân-güdâz
Derd-i derûna olmadı hayfâ ki çâre-sâz
Ziyâ Paşa
Kopsa bir zerre cism-i hilkatten
Duyulur bir tazallüm olsun.

Sen
Göçüyorsun da arş ü ferşinle
Yok tabîatte bir inilti bile
Tevfık Fikret

tazammun: Ar. Zımn’dan; 1. Bir şeyi
başka şeyler arasında içine alan. 2. (Zıman’dan)
Kefil olma.

Bir istifâde.

Yarın.

Belki.

Ben bu elfâzın
Tazammun ettiği va’d-i baîde aldanarak
Tevfik Fikret

tazarru’: Ar. Zurû’dan; kendini alçaltarak yalvarma. c. tazarruât.

Tâ eşk-i tazarru’la vuzû’ eylemedikçe
Dest-i nigeh ol mushaf-ı ruhsâra yapışmaz
Nâbî
Alemde senden istediğim budur ey şefî’
Hâk-i tazarru’a koyuban rûy-ı iltiyâm
behiştî (koyuban: koyarak)
Düşüp hâk-i niyâz üzre tazarru’kıl oşehnâza
Erer mafûkuna elbette âşık gayrı sabr eyle
Âdile Sultan
Yalvardım i’tizâr u tazarru’lar eyledim
Aslâ tagayyür etmedi kîn u husûmeti
Ziya Paşa

tazarruf: Ar. Zariflik gösterme, incelik gösterme.

Alâyiş-i elfâzı zarâfet sanma
Alemde sükût-veş tazarruf yoktur
Nâbî

tâze: Far. 1. Yeni, nev-zuhûr. 2. Genç, körpe, sulu; yaş. 3. Bozulmamış, bayatlamamış.

Vâdi’-i aşka düşüp tâze civân sevdi meğer
Büktü kaddin nite kim pîr-i muammer hanım
Bâkî
Ne ola feyz-i bahârı istemezse şimdi isti’dâd
Yanında seng-i hârâ ile tecellî tâze yeksândır
Riyazî
Tâze gül gibi mutarrâ idi hep
Beden-i pâki musaffâ idi hep
Hakanî
Yine ey leylî hırâmım beni mecnûn eyledin
Baştan tâzeledin derdimi mağbûn ettin
Hayretî

tâze-gû: Taze söz söyleyen; yeni konuşan. c. tâzegûyân.

Ne bâğ-ı hüsne sana bedel tâze-rû gelir
Ne kûy-ı aşka bana bedel tâze-gû gelir
Nâbî
Değildir tâze-gû yârâna pey-rev
Nâilî
ammâ
Yine inkâr olunmaz şâir-i nâzik tabîattir
Nâilî

tâze-rû: Genç yüzlü. c. tâzerûyân.

tâzegûyân: Güzel yüzlüler.

Kalmadı
Nâbî

visâl tâzerûyâna heves
Şimdi âgûş-ı hayâle tâze mazmûndur düşer
Nâbî

tâze-res: Yeni yetişen.

Nev-nihâl-i çemen-istân-ı cemâl
Gonca-i tâze-res bâğ-ı visâl
Sünbülzade Vehbi

tazı: Far. 1. Arap; Arabî, Araba mensup. 2. Tazı, av köpeği.

Geh şikâre çıkalım dâire-i küh-sâre
Diyelim tâzîye tut, tavşana kaç kaç ammâ
Enderunlu Vâsıf

ta’zîb: Ar. Azab’dan; eziyet etme, boşuna yorma. c. ta’zîbât.

Her rûz figânı ile tâ şeb
Ta’zîb çekerdi ehl-i mekteb
Fuzûlî
Vicdânların azâbıyız onlar tanır bizi
Ta’zîb için ziyâretegelmiş sanır bizi
Yahya Kemal

ta’zîb-i nigah: Bakış üzüntüsü.

Öyle ta’zîb-i nigâh eyleme bedbîn olarak
Bırak etrâfi da karşında duran ma’bede bak
Mehmet Akif

ta’zîm: Ar. Azm ve azamet’ten; 1. Büyük sayma, ululama, büyükleme. 2. Saygı gösterme, ikram etme. c. ta’zîmât.

Tedrîcle geldiler cihâna
Ta’zîm ile oldular revâne
FuzûH
Sana ta’zîm olunursa ne güzel
Etmeyen câhil ile etme cedel
Nâbî
Sensin ol hakan-ı a’zam kim eder ta’zîm ile
Âsitânında havâkîn-i cihân vaz’-ı cebîn
Nef’î
İnip melâik-i rahmet cihân-ı bâlâdan
Harîm-i kabrine ettikçe her zemân ta’zîm
Mehmet Akif
Ta’zîm eden bilir sirişkim
Dâmânına serpilir sirişkim
Muallim Naci

ta’zîr: Ar. Azr “tenkit etme”dan; 1. Tekdir etme, azarlama. 2. Suçluyu suçuna göre sözle tekdir etme.

Olur tahzîre bâis düşmen ammâ dost ta’zîre
Bana nâfi’gelir tedkîk olunsa dosttan düşmen
Nâbî
Mülkü yıksan kimseler tevbîh ü ta’zîr eylemez
Cânını etsen fedâ bir kimse takdîr eylemez
Ziya Paşa

taziyane: Far. 1. Kırbaç, kamçı. 2. müz. Tezene, mızrap. 3. mec. Sebep, vasıta. taziyane-i âlî
Ulu kamçı.

Ederdi illetinin tâziyâne-i âlî
Onun şükûfe-i bed-baht-ı ömrünü târâc
Cenap Şahabeddin ta’ziye, ta’ziyet: Ar. Azv’den; baş sağlığı dileme.

İlâhî değildir sözüm iftihâr
Tesellîye mâder için bir medâr
Bu uslûb ile maksadım ta’ziyet
O mahzûna kalbini takviyet
Muallim Naci

ta’zîz: Ar. İzzet’ten; izzetli, şerefli kılma. c. ta’zîzat.

Eğil hürmetle zâir, pîş-i ta’zîzinde heybetler
Celâdetler kuşanmış yükselen tâk-ı hamiyyettir
Tevfik Fikret

tazmîn: Ar. Zımn ve zımân’dan; 1. Zarar ve ziyanı ödeme. 2. ed. Başkasına ait olan bir mısra, beyit veya sözü söyleyerek veya çalarak kendi şiir veya nesrine katma işi. c. tazminat.

Bu mahalde aceb evsâfına çespân görünür
Ne ola bu beytini
Bâkî’nin edersem tazmîn
Nef’î

tazyî’: Ar. Zıyâ’dan; zâyi etme, telef etme, kaybına sebeb olma. c. tazyîat.

Ta’yîn-i hikmet-i ezelîden değil habîr
Tazyî’ eder hayâtını dil-hâh aşkına
Nâbî

tazyî’-i evkât: Vakitleri boşa harcama.

Şühûd-ı nüsha-i sun’a nev-â-nev bulmayan kudret
Edip tazyî’-i evkâtın hikâyât-ı kühen söyler
Nâbî

tazyî’-i hayat: Hayatı tüketme.

Zâhid yürü gel ders alalım nağme-i neyden
Tazyî’-i hayât eyleme iç sen de bu meyden
Muallim Naci

tazyî’-i nefes: Nefes tüketme
Bir yerde ki yok nağmeni takdîr edecek gûş
Tazyî’-i nefes eyleme tebdîl-i makam et
Ziyâ Paşa

tazyî’-i zeman: Zamanı boşa geçirme.

Dersen olayım kemâli hâiz
Tazyî’-i zemânıgörme câiz
Muallim Naci

tazyik: Ar. Zîk veya dîk’tan; 1. Daralma. daraltma. 2. Sıkıştırma, darlaştırma. 3. Baskı, zorlama. 4. Sıkıntı verme. c. tazyîkât.

Haylî tazyik eyledi ehl-i harem
Nâgehân etti Rab
Kâ’be-i kerem
Muallim Naci
Tazyikinin altında silinmiş gibi eşbâh
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh
Tevfik Fikret

teab: bk. taab.

teâkub: Ar. Akab’tan; birbiri arkasından gitme, birinin peşi sıra gitme.

Teâkub etmededir birbirin kederle safâ
Gelir dimâğagüşâd âhirinde zükâmın
Nâbî
Tâ kim teâkub eyleyeler leyl ü nehâr
Tâ kim cihân müşâhid ola nûr u zulmeti
Ziyâ Paşa

teâkub-ı ye’s ü ümmîd: Ümit ve üzüntünün arka arkaya gelmesi.

Evkâtımız teâkub-ı ye’s ü ümmîdden
Gûyâ ki rahne rahne-i dendân-ı erredir
Nâbî

teâküs: Ar. Yansıma.

Teâküs etmese şevk-i tecellî inlemez diller
Hurûşu hep cibâlin aks-i te’sîr-i sadâdandır
Nevres-i Kadim

teâlâ, taâlâ: Ar. Ulüvv’den; “yüksek olsun” anlamına gelen bir söz olup, Allah adıyla birlikte kullanılır.

A’dâsının alçaklığı ettikçe tevâlî
Eyler o ziyâ-güster âfâk-ı teâlî
Muallim Naci

teâl Allah: “Allah yükseltsin”.

Teâl Allah zehî devr-i dil-ârâ-yı safâ-âver
Nefi teâlî: Ar. Ulüvv’den
Yükselme, ululanma.

A’dâsının alçaklığı ettikçe tevâlî
Eyler o ziyâ küster-i âfâk teâlî
Muallim Naci

teâmül: Ar. Amel’den; 1, İş. 2. Bir işin oluşu. 3. Devamlı olan iş.

El çekmez o meh-pâre bana cevr ü cefâdan
Ma’şûklara resm imiş ey dil şu teâmül
esad Erbilî

teânuk: Ar. Unk’tan; birinin boynuna sarılma.

teânuk-ı husemâ: Düşmanların boynuna sarılma.

Lisân-ı emrine tâbi teânuk-ı husemâ
Nigâh-ı hükmüne nâzır tevâfuk-ı azdâd
Nâbî

teâvün: Ar. Avn’den; yardımlaşma, birbirine yardım etme. c. teâvünât.

Bu ne encâmı yok tegâbündür
Beşere şân veren tevâvündür
Muallim Naci
Ne kişver üstüne râyet-keş-i cihâd olsan
Olur tevâvüne ervâh-ı enbiyâ me’mûr
Nâbî

teâzum: Ar. Azm’den; gözünde büyütme, büyük görünme.

Gönlüm büyüyor teâzumundan
Pür-cûş oluyor telâtûmundan
Muallim Naci

teb: Far. 1. Titreme; sıtma. 2. Sıcaklık, hararet.

Tâb-ı hüsnünden
Muhibbî bir harâret bağladı
Teb tutar gibi olur sâhibî-firâş üç günde bir
Muhibbi, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Şâh ü dervîşe berâber yetişir cezbe-i aşk
Hâsılı teb tutıcak her kişi yeksân titrer
Bâkî (tutıcak: tutunnca)
Olmasa derd-i teb aşkınla ger bîmâr şem’
Böyle yanıp yakılıp olmazdı zer-dûzân şem’
Riyazî

teb-i endûh: Üzüntü titremesi.

Her kim götürürse teb-i endûha şifâdır
Bu matla’-ı cân-perveri
Nâbî sühanımdan
Nâbî

teb-i hicr: Ayrılık titremesi.

Teb-i hicrinde her kim ki tuta cân u dili lerze
Figân u âh u nâlemden zemîn ü âsumân titrer
İbni Kemâl

teb-i hicrân: Ayrılık titremesi.

Bir gözü bîmârın ey Yahyâ teb-i hicrânıdır
Pister-i gamda dil-i pür-ıztırâbı inleten
Şeyhülislam Yahya

teb-lerze: Sıtma titremesi.

Gittikçe ziyâde oldu derdi
Teb-lerze ferâğatin giderdi
Fuzûlî
Teb-lerze gelirdi nefes-i serd-i adûdan
Olmasa bana bddem-i teb çeşm-i sühan-gû
Esrar Dede

teb-lerze-i cân-güdâz: Can eritici titreyiş.

Kânûn u nekkâre savt-ı şîven
Teb-lerze-i can-güddz def-zen
Şeyh Galip

teb-lerze-i mevt: Ölünün titremesi.

Tuttu teb-lerze-i mevt etti yerinden tahrîk
Huldu hak etsin onun cdy-geh-i ihsdnı
Sürûrî
(Kâm Mersiyesi)

teb-lerze-zâd: Sıtmaya tutulmuş, tir tir titreyen.

Teb-lerze-zâd gevher-igaltdn-ı gurbetim
Mihr-i sedef sabâh-ı Nişâbûr’dur bana
Şeyh Galip

teb-zede: Sıtmaya tutulmuş.

teb-zede-i kahr: Öfke sıtmasına tutulmuş.

Hasta-i teb-zede-i kahr geh dermân bulamaz
Olsa da
İsî gibi bi’l-cümle etıbbâ’-i huzzâk
Yenişehirli Avni

teba’: Ar. Tâbi olma, uyma.

tetâbu’: Teba’ dan; aralıksız, birbiri ardından gelme.

Mazrûfu tetâbu’-ı semâvât
Mefûfu tevâlî-i müsâfât
Abdülhak Hâmit

tetâbu’-ı izâfât: İzafetlerin arka arkaya gelmesi.

Manzûme-ı Fârisî veş ebyât
Bi’l-cümle tetâbu’-ı izâfât
Şeyh Galip
Evzânda tahürrüz-i zihâfât
Teksîr-i tetâbu’-ı izâfât
Ziyâ Paşa

tebâh: Far. 1. Fena, bozuk, çürük, berbat. harap, yıkıntı. 2. Yıkılmış, tükenmiş.

Gerçi ben kendimi tebâh ederim
Bâri ibka-yı nâm edergiderim
Muallim Naci
Etmez bize ol şûh-ı sitem-pîşe nigâh
Hâl dilimiz olmada gittikçe tebâh
Kebûterî
Görüp o hâleti akl u şuûrum oldu tebâh
Düşüp ayağına ol demde eyledim rû-mâl
Nedim
Akıle lâyık mı ferdâyı ferâmûş eylemek
Fikr-i şenbih tıflın eylerken tebâh âzînesin
Sünbülzade Vehbi

tebâhî: 1. Berbat, kötü, fena hâl. 2. Yokluk.

Atîde, o gayya-i serâirde müheyyâ
Girdâb-ı tebâhîye düşen seyl-i revânı
Bütün a’mâr-ı cihânı
Tevfık Fikret

tebeh: Tebâh’ın hafifletilmişi.

Ümîdle ömrüm oldu zâyi’
Hâlim tebeh etti za’f-ı tâli’
Fuzûlî

tebeh-rûz: Sefil, perişan; düşkün.

Sen gibi ehl-i hüner pâdişâhın devrinde
Yaraşır mı şuarâ ola tebeh-rûz u hakîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

tebâhî: Ar. Övünme, gururlanma.

tebaiyyet: Ar. Tâbi olma, uyma.

Milliyeti nisyân ederek her işimizde
Efkâr-ı Frenk’e tebaiyyet yeni çıktı
Ziya Paşa

tebâr: CM) Far. Soy, nesil, asıl.

İftihâr eyler kemâlinle kemâlât-ı cihân
Bin yaşa âlemde ey allâme-i âlî-tebâr
Şeyh Vasfî
Celâl ü haşmetin ârâyiş-i hîş ü tebâr olsun
Nedim tebârek, tebâreke: Ar. Bereket> mübârek’ten; “mübarek etsin”

tebârek Allah: Allah mübarek etsin.

Nebât-ı la’li sözünden zülâl olur deryâ
Tebârek Allah eğerşekker ise ancak ola
Şeyhi
Ra’nâ ra’nâ yürürdü ol mâh
Bir şekl ile kim tebârek Allah
Fuzûlî
Ey tâir-i gayb-ı sânek Allah
Pervâzına bin tebârek Allah
Muallim Naci

tebâşîr: Ar. 1. Müjde. 2. Her şeyin ilk zamanı, öncesi.

Tebyîza tebâşîr ile olsun çalışırdım
Mesrûr!
Benim baht-ı siyâhım sen olaydın

tebâüd: Ar. Bu’d’dan; uzaklaşma, birbirinden uzak düşme. c. tebâüdât.

Gözlerin bir lahza gönlümden tebâüd eylemez
Göz göz etmiştir dil-i sevdâ-penâhî gözlerin
Muallim Naci
Bir câiledir ki fikr-i çeşmin
Dilden ebedâ, tebdüd etmez
Muallim Naci
Tebbet: Ar. Kur’an’da geçen 111. surenin başlangıç ismi.

Tebbet-i vârûn: Tersine
Tebbet.

Ayetleri bozmamak şartıyla bu sureyi tersinden okumakla, mecliste ağırlık veren kişinin kalkıp gitmesini sağlamak için kullanılırmış.

Gamzeler ikbâl ü şevka günde bin efsûn okur
Nekbet-i endûha hattın
Tebbet-i vârûn okur
Nedim

tebcîl: Ar. Becl veya bücül’den; tazim gibi büyük tutma, büyük sayma, ululama. c. tebcîlât.

Âyet-i ruh-ı nûrun ol dem ki tertîl eylerim
Rûh-ı Dâvud’u menâkıb-hânı tebcîl eylerim
Ali
Ruhi
Nice tebcîl olunmaz pây-i iclâlin ki âlemde
Celâdetle leked-kûb-ı kafâ-yı
Lât ü Uzzâ’dır
Sünbülzade Vehbi
Tezkîr olunur la’n ile Haccâc ile Cengiz
Tebcîl edilir
Nûşirrevân ile Süleymân
Ziya Paşa

tebdîl: Ar. Bedel’den; başka bir şekle koyma, değiştirme, değiştirilme. c. tebdîlât.

Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin
Nâbîyâ çok bâde-hârın görmüşüz
Nâbî
Harîr-işu’leye tebdîl edip libâs-ı teni
Fenâda anladı zevk-ı hulûdpervâne
Şeyh Galip
Olmayınca nef’i fevka’l-bahre kesb-i şân için
Şark filosun
Rusya tahte’l-bahre tebdîl eyledi
Tahirü’l Mevlevi

tebdîl-i ahlâk: Ahlak değiştirme.

Felek tebdîl-i ahlâk eyleyip adle salâ etti
Zemâne el çekip ağyârdan âlem-penâh etti
Bağdatlı Ruhi

tebdîl-i câme: Elbise değiştirme.

Tebdîl-i câme etmeğe yok meyli
Nâbîyâ
Yek-rengdir libâs-ı hazân ü bahâr-ı serv
Nâbî

tebdîl-i hevâ: Hava değişikliği.

Şimdi tebdîl-i hevâ var mı benim istediğim
Bırakın hâlime artık beni, râhat öleyim
Mehmet Akif

tebdîl-i kıyâfet: Kıyafet değiştirme.

Asl-ı kânûn-ı tabîatde tagayyüryoktur
Vak’a tebdîl-i kıyâfetle gelir her gün için
Tevfik (Neyzen)

tebdîl-i makâm: Makamı değiştirme.

Her nâlede bir nahl-i güle kondu safâdan
Her nağmede tebdîl-i makam eyledi bülbül
Nâbî
Bir yerde ki yok nağmeni takdîr edecek gûş
Tazyî’-i nefes eyleme tebdîl-i makam et
Ziyâ Paşa

tebdîl-i meslekMeslek değiştirme.

Tebdîl-i meslek ettiremez ibtilâ bana
Gönlüm sebât arsasının kahramânıdır
Muallim Naci

tebdîl-i nijâd u şiyem: Huy ve soysopu değiştirme.

Te’sîr-i füyûz-ı nazar-ı terbiyet ile
Şeytân bile tebdîl-i nijâd ü şiyem eyler
Yenişehirli Avni

tebdîl-i usûl: Usulü değiştirme.

Biz kim bu makâm içreyiz edvâr bozulsa
Tebdîl-i usûl eylememek âdetimizdir
Yenişehirli Avni

tebeddül: Değişme, başka hâle girme. c. tebeddülât.

Olmuş bu tebeddül-i lisâna
Bâis iki hüsrev-iyegâne
Ziyâ Paşa
Tebeddül eyledi esmâ ile hâl-i cihân şimdi
Sipihre hâk-dân derler, zemîne âsmân şimdi
Ziyâ Paşa

tebeddülât: Değişmeler.

tebeddülât-ı şuûn: Olayların değişmeleri.

Tasavvurât-ı maânî tebeddülât-ı şuûn
Muâmelât-ı kazâyâ tenevvür-i esrâr

tebeddül: bk. tebdîl tebeh: r) bk. tebâh.

teber: Rp) Far. 1. Balta. 2. Dervişlerin taşıdıkları ve yarım ay şeklinde olan balta.

Teberi alıp eline meh-i nev gökte durur
Tâ ki def’ eyleye senşâha erişen zararı
Zâti
Hâleden giymiş eteklik teberi dûşunda
Meh-i yek-hefte olup peyki eder cevlânı
Nadirî (Ganizade)
“Destime aldım teberi
Kimseden etmem hazeri

teber-dâr: Baltacı. c. teber-dârân.

Zemânında teber-dârân yeri sûzân olup oldu
Bu hâlet sûretâ ona ziyân ma’nîde ammâ sûd
Nedim

teber-hîz: Balta atılan.

Teber-hîzimden alır intikamın âteşin ammâ
Sen âhen-dillik etme sebkat etmiş mâ-cerâdan geç
Nâbî

teberrâ, teberrî: Ar. Berî’den; 1. Uzaklaşma, çekilme, uzak durma. 2. Sevmeyip yüz çevirme.

Görse bu herzeleri tebrie-i zimmet ile
Yakasın silker idi ehl-i teberrâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
Teberrâ eylemiştir ülfet-i erbâb-ı gafletten
Enîs-i sâfilîn olmaz dil bîdâr-ı âlîden
Muallim Naci

teberrâ-yı adem: Yokluktan uzak durmak.

Mahv-i hâk-i reh-işâhen-şeh-i kevneynim ben
Ne tevellâ-yı vücûd ü ne teberrâ-yı adem
Akf Paşa teberrük: Ar. Bereket’ten; mübarek sayma, uğur sayma. c. teberrükât.

Teberrük aldı görüp fikr-i zülf-i meftûlün
Hayâl-i hâl-i lebin buldu yâdigâr gözüm
İbni Kemâl
Teberrük cânın al
Ümmî Sinân
ân
Kalenderdir kalenderdir kalender
Ümmî Sinan

teberzed: Far. Nöbet şekeri.

Nisâr ayağına dürr ü zeberced
Ayağı tozuna misk ü teberzed
Yazıcı Mehmet Efendi

tebessüm: Ar. Besm’den; gülümseme. c. tebessümât.

Açılır gönlüm gehî kim girye-i telahhum görüp
Açar ol gül-ruh tebessüm birle la’l-i nev-şahnedir
Fuzûlî
Gönlümce tebessüm oldu mu’tâd
Çeşmimde cihân tebessüm-âbâd
Muallim Naci
Her seher-geh ağlayıp bülbül tazallum gösterir
Gül onun ağladığın görüp tebessüm gösterir
Nizamî
Bir bûse mi bir gül mü verirsin derdi gönlüm
Bir nîm tebessümle o âfet gülü verdi

tebessüm-i amelî: Sahte tebessüm.

Tebessüm-i amelîye inanmazuz
Nâbî
Sadâ-yı hande-i bî-ihtiyârı biz biliriz
Nâbî

tebessümât: Gülümsemeler. neş’eli sarışın kızcağız sararmış iken
Tebessümâta yine iltifât ederdi lebi
Cenap Şahabeddin tebettül: Ar. Dünya işlerinden elini eteğini çekerek Allah’a yönelme.

Gel tebettül eyle
Hakk’a ey gönül
Alıkor yoldan seni bu ihtilât
Nuri

tebhâl, tebhâle: Far. 1. Uçuk, dudak kabartısı. 2. mec. Şarabın üzerinde olan hava kabarcığı, habâb.

Pür-cûş aks-i la’l-i tebhâle dârın olsun
Her sunduğun kadehte sâkî habâb göster
Nâilî
Hastelikten şöyle tenhâyım bu gurbet-hânede
Penbe ile ağzıma süd emzirir tebhâleler-kai
La’l-i lebinden ey meh donmuşşarâbgöster
Tebhâleden de onda şekl-i habâb göster
Recaizade Ekrem

tebhâle-dâr: Uçuklamış.

Pür-cûş-ı aks-i la’l-i tebhâle-dârın olsun
Her sunduğun kadehte sâkî habâb göster
Nâilî

teb-lerze: bk. teb.

teblîg: Ar. Bülûğ’dan; 1. Yetiştirme. eriştirme, bitiştirme. 2. Taşıma, götürme. c. teblîgât.

Şöyle teblîg-i hakikat ile yordu gûşuma
Ey zavallı merd-i gâfil eyleme reyb ügümân

tebrîd: Ar. Bürûdet’ten; 1. Soğutma, soğutulma. 2. mec. Ara açılması.

Adû benden seni tebrîde olsa ittifâk üzre
Ne bâkim var hulûs elbette gâlibtir nifâk üzre
Nabi
Tebrîd olunan âşıka tedbîr seferdir
Sermâ-zedenin derdine dermdn olur âteş
Vâhid
Mahdumî

tebrie, tebriye: Ar. Berâet’den; 1. Birini temize çıkarma, kurtarma. 2. Borçtan kurtarma.

Görse bu herzeleri tebrie-i zimmet ile
Yakasın silker idi ehl-i teberrâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

teberrâ: 1. ben olma. 2. sevmeyip yüz çevirme.

tebrîk: Ar. Bereket’ten; “kutlu, mübarek olsun” demek kutlulama. c. tebrîkât.

Veliyy-i nimetine herkes etmede tebrîk
Varıp efendisine kullar olmuş izzet-yâb
Esrar Dede
Bildi
Zârî rütbe-i bâlâyı aşka mahzarım
Geldi ahbâb eyledi tebrîk tebrîk üstüne
enderun! Zârî

tebrîz: Far. İran’ın büyük şehirlerinden biri olup
Orta
Çağ’da divan şiirinin merkezi durumundadır.

Daha çok
Şii inancının merkezi olarak zikredilir.

Muzaffer ola serdârın eyâ şâhen-şeh-i gâzî
Ne
Tebriz’i koyaşâh-ı kızılbaşa ne
Şîrâz’ı
Nef’î
Dil-zinde-i feyz-ı Şems-ı Tebrîz
Bî-pâre-i hâme-işeker-rîz
Şeyh Galip
Ser-mest-i câm-ı vuslat-ı şân oldu tûğlar
Tebriz’e reh-nümâ-yı inân oldu tûğlar
Yahya Kemal
Câm-ı emeli, kırmadan, ol şıhne-ı Tebrîz
Mümkündür eder bâde-i hûnin ile leb-rîz
abdülhak Hâmit

tebşir: Ar. Beşr’den; müjdeleme, müjde verme, sevinilecek haber verme. c. tebşirât.

Tuttugül-bâng-ı zafer arş-ı azîmi öyle
Etti
Cibrîl-ı Emîn rûh-ı Üveys’i tebşîre
Üsküdarlı Hakkı Bey
Tebşîr kılıp
Sühan mukaddem
Dedi ki eyâ hıdîv-i ekrem
Şeyh Galip
İki târîhimle tebşîr eyleyeyim nâsı her ân
Müjde-bâd aldı
Arîş’i seyfle cenk-âverân
Sürûrî

tecâhül: Ar. Cehl’den; cahil gibi görünme, bilmemezlikten gelme. c. tecâhülât.

Gördüğün yerde
Necâtî’yi tecâhül edesin
Hüsnüne mağrûrsun ne-y-ki bu istiğnâ yiğit
Necati Bey
Dil-ber tecâhül etse becâdır rakîbten
Olmaz gedâ-yı dehre şeh-i âlem âşinâ
Halim
Giray (Kırım Hanı)
Tecâhül kıl bu eyyâm-ı hüner-düşmende, âkılsen, Sakın izhâr-ı ilm etme, Atâ, gâyet cehâlettir
Atâullah (Şeyhülislam Mehmet)

tecâhül-i ârif: ed. Bir özel nükteye dayanan, bilinmesi meçhul tarzda söz söyleme sanatı.

tecânüb: Ar. İctinâb’dan; çekinme, sakınma.

Sokuldukça ben eylerdim tecânüb
Çekilsem etmek isterdi takarrüb
Recaizade Ekrem

tecâvüz: Ar. Cevâz’dan; 1. Ötesine geçme, sınırı geçme. 2. Saldırma, sarkıntılık, sataşma. 3. El uzatma, başkasının hakkına dokunma. c. tecâvüzât.

Gerçi nimet çok, kifâyetten tecâvüz kılma kim
İmtilâ bâr-ı bedendir bî-huzûr eyler seni
Fuzûlî
Hadd-i lebi tecâvüz eden râz
Nâbîyâ
Bir gündegerdiş eylemedik encümün mü kor
Nâbî
Fusûl-ı erba’a etse tecâvüz hadd-ipergârın
Nizâm-ı mümkünâta ihtilâl eylerdi istîlâ
Nâbî

tecdîd: Ar. Cidd’den; yenilenme, yenileme; tâzelenme. c. tecdîdât.

Hamdülillâh yine insâfa gelip çarh-ı anîd
Eyledi bahtım ile ahd-i vifâkı tecdîd
Nef’î
Şevvâl geldi ârzû-yı îd kalmadı
Esbâb-ı şevka niyyet-i tecdîd kalmadı
Nâbî
Ta ki bu levha-ipîrûzede kilk-ı Bercîs
Ede her rengte tecdîd mezâmîn-i kühen
Keçecizade İzzet Molla

tecdîd-i azâ: Sabır yenileme.

Tutmuştu tarîk-ı ehl-i mâtem
Tecdîd-i azâ kılıp dem-â-dem
Fuzûlî

tecdîd-i hayret: Hayreti yenileme.

Tecdîd-i hayret eylemedir kârı
Nâbîyâ
Kevnin eden müşâhede nakş-ı nev-â-nevin
Nâbî

tecebbür: Ar. Cebr’den; kibirlenme, büyüklenme. c. tecebbürât.

Kanda kaldı bunun evvelki tecebbür, i’tilâ
İki târîhim eder küffârı derde mübtelâ
sürûrî

teceddüd: Ar. Cidd’den; tazelenme, yenilenme, yeni olma. c. tededdüdât.

Eskiyip gerçi hâne gitmededir
Fikrim ammâ teceddüd etmededir
Muallim Naci
Nedir bu feyz-i teceddüd bu cûşiş-i mütemâdî
Cihân mı arşa safâ-gû
Hudâ mı âleme nâdî
Kemalzâde Ekrem Bey
Kendi milliyetinin kendi muhîtinde doğan
Yerli, hem halkı teceddütlere hattâ udvân
Mehmet Akif

tecellâ: bk. tecellî tecellî: Ar. Celâ ve celv’den; 1. Görünme, belirme. 2. Kader, talih. 3. Allah’ın lutfuna nail olma. 4. tas. Allah nurunun tesiriyle makbul kulların kalbinde
İlahî sırların ayan olma hâli. c. tecelliyât.

Tecellî neş’esin ehl-i şikem idrâk kâbil mi
Behişt andıkça zâhid ekl ü şürbün lezzetin söyler
Koca Râgıp Paşa
Bihişt-i kûyun içre niçegündür muntazırlardır
Tecellî eyle gel âşıkların dîdârıgörsünler
Cinanî
Tecellîden nedir maksûdu yârin ben de hayrânım
Tecellî dîde-i ser-gerdân tecellî zâr-ı hayrette
Muallim Naci
Tecellî, şahsın isti’dâdına vâ-bestedir elbet
Ki zişte zişt olur âyîne, zîbâya ise zîbâ

tecellî-i cemâl: Güzelliğin ortaya çıkışı.

Tecellî-i cemâlin âşıkı zâr ü zebûn eyler
Bu ihsânından özge âşıka vuslat mı var yâ Rab
Âdile Sultan

tecellî-i hâlıkıyyet: Yaratılış görüntüsü.

Kâilim mu’cizât-ı aşka bütün
Bilirim hüsn ü ân ne kudrettir
Hele te’sîr-i hârık-ı hüsnün
Bir tecellî-i hâlıkiyyettir
Fâik
Âlî Bey

tecellî-i İlâh: Allah’ın tecellisi.

Mebhit-i feyz-i cenâb-ı aşktır
Esrâr dil
Mevlevî-âsâ tecellî-ı İlâh eyler semâ’
Esrar Dede

tecellî-i ruh: Yanak görüntüsü.

Tecellî-i ruhunu dâimâ
Cem üzre düşür
Hemîşe çünki bilirsin düşer türâba güneş
Cem Sultan

tecellî-i ruh-ı cemâl: Güzel yanağın görüntüsü.

Doyamaz kimse tecellî-i cemâl-i yâre
Özge hâl, özge cemâl, özge temâşâdır bu
Bağdatlı Ruhi

tecelliyât: Tecellî’ler.

Kimsin bilinmedin şu kadar var ki eyledin
Şem’-i tecelliyâtınapervâne âlemi
Muallim Naci

tecelliyât-ı Hak: Hakk’ın görüntüleri.

Tecelliyat-ı Hak’tır akl ile idrâk müşkildir
Bi-hamdi’llah imdâd-ı Resûlu’llah hâsıldır
Âdile Sultan

tecelliyât-ı lütf u kahr: İhsan ve öfke tecellileri.

Fikreyle tecelliyât-ı lutf u kahrın
Aklın var ise ne ye’sgelsin negurûr
Hâletî (Azmizade)

tecellî-gâh: Tecelli yeri. tecellî-gâh-ı aşkaşkın tecelli ettiği yer.

Herkesin hâlince vardır bir tecellî-gâh-ı aşk
Bîsutûn
Ferhâd’a kûh-ı Tûr şeklin gösterir
Esat
Muhlis Paşa
Tecellî-gâh iken binlerce rinde
Melâmet söndü
Şark’ın heryerinde
Yahya Kemal

tecellî-gâh-ı kalb: Kalbin tecelli ettiği yer.

Ser-â-pâ nûr-ı aşkı seyr eder çeşm-i şehâdetle
Tecellî-gâh-ı kalbimgûyâ bir
Tûr-ı Sînâ’dır
Âdile Sultan

tecellî-geh: Tecelli yeri. tecellî-geh-i aşkaşkın tecelli yeri.

Ki tecellî-geh-i aşk olmuştur
Nûr-ı Peygamber ile dolmuştur
Hakanî

tecellî-zâr: Tecelli yeri.

Mehâsin berk urup her âteşîn ruhsâra düşmüştür
Fürûg u nûru kudsîdir tecellî-zâra düşmüştür
Abdülaziz
Mecdi Efendi

tecellâ: Görünme, belirme.

Yüzün ey reşk-i kamer nûr-ı tecellâ mı değil
Boyun ey nûr-ı basar gayret-ı Tûbâ mı değil
Nizamî
Sînemi târ-ı ruhun kapkara yaktı yer yer
Tûr-veş mazhar-ı envâr-ı tecellâ oldum
Cinânî
Kûy-ı yâre gitmeden maksûd bir dîdârdır
Cüst ü cûy-ı Tûr’dan mûr-ı tecellâdır garaz
Fahri (Şeyhülislam Fahrüddin Dede)

tecellâ-yı cemâl: Güzelliğin görünüşü.

Dilin bir kez sınık mirâtine baktı yüzün dürdü
Tecellâ-yı cemâlin var ise dil-dâr çok gördü
Şeyhülislam Yahya
(sınık: kırık ; dür-: buruşturmak)
Celâlin görmeyen câna tecellâ-yı cemâl olmaz
Firâkın oduna mûmum belâsız bâl olmaz
Behiştî

tecellüd: Ar. Yalandan yiğitlik gösterme.

Ne rütbe etse tecellüd gıyâbınızda gönül
Huzûrunuzla gider ihtiyâr
Niçin?
Recaizade Ekrem

tecemmu1: Ar. Cem’den; toplanma, birikme, yığılma. c. tecemmuât.

Tecemmu’ eyledi
Meydân-ı Lâhm’e
Edip küfrân-ı ni’met nice bâgî
Koyup kaldırmadan ikide birde
Kazan devrildi söndürdü ocağı
Keçecizade İzzet Molla

tecemmül: Ar. Cemâl’den, güzelleşme, süslenme; süs. c. tecemmülâl.

Ey Fuzûlî dehr hâlin şâh-ıgülden kıl kıyâs
Kim verip evvel tecemmül sonra uryân eylemiş
Fuzûlî
Dağıtır kendini bir âh ile zülfünde gönül
Rind-i âvâre-reviş fikr-i tecemmül mü arar
Nâilî
Ne denlü saklasan ey köhne pîr-i nâ-bâlig
Tecemmülün yine mîrâs-hâra değmez mi
Nâilî
Sabrınıgâret edip aldılar eşk-i çeşmin
Sende
Yahyâ ne tecemmül ne tahammül kodular
Şeyhülislam Yahya

tecemmül-i sûzYakıcı güzellik.

Şîve-i takdiri pek dil-dûzdur
Hikmeti gâyet tecemmül-i sûzdur
Kâzım Paşa

tecemmülât: Süslenmeler, süsler.

Terk et tecemmülâtı azm eyle râh-ı aşka
Tut kim olancasını sattın şarâba verdin
Behiştî

tecerru’: Ar. Cur’a’dan; yudum, yudum, süzerek içme.

Fânî beşer, o çeşme-ı Hızr’ın zülâlini
Bir ân tecerru’ etmese her dem zevâlini
Ta’cîl eden şu nüsg-ı hayâtında mündemic
Tevfik Fikret

tecerrüd: bk. tecrîd.

tecessüd: Ar. Cesed’ten; vücut bulma. gövdelenme.

Tecessüd eylemişgûyâ ki subhun rûh-ı mahmûru
Semâdan yâhûd inmiş, hâke
Sinâ-reng olup, Dîdâr
Mehmet Akif

tecessüm: Ar. Cism’den; 1. Cisimlenme, boyut kazanma. 2. Belirmeye, görünmeye başlama.

Tecessüm eylemiş aczin emelle ittihâdından
Zuhûr etmiş, hayır, şûrîde bir kalbin remâdından
Tevfik Fikret

tecessüs: Ar. İç yüzünü araştırma, merak. c. tecessüsât.

Etse tecessüs turra-i pür-tâbını
Kesret-i ağyârden bin dile bir ham bulur
Nâilî
Arkada bin nigâh-ı tecessüs, ey sen nihân
Bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân
Tevfik Fikret

tecessüs-i kibrît-i ahmer: Kırmızı kibritin iç yüzünü araştırma.

Düşmüş kimi tecessüs-i kibrît-i ahmer
Olmuş kimine mûcib-i iflâs kîmyâ
Ziya Paşa

tecezzî: Ar. Cüz’den; kısım kısım bölünme, ufalanma.

Aslı tecezzüv’dür.

tecezzî-pezîr: Ufalanabilen, parçalanan.

Değil me’âli tecezzî-pezîr ey Nâbî
Eğerçi sûret-i elfâz pâre pâregelir
Nâbî

techîl: Ar. Cehl’den; birinin bilgisizliğini, cahilliğini ortaya çıkarma. c. techîlât.

Eyleme kimseyi kat’â techîl
Etme mahlûk-ı Hudâ’yı tahcîl
Nâbî

tecribe, tecrübe, tecrübet: Ar. 1. Denemek, sınamak. 2. Görgü. 3. Görmüşlük, geçirmişlik. c. tecârib.

Düştü cüdâ naîm-i safâdan ebu’l-beşer
Oldu
Halîl’e tecribegerden-püser

Mirâta bakma bir iki gün eyle tecribe
Sabr eylemek firâkına müşkil değil midir
Nahifi
Tecrübe ehli bunu böyle bilir
Kim ki çok söyleye ol çok yanılır
Atâyî (Nevizade Atâullah)

tecrübet-âmûz: Tecrübe öğreten.

Sâkî bize mey sun ki dil-i tecrübet-âmûz
Endîşe-i encâm ile vakf-ı halecândır

tecrübe-gâh: Tecrübe yeri.

Düştü cüdâ na’îm-i safâdan
Ebu’l
Beşer
Oldu
Halîl’e tecrübe-gehgerden-i beşer
Ziya Paşa

tecrîd: Ar. Cered’en; 1. Soyma, soyulma. 2. Ayırma, bir tarafta tutma. 3. Tasavvufta, her şeyden el ayak çekerek Allah’a yönelme.

Meslek-i tecrîddir ferâğat evi
Terk-i mâl eyle hânümândan geç
FuzvA
Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecrîde girdiler
Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan
Bâkî
Cihâd-ı nefse tevekkül gibi hisâr olmaz
Sipâh-ı âlem-i tecrîd sûru neylerler
Nâilî

tecerrüd: 1. Soyunmak, çıplak olmak. 2. Bekâr kalmak, evlenmeme hâli. 3. Tasavvufta her şeyden vazgeçip Allah’a yönelme hâli.

Tecerrüdle olur âgûş-ı vasla pîrehen nâil
Kabâyı vasldan mahrûm eden kat kat alâyıktır
Nâbî
Tecerrüdse murâdın kûy-ı cânânda fedâ kıl cân
Çıkılmaz câme-i ihrâmdan, sa’y etme, kurbansız
Şeyh Galip
Ten-i pür-dâg ile ibdâl oluptur
Tecerrüd tekyesinin hırka-pûşu
Şeyhülislam Yahya
İktisâ-yı sevb-i vuslattır tecerrüdden merâm
Sanma kim bîhûde kıldı
Kays-ı nâlân insilâh
Memduh Paşa

tecrîm: Ar. Cürm’den; suçlu bulma, suçlandırma.

Ta’n ü tecrîm eder mi dâd-ı Hudâ
Küre üstünde kirlilikle bizi
Küreyi kim çamurdan etti binâ
Kim çamurdan yarattı kalbimizi
Cenap Şahabeddin

tecrübe: Ar. Cerb’ten; deneme, deney.

Erbâb-ı tena’um ne bilir mihnet-i fukarâ
Mümkün mü olur tecrübesiz fehm-i hakîkat
Muallim Naci

tecvîf: Ar. Cevf’ten; oyma, oyuk hâline
koyma. c. tecvîfât.

Tâk olup
Kisrî-i ikbâline kavs-ı Rüstem
Ola tecvîf-i felek düşmene çâh-ı Bîşen
Nedim

tecvîz: Ar. Cevâz’dan; caiz görülme, izin verme, verilme. c. tecvîzât.

Et ahd ile peymâne-şikest olmağı tecvîz
Tek eyleme peymâne-perestâna taarruz
Nâbî
Şerî’atin ne mübârek nizâmdır ey Cem
Harâm olan meyi tecvîz eder mubâha kadar
Yahya Kemal

tecvîz-i udûl: Yoldan çıkmaya izin verme.

Ser-i mev’idlere tecvîz-i udûl etmez iken
Yine hürmetlidir i’tâ tarafı mîzânın
Nâbî

tedahül: Ar. Duhûl’den; 1. Birbiri içine girme. 2. (Bir işte) geri kalma. 3. Birikme, yığılıp kalma. 4. Gecikme.

Nakd-i dil harfim odur kim arada ola telef
Zülf ile şâne miydnında teddhül var iken
Nâbî

tedârük, tedârik: Ar. Derk’ten; hazırlama, hazırlanma, eksikleri ortaya çıkarıp hazır etme, tedarik. c. tedârükât, tedârikât.

Yaktım tenimi vasigünü şem’ teg ammd
Bil kim bu tedârik şeb-i hicrdnın içindir
Fuzûlî
Aktan perde çeker bâğa hezdr ey Nâbî
Bu teddrük o gül-i perde ber-enddze midir
Nâbî
Bî-derdim ey felek bana bir gam teddrük et
Bir özge zevk başka bir âlem tedârik et
nevres-i Kadim

tedâvî: Ar. Devâ’dan; iyileştirme, ilaç verme. c. tedâviyât.

Kimdir veren alîle teddviye ihtiydc
Kimdir koyan meziyyet-i ıslâhı merheme
Ziya Paşa

tedâvül: Ar. Devlet’ten; elden ele gezme, dolaşma, kullanılma.

Mûy-ı siyehin vasfına âgâz olunursa
Câiz görülür devr-i teselsülle tedâvül
esad Erbilî

tedbîr: Ar. Dübûr’den; bir şeyi önleyecek yol, engel. c. tedbîrât.

Çün bildin esîrinim terahhum kıl kim
Tedbîr gerek müşahhas oldukta maraz
Fuzûlî
Çınârı rabttan tedrîc ile tahsil edip âteş
Nihâd-ıgûreden tedbîr ile terkîb eder halva
Nâbî
Def’ edemedik ceyş-i gamı sa’y ede gördük
Tedbîr ne mümkün boza takdîr-ı Hudâ’yı
Şeyhülislam Yahya
Olur mu ârif-i hükm-i ezel dil-beste tedbîre
Bedîhîdir ki uymaz her zemân tedbîr takdîre
Muallim Naci
Etme tedbîrinde noksân, gerçi takdîrindir iş
Hüsn-i tedbîr eyle emrinde
Hudâ takdir eder

tedbîr-i gam: Gamı engelleme.

Gam derdine câm-ı mey devâdır
Tedbîr-i gam eylemek revâdır
Fuzûlî

tedbîr-i hârık: Yakıcı engel.

Birden yetişti mahve bu tedbîr-i hârıkı
Söndürdü bir nefeste bu ümmîd-i bâriki
Tevfık Fikret

tedbîr-i hazâin: Hazineler tedbiri.

Biri tedbîr-i hazâin biri ta’mîr-i bilâd
Birisi hıfz-ı memâlik biri tertîb-i haşem
Nâbî

tedbîr-i ilâc: İlaç tedbiri.

Sünnetin mağfiret erbâbına minhâc-ı vusûl
Tâatin ma’siyet emrâzına tedbîr-i ilât
Fuzûlî tedbîr-i katl-ı Âl-ı Abâ: Âl-ı Abâ’nın öldürülmesi için tedbir.

Tedbîr-i katl-ı Al-ı Abâ kıldın ey felek
Fikr-i galat hayâl-i hatâ kıldın ey felek
Fuzûlî

tedbîr-i kefen: Kefen tedbiri.

Ölürsem derd-i hicrân ile tedbîr-i kefen kılman
Ten-i zârımda yer yer bu riyâ nakşı kefen besdir
cinânî

tedbîr-i sâib: Maksada uygun tedbir.

Ne mülk-ârâ ki bu tedbîr-i sâib
Ne katı seyftir gerden-keşâna
Enderunlu Fazıl tedbîr-i teşviş: Karıştırmaya karşı.

Eylemiş tedbîr-i teşvîşin hazân târâcının
Lâle rengîn rahtını dâg içrepinhân eylemiş
Fuzûlî

tedbîr-i umûr: İşlerin tedbiri.

Biri tertîb-i menâsıb, biri tedbîr-i umûr
Biri teşhîs-i maka. dîr, birisi vaz’-ı hüküm
Nâbî

tedbîr-i zabt: Zaptetme tedbiri.

Ne etti ettiği tedbîr-i zabtı
İskender
Ne gördü gördüğü dârât-ı şevketi
Dârâ
Nef’î

tedennî: Ar. Denâet’ten; aşağılama; aşağı inme, gerileme. c. tedenniyât.

tedennî-nümûn: Aşağılama gösteren.

Bî-irtiyâb her neden irâz ederse halk
Bi’t-tabi’ refte refte tedennî-nümûn olur
Muallim Naci

te’dîb: Ar. Edeb’den; edeplendirme, edeplendirilme. c. te’dîbât.

Revâcın kasd-ı te’dîb ile dârü’l-darb-ı âlemde
Urulmuş sikkedir tamgâ-yı pistân sîm-tenlerde
Nâbî
Neş’e bulsa kişi ger keyfe uyup bir takrîb
Şahne-i renc-i humâr eyler o sâat te’dîb
Enderunlu Vâsıf
Ey bunca zemândır bizi te’dîb eden Allah!
Ey âlem-ı İslâm’ı ezen, inleten Allah
Mehmet Âkif

te’dîb-i bed-güher: Kötü cevheri terbiye etme.

Te’dîb-i bed-güherlere sa’y etme bî-kıyâs
Kâbil midir ki darb ile altın ola nuhâs
Behiştî

teeddüb: Edeb’den; edeplenme, edebini takınma, edepli davranma; utanma; çekinme.

Serinde neşve-i sahbâ atâsıdır hâkin
Teeddüb eyle ruh-ı hâke cür’a-pîş olma
Nâbî
Ammâ hıred teeddüb edip ihtisâsına
Nâz u niyâz hizmet eder bezm-i hâsına
şeyh Galip

tedkîk: Ar. Dikkat’ten; dikkatle araştırma, inceden inceye yoklama.

Ne tehâvün taleb-i kâma ne tedkîk gerek
da bir dâd-ı Hudâ’dır ona tevfk gerek
Nâbî
Tedkîk olunsa yâr ile daPâ-yı ittihâd
Ma’nâ-yı nefü’l-emre mugâyir değil midir
Nâbî
Fikri terkîk eder lisân-ı Arab
Zihni tedkîk eder lisân-ı Arab
Muallim Naci

tedkîk-i fuzûlân: Fazilet sahiplerini inceleme.

Bozma tedkîk-i fuzûlâna ile üstâdın
Nâbîyâ lezzeti aldanmadadır şu’bedenin
Nâbî

tedkîk-i nazar: Dikkatli bakış.

Tedkîk-i nazarla eyle insâf
feyzi tükettiler mi eslâf
Şeyh Mehmet
Esat
Galip tedmîr: Ar. Dimâr’dan; yok etme, mahvetme. c. tedmîrât.

Hasmı vâreste-i tedmîr olamaz bulsa bile
Sâha-i bu’d-ı mücerredgibi bir semt-ı baîd
Yenişehirli Avni
Kalem kılıç olup aklın debîr ü cellâdı
Biri işâret ederse biri eder tedmîr
Şinasi
Eyledin hükmüne sükkânı minkâd u mutî
Hâricî’nin edip a’yân usâtın tedmîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

tedmîr-i a’dâ: Düşmanları yok etme.

Çün ayn-ı maiyyet oldu nusrat
Tedmîr-i a’dâya mâlikiz biz
Nuri

tedrîc: Ar. Durûc’tan; derece derece, basamak basamak ilerleme. 2. ed. İfadenin basamak basamak yükselmesi.

Demen eksik beni tedrîc ile yâkût olan taştan
Boyandıkça ciğer kanıyla kadr ü kıymetim artar
Fuzûlî
Çınârı rabttan tedrîc ile tahsîl edip âteş
Nihâd-ıgûreden tedbîr ile terkîb eder halva
Nâbî
Devr beyhûde değil her ne mukadder eyler
Ona tedrîc ile esbâbı müheyyâ eyler
Âdile Sultan

tedrîcen: Yavaş yavaş, derece derece.

Sonra tedrîcen alçalıp solarak
O kadar pest olur ki öksürerek
Zannedersin tebâh olupgidecek
Cenap Şahabeddin tedrîs: Ar. Ders’ten, ders verme, okutma, öğretme. c. tedrîsât.

Tefsîr-i faziletin
İdrîs
Eyler saff-ı kudsiyâna tedrîs
Nâbî
Benim şimden geri mahkûm-ı fermân-ı mutâ’ımdır
Gerek erbâb-ı tedrîs ügerek küttâb-ı dîvânî
Osmanzâde Tâib
Gelmedi âleme zatın gibi ehl-i telbîs
Kibriyâya sığınır melanetinden iblîs
Ademe etmez isen vaz’-ı fesâd-ı Sûr’u
Cinlere ftne-igaybîye edersin tedrîs
Şinasi tedvîr: Ar. Devr’den; 1. Çevirme, döndürme. 2. Yuvarlak hâle getirme. 3. mec. Yönetme.

Bin yaşa devlet ü ikbâl-i fahîm-ânen ile
Mülkü tedvîr ederek akl-ı hakîm-ânen ile
Şinasi tedvîr-i âlem: Âlemi yönetme.

Eder tedvîr-i âlem bir mekînin kuvve-i azmi
Cihân titrer sebât-ı pây-i erbâb-ı metânetten
Namık Kemâl

te’ebbüd: Ar. 1. Ürküp çekinme. 2. Evlenmeme.

Afet-i bâd-ı hazândan te’ebbüd mahfuz olur
Bâğ-ı dehre hüsn-i tedbîrin olursa bağbân
Bâkî

teeddüb: bk. te’dîb.

teehhür, teahhur: Ar. Ahar’dan; sonraya, geriye bırakma, geciktirme. c. teehhürât, teahhurât.

Bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen denî
Bir lâhza-i teehhüre medyûn bu keyfini
Tevfik Fikret

teellüm: Ar. Elem’den; Kederlenme. üzülme. c. teellümât.

Şiirimdekişîve-i teellüm
Râci’ bana hep bu acze râci’
Tevfik Fikret
Baktıkça ben zuhûr u sukût-ı mevâsime
Ey tâli’-i beşer
Bilmem niçin teellüm eder, ağlarım sana
Tevfik Fikret

teemmül: Ar. Emel’den; iyice, etraflıca görüşme. c. teemmülât.

Bende yok sabr u sükûn sende teemmül zerre
İki yoktan ne çıkar fkr edelim bir kerre
Nâbî
Yâr için sohbet-i ağyâre tenezzül güçtür
Aşıka belki bu ma’nâ-yı teemmül güçtür
NâA
Teemmül etmeli de bu cihâna gelişi
Gidermeli kederi bakmalı safâya kişi
Mahmut
Nedim
Beka-yı aşkını gâhî teemmül eyler de
Derim: Felâ bulamaz, kâinât bâkîdir
Tevfik Fikret

teenni: Ar. 1. Yavaş hareket etme, tedbirli olma. 2. İlerisini düşünerek dikkatli davranma. c. teenniyât.

Olamazsın harem-i vaslına mahrem dervîş
Sende mâdem ki taksîr ü teennî görünür
Bâkî
Vâızâ şâire kulp takma teennî eyle
Kizbten ola mı hîç ehl-i sadâkat mahzûz
Sâlim

teennî-i hakîm-âne: Bilgece tedbir.

Ona tembel demek elbette hatâdır, elbet
Hep teennî-i hakîm-âneden eyler neşYt
Ziya Paşa

teennüs: Ar. Üns’ten; 1. gr. müennes olma. 2. Kadın gibi hareket etme, kadınlaşma.

Semâ, güneş ebediyyen kapansa, belki vücûd
Bir leyle-i serd ile bir çâre-i teennüs arar
Ve bulur
Tevfik Fikret

teessüf: Ar. Eseften; kederlenme, eseflenme, tasalanma. c. teessüfât.

Teessüf eyleme fevt ettiğin murâdâta
Hudâ kerîmdir ondan güzel bedel yetişir
Nâbî
Cemşîd görse bezm-i erâzilde bâdeyi
Bî-şek teessüf eyler idi ihtirâ’ına
Nâbî
Cidâr-ı türbede bu cân-güzâr
Mersiyem
Teessüf üzre okunsun zemân-ı haşre kadar
Ziya Paşa

teessür: Ar. Eser’den; 1. Kederli ve üzüntülü olma, kederlenme, keder duyma, içlenme. 2. Bir şeyin tesirini duyma. c. teessürât.

Teessür gördüm ey Yahyâgece şem’-işeb-ârâda
Yanar var isepervâne ki âh-ı cân-güdâz etmiş
Şeyhülislam Yahya
Sinirlerinde teessür denen fenâlık yok
Tabîatinde utanmakla âşinâlık yok
Mehmet Akif
Hayâtı bence teessürdür eyleyen isbât
Taayyün eyleyemez nevm içinde hayât
Tevfik Fikret

teessürât: Teessürler. Beyhûde değil teessürâtı
Lâkin kime anlatırsan eypâh
Muallim Naci
Derin, iniltili çarpıntılarla sîne-i hâk
Teessürâtını söyler bu levh-i âlâma
Tevfik Fikret

teeyyüd: bk. te’yîd.

tef: Far. 1. Hararet, sıcaklık. 2. Buhar. tef ü tâb: Yakıcı sıcaklık.

Issıdan fasl-ı Ağustos’ta furundur gûyâ
Tef ü tâbı bişirip bağrım eder derd ile hûn
cinânî (ıssı: sıcaklık)
Taktı yandırdı mahabbet beni bir âteş ile
Ki tef ü tâbını ne şem’ ü nepervdne bilir
Cevrî (İbrahim Çelebi)
Temmûz eriştigark-ı tef u tâb oldu
Zemin harâretle vakfı piç ü tâb oldu
Sâmi tefahhus: Ar. Fahs’tan; İnceden inceye araştırma. c. tefahhusât.

Cihânın zir ü bâlâsın tefahhus eyledim
Nâbî
Tevekkül kişverinden gayrı yerde istirâhat yok
Nâbî
Cümleden âsûde-terdir san’at-ı âvâre-gi
Çâr-sûy-ı âlemin ettim tefahhuspiresin
Nâbî
Alemi kıldı tefahhus ol şeh-i âli-tebâr
Nedim

tefâhür: Ar. Fahr’den; 1. Övünme. 2. Övünç. c. tefâhürât.

Çok tefâhür kılma cem’-i mâle eyâ hâce kim
Sim ü zer cemiyyeti ehl-i gurûr eyler seni
Fuzûlî
Kıl tefâhür kim senin hem var ben teg âşıkın
LeylEnin
Mecnûn’u
Şirin’in eğer
Eerhâd’ı var
Fuzûlî
Eb ü cedd ile tefâhür eden ebced-hânın
Ehil olan redd ü kabûlüne verir mi ahkâm
Nef’î
İzin tozu eline girseyidi mihr ü kamer
Tefâhür etmek için başına külâh eyler
Cem Sultan

tefâhür-feşân: Övünme payı çıkaran.

Lâf eyleme zebân-ı tefâhür-feşân ile
Bâlâ-yı bâma çıkma çürük nerdübân ile
Nâbî

tefâhür-gûne: Övünme tarzı.

Tutarsan pendimi kalsın şikest-i hâtırın ber-câ
Tefâhür-gûne vaz’-ı imtinân-ı mûmiyâdangeç
Nâbî

tefâvüt: Ar. Fevt’ten; 1. İki şeyin birbirinden farklı olması. 2. İki şey arasındaki fark.

Bu şi’r-i tâze berâber değilse
Bâkî ye
Budur tefâvütü
Vecdi o köhne bu tâze
Vecdî
Rû-nümâdır neş’esinde hep tefâvüt âlemin
Sâki-i sun’un veli câm-ı cihân pirâsı bir
Halim
Giray (Kırım Hanı)
Tefâvüt yoktur evzân-ı şuûnât-ı tabiatte
Terâzû-yı hakikat hûb u zişti denk göstermiş
Hersekli Arif Hikmet

tefekkür: Ar. Fikr’den; zihin yorma, düşünme, düşünülme.

Hakim-i endişe şâirdir kerâmet-pişe sâhirdir
Tefekkürde
Eelâtûn’dur tekellümde
Mesihâ’dır
Nef’î
Hayrân eder tefekkürü gâhi zekâvetin
Necm-i seher-safâlı cebin-i tarâvetin
Kemalzâde Ekrem Bey
Tefekkür etmeli de bu cihâna bir gelişi
Gidermeli kederi, bakmalı safâya kişi
Mahmut
Nedim
Paşa
Olan muhâtab mazmûn ya evlâü’l-ebsâr
Olur tefekkür âlây-ı hakta leyl ü nehâr

teferruk: Ar. Fark’tan; ayrılma, dağılma.

Muvahhidin ile birliktedir gönüllerimiz
Teferruk etse de eczâsı hâk-dânımızın
Muallim Naci

teferrüc: Ar. Ferec’ten; 1. Gezinti, dolaşma, gam veya kederi dağıtma. 2. Rahatlama, ferahlama. c. teferrücât.

Teferrüc eyleyü vardım sabâhın sinleri gördüm
Karışmış kara, toprağa şu nâzük tenleri gördüm
Yunus Emre
(eyleyü: eyleyerek)
Târin cemâli nûru değil dûr dideden
Ammâ teferrüc etmeğe sâhib-nazar gerek
Hamdullah Hamdi
Gel; sevgilim, seninle bu muzlem hazireden
Bir lâhzacık firâr edelim.

Bak, teferrüce
Şâyeste her taraş
Tevfik Fikret

teferrüc-i dîdâr: Yüzü görüp açılma.

Cân bülbülü teferrüc-i didâr k ılmasa
Eirdevs bostânıgözüne kafes gelir
Şeyhi

teferrüc-gâh: Gezinti yeri.

Bu meclis bir güzel ra’nâ teferrüc-gâhtır
Zâti
Sürâhi çeşme-sâr olmuş ona âb-ı revan müldür

zâti

teferrüd: Ar. Ferd’den; 1. Tek, yalnız kalma. 2. Benzersiz olma.

Dil dâvî-i teferrüd-i nazm eylese ne ola
Nâbî gibi henüz bir üstâd görmedi
Nâbî
Olmaz, sanırım böyle teferrüdle müyesser
Hem-pd olalım ister isek olmaya hem-ser
Abdülhak Hâmit
Teferrüd etmedi derler nazîri bir sdkî
Cemin serîrine cdlis sülâle devrinde
Yahya Kemal

tefe’ül: Ar. Fâl’den; 1. Fal açma, fala bakma. 2. Hayra yorma, uğur sayma.

Yolunda bilmeğe sıdkımı hüsnü mushafna
Tefe’ül eyleyicek geldi sûre-ı İhlds
cem Sultan (eyleyicek: eyleyince)
Her ne dem hdl-iperîşânım tefe’ül eylesem
Hande eyler gûyiyd mecmûa-i fdlım bana
Esrar Dede

tefevvuk: Ar. Fevk’ten; üstün olma, üste çıkma, yükselme.

Tasaddur etse ne gam rinde cdhil-i hod-bîn
Gehî tefevvuk eder bahre keştî-i sergîn
Nâbî
Eyler tefevvuk aslı olan âbın üstüne
Ndbî cezdsıdır ne kadar yansa revganın
Nâbî

tefhim: Ar. Fehm’den, anlatma, anlatılma; bilme, bildirilme.

Derd-i dili ol bî-gama tefhîm ne mümkin
Nd-dîdeye nd-bûdeyi ta’lîm ne mümkin
Nâbî
Tefhîme mihnet-i şeb-i hicri nümûnedir
Gîsû-yı meh-veşânda değilpîç ü ham abes
Nâbî
Derd-i dili ol bî-gama tefhîm ne mümkin
Nd-dîdeye nâ-bûdeyi ta’lîm ne mümkin
Nâbî

tefhîm-i kadr-i ni’met: Nimetin kıymetini bilme.

Zevdl dkıle tefhîm-i kadr-i nimet eder
Bilirse pîr bilir olduğun şebâb lezîz
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

tefhîm-i sırr-ı dehr: Dünya sırrını anlama.

Tefhîm-i sırr-ı dehr için
Esrdr telâşı ko
Şi’rin safdsı bir gazel-i âşık-ânedir
Esrar Dede

tefrid: Ar. Ferd’den; dünyadan geçip yalnız Allah ile meşgul olma, emir ve nehiyleri tam manasıyla yerine getirme.

Merkez-i ddire-pîrd-yı ulüvv ü azamet
Kutb-ı dîn-ı Kâ’be-i dünyâ vü cihdn tefrîd
Kâzım tefrik, tefrika: Ar. Fark’tan; 1. Ayrılma, ayrılık. 2. Bozuşma. 3. Dergi ve gazetelerde bölüm bölüm çıkarılan yazı. tefrika’ 1. Ayrılık, sürekli anlaşmazlık; nifak. 2. Gazete veya dergilerde arka arkaya çıkan yazı serisi.

Sûretin tefrikası etmez eser ma’nâya
Olmaz eşkâl-i ibâretle müşekkel ma’nâ
Nâbî
Girmeden tefrika bir millete düşmân giremez
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez
Mehmet Akif
Dest-i kahrı verse ger cezâ-yı çarha tefrika
Bir dem içre mahvolup aktâr u kutb u mihveri
Üsküdarlı Hakkı Bey

tefrika-i hânmân: Ev bark ayrılığı.

Yek-tâ süvâr-ı arsa-i devrân ki düşmâna
Havf-ı hücûmu tefrika-i hânmân verir
Nef’î

tefrika-sâz’
Tefrika uyduran.

Çarha olsa nazar heybeti ger tefrika-sâz
Göremez birbirini haşre kadar çeşm-ı Peren
Keçecizade İzzet Molla

tefrika: bk. tefrîk.

tefsîde: () Far. Hararetli, kızgın.

Hıfzı bir micmer-i tefsîdeye olsa sâri’
Ne kadar râyihasın etse meşâm istişmâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)
Tutuşsun lâle-zâr-ı hâr-ı gül-şen dâg-ı hasretten
Tef ü tâb-ı adem tefsîde etsin heft-deryâyı
Yenişehirli Avni
İki lâk ırdıyı bir araya getirme muhâl
Dehân-ı şevke güşâde zebân-ı tefsîde
Keçecizade İzzet Molla

tefsîr: Ar. Fesr’den; 1. Yorum. 2. Kur’an’ın anlam bakımından izahı. c. tefsirât.

Ne bilir kadrimi erbâb-ı maânî vü beyân
Sözümü ârif-i bil-lâh eder ancak tefîr
Nef’î
Hattına dolaşsa dil-i hüsnün kitdbında ne ola
Ekseriyyâ bahs-i tefsir olur i’râb üstüne
İbni Kemâl
Cân oldu hatt-ı la’lin tefsir içre âciz
Sırr-ı nihânı vardır bir müşkil âyet ancak
İbni Kemâl

tefsîr-i âh: Ahın yorumu.

Ah eder miydim seni tahrir ederken ey hattâb
Muhterik bir şâirin tefsir-i âhı olmasan
Muallim Naci

tefsîr-i fazîlet: Fazilet açıklaması.

Tefsir-i faziletin
İdris
Eyler saff-ı kudsiyâna tedris
Nâbî

tefte: (Far.

Kızgın, hararetli, kızuış. tefte-i amûd’
Dikey kızgınlık.

Zebân kalma ver miknet-i cevâb-ı savâb
Suâle geldin mi dem-i münkirât tefte-i amûd
Sâbit

teftîş: Ar. Fetş’ten; gereği gibi sorup
araştırmak. c. teftîşât.

teftîş-i kemâl: Tam soruşturma.

Tengdir sâha-i âlem cevelân-ı fikre
Sanma teftiş-i kemâle kürre-i hâk yeter
Hersekli Arif Hikmet

tefviz: Ar. Fevz’den; 1. Sipariş etme, ihale. 2. Dağıtım. 3. Bir gayrımenkulü, bilinen değeri üzerinden bir başkasına bırakma.

Tefviz edip umûrunu âkıl meşiyyete
Fermân-ı Hâlikü’l-beşere imtisâl eder
Nâilî
Etti mehamm-ı devleti tefviz ehline
Tevfik-ı Hakk’ın işte budur bir alâmeti
Ziyâ Paşa

tefvîz-i umûr: İşleri bırakma, havale etme.

Gelir elbette zuhûra ne ise hükm-i kader
Hakka tefviz-i umûr et ne elem çek ne keder
Enderunlu Vâsıf
Nâil-i neyl-i murâd olmaksa maksûdun eğer
Hakk’a tefviz-i umûr et fârig ol tedbirden
Hersekli Arif Hikmet

tegâbün: Ar. Gabn’den; (alışverişte) birbirini aldatma.

Bu ne encâmı yok tegâbündür
Beşere şân veren tevâvündür
Muallim Naci

tegâfül: Ar. Gaflet’ten; anlamamazlıktan gelme. c. tegâfülât.

Taakkul vechine gaflet hicâbın çekti çün zâhid
Bizim ondan tegâfül gösteren divânemiz yeğdir
Bâkî
Tegâfül gösterip şermende-i ihsân eder, yoksa
Adûdan merd olan fursat deminde intikâm almaz
Beliğ
Hemân merâmı tegâfüldür ol bütün yoksa
Zebânı beste-i nâz ise çeşmi lâl midir
Nedim
Gözlerim
Nâci nasıl bi-gâne-i hâb olmasın
Gözlerinden gördüğüm yârin tegâfül hâbıdır
Muallim Naci

tegâfül-sûz: Anlamamazlığın yakması.

Düşen sana tegâfüldür bana âh-ı tegâfül-sûz
Değil senden şikâyet şekve âh-ı bi-eserdendir
Nâbî

tegâlüb: Ar. Galebe’den; 1. Üstün gelmeye çalışma. 2. Galip, üstün.

Gerçi dersin şâirâna ben tegâlüb eyledim
Piş-i erbâb-ı sühanda gâlibâ mağlûbsun
Şeyh Mehmet
Esat
Galip tegannî: bk. tagannî.

tegarrür: Ar. Gurûr’dan; gururlanma, kibirlenme. c. tegarrürât.

Bil hesâbın çeker isen de taâb
Kim tegarrür olur iflâsa sebeb
Sünbülzade Vehbi

tegazzül: Ar. Gazel’den; 1. Gazel söyleme. 2. ed. Gazel tarzında şiir yazma.

Tâ-be-key zemzemepirâ-yı tegazzül
Kâzım
Eyle evsâfına ol şâh-ı enâmın âhenk
Kâzım Paşa
Gâlib maârifin de safâsı değer veli
Cânân vasfıdır hele aslı tegazzülün
Şeyh Galip

tegerg: Far. Dolu.

Rızân olan tegerg değildir sehâbtan
Nâbî
hidiv-i âleme gevher nisâr olur
Nâbî

tegerg-i pür-belâ: Belâ dolusu.

San yağar bârân-ı hışm ile tegerg-i pür-belâ
Ol kemân-ebrû kaçan tir ilepeykân yağdırır
Necati Bey

teh: Far. Dip, derinlik, ka’r; alt, aşağı.

Biz o hâkiz ki ben tâkde âsûde idik
Şimdi derd-i teh-i sâgarda zuhûr eylemişiz
Nâbî

teh-i hayret: Hayret derinliği.

İktidâ eylesin âsârına erbâb-ı dilin
Teh-i hayrette kalan râh-nümâdan mahrûm
Nâbî

teh-i külhânî: Külhan yerinin altı.

Sahn-ı hammâma giren sîm-tenân şevkınedir
Leb-i âteşteki gül-hand teh-i külhânîde
Nâbî

teh-i sevda: Sevda derinliği.

Sînede ettikçe hüsnün cilve-i gayb u şühûd
Dil teh-i sevdâda hem mevcûd hem nâ-bûd olur
Leskofçalı Galip

teh-ber-teh: Daha aşağı.

Ne denlü câme-i nahvet olursa teh-ber-teh
O denlü serdî-i âh-ı sitem-keşân geçiyor
Rami
Mehmet Paşa

teh-cür’a: Kadehin dibindeki yudum.

Teh-cür’adan olmaz yine ümmîd güsiste
Birden kadeh-i kâmı nigûn eyleme yâ Rab
Nâbî

tehâcüm: Ar. Hücûm’dan; saldırma, hücum etme; birlikte saldırma.

Gâziyân böyle hep behem-âheng
Oldu âmâde tehâcüm ü cenk
İsmet (Müstecabizade)
Na’ra, nâle birbirin takb eder
Bir tehâcüm, bir tesâdümdürgider
Muallim Naci

tehallüf: Ar. Hılâf’ten; Uygunsuzluk, uygun olmama.

Bu asr-ı kec-âyin ü kec-âmuzda
Nâbî
İnkâr tesebbüt eder ikrar tehallüf
Nâbî

tehâlüf: Ar. Half’ten; birbirine uymama, birbirine zıt olma. c. tehâlüfât.

Terâzû-yı tekâbül vaz’ edip bâzâr-ı imkâna
Nakîzına tevâfukla tehâlüf eylemiş ilka
Nâbî
Esbâb-ı tehâlüfle bulur halk tesellî
Her birisi bir gûne safâdan mütelezziz
Nâbî
Esâs-ı âlem-i terkîb ey Nâbî tehâlüftür
Ne mümkün ömr geçmek her zemân îş u taraklarla
Nâbî

tehâlüf-i cibillî: Yaratılıştan olan zıtlık.

Olmaz mı tehâlüf-i cibillî
Yek-şîve midir tıbâ’-ı millî
Ziyâ Paşa

tehâlüf-i teşrîf: Şereflendirme zıtlığı. şûhtan nice kâbil tehâlüf-i teşrîf
Meğer teveccüh-i kalb-i ümîd-vâr o mudur
Nâbî

tehâlük: Ar. Helâk’ten; bir şeye büyük bir arzuyla atılma, can atma. c. tehâlükât.

Arif-i ma’nâ isen kılma tehâlük âleme
Mülk-i dünyâ kimseye mâl olmamış olmaz yine
Leskofçalı Galip
Bî-tâbî-i tehâlükle yolda kaldı hep
Ser-menzil-i murâda vakitsiz şitâb eden
Koca Râgıp Paşa
Rakîb-ülfet olur her goncesi bu gül-şen-i hüsnün
Tehâlük eyledikçe bülbül ü gül hâra mâildir
Esrar Dede

tehâşâ, tehâşî: Ar. Hayş’den; sakınma, korkup çekinme.

Meğer kalbinde
Mevlâ’dan tehâşî hissi yer tutsun
O yer tutmazsa hîç ma’nâsı yoktur kayd-ı nâmûsun
Mehmet Akif
Eş’âr ü fünûn hep o dudaklarda müheyyâ
Çirk-âb-ı taarruzdan ederlerdi tehâşâ
Tevfik Fikret

tehâşî-i firkat: Ayrılıktan korkup çekinme.

Geçip tehâşî-i firkatle hep leyâl-i visâl
Sabah olurdu sükûn bulmadan tahassürler
Tevfik Fikret

tehâvün: Ar. Hevn’den; aldırış etmeme, önemsiz görme.

Ne tehâvün taleb-i kâma ne tedkîk gerek
da bir dâd-ı Hudâ’dır ona tevfik gerek
Nâbî

tehâyâ: bk. tehiyye.

tehazzür: bk. tahzîr.

tehdîd: Ar. Hüdûd’dan; birinin gözünü
korkutma, gözdağı verme. c. tehdîdât.

Tehdîd ü hücûm bâgîyândan
Havf etmek bir zemân zebîrim
Muallim Naci
Tuyûr-ı lâşe-hâre ki salar bir nazra-i tehdîd
Sehâba yalvarır, ağlar, güler, bir şey eder ümîd
Abdülhak Hâmit
Sen ey Boğaz ki; uzattın da âhenîn kolunu
Zavallı yurdumu tehdîd eden deniz yolunu
Mehmet Akif

teheccüd: Ar. Hecd’den; gece uyanıp namaz kılma; gece namazı.

Eylerdi teheccüd şebân-gâh
Kalbinde dururdu haşyetillah
Hakanî

tehekküm: Ar. Hekeme’den; 1. Alay, eğlenme. 2. Görünüşte ciddi, gerçekte alaydan ibaret olan eğlenme. 3. ed. Dokunaklı söz söyleme, tarizin tesirli olan kısmı. c. tehekkümât.

Nakş etti bir tehekküm için baht-ı bî-şuûr
Târîh-i zulme bir yeni dîbâce-igurûr
Tevfik Fikret
Tehemten, Telim e t en: Far. 1. Boylu boslu, iri yarı. 2. Eski
İran kahramanı
Zaloğlu
Rüstem’in lakabı.

Ol saf-der-i yegâne ki tâb-ı mehâbeti
Cevşen-güdâz-ı Tehmeten ü Kahraman olur
Nef’î
Onların mâhiyetin meydâna çıksınlar da gör
Meclis-i işrette korkaklar tehemtendir bütün
Muallim Naci
Tehemten-i çâbük-süvâr: Çok iyi ata binen
Tehemten.

Gören
Tehemten-i çâbük-süvâr zanneyler
Sürünce düşmene ol sebük-kâmı
Nef’î

tehemten-i vüzerâ: Vezirlerin yiğidi.

Tehemten-i vüzerâ Kahramân-ı Cem-kevkeb
Şükûh-ı tâb-ı şikenc-i külâh-ı Behmen ü Cem
Nef’î

tehevvür: Ar. Hevr’den; öfkelenme, köpürme. c. tehevvürât.

Etme reng-i tehevvürü izhâr
Zîb-i hüsn eyle gâze-i edebi
Hersekli Arif Hikmet
“Böyle gördük dedemizden” sesi milyonlarca
Kafadan aynı tehevvürle bakarsın çık ıyor
Arş-ı âmâli bu ses tâ temelinden yıkıyor
Mehmet Akif

teheyyüc: Ar. Heyecân’dan, heyecanlanma, coşma. c. teheyyücât.

Yeter hayâlimi tahdîşe ba’zı en nârin
İhtizâz, ufacık bir teheyyüc-i ilhâm
Tevfik Fikret

teheyyüc-i rü’yâ: Rüya coşkunluğu.

Soluk ve gölgeli sîmâlarında reng-i mesâ
Nakş eder bir teheyyüc-i rü’yâ
Ahmet
Râsim

tehî: Far. 1. Boş. 2. zf.

Boşuna. 3. Abes, faydasız.

Kîse-i ümîd hâlî, dest-i istiğnâ tehî
Menzil-i fırsat baîd ü pâ-yı istid’â şikest
Derviş-ı Kadim
Eğer zer alıp varsan “Efendî, gel, buyur!” derler
Eğer destin tehî varsan, Efendiyi “uyur” derler
Andelibî (Bülbül Hasan)
Şûr-ı aşkı sanma dehr içre tehî koymuş kazâ
Fitne salmış âleme ol şûh-ı fettânım görüp
Leskofçalı Galip
Bu matbah-ı niamda tehî mi’degân için
Dûd-ı derûnu çarha çıkar dûdmânların
Nâbî

tehî-dest: 1. Eli boş. 2. mec. Müflis, züğürt.

Ger yolun düşer ise varma tehî-dest
Acem’e
Bu Muhibbî gazeli
Kum ile Kâşan’a ilet
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Lâyık mı zemânında kala böyle tehî-dest
Bencileyin şâir-i vahy-âver-i âlem
Nef’î
Ey tehî-dest ü belâ-dîde kasâvet çekme
Erişir gam yeme vakt-i kerem Allah kerîm
Enderunlu Fazıl

tehî-kîse: 1. Boş keseli. 2. mec. çok fakir.

Erbâb-ı ye’sgerçi tehî-kîsedir velî
Ehl-i ümîdden hele râhat değil midir
Nâbî
Ne ola âlemde tehî-kîse isen ey Gâlib
Geldi ihvân ile hep tab’agınâ-yı iflâs
Leskofçalı Galip

tehî-mağzân: Akılsızlar, boş kafalılar.

Tehî-mağzân gibi erbâb-ı dil sâhib-enîn olmaz
Iyandır kâse-i pür meyde âvâz-ı tanîn olmaz
Arif (Mütercim Mîr Süleyman)

te’hîr: Ar. Aher’dan; sonraya, geriye bırakma, geciktirme. c. te’hîrât.

Beni öldürmeğe gel ey püser ihmâl etme
Atalar demediler hayr işi te’hîr edeler
Bâkî
Akıbet öldürürüm hışm ile Yahyâ’yı demiş
Gönlü var çünkü vefd etmeğe te’hîri nedir
Şeyhülislam Yahya
Yâre te’sîrde te’hîr edersin ey dh
Ahdim olsun seni de terk edeyim ndle gibi
Reisü’l-küttâb
Enderunlu Vâsıf
Dün
Cem’i öldürmek isterdi gözün öldürmedi
Bilmezem n’oldu ki bu hayr işi te’hîr eylemiş
cem Sultan

tehiyye: Ar. Hey’et’den; 1. Selam. 2. Selam verme. 3. Hayır dua etme. 4. Beka, mülk. c. tehâyâ, tehiyyât. tehâyâ’
Tehiyye’ler.

Olsun dahi tuhfe-i tehâyâ
Ashdbına âline heddyd

tehlîk: Ar. Helâk’ten; öldürme, helak
etme.

Gamze-i cellâd-ı cânân deste kârid-i gam alıp
Alemi etmek diler tehlîk tehlîk üstüne

zârî-i Küridî

tehlîl: Ar. Hell’den; tevhid akidesini ifade eden “La ilahe illallah” sözünü tekrarlama. c. tehlîlât.

Hilâli her ne zemân görsem eylerim tehlîl
Değil mi vahdetine
Sâni’in delîl-ı Celîl
Muallim Naci
Rûh-ı vâlih nice âvâze-i tehlîl duyar
Tayrân-gâh-ı melâik yüce âlemlerden
İsmail Safa
Bir minik kuşla biriz tapmakta
Ben de tehlîl ederim
İshak da
Tevfik Fikret

tehniyet: Ar. Henâ’dan; 1. Tebrik etme, kutlama. 2. “hoş geldin” deme.

Sarîr-i âb-ı revân u safr-i mürg-i çemen
Nikât-ı tehniyet-i mukaddem ettiler inşâ
Fuzûlî
Hudâvendâ edâ-yı tehniyetdir şimdi maksûdum
Yüzüm ferş eyledikten sonra der-gâh-ı muallâya
Nef’î
Rumeli sadrına oldukta
Ganî zâde yine
Oldu rindân-ı cihân tehniyete âmâde
Nef’î

tehniye-tehyîc: Ar. Heyecân’dan; coşturma, heyecanlandırma.

Ta’kîd ü rekîke uğramaz hîç
Eyler okudukça tab’ı tehyîc
Ziyâ Paşa

tehzîb: Ar. Hezb’den; düzeltme, ıslah
etme; temizleme. c. tehzîbât. tehzîb-i ahlâkahlakı düzeltme.

Vücûdun pûtasın kâl et çalış tehzb-i ahlâka
Eğer zer sâf ü hâlis olmasa kâmil-ıyâr olmaz
Hassân (Süleyman Hâdi Beyzade Mehmet)

tehzîz: Ar. Hezz’den ; titretme, hareket ettirme. c. tehzîzât.

Bildiğim sen ve ben ve mâî deniz
Ve akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı
Ahmet Hâşim
Ettikçe o bât arzı saran otları tehzîz
Leylin gezer esrârını birşi’r-i havâ-rîz
Ahmet Hâşim
Nağmendir eden riyâhı tehzîz
Senden bu nevâ-yı sûriş-engîz
Mehmet Akif

tehzîz-i bâd-ı pür-tehevvür: Öfke dolu rüzgârın titremesi.

Döner âvâre-ser tehzîz-i bâd-ı pür-tehevvürle
Müşâbihtir birerpervâne-i sekrâna yapraklar
Tevfik Fikret

tehzîz-i milimiz: Mahmuzu hareket ettirme.

Cezm ile tehzîz-i mihmîz et bu cevlân-gâhta
Eylemiştir sad-hezârân şehsüvârı ser-gingûn
Muallim Naci

tehzîz-i müjgân: Kirpik oynatma.

Bir şehin endîşe-i kahrıyla lerzândır ki dil
Titretir bin kalbi bir tehzîz-i müjgân etmede
Muallim Naci

tek: Far. Koşma, seğirtme.

tek ü tâz: Öteye beriye koşmalar.

Vasfı tahsîn iledir gerdişinin cümle hemân
Var mı yoksa tek ü tâz eyler iken onugören
Nef’î

tek ü pû: Öteye beriye koşmalar.

Gösteren taşrada çîn-i ebrû
Anda der-bânlara eyler tek ü pû
Nâbî
Rahşı ki tek ü pûde bulunmaz ona hem-tâ
Bir rahş-ı mübârek pey ferhunde inândır
Nefi
Sebzenin âb gelir râyına yerden gökten
Rızk için olmadığından tek ü pû kaydında
Nâbî

tek ü tenhâ: Tek ve yalnız.

Kalmış ser-i meydân-ı mahabbet tek ü tenhâ
Zen-tab’lar almış yeri merdân unutulmuş
Nâbî

tekâbül: Ar. Kabl’den; 1. Yüz yüze gelme, karşı karşıya gelme. 2. Karşılama, karşılık olma.

Terâzû-yı tekâbül vaz’ edip bâzâr-ı imkâna
Nakîzına tevâfukla tehâlüf eylemiş ilka
Nâbî
Hikmet, tekâbül üzredir ahkâm-ı hâdisât
Elbet eder verâ-yı safâdan keder zuhûr
Hersekli Arif Hikmet

tekâbül-i imtidâd: Uzatılan karşılama.

Nedir tasavvur-ı temyîz hüsn ü kubh-ı umûr
Nedir tekâbül-i imtidâd cümle-i gerdân

tekâlif: bk. teklif, tekâmül: Ar. Kemâl’den; olgunlaşma, olma, evrim. c. tekâmülât.

Mündemiç olmasa rûhunda onun nâ-mahsûr
Bir tekâmül, o kadar hârika nerden doğacak
Mehmet Akif
Hayât-ı beşer şahs-ı fkretin
Bir cümle-i tekâmülü
Tevfik Fikret

tekâpû: Far. > tek ü pây’dan; 1. Dalkavukluk, kavuk sallama. 2. Telaş ile koşarak araştırma.

Tedbîr ile efzûn edemez kimse nasîbin
Teshîr-i murâdât tekâpû ile olmaz
Nâbî
Çok tekâpû eyledim pest ü bülendini âlemin
Bulmadım teslîmdengayrı tarîk-ı eslemin
Nâbî
Yek-diğere eyleyip tekâpû
Derler ki efendi böyledir bu
Şeyh Galip
Tekâpûye değmez o süflî metâlib
O süflî metâlib tekâpûye değmez
Muallim Naci
Tekâpûsuzgelen ni’mette vardır lezzet-i diğer
Ne denlü mün’im olsa âdem eyler armağandan haz
Râşit (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

tekâsüf: Ar. Kesâfet’ten; sıklaşma, yoğunlaşma; koyulaşma.

Bu, lücce lücce tekâsüf, bu sa’y-i dehşet-nâk
Belîğ safidir îmân-ı kudretin, ezelî
Mehmet Akif
Zannetse revâdır ehl-i bîniş
Envâr-ı kamer tekâsüf etmiş
Muallim Naci
Tekâsüf eyleyerek bir sehâbe hâlinde
Teneffüs-i ezhâr
Durur semâ-yı hayâlâtı olan, zılâlinde
Tevfik Fikret

tekâsül: Ar. Kesel’den; tembellik, ilgisizlik; üşenme. c. tekâsülât.

Tekâsülden değil terk-işitâbım râh-ıgül-şende
Benim reftâr-ı bî-cânâne cânânsızlığımdandır
Nâbî
Ben köpeğe ümîd-i şehâdetle gelmişim
Oldur tekâsül eyleme kurbânın olduğum
Yenişehirli Avni
Girmez ele tekâsül ile şâhid-i emel
Tahsîl-i vasl-ı kâma etek der-miyân gerek
Atıf (Defterdar Mustafa.)
Ebrûlar üzre bir dahi sarkıp görünmedin
Ey kâkül âşinâ-yı tekâsül müsün nesin
Nedim

tekâtur: bk. taktir.

tekâver: Far. Koşucu, seğirdici, yorga (sarsıcı olmayan) yürüyüşlü.

Etsin mi berg-i gül getiren bâda iltifât
Püşt-i tekâverinde gören şeh-süvârımı
Nâbî

tekâver-i felek: Feleğin koşucusu.

Tekâver-i feleğe oldu devlet ile süvâr
Sevâd-ı mağribe dek ede tâ ki azm-i sefer
Şeyhülislam Yahya

tekâzâ: Ar. Kazâ’dan; 1. Alacaklının borçluyu sıkıştırması. 2. Sıkışarak söz söyleme, başa kakma, serzeniş.

Ermeden vakt-i merâmına tekâzâ kılmaz
Her muhakkak ki habîrim diye dacvâ eyler
Fuzûlî
Etme rindâna tekâzâ
Ramazân’da sâkî
Zimmet-i def’-i gamın va’desi
Şevvâl’dedir
Nâbî
Kıyâma etti takâzâ deâim-i hey’et
Kuûda oldu kemer-bend kâr-gâh-ı umûr
Nâbî

tekâzâ-yı ömr: Ömür borcunun sıkıştırması.

Niçin, sorun, bu tekâzâ-yı ömre katlanıyorlar
Nasıl, bu hisle şu girdâb-ı gamda çalkalanıyorlar
Tevfik Fikret

tekâzâ-yı sefer: Sefer serzenişi.

Okun
Cibril’i ukbâ vasfın eyle kıldı kim oldu
Behiştî
’nin vücûdundan tekâzâ-yı seferpeydâ
behiştî

tekbîr: Ar. Kibr’den; “Allahü ekber” (Allah en büyüktür) deme. c. tekbîrât.

Memât çekmedepîşinde meş’al-i tekbîr
Hayât kılmada ardında nâle-i hasret
Abdülhak Hâmit
Gök top sesleriyle inlerken
Söylemişler tantanalı tekbîri
Yahya Kemal
Pîş-i çeşmimdedir ol cünd-i cihân-gîr henüz
Gûş-ı cânımdadır ol gulgul-i tekbîr henûz
Muallim Naci

tekbîr-serâ: Tekbir söyleyen.

Rûh-ı peygamberi tebşîregiderken şühedâ
Millet arkanda bugün vecd ile tekbîr-serâ
Yahya Kemal

tekebbür: Büyüklük gösterme, kibir satma.

Lâzım değil inâyeti ehl-i tekebbürün
Bahş eyledim atâsını vech-i abûsuna
Nahifi
Eyleyen mel’ûn
Azâzil’i gurûr u ucb iken
Etme ey hâce tekebbür olma tâ tarda sezâ
Âdile Sultan

tekdîr: Ar. Keder’den; 1. Kederlendirme. 2. Azarlama, paylama. 3. Öğrenciye verilen ve siciline geçirilen ceza. c. tekdîrât.

Eder lâkin sitemle âşık-ı bî-kînesin tekdîr
Dil-i sengînine hîç sûziş-i âh etmiyor te’sîr

Lâfzı endek ola ma’niâsı kesîr
Etmeye kimseyi aslâ tekdîr
Nâbî
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr
Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir
Ziyâ Paşa

tekebbür: Ar. bk. tekbîr.

tekeddür: Ar. Keder’den; duruluğunu
kaybetme, bulanma; kederlenme.

Bütün şiirlerimin rûhu bir tekeddürdür
Ki dem-be-dem duyarım kalb-i nâle-meşhûnda
Tevfik Fikret

tekeffül: Ar. Kefalet’ten: kefil olma, kefil verme.

Hat hüccet-i kavî yetişir âşıka o şûh
İnkâr ederse nakd-i visâle tekeffülün
Nâbî

tekellüf: bk. teklif, tekellüm: Ar. Kelâm’dan; konuşma, söyleme. c. tekellümât.

Öğren lisân-ı asr ü rüsûm-ı zemâneyi
Bak tab’-ı nâsa hâle münâsib tekellüm et
Esat Bey
Telh-kâm etmez senin şîrîn kelâmın
Nevres’i
Sen hemân eyle tekellüm râzıyım düşnâma ben
Nevres-i Kadim
Tekellüm k ıl
Mesîhâ tarzın etsin leblerin ihyâ
Dehânın hokkasın aç lü’lü-işehvârıgörsünler
Cinânî
Nerde bülbül terânesi duysam
Âşık-âne tekellümün sanırım
Recaizade Ekrem

tekellümât: Konuşmalar, tekellüm etmeler.

Bir nezâhet leb-i hitâbında
Tekellümâtına bir nükhet-i necîbe verir
Tevfik Fikret

tekerrüm: bk. tekrîm.

tekerrür: Ar. Kerr’den; tekrarlanma, bir
daha olma. c. tekerrürât.

Hoştur tekerrürün dile ey lehce-ı Nedîm
Bilmemgülû-yı şîşede kulkul müsün nesin
Nedim
„Târîh“i„ „tekerrür“diye ta’rîf ediyorlar
Hîç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi
Mehmet Akif

tekevvün: Ar. Kevn’den; var olma, meydana gelme, oluş. c. tekevvünât.

Tavk-ı aşk etmez tekevvün her dil ü her sinede
Sen onu ister isen telkin-i ikânda ara
Necip (Sultan III. Ahmet)
Eğer bileydi beşer md-cerâ-yı sdbıkını
Olurdu bahs-i tekevvünde vâkıf-ı hikmet
nâzım Paşa

tekfin: Ar. Kefen’den; kefenleme, kefenlenme. c. tekfînât.

Bir aceb feyz-i mücerred var ki tiğ-ı gamzede
Sıklet-i tekfinden etmiş şehidân insilâh
Mehmet
Memduh Paşa
Berg-i gülle andelib zâri tekfin ettiler
Bir gül-istân beytini üstünde telkin ettiler
Şeref
Ufkun bir ihmirâr-ı ketûmunda kuşların
Çığlıklarında, köyleri tekfin eden karın
Levhinde bir fecia duyar, inlerim
Tevfik Fikret

tekfir: Ar. Küfr’den; birine kâfir deme.

Günehim bir sanemin zülfüne bağlandım odur
Şimdi ihvân-ı tarikim beni tekfir eyler
Esrar Dede

tekfîr-i ehl-i kıble: Kıble sahiplerinin kâfir
demesi.

Zâhid cevân-perestlere kâfir demiş veli
Tekfir-i ehl-i kıble eden
Müslümân mıdır
Esrar Dede

te’kid: Ar. Ekd’ten; 1. Kuvvetli hâle getirme, sağlamlaştırma. 2. Üsteleme. c. te’kidât.

Zu’m-ıpindâr-ı cibillisini te’kid ederiz
Süfehâ kısmına izhâr-ı müdârât etsek
Nabi
Halka sirâyet eyledi âsâr-ı inbisât
İmsâke hiç alâmet-i te’kid kalmadı
Nâbî
Nâfizü’l-hükm-i şeriat ki urur dest-i kazâ
Sûret-i hüccet-i ahkâmına mühr-i tekd
Nef’î

tekke: bk. tekye.

teklif: Ar. Külfet’ten; 1. Birinden faydalı bir işleme. 2. İçli dışlı olmayan çekingen muamele. 3. Önerge. 4. Vergi yükleme. c. teklifât, tekâlif.

Eyledin lutf ile bir böyle kaside teklif
Ki nazire diyemez bir yere gelse şuarâ
Nef’î
Meyl-i kuhl etmez idi bi-teklif
Ekhelü’l-ayn idi ol zât-ı şerif
Hakanî
Ben benin sevdâsını diktim sifâl-i kelleme
Işk teklif eyledi ra’nâ karanfildir bana
Enverî

teklif-i bâğ: Bağ teklifi.

Ateşin âhımla eylersin bana teklif-i bâğ
Bâğ-bân-ı gül-berg-i handânın gerekmez mi sana
Fuzûlî

teklif-i câm: Kadeh teklifi.

Olur ihsân-ı vaslım bûseye teklif-i câm olmaz
Demiş ol lutfa dahi kâni’iz bâri hemen olsa
Behiştî

teklif-i engübin: Bal teklifi.

Zenbûr denlü nâleler eyler rakib-i dûn
Teklif-i engübin olunursa mekeslenir
Nâbî

teklif-i kıyâm: Ayağa kalkma teklifi.

Dest-i berhem-zen olursan ne kadar şiddet ile
Kâmet-i nâzenine etmez yine teklif-i kıyâm
Nâbî

teklif-i namâz: Namaz teklifi.

Kıldı benden ref teklif-i namâzı mestlik
Saldı
Hak bir neş’e-i câm-ı mey-i gül-gûn bana
Fuzûlî

teklif-i şarâb-ı nâb: Saf şarap teklifi.

Dürd-i derdidir safâ-bahş-ı harif-i bezm-i ışk
Sâkiyâ çok etme teklif-i şarâb-ı nâb ona
Fuzûlî

teklif-i zühd: Züht teklifi.

Bana teklif-i zühd etmezdi idrâk olsa zâhidde
Yazıklar kim onu âkıl beni divâne yazmışlar
Nef’î

tekellüf: Külfet’ten; 1. Külfetli, zahmetli iş görme. 2. Özenme, bir işi gösterişli hâle koymak için uğraşma. 3. Gösteriş, yapmacık. c. tekellüfât.

Iztırâb-ı nâ-be-hengâm istemez tahsil-i kâm
Mevkı’inde bi-tekellüf kâr kendin gösterir
Koca Râgıp Paşa
Mey-hâneyi seyr ettim uşşâka matâf olmuş
Teklif ü tekellüften sükkânı muâf olmuş
Şeyh Galip
Etse tekellüf ile bakıp tu’me-i halka
Ey sûfi nedir bunca tekellüfle tevekkül
Cinanî

tekellüfât: Tekellüfler.

Derhem olursa kâkül-i cânân aceb değil
Olur tekellüfât çü meslûb şeb-be-şeb
Nâbî
Zaîf ü acz ile sıkl-i tekellüfâta hamûl
Zalûm ü cehl ile himl-i emânete hammâl
Şeyhi tekellüfât-ı ibârât: İbarelerin tekellüfleri.

Tekellüfât-ı ibârâttan tehî
Nâbî
Edâ-yı hakk-ı maânîyye bu gazelyetişir
Nâbî

tekellüfât-ı rüsûmiyye: Vergi ile ilgili tekellüfler.

Tekellüfât-ı rüsûmiyye yok nihâdımda
Telâş-ı hâhiş-i esbâb-i ihtişâm edemem
Nâbî

teklîs: Ar. Kils’ten; kireç hâline getirme, kireçleştirme.

Gâh teklîsgehî istiktâr
Azmâyiş ile geçer leyl ü nehâr
Nâbî

tekmîl: Ar. Kemâl’den; 1. Kemale erdirme. 2. Bitirme, tamamlama. 3. Tam, bütün, eksiksiz. c. tekmîlât.

Serîr-i saltanatta eyledi on dördü çün tekmîl
Sekiz yüz beşte âhir etti terk-i âlem-i fânî
hemdemî

tekrâr: Ar. Kerr’den; 1. Bir şeyi bir defadan fazla yapma. 2. zf.

Yine, bir daha, yeniden.

Mey gibi ney gibi hey hey gibi şeyler tâ-key
Hey gidi san’at-ı tekrâr mükerrer dediğin
İsmail Safa
Anî bir üzüntüyle bu rü’yâdan uyandım
Tekrâr o alev gömleği giymiş gibi yandım
Yahya Kemal
Tekrârlarla şüpheleri dâniş anlama
Gel ârif ol ki ma’rifet olsun tecâhülün
Şeyh Galip

tekrâr-be-tekrâr: Tekrar tekrar.

Ağlatmayacaktım yola baktırmayacaktım
Ol va’de-i tekrâr-be-tekrârı unutma
Esrar Dede

tekrîr: Kerr’den; 1. Tekrarlama, tekrar etme. 2. ed. Bir sözün tesirini kuvvetlendirmek için tekrar etme sanatı. c. tekrîrât.

Hak insâf budur nefy-i nazîrinde senin
Hânis olmam eğer etsem dahi tekrîr-i kasem
Nâbî
Tekrîr ederdi sem’-i hayâlime bî-mesîl
Bir aks-i cân-rübâ
Tevfik Fikret
Merhabâ ey kân-ı irfân merhabâ
Merhabâ ey âlî irfân merhabâ
Süleyman
Çelebi

tekrîr-i kasem: Yemini tekrarlama.

Hak insâf budur nefy-i nazîrinde senin
Hânis olmam eğer etsem dahi tekrîr-i kasem
Nâbî

tekerrür: Tekrarlama. c. tekerrürât.

Hoştur tekerrürün dile ey lehce-ı Nedîm
Bilmemgülû-yı şîşede kulkul müsün nesin
Nedim
İki def’a tekerrür etti hitâb
Vermemişti henüz kimse cevâb
Muallim Naci

tekrîm: Ar. Kerem’den; saygı gösterme, ululama. c. tekrîmât.

Peder ü mâdere ta’zîm eyle
Yani ifrâd-ı tekrîm eyle
Sünbülzade Vehbi
Gâh nahle geldi lutfundan senin tekrîm ü hayy
Gâh nemle erdi fazlından şehâ teşrîf-i kâl
Lamiî Çelebi

tekerrüm: Kerem’den; tazim ve hürmet görme, keremli bulunmak.

Eyâ muhît-i cihân tekerrüm ü tekrîm
Nef’î

tekrîr: bk. tekrâr.

teksîr: Ar. Kesret’ten; çoğalma, artma. c. teksîrât.

İntisâbım bileliden beridir ma’rifete
Eyledi çarh-ı denî cevr ü ezâyı teksîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

teksîr-i sevâd-ı defter: Defterin sayfalarım faydasız olarak çoğaltma. Beyâz-i nâme-i âmâle âkıl bezl-i mâl etmez
Ki teksîr-i sevâd-ı defteri kassâm için saklar
Râzî (Üsküdarlı Abdüllatif)

teksîr-i neseb: Soyu çoğaltma.

Ki ola mâil-i teksîr-i neseb
Kesretin zannede evlâda sebeb
Sünbülzade Vehbi

teksîr-i yârân: Dostları arttırma.

İş tahammül etmedir bâr-ı hukûk-ı sohbete
Sanma kim vardır hüner teksîr-i yârân etmede
Akif (Amasyalı)

tekvin: Ar. Kevn’den; var etme, yaratma. c. tekvînât.

Nûr-ı vahdetten olup şu’le-pezdrâ-yı hudûs
Verdi fer-i âlem tekvîne merâyâ-yı hudûs
Hersekli Arif Hikmet

tekye: Ar. Vekâ’dan>tekye>tekke.

Dayanma, güvenme. 2. Tekke. c. tekâyâ.

Refte refte olarak şöhret-yâb
Tekyesi ola melâz-ı ahbâb
Nâbî

tekye-i âlem: Âlemin tekkesi.

Biz ki bu tekye-i âlemde muhibb-i âliz
Baş açık yalın ayak pâk-tıraş âbdâlız
Muhitî tekye-i aşk: Aşk tekkesi.

Ol sebebten tekye-i aşkında âbdâl olmuşum
Küfr ü îmân aşk u hüsnünden ibârettir bana
Esrar Dede
Tekye-i aşkta yâ
Hak diyerek ol demler
Çektiğim çilleyi bir kez çekene eyvallah

tekye-i bâğ: Bağ tekkesi.

Tekye-i bâğda ezhâr yetişti cümle
Mürşid-i bâd-ı bahâr eyledi var ise nefes
Şeyhülislam Yahya

tekye-i dehr: Dünya tekkesi.

Eşk-i uşşâka mahabbetpîri yolsuzsun demez
Tekye-i dehr içre onlar yolların pâk ettiler
Enverî

tekye-i dünyâ: Dünya tekkesi.

Cinânî merkad-i monlâya benzer tekye-i dünyâ
Meh ü mihr anda her gün çarh uran eşhâsa dönmüştür
Cmanî

tekye-i hâlet-fezâ (efzâ): Bir çeşit lale tekkesi
Rızâ bu tekye-i hâlet-fezâda şeyh olalı
Pür etti âlemi gül-bâng-ı hâyâ-huy neşât
Neccârzâde tekye-i hayret: Hayret tekkesi.

Ehl-i ışk ağlar
Behiştî
sen gülersin şâd olup
Tekye-i hayrette ben hayrâna benzettim seni
Behiştî

tekye-i hecr ü güm: Üzüntü ve ayrılık tekkesi.

Hırka-ber-dûş olalı tekye-i hecr ü gamda
Tâc-ı nüh-kubbe-i gerdûn başıma hem dar gelir
Zekâi (Şeyh Mustafa)

tekye-i ışk: Aşk tekkesi.

Ey kemân-ebrû hayât-ı câvidânîyi bulur
Tekye-i ışkında her cân kim sana kurbân olur
Hayretî

tekye-i uzlet: Yalnızlık tekkesi.

Dervîş ol ikrâr-ı uşşâk ile sultânlık bulur
Tekye-i uzlette bul sen şevk u zevk-ı vahdetin
Âdile Sultan

tekye-gâh: Dayanılacak yer; tekke.

Şol gedâ kim kıldı istiğnâ semin tekye-gâh
Genc-ı Bâd-âverd ile taht-ı Süleymân istemez
Hayâlî Bey

tekye-gâh-ı âlem: Âlemin tekkesi.

Geldikçe berg-i sebz ile toğruluban şehâ
Bu tekye-gâh-ı âlemde dervîş-vâr serv
Hayâlî Bey

tekye-gâh-ı dil: Gönül tekkesi.

Olalı tekye-gâh-ı dilde mihmân
Adile yârim
Ne izz ü şân ile ne saltanatla imtihânım var
Âdile Sultan

tekye-gâh-ı ışk: Aşkın tekkesi.

Nâka-ı Leylâ yününden şâl-pûş âbdâl idim
Tekye-gâh-ı ışka
Mecnûn olmadan dahi köçek
behiştî

tekye-geh: Dayanılacak yer. tekye-geh-i hâk’
Toprağa dayanma.

Hem-sohbet-i mûr u hem-dem-i mâr
Tekye-geh-i hâk ü bister-i hâr
Fuzûlî

tekzîb: Ar. Kizb’ten; Yalanlama, yalan olduğunu söyleme. c. tekzîbât.

Bâd-ıpür-va’d-i nev-bahârı eder
Bir enîn elîm ile tekzîb
Cenap Şahabeddin

telâfi: bk. telef.

telahhum: Ar. Lâhm’den; semirme, etli olma.

Açılır gönlüm gehî kim girye-i telahhum görüp
Açar ol gül-ruh tebessüm birle la’l-i nev-şahnedir
Fuzûlî

telâkî: Ar. Lika’dan; yüz yüze gelme, birbirine karşı gelip buluşma, kavuşma.

Bir gün o ümîd-perestin yeri
Sadr-ı tarab-gâh-ı telâkî olur
Muallim Naci

telâş, telâşî: Ar. Levş > telâşî’den; 1. Dağılma. 2. Telaş.

Dünyâya bu telâşın nedir ey esîr-i nefs
Râhat bulur mu avret alan avret üstüne
Nâbî
Tefhîm-i sırr-ı dehr için
Esrâr telâşı ko
Şi’rin safâsı bir gazel-i âşık-ânedir
Esrar Dede
Hüsnün olsun behâ-yı râygânı cân u baş
Tâlibân-ı vasl olan bî-derdler kılsın telâş
Şeyh Galip

telâş-ı hâhiş-i esbâb-ı ihtişâmŞanlı görünüş sebeplerini isteyenlerin telaşı.

Tekellüfât-ı rüsûmiyye yok nihâdımda
Telâş-ı hâhiş-i esbâb-i ihtişâm edemem
Nâbî

telâş-ı hâtır-ı ümmîd-vâr: Ümitli gönül telaşı.

Metâ’-ı sabrın eder her sadâ-yıpâgâret
Telâş-ı hâtır-ı ümmîd-vârı biz biliriz
Nâbî

telâş-ı va’d-i visâl: Kavuşma sözünün telaşa
Telâş-ı va’d-i visâle sebeb nedir bilmem
Yalan mı yok güzelim özr-i ârif-âne mi yok
Neşet (Hoca Süleyman)

telâtûm: Ar. Lâtm’dan; 1. Çarpışma (dalgalar). 2. Çok dalgalanma.

Gönülde cûşiş-i aşk olmasa çeşm eşk-bâr olmaz
Telâtûm etmedikçe yem sadeften dür nisâr olmaz
Yenişehirli Avni
Evvelki vakâr nerde kaldı
Gittikçe telâtûmun çoğaldı
Muallim Naci
Zamîri fikr-i sûaşktan eder mi tehî
Telâtûm eylese deryâ yinegüher bulunur
Akif Paşa
Gönülde cûşiş-i aşk olmasa çeşm eşk-bâr olmaz
Telâtûm etmedikçe yem sadeften dür nisâr olmaz
Aynî (Ayıntaplı Hasan Efendi)

telâtûm-ı deryâ-yı iştiyâk: Hasret denizinin dalgalanması.

Der-kâr olur telâtûm-ı deryâ-yı iştiyâk
Bir mevce kim o cebhe-i berrâktan kopar
Nâilî

telâtûm-geh: Büyük görünme yeri. telâtûm-geh-i bârân ü zalâmKaranlık ve yağmurların büyük görünme yeri.

Hep karanlık.

Bu telâtûm-geh-i bârân ü zalâm
Ediyor kalbe karanlık, acı şeyler ilhâm
Tevfik Fikret

telazüm: Ar. Lüzûm’dan; gerekli kılma, lüzum hissetme.

Nermî vü sahtî telâzüm etmeğin vâ-bestedir
Kâr-gâh-ı câme-dûzîpenç pâre âhene
Nâbî

telbîs: Ar. Lebs’ten; 1. Aybını, kusurunu örterek bir şeyi saklama. 2. Doğrudan yana olduğunu gösterek aldatmaya çalışma. 3. Oyun, hile. c. telbîsât.

Etme öyle nidâ-yı kalbîsi
Ne olur bozsa hükm-i telbîsi
Muallim Naci
Gelmedi âleme zatın gibi ehl-i telbîs
Kibriyâya sığınır melanetinden iblîs
Ademe etmez isen vaz’-ı fesâd-ı Sûr’u
Cinlere fitne-igaybîye edersin tedrîs
Şinasi tele: Far. 1. Tuzak (hayvan için). 2. Ağıl.

Gavvâsı, hırs-ı gevher eder lokma-i neheng
Kebki ümmîd-i dâne eder teleye şikâr
Ziya Paşa

telebbüs: Ar. Libâs’tan; giyinme, kuşanma. c. telebbüsât.

Tarz-ı telebbüsündeki reng-i garîb ile
Belliydişi’re san’ata meyl-i tabîati
Tevfik Fikret

telef: Ar. 1. Öldürme, yok etme. 2. Boş yere harcama, yıpratma. c. telefât.

Bulmadı bir fels-i ahmerce yanında i’tibâr
Nakd-i hûnu eşk-i çemşimyok yere ettim telef
Şeyhülislam Yahya
Yazık yazık telef ettim metâ’-ı cân u dili
Bu çâr-sû-yı muhabbette kâr olur sandım
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)
Hem nefsini telef revâ değildir
Zîrâ o da bir şifâ değildir
Abdülhak Hâmit
Billâh çoktan eyler idim nafsimi telef
Men’ etmeseydi takatinin şevk-ı rü’yeti
Ziyâ Paşa

telef-i nakd-i hayât: Paraya benzeyen ömrü boş yere harcama.

Dânesin tiz tüketir mürg-ı haris, ehl-i hevâ
Telef-i nakd-i hayât etmede imsâk edemez
Nâilî

telâfi: Boşa harcananın yerini doldurma, ziyanın karşılanması.

Ne dâiye-i tedârik-i evkât et
Ne dağdağa-i telâf-i mâ-fât et
Nâbî

telâfî-i mâ-fât: Elden çıkan bir şeyin yeniden tedariki.

Olmaz bedel fevâid-i evkâta
Nâbîyâ
Eyyâm eğer telâfi-i mâ-fât ederse de
Nâbî

telessüm: Ar. Lesm’den; yaşmaklanma, yaşmak tutunma.

Çehrende nedir bu hüsn-i tâbiş
Sandım ki kamer telessüm etmiş
Muallim Naci

televvün: bk. telvîn.

telezzüz: Ar. Lezzet’ten; tat alma, lezzet
bulma, hoşlanma, hoşa gitme. c. telezzüzât.

Nâ-dânlar eder sohbet-i nâ-dânla telezzüz
Dîvânelerin hem-demi divâne gerektir
Ziyâ Paşa
Kaç gecedir pür-nefret
Bir telezzüz, acı bir zevk ile eğlenmişti
Tevfik Fikret

telh: Far. Acı.

Telh olur zâika-i idrâki
Şükür yer ise dahi tiryâki
Sünbülzade Vehbi
Acıttı beni acı sözün tünd nigâhın
Ey nahl-i melâhat ne aceb telh berin var
Fuzûlî
Gâhi meyden el çekip geh bendden zülfün çözüp lyşımız telh eyleyip geh rûzumuz şâm eyledik
Nâbî
Sâki şarâb-ı telhini dânâ içer nâ-dân içer
Zevkin alan bu neşvenin ehl-i mezâkidir yine
Şeyhülislam Yahya

telh-i güftâr: Söz acılığı.

Çâre umdum la’l-işirindinden eşk-i telhime
Telh-i güftâr ile aldın cân-ı şirinim benim
Fuzûlî

telh-i rûz-ı firâk: Ayrılık gününün acılığı.

Telh-i rûz-ı firâk bozalı ağzım dâdın
Şâm-ı visâlin gelir bana seherden leziz
Fennî telh-i şarâb-ı gussa-i devrân: Zamanın keder veren şarabının acılığı.

Telh-i şarâb-ı gussa-i devrânı def’ eder
Şirin lebin dehânıma alsam niteki kand
Bâkî

telh-âb, telh-âbe: Acı su.

Misâl-ı Yûsuf azm-ı Mısr edip ol şûh-ı simin-ten
Dehân-ı zahme telh-âb-ı firâkı oldu şûr-efgen
Beliğ telh-âbe-i firâk: Ayrılığın acı suyu.

Nâbî

verirse vasl verir neş’e-i şu’ûr
Telh-âbe-i firâkla bi-hûşlardanız
Nâbî

telh-ayş: Acı hayat.

Olşeker-leb nice şûr-engiz ü türüş-ebrû ise
Telh-ayş olman ki geh geh hande-i şirini var
Ahmet Paşa

telh-gû: Acı sözlü, acı dilli.

Nevres’i etmez senin şirin kelâmın telh-kâm
Sen hemân eyle tekellüm râzıyım düşnâma ben
Nevres-i Kadim

telh-güftâr: Acı sözlü.

Leblerinden dil-berânın açtı zûr-ı mey yine
Telh-güftâr oldular la’l-işeker-hâlaryine
Nâbî
Çerb ü şirin olma halka, lokma-veş yerler seni
Telh-güftâr olma zirâ akreb eylerler seni
Câmi (İstanbullu Mehmet)

telh-kâm: “Damağı acı”; kederli.

Telh-gâm etmez senin şirin kelâmın Nevres’i
Sen hemân eyle tekellüm râzıyım düşnâma ben
Nevres-i Kadim
Kimdi şarâbı hürmet ile telh-kâm eden
İ’mâl-i câm ü bâdeyi kim öğreten Cem’e
Ziyâ Paşa

telh-kâm-ı sitem: Hasetçilerin acı, zehirli suyu.

Telh-kâm-ı sitemin gör ne çekermiş bilesin
Sen de zehr-âbe-hâr-i kâse-i hussâd olasın
Nâbî

telh-kâmî: Lezzetsizlik; kederlilik.

Rızk-ı dünyâdan mezâk-ı ehl-i dil mahrûmdur
Telh-kâmidir nasibi nûş-ı sahbâdan bile
Cevrî (İbrahim Çelebi)

telh-mezâk: Kederli, üzüntülü.

Beni şehd-âbe-i ümmîd ile şîrîn-kâm et
Nûş-ı zehr-âbe-i ye’s ile koma telh-mezâk
Yenişehirli Avni

telhî: Acılık; ıstırap, elem.

telhî-i âzâr: İncitme acılığı.

Lezzet-i la’l-i lebi telhî-i âzâr iledir
Olmaz ol meyde halâvet ki merâretyoktur
İzzet Ali Paşa

telhî-i deryâ: Deniz acılığı.

Teneffür kılmaz erbâb-ı mahabbet şûr-ı sevdâdan
Mezâk-ı mâhiyân şîrîn olur telhî-i deryâdan
Hersekli Arif Hikmet

telhî-i eyyâm: Günlerin acılığı.

Nâkıs olmaz feyz-i zâtı telhî-i eyyâmdan
Bâde telh oldukça artar neş’esi kuvvetlenir
Koca Râgıp Paşa

telhî-i hicrân: Ayrılığın acılığı.

Bu kadar telhî-i hicrân araya girmiş iken
Bir dahi ni’met-i vuslatta halâvet mi kalır
Nâbî

telhî-i kahr: Kahır acılığı.

Giderdi telhî-i kahrın fesâd tuğyânın
Kılar mazarrat-ı balgam izâlesin hanzal
Fuzûlî

telhî-i lezîz: Lezzetli acılık.

Bu iftirâkı, bunun telhî-i lezîzini siz
Tahayyül etmeye bilmem muktedir misiniz
Tevfik Fikret

telhî-i nefret: Nefret acılığı.

Ben böyle mi sandım seni ey ömr-i gam-âlûd
Bir telhî-i nefretle gönül, nâdîm-i bî-sûd
Tevfik Fikret

telhîs: Ar. Lahs’tan; 1. Hulasa etme, özetleme, uzun bir yazıyı kısaltma. 2. Eskiden sadrazamdan padişaha yazılacak şeylerin kısaltma yazısı. c. telhîsât.

Birisi pençe-i fermân birisi sahh-ı sahîh
Birisi safha-i telhîs biri nevk-i kalem
Nâbî

te’lîf: Ar. Ülfet’ten; 1. Kitap, eser yazma. c. te’lîfât. 2. Barıştırma, uzlaştırma.

Nice ümmî ki kütüb-hâne-ı Hak
Oldu te’lîfî ile müstağrak
Hakanî
Zebân nâ-resâ vasf-ı te’lîfine
Ukûl ermez a’dâd-ı tasnîfine
Keçecizade İzzet Molla

te’lîf-i râz-nâme-i dehr: Dünya sırrının yazıldığı kitap.

Benden sorun hakâyık-ı esrâr-ı âdemi
Te’lîf-i râz-nâme-i dehr ezberimdedir
Nâbî

tel’în: Ar. La’net’ten; lanet etme, lanetleme. c. tel’înât.

Müslümânlıkta “anâsır” mı olurmuş?
Ne gezer
Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor
Peygamber
Mehmet Akif
Sendin “Uyukluyor” diye gûyâ donuk, denî
Bir kalb-i der-be-der gibi tel’în eden beni
Tevfik Fikret

te’lîh: Ar. İlâh’tan; tanrılaştırma.

Târihimizin tûde-i etlâlini her gün
Ta’zîm ile, takdîs ile, te’lîh olsun
Süleyman Nazif

telkin: Ar. Lakn’dan; 1. Fikir aşılama, kulağa koyma. 2. Yeni
Müslüman olan kimseye iman esaslarını anlatma. 3. Bir kimse öldüğü zaman mezarı başında hocanın söylediği dinî sözler. c. telkînât.

Berg-i gülle andelîb zârî tekfîn ettiler
Bir gül-istân beytini üstünde telkîn ettiler
Şeref
Ol dahi
Cüneyd-ı Muhammed’e telkîn eyledi
Anun-çün zikr-i hâsu’l-hâsıla ol ganîdir
Ümmî Sinan
Başıboş köylünün evlâdını kimler yedecek
Adam ister ona insânlığı telkîn edecek
Mehmet Âkif

telkîn-i îkân: Bilme telkini.

Tavk-ı aşk etmez tekevvün her dil ü her sînede
Sen onu ister isen telkîn-i îkânda ara
Necip (Sultan III. Ahmet)

tellâk: bk. dellâk.

tellâl: bk. dellâl.

telmih: Ar. 1. Söz arasında bir sözü manalı söyleme, imalı konuşma. 2. ed. Andırma, insanların çoğu tarafından bilinen bir olay veya kıssayı söz arasında hatırlatma sanatı. c. telmîhât.

Eyle hâtırları ta’mîre şitâb
Eyleme arş-ı İlâhî bî-harâb
Nâbî

telvîn: Ar. Levn’den; renk verme, boyama, boyanma. c. telvînât.

Görünse nikâbından ol ârız-ı reng-i reng-â-renk
Şevkınla düşer şehrin sûfileri telvîne
Behiştî
Güneş!.

Denizleri sa’yetme nakş ü telvîne
Deniz değil sana muhtâc olan sakat nine
ahmet Hâşim

televvün: 1. Renkten renge girme, renk değiştirme. 2. Kararsızlık, döneklik. c. televvünât.

Hezâr ahbâb olan ehl-i televvünden vefâ gelmez
Koca Râgıp Paşa
Ben kuluna lütfedip gâh etmesin gâhî cefâ
Hûblar sultânı demişiz televvün şânına
Behiştî
Neye müncerr ola hâlim bu televvünle benim
Dil-i peşîmân yine tevbeye varmaz dehenim
Şeyh Galip

televvün-geh: Kararsızlık, döneklik yeri.

televvün-geh-i âlem: Âlemin döneklik yeri.

Şu televvün-geh-i âlemde o noksânı da yap
Boyadın her boyadan kaldı hemân fıstıkî reng
Hamamizâde İhsan

televvünât: Renk renk görünüşler, çeşitlenmeler. televvünât-ı şüûn-ı cihân: Cihan olaylarının çeşitlenmeleri.

Televvünât-ı şüûn-ı cihâna aldanma
Eser, şecer, beşer âhir türâb olup gidiyor
Giritli
Sırrı Paşa

televvün-hâne: Döneklik evi.

televvün-hâne-i âlem: Dünyanın döneklik
evi.

Terakkî eyledi ol rütbe ki hercaî-meşreblik
Televvün-hâne-i âlem benefşe-zâra dönmüştür
Tahirü’l Mevlevi

telvîs: Ar. Levs’ten; 1. Bulaştırma, kirletme, pisletme. 2. mec. Bozma, berbat etme. c. telvîsât.

Hoşça bir keyf idi enfye-i habîs
Etmese rîş ü burunu telvîs
Sünbülzade Vehbi
Seni telvîse murâd eyleyeni pâke çıkar
Sâf ü deryâ-dil olup eyleme icrâ-yıgaraz
Beliğ
Ademe oldur kim edip tahsîl-i ilm ü ma’rifet
Meclisin telvîs kılmaz sohbet-i cühhâl ile
Leskofçalı Galip
Şehirde evlere baskın, kazada katl-i nüfûs
Kur’ada kalmadı telvîs olunmadık nâmûs
Mehmet Akif

telvîs-i riyâ: İkiyüzlülüğün kirliliği.

Hâlis lerinin yüzü suyuna kerem eyle
Telvîs-i riyâdan onu pâk eyle Hudâyâ
Behiştî

temâm: bk. tâmm.

temâsîl: bk. timsâl.

temâşâ: Ar. Meşy > temâşi’ >Far. te-
mâşâ.

Bakıp seyretme. 2. Gezme.

Temâşâ çün berü gel kim göresin
Nite gözüm yaşı ırmak ü çaydır
Sultan
Velet
Gönül âyînesi sâfîdir ammâ
Temâşâ bu ki bir sâhib-nazar yok
İshak
Çelebi
Kâr-fermâsını bil nakş-ı hayâl-i suverin
Sen bu bâzîçeye aldanma, temâşâsına bak
Şeyh Galip
Temâşâ etmeğe sen mâh-ı rûyu şevkı bî-haddir
Göz olmuştur sipihre ey kamer-ruh ser-te-ser kevkeb
Cinânî
Vech-i dil-berde ümîdi olsa da âşıkların
Mihnete bakmaz safâ bulup temâşâdan geçer
Âdile Sultan

temâşâ-yı âb: Suyu seyretme.

Cihânda olmadı bir hisse-i verâsetimiz
Bebek
Koyu’nda temâşâ-yı âbdan başka
Yahya Kemal

temâşâ-yı cemâl’
Güzelliği seyretme.

Temâşâ-yı cemâlinden nazar ehlini men’ etme
Ne sûd ol hûb yüzden kim nazar kılmaz ona âşık
Fuzûlî
Yetmez mi temâşâ-yı cemâl elde sunarsın
Ey âşık-ı mihnet-zede buldukça bunarsın
Şâyî (Mustafa)

temâşâ-yı cemâl-i dil-rübâ: Gönül çalan güzelliğin temaşası.

Temâşâ-yı cemâl-i dil-rübâda
Enverî geçti
Temâşâ eyler onu halk üşüp bir hoş temâşadır
Enverî

temâşâ-yı gül-i ruhsâr: Gül yanaklıyı seyretme.

Yeter oldu kulağa bâng-ı rıhlet dehr bâğında
Ne durmuşsan temâşâ-yı gül-i ruhsâr yetmez mi
Fuzûlî

temâşâ-yı hatt-ı sebzî: Taze çizgiyi (yeni çıkan ayva tüyü) seyretme.

Dirîğ kılma temâşâ-yı hatt-ı sebzînin
Ki andelîbe ölümdür çemenden ayrılmak
Behiştî

temâşâ-yı hüsn: Güzelliği seyretme.

Kelâl verdi temâşâ-yı hüsnü zühhâde
Aceb mi kec-nazarâna getirse hâb kitâb
Koca Râgıp Paşa

temâşâ-yı nigâr: Sevgiliyi seyretme.

Yetmez mi temâşâ-yı nigâr el de sunarsın
Ey âşık-ı mihnet-zede buldukça bunarsın
Şâmî (Mustafa)

temâşâ-yı riyâz: Çemenlik yerleri seyretme.

Gonca-veşgönlümden aslâ zâyil olmaz inkıbâz
Bana niçe dil-güşâ olsun temâşâ-yı riyâz
Behiştî

temâşâ-yı ruh: Yanağı seyretme.

Temâşâ-yı ruhun azmine çıktı âftâb ammâ
Gelirken sür’at ile düştü yüz yerde şitâbından
Fuzûlî

temâşâ-yı tabîat: Tabiatı seyretme.

Olanlar feyz-yâb-ı intibâh âsâr-ı kudretten
Alırlar hisse-i ibret temâşâ-yı tabîatten
Recaizade Ekrem

temâşâ-yı zümürrüd: Zümrüt, yeşil renkli kıymetli taşı seyretme.

Nigâh-ı rağbet etmez hatt-ı sebz-iyâre gec-tab’ân
Temâşâ-yı zümürrüd sâz-kâr-ı çeşm-i mâr olmaz
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)

temâşâ-gâh’
Seyir yeri.

Yak ın etti felek eyyâm-ı şekke rûz-ı nev-rûzu
Bu takrîb ile birkaç gün temâşâ-gâh olur sahrâ
Şeyhülislam Yahya

temâşâ-gâh-ı bîdârî: Uyanıklığı seyretme.

Fürûg-ı mihr-i âlem-tâbıgör meh-tâbı neylersin
Temâşâ-gâh-ı bîdârî dururken hâbı neylersin
Nâbî

temâşâ-gâh-ı ra’nâGüzel seyir yeri.

Vâdî-i hayret temâşâ-gâh-ı ra’nâdır bize
Sicn-i mihnet gûşe-i hem-vârdır eğlencemiz
Nuri

temâşâ-ger: Seyirci. c. temâşâ-gerân.

Emîn im, hem de hoşnûdum bugün ben ikizâlimden
Müreccahtır dedim olmak uzaktan bir temâşâ-ger
Abdülhak Hâmit

temâyül: Ar. Meyl’den; 1. Meyletme, eyilme, bir yana yönelme. 2. Bir kimseye fazla ilgi ve sevgi gösterme. c. temâyülât. nihâl-i bâğ-ı işve sana da eder temâyül
A gönül ne âh edersin buna rûzigâr derler
Üsküdarlı Sırrı

tembel: bk. tenbel.

tembih: bk. tenbîh.

temcîd: Ar. Mecd’den; 1. Ululama. ağırlama. 2. Şaban ve
Ramazan ayları boyunca
camilerde sabah namazı vaktinden evvel, bellirli makamlarda minarelerden okunan dua. c. tem-
cîdât.

Mismâr-ı hâb revzene-i gûşu etti bend
Cây-ı duhûl-ı nağme-i temcîd kalmadı
Nâbî

temdîd: Ar. Medd’den; 1. Uzatma, uzatılma, sürdürme. 2. Bir harfin uzun okunması.

Gül-şenin haddi değil kûyuna taklîd etmek
Çend evrâkla daââsını temdîd etmek
Nâbî
Hayâta karşı nigâhında bir keder görünür
Hayâtı aşkını temdîd için sever görünür
Tevfik Fikret
Temdîd eden bir aşkıki vuslatta muhtasar
Fıtratta bül-heves yaşarey yâr-i dil-pezîr
Fâik
Âli Bey

temdîd-i ömr: Ömrün uzatılması.

Dünyâ biter o yerde ki mağlûb olur hayâl
Temdîd-i ömre kudreti kalmaz tahayyülün
Yahya Kemal
.

temeddün: Ar. Medine’den; medenileşme.

Kimi mezellet-i vahşetle bâdiye-peymâ
Kimi refah-ı temeddünle vakfe-gîr-i masîr
Cevrî (İbrahim Çelebi)
Cidd ü himmet, vakâr ü hürriyet
Dolu peygûle-i temeddününe
Tevfık Fikret temekkün: Ar. Mekân’dan; yerleşme, mekân tutma, yerleşme.

Temekkün eylemeden etti
Nâbîyâ pâ-mâl
Zemânenin kimi gördümse iltizâmında
Nâbî
Bir beldede var temekkün eyle
Kesb-i şeref et terekkün eyle
Muallim Naci
Halâs eyle televvün vartasından nefsi yâ
Ma’bûd
Temekkün kişverinde sırrı sultân eyle yâ Allah
Nuri

temellük: Ar. Melk’ten; yaltaklanma, kavuk sallama, dalkavukluk etme.

Lîk her şahsa temelluk etme
Tavr-ı zillete tahalluk etme
Sünbülzade Vehbi
Edânîye temelluk âriyet bir ömr için değmez
Bu sûretle taayyüş fikrini pek nâ-becâ buldum
Hersekli Arif Hikmet
Hele nâ-merde temelluk ne belâ âlemde
Etmesin bir gözü diğer göze
Mevlâ muhtâc
Hilmi (Trabzonlu)
Şahs-ı nâ-merde temelluk etme, dökme âb-ı rû
Hâhiş-i feyz etme bir boş çeşmeye tutma sebû
Âgâhi (Şâkir Efendi)

temennâ: Clö!) bk. temenni.

temenni: Ar. Münye’den; istek, dilek, dileme. c. temenniyyât.

Gönül âşüfte yâr âlüfte, çeşm-baht ise hiffete
Aceb âşık, aceb dil-ber, aceb olmaz temennâdır
Nef’î
Zevâlin istemez mi bî-hüner, ehl-i kemâlâtın
Vefât-ı hâceyi eyler temennî dâimâ etfâl
Fehim-ı Kadim (Uncuzade)
Niçin benden edersin sen temennî câm-ı irfânı
Taleb etme gönül bî-gâneden kendinde olanı
Behiştî

temennî-i vuslat: Kavuşmayı dileme.

Niyâz-mend-i visâl ol ko şermi ey Nâbî
Ne var temennî-i vuslat hilâf-ı âde değil
Nâbî

temennâ: 1. İstek, dilek. 2. El ile selam verme.

Zâhidin âlemde cennettir temennâ ettiği
Âşık-ı dil-haste gönlünden geçen dîdârdır
Bağdatlı Ruhi
Geçti dil rûh-ı talebten, kâm-ı dünyâdan bile
Fârig oldu ârzûlardan, temennâdan bile
Cevrî (İbrahim Çelebi)
Herkesin zikri hemân ed’iye-i izz ü şükûh
Her taraftan çıkıyor bâng-ı temennâ-yı kerem

temennâ-yı behişt: Cenneti dileme.

Fuzûlî haste-dil tâ ravza-i kûyunda sâkindir
Temennâ-yı behişt ü meyl-i gül-zâr-ı İrem kılmaz
Fuzûlî

temennâ-yı kerem: Cömertliği isteme.

Herkesin zikri hemân ed’iye-i izz ü şükûh
Her taraftan çıkıyor bâng-ı temennâ-yı kerem
Lâ temennâ-yı vefâ
Sözünde durma isteği.

Gehî zevraklar ile zevk-ı deryâ eyledik gezdik
Gehî ol sâde-rûlardan temennâ-yı vefâ kıldık
Bahtî (Sultan I. Ahmet) temennâ-yı visâl-i yâr-i sîmin-ber: Gümüş göğüslü sevgilinin vuslatını dileme.

Olup dil bûte gibi tâb-ı hicrân ilegerm-ülfet
Temennâ-yı visâl-i yâr-i sîmîn-berden el çektik
Nâbî

temeshur: Ar. Mashara’dan; 1. Maskaralık etme. 2. Alay etme.

Her hâlde değil bence sezâ-vâr-ı tefâhür
Kambur felek etmekte bu kambura temeshur
Abdülhak Hâmit

temessük: Ar. Mesk’ten; 1. Tutunma, sarılma. 2. Borç senedi.

Anlanır deyn temessüklerinin mührinden
Nâbîyâ âhir-i mecmû’-ı devâ olduğu key
Nâbî
Sûk-ı devrânda biz ol deyn temessükleriyiz
Hep bizim hâtemimizdir basan ikrârımıza
Nâbî

temessül: bk. temsîl.

temettu’, temettü’: Ar. Metâ’’dan; kazanma, kâr etme. c. temettu’ât.

Kâ’be kapın koyup çekeriz gam beriyyesin
Ömre komaz temettu’u ol bî-safâ sefr
Ahmet Paşa
Bezm-i aşk içre
Fuzûlî nice âh eylemeyim
Ne temettu’ bulunur bende sadâdangayrı
Fuzûlî
Kim ola dost rızâsı hemîn sana hâsıl
Rızâ-yı dosttur ancak temettu’ eygfl
Fuzûî temevvüc: Ar. Mevc’den, dalgalanma, dalgalı olma. c. temevvücât.

Ebhâr temevvücte eşcâr teselsülde
Deryâb yedi deryâ peydâ neden olmuştur
Muradî (Sultan III Murat)
Bahr-i keremi eylese bir lâhza temevvüc
Dünyâ gibi bin memleketi muğtenem eyler
Yenişehirli Avni
Birşem’-i hakîkat ki fürûzân ola dilde
Tûr üzre eder lem’a-i dîdâr temevvüc
Nâbî

temevvüc-i gamGam dalgası.

Cûyende-i necâtız o yemden ki cümleden
Evvel tutar temevvüc-i gam nâ-hudâmızı
Nâbî

temevvüc-i nâz: Naz dalgası.

Tamâm lerziş ü ser-tâ-kadem temevvüc-i nâz
Hıram nâzik ü pâ nâzik ü beden nâzik
Sâmi temgâ: Far. Mühür; kâğıt, kumaş gibi şeylere vurulan işaret.

Akça emez kumaşı temgasız
Ne
Hatâyî var anda ne hâre
Nedim

temhîd: Ar. Mehd’den; 1. Döşeme, yayma. 2. Düzeltme, düzenleme. c. temhîdât.

Sana kaldı meded ü merhamet ey sıhr-ı Nebî
Ne düşerse onu kıl şânına bast u temhîd
Kâzım temhîr: Far. >Mühr’den; Osm. temhîr.

Mühürleme, damga vurma.

Âşık öldürmeğe tedbîr ettiler
Yazdılar fermânın temhîr ettiler
Dertli

temîme: Ar. 1. Nazar boncuğu. 2. Muska, muskalık.

Bürîde-i süm-i esbin eder hamâil-vâr
Temîme bend-i cinân-ı hûriyâna zîb-i nühûr
Nâbî

te’mîn: Ar. Emn’den; 1. Güvenlik hissi verme. 2. Sağlamlaştırma. 3. Elde etme. 4. Sağlama. c. te’mînât.

Eyler eser-i hayâtı te’mîn
Ervâh-ı idâredir kavânîn
Alaybekizâde Nâci
Bir fecr-i ümîd etmeli ferdâları te’mîn
Göster bize yâ
Rab o güzel günleri.

Amin
Mehmet Akif
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
Te’mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir
Tevfık Fikret temîz: Ar. Temyîz’den; lekeli, kirli, bulaşık olmayan.

Kat’-ı alâka eyle cihândan sen
Âhî yâ
Şol hîz-i bî-temîzi ko mekr ü hiyel seve
Âhî
Bakın ne hâle getirmiş ki cehlimiz dîni
Hurâfeler bürümüş en temîz menâbEni
Mehmet Akif

temkin: Ar. Mekânet veya mekân’dan; 1. Ağırlık, ağırbaşlılık. 2. İhtiyat, tedbir. 3. hek. Hastalığın bir yere yerleşmesi.

Ehl-i temkînim beni benzetme ey gül bülbüle
Derde yok sabrı onun her lâhza bin feryâdı var
Fuzûlî
Zulm ederse yıkılır hâne-i dîn
Etmese bulmaz umûru temkîn
Nâbî
Derd ü gamdan ıztırâb etmez hevâyî-meşrebân
Keştîye bâr-ı girânı bâis-i temkîn olur
Koca Râgıp Paşa
Arş-ı temkîn ü kadr-i makderet ü dehr-i sebât
Levh-i tarsîn ü kazâ temşît ü berk-ı be-renk

temkîn-i danış: İlmin oturaklığı.

Yelde berg-i lâle teg temkîn-i dâniş bî-sebât
Suda aks-i serv teg te’sîr-i devlet vâj-gun
FuzûH temmet: bk. tâmm
Temmûz: Süryânice’den
Arapça’ya girmiş.

Yılın yedinci ayı. 2. Şiddetli sıcak ay.

Ger tâb-ı Temmûz gazabı etse sirâyet
Her katre-i bârânı hevâ bir şerer eyler
Nef’î
Temmûz eriştigark-ı tef u tâb oldu
Zemîn harâretle vakf-ı pîç ü tâb oldu
Sâmi temsîl: Ar. Misl’den; 1. Benzetme, bir şeyin aynını yapma. 2. Örnek söz. 3. Tiyatro oyunu. 4. Birinin veya bir topluluğun adına hareket. c. temsîlât.

Kendi tavrında meges ednâ değil tâvûstan
Anla
Hakkın
Nâbîyâ
Kukân’da temsîl ettiğin
Hersekli Arif Hikmet
Derûn-ı sîne-i âşıkda jengâr-ı sivâ yoktur
Dil-i âyînede timsâlden gayri nukûş olmaz
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

temessül: Bir şeyin suretine girme. 2. Bir sözü mesel olarak söylemek. c. temessülât.

Misli yok âyînede etse temessül fi’l-mesel
Yine yok şeklin ayân eyler misâlin sûreti
Nevres-i Kadim
Bî-gümân eyler temessül sûret-i ayba eğer
Fursat-ı güftâr yâ
Rab değmesin bed-gûlara
Nedim
Çiçek meâl-i ebedden terekküb etmiş ise
Kadın hayâl-i ezelden temessül etmiştir
ahmet Hâşim

temsiye: Ar. Mesâ’dan; “Akşamınız hayırlı olsun, tünaydın” gibi akşam selamı verme.

Ar. “Mesâküm bi’l-hayr”
Şıktır hüner-nümâ begim a’lâ lisân bilir
İcrâ-yı resm-i temsiyede bonsuvar der
Muallim Naci

temşît: Ar. Muşt’tan; taranma, tarama.

Arş-ı temkîn ü kadr-i makderet ü dehr-i sebât
Levh-i tarsîn ü kazâ temşît ü berk-ı be-renk

temşiye, temşiyet: Ar. Meşy’den; yürütme, ileriye götürme, ilerletme.

Müşterî-rey ü Utârid-kalem ü mihr-âsâr
Arz-temkîn ü kazâ-temşiyet ü çarh-ahkâm
Nef’î

temyîz: Ar. Meyz’den; 1. Seçme, ayırma, ayrılma. 2. İyiyi kötüden ayırt etme. 3. huk. Yargıtay.

Nedir tasavvur-ı temyîz hüsn ü kubh-ı umûr
Nedir tekâbül-i imtidâd cümle-i gerdân

Bed-mâye olan anlaşılır meclis-i meyde
İşret güher-i âdemi temyîze mihekkdir
Ziyâ Paşa
Hakkı bâtıldan etmedik temyîz
Hezeyânlarlageçti ömr-i azîz
Şâkir
Ahmet Paşa

temyîz-i ehliyet: Bir işteki ehilliği ayırt etme.

Fark için temyîz-i ehliyyetteki noksânını
Sûret-i a’mâda, eslâf, ettiler tasvîr-i baht
Ziya Paşa

ten: (j) Far. 1. İnsan vücudunun dış yüzü. 2. Beden, vücut, gövde.

Nâ-tüvânlık o kadar etti sirâyet tene kim
Kalkamaz ârız-ı hûbâna düşünce nigehim
Nâbî
Benim elimde kesilmek gerek senin nefesin
Benim elimle k ırılsın senin de ten kafesin
Abdülhak Hâmit
Bahtiyârî cihânda sıhhattir
Ten-dürüstî büyük saâdettir
İsmail Safa

ten-i a’dâ: Düşmanların vücudu.

Berk-ı tîğın ten-i a’dâda eder cevşeni âb
Döner üstünde habâba ser-i bî-sâmânı
Nef’î

ten-i bî-cân: Cansız vücut.

Ten-i bî-câna müjen hançeri kim câna geçer
Haste-i ışka ecel şerbeti dermâna geçer
Avnî

ten-i bî-i’tibâr: Değersiz vücut.

Başımdan akl ise gitti dil ile cân revân oldu
Ten-i bî-i’tibâr adlı kuru vîrânemiz kaldı
Hayâlî Bey

ten-i bürehne: Çıplak vücut.

Dem-â-dem etmede germ-âbe-i hayâlimde
Ten-i bürehnesini ye’s câme-pûş-ı ümîd
Nâbî

ten-i bürehne-i âşık: Âşığın çıplak vücudu.

Ten-i bürehne-i âşıkta aks-i nakş-ı hasîr
Olur şehen-şeh-i aşka kafesli şâh-nişîn
Nâbî

ten-i bî-i’tibâr: Değersiz vücut.

Başımdan akl ise gitti dil ile cân revân oldu
Ten-i bî-i’tibâr adlı kuru vîrânemiz kaldı
Hayâlî Bey

ten-i bîmâr: Hasta vücut.

Ten-i bîmâra tîmâr eylemez öldüm desem ammâ
Rakîb-i küştenîye çâre-sâz olmaktagittikçe
Cinânî

ten-i bî-rûh: Ruhsuz vücut.

Beni öldürmeğe olşûh-ı cihân olsa revân
Ten-i bî-rûhun ola her regi bir rişte-i cân
Behiştî

ten-i efgâr: Yaralı beden.

Yıktı sâkî bir ayaeğıyle ten-i efgârı
Bir tepük eyledi vîrân bu kühen dîvân
Fuzûlî
(tepük: tekme)

ten-i efsürde: Donmuş vücut.

Uykuda dün gece cânım gibi cânân gördüm
Ten-i efiürdede kalkıp eser-i cân gördüm
Muradî (Sultan II. Murat)

ten-i fersude: Eski beden.

Aceb mi güç gelirse âşıka senden cüdâ düşmek
Ten-i fersûdeye âsân olur mu cândan ayrılmak
Cinânî

ten-i gam-fersâ: Gam aşındıran vücut.

Lâht lâht olmuş iken gamze direfini çekip
Çâre-sâz olmadı bir gün ten-igam-fersâya
Fuzûlî

ten-i gül-bün: Gül biten vücut.

Bahârda ten-i gül-bünde eyleyip heyecân
Harâret-i demevî kıldı ukdelerpeydâ
Fuzûlî

ten-i habîs: Kirli vücut.

Urbân içinde bî-havf ol Rüstem-i zemâne
Etti ten-i habîsin tîğiyle hâke yeksân
Nâbî

ten-i hâkî: Toprak renkli vücut.

Ten-i hâkîde kalb-i feyz-cû pejmürde olmuştur
O bir mâhî-i kudsîdir ki berde mürde olmuştur
Esrar Dede

ten-i hâşâk: Çer-çöp (değersiz) beden.

Ser-i kûyuna şarâb içmeyicek varmazın
Ten-i hâşâkimi ol gül-şene bu sugetirir
Necati Bey
(içmeyicek: içmeyince, varımazın: varamazım)

ten-i insân: İnsan vücudu.

Sipihr medfenini müekkil etmiş insâna
Olur yine ten-i insângıdâsı insânın
Ziya Paşa

ten-i lâgar: Zayıf vücut.

Aşk sevdâlarına uğramasa kalmaz idi
Mûy-ı jülîde ile bir ten-i lâgar sünbül
Bâkî

ten-i Mecnûn: Mecnun’un vücudu.

Ten-ı Mecnûn’u sen sanma ihâta eyleyen kıldır
Gam-ı Leylâ’yı şerh için onun her biri bir dildir
behiştî

ten-i mecrûh: Yaralı vücut.

Sabâ lütfettin ehl-i derde dermândan haber verdin
Ten-i mecrûha cândan câna cânândan haber verdin
Fuzûlî

ten-i nâzük-ter: Fazla nazik olan vücut.

Aceb mi câme-pûşi lerziş olsa dîde baktıkça
Letâfetten ten-i nâzük-terindepîrehen titrer
Nâbî

ten-i sîmîn: Gümüş ten.

Ten-i sîmîni bir mir’ât-ı pür-envârdır gûya
Leb-i şîrîni tûtî-i şeker-güftârdır gûya
Seyyit
Vehbî

ten-i sâbir: Sabreden vücut.

Eyle merdân-ı rehe bendeni yâ
Rab hem-râh
Râh-ı âsân ten-i sâbir dil-i sevdâ-ver ver
Esrar Dede

ten-i sad-çâk: Yüz parçaya bölünmüş vücut.

Tâze tâze dâglarla kanlı kanlı şerhalar
Hırka-ı Hindûya döndürdü ten-i sad-çâkimiz
Bâkî

ten-i sad-pâre: Yüz parça olmuş vücut.

Beni hayrette bulmuşpârelerken tâgözüm açtım
Ten-i sad-pâremi ol mâh-pâre pâreler gördüm
enverî

ten-i uryân: Çıplak beden.

Ten-i uryânı dehr âlâyişinden eyledim hâlî
Vücûdum karesin ışk adlı bir ummâna tapşurdum
Cinânî (tapşur-: verilmek)
Ten-i uryânımı ta’bîr edemez kimse benim
Nâbîyâ kimse libâsa koyamaz
Mecnûn’u
Nâbî

ten-i zaîf: Zayıf vücut.

Nâr-ı gamınla sûhte hırmen basît-i arz
Ben bu ten-i zaîfim ile kâh-ı hırmenem
Behiştî

ten-i zaîf-i Cem: Cem’in zayıf vücudu.

Ten-i zaîf-ı Cem’in şöyle hâk-râh oldu
Ki bin yıl arasalar bir eser de bulunmaz
cem Sultan

ten-i zâr: İnleyen beden.

Ölürsem derd-i hicrân ile tedbîr-i kefen kılman
Ten-i zârımda yer yer bu riyâ nakşı kefen besdir
cinânî

ten-i zerd: Sarı vücut.

Cefâna kîmya dersem ne ola ey sîm-i sa’îd ben
Ki te’sîrinden onun zer oluptur bu ten-i zerdim
behiştî

ten-be-hâk: Toprakla beraber.

ten-be-hâk-i acz: Toprak gibi acizlik içinde; alçak gönüllü.

Ten-be-hâk-i acz olan şeb-nem gibi üftâdenin
Cümleden evvel yeten hurşîd olur imdâdına
Nâbî

ten-dürüst: Sağlam, sıhhati yerinde vücut.

Mübtelâ-yı derd olur elbet olanlar ten-dürüst
Gâh sıhhat, gâh illet.

Böyledir de’b-i felek
Naîm (Tezkirecizade Müverrih)
Silâh oyunları zâten köyünde bildiği şey
Nizâm-perver, itâatli, ten-dürüst, çevik
Tevfik Fikret

tenâfür: Ar. Nefret’ten; 1. Birinden nefret etme. 2. ed. Kulağa hoş gelmeyen hece veya kelimenin bir arada bulunması.

Tenâfür etmez idi halk içinde böyle zuhûr
Makâl-i sıdka hurûf-ı nifâkı katmasalar
Nâbî
Gâh iltifât u gâh tenâfür eder beyân
Remz-i bedî’-i gamze ile her nezzâreden
Münif tenâhî: Ar. Nihayet’ten; bitme, sona erme, tükenme.

Ey kudretine olmayan âgâz u tenâhî
Mümkün değil evsâfını idrâk kemâhî
Ziyâ Paşa
Bî-tenâhî, sefahatıyle herîf ayrı cihân
Bî-tenâhî safahâtında da lâkin insân
Mehmet Akif

tenahnuh: Ar. Hahnaha’dan; gırtlak temizliği için hırıltılı ses çıkarma; öksürme.

Göstermesin o kaht-ı sühan meclisin
Hudâ
Ki âlûde-i tenahhuh ola lafz-ı nîsteler
Nâbî

tenakkul: Ar. Nukl’dan; bir yerden bir yere geçme, nakl edilme.

Yemiş içmiş selef bezm-i sühandan şimdi ahlâfe
Tenakkul etmeğe esmâr-ı nazmın hâmı kalmıştır
Ahmet
Cevdet Paşa

tenâsüb: Ar. Nisbet’ten; uyma, uygunluk.

Nedir mübâyenet-i âferîniş-i eşkâl
Nedir tenâsüb-i endâm u hüsn-i nakş u nigâr
Ziyâ Paşa
Nedir o hüsn, o tenâsüb, o kâmet-i bâlâ
Seni görür de kalır mı riyâsı insânın
Ziya Paşa

tenâsül: Ar. Nesl’den; birinden doğup üreme; üretme.

Tut ki bunlar var imiş ammâ felek mahv eylemiş
İçlerinden bir tenasül etmiş âdem yok mudur
Nesib-ı Mevlevi (İki Bayraklızade Yusuf)

tena’um: Ar. Ni’met’den; nimet ve bolluk içinde bulunma. c. tena’umât.

Ol garka-i bâr-ı zevk-ı cândır
Bu mahv-ı tena’um-ı cihândır
Fuzûlî
Kıldı seni hîçten bir âdem
Esbâb-ı tena’umunfrâhem
Fuzûlî
Eylemez kâfiri mahrûm tena’umdan küfr
Olmaz eltâf-ı İlâhiyyeye isyân mâni
Râşid (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)
Erbâb-ı tena’um ne bilir mihnet-i fukarâ
Mümkün mü olur tecrübesiz fehm-i hakikat
Muallim Naci

tenâvüb: Ar. Nevbet’ten; nöbetleşme.

Vekîl-i mutlak olursan da çok getirmegurûr
Ki sık tenâvüb eder mülkümüzde gamla sürûr
Abdülhak Hâmit

tenâvül: Ar. Nevl’den; alıp yeme, yenilme; yeme içme.

Hân-ı âfâka keşîde niam-ı Hak
Nâbî
Sen dahi eyle tenâvül yürü bir yanından
Nâbî
Bizi
Stanbul’a takdîr cezb eder
Nâbî
Tenâvül eyleyecek âb u dânemiz var ise
Nâbî
Müferrih istesen esrâr-ı rûhânî tenâvül kıl
Bu bir terkîbtir hayrânını ömren melûl etmez
behiştî

tenbâkû: Far. Tömbeki, nargile ile içilen tütün.

Gâh şemşîr-i sitem gâhî azâb-ı âteş
Küşte-i kavm-i nasârâgibidir tenbâkû
Nâbî
Değildir lûle lezzet-yâb bî-sûziş hayâtından
Meğer bî-çâre tenbâkû nefes almış semenderden
Nâbî

tenbel: Far. İş görmeyi ve çalışmayı sevmeyen.

Ettik sizi sa’y ile iâle
Tenbelliğe etmedik ihâle
Muallim Naci

tenbîh: Ar. Nebeh’ten; uyarma, uyarı. c. tenbîhât.

Halka bildirme bu dünyâyı kerîh
İlm ile ma’rifet eyle tenbîh
Abdülhak Hâmit

tencîm: Ar. Necm’den; yıldız ilmi ile uğraşma.

Bunun hakîkati zâhir değil mi dünyâda
Koşun tecâhülî erbâb-ı hikmet ü tencîm
Nef’î
Çıkarırlar senede bir takvîm
Olmasın tâlib-i ilm-i tencîm
Sünbülzade Vehbi

tene: Far. 1. Gövde, vücut. 2. Örümcek ağı.

Sürdükçe hasma yek tene
Bakmaz silâh ü cevşene
Nef’î

tenebbüh: Ar. Nebâhat’ten; 1. Uyanma, uykudan uyanma. 2. Gafletten kurtulma, kendine gelme. c. tenebbühât.

Tenebbüh etmiyoruz olduğu muhakkak iken
Hayât hâb ü hayâl; vücûd ayn-ı zılâl
Recaizade Ekrem
Beşer bu sadme-i meş’ûma böyle uğrar da
Biraz tenebbüh eder.

Biraz tenebbüh için bin belâ.

Neders-i haşîn
Tevfik Fikret

teneffu’: Ar. Nef’den; Faydalanma, kâr elde etme. c. teneffuât.

Hep levs-i riyâ, levs-i haset, levs-i teneffu’
Yalnız bu. Ve yalnız bunun ümmîd-i teraffu’
Tevfik Fikret

teneffür: Ar. Nefret’den; tiksinme, iğrenme.

Berk-ı âhım gök yüzün tutmuş sirişkim yer yüzün
Sohbetimden hem vuhûş eyler teneffür hem tuyûr
Fuzûlî
Teneffür kılmaz erbâb-ı mahabbet şûr-ı sevdâdan
Mezâk-ı mâhiyân şîrîn olur telh-i deryâdan
Hersekli Arif Hikmet
Sohbetimden âlem etmiş idi teneffür, murdârın
Cism-i nâ-pâkî atıldı zîr-i hâke âkıbet

teneffüs: Ar. Nefes’ten; 1. Soluk alma, nefes. 2. Yorgunluk dinlenmesi. 3. Okulda ders arası verilen dinlenme. c. teneffüsât.

Gâhî teneffüs eyleyicek ejder-i zemîn
Kûh-ışerer-feşânlar eder arzı lerze-nâk
Nâbî
Tâ kim teneffüs eyledi subh-ı risâletin
Gül-zâr-ı âlem oldu bu bûy ile hoş-hevâ
Hamdullah Hamdi
Pek bunaldım, biraz teneffüs için
Sâhili etmek istedim mesken
Tevfik Fikret
A’sâr ile memlû yine bir rîh-i tahassüs
Eyler o karanlıkta, o çöllerde teneffüs
Ahmet Hâşim

teneffüs-i gûl-i cahîm: Cehennem hortlağının nefes alışı.

Nedir hevâdaşu a’sâbı öldüren sıklet
Bu bir teneffüs-i gûl-i cahîm pür-dehşet
Kemalzâde Ekrem Bey

teneffüs-kede: Nefes alınacak yer.

Olamaz zümre-i edbâb-ı nefesten ma’dûd
Bu teneffüs-kedede eylemeyen add-i nefes
Nâbî

tenessüh: Ar. Çok güzel, eşsiz, benzersiz olma.

Ey gül diyemem sana kamer-ruh
Mehte olamaz bu reng-i tenessüh
Muallim Naci

tenessüm: Ar. Nesîm’den; hava teneffüs etme. c. tenessümât.

Eyler güşâde gonca-i âmâli
Nâbîyâ
Nâ-gâh rûzgâr-ı ümîdin tenessümü
Nâbî
Hulûl-i nev-bahâr ile gönül hevâ-perest olur
Nesîm-i kûy-ı dil-berin tenessümüyle mest olur
Muallim Naci

teneşir: Çwj) Far. >
Tenşûy’dan; ölünün yıkandığı uzun masa.

Teneşir tahtası üstünde o gün
Bakmaz olmuştular artık bu bizim dünyâya
Yahya Kemal

tenevvür: çÇj) bk. tenvîr.

tenezzüh: Ar. Nüzhet’ten; gezinti, dolaşma.

tenezzüh-i dil: Gönül gezintisi.

Fikr-i hüsnünledir tenezzüh-i dil
Sanadır dâimâ teveccüh-i dil
Muallim Naci
İki hem-şîre-i vefâ-perver
Gibi rûhumla aşk-ı dil-dârın
Dâimâ el ele tenezzüh eder
Cenap Şahabeddin

tenezzül: Ar. Nezl ve nüzûl’dan; 1. İnme, aşağılama. 2. Kibirsizlik, gönül alçaklığı. 3. Fiyat inmesi.

Yâr için sohbet-i ağyâre tenezzül güçtür
Âşık a belki bu ma’nâ-yı teemmül lgüçtür
Nâilî
Tenezzül eylemez ziynet-serâ-yı dehre âşıklar
Hümâ-pervâz-ı aşka cây-ı süflî âşiyân olmaz
Necip (III. Sultan Ahmet)
Ya erem kaddine Yahyâ yâhûd olam pây-mâl
Ya terakkî ya tenezzül ikiden hâlî değil
Şeyhülislam Yahya
Tenezzül eylemez âlî-himem çirk-âb-ı dünyâya
Onunğçin zirve-i câha çıkan ekser edânîdir
Hâzık (Erzurumlu Mehmet)

tenezzül-i ahvâl-i âlem: Âlemin hâllerine gösterilen alçak gönüllülük.

Yeter tenezzül-i ahvâl-i âleme bu delîl
Gelende kimse mi var kim giden yerin tuttu
Râşit (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

tenfîr: Ar. Nefret’ten; nefret ettirme, iğrendirme.

Hilâf inhâ rakîb ol âfeti tenfîr edip benden
sengîn-dil müzevver mühr kazmış nâme uydurmuş
Nâbî

teng: ( j)Far. 1. Dar, sıkıntılı. 2. Denk, eşya, yük dengi.

Kâmet-i nâzına kûtâh kabâ-yıgerdûn
Cilve-i rif’atine teng kazâ-yı evhâm
Nâbî
dem ki kasd-ı ceng eder sahrâları gül-reng eder
Dünyâyı hasma teng eder olursa Sâm ü Güstehem
Nef’î
Şöyledir kaht-ı tahammül sîne-i tengimde kim
Yetmez olmuştur nefes bir âteşîn feryâda dek
Nedim

teng-i dest: Eli dar; cimri.

Teng-i dest oldunsa birkaç gün
Cinânî olma zâr
Gam değil her rûz çün penç ü çihâr eksik değil
cinanî

teng-havsala: Dar anlayış.

Her teng-havsala eremez zevk-ı himmete
Ancak elinde bir taleb-i nâ-şekîbi var
Esrar Dede

teng-i kalem: Kalemin dar ağzı.

Sulansın ağzı bu şîrîn negamdan
Revân olsun şeker bu teng-i kalemden
Nevizâde Atâyî (Nevizade Atâullah)

teng-i meydân: Dar meydan.

Zihî çâbük-süvâr arsa-i ikbâl ü devlet kim
Semend-i kudret için lâ-mekân bir teng-i meydândır
riyazi

teng-i şeker: Şeker darlığı.

Ağzına nisbet ederse özünü teng-i şeker
Âlemi başına teng-i şekerin teng edelim
Nizami teng-i şeker-istân: Şeker bahçesinin darlığı.

Teng-işeker-istâna urur ta’ne-i telhi
Zevkın alana rîze-i enbân-ı kanâat
Nâbî

teng-çeşm: Dar göz; küçük, ufak göz.

Hep sen mi kâm-yâb olacaksın zemâneden
Ey teng-çeşm kâr be-nevbet değil midir
Nâbî

teng-destî: Dar ellilik; cimrilik.

Sîr-çeşmî hirmen-i sâmân-i servettir bana
Teng-destî vüs’at-ipehnâ-yı devlettir bana
Koca Râgıp Paşa

teng-dil: Gönül darlığı, iç sıkıntısı.

Teng-dil buldukça gül-şende sabâ ter goncayı
Leblerin vasfını söyler hâtırın derhâl açar
İbni Kemâl

teng-nigeh: Dar bakış.

Hâl-i bâlâ-nazarâna eremez teng-nigeh
Hîç
AnkaPyıla pervâz edebilsin mi hurûs
Esrar Dede

tengî: Darlık.

tengî-i leb-i dil-dâr: Sevgilinin dudağının darlığı.

Ne la’lden ne gonce ne gül-nârdan geçer
Söz bunda tengî-i leb-i dil-dârdan geçer
Nâbî

tengnâ: Far. 1. Dar yer, geçit, boğaz. 2. Mezar.

Fikrim göremez bu tengnâyı
Dehşetle uçar gezer semâyı
Abdülhak Hâmit

tengnâ-yı gamGamın dar geçiti.

Mekân-ı gussa mahall-i sitemdir ey Yahyâ
Bu tengnâ-yı gamı sanma ola dâr-ı ferah
Şeyhülislam Yahya

tengnâ-yı dehr: Dünyanın dar geçidi.

Tengnây-ı dehr eylerdi beni efiürde-dil
Olmasa Neylî zemîn-i şiirde vüs’at bana
Neyü tengnâ-yı kal’a: Kalenin dar geçiti.

Tengnây-ı kal’ada düşmen semûm-ı seyfle
Terleyip kan nâle eylerdi sadâ-yı hayfe
Sürûrî

tengnâ-yı sîne: Göğüsün dar yeri.

Tengnâ-yı sîneye güncîdelikten teng iken
Vüs’atinden sâhib-i arşa nişîmendir gönül
Nâbî

tenhâ: Far. 1. Yalnız, ıssız, boş. 2. Tek.

Gönlüm gam günlerin tenhâ geçirme iste bir hemdem
Fuzûlî
bana ol mâh-lika: günler olur yagelmez
Ya rakîb ile gelir yanıma tenhâ gelmez
Cinânî
Anmasın sûfî dahi kesrette vahdet âlemin
Yâri tenhâ avlayan uşşâk-ı şeydâ bundadır
Nef’î
Tenhâ gidelim seyre demiş, emr o şâhın
Yahyâ burada hâtır-ı yârâna bakılmaz
Şeyhülislam Yahya
Arz-ı hâl etmeğe cânâ seni tenhâ bulamam
Seni tenhâ bulıcak kendimi aslâ bulamam
lâ (bulıcak: bulunca)

tenhâ-nişîn: Yalnız oturan. tenhâ-nişîn-i külbe-i ahzân: Hüzün dolu kulübenin bir köşesinde oturma.

Azîz-ı Mısr-ı vuslat sûziş-i firkat nedir bilmez
Onu tenhâ-nişîn-i külbe-i ahzân olandan sor
Nazîf (Şeyh Hasan Dede)

ten’îm: Ar. Ni’met’ten 1. Nimetlendirme, nimetlendirilme. 2. “Evet” diye cevap verme.

İnsân odur ki ister hem-nev’inin refâhın
İnsânlığaya kışmaz ten’îmsiz tena’um
Muallim Naci

te’nîs: Ar. Üns’ten; alıştırma, alıştırılma.

Nahv-ı rindî ne güzel fenn-i hasendir ki anda
Râci’ olmaz cânib-i te’nise zamîr
Nâbî
Pertevinden te’nîs için etmezdi nazar
Pertevinden dahi eylerdi hazer
Sünbülzade Vehbi

tenkîh: Ar. Nakh’tan; 1. Bir şeyin kötü kısımlarını çıkarma, ayıklama. 2. Tahılı ayıklayarak temizleme. c. tenkîhât.

Tenkîh eder sözü o dânâ
Ber-cestedir onda lâfz ü ma’nâ
Ziya Paşa

tenkîl: Ar. Nikl’den; 1. Herkese örnek olacak bir ceza verme. 2. Ortadan kaldırma, tepeleme. c. tenkîlât.

Hâlâ düşünen başlara hep latme-i tenkîl
Hâlâ sırıtan dişlere hep lokma-i in’âm
Tevfik Fikret

tenkîs: Ar. Noksân’dan; azaltma, eksiltme, indirme. c. tenkîsât.

Sen cehlimi yâ Rab eyle tenkîs
İlmim var ise ziyâde eyle

tenkîd: Ar. Nakd’den; ed. Sanat eserlerini açıklama ve yargılama sanatı. c. tenkîdât.

Evet bu dâr-ı hakâyıkta her eser mutlak
Şikâr-ı nâhun-ı tenkîd olur
Tevfik Fikret

tennûr: Far. > Tenâr’den; Ar. Tennûr. Fırın. 2. Tandır.

Mülket-i ma’mûr-ı ümmîdim harâb ettin harâb
Çeşm-i âteş-hîz-i tennûr oldu tûfân etti cûş
Esrar Dede
Dil tennûrunda ciğer yanduğu yetmez midi kim
Yedi geçirdi beni gam dahi bir yanımdan
Âh tennûr-ı âteşîn-i pür-şerer: Kıvılcım dolu ateşli fırın.

Zemistân-ı riyâ vü zühd-i bârid def’ine
Nâbî
Tennûr-ı âteşîn-i pür-şererdir halka-i tevhîd
Nâbî

tennûr-ı çarkFeleğin fırını.

Kestin külîçe-i mehi tennûr-ı çarhta
Çün hân-ı mu’cizâtınagerm oldu iştihâ
Şeyhi tennûr-ı felek: Feleğin fırını.

Bu ne hikmettir ki tennûr-ı felekten her seher
Çıkarıp bir kurs-ıgermi âlemi toylar güneş
Hayâlî Bey

tennûr-ı mi’de: Mide fırını.

Dendânlar oldu rîhte-i süfre-i fenâ
Tennûr-ı mi’de pür yine şevk-i taâmdan
Nâbî

tennûr-ı mahabbet: Sevgi fırını.

Dil hâneye düştü şerer-i nûr-ı mahabbet
Germ oldu yine aşk-ıla tennûr-ı mahabbet
Nuri

tennûre: Ar. Mevlevî dervişlerinin sema âyininde giydikleri geniş eteklik.

Sikke-i hâliyle devr etmezdi sûk-ı şevkte
Mevlevîler kûre-i tennûrede kâl olmasa
Nâbî

tensîk: Ar. Nesak’tan; 1. Yoluna koyma, düzene sokma, düzenleme, sıralama. 2. ed. Bir isme birçok sıfat sıralama. c. tensîkât.

Görüp bî-râbıta etvârı düşme kayd-ı tensîka
Sebük-mağzâna âkıl, âkıle dîvânedir dünyâ
Haşmet (Sadrazam Abbaszade)

tensîk-i umûr: İşleri yoluna koyma.

Bulmadı kimse bu tensîk-i umûra tevfîk
Daha bir ferde nasîb olmadı bu şân u bu nâm
Nâbî

tensîkât: Yoluna koymalar.

Ab-ı tensîkât akıp çirk-âbı tathîr eylemez
Şimdilik ahvâl efendim eski hamâm eski tas
Hamamizâde İhsan

tenük: Far. Yufka; ince, dayanıksız.

Gamze pür zehr çıkar çeşm-i tenük husûsundan
Nedim

tenvî’: Ar. Nev’den; çeşitlendirme, nev’ilendirme, türlü türlü etme. c. tenvîât.

Bunlardır eden lisânı tevsî’
Bunlardır eden beyânı tenvî’
Ziya Paşa

tenvîm: Ar. Nevm’den; 1. Uyutma. 2. Dinlendirme, uyuşturma.

Ey leb ki eder âteşi her cinneti tecvîz
Ey sîne ki âlâmımı tenvîm edeceksin
Ahmet Hâşim

tenvîn: Ar. Nûn’dan; gr. Kelimenin sonunu “nun” gibi okutmak için konulan: iki üstün, iki esire ve iki ötüre koyma. ’bihakkın, teberrüken, rabbün’ şeklinde. c. tenvînât.

Dehenin nüsha-i rûyunda çü nûn-ı tenvîn
Sözde peydâ vü tekellümde nihândır cânı
Koca Râgıp Paşa

tenvir: Ar. Nûr’dan; 1. Işıklandırma, aydınlatma. 2. Bilgi sahibi etme, aydınlatma. c. tenvîrât.

Ey gönül mihr-i hakîkat her yeri tenvîr eder Beyt-i ma’mûra değişmem külbe-i ahzânımı
Şeyh Vasfî
Ey şanlı cedd-i ekberimiz, âb-ı tîgının
Bî-hadd imiş güneş gibi tenvîr savleti
Yahya Kemal
Bu büyük mâtemi ay yıldız ederken tenvîr
Yaşarız her birimiz bir kanayan kabre esîr
Midhat Cemal Kuntay
Bir zemânlar hani tenvîr edelim halkı diye
Toplanırdık ya, evet, hey’et-i irşâdiyye
Mehmet Akif

tenvîr-i ferâğ: Rahat aydınlatma.

Mihrinle
Hudâ sînemi tenvîr-i ferâğ et
Şengerf-i gamı mıskale-i jeng-i dimâğ et
Hersekli Arif Hikmet

tenevvür: Nurlanma, parlama, ziya saçma.

Derûnun
Nâbîyâ âyine-i ruhsâr-ı râz eyle
Dilin tenevvür-i âteş-hâne-i sûz u güzâr eyle
Nâbî
Evet, beş on kişi ancak okur, tenevvür eder
Bizim masârif-i tabiye olmayaydı heder
Mehmet Akif
Ey fecr-i hakikat, sana azdır bu tehâsür
Atî kılar ancak lemeâtınla tenevvür
Tevfik Fikret

tenevvür-i esrar: Sırların aydınlanması.

Tasavvurât-ı maâni tebeddülât-ı şuûn
Muâmelât-ı kazâyâ tenevvür-i esrâr

tenzih: Ar. Nüzhet’ten: kusur ve kabahat kondurmama. 2. Allah’ın her türlü eksik ve noksanlıktan uzak bulunduğuna ve insan vasfında olmadığına inanma. c. tenzîhât.

Bâkîi beşer her ne kadar eylese tenzih
Fâniyeti icâbı eder kendine teşbih
Mehmet Akif
Tenzih iken iktizâ-yı irfân
Teşrike sapar mı ehl-i iz’ân
Alay Beyizâde Naci tenzil: Ar. Nüzûl’den; 1. İndirme, azaltma. c. tenzilât. 2. Kur’an-ı Kerim.

İsâbetsiz teâli başka bir şekl-i tedennidir
Felek, tenzili gâhi gösterir ıs’âd şeklinde
Şekip (Tokadizade)
Eder tenzil ilmin kadrini ahlâk noksânı
Felâtûn olsa almaz kimse bir bed-sireti kâle
İsmail Safa

tenzîl-i hayât: Hayatın indirilmesi; sefil hayat.

Tenzil-i hayât etmeğe tercih-i memât et
Paytakları ferz eyleyerek şehleri mât et
abdülhak Hâmit-ter: (y) Far. Kelimelerin sonuna gelerek “daha, pek, çok” anlamına gelen birleşik kelimeler yapar. âlî-ter: Daha yüksek.

Binâ-yı şi’r
Nâbî
öyle âli-tergerektir kim
Nümâyân ola sahn-ı âlem-i ma’ni zemininden
Nâbî
Âsân-ter: Çok kolay, en kolay.

Hâtır-ı ahibbâyı teshir etmenin âsân-teri
Bi-tekellüf bi-tasannu’ hande-rûluklardır
Nâbî
âsûde-ter: En rahat.

Cümleden âsûde-terdir san’at-ı âvâre-gi
Çâr-sûy-ı âlemin ettim tefahhuspiresin
Nâbî
âteş-ter: 1. Kırmızı şarap. 2. Lal, yakut.

Terketme âteş-teri ey rind-i bi-haber
Yakmıştır âl ile o nice hânümânları
Muallim Naci
bâlâ-ter: 1. Çok yüksek, en yüce. 2. Üst, yukarı.

Hûrşid-veşgerekdir ola feyzi kâmilin
Bâlâ-ter eyledikçe felek kadr ü şânını
Koca Râgıp Paşa
bed-ter: En kötü, çok fena.

Düşmez dil ü tab’ ehli bu endişeye
Teşviş-i dil ü tabi bu elbet beter eyler
Nef’î
ber-ter: Daha yüksek; değerli, kıymetli.

Kadr-i zâtın çarhtan ber-ter der isem vechi var
Müttefiktir bunda cümle râz-dâr-ı rûzigâr
Akif Paşa
bîş-ter: Daha fazla, daha çok.

Her kimde aşk gâlib ise kurb-ı hazrete
Ol denlü ondadır elem ü derd-i biş-ter
Ziyâ Paşa
çâbük-ter: Yeni çabuk.

Çâbük-ter olduğun gam-ı nâ-geh-res-i heves
Sıklet-keş-i misâfir-i bigâh olan bilir
Nâbî
dîde-ter: (dîde-i ter’den bozma)
Gözü yaşlı.

Yüz sürmeğe ermez eli sen serv ayağına
Her kim su gibi dide-ter ü teşne-leb olmaz
Nizamî
dirahşende-ter: Daha parlak.

Olmada gittikçe dirahşende-ter
Fikr-i münevver bana reh-ber yeter
Muallim Naci
efzûn-ter: Daha fazla.

Meyvesi az ise de lezzeti efzûn-ter olur
dırahtın ki hıyâbân-ı sühande ola pir
Nâbî
girâ-ter: Kuvvetle kavrayıcı.

Şiken-i zülfü eder mürg-i dilipâ-beste
Dahi girâ-ter imiş olsa eğer dâm şikest
Koca Râgıp Paşa
gül-ter: Yeni gül.

Gözde hûn-âlûd peykânın hayâliyle hoşum
Her birigûyâ ki bir berg-i gül-terdir bana
Fuzûlî
hoş-ter: Hoş kokulu.

Tîğ idi arşa asılmış ya meğer
Vech-ipâkindeki enf-i hoş-ter
Hakanî
hûb-ter: Pek güzel, en güzel.

Hattın bu
Arızında gördüğü hûb-ter
Kim hoş-ter olur olsa kaçan âb-dâr hat
Şeyhi
karîb-ter: Daha yakın.

Ekser olur kemâl zevâle karîb-ter
Vakt-i gurûb sâyesi şahsın mezîd olur
Nâbî
kem-ter: Değersiz. mücmel noktanın tafîl-i âsârın temâşâ et
Olur bir tohm-ı kem-terden diraht-ı bâr-âver peydâ
Nâbî
mih-ter: Mehter.

Göç oldu açıldı bâr-gehler
Buhtîlere mehd çekti meh-ter
Fuzûlî
mücânis-ter: Daha cinaslı.

Nâbî
kelâma vüs’at-i meydân verir cinâs
Çün teng ola zemîn mücânis-ter istemez
Nâbî
müşkil-ter: Daha zor.

Halleyleyen elbette benân-ı kalemindir
Olsa ne kadar ukde-i müşkil-ter âlem
Neşati
nâzük-ter: Çok nazik.

Görmemişti hacle-gâh-ı ma’rifet görmez yine
Bikr-i fikrim gibi bir dûşîze-i nâzik-terin
Üsküdarlı Hakkı Bey
sehl-ter: Çok kolay.

Eğerçi zevktir mey-hânelerde câm-ı Cem çekmek
Cem’e memnûnluktan sehl-terdir bâr-ıgam çekmek
Nâbî
şîrîn-ter: Daha çok tatlı.

Bulmuştum elezz vaslınızı ülfetinizden
Şîrîn-ter imiş ülfetiniz vuslatınızdan
Recaizade Ekrem

zîbâ-ter: Yeni süs.

TabHnda
Behiştî
’nin her ma’nî-i zîbâ-ter
Ebkâr-ı perîdir kim oynar suya deryâda
Behiştî

zûd-ter: Çok çabuk.

Olma dil-dâde-i gül-handi sitem-kârların
Zûd-ter zâil olur şevki heves-kârların
Nâbî
Âşiyân-ı gerd-i dehân u gûş olurdu zûd-ter
Tâir-i eş’âr-ı nâ-puhtegirân-bâl olmasa
Nâbî

ter: (p) Far. 1. Yaş, ıslak, sulu, rutubetli. 2. Taze.

Teng-dil buldukça gül-şende sabâ ter goncayı
Leblerin vasfını söyler hâtırın derhâl açar
İbni Kemâl
Ter düşer câmi içinde seni arar bu diye
Görse sakkâyı gezer dîde-i giryân sâfsâf
Behiştî
Reng ü bûy-ı ârızından lâlede dâg-ı neşât
Şeb-nem-i bâğ-ı ruhundan sebz ü ter verdi tarî
Nazîm (Yahya)

ter-i mahfel: Yeni mahfel yeri.

Visâlin
Kâ’be’sine mushaf-ı ışkınla azm ettim
Ter-i mahfel gibi eskâl-i mihnetten berî oldum
behiştî

ter-âvîde: Sızmış.

Tamâm derdle laht-ı dili müzâb ederek
Dem oldu ola ter-âvîde eşk-i hûn-âlûd
Sâbit

ter-dâmen: “Eteği yaş”, namussuz; bulaşık.

Ter-dâmen olanlar bizi âlûde sanır lîk
Biz mâil-i bûs-ı leb-i câm u kef ü destiz
Bağdatlı Ruhi
Rind-i ter-dâmene hem-râz ola zâhid-i huşk
Olmaz ağzında onun yek-deme nem-nâk cevâb
münif

ter-dest: Eli çabuk, eli işe yakışan, usta, mahir. c. ter-destân. ter-destî-i feyyâz çok feyiz veren usta.

Katreler feyz ehlinin çeşminde ummândır bütün
Nazralar ter-destî-i feyyâza hayrândır bütün
Ziya Paşa

ter-zebân: “Yaş dilli” 1. Hazır cevap. 2. Kalem.

TabHmın bir tercemânı ter-zebânıdır kalem
Hâmemin bir hem-zebân-ı nükte-dânıdır sözüm
Nef’î
Ter-zebân olmalıdır şâir olan, ey Eşref
Köhnegüftâr ile da’vâ-yı belâgat olmaz
Eşref Paşa
(Bursalı Mustafa.)
Ey bülbül-i ter-zebân-ı irfân
Dembeste nevâlarınla vicdân
Mehmet Akif

ter ü rengin: Canlı ve renkli.

Zer-i rûyum sirişkimle ezip mektuba hâl çektim
Ter ü rengîn edip sûret verip gâyet güzel çektim

zâti

terâcim: bk. tercüme. teraffuh
Ar. Ref, rifat’ten; yukarı kalkma, yükselme.

Hep levs-i riyâ, levs-i haset, levs-i teneffu’
Yalnız bu.

Ve yalnız bunun ümmîd-i teraffu’
Tevfik Fikret

terah: Ar. Gam, tasa, acı, keder. c. etrâh.

Bâkî ye sâkiyâ ferah ver ki fena bula terah
Şol meyi sun ki bir kadeh pîr içse civân ola
Bâkî
Sebâtı yok bu âlemin ona kim itmâd eder
Ferah gelir terah gider terah gelir ferah gider
Muallim Naci

terahhum: Ar. Rahm’den; merhamet etme, acıma. c. terahhumât.

Gönlün âhımdan terahhum sûretin gösterdi lîk
Mevcden su nakşına çok etmek olmaz i’timâd
Fuzûlî
Bî-terahhumsun nigârâ nice bir cevr ü cefâ
Cânıma kâr etti aşkın kıl terahhum bî-vefâ
Bahtî (Sultan I. Ahmet)
Yârelense cân u dil kılmaz terahhum yâr ona
Kana dönse göz yaşı etmez nazar dil-dâr ona
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Şâyedgörüp terahhum ede hâk-sârını
Ömrüm geçince bekleyeyim reh-güzârını
Bâkî
Terahhum kıl zemân-ı lutf u hengâm-ı mürüvvettir
Cefânın vakti vardır bî-vefâlık her zemân olmaz
cinânî

terakki: Ar. Raky “yükselme”den; 1. Yukarı kalkma, yükselme. 2. İlerleme. c. terakki-

yât.

Nev-bahâr-ı ruhu buldukça terakkî o gülün
Şermle mihr-i cihân-tâb uzaktan dolanır
Nâbî
Rızâyî ruhları rûz-ı bahâr-ı behcettir
Aceb mi etse cemâli terakkî rûz-be-rûz
Rızayi
Etmiş orada fünûn terakkî
Tahsîlden eyleme tevakkî
Ziyâ Paşa

terakki-i cihân: Cihanın ilerlemesi.

Zemân zemân terakkî-i cihân cihân-ı ulûm
Olur mu cehl ile kâim beka-yı cemiyyât
Sadullah Paşa

terakkiyât: İlerlemeler, gelişmeler, yükselmeler.

Terakkiyâtını milletlerin gören, heyhât
Zemân içinde zemân etse, haklıdır isbât
Mehmet Akif

terâne: Far. 1. Ahenk, nağme. 2. ed. Rübai.

Yâri rind-i zemânedir sandım
Bahs-i vaslı terânedir sandım
Sultan I. Bayezid (Yıldırım)
Cihânda nâle-i bülbülsüz olmagıl gül-şen
Bu bezm-gâha tarab vermeğe terâne gerek
Behiştî
Ne neş’eler coşuyor, bilseniz; ne vecd-âver
Terâneler coşuyor.

Bunların hakîr ügüzîn
Tevfik Fikret

terâne-kâr: Öten, ötücü.

Birer ümîd-i mücennah letâfetiyle uçan
Terâne-kâr iki nermîn kebûter-i mağrûr
Tevfik Fikret

terâne-keş: Nağme eden, şarkı söyleyen.

Anâdil etti beyân-ı merâtib-i nagamât
Kumâr oldu terâne-keş ü sürûd-i senâ
Fuzûlî terâneperdâz
Makamla şarkı söyleyen.

Olursun o dem terâne-perdâz
Her nağmenin eder beyân sad-râz
Nergisî

terâne-pervâz: Şarkı uçuran, şarkı söyleyen.

Yanımda dil-ber isterim
Terâne-perver isterim
Muallim Naci

terâne-sâz: Ahenkli yer.

terâne-zâr-ı felek: Feleğin ahenkli yeri.

Terâne-zâr-ı felekde işittiğim nagamât
Benim ahvâlimi tutmuş sadâlarımdandır
Muallim Naci

terâne-senc: Nağmeler yapma.

Olma terâne-senc olma ey andelîb-i zâr
Aşk ehl-i derde mânî-i güft ü şinîd olur
Vâsık (İstanbullu Ahmet)

teravih: Ar. Terviha “dinlenmeye ulaştırmadan; Ramazan ayında yatsı namazı ile vitir namazı arasında kılınan 20 rekâtlık namaz.

Bu namazın cemaatle kılınması
Hz. Ömer zamanında âdet olmuştur.

Ey dil tekâsül etme terâvîhe var ki yâr
Şâyed ki yanıla vere bizden yana selâm
Behiştî
Bağdeten sâbit olup gurre firâşında imâm
Hâb için yatmış iken etti terâvîhe kıyâm
Nedim terâviş, terâbiş: Far. Damlama, akış, sızma.

Peymâne elde pür gerek ey
Nâilî
bu şeb
Leb-rîzdir terâviş-i mihr ile mehtâb
Nâilî

terâzû: Far. Terazi, tartı aleti.

Kadrin anlar yok bilir yok her dür-i sencîdenin
Çâr-sû-yı kâbiliyyette terâzû kalmamış
Nâbî
Ettirir aşkın dile zülfünle ebrûnu hayâl
Pehlevândır kim terâzû ile cân-bâz öğretir
Şeyhülislam Yahya
İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez
Zîrâ bu terâzû bu kadar sıkleti çekmez
Ziyâ Paşa
Gülden terâzû kurmuşlar
İçine güller koymuşlar
Gül alırlar, gül satarlar
Alanlar gül, satanlargül
Ümmî Sinan

terâzû-yı adalet: Adalet terazisi.

Dursu kef-i hükmünde terâzû-yı adâlet
Harfin var ise mahkeme-i rûz-ı cezâdan
Ziyâ Paşa

terâzû-yı ayâr-ı mihnet: Sıkıntı ayarının terazisi.

Terâzû-yı ayâr-ı mihnetim bâzâr-ı ışk içre
Gözüm her dem dolup bin taşa her sâat değer başım
Fuzûlî

terâzû-yı edeb: Edep tartısı.

Etse sencîde kimi haslet-i nîgû-yı edeb
Ref’ eder hâkten elbette terâzû-yı edeb
Nâbî

terâzû-yı hakîkat: Hakikat terazisi.

Terâzû-yı hakîkatsin gönül her gördüğün çekme
Çekersen
Yûsûf-âsâ gevher-i kem-yâb-ı yek-tâ çek
Nâbî

terâzû-yı ıyâr: Ayar terazisi.

Terâzû-yı ıyâr minnetim yazar aşk içre
Gözüm her dem dolup taşa her sâat değer başım
Fuzûlî

terâzû-yı tekâbül: Karşı karşıya kalma ölçüsü.

Terâzû-yı tekâbül vaz’ edip bâzâr-ı imkâna
Nakîzına tevâfukla tehâlüf eylemiş ilka
Nâbî

terbiye, terbiyet: Ar. Ar. Rübüv’den; 1. Besleyip büyütme. 2. Eğitim. 3. Görgü.

Bir hasta nâ-ümîd ise bakmaz tabîb olan
Nâ-kâbil-âne terbiye etmez lebîb olan
Esat
Muhlis Paşa
Terbiyeni görmüştür ey dâye-i gam hâlâ
Tâ vakt-i sabâvetten
Esrâr-ı cefâ-perver
Esrar Dede
Dinledin, gördün a oğlum.

Ne bozuk terbiyemiz
Ne yapıp yapmalı, insânlığı öğretmeliyiz
Mehmet Akif

terbiye-i çîn-i cebîn: Alın kırışıklığının terbiyesi
Nigeh-i çeşmi eder terbiye-i çîn-i cebîn
Bir hatâ eylese mülkümde eğer şâh-ı Hoten
Keçecizade İzzet Molla

terbiyet: Terbiye.

Mârı tehdîd-i azâb gazabın mûr kılıp
Peşeyi terbiyetin izz ile
Anka: eyler
Fuzûlî
Görse bir dem nazar-ı terbiyet kahrını ger
Şîr-i çarhı ede sad-pâre gazâl-i tasvîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
Nefsini kendi hevâsına
Behiştî
komayıp
Terbiyet et ki şikârın alasın ol şîrin
Behiştî

terbiyet-i hikmet: Bilgelik terbiyesi.

Gûyiyâ âh-ı şerer-nâk-i dil-i nâ-kâmın
Eyledi terbiyet-i hikmet
Hak celle celâle
Nef’î

terbiyet-i nefs: Nefis terbiyesi.

Avniyâ terbiyet-i nefsin içindir tâat
Yoksa Allah’a ne tâat, ne ibâdet lâzım
Yenişehirli Avni

terbiyet-i tîğ u kalemKalem ve kılıcın terbiyesi. hânedân-ı hüner-perver-i ceng-âver kim
Münhasır devletine terbiyet-i tîğ u kalem
Nef’î

terbiyet-âmûz: Terbiye öğretici.

terbiyet-âmûz-ı ümem: İnsan topluluklarına terbiye öğreticisi.

Erbâb-ı kalem terbiyet-âmûz-ı ümemdir
Adâb-ı ümem mâ-hasal-ı feyz-i kalemdir
Yenişehirli Avni

terbiyet-gerde: Terbiye olmuş. terbiyet-gerde-i hulk-ı hüsnî: Güzellikle
ilgili tabiatı terbiye olmuş
Terbiyet-gerde-i hulk-ı hüsnî olsa tıbâ’
Hüsn-i ahlâka mübeddel olur ef’âl-i zemîm
Nazîm (Yahya)

terbiyet-hâne: Terbiye evi.

terbiyet-hâne-i külhân: Külhan terbiye evi.

Lezzet-i sûziş ile hîme-i nâ-sûhteye
Terbiyet-hâne-i külhânda eder gül hande
Nâbî

tercemân: bk. terceme.

terceme, tercüme: Ar. 1. Tercüme, dilden dile çevirme. 2. Bir kimsenin özel hayatı. c. terâcim.

terceme-i hâl: Bir kimsenin hayat tarihi, sergüzeşti, biyografi.

Feryâd.

Bu söz terceme-i hâl-i felektir
Her ân cihân bir ebedî âh demektir
Kemalzâde Ekrem Bey

terceme-i hüzn ü inkisâr: Hüzünlü ve ezgin hayatın hâli.

Şu âteşîn katarât-ı dumû’hepsinden
Fasîh terceme-i hüzn ü inkisârım olur
Tevfik Fikret

tercemân, tercümân: İki dili bilen birisinin, o dili bilmeyen kimseye çevirmesi, dilmaç, tercüman.

Çık ey nazar aradan dil bulunca dil-dârı
Zebân-şinâs olıcak tercemâna yer kalmaz
Nâbî
(olıcak: olunca)
Gamzen suâle başlasa uşşaka her müjen
Gûyâ lisân-ı hâlle bir tercemân olur
Nef’î
Bî-zebânân-ı çemen hâlini eyler güle arz
Tercemân cümlesine bülbül-ipâkize-makâl
Şeyhülislam Yahya
Beyân-ı maksad için yâre tercemânım var
Belâya bak ki onu tercemâna anlatamam
Muallim Naci

tercemân-ı derûn: Kalbin tercümanı.

Çeşmin ki tercemân-ı derûn oldu râzını
Bî-minnet zebân u dehân söylerim sana
Râşid tercemân-ı hüsn ü aşkaşk ve güzellik tercümanı.

Olmasa nâz ü temennâ tercemân-ı hüsn ü aşk
Fehmolunmaz nükte-i şerh ü beyânı hüsn ü aşk
Cevrî tercemân-ı nigeh-i nâdire-perdâzİnce söz söyleyen bakışının tercümanı.

Nâzdan çeşmini hâmûşgören her müjesin
Tercemân-ı nigeh-i nâdire-perdâz sanır
Nâilî

tercemân-ı râzSırrın tercümanı.

Tercemân-ı râzıdır nakş-i vücûhu âlemin
Hâlini herkes beyân eyler lisân-ı hâl ile
Leskofçalı Galip

tercemân-ı ter-zebân: Hazır cevap tercüman.

TabHmın bir tercemân-ı ter-zebânıdır kalem
Hâmemin bir hem-zebân-ı nükte-dânıdır sözüm
Nef’î

tercemân-ı vicdân: Vicdan tercümanı.

Lisân-ı hâli olup tercemân-ı vicdânı
Diyor ki: “Vâlidelik en safâlı gâişedir
Tevfik Fikret

tercî’: Ar. Rücû’dan; 1. Geri çevirme, döndürme. 2. Tekrarlama.

Çü buldu sözüne mahbûb-ı dem-sâz
Bu tercî’e bedîhî kıldı âgâz
Şeyhi tercîh: Ar. Rüchân’dan; üstün tutma, daha çok beğenme. c. tercîhât.

Tahsîl-i ilmin üstüne tercîh eder mi nâs
Tahsîl-i mâl vâsıta-i rif’at olmas
Nabi
Ezhâr-ı edeb şemîmi solmaz
Tercîh eder ehl-i dil bahâra
Şeyh Vasfî
Yerlerde hayâtınca yatıp durmaya böyle
Tercîh edemez miydin ölüp gitmeyi, söyle
Midhat Cemal Kuntay

tercîh-i memât: Ölümü tercih etme.

Mahcûb-ı hayât olmağa tercîh-i memât et
Paytakları ferz eyleyerek şehleri mât et
Abdülhak Hâmit
Tenzîl-i hayât etmeğe tercîh-i memât et
Paytakları ferz eyleyerek şehleri mât et
Abdülhak Hâmit

tereddüd: Ar. Redd’ten; 1. Kararsızlık, duraksama. 2. Bir yere gidip gelme. 3. Nöbetli hastalıkların tekrarlanması. c. tereddüdât.

Pây-bend-i lûtf olup bir yerde sâkin bolmadım
Deşt-i hayrette tereddüdten yorulmuş gönlümü
Fuzûlî
(bol-: olmak)
Ne söylemekde selâmet, ne sabra var tâkat
Derûn-ı âşık-ı şeydâda hep tereddüd var

Gelû-gîr-i selâmettir tereddüd hükm-i takdîre
Hakîmin şerbet-i nâ-hoş-güvârın bî-mübâhâ çek
Nâbî

tereflüh: Ar. Refâh’tan; rahatlama, ferah bulma, geçimde bolluğa kavuşma. tereffiüh-i âlemÂlemin rahatlığı.

Bu demde gerçi bu gûne tereffüh-i âlem
Nef’î

terekküb: Ar. Rükûb’dan; karışıp birleşme, meydana gelme. c. terekkübât.

Benden terekküb etmede mecmûkâinât
Zerrâttır vücûduma bî-gâye beyyinât
Abdülhak Hâmit
Çiçek meâl-i ebedden terekküb etmiş ise
Kadın hayâl-i ezelden temessül etmiştir
Ahmet Hâşim

terekküb-i icrâ: Akarak meydana gelme.

Besâita şeref-i mahremiyyet-i vahdet
Mürekkebâta kabûl-i terekküb -i icrâ
Fuzûlî

terekkün: Ar. Rükn’den; 1. Erkân, ileri gelenlerden olma. 2. Manen kuvvet bulma.

Bir beldede var temekkün eyle
Kesb-i şeref et terekkün eyle
Muallim Naci

terennüm: Ar. Renem “şarkı söyleme’den; 1. Yavaş ve güzel sesle şarkı söyleme. 2. Şakıma. c. terennümât.

Tûtî tekellüm etmede bülbül terennüm etmede
Gonca tebessüm etmede sahn-ı çemen pür-encümen
Nef’î
Bülbül gibi terennüm ederken o gonce-leb
Sabr u tahammülüm yanar ey şûh-ı müntahab
Recaizade Ekrem
Olur arûs-ı sühan pây-kûb ü dest-efşân
Zebân-ı hâme-ı Nâbî

terennüm ettikçe
Nâbî

terennüm-i gazel-i âb-dâr: Zarif gazelin terennümü.

Bir elde sâgar-ı mey diğer elde defter-işi’r
Terennüm-i gazel-i âb-dâr mevsimidir
Muallim Feyzî

terennüm-i Mansûr: Mansur’un söylemesi.

Nây-ı gülûsu nây-i aşkın elindedir
Hakk-ı edâ terennüm-ı Mansûr’dan mıdır
Esrar Dede

terennümât: Terennümler.

Mâdem ki bitmiyor hayâtım
Zannetme biter terennümâtım
Muallim Naci
Terennümât ile halvet-nişîn olup, olma
Düğünde zurnaya, hammâmda kurnaya mâil

terennüm-rîz: Terennüm saçan.

Gûne gûne vasf-ı zâtında terennüm-rîz olup
Bezm-i nazmın böyle âgâz eylesin râmiş-geri
Nazım (Yahya)
Öyle peyder-pey terennüm-rîz olur âgûşu kim
Selsebîl etmiş sanırsın sîne-i billûrunu
Şeyh Galip

teressüb: Ar. Rüsûb’dan; dibe çökme, tortulanma, durulma. c. teressübât.

teressübât: Dibe çökmeler.

Atâletin o mülevves teressübâtı bütün
Nümûne işte biziz.

Görmek isteyen görsün
Mehmet Akif

teressül: Ar. Resel “yavaş gitme”den; Yavaş yavaş, dikkatle bakma. 2. Harflerin çıkış yerlerine, kısalık ve uzunluklarına dikkat etme.

Vasf-ı hâlim nâme nice arz ede dil-dâra kim
Bâb-ı ışkın değme harfi bir teressüldür bana
Necati Bey

tereşşuh: Ar. Reşh’den; 1. Sızma, sızıntı verme, terleme. 2. Belli olmayacak bir şey çıkarma. c. tereşşuhât.

Tereşşuh kabrimin taşından etmiş çeşmimin yaşı
Hayâl eyler gören kim laledendir kabrimin taşı
Fuzûlî
Değil gökte tereşşuh eyleyen ser-pûş-ı âlemden
Benim gibi hezârân tıflı
Nâbî pîr eder gerdûn
Nâbî
Tîğ-ı müjgânı değil kâbil-i vasf etmeyecek
Hûn-ı endîşe tereşşuh ciğer-i ma’nâdan

tereşşuh-cûy: Sızıntı arayan.

Ümîd-i merhamet sengîn-dilân-ı nâz-perverden
Tereşşuh-cûyluktan farkı yoktur âb-ıgevherden
Nâbî

terettüb: bk. tertîb.

terfî: Ar. Refden; 1. Yükseltme, yükseltilme, yukarı kaldırma. 2. Rütbe verme, rütbe alma. c. terfiât.

terfî-i gayr: Başkalannının yükselmesi.

Terfî-i gayre himmet eder ser-bülend olan
Pâ-mâl olursa her ne kadar nerdübân gibi
Hâzık (Erzurumlu Mehmet)

terfih: Ar. Refah’tan refah verme, bollukta yaşatma, rahat yaşamasını sağlama.

terfîh-i raiyyet: Halkın bollukta yaşaması.

Evrâk ile îlân olunur cümle nizâmât
Elfâz ile terfîh-i raiyyet yeni çıktı
Ziya Paşa

tergîb: Ar. Rağbet’ten; rağbet ettirme, istetme. c. tergîbat.

Hâşelillâh ki değil ucb-ı acîb
Maksadım nazmıma halk ı tergîb
Sünbülzade Vehbi

tergîbât: Tergîb’ler, isteklendirmeler.

Bu tergîbât u terhîbâttan maksûd-ı Rabbânî
Bütün ebnâ-yı âdemde husûl-i istikâmettir

terhîb: Ar. Rehb’ten; çok korkutma, korkutulma. c. terhîbât.

Ne gölgeler, ne fusûl etti pâyımı terhîb
Mesâfeler bana sihr-i hayâli öğretti
Ahmet Hâşim
Ve bil ki râhımı zulmette eyledim takb
Ne gölgeler, ne fusûl etti pâyımı terhîb
Ahmet Hâşim

terhîbât: Terhipler, korkutmalar, yıldırmalar.

Bu tergîbât u terhîbâttan maksûd-ı Rabbânî
Bütün ebnâ-yı âdemde husûl-i istikâmettir

terhîs: Ar. Ruhsat’tan; 1. İzin verme. 2. Askerlik görevini bitirenleri koyuverme. c. terhîsât. terhîs-i duhûl’
Girmeye izin verme.

Terhîs-i duhûl etmeyicek sâhib-i dîvân
Bî-fâidedir va’de-i der-bâna teşebbüs
Nâbî

terk: Ar. 1. Bırakma, bırakılma; vazgeçme, vaz geçilme. 2. Boşama. 3. İhmal.

Tuta sabr u kanâati tahammül eyleye katı
Terk eyleye sûretini bildiğin unutmak gerek
Yunus Emre
Dâhilim silkine ser-geşte duâcılarının
Beni terk eyleme mânend-nişân-ı tesbîh
Yüsrî
Felek ger kâmımıza dönmese âlâmımız yoktur
Biz ehl-i terkiz andan zerre denlü kâmımız yoktur
Bağdatlı Ruhi

terk-i ahbâb: Eşi dostu terk etme.

Şükür kim terk-i ahbâb ettiğim günden beri
Esrâr
Harâb oldu ser-â-ser kişver-i ma’mûre-i teşvîş
Esrar Dede

terk-i âlem: Âlemi terk etme.

Ger sâdık isen bu yolda sen hem
Sabr eyleme eyle terk-i âlem
Fuzûlî terk-i âlem-i fâni’
Fani âleme terk etme.

Serîr-i saltanatta eyledi on dördü çün tekmîl
Sekiz yüz beşte âhir etti terk-i âlem-i fânî
hemdemî

terk-i ârzû: Heva ve hevesi terk etme.

Ne meyl-i cüst ü cû eyler ne terk-i ârzû
Hikmet
Benim çektiklerim dest-i dil-i gam-nâkdendir hep
Hersekli Arif Hikmet

terk-i âsâyiş: Asayişi terk etme.

Kimseye buğz u adâvet etme
Terk-i âsâyişi âdet etme
Nâbî

terk-i aşk: Aşkı terk etme.

Fuzûlî
âşıka anlar ki derler terk-i aşk eyle
Demezler mi hatâ tağyîr kıl hükm-i kazâ derler
Fuzûlî

terk-i bezm: Meclisi terk etme.

Senin sözünle nice terk-i bezm edem sûfî
Revâ mıdır ki dil-âzürde ola yârânım
Behiştî

terk-i bîdâr: Adaletsizliği, zalimliği, terk etme.

Dil-nüvâz olmakla gamze terk-i bî-dâd eylemez
Olmaz ol kâfir Müselmân Kâ’be bünyâd etse de

vecdî

terk-i câh: Mevkiyi terk etme.

Gerdûn-ı dûna zâr ü zebûn oldu sanmanuz
Maksûdu terk-i câh ile kurb-ı İlâh idi
Bâkî

terk-i cân: Canı terk etme.

Terk-i cân et tut reh-i cânânı cânın duymasın
Aşk ile mahvol, vücûd-ı nâ-tüvânın duymasın
Leskofçalı Galip

terk-i cefâ: Cefayı terketme.

Ahde vefâ eylemedin öyle mi
Terk-i cefâ eylemedim öyle mi
Ahmet Paşa

terk-i cevr: Cefayı, eziyeti terk etme.

Ey sabâ rahm et kim ol bî-derd kılmış terk-i cevr
Çâre-i derd-i dilim mevkûf bir i’lâmdır
Fuzûlî

terk-i cihân: Cihanı terk etme.

Maksadın görmedeyim azm-i cinân
Ya niçin eylemedin terk-i cihân
Abdülhak Hâmit

terk-i dâreyn: Her iki dünyayı terk etme.

Terk-i dâreyn eylemek
Esrâr için bir şey midir
Âstânından velî olmak cüdâ mümkin değil
Esrar Dede

terk-i daVâ: Kavgayı terk etme.

Terk-i da’vâ ile daââmızı isbât ederiz
Leb-i hâmûş ile biz hasmımız iskât ederiz
Hezârî (Antakyalı Mustafa Münif)

terk-i devâ: Çareyi terk etme.

Nâbî cihânda terk-i devâdır devâ-yı derd
Hâsiyyet-i muâlece merhemde kalmamış
Nâbî

terk-i dil: Gönlü terk etme.

Işk terki dil ü cândan görünürdü müşkil
Terk-i ışk eyle dedin terk-i dil cân ettim
Fuzûlî

terk-i diyâr: Bulunduğu yeri terk etme.

Cemî’ halktan kat eylemiş ser-rişte-i ülfet
Eğer sen hem terahhum kılmasan terk-i diyâr eyler
Fuzûlî
Vatan-me’lûf olanlar bî-sebeb terk-i diyâr etmez
Zarûretsiz cihânda kimse gurbet ihtiyâr etmez
Ziyâ Paşa

terk-i dünyâ: Dünyayı terk etme.

Ezâdan, cezâdan bükülmüş bu dem
Eder terk-i dünyâ vü meyl-i adem
Abdülhak Hâmit

terk-i edeb: Edebi terk etme.

Gerd-i rehin ey eşk yudun çeşm-i terimden
Terk-i edeb ettin ne ola düşsen nazarımdan
Fuzûlî
Ne la’lden negonce negül-nârdangeçer
Söz bunda tengî-i leb-i dil-dârdangeçer
Nâbî

terk-i emel: Arzuyu terk etme.

Bî-kaydlık da kaydtır ehl-i tekellüfe
Terk-i emel o bahste ayn-ı emel gelir
Esrar Dede

terk-i evhâm: Kuşkuları terk etme.

Bî-tâbî-i tehâlükle yolda kaldı hep
Ser-menzil-i murâda vakitsiz şitâb eden
Koca Râgıp Paşa

terk-i fikr-i heves: Arzu ve heves fikrini terk etme.

Görse ârâyiş-i ezhâr ile âdem bâğın
Terk-i fikr-i heves ravza-ı Rıdvân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)

terk-i gavgâ: Kavgayı bırakma.

Hasma çok hîle demişler ukalâ
Cümleden eslem terk-i gavgâ
Âlî Bey
(Gelibolulu Müverrih)

terk-i gurbet: Gurbeti terk etme.

Yâr ile ağyârı hem-dem görmeye olsaydı sabr
Terk-i gurbet eyleyip azm-i diyâr etmez midim
Fuzûlî

terk-i hâb: Uykuyu terk etme.

Devlet-i dünyâ hayâl ü hâba benzer nesnedir
Baht-ı bîdâr isteyenler terk-i hâb etmek gerek
Bâkî

terk-i hâk-i Bağdâd: Bağdat toprağım terk.

Fuzûlî ister isen izdiyâd-ı rütbe-i fazl
Diyâr-ı Rûm gözet terk-i hâk-ı Bağdâd et
Fuzûlî

terk-i hakikat: Hakikati terk etme.

Terk-i hakîkat eden olmaz mı pest
Olmayan insân mı hakîkat-perest
Muallim Naci

terk-i ikrâm: İkramı terk etme.

Hele bî-gâneye söz yok odur ondan me’mûl
Ayb olunmaz ne kadar eylese terk-i ikrâm
Nâbî

terk-i i’tibâr: Dünyadan elini eteğini çekme.

Gönül verdim fenâ vü fakra terk-i i’tibâr ettim
Bihamdillâh ki âhir küfrümü îmâna değşirdim
Fuzûlî

terk-i imâmet: Önderlik, imamlığı terk.

Sulh eyleyip o kerr ü belâyı edindi yâr
Terk-i imâmet etti kılıpgayre iktidâ
Lamiî Çelebi

terk-i külfet: Külfeti terk etme.

Merâsim meclis-i üns-i sebük-rûhâna sıklettir
Miyân-ı asdıkada şart-ı ülfet terk-i külfettir
Hersekli Arif Hikmet

terk-i mâl: Mali terk etme.

Meslek-i tecrîddir ferâğat evi
Terk-i mâl eyle hânümândan geç
Fuzûlî

terk-i mecâz: Mecazı terk etme.

Hakîm-i kâmile kâr-ı abes nakîsa verir
Hakîkat ehline terk-i mecâz lâzımdır
Nahifi (Süleyman)

terk-i men-i Mecnûn: Ben
Mecnun’u terk.

Nice hüsn ile seni
Leylî’ye nisbet kılayım
Bilmeyip kadrimi terk-i men-ı Mecnûn ettin
Fuzûlî

terk-i metâ’-ı cân: Can malını terk.

El-vedâ’ ey cân ey sabr u tahammül el-frâk
Âşık ım kârım bugün terk-i metâ’-ı cân olur
Kâzım Paşa

terk-i metâlib: İstenenleri terk etme.

Ne kûşe-gîrleri nâil-i emel gördük
Cihânda terk-i metâlible cüst ü cû birdir
Keçecizade İzzet Molla

terk-i mey: Şarabı terk etme.

Terk-i mey ettin ey gönül eyyâm-ıgül gelir
Elbette bu işin çekilir bir nedâmeti
Fuzûlî

terk-i mey-i gül-gûn: Gül renkli şarabı terk etme.

Mey-i gül-gûnu dedin akla ziyândır zâhid
Bu mudur akl ki terk-i mey-i gül-gûn ettin
Fuzûlî

terk-i mey ü mahbûb: Güzelleri ve şarabı terk etme
Terk-i mey ü mahbûb ederiz cennet için
Şerh eyle ki cennette ne var ey vâiz
Fuzûlî terk-i milk-ı Efrâsiyâb: Efrasiyab’ın ülkesini terk etme.

İlm-i fakrî ile olup âmil
Terk-i milk-ı Efrâsyâb ettim
Fehim (Hoca Süleyman)

terk-i nâ-ma’kûl: Akla yakın olmayanı terk etme.

Âkil ol cânâ getirme bed rakîbi aklına
Terk-i nâ-ma’kûl eder ma’kûlü idrâk eyleyen
Enverî

terk-i nâm u şân: Şan ve şöhreti terk etme.

Reh-ı Mevlevî’de
Gâlib bu sıfatla kaldı hayrân
Kimi terk-i nâm ü şâne kimi i’tibâre düştü
Şeyh Galip

terk-i nasihat: Nasihati terk etme.

Aşk zevkıyle hoşem terk-i nasîhat kıl refik
Ben ki tiryâkî-mizâcem zehr kâr etmez bana
Fuzûlî

terk-i nâz: Nazı terk etme.

Senin nâzın görende akl kalmaz hasbeten lillâh
Amân ver âşık-ı dîdâra bir dem terk-i nâz eyle
Fuzûlî

terk-i nush: Nasihati terk etme.

Terk-i nush eylese, hem sûreti hûş olsa bile
Zâhidin sıkleti var bezme, hamûş olsa bile
Fıtnat
Hanım

terk-i recâ: Ümidi terk etme.

Görmedim râh-ı emîn terk-i recâdan gayrı
Bulmadım hısn-ı hasîn şerm ü hayâdan gayrı
Nâbî

terk-i riyâ: İkiyüzlülüğü terk etme.

Lâübâlilik ile gerçi ki meşhûruz biz
Çâre ne terk-i riyâ etmeğe me’mûruz biz
Nâbî

terk-i sa’y: Gayreti terk etme.

Terk-i sa’y ü ictihâdın hoş-ter ü makbûldür
Kalmadan âsâr-ı himmet sûret-i taklîdde
Esrar Dede

terk-i ser: Başı verme.

Şevk-i ruhunla baştan ayağa yanar çerâg
Râh-ı hevâda etti meğer terk-i ser çerâg
İbni Kemâl

terk-i tâat: İtaati terk etme.

Niyâzî tâati terk eylemek bil kim fuzûllüktür
Kerem kıl terk-i tâatle bu halkı başa üşürme
Niyazi
Mısrî

terk-i tarîk-ı aşk: Aşk yolunu terketme.

Ey Fuzûlî kılmazam terk-i tarîk-ı aşk kim
Bu fazîlet dâhil-i ehl-i kemâl eyler beni
Fuzûlî

terk-i teemmül: Etraflı düşünmeyi terk etme.

Abestir reh-neverd-i aşka fkr-ipîş ü pes etmek
Reh-i âzâde-gî terk-i teemmülden ibârettir
Esrar Dede

terk-i vücûd: Vücudu terk.

Yâr için ez dil ü cân terk-i vücûd eyleyenin
Söylenir elsinede şöhreti
Mansûr gibi
Tahsin (Kıbrıslı Hoca)

terk-i ye’s: Üzüntüyü bırakma.

Terk-iye’s et sa’y kıl rızkın kefilidir
Hudâ
Sen gelince âleme halk etti şîr-i mâderi
Emirizâde Emirî (Ali Emîrî Efendi)

terk-i zîver: Süsü terketme.

Zeyneb ko meyli zînet-i dünyâya zen gibi
Merd-âne var sâde dil ol terk-i zîver et
Zeynep
Hanım (Mihrünisa)

târik: Bırakan, terk eden, vaz geçen.

târik-i cihân: Cihanı terk etme.

Hüsnüm olunca sonra benim dîdeden nihân
Aşkımla oldu müntahiren târik-i cihân
Abdülhak Hâmit

târik-i habîb: Sevgiliyi terk etme.

Bî-gâne, teg, feyâfî-i gurbette bî-nasîb
Me’yûs idimgarîb vatan, târik-i habîb
Kemalzâde Ekrem Bey

târik-i milletMilleti terk etme.

Târik-i millet olan mâlik-i devlet olamaz
Hâdim-i devlet olan hâdim-i millet olamaz
abdülhak Hâmit

terkeş: Far. >tîr-keş’ten; ok mahfazası, ok çantası.

Bu zahm aşkıma bâdî-i nigâhım olmuştur
Yine bu tîr bana kendi terkeşimdendir
Nâbî
Kalsaydı terkeşimde tek bir altın ok
En tatlı bir hayâl için atmazdım ufkuma
Dalsın yakında gözlerim son uykuma
Yahya Kemal

terkîb: Ar. Rükûb’dan; 1. Birkaç şeyi birleştirip karışık bir şey meydana getirme. 2. Birkaç şeyden meydana gelmiş şey. c. terkîbât.

Olduğun anlar bu âlem bir mi’mârıgarîb
Fehm eden üstâdının terkîb ü tahlîl ettiğin
Nabi
Çınârı rabttan tedrîc ile tahsîl edip âteş
Nihâd-ıgûreden tedbîr ile terkîb eder halva
Nâbî
Bana berâber olur muydu sadra geçse rakîb
Ne denlü zerd ise terkîb olunmaz zırnîh
Behiştî

terkîb-i acîb: Şaşılacak terkip.

Terkîb-i acîbiz iki hâssiyetimiz var
Ahbâbımızın devletiyiz hasma belâyız
Ziyâ Paşa

terkîb-i bend-i hikmet-âmîz: Hikmet dolu terkib-i bent.

Dağılsın âleme terkîb-i bend-i hikmet-âmîzi
Bu rıhlet-gehde (Nâci)nin de kalsın nâm-ı nâ-çîzi
Muallim Naci

terkîb-i gubârî: Toz ve topraktan oluşma.

Cism terkîb-i gubârîdir gel ondan fârig ol
Rûh-ı pâk ol âlem-i tecrîde gel esrâra bak
Hayâlî Bey

terkîb-i hüsn ü aşk: Aşk ve güzellik birleşimi.

Terkîb-i hüsn ü aşktan olmuş nümûne-sâz
Arâyiş-i merâtib-i nakz ü ziyâd eden
Nâbî

terkîb-i kîmyâ-yı safâ: Temiz kimya terkibi.

Mis tıynetân-ı naksı zer-i hâlis eyleriz
Terkîb-i kîmyâ-yı safâdır zamîrimiz
Nâbî

terkîb-i mâ ü tîn; Su ve balçıktan meydana gelme.

Bir katre suyu vermediler ölmüş iken âh
Cedd-i güzîn-i illet-i terkîb-i mâ ü tîn
Üsküdarlı Hakkı Bey

terkîbât: Terkipler.

Değil gökte tereşşuh eyleyen ser-pûş-ı âlemden
Benim gibi hezârân tıflı
Nâbî pîr eder gerdûn
Nâbî

terkîk: Ar. Rikkat’ten; 1. İnceltme, ince döğme. 2. Yumuşatma. 3. Nazikçe anlatma.

Fikri terkîk eder lisân-ı Arab
Zihni tedkîk eder lisân-ı Arab
Muallim Naci
Nazm ettiği her gazel güzeldir
Terkîk-i sühanda bî-bedeldir
Muallim Naci

terkîm: Ar. Rakam’dan; 1. Rakam atma, atılma. 2. Yarma. 3. Yazma.

Ebr-i kilki sadef-i keffini pür-gevher eder
Vasf-ı bahr-i keremin her kim ederse terkîm
Nef’î

termîm: Ar. Remm’den; onarma, iyileştirme. c. termîmât.

Hâne-i kalbim eylesin termîm
Kâbeyapmak dilerse
İbrâhîm
Bâkî

ters: Far. Korku.

Kim
Süleymân-veş hücûm etti
Selîm
Mülk da’vâsın eder bî-ters ü bîm
Hoca Saadeddin

ters-nâk: Korkan, korkak.

Düşmen-i mağrûrun olma satvetinden ters-nâk
Peşşe vîrân-sâz-ı mağz-ı nahvet-ı Nemrûd olur
Nâbî

tersâ: Far. Hristiyan. c. tersâyân.

Zulmette idik zülfü bigi vü yüz ile uş
Tersâ bigiyiz kim yeni îmâna erişti
Şeyhi
Bu hüsn ile ger nâra gire ol büt-i tersâ
Dûzahta olan ehl-i hevâ bî-keder olsun
Vecdî
Bi-hakkın
Girdgâr mün’im ü bahşende kim lutfu
Mürebbîi
Müselmân ü Yehûd ü Gebr ü Tersâdır
Nef’î

tersâ-beçe: Hristiyan çocuğu. c. tersâbeçegân.

Perde-i çeşmim makam etmişti bir tersâ-beçe
Olmadan mehd-ı Mesîhâ dâmen-ı Meryem henüz
Fuzûlî
Civârımda bir duht-ı tersâ-beçe
Edip zârını âleme becbece
Keçecizade İzzet Molla

tersân: Korkan, korkak.

Ah dursun hele şemşîr-i zebân çeksem eğer
Ne çeker ben bilirim hep dil-i tersân-ı felek
Nef’î
Ne hirâsân olayım tîğ-ı ecelden ey dil
Zahm-ı şemşîr-i nigehten bile tersân değilim
Yenişehirli Avni
Benim ol hüsrev-i evreng-i nebâgat ki eder
Düşmenân-ı hüneri tîğ-ı zebânım tersân
Şinasi

tersân tersân: Korka korka.

Gördü kim durmağa yoktur imkân
Azm-i râh eyledi tersân tersân
Muallim Naci

tersân: bk. tersâ.

tersâne: Ar. e. veyâ.

Hâli bir bed-aslın ikbâle tahavvül etmesin
Çünki müstakbelde ya Eir’avn veyâ
Nemrûd olur
Nevres-i Kadim
Evet, siz bir şifâ, ben bir marîzim böyle bî-tâkat
Veyâ siz bir peder ben bir yetîmim tâlib-i şefkat
Abdülhak Hâmit
Nice ebhâr-ı fsk içre dümen tuttun kürek çektin
Amânın yok mu katdyyen veyâ korsan mısın kâfir
Fazıl
Ahmet
Aykaç veyâhûd: Ar. (ve) Far. (hûd)> e. Veyâhûd.

Yahut, veya.

Kimdir beni tevlîd veyâhûd kılan inbât
Ancak şu işâret onu eyler sana isbât
abdülhak Hâmit

veyl: Ar. 1. Vah, yazık. 2. Cehennem’de bir derenin adi.

Başka ses yok, bütün eb’âdı sükûn-perver-leyl
Hep onun aks-i hurûşuylegarîk-ı vâ-veyl!
Tevfik Fikret

veyse’l
Karenî: Ar. İslam velisi (M.

S.

VII. yüzyıl).

Karenli
Veysel.

Peygamberimiz zamanında yaşamış; fakat onu görememiştir.

Görmeden
Müslüman olduğu için
Tâbiîn’den sayılmıştır.

Yemen’in
Karen köyündendir.

Hz. Muhammed (s. a. s.)’i görmek için annesinden izin alarak
Medine’ye gitmiş.

Annesine çok bağlı ve onun sözünden çıkmayan
Veysel, annesinin “eğer
O’nu göremezsen geri dön.

” sözüne uyarak beklemeden geri dönmüş.

Peygamberimiz evine dönünce, onun geldiğini öğrenmiş, hırkasının ona verilmesini vasiyet etmiştir.

Hakkında çeşitli rivayetler vardır.

Peygamberimiz onun hakkında “Ben Allah’ın kokusunu
Yemen’den duyarım.

” buyurmuştur.

Veysel, Hz. Ömer zamanında
Medine’ye gelmiş ve orada çok itibar görmüştür.

Hz. Ömer kendi eliyle
Peygamberimizin vasiyet ettiği hırkayı ona vermiş ve
Peygamberimizin vasiyetini yerine getirmiştir.

Bu hırka bugün
Fatih’teki
Hırka-ı Şerif
Camiinde muhafaza edilmekte ve
Ramazan’da halka gösterilmektedir.

Rûh-ı Ashâb-ı Kirâm’ıyla
Resûl-ı Medenî
Kutb-ı aktâb-ı izâmıyla Üveyse’l
Karenî
Taşlıcalı Yahya Bey

vezân: Far. Esen, esici.

Nesîm-i hulku vezân olsa bir çemen-zâra
Edip türâbını reşk-işemâmet-i anber
Nedim
Şevk-i seferlepür-heyecân oldu tuğlar
Bâd-ı zaferle
Mısr’a vezân oldu tuğlar
Yahya Kemal
Olıcak şurta-i tevfîk vezân sâhilden
İndi deryâya suyun buldu sürâğ-i bahrî
şinasi (olıcak: olunca)
Vezân oldukça cânlar bahş eder câna nesîm-i subh
Eğerçi sünbülün bundan biraz hâli perîşândır
Ziya Paşa

vezâret: bk. vezîr.

vezâif, vezâyif: bk. vazîfe.

vezin, vezn: Ar. 1. Tartma, eşyanın ağırlığını bildiren ölçü. 2. Nazımda ölçü birimi. c. evzân.

Mümkün müdür hakîkat-ı eşyâyı vezn ü derk
Mîzân-ı akla dirhem-i ta’dîl iken zunûn
Ziyâ Paşa
Bâd-ı aşkın neler fısıldarsa
Vezn ile kâfiyeyle bestelerim
Cenap Şahabeddin vezn-i eş’âr: Şiirlerin vezni.

Vezn-i eş’ân terâzûlere vaz’ etmişler
Tartılır şimdi dükkânlarda mukaffâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi
evzân: Vezinler.

Evzânı kavâfîsi bozuk sözleri ber-bâd
Gerçi ederim haylice manzumeler inşâd
Kemalzâde Ekrem Bey

vezne: Tartı yeri, ölçü, tartı.

Onun hazîne-i in’âmı kendi veznendir
Havâle et ne kadar masrafın olursa; verir
Mehmet Akif

vezîr: Ar. Vezr’den; vezaret elde etmiş olan kişi.

Eskiden valilik ve paşalık ünvanını kazanmış olan kişi. c. vüzerâ.

Bir böyle vezîr lâyık el-hakk
Bir böyle habîr pâdişâha
MuaHim
Naci vezîr-i a’lem: Her şeyi bilen vezir.

Hangi sultâna hayr murâd etse verir
Ona bir akl ile mevsûf vezîr-i a’lem
Nâbî

vezîr-i a’zam: En büyük vezir.

Vezîr-i a’zam
İbrâhîm
Paşanın düğünüdür
Ziyâfet etmek için daPet ettişâh-ı devrânı
Hayâlî Bey

vezîr-i ferruh-dem: Talihli vezir.

Sefer mübârek ola ey vezîr-i ferruh-dem
Seninledir bile gam çekme evliyâ-yı ümem
Nef’î

vezîr-i kerem-kâr: Cömert davranan vezir.

Sen ol vezîr-i kerem-kârsın ki âlemde
Kemâl-i cûd ile zât-ı kerîmin oldu alem
Nedim vezîr-i kevkebe-güster: İhtişamlı vezir.

Vezîr-i kevkebe-güster
Nasûh Paşa
kim
Eder şükûhu hacîl hüsrevân-ı devrânı
Nef’î

vezîr-i melek-hısâl: Melek huylu vezir.

Besdir adû-yı dîve vezîr-i melek-hısâl
Zîrâ ki dest-pençe yeter arslana tiğ
Hayâlî Bey

vezîr-i nükte-dân: Nükteci vezir.

Vezîr-i nükte-dân düstûr-ı ehl-i ilm ü sâhib-dil
Kigâlibtir zekâda fikri akl-ı müstefâd üzre
Nef’î

vezîr-i sadakat-semîr: Sadık arkadaş olan vezir.

Keşf eyleyince sonra bu mâ-fi’z-zamîrini
Gördük nedir vezîr-i sadâkat-semîrini
Abdülhak Hâmit

vezîr-i sâf-zamîrâ: Ey içi temiz vezir.

Vezîr-i sâf-zamîrâ vekîl-i pâdişehâ
Eyâ sütûde-i nâm-âverân-ıpâk-nijâd
Nâbî

vezîr-i şâh-ı cihân: Cihan şahının veziri.

Vezîr-i şâh-ı cihân kim ne emr ederse olur
Kazâ rızâyile fermân-ı hükmüne teslîm
Nef’î

vüzerâ: Vezir’ler.

Tehmeten-i vüzerâ, kahramân-ı Cem kevkeb
Şükûh-ı tâbşikene külâh-ı Behmen ü Cem
Nef’î
Nûr-ı çeşm-i vüzerâ kuvvet-i kalb-i ulemâ
Tâc-ı fark-ı vükelâ kurre-i ayn-ı hükkâm
Nâbî
Zulm-i vüzerâyı söylemiştir
Hâl-i fukarâyı söylemiştir
Ziyâ Paşa

vüzerâ-yı selef: Önce gelen vezirler.

Cümle tuğrası görülsün vüzerâ-yı selefin
Kimin olur görelim resmi bununla hem-pâ
Nâbî

vezâret: Vezirlik, paşalık payesi.

Şem’-i cihân-serâ-yı vezâret kişu’lesi
Meş’al-fürûz-ı encümen-i hüsrevân olur
Nef’î
Elkâbın ile zeyn olalı sadr-ı evâmir
Bâlâya suûd eyledi unvân-ı vezâret
Nâbî
Kalmadı râbıta-i hâne vü sâmân ü vatan
Çille-i saht-ı vezâret beni derviş etti
koca Ragıp Paşa

vezne: bk. vezn.

vicdân: Ar. 1. Duyma, duygu. 2. İnsanın içindeki iyi ve kötüyü ayıran duygu. 3. Din, inanç. 4. Bir şeyi bir hâlde görme, bulma.

Kapılma dehrin iğfâlâtına ahlâk bahsinde
Sana ol fende vicdânın yeter üstâd lâzımsa
Namık Kemâl
Yâ Rab nedir ettiğim bu isyân
Hiç kalmadı mı azâb-ı vicdân
Abdülhak Hâmit
Zâlimlere adlin o kadar verdi ki meydân “Yok âdil-i mutlak” diyecek ye’s ile vicdân
Mehmet Akif

vicdân-ı pâk: Temiz vicdan.

Vicdân-ı pâkim etti giriftâr-ı gam beni
Fehm et bu remzi şişe içindegül-âbtan
Hayâlî Bey

vifâk: bk. vefk.

vikâye: Ar. Vikâyet’ten; koruma, kayırma, esirgeme.

Etmez düşürse pirehenin yakmada kusûr
Şem’a fener vikâye iken rûzgârdan
Nâbî

vilâdet: bk. velâdet.

vilâyet: Ar. 1. Bir şeyi güçle ele geçirme. 2. Birine kefil olma. 3. Muhabbet, dostluk. 4. İl. c. vilâyât.

Âşıki bi-sabr u ârâm eyleyip seyyâh eder
Memleket seyr ettirir aşkın vilâyet gösterir
Bâkî
Hâli ondan olmasın yâ
Rab vilâyet tâ ebed
Kim velâyetten değil hâli safâ-yı cevheri
Fuzûlî

velâyet: Velilik, ermişlik. 2. Ermiş veya velî olan kimsenin hâli. 3. Başkalarına sözünü geçirme. 4. Sadakat, dostluk. 5. tas. Allah dostluğu.

velâyet-perver: Veliliği koruyan.

Şehriyâr-ı bahr u berr
Sultân
Süleymân veli
Ol ki mahz-ı adldir zât-ı velâyet-perveri

vîrân, vîrâne: Far. Harap, yıkık, yıkılmış.

Bu harâbâtta
Sâbit
olamam cânânım
Dil-i virânımı yapsan da yıkılsamgitsem
Sâbit
Bir başıma kalsam şehe, sultâna kul olmam
Virân kalası hânede evlâd ü ıyâl var
Dertli (Âşık)
Zâlim yine bir zâlime giriftâr olur âhir
Elbette olur ev yıkanın hânesi virân
Ziya Paşa

vîrân-ı aşk: Aşk yıkımı.

Hâtırım ol dem yapar dil-ber ki yıkmak kasd eder
Kim hakikatte dilâ ma’mûrdur virân-ı aşk
Şeyhülislam Yahya

vîrân-ı hâk: Toprak yıkımı.

Virân-ı hâkte mahzûn olan cevher gibi irfân
Olur hâsıl velikin iştihâr olmaz bu yerlerde
Nâbî

vîrân-kede, -gede: Viran olan yer.

vîrân-kede-i hâne: Evin yıkıldığı yer.

Bir pire-zen-i zişt kaşık düşmânı al kim
Virân-kede-i hânede başkuşgörünsün
Havâyî

vîrân-kün: Viran ol!

vîrân-kün-i inâbet: Hak yoluna girmede yok olma.

Ne âşnâ-yı zühd ü ne mashûb-ı tevbeyiz
Virân-kün-i inâbet ü âşûb-ı tevbeyiz
Nâbî

vîrân-sâz: Viran yapan. vîrân-sâz-ı mağz-ı nahvet-ı Nemrûd: Nemrud’un kibirli beynini viran yapan.

Düşmen-i mağrûrun olma satvetinden ters-nâk
Peşşe virân-sâz-ı mağz-ı nahvet-ı Nemrûd olur
Nâbî

vîrâne: Yıkılmış veya çok harap olmuş

yapı.

Şevk bir meydir neşât-efzâ benim mest-ânesi
Âşık bir gencinedir gönlüm onun virânesi
Şeyhülislam Yahya
Yâ Rab sarây-ı devletin et âşiyân-ı bûm
Ehl-i dilin derûnumu virân edenlerin
Nâbî
Ya bister-i kemhâda, ya virânede cân ver
Çün bây ügedâ hâke berâber girecekdir
Ziyâ Paşa

vîrâne-i aşk: Aşkın yıkımı.

Cefâ taşıyla yıkmıştın dil-ı Yahyâ’yı sultânım
Dahi âbâd olunmaz mı aceb vîrâne-i aşkın
Şeyhülislam Yahya

vîrâne-i cihân: Cihan yıkıntısı.

Vîrâne-i cihânda ne şâhız ne bendeyiz
Rind-i abâ-be-dûş fakîr-i revendeyiz
Yahya Kemal

vîrâne-i dalâl: Sapıklık yıkıntısı.

Âlemlere vücûdun
Hak rahmet etmeğin
Vîrâne-i dalâl olan âbâd olur gider
Nâbî

vîrâne-i gam: Gam viranesi.

Erbâb-ı kemâlin yeri vîrâne-i gamdır
Hâk üzre düşer mîve-i nâ-puhte olunca
Behiştî

vîrâne-i kalb: Kalbin viran ülkesi.

Gerçi kim kişver-i vîrâne-i kalbimde benim
Azl ü nasb eylemez icrâ-yı rüsûm-ı ahkâm
Nâbî

vird: Ar. Belli zamanlarda okunması âdet olan
Kur’an cüzleri veya her gün tekrar edilen tesbih ve tehlil. c. evrâd.

Mâ-sivâdan el yuyup mahlûktan ümmîdi kes
Virdin olsun her nefes Allah bes bâkî heves
Yüsrî

vird-i melek: Melek tesbihi.

Bülbül-i gûyâ seng-i tezkârı çün vird-i melek
Subh-dem evsâfı şâhenşâh-ı kudsî âstân
Üsküdarlı Hakkı Bey

vird-i ünâs: İnsanların tesbihi.

Besmeledir vird-i ünâs ü zükûr
Hırz-dil ü cân sürûşân u hûr
Nazîm (Yahya)

vird-i zebân’
Diline dolama, tekrar edilen
söz. Allah adın eyleyen vird-i zebân
Girse nâr-ı dûzaha görmez ziyân
Kâzım Paşa
Kelâmım ehl-i derdin dâimâ vird-i zebânıdır
Muhabbet âleminin her sözüm bir destânıdır
Hayâlî Bey

vird-i zebân-ı ehl-i safâ: Temiz kişilerin dilinde dolaşma.

Vird-i zebân-ı ehl-i safâ vü sürûr olup
Mazmûnu zevk-bahş u serîü’l-husûl ola
Fuzûlî

virdiyye: Tesbih ve tehlil okuma.

Virdiyye şerhi desin okurlar hezârdan
Etfâl-i gonce nüshasın asmış kucağına
Nâbî
evrâd: Virdler, tekrarlar.

Ne teshîr etti gül-zarı ne urdu âteşe hân
Yine durmaz okursun rûz u şeb evrâdın ey bülbül
Şeyhülislam Yahya
Kurûn-ı mâziyeden kalma cânsız evrâdı
Çekerse, doğru mu yirminci asrın evlâdı
Mehmet Akif

visâde, visâd: Ar. Yastık, şilte.

Çekip visâdemi kıldım külâh-ı kûşemi ham
Garîm-i gamdan edip nîm-lâhza istimhâl
Nedim

visâl: bk. vasl.

vizr: Ar. 1. Günah, suç. 2. Yük, ağırlık. c. ezvâr. vizr ü vebâlVebal ve suç.

Zât-ıpür-cûdunu medh etmeyen ehl-i tab’ın
Sözü ger sihr-i helâl etse olur vizr ü vebâl
Nef’î

vukû’: Ar. 1. Düşme. 2. İsabet etme, rastlama. 3. Oluş, olma. 4. Bir olayın çıkış şekli. c. vukûât.

Sen hemân eyle hulûs ile rücû’
Afv-ı Bârî bulur elbette vukû’

vukûât: Vuku’lar.

İm’ân ile bir kez nazar et bunca vukûât
Âyât-ı kitâbı-ı kaderi etmede tefir
Ali
Ruhi

vukûât-ı zemân: Zamanın vuku bulan şeyleri.

Şuûnât-ı tabîatte bidâyet yok, nihâyet yok
Vukûât-ı zemânı bir müselsel mâ-cerâ buldum
Hersekli Arif Hikmet

vâki’, vâkıa: 1. Vuku bulan, olan, rastlayan, olagelen. 2. Geçmiş olan, geçen. c. vâki’ât.

Âdemîden çok olur zâhir perî-veşler velî
Az olur vâki’perî-veşlerde sen teg âdemî
Fuzûlî
Pây-mâl olalı zülfün gibi ânâ der gören
Olmasın bir kâfire vâki’ olan ahvâl ona
Âhî
Hem nefsini telef revâ değildir
Zîrâ o da bir şifâ değildir
Olsa fakat emr-ı Hak’la vâki’
Ölmek sanırım fenâ değildir
Abdülhak Hâmit

vukûd: Ar. Vakd’in çokluğu.

Yanmalar, tutuşmalar, alevlenmeler.

Timdi her kim handek-i ışk içre eylerse
Oldu nûr ashâb-ı Uhdûdi zehî zâtü’l-vukûd

zihni

vukûf: Ar. Vakf’tan; 1. Durma, duruş. 2. Anlama, bilme, öğrenme. 3. Bir hâlde olduğu gibi kalma.

İster isen nücûm-ı çarha vukûf
Gözün aç câm-ı meydir üsturlâb
Lamiî Çelebi

vuslat: bk. vasl.

vusûl: bk. vasl.

vuzû’: Ar. 1. Temizlik, arılık, pâklik. 2. Abdest alma, abdest.

Eğilip secdeye salma ferdğat tdcını baştan
Vuzû’dan su sepüp rdhatyuhusungözden uçurma
Fuzûlî
(sep-: saçmak, yuhu: uyku)
Hubs ü ağrdz ile endîşesi murddr olana
Günde beş kerre vuzû’ile tahâretgelmez
Yenişehirli Avni
Eylemez zâil tabîat levsini âb-ı vuzû’
Sanma zâhid sen tahâret birle pâk olsan gerek
Nev’î

vuzû’-ı ehl-i dil: Gönül ehlinin abdesti.

Târ-ı berk-ı âhtan mensûctur seccâdesi
Çeşme-i hûn-ı ciğerdir vuzû’-ı ehl-i dili
Yenişehirli Avni

vuzûh: Ar. 1. Açıklık, açık ve belli olma, berraklık. 2. ed. İfadede açıklık.

Fuzûlî oldu belin fikri ile mûy-misâl
Henüz bulmadı ol sırra ihtimâl-i vuzûh
Fuzûlî
Beyân-ı ukde-güdâzınla mübhemât-ı şuûn
Yavaş yavaş açılıp bir vuzûh olur rûşen
Mehmet Akif

vücûb: bk. vâcib.

vücûd: Ar. 1. Var olma, varlık, kevniy-

yet. 2. Gövde, beden. 3. Ten.

Ten-i üryanı dehr âlâyişinden eyledim hâlî
Vücûdum katresin ışk adlı bir ummâna tapşırdım
Cinânî (tapşır-: teslim etme, emanet etmek)
Vücûd vücûd-ı İlâhî, hayât bahş-ı kerîm
Nefes âtiyye-i rahmet, kelâm fazl-ı kadîm
Nabi
Vücûdun pûtasın kâl et çalış tehzîb-i ahlâka
Eğer zer sâf u hâlis olmasa kâmil-ıyâr olmaz
Hassân (Süleyman Hâdi Beyzade Mehmet)
Şefâatinle bekâm et bu abd-i âsîyi
Bi-hakkın al abâ mefhar-i abâ-yı vücûd
Nevres-i Kadim

vücûd-ı âlem: Âlemin varlığı.

Vücûd-ı âlemi benzer hayâle kim olur zâil
Bu taâîfin beyânı pek amîk u tûldür ammâ
Âdile Sultan

vücûd-ı âşık: Âşıkın vücudu.

Olmaz vücûd-ı âşıka ışk içre iâibâr
Dönmez
Fuzûlî
âteş-i sûzâna hâr u has
Fuzûlî

vücûd-ı bihbûd: Sağlam vücut.

Pür-mehâsindir o mes’ûd vücûd-ı bihbûd
Bulamaz ehl-i rakam onları ta’dâda mecâl
Muallim Naci

vücûd-ı bî-nazîr: Benzersiz vücut.

Ne vücûd-ı bî-nazîrin gibi bir memdûh olur
Ne benim gibi senâ-kâra felek akrân bulur
Nef’î

vücûd-ı dâg-dâr: Dağlı vücut, yaralı vücut.

Bahâr-ı âlem-i gam yok diyenler var ise
Tahyâ
Vücûd-ı dâg-dârın rûy-ı zerdin onlara göster
Şeyhülislam Yahya

vücûd-ı halk-ı cihân: Cihan halkının varlığı.

Vücûd-ı halk-ı cihânı adem bilir ol kim
Açıldı kuhl-i cilâ ile ayn-ı irfânı
Cmânî

vücûd-ı her-mevcûd: Her var olanın var oluşu.

Kılar delâlet-i illet vücûd-ı her-mevcûd
Velî ne sûd ki sâhib-nazar değil a’mâ
Hayrî

vücûd-ı hilkat: Yaratılış vücudu.

Hemîşe nazm ile fahr eylesem sezâdır kim
Vücûd-ı hilkatim ednâ ise sözüm a’lâ
Yahya Bey
(Taşlıcah)

vücûd-ı kâmil: Kemâle ermiş varlık.

Mazhar-ı âsâr-ı kudrettir vücûd-ı kâmilin
Feyz-i fıtrattan garaz sensen tufeylin kâinât
Fuzûlî

vücûd-ı Mutlak: Mutlak varlık
Vücûd-ı Mutlak’ın bahri ne mevci kim ederpeydd
Ene’l
Hak sırrını söyler eğer mahfî eğer peydd
Usulî (Yenice Vardarlı)
Sen fendnın resm-i ademin timsâlisin
Ydhûd ki
Vücûd-ı Mutlakın hayâlisin
Abdülhak Hâmit

vücûd-ı nâm: Şöhretli vücud.

Fend-yı aşk ile bî-pd vü dest olduk ki
Vücûd-ı nâmı anılmaz diydra dek gideriz
Esrar Dede

vücûd-ı nâ-tüvân: Güçsüz vücut.

Vücûd-ı nd-tüvdnım zinde-veştirşevk-ı ladinle
Eğerçi mürdeye cdn olmaz ey rûh-ı revân âteş
behiştî

vücûd-ı pâk: Temiz vücut.

Ulüvv-i şânı muvâzî-i zirve-i eflâk
Vücûd-ı pâki makarr-ı merâsim-i icMl
Cinânî

vücûd-ı rahmet-âsâr: Rahmet eserlerinin varlığı.

Vücûd-ı rahmet-âsârın tulû’-ı zulmet-i küfrü
Giderdi cümle îmân âşinâdır yâ
Resûlallah
Necip (Sultan III. Ahmet)

vücûd-ı şerîf: Şerefli vücut. Allah muammer ede vücûd-ı şerîfini
Yol bulmayagubâr-ı keder tab’-ı sâfına
Nâbî

vücûd-ı vâcib: Kendi zatı, varlıkların vücudunu gerektiren; Allah.

Hayâli mahz-ı beşerdir tasavvuru nâ-bûd
Vücûd-ı vâcibi eşyâ eder iken ifhâm
Nâzım Paşa
Vücûd-ı vâcibin mâhiyyetin idrâk eden ârif
Hakîkatte zuhûr-ı mümkinâtı hep zılâl anlar
Rahmi

vücûd-ender-vücûd: Varlık içinde varlık.

Vücûd-ender-vücûd âsâr-ı te’sîr-i irâdettir
Kalem-ender-kalemdir dest-ı Mânî’den zuhûr
Esrar Dede

vücûh: bk. vech.

vüfûr: bk. vâfir.

vükelâ: bk. vekîl.

vülûc: Ar. Girme, sokulma; duhul.

Eder mi âkıl olan kimse tengnâya vülûc
Kemâl-i haşyet ile etmeyince fikr-i hurûc
Beliğ
Onun için dedi rûhu’llah iki kez doğmasa bir kes
Vülûc etmez onun rûhu semâya olmasın tammâ’
Nuri

vürûd: Ar. Gelme, geliş; varma, yetişme.

vürûd-ı refref-i ilhâm: İlham döşeğine gelme.

Şâir bu şeylere atf-ı hayâl ile
Eyler vürûd-ı refref-i ilhâma intizâr
Tevfik Fikret

vüs’at: Ar. 1. Genişlik, bolluk, rahat hayat. 2. Boş meydan, fırsat. 3. Para durumu.

Aceb derd-i derûnum yâre kim i’lâm eder
Yâ Rab
Ne arz-ı hâle bir vüs’at ne takrire mecâlim var
Cinânî
Verdi bu iki şeh-i fazîlet
Hem devlete hem lisâna vüs’at
Ziyâ Paşa

vüs’at-i deryâ-yı rahmet: Rahmet denizinin genişliği.

Garkeder âlemleri bir katre âb-ı mağfiret
Var kıyâs et vüs’at-i deryâ-yı rahmet n’eydigün
Bâkî

vüs’at-i dünyâ: Dünya genişliği.

Bir garîb iklîme düştüm gezerim uryân melîl
Vüs’at-i dünyâyı kıldı başıma dar ayrılık
Âşık Ömer

vüs’at-i havsala: Anlayış genişliği.

Deşt-i heyhât ise de çoktan olurdu sûzân
Vüs’at-i havsalamı tündî-i hûbândan sor
Nâbî

vüs’at-i meydân: Meydan genişliği.

Nâbî kelâma vüs’at-i meydân verir cinâs
Çün teng ola zemîn mücânis-ter istemez
Nâbî

vüs’at-i pehnâ-yı devlet: Talih yaygınlığının genişliği.

Sîr-çeşmî hirmen-i sâmân-i servettir bana
Teng-destî vüs’at-ipehnâ-yı devlettir bana
Koca Râgıp Paşa

vüs’at-i sâha-i endîşe: Endişe alanının genişliği.

Vüs’at-i sâha-i endîşemi etsem ta’rîf
Âsmân harmânı nazmımda kalır çün erzen
Keçecizade İzzet Molla

vüs’at-âbâd: Genişlik yeri.

vüs’at-âbâd-ı saâdet: Âhiret.

Vüs’at-âbâd-ı saâdette olur elbet azîz
Pâk-dâmen mübtelâ-yı neng-i zindân olsa da
Behçet (Trabzonlu Defterdar Mehmet)

vüska: Ar. Vüsûk’tan; sağlam ve kuvvetli olan.

Urvetü’l-vüska: takıpgerdânımageldim ezel
Yoluna cân vermeğe merdân olam her dem senin
Ümmî Sinan
Halka-ı Kâ’be’yi terketse ne ola
Kays-misâl
Dile zencîr yeter urve-i vüska-i cünûn
Namık Kemâl
Yy: Ar. Osmanlı
Türkçesinin otuz birinci harfi olup, “ebced” hesabıyla on sayısını karşılar. yâ: Ar. 1. Arapçada başına gelen terkibin ilk kelimesini “üstün: e” okutur: Yâ
Rabbe’lâlemîn “Ey âlemlerin
Rabb’i”. 2. Tek kelimenin başına gelirse, o kelimenin son harfini “ötre: ü” okutur: Yâ
Ahmedü “Ey Ahmed”. 3. ünl.

Ey, hey: Yâ
Resûlallah.

Her ne eylersen eyle yâ Allah
Bana çektirme hicr-i yâr ile âh
Keçecizade İzzet Molla
Merhamet bilmeyen insânlara bak yâ
Rabbi
Kovuyorlar beni bir sâil-i âvâregibi
Mehmet Âkif
-yâb: Far. 1. “Bulucu, bulan; ele geçiren” anlamlarında kelime sonuna gelerek birleşik kelimeler yapar. fenâ-yâb: Fena bulan, yok olan.

Sen cism idin fenâ-yâb ol rûh-ı câvidânî
Düştün cüdâ sen ammâ bâkidir iştihârın
abdülhak Hâmit
nâ-yâb: Bulunmaz, ender, benzeri olmayan.

Nice mânend-i sadef sînemi çâk etmeyeyim
Çıktı destimden o mehgevher-i nâ-yâbgibi
Nahifi
şifâ-yâb: Şifa bulmak.

Şifâ-yâb olup içtiğim zehrden
Kodum iştikâ-yı gamı dehrden
Keçecizade İzzet Molla

tesellî-yâb: Teselli bulan, avunan.

Hayâliyle tesellî-yâb olur düştükçe hicrâna
Dile mahsûstur hem çekmeyip hem çekmek
Nâbî

yâbân: Far. >yebân’dan; yâbân.

1. Çöl, sahra. 2. Yabancı, el.

Kemân misâl kec ol maksadın takarrüb ise
Atılma ok gibi yâbâna istikâmet ile
Nâbî
Kays’a
Mecnûn diyenin aklına
Nevres şaşarım
Ne bilir kâide-i aşkı yâbânın delisi
Nevres-i Kadim
İster oku gitmeye yâbâna
Kendi çekinir zih-i kemâne
Şeyh Galip
Bulmak nişân-ı tîr gibi maksûd ise eğer
Yâbâna gitme sîne-i uşşâk-ı zâragel
Ubeydî

yâbis, yâbise: Ar. Yübûset’ten; kuru; ham.

Sağlı sollu hârdan hançer takınmışgûyiyâ
Zâhid-i yâbis dimâğ ile eder peykârgül
Necati Bey
ratb ü yâbis: 1. Yaş ve kuru. mec. 2. Yanlış doğru ağza gelen söz.

Ratb ü yâbis sühanı ser-tâ-pâ
Birinin aslını bilmez ammâ
Nâbî

yâd: Far. 1. Hatıra getirme, anma. 2. Hatır, gönül.

Yâd edip lutf-ı cemîlin der zebân-ı rûzgâr
Bundan adâ bir hayât-ı câvidân olmaz bana
Ziyâ Paşa
Kimseden ümmîd-i istimdâd gelmez yâdıma
Ey benim feryâd-res
Rabbim yetiş imdâdıma

Tuhfemiz bu lûgat, ebyât-ı şiirden zevk alanlara
Gele bir devr-i rûşen ki bu şâirler yâd oluna
fethi Atâ

yâd-ı bezm: Eğlence meclisini hatırlama.

Kadeh tut lâle-vâr
Ahmed ki bu dem yâd-ı bezminle
Düzer nâzik kabâsın gül giyer gonca külâh eğri
Ahmet Paşa

yâd-ı cevher: Cevheri anma.

Câna müferrih olduğun tanlama yâd-ı cevheri
Câm ele alsa ladinin aksişarâb içindedir
Şeyhi yâd-ı çeşm: Gözü hatırlama.

Şevk-ı ladinle gözüm bahri leb-â-leb gevher
Yâd-ı çeşminle gönül bağı ser-â-ser nergis
İbni Kemâl

yâd-ı dehen: Ağzı anma.

Yâd-ı dehenin bağrımı pür-hûn eder iy dost
Aksi lebinin yaşımı gül-gûn eder ey dost
Cem Sultan

yâd-ı hicrân: Ayrılığı anma.

Ateş-i âhım ile taşlara kan ağladuram
Yâd-ı hicrânın eğer bu dil-i pür-sûza gele
Ahmet Paşa

yâd-ı la’l: La’le benzeyen dudağı hatırlama.

Yâd-ı ladinle
Euzûlî gözleyip râh-ı adem
Var bir tedbîri ammâ âşikâr etmez bana
Fuzûlî

yâd-ı leb: Dudağını anma.

Yâd-ı lebinle câm-ı mey-i lad-fâm için
Kûy-ı mugânıgeşt ederim hâne hâne ben
Bâkî
Çekmezse gam ne ola dil-i mest-ânemiz bizim
Yâd-ı lebinle mey-kededir hânemiz bizim
Nef’î

yâd-ı leb-i cânân: Sevgilinin dudağını anma.

Gûyâ ki olur dîdelerim ma’den-i yâkût
Her gâh ki yâd-ı leb-i cânân ederim ben
Nef’î

yâd-ı miyân: Beli hatırlama.

Yâd-ı miyânın ile yaşım cihânı tuttu
Deryâ-yı ışka düştüm hergiz kenâra yer yok
Hayâlî Bey

yâd-ı nâm: Şöhretini anma.

Yâd-ı nâmınla ne ola keffe-i cürm olsa sevâb
Feyz-i na’tınlagirer vezne ibârât-ı rekîk
Nâbî

yâd-ı pür-hüzn: Hüzünlü hatırlama.

Akşam, hayâtımın şu sükûnetli hâlidir
Nâlende bir sürûd ile bir yâd-ı pür-hüzn
Ba’zen olur bahîre-i kalbimde mevc-zen
Tevfik Fikret

yâd-ı reftâr: Yürüyüşü hatırlama.

Kameti fikriyle bir yerde oturmazsın gönül
Yâd-ı reftâriyle bir hâlette durmazsın gönül
Fasîh (Ahmet Dede)

yâd-ı ruh: Yanağı anma.

Urunca şâne gîsû-yı hayâl-i yâre müjgânım
Gül âb-efşân olur yâd-ı ruhuyla çeşm-i giryânım
Nef’î

yâd-ı ruh-ı cânân: Sevgilinin yanağını anma.

Her gâh ki yâd-ı ruh-ı cânân ederim ben
Künc-i gamı bir demde gül-istân ederim ben
neşati

yâd-ı ruhsâr: Yanağı hatırlama.

Yâd-ı ruhsâriyle ol mâhın gözüm kan yaş dolar
Her gören sâatte hûrşîd-i cihân-ârâ yüzün
Fuzûlî

yâd-ı temkin: Sağlam hâtıra.

Sormayın gördüğüm âlemleri hîç söylemeyim
Yâd-ı temkînimi sarsar da kan ağlar yüreğim
Mehmet Akif

yâd-ı ulvî: Yüceliği hatırlayış.

Yâd-ı ulvîsi hayâlimde bu sîmâyı taşır
Bence
Nef’î’ye bu sîmâ-yı mehâbet yaraşır
Nef’î

yâd-ı vatan’
Vatanı hatırlama.

Cân vermeyim mi gurbete kim bîm-i ta’neden
Yâd-ı vatan figânıma sensiz bahânedir
Fuzûlî

yâd-âver: Hatıra getiren.

Sever geçmiş zemânı pîrler, âtiye nâ-râzı
Elimde olsa ben olmam fakat yâd-âveri mâzî
Abdülhak Hâmit

yâd-gâr, yâdigâr: Bir kimseyi veya bir şeyi hatırlatacak şey.

Ol âfetin mey-i aşkıyle mest imiş vâiz
Bize nasîhat eden yâdigârı gördün mü
Üsküdarlı Sırrı
Yâdigârım ola erbâb-ı kemâle bu eser
Ftibâr etse sezâdır sühan-ârâ-yı be-nâm
Mahmut yâdigâr-ı âsümân: Gök kubbenin yadigârı.

Necm-i bahtın rüzgâra yâdigâr-ı âsümân
Hâk-ipâyin çeşm-i çarha ber-güzâr-ı rüzigâr
Akif Paşa

yâdigâr-ı bezm-i rindân: Rindler meclisinin armağanı.

Söyleyip vasf-ı mey-i la’linde
Vâsıf bir gazel
Yâdigâr-ı bezm-i rindân et kenâr-ı câma yaz
Enderunlu Vâsıf

yâdigâr: bk. yâd.

yâfte: Far. “Bulmuş, bulunmuş, bulunan” anlamlarında birleşik kelimeler yapar.

Sînemdeki dâgım ki nümüdâr-ı gamımdır
Bir yâftedir hokka-i attâra yapışmış
Nâbî
nâ-yâfte: Bulunmamış.

Nice hükm etsek olur yine nakîsı zâhir
Kâinâtın katı nâ-yâftedir zâbıtası
Nâbî
rehâ-yâfte: Kurtuluş bulmuş. rehâ-yâfte-i havf ü recâ: Korku ve ümitten
kurtuluş bulmuş.

Her kim ki rehâ-yâfte-i havf ü recâdır
Vâreste-i hayret-kede-i lâ vü neamdır
Nâbî

yağmâ, yâğmâ: Far. 1. Çapul, zorla malı ele geçirme. 2. Bir
Türk boyu. 3. Hân-ı Yağmâ.

Tevfik Fikret
’in hiciv üzerine yazılmış bir şiiri.

Zehî
Kâbız ki âlem kabza-i hükmünde muztardır
Zehî bâsıt ki çekmiş kâinâta sofra-i yağmâ
Nâbî
Salınıp her tarafa nâzıla ettikçe hırâm
Bir nigâh ile eder cân-ı cihânı yağmâ
Nef’î
Veliyy-i nimet-i âlem desem haktır sözüm zîrâ
Simât-ı cüdu dünyâya çekilmiş hân-ı yağmâdır
Nef’î

yağmâ-yı cevr ü zulm: Zulüm ve cefa yağması.

Kime nakd akçe sorsan dâne-i eşkin eder rîzân
Cihân yağmâ-yı cevr ü zulmden iflâsa yüz tutmuş
Pertev Paşa

yağmâ-yı seher: Sabah vaktinin yağması.

Dehân âlüde olmaz ni’met-i elvân-ı âlemde
Dimâğ-ı dilde lezzet hân-ı yağmâ-yı seherdendir
Nâbî

yağmâ-ger: Yağmacı, çapulcu. c. yağmâgerân.

gamze-i yağmâ-ger: Yağmacı gamze.

Ol gamze-i yağmâ-ger müjgânın edip leşker
Urdu dil-i nâlânı koptu yine vâ-veylâ
Esrar Dede

yağmâ-gerân: Çapulcular, yağmacılar. yağmâ-gerân-ı asr: Asrın çapulcuları.

Feyz ise maksad mümâşât-ı zemâne mâ’il ol
Fırka-i yağmâ-gerân-ı asra sen de dâhil ol
Ziya Paşa

yâ-hû: Far. 1. Ey o zat (Ey Allahım). 2. ünl.

Hey, a canım, bana baksana! 3. Dervişler arasında ayrılırken “Allaha ısmarladık” anlamında da kullanılır. 4. Dervişler zikir esnasında “Hû” Allah’ın ismini karşıladığı için “Yâ
Hû” diye zikrederler.

Reh-i taleb tutalım küy-ı dil-rübâ diyerek
Safâ vü mihnete
Yâ-hü vü merhabâ diyerek
Şeyhülislam Yahya
Dinleyen olmuyor “Edeb
Yâ Hü” yu
Behçet (Ahmet)
Yola azm etmiş ol ser-keş bana yâ-hû demez bir kez
Çekip atı başı ağyâr ile durmuş vedâ’ eyler
Bâkî
Şevk ü zevk ehli çekildi biz dahi yâ
Hû dedik
Zevkıgitti âlemin ehl-i mezâkı kalmadı
Bâkî
Süzülüp o çeşm-i âhû dedi zevk-ı vaslayâ

Bu değildi neyleyim bu yolum intizâre düştü
şeyh Galip

yâhûd: Far. Veya.

Niyâmı var yâhûd altınlı bir tîğ-ı musaffâdır
Keser âşıkların ol gamzesi şemşîr-i bürrânım
Cinânî
Hicâb-ı mâni olursa yanar ederse yâhûd
Ederse zühd satıp sûret-i riyâ izhâr
Nedim
Sen fenânın resm-i ademin timsâlisin
Yâhûd ki
Vücûd-ı Mutlak’ın hayâlisin
abdülhak Hâmit

yahyâ: Ar. Zekeriya peygamberin oğludur.

Hz. Isa’dan önce doğmuştur.

Otuz yaşında kendisine peygamberlik verilmiş.

Hz. Isa ile anne tarafından akrabadır.

Hz. Musa’nın şeriatı ile amel ederken
Incil indirilmiş ve onunla amel etmeye başlamış.

Hz. Isa’nın geleceğini o bildirmiş.

Devrin
Filistin kralı
Herot tarafından da sevildiği hâlde, yeni
Isa şeriatınca kız kardeşin kızıyla evlenmek yasaklandığı ve buna karşı çıktığı için, kral
Herot’un karısı
Salome ve kızının ısrarı üzere
Yahya’nın boynu vurdurularak şehit edilmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de onun hakkında 20 kadar ayet vardır. (Meryem 2ş15, Al-ı İmrân 38ş51 v. d.)
Hatı
Hızr ağızı
Meryem sözü Îsâ lebi
Yahyâ
Özü
Yûsuf gözü
Mûsâ zihîÂdem zihî
Havvâ’dır
Kadı
Burhaneddin
Değil mihr ü şafak galtân olunca fark pür-nûru
Taşıp iklîm-ı Şâm’ı tuttu hûn-ı Hazret-ı Yahyâ
Nadirî (Ganizade)
Bir şehîd-i dem-hurûşânım ki gûş-i cânıma
Rûh-ı Yahyâdan gelir âvâz-ı istihsân henüz
Muallim Naci
Etmiş sıla derdi ile Yahyâ
Bir har-menişi
Mesîha hemtâ
Ziyâ Paşa
Yahyâ-yı mürsel
Peygamber
Hz. Yahya
Başı kesildi gadr ile Yahyâ-yı mürselin
Düştü hezâr mihnete
İsî-i bî-peder
Ziya Paşa

yakaza: Ar. Uyanıklık.

Ya yakaza hâli idi ya menâm
Bana erişti bu dil-ârâpeyâm
Nahifi

yakın: Ar. Yakn’dan; sağlam, iyi, kati olarak bilme.

Üç çeşit bilme vardır: 1. İlme’l-yakîn: Öğrenme yolu ile bilme. 2. Ayne’l-yakîn: Bir şeyi gözüyle görerek öğrenme. 3. Hakka’l-yakîn: Bir şeyi hiç şüphe kalmayacak şekilde kesin olarak bilme. c. yakîniyyât.

Ey nigeh-dâr-ı âsümân ü zemîn
Nûr-bahş kulûb-ı ehl-iyakîn
Hâletî (Azmizade)
Kesb-i yakîne âdem için yoktur ihtimâl
Her i’tika-d akla lgöre: gâib-ânedir
Muallim Naci
Mikrâz-ı lâ ile sebel-i dîdesin kesen
Görmek dilerse nûr-i yakîn ırak değil
Hayâlî Bey
ayne’l-yakîn: Yakinen, gözüyle görerek bilme.

Var ise mühr-i nübüvvet merdüm-i bînendedir
Ol teni pür-nûru lâyıktır desem ayne’l-yakîn
Nadirî (Ganizade)
ehl-i yakîn: Sağlam bilgili kimseler.

Ey nigeh-dâr-ı âsümân ü zemîn
Nûr-bahş kulûb-ı ehl-i yakîn
Hâletî (Azmizade)
hakka’l-yakîn: Gerçekliğine hiç şüphe olmayan bilme.

Gördüm seni gümânsız her dil-berin yüzünde
Hakka’l-yakîngörene zann u gümângerekmez
nesimi
ilme’l-yakîn: Öğrenme yolu ile bilme.

Ben sana
Hak’sın dedim ilme’l-yakîn ayne’l-yakîn
adile Sultan

ya’kûb: Ar. Hz. İshak’ın oğlu ve
Hz. Yusuf’un babası olan
Hz. Yakup; oğlu
Hz. Yusuf’un başına gelen sıkıntılardan dolayı edebiyatta gam ve hüznün sembolü olmuştur.

Yûsuf’u görmeğilegiryeden a’mâ oldu
Ey habîbim seni görse nicejderdi
Ya’kûb
Behiştî
Çâh-ı arza düşicek
Yûsuf-ı mihr oldu o dem
Mâh
Ya’kûb u felek külbe-i ahzân-şekil
Hayâlî Bey
Pîr oldu
Ya’kûb bir savt-ı ceres gûş eylese
Mahfe-ı Yûsuf sanır vâdî-ı Ilen’an’dan geçer
Yahya Kemal

ya’kûb-ı çarh: Feleğin
Yakup’u.

Şifâda aynıdır
Ya’kûb-ı çarhın
Safâda
Yûsuf-ı Ken’ân’a benzer
Hayâlî Bey
Ya’kûb-ı mahabbet: Yakup sevgisi.

Maksûd kolaylıkla azîzim ele girmez
Çeşm ettifedâ
Yûsuf’a
Ya’kûb-ı mahabbet
Keçecizade İzzet Molla
Ya’kûb-ı nâ-tüvân: Güçsüz
Yakup.

Görse sinânını dil olur şöyle şâd-mân
San gördü rûy-ı Yûsuf’u
Ya’kûb-ı nâ-tüvân
behiştî

ya’kûb-vâr: Yakup gibi.

Aç gözün terk et amâyı dîde-ı Ya’kûb-vâr
Her ne görsen ey azîz ol
Yûsuf-ı Ken’ânî’dir
Hamdullah Hamdi

ya’kûb-veş: Yakup gibi.

Redd oldu nergise yine
Ya’kûb-veş basar
Gül
Yûsuf’ından aldı meğer bûy-ıpîrehen
Şeyhi yâkût: Ar. Kırmızı, yeşil, sarı, mavi ve beyaz renklerde olan kıymetli süs taşı. c. yevâkıt.

Baştan ayağa zer ü yâkût ile pîrûzeden
Donanır diler kim ola şâhid-i bâzâr gül
Necati Bey
Hatt-ı la’lünle ruhun devrinde hâlindir gören
Hatt-ı yâkût-ıla bir mushaftır âyet-i ber-kenâr
İbni Kemâl
Dürr ü yâkût ile bir nahl-i murassa sandım
Erguvân üzre dökülmüş katarât-ı emtâr
Nâilî

yâkût-ı âb-dâr: Parlak yakut.

Gül-berg içinde gonca, gûyâ ki zâhir eyler
Levh-i zümürrüd üzre yâkût-ı âb-dârı
Ziyâ Paşa

yâkût-ı âfitâb: Güneşin yakutu.

Yâkût-ı âfitâb ile hem-pâyedir gönül
Ey âteş-i derûn edemezsin zarar bana
Fehim-ı Kadim (Uncuzade)

yâkût-ı ahmer: Kırmızı yakut.

Bilmezem yâkût-ı ahmer mi lebin ya kût-ı rûh
Bir sor ey sarrâf-ı devrân kim ne cevher devridir
şeyhi

yâkût-ı dehr: Dünya yakutu.

Yâkût-ı dehr safha-i mercân-ı la’line
Bir ferd yaza başladı ammâ hayâl-i hâs
Behiştî

yâkût-ı nâb: Berrak yakut.

Çeşme-i billûrdan yâkût-ı nâb olsun revân
Bahr-i hüsnün dil-berin pür dürr ü mercân eylesin
Hayâlî Bey

yâkût-ı rümmânî: Nar çiçeği rengindeki yakut.

Murassa’ sâye-bânından döküldü ebr-ı Nisân’ın
Dürr ü yâkût-ı rümmânî nihâl-i erguvân üzre
Bâkî

yâkût-ı sürh: Kırmızı yakut.

La’lin tebessüm ilepür-âb ü tâbgöster
Yâkût-ı sürh içinde dürr-i hoş-âb göster
Vecdî

yâkût-ı tirâşîde: Tıraş edilmiş yakut.

Yâkût-ı tirâşîde kadar pençesi gülgûn
Hançer gibi mihkârı, alev gözleri pür-hûn
Kemalzâde Ekrem Bey

yâkût-fâm: Yakut renkli.

Nevâzişle leb-iyâkût-fâmın eyledim tabr
Bu şeb gencîne-i rü’yâda bir la’l-i nigîn buldum
Nâbî

yâkût-renk: Yakut renkli.

Merhabâ ey câm-ı mînâ mı yâkût-renk
Devri gelsin senden öğrensin sipihr-i bî-direnk
nef’î

yâl: Far. Boyun, gerdan.

“bâl” ile beraber kullanılır.

yâl ü bâl: Boy pos düzgünlüğü. kadd ü hat o tenâsüb o gabgab o pistân
O yâl ü bâl o temâyül o şîve-igüftâr
Nedim
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı al olmuş sana
Nedim
Dönen muhît-i nigâhımda yâl ü bâlindir
Bütün hayâlim o fevka’l-hayâl hâlindir
Mehmet Akif

yâr: Far. 1. Dost. 2. Tanıdık. 3. Sevgili. c. yârân.

Yârin hadeng-i gamzesi sîne deler geçer
Sabr eyle cevr ü mihnete serden neler geçer
Sakızlı
Ethem
Mâye-i nakd-i hayât olsa eğer dîdârı
Ölümümdür benim ağyâr ile görmek yâri
Nev’î
Eyvâh! ne yer, ne yâr kaldı
Gönlüm dolu âh ü zâr kaldı
Abdülhak Hâmit

yâr-i âlî-nazar: Yüce bakışlı.

Kara gözlerle şikâr etti gönüller mürguna
Yâr-i âlî-nazarım hüsn eli şeh-bâzı imiş
Behiştî

yâr-i azîz: Aziz sevgili.

Sür’atle geçse yâr-i azîzim aceb değil
Çün her zemânda âdeti ömrün şitâb imiş
Behiştî

yâr-i bâkî: Ebedî dost.

Ko bu îş ü işreti çünkim fenâdır âkıbet
Yâr-i bâkî ister isen olmaya tâat gibi
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

yâr-i cân: Can sevgili.

Eğerçi kim vefâ gelmez cihândan
Velî geçmez gönül ol yâr-i cândan
Azizî

yâr-i cefâ-kâr: Cefa eden, zalim sevgili.

Yuf hârına dehrin gül ü gül-zârına hem yuf
Ağyârına yuf yâr-i cefâ-kârına hem yuf
Bağdatlı Ruhi

yâr-ı dil-ârâ: Gönlü süsleyen sevgili.

Dil uyur mest olarak yâr-ı dil-ârâ söyler
Gül susar şermederek bulbul-i şeydâ söyler
Yahya Kemal

yâr-i dil-ârâm: Gönlü dinlendiren yâr.

Âşıkın hâl-i derûnun ne sorarsın
Nâbî
Onu âşık ne bilir yâr-i dil-ârâmı bilir
Nâbî

yâr-i dil-dâr: Sevgilinin gönlünü alıp götüren sevgili.

Bize cânâne gibi hüsn-i cihân-gîr gerek
Yâr-i dil-dâr gerektir bize dil-ber çoğ olur
Necati Bey

yâr-i gam-hâr: Kederlenen yâr.

Gönül umar nice demdir ki yâr-i gam-hârın
Olursa lutfu
İlâhî görür bugün yarın
Şeyhülislam Yahya

yâr-i gam-hâre: Kederlenen yâr.

Yâr-i gam-hâreden ayrı düşeli hasret ile Yâr hayf oldu
Nizâmî’ye bu gam-hâr dirîğ
Nizami yâr-i gam-güsâr: Gam ortağı sevgili.

Ey Hatâ çünkü yârin eyledi azm-i sefer
Rûz u şeb âh et yâr-i gam-güsâr elden gider
Hatâî

yâr-i gâr: Mağara arkadaşı (Hz. Ebubekir-
r. a.)
Yüz şükr ki yâr-i gâr buldum
Gezdim bu cihânı yâr buldum
Fuzûlî
Tenhâ komazgamınla ölürsek mezârımız
Işkın-durur cihânda bizim yâr-igârımız
Cinânî
Hakk’a tamâm âşık idi yâr-i gâr idi
Birkaç zemân muammer olaydı ne var idi
Şeyh Galip

yâr-i gonca-leb: Gonca dudaklı sevgili.

Gerçek mi bende-hânene geldiklerin aceb
Bana yalan gibi gelir ey yâr-ı gonca-leb
Taşlıcalı Yahya Bey

yâr-i gül-izâr: Gül yanaklı sevgili.

Mihrin yanında gör ne pervîn dedikleri
Gark-ı arak olunca kaçan yâr-i gül-izâr
Âhî

yâr-i hem-dem: Canciğer dost, sevgili.

Bir yâr-i hem-dem olmasa cennet ne fâide
Verirler iki âlemi bir yâr-i hem-deme
Necati Bey

yâr-i kadîm: Eski dost.

Yâr-i kadîm sandım a hercâyî ben seni
Etti beni firîhte va’d ü vefâların
Behçet

yâr-i kadîm-i gam: Eski dost olan gam.

Pür-bîm-i bî-vefâyî-i ahbâbım ol kadar
Yâr-i kadîm-i gamla gönül ülfet istemez
Koca Râgıp Paşa

yâr-i mevzûn-tab’: Ölçülü vücutlu sevgili.

Yâr-i mevzûn-tab’ olur elbette dâhil sohbete
Mısrâ’-i berceste hîç kâbil mi tazmin olmaya
Âsım (Çelebizade Şeyhülislam İsmail)

yâr-i muvafık: Uygun yâr.

Işkınla ölmek oldu bana ey püser leziz
Yâr-i muvâfik ile olur her sefer lezîz
Necati Bey

yâr-i perî-rû: Peri yüzlü sevgili.

Gönlümüz şâhid-i zibâ-yı cihâda verdik
Dil-ber-i mâh-rûh u yâr-i perî-rû yerine
Gazâyî (II.

Gazi Giray
)

yâr-i perî-ruh: Peri yanaklı sevgili.

Yâr-i perî-ruhum kigözümden nihân ola
Divânelik alâmeti benden lyân ola
Behiştî

yâr-i sâdık: Sadık dost.

Derdimiz şerh etmeğe bir yâr-i sâdık bulmazız
Hayf kim gittikçe yârân-ı safâ eksilmede
Bağdatlı Ruhi

yâr-i sengîn-dil: Taş kalpli sevgili.

Dediler başın yarar ol yâr-ı sengîn-dil sakın
Başımı teklif edip dedim ki yararsa ne ola
Emrî

yâr-i şefîk: Şefkatli yâr.

Esbâb-ı izz ü mansıb u ikbâl ber-taraf
Yâr-i şefik ü mûnis ügam-hâr der-kenâr
Cinânî

yâr-i vefa-dâr: Vefalı yâr.

Ben umardım ki bana yâr-i vefâ-dar olasın
Ne bilirdim ki seni böyle cefâ-kâr olasın
Mihrî
Hatun

yâr-i vefâ-kâr: Vefalı yâr.

Yok kimse içingam-kede-i hâkte bir yâr
Herkes oluyor kendisine yâr-i vefâ-kâr
Kemalzâde Ekrem Bey

yâr ü ağyâr: Dost ve başkaları.

Uykuyu giderdi yâr u ağyâr
Dert ehli hemîn kalırdı bîdâr
Fuzûlî

yârân: Yârlar, dostlar.

Ne ola terkeyler isem yârı da yârânımı da
Feleğin mihneti cânımdan usandırdı beni
Enderunlu Vâsıf
Ne ıyşinde hâlet, ne nûşunda zevk
Ne yârân-ı yârân, ne bezminde şevk
Taşlıcalı Yahya Bey
Tuttu beni ol söz ile yârân
DaPâya gerek gel imdi bürhân
Şeyh Galip

yârân-ı aşk: Aşk dostları.

Her kişi nakd-i cânını âmâde eylesin
Yârân-ı aşk sohbetimiz ârif-ânedir
Şeyhülislam Yahya

yârân-ı azîz: Aziz dostlar.

Merhamet eylemedi hâlime yârân-ı azîz
Beni kan ağlatarak gitti bu mihnette kodu
Neş’et yârân-ı devr: Zamanın dostları.

Yârân-ı devrin ipliği bâzâra çıktı hep
Hem-hâl ü gam-güsâr olur ahbâb kalmadı
Hamamizâde İhsan

yârân-ı ışk: Aşk dostları.

Yârân-ı ışk hâzır olun kesmeğe ipin
Cellâd-ı gamze zülfüne bir nâ-tüvân aşar
Necati Bey

yârân-ı safâ: Eğlence dostları.

Derdimiz şerh etmeğe bir yâr-i sâdık bulmazız
Hayf kim gittikçe yârân-ı safâ eksilmede
Bağdatlı Ruhi
Mey anda dil-ber anda cümle yârân-ı safâ anda
Geçip cennetten âdem sâkin-i mey-hâne olmaz mı

vecdî

yârâ: Far. Kudret, takat, güç, mecal.

Gâhî inerek sâika-âsâ
Bir saydı urur, pençe-i yârâ
Kemalzâde Ekrem Bey

yârâ-yı arz-ı müddeâ’
İddia edilen yerin gücü.

Kimde var yârâ-yı arz-ı müddeâ ey tünd-hû
Ah hasretinden temennâlar bedîdâr olmasa
Koca Râgıp Paşa

yârâ-yı çîre-destî-i ikdâm: Önceki beceriklilik gücü.

Ol şûre-zârı eyledi ihyâ misâl-i ebr
Yârâ-yı çîre-destî-i ikdâm ü himmeti
Ziya Paşa

yârân: bk. yâr.

yâsemen, yâsemin: Far. Yasemin.

Sarı, beyaz veya pembe renkli, kokulu bitki.

Zîb ü fer vermek için rûy-i arûs-ı çemene
Yâsemen şâne sabâ mâşıta âb âyîne-dâr
Bâkî hüzn-i hüsnünle yoktu menendin
Meh-tâbı andırır biryâsemendin
Doktor
Rıza Tevfik
Bir çeşmenin başında oturmuş ogül-beden
Gördüm elinde var idi bir deste yâsemen

Meh-tâba benzemişgül-zâr-ı hüsnün
Solmuş dudakların yâsemen gibi
Doktor
Rıza Tevfik
Yâ-sîn: (fû Ar. Kur’an-ı Kerim’deki bir surenin ismi.

Kur’an’ın kalbi olarak adlandırılır.

Kur’an’ın 36’ncı suresidir.

83 ayettir.

Baştaki
Yâ Sîn harflerinin remizleri hakkındaki tefsir görüşleri içinde en kuvvetli görüş “Ey Muhammed” hitabı olduğunda birleşmeleridir.

Çeşm ü ebrun üzre neyler hâl-i müşgîn ey sanem
Nokta konmaz sûre-ı Yâ
Sîn ü Tâ-hâ üstüne
Lamiî Çelebi
Vasfını
Ve’n
Necmi ve’ş
Şemsi
Tebârek söyledi
Şânına

Hâ vü Yâ Sîn geldi
Haktan beyyinât
Nedim

yâve: Far. Faidesiz, manasız, saçma sapan söz.

yâve-derâyî: Saçma sapan söyleme şekli. rütbe râst çeker aksine yayı
Ma’kûs demek olur ona yâve-derâyî
Nef’î

yâve-gû: Saçma sapan söz söyleyen.

Zemânıdır oturup, şimdi, herze dinlemenin
O yâve-gûları hâlâ, adam deyin beğenin
Mehmet Akif

yâve-güster: Saçma sapan söz yayan.

Bezle-senc olsan seni îmâ ile eyler mezâk
Meclisin dânâ rûşen nâ-dân yâve-güsteri
Nazîm (Yahya)

yâve-senc: Yâve eden, hoşlanan. c. yâvesencân.

yâve-sencân: Hoşlananlar. yâve-sencân-ı fazîlet-güster: Fazilet yayanlardan hoşlananlar.

Aczime bir hüccet alırdım eğer ehil olsalar
Rûzgârın yâve-sencân-ı fazîlet-güsteri
Nef’î

yâver: Far. Yardımcı, imdad edici. c. yâverân.

Baht-ı yâver padişâh-ı âsumân-mesned ki dîn
İstinâd-ı devletiyle kuvvet-i erkân bulur
Nef’î
Sipeh-i haşmetine avn-ı Hudâ yâver olup
O şehin ettiği dem azm-i çemen-zâr gazâ
Nazîm (Yahya)
Yâver olursa eğer lutf-ı Hudâ bir kula
Bir pula muhtâc iken dehre olur pâdişâ
Şahin Giray Allah’a tevekkül edeninyâveriHak’tır
Nâ-şâdgönül bir gün şâd olacaktır
Ziyâ Paşa

yebrûhü’s-sanem: Ar. bot. İnsan kökü, kan kurutan otu denilen bitki.

Mâye-i tıynetim olmuş benim insâniyyet
Hâk-i kabrimde yebrûh-ı sanemdir giyehim
Koca Râgıp Paşa
Ye’cûc: Ar. Me’cûc ile birlikte geçer.

Kıyamet alametlerinden biri olarak tanımlanır.

Nuh peygamberin soyundan gelen iki kabilenin ismidir.

Kur’an’da (Enbiyaş96, Kehfş88) geçen bu iki kabile, değişik tefsirlerde farklı yorumlarla açıklanır.

Fakat birleşilen nokta, son zamanlarda ortaya çıkacak ve dünyayı fesada sürüklüyecektir.

Kur’an’a göre, bu iki kavmi kıyamete kadar bulundukları yerden çıkarmayan
İskender-ı Zülkarneyn isimli peygamberdir.

Rivayete göre bunlar kısa boylu, kulakları yerde sürünen ve her şeyi yiyip bitiren bir yaratıktır.

Dehri tahrîb eyledi
Ye’cûc ü Me’cûc-ı zemân
Halkın ümîdi yine
Mehdî ile Deccâl’dir
Memduh Paşa

ye’cûc-ı dey: Kış
Yecüc’ü.

Eyâ zahîr-i zemân olmaz ise merhametin
Vücûd ilini bu
Ye’cûc-ı dey kılar yağmâ
Taşlıcalı Yahya Bey
Ye’cûc-i ye’s: Üzüntü
Yecüc’ü.

Ye’cûc-i ye’s etmeyicek
Nâbîyâ zuhûr
Sedd-i ümîd değmede gelmez güşâyişe
Nâbî
(etmeyicek: etmeyince)

yed: Ar. 1. El. 2. Kudret, güç. 3. Yardım. 4. Vasıta. 5. Mülk. c. eyâdî, eydî, yüdî, yedân (Far. ç).

Kabza-i tîğa edip şemşîr-bâzân vaz’-ı yed
Fart-ı reşkinden felek de derdi merrîhü’l-hased
Sürün
Yed-i beyzâ1. (Beyaz el)
Hz. Musa’nın bir mucize olmak üzere güneş gibi parlak görünen mübarek eli. 2. mec. Mucize, keramet, kudret, kuvvet.

Gösterdi yine sdkî-i meclis
Yed-i beyzâ
Zerrîn kadehi etti elinde gül-i hamrâ
Şeyhülislam Yahya
Bir tecellî idi
Mûsâ’ya da kim el verdi
Şecer-ı Tûr hemîşe
Yed-i beyzâ vermez
Koca Râgıp Paşa
Kuru bir değnek idi çûb u asâdan ne çıkar
Ne zuhûr etti ise etti
Yed-i beyzâdan
Keçecizade İzzet Molla
Yed-i beyzâ-yı kelîm: Konuşanın (Hz. Musa) beyaz eli
Mâr ise adüvv biz
Yed-i beyzâ-yı kelîmiz
Bağdatlı Ruhi

yed-i beyzâ-yı kudret: Kudretin beyaz eli.

Teâlallâh zihî kasr-ı bülend-eyvân-ı halkavî
Yed-i beyzâ-yı kudrettir meğer kim dest-i mimârı
Nef’î

yed-i beyzâ-i zemâne: Zamanın yed-i beyzası.

Ben Enverîi devr-i zemânım ne ola olsam
Mûsâ gibi sdhib
Yed-i beyzâ-i zemâne
Nef’î

yed-i gadr: Kudret eli.

Nîm-bismilken yed-i gadrinde, kurbân etmiyor
Etmiş olsa hakkı var ya iddiâ-yı merhamet
Tahirü’l Mevlevi Yed-i Kudret: Kudret’in eli, Yaradan’ın gücü.

Ne cür’etle edersin haksız işte
Haktan istimdâd
Yed-ı Kudret mi olsun âleme cellâd lâzımsa
Namık Kemâl

yed-i lutf: Lütuf eli.

Pâdişâhım sensin ol sâhib-zuhûr-ı muntazar
Kim yed-i lutfun eder ihyâ-yı emr-i mülk ü dîn
Ziya Paşa

yed-i Mûsâ: Musa’nın eli.

Yüzün meh-i îd ü ser-i zülfün
Şeb-ı Esrâ
Gamzen yed-ı Mûsâ leb-i la’lin dem-i Îsâ
Avnî

yed-i pîr: Şeyhin eli.

Mürîd oldur hakîkatte murâdından ola fânî
Yed-ipîre ede teslîm zimâm-ı cism ile cânı
Gaybî

yed-i takdîr: Kudret sahibinin eli.

Düşsün çelengi
Rûm’un eğilsin ser-ı Frenk
Vur
Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına
Yahya Kemal

yed-i takvâ: Takva eli.

At şu, tesbîh-i riyâ-pâşı yed-i takvâdan
Müddeâ safvet ise al kadeh-i mînâdan
Esad Erbilî

yed-i tûlâ: 1. Uzun el. 2. mec. Sanat, hüner, maharet.

Böyle mu’ciz-nazm ile dünyâya hayret-bahş olan
Gâlib’in fenn-i sühanda hep yed-i tûlâsıdır
Leskofçalı Galip
eyâdî: Yed’ler, eller.

eyâdî-i ehl-i dil: Gönül ehlinin elleri.

Mutahhardır eyâdî-i ehl-i dil çirk-âb-ı âlemden
Verilse kenz-i âlem ser-be-ser, dirhem kabûl etmez
Esat (Selanikli Mehmet. Dede)
eyâdî-i fukarâ: Fukaranın elleri.

Sahâyif-i çemen oldu eyâdî-i fukarâ
Fuzûlî

yed-be-yed: Elden ele.

Hürmetinden mi düşer gâhî ayağa düşse de
Gelmede bintü’l-ineb tâ devr-ı Cemden yed-be-yed
Ali
Rıza Paşa

yeden-be-yed: Elden ele.

Geldim ayağın öpmeğe destimde nakd-i cân
Gel al elim ki beycimiz olsun yeden-be-yed
Vâlihî-ı Kadim
Yed-ullahallah’ın kudreti.

Seyf-ı Yed-ullah olup âşikâr
Geçti kılıçtan ften-i rûzigâr
Sabrî i
Şâkir

yegâne: Far. Biricik, tek.

Yegâne hüsn-ı İlâhî odur
Cemâlullah
Cihâna ahsen-i takvîmden lyân olalı
Yahya Kemal
Hele bütün bütün âzürde-hâtır etti beni
Yegâne ziynet ü dârâtı bir yeşil yemeni
Kemalzâde Ekrem Bey
Bî-şek yegâne râh-ı hakîkat şerîatin
Ettik hulûs-ı kalb ile îmân efendimiz
Faruk K. Timurtaş

yegâne-i cihân: Cihanın teki.

Bayrâm gibi hâr-ı zemâne
Kıydı o yegâne-i cihâna
Ziyâ Paşa

yegâne-i halvet-serây-ı kurbiyet: Yakın olmadaki yalnızlık yerinin teki.

Hudâ yegâne-i halvet-serây-ı kurbiyet
Hıdîv-i milk-i nübüvvetşeh-i ferişteh cünûd
Sâmi yehûd, yehûdî: Ar. Ya’kub’un büyük oğlu
Yehûdâ’ya nisbetle
Hz. Musa’nın dinine mensup olan kimseler, cühud, cehud; Benî-ı İsrail (İsrail Oğulları).

Bilmeyip doğru yolu sana mûti olmadılar
Kıldılar nâr-ı cahîm içre nasara vü yehûd
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Zâhidâ şürb-ı Yehûd ile görülmez neş’e
Zevk-ı rindâneyi bir mey-kedeye var dagör
Pertev
Arifin katline dendân bilemek âdet-durur
Hazret-i Îsâ’yı çârmuh etmediler mi
Yhûd
Gaybî
dem ki dest-i zebânî-i dûzaha verile
Tugât-ı kıbt-i nusarâ bugât-ı kavm-ı Yhûd
Sâbit
Ak olur çehre-i hûbân-ı Yehûd
Al u esmerleri gâyet mefkûd
Enderunlu Fazıl yek: Far. 1. Bir. 2. Bir oluş, tek. 3. Kelimelerin başına gelerek birleşik kelimeler yapar. c. yegân.

Ben yek cihetim tarîkatimde
Tağyîr işi yok cibilletimde
Fuzûlî
Yek yekledir müretteb bâzî-i şeş-der-i çerh
Bin kerre zâr olursan bir kez dü-bâra gelmez
Nâbî
Yek sebû yek bezm yek peymâne yek mey yek neşat
Mey-keşân-ı bezm-i ünsün ittihâdı böyledir
Nâbî
Mânende-i mâkiyân-ı garrâ
Yek beyza vü sad hezâr da’vâ
Şeyh Galip

yegân: Tek’ler, birler.

Teshîr edip cihânı kul ettin kapında hep
İkbâl-i azm ü devlet ü câhı yegân yegân
Nedim
Benden o şûha arz-ı hulûs et cihân cihân
Çektiklerimi söyle sabâ hep yegân yegân
Rasih
Atik

yek-âheng: Aynı ahenkte, hiç değişmeden.

Ey muvahhidleryek-âheng harîm-i şevk olun
Arşı tutsun nağme-i ulyâ-yı tesbîhâtınız
Muallim Naci

yek-âvâz: 1. Tek sesli, bir sesli. 2. mec. Bir şekil üzerine, müsavi. 3. ed. Baştan sona kadar aynı güzellikte bulunan manzume.

Ettikçe kasîdeye ser-âgâz
Tâ âhire dek oluryek-âvâz
Ziya Paşa

yek-be-yek: Tek tek, birer birer.

Yek-be-yek kasrları odaları sofaları
Hep nisâbında hemen ede mübârek Allah
Nedim
Bundan azîz ü mu’teber olsaydı bin cânım
Rehinde böyle eyler idim yek-be-yek fdâ
Nazîf

yek-cihet: Birlikte, oylar bir olarak.

Ben yek-cihetim tarîkatimde
Tağyîr işi yok cibilletimde
Fuzûlî

yek-dâne: Eşi, benzeri olmayan.

Kân-ı endîşe hazef-pâreleridir
Ekrem
Bu güherler ki sana her biriyek-dânegelir
Recaizade Ekrem

yek-dem: Bir nefes, tek bir nefes, çok kısa.

Yoktur sebat çünkü cihân-ı harâbta
Birdir hezâr sâl ile yek-dem hesâbta
Bâkî

yek-deme: Bir anda, geçici, süreksiz.

Rind-i ter-dâmene hem-râz ola zâhid-i huşk
Olmaz ağzında onun yek-deme nem-nâk cevâb
münif

yek-diğer: Diğer biri.

Yek-diğere eyleyip tekâpû
Derler ki efendi böyledir bu
Şeyh Galip

yek-dil: Gönlü bir; mec. müttefik.

İttifâk eyleseler mel’anete
Cümlesi yek-dil olur mefsedete
Sünbülzade Vehbi

yek-hatve: Tek adım.

Yek-hatvede eyler yine tay şark ile garbı
Reh-vâr-ı kalem her ne kadar pâ-be-gil olsa
Nâbî

yek-kâr: Tek iş.

Pâ-mâl olurdugerd-i kesâda dükânları
Yek-kârda cemâl ü nazar bâ-hemm olmasa
Nâbî

yek-mâhe: Bir aylık.

Ârâyiş-i âriyet-i yek-mâhe-i gül-şen
Bülbüllerin nâle vü feryâdına değmez
Nâbî

yek-müşt: Tek yumruk.

Gelmez dil-i dânâsına âlâyiş-i dünyâ
Yek-müşt gubâr ola mı deryâ-yı mükedder
Rızayi

yek-nesak: Bir tarz ve şekilde olan.

Ki her birinde değişsin bütün bütün âheng
Zemîn-i yek-nesak olsun edâsı reng-â-renk
Mehmet Akif

yek-pâre: Bir parçadan ibaret.

Bütün, parçasız.

Eğerçi nâkısım yek-pâre yâ Rab
Gulâm-ı himmet-i ehl-i kemâl et
Esrar Dede

yek-rân: Soyu sopu ve cinsi bilinen at. yek-rân-ı felek’
Feleğin en iyi cins atı.

Pehlevân-ı kerem-i sufra-keş-i halk-ı cihân
Kahramân-ı gazab-ı râyiz-i yek-rân-ı felek
Nef’î

yek-rân-ı gurûr: Gurur cinsi.

Zevkı var cilve-iyek-rân-ıgurûrun ammâ
Olmasa pençe-i idbâr-ı inân-gîr olmak
Nâbî

yek-renk: 1. Bir renkte, alaca olmayan. 2. Yürek temizliği.

Âşık-ı yek-reng ü rindân-güşâde-meşrebiz
Bezm-i hâs-ı vahdete hem bâde hem peymâneyiz
Nef’î

yek-rengî: 1. Aynı renkte, aynı boyda. 2. Dostluk, hâlislik. yek-rengî-i ülfetDostluğun safiyeti.

Germ edip yek-rengî-i ülfet gül ü pervâneyi
Âşiyânsız oldu bülbüllerşem’adan üzre
Nedim

yek-rengî-i vahdet: Birliğin tek renkliliği.

Yek rengî-i vahdet görünür munisimizde
Kânûn-ı mahabbet çalınır meclisimizde
Nâbî

yek-rûze: Bir günlük, geçici.

Ol ki ona masrafı yek-rûzedir
Mâ-hasal-ı kân ü yemm-i rûzigâr
Nef’î

yek-rûze-i dünyâ: Dünyanın bir günlük geçiciliği.

Ey müftehir-i devlet-i yek-rûze-i dünyâ
Dünyâ sana mahsûs u müsellem mi sanırsın
Ziyâ Paşa

yek-sâl, yek-sâle: Bir yıllık.

Ne bu tezeyyün-i tekellüf ne bu elfâz-ı dürûg
Ömr-i yek-sâle için nüsha-i takvîmgibi
Nâbî

yek-sân: 1. Düz. 2. Bir, beraber.

Yek-sân ise yanında seven sevmeyen seni
Hûbâna bu muâmeleden çok zemân olur
Nef’î
Rind olan yeksân bilir hicr ile devr-i vuslatı
Pûla saymaz hâl-i hirmânında kenz-i fırsatı
Ebubekir Sâmi Paşa
Yek-sân görüp cihânıgözet sırr-ı vahdeti
Benlik hayâlin eyleme zinhâr sen sen ol
Arif (Mütercim Mir Süleyman)

yek-ser, yek-sere: Yalnız ve tek başına.

Edince feyz-i hüsnünle gönül nakş-ı cünûn peydâ
Olur her noktasından yek-ser esrâr-ı şüûnpeydâ
Leskofçalı Galip
Yek-ser gazâ kılıncı kuşanmış bir ümmetin
Câlis budur erîke-i âlem-penâhına
Yahya Kemal

yek-süvâr, yek-süvâre: Arkadaşı olmayan atlı.

Yüz bin olursa gam sipehi dönmez yüzüm
Meydân-ı aşk içinde bugün yek-süvâreyim
İbni Kemâl

yek-şebe: Bir gecelik.

Zen-perestân-ı cihân yek-şebe kâm almak için
Zen-i dünyânın alır bâr-ıgamıngerdenine
Nâbî

yek-tâ: Yalnız, eşsiz, tek. Beyâzlar giydiğince bir dür-iyek-tâya benzersin
Siyâhlar giydiğince sen hemen
Leylâ’ya benzersin
Vefaî (Sultan IV. Mehmet)
Yek-tâ süvâr-ı arsa-i devrân ki düşmâna
Havf-ı hücûmu tefrika-i hânmân verir
Nef’î

yek-tâ-yı zemâne: Zamanın teki.

Ey sadr-ı cihân saftır yek-tâ-yı zemâne
Muhtâctır devletin ebnâ-yı zemâne
Nef’î

yek-tâz, yeke-tâz, yekke-tâz: yalnız başına saldıran (yiğit).

Râgıb semend-i nefs-i hârûnun zebden
Bu arsada şehâmet ile yeke-tâz olur
Koca Râgıp Paşa
Rahş-ı endîşemle aldım ben bu meydânı
Halim
Yeke-tâz-ı samt-ı irfân olduğum bilmez misin
Halim
Giray yeke-tâz-ı arsa-i nazm ü beyân: Nazım ve beyan arsasının yiğidi.

Yeke-tâz-ı arsa-i nazm ü beyân oldum
Ziyâ
Şeh-süvârân-ı belâgat hem-inân olmaz bana
Ziya Paşa

yek-tene: Yalnız başına; tenha.

Sürdükçe hasma yek-tene bakmaz silâh u cevşene
Yer kalmaz aslâ düşmâna illâ beyâbân-ı adem
Nef’î

yek-zerre: Tek zerre.

Yek-zerre komaz kisesine çirk-i efzûn
Fevt ile beden ma’nî-i ma’hûde nişândır
Nâbî

yeke: bk. yek.

yek-sân: bk. yek.

yek-tâ: bk. yek.

yekûn: Ar. Toplam.

Şıhne olsan düzd-i medyûnu kalırsın farktan
Düzd-i medyunun yekûn olmaz husûsa defteri
Nazîm (Yahya)
iktizâ-yı kazâ-yı “kün fe-yekûn”: “Allah ol dedi ve her şey oldu, yani yaratıldı” şeklinde kabul ve iman edilen mukadderat gereğince söylenen söz.

İktizâ-yı kazâ-yı
Kün
Fe
Yekûn
Kıldı her emri vaktine merhûn

yeldâ: Far. Uzun.

şeb-i yelda: Yılın en

uzun gecesi (23-24 Aralık)
Nedir gönülde bu sevdâ ki dâimâ müştedd
Benim gecem şeb-i yeldâ mıdır niçin mümtedd
İsmail Safa
Semâsındangumûmu leyle-i yeldâ hurûşândır
Kıyâmetten nişân vermekte mahşerdenperîşândır
Kemalzâde Ekrem Bey
Sokakta kar yağadursun, odanda fasl-ı bahâr
Dışarda leyle-i yeldâ, içerde nısf-ı nehâr
Mehmet Akif

yeldâ-yı sefâlet: Sefaletin en uzun gecesi.

Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
O yeldâ-yı sefâlet, şimdi bir subh-ı tesellî-bâr
Tevfik Fikret

yem, yemm: Ar. Deniz. c. yümûm.

Bâkî-sıfat verdin elem ettin gözüm yaşını yemm
Kıldıngarîk-i bahr-igam deryâlara saldın beni
Bâkî
Alem-i cânın Rızâyî âb-tâb-ı ışkıla
Katresi yemm zerresi hûrşîd-i âlem-tâb olur
Rızayi
Gönülde cuşiş-i aşk olmasa çeşm eşk-bâr olmaz
Telâtûm etmedikçe yem sadeften dür nisâr olmaz
Yenişehirli Avni

yem-i ahdar: Yeşil deniz.

Sâkiyâ zevrakı sür bâd-ı bahâr esti yine
Sebze-zâr oldu yem-i ahdâr u lenger sünbül
Bâkî yemm-i avâtıf’
İyilikseverler denizi.

Olan sefine nişîn-i tevekkül ü teslim
Garîk-ı mevc-be-mevc yemm-i avâtıf olur
Nâbî

yemm-i bî-kenâr: Kıyısız deniz
Meh-i tal’atin hayâli dil-i bî-karâra düştü
Sanasın ki aksi mâhın yemm-i bî-kenâre düştü
Ziya Paşa

yemm-i eşk: Gözyaşı denizi.

Yemm-i eşk içre ten gark-âb iken bend eylemiş âhir
Giriftâr-ı neheng-i bahr olan gavvâsa dönmüştür
cinânî

yem-i gam: Gam denizi.

Yem-i gamda karaya urdu meğer keştî-i dil
Hat-ı müşgîn-i izârın ona sâhil gibidir
Nadirî
Ganizâde yem-i ışk: Aşk denizi.

Yem-i ışkının dilinde çü kenârı yok bilirsin
Ne aceb kenâre çekse seni bir gece
Cinânî
Cinânî

yemm-i rûzigâr: Zamanın denizi.

Ol ki ona masraf-ı yek-rûzedir
Mâ-hasal-ı kân ü yemm-i rûzigâr
Nef’î

yem-i telâş: Telaş denizi.

Cûş-âver edip yem-i telâşın
Deryâ deryâ dökerdiyaşın
Şeyh Galip
Yemen: Ar. Arap yarımadasının güney batısını meydana getiren bölge.

Divan edebiyatında daha çok “akik” taşı ve “Süheyl” yıldızı ile beraber anılır.

Dedim lebin ki Âb-ı Hayât-ı hacîl kılar
Mercân mı ya akîk-ı Yemen dedi iksi de
Şeyhi
Âlemi bâd-ı seher-hîz ki seyrân eyler
Varsa milk-ı Yemen’e her nefes cân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)
Hasretle gözüm yaşı ki zîb-i çemen oldu
Rûm illeri küh-sâr-ı Bedahş ü Yemen oldu
Neşet (Hoca Süleyman)

yemin: Ar. 1. Sağ taraf. 2. And, yemin. c. eymân.

Görmüşüzdür nice bî-mezheb ü dîn
Her sözünde eder üç defa yemîn
Nâbî
Tîğına ne ola yemîn eylerse rûh-ı Murtazâ
Bir gazâ ettin ki hoşnûd eyledin Peygamberi
Nef’î
Meyân-ı neşve-i câma humâr-ı gam girmez
Yemîn edersem eğer hîç başım ağrımaz
Sâbit
Nesîb ü yemîn ü şimâl
Bütün izz ü ikbâl ü celâl
Nedim

yemin ü şimâl: Kuzey ve doğu.

Bu noktadır yemîn ü şimâli beyân eden
Eyler cihâta akıl bu merkezden insilâk
Ziyâ Paşa
eymân: 1. Yemin’ler. 2. Sağlar. eymân-ı hîn-i va’de: Vadenin son yeminleri.

Her bir sözü tahallüf ü va’dingüvâhıdır
Eymân-ı hîn-i va’dede bisyâr olanların
Nâbî

yenbû’: Ar. Memba, ayazma, pınar, kaynak.

yenbû’-ı dehr: Dünyanın kaynağı.

Bulamaz nâ-sâz ü kem-tâli olan bir katre âb
Arasa fevvâre-iyenbû’-ı dehri sû-be-sû
Âgâh
î (Şâkir Efendi)

yenbû’-ı hikmet: Hikmet pınarı.

Lisânından akıpyenbû’-ı hikmet
Hayât-ı bâkî bulsa ondan eşrâf
Nuri

yenbû’-ı hükm: Hikmetler kaynağı.

Olmasa sînesiyenbû’-ı hikem
Levhe yazmazdı bu ahvâli kalem
Hakanî

yerâa: Ar. 1. Kamış; yontulmamış kamış kalem. 2. Ateşböceği. c. yera’.

yerâa-i şuarâ: Şairlerin kamış kalemi.

Yerâa-i şuarâdan değil dürûg baîd
Seyâhat ehli biraz Nâbîyâ mücâzif olur
Nâbî

yerekan: Ger şifâ-hâne-i lutuftan içe şerbet-i hâs
Yerekân renci ile olmaya ebter nergis
Nizami yerlîg: T. Yarlık>Far. yerlîg.

Emir, buyruk, ferman.

yerlîg-i ahkâm-ı kader: Kader hükümlerinin buyruğu.

Sensin ol dârende-i yerlîg-i ahkâm-ı kader
Hâmen olmuştur rumûz-ı âsümâne tercümân
Nef’î

ye’s: Ar. Bir şeyin husulünden ümidini kesme, fütur getirme, emeline ulaşamama, üzüntü duyma.

Âstânında nigârı görmesem ye’s etmezem
Bu mesel meşhûrdur kim çıkmadık cânda ümîd
Avnî
Eder isyânıma gönlümden nedâmet galebe
Neyleyim yüz bulamam ye’s ile afvım talebe
Şinasi
Ye’s ile ol rütbe oldum ki memâtın mâili
Görsem âgûşa alırdım şevk ile Azrâ’il’i
Tahirü’l Mevlevi ye’s-i fenâ: Yokluk üzüntüsü.

Seni isminle sâde yâd etmek
Bana ye’s-i fenâ verir
Tevfik Fikret

ye’s-i ferdâ: Geleceğin üzüntüsü.

Bir yükselen ele ufk-ı ümmîdi tevsî et
Biraz füyûzunu gönder bu ye’s-i ferdâya
Ahmet Hâşim

ye’s-i humâr: İçkiden sonraki baş ağrısı üzüntüsü.

Ger ye’s-i humârın verecek ise sonunda
Evvelce şikest olsun o peymâne-i ümmîd
Cevdet Paşa

ye’s-i küfr: Küfür üzüntüsü.

Ys-i küfr olmasa ol denlü günahkârım kim
Kendi âmirzişmi eyler idim istib’âd
Nâbî

ye’s-i midâd: Yazı mürekkebi üzüntüsü.

Elim mahbere, endîşe-lîka, ye’s-i midâd
Çekmede satr-ı ümîde hatt-ı butlân-ı kalem
Akif Paşa

ye’s ü hirmân: Üzüntü ve ümitsizlik.

Ys ü hirmân ile benzim sararıp solmuş idi
Ehl-i matlûb saçımla sakalım yolmuş idi
Ziya Paşa

ye’s-engîz: Üzüntü arttıran, üzüntülü.

Bu nasıl âkıbet-i ye’s-engîz
Ne zelîl oldu bakın ömr-i azîz
Abdülhak Hâmit

yesâr: Ar. 1. Refah, zenginlik. 2. Sol taraf.

Yesârında durup şehzâdegân izz ü saâdetle
Sipihr-i haşmetin her biri oldu mihr-i tâbânı
Nedim

yesârî-i Hattât: Hattat
Yesari
Târîhi harf-i mu’ceme ta’lîk edip dedim
Ceffe’l-kalem
Yesârî-ı Hattât gitti âh
sürûrî (1213)

yesrib: Ar. Medine şehrinin Müslümanlıktan önceki adı.

Al Kâ’be’nin ey hâcı dilden haberin gör kim
Yesrib ne aceb kûşe Bathâ ne aceb yerdir
Bağdatlı Ruhi
Kesr oldu kasr-ı Kisrî vü râm oldu Rûm ü Şâm
Yesrib’te tâ ki feth ile nasb eyledin livâ
Nizamî
Zât-ı pür nûru mihr-i tâbende
Garb u şark ona Yesrib ü Bathâ
Nadirî (Ganizade)

yesîr: bk. yüsr.

yetîm: Ar. Yetm’den; 1. Yalnız, tek, eşsiz, bir tek. 2. Babası veya anası babası ölmüş kimse. c. eytâm, yetîmân.

Oldu bâzâr-ı cihân revnakı bir dürr-i yetîm
Ki değil iki cihân hâsılı ol dürr-i bahâ
Fuzûlî
Böyle bir mahbûb-ı zîbâ yâri kim sevmez bugün
Dişleri dürr-i yetîm ağzı ona olmuş sedef
Farisî (Sultan II. Osman)
Evet, siz bir şifâ, ben bir marîzim böyle bî-tâkat
Veyâ siz bir peder ben bir yetîmim tâlib-i şefkat
Abdülhak Hâmit

yetîm-i eşk-i mazlûmân: Mazlumların gözyaşının teki.

Yetîm-i eşk-i mazlûmân çerhe hûn-bahâ olmaz
Eğer ser-çeşme-i hurşîd-i rahşân la’l-bâr olsa
Esrar Dede

yetîm-i nâ-tüvân: Güçsüz yetim.

Ben dahi kaldım yetîm-i nâ-tüvân
Nûr içre yata Hâce Nev-fidân
Âdile Sultan
eytâm: Yetîm’ler. eytâm için ki tese’ül-künân
Gezer yolda muhtâc-ı yekpâre nân
Abdülhak Hâmit

yetîmân: Yetîm’ler.

Bükmüş oradan boynunu binlerce yetîmân
Me’vâ, arıyor âileler lâne perîşânî
Mehmet Akif
Bin zulm ile cân veren yetîmân
Girdâbe-i hûn içinde galtân
Abdülhak
Mihrünnisa
Hanım

yetîm-âne: Yetimce, yetimlere yakışır şekilde.

Çocuk o vaz’-ı yetîm-ânesiyle bir dürr-i nâb
Kadın o hâl-i harâbile bir şikeste sadef
Tevfik Fikret

yetîmiyyet: Yetimlik hâli.

Alır, sever, büyütür, sanki kendi mahdûmu
Denir kucağına gehvâre-i yetîmiyyet
Hüseyin Sîret

yevm: Ar. Vakit, zaman, çağ. c. eyyâm.

yevm-i cem’: Toplanma günü, haşir günü.

Yevm-i cem’ olan kıyâmet âdemininşânıdır
Ademîdengayrıdan mümkin değil cem’-i kuvâ
gaybî

yevmü’l-cezâ: Ceza, hesap günü.

Kim ki aşk-ıla fenâda zâr ugiryân olmadı
Kalısar yevmül-cezâ şehrinde bî-şek âh u zâr
Ümmî Sinan

yevmü’l-hisâb: Hesap günü, kıyamet günü.

Ben dahi şükrâna sarfetsem sezâ evsâfına
Vâridât-ı tab’-ı nakkâdım ilâ-yevmü’l-hisâb
Üsküdarlı Hakkı Bey

yevmü’l-hulûd: Kıyamet günü.

Murâd ü maksada âlem penâh-gâh-ı ümem
Ümîd-i rûzu neden mültecâ-yı yevmü’l-hulûd
Sâbit

yevmü’l-mevcûd: Kıyamet günü.

Ger anda da va’din eylemessen incâz
Seyreyle nedir kıyâmı yevmü’-mev’ûd
Yenişehirli Avnî

yevm-i şekk: Ramazan ayında hilâl ile sabit olmayan şüpheli ilk gün.

Baş kaldırmadılar öğleye dek uykudan
Yevm-i şekk zevkine hazırlanan ahbâb-ı kirâm
Nedim
Yevm-i şekk niyyetine şıra sıkarken yârân
Sık boğaz etti basıp şıhne-i şehr-ı Ramazân
Nedim

yevm-i tenâd: Kıyamet günü.

Ümmetinden çü senin eyledi Allah beni
Hâşâ-lillâh ki mahrûm kalam yevm-i tenâd
Nâbî

yevm-i Uhud: Uhud savaşının olduğu gün.

Tâ’if’te nal la’le dönüp oldu hem-şikest
Yevm-ı Uhud’da dürre-i nâb-ı Peygamber
Ziyâ Paşa
Ben dahi şükrâna sarfetsem sezâ evsâfina
Vâridât-ı tab’-ı nakkâdım ilâ-yevmü’l-hisâb
Üsküdarlı Hakkı Bey
eyyâm: Yevm’ler, günler, zamanlar, çağlar.

Dâim göçürür gamımda eyyâm
Bir gün ona hâsıl olmadı kâm
Fuzûlî
Serverâ cânımı var devletin eyyâmında
Sünbülün turresine el uzata şâh-ı çınâr
Nef’î
Bir münâsibçe refik ile girersen kayığa
Şevk ile kullanırız gayrı bizimdir eyyâm
Nedim
Geçmesin hîç sensiz eyyâmım
Mahvolurdu cihânda ârâmım
Kemalzâde Ekrem Bey
eyyâm-ı adâlet-ger-ı Âsaf: Adalet uygulayıcısı örneği
Âsafın günleri.

Şimdi eyyâm-ı adâlet-ger-ı Âsaf’tır
Yürü ey ma’delet-ı Nûşirrevân hoşgeldin
Nâilî
eyyâm-ı adl: Adalet günleri.

Uzatmaz kimse destin kimseye eyyâm-ı adlinde
Meğer kim şâne-i ter zülf-i anber-bûy-ı zîbâya
rızayi
eyyâm-ı bâhûr: Temmuz ayının 19’undan 26’sına kadar olan en sıcak 7 güne “eyyâm-ı bâhûr denilir.

Nesîmî tâzeler pejmürde olmuş berg-i ezhârı
Havâ-yı dil-keşi nevrûz eder eyyâm-ı bâhûrı
Nef’î
eyyâm-ı beyz: 1. Mehtap geceleri. 2. Hz. Muhammed (s. a. s.)’in Kamer ayının 13, 14 ve 15’inci günlerine rastlayan oruçlu günler.

Nûr-ı ruhu çün meh-i eyyâm-ı beyz
Derler imiş nâmına dervîş-ifeyz
Vâhit
eyyâm-ı fitne-cûy: Fitne dolu günler.

Alnı geçirdi eblak-ı eyyâm-ı fitne-cûy
Olmasa hink-i devlete ger tâziyâne tiğ
Hayâlî Bey
eyyâm-ı gam: Gam günleri.

Zulmet-i ebr ile şebden seçemezler rûzu
Böyle eyyâm-ı gamın böyle olur Nevrûzu
Hâletî (Azmizade)
eyyâm-ı gül: Gül zamanı.

Terk-i mey ettin ey gönül eyyâm-ı gül gelir
Elbette bu işin çekilir bir nedâmeti
FuzûH eyyâm-ı gurûr: Gurur günleri.

Elden gelen âzârda hîç eyleme taksîr
Eyyâm-ı gurûrun sana pâyende kalırsa
Nâbî
eyyâm-ı hazân: Sonbahar günleri.

Çenârı gör elin açık tut eyyâm-ı hazân erdi
Nisâr-ı zer bülend-âyînlerin bu demde kârıdır
behiştî
eyyâm-ı harîf: Dost günleri.

Kastı kavurdu bizi gerçi kim eyyâm-ı harîf
Esti savurdu şitâ da bizi âhir gûyâ
Enderunlu Vâsıf
(Vâsıf-ı Enderunî)
eyyâm-ı hayât: Hayat günleri.

Cürm olup mâ-hasal müddet-i eyyâm-ı hayât
Mansıb-ı ömrden âsâm ola ancak mahsûl
Rızayi eyyâm-ı hicrân: Ayrılık günleri.

Kim helâk olmak mukarrer zannederdim kendimi
Bulsa birkaç gün dahi eyyâm-ı hicrân imtidâd
nef’î
eyyâm-ı husûm: Düşmanların günleri.

Gece gündüz beni mihnette esîr etmek için
Bir yere geldi leyâl-i ham u eyyâm-ı husûm
Yenişehirli Avni
eyyâm-ı hüner-düşmen: Bilgi düşmanı günler.

Tecâhül kıl bu eyyâm-ı hüner-düşmende, âkılsen, Sakın izhâr-ı ilm etme, Atâ, gâyet cehâlettir
Atâullah (Şeyhülislam Mehmet)
eyyâm-ı îd: Bayram günleri.

Temâşâ bunda kim fasl-ı bahâr eyyâm-ı îd oldu
Dahi künc-i riyâzâtta tutarlar ehl-i dil rûze
Bâkî
eyyâm-ı inbisât: Gönül rahatlığı içinde olan günler.

Eyyâm-ı inbisât iledir lezzet-i hayât
Tûfân-ı gamda âdeme lâzım mı ömr-ı Nûh
Esat (Musullu)
eyyâm-ı musîbet: Belâ günleri.

Nevmîd-i vakâyi’sürünen aczime la’net
Eyyâm-ı musîbet geçecektir yine elbet
Süleyman Nazif
eyyâm-ı neşât: Sevinç günleri.

Geh sâz u tarab gehî âgânî
Eyyâm-ı neşât idi zemânı
Nâbî
eyyâm-ı ömr: Ömrün geçen günleri.

Ne dest-mâye-i tâat ne iktisâb-ı hayâ
Tamâm eyledi eyyâm-ı ömrü ta’tîl
Sâbit
eyyâm-ı safâ: Eğlence günleri.

Hazret-i şâh-ı Selîm
Han ki zemânın halka
Zübde-i mâye-i eyyâm-ı safâdan biliriz
Enderunlu Fazıl
eyyâm-ı şekk: Şüphe günleri.

Yakın etti felek eyyâm-ı şekke rûz-ı nev-rûzu
Bu takrîb ile birkaç gün temâşâ-gâh olur sahrâ
Şeyhülislam Yahya
eyyâm-ı şîb: Yaşlılık günleri.

Geçmede vakt-i şebâb ü gelmede eyyâm-ı şîb
Gitmede dilden safâ gözden cilâ eksilmede
Bağdatlı Ruhi
eyyâm-ı zühd: İbadet günleri.

Eyyâm-ı zühd ü mevsim-i zerk ü riyâ değil
Hengâm-ı ayş ü işret ü geşt ügüzârdır
Bâkî
Yezdân: Far. 1. Zerdüşt dininde hayır ilahı. 2. Allah, Tanrı.

Değildir kâr ü bâr-ı câh mâni kurb-ı Yezdân’a
Hasîrı âlet-i kurb etme zâhid bu riyâdan geç
Nâbî
O zemân sanki arş-ı Yezdân’ı
Görür enzâr-ı girye-bâriyle
Tevfik Fikret
Hulkun senâsın etmeğe bulmaz mecâl dil
Çünkim azîmdir dedi Yezdân efendimiz
Faruk K. Timurtaş
Yezîd: Ar. Hz. Muhammed’in vahiy kâtibi
Hz. Muaviye’nin oğlu ve
Emevi devletinin ikinci halifesidir.

Kerbela vakası saltanat kavgasına dönüştüğü ve bu kavgada
Hz. Hüseyin (r. a.)’in
Kerbela’da şehit edilmesine sebep olduğu için
Alevî
Bektaşiler onun düşmanı olmuş ve
Yezid kelimesini bugüne kadar küfür olarak kullanmışlardır.

Edebiyatta da bu hususta
Maktel-ı Hüseyinler yazılmıştır.

Anıp ahvâl-i sıbt-ı Ahmed’i aşr-ı Muharrem’de
Yezîd ü kavmine kim la’net etmezse
Yezîd olsun
Kâzım Paşa
Gösterdi çeşm-i âleme böyle musîbeti
Oldum
Yezîd ü âline Allah la’neti
Üsküdarlı Hakkı Bey

yuh, yûhâ: Ar. Güneş.

Sûrette ne ola zerre isek ma’nîdeyûhuz
Rûhü’l-kudsün
Meryem’e nefh ettiği rûhuz
Bağdatlı Ruhi
Değil mdhî kabâda tal’atin nakkaşlar gûyâ
Zemîn-i lâciverde bir dirahşdn yûh yazmtşlar
Nââî Yûnus: Ar. 1. Hût isimli büyük bir balığın karnında kaldığı rivayet edilen ve sonra kurtulan peygamber.

Kur’an’da En’amş86, Saffâtş139-148, Enbiyaş87, 88 surelerinde adı geçer. 2.

Yunus Emre
3. Hz. Yunus, Asur devletinin başşehri Ninova halkına inen peygamber. Otuz yaşına geldiğinde peygamber olduğu bildirildi. Ninova halkı çok kalabalık olup halkı putlara, heykellere tapardı. Onların bu hâli Kur’an’da “Biz onu yüz bin kişiye, belki daha ziyadeye gönderdik. ” (Saffâtş147) şeklinde ifade edilir. Yunus, senelerce halkını Allah’a imana davet etti. Fakat halkı ona çeşitli eza ve cefalarda bulundu. Halkına tekrar tekrar iman etmelerini, putlara ibadet etmemelerini söyledi. Sonra da iman etmeyenlere ahirette yapılacak azaplardan da haber verip onları korkuttu. Onlar da “Tek bir kişinin hatırı için azap nazil olup herkesi yok edecekse, öyleyse bu azap gelsin. ” diye alay ettiler. Halkının bu küfür hâllerine üzülüp aralarından ayrıldı. Hak’tan vahiy gelerek 40 gün daha aralarında kalıp imana çağırması emredildi.

37 gün daha aralarında kaldı, tekrar imana çağırdı.

Fakat onlar bir türlü inanmadılar.

O da: “Öyleyse üç gün sonra başınıza gelecek azabı bekleyin, bunun işareti de önce benziniz sararacak” dedi.

Önce benizleri sarardı, sonra gökyüzü karardı, şehri simsiyah bir duman kapladı.

Herkes korktu.

Yunus’u aradılar bulamadılar.

O zaman başımıza bir bela gelecek diye daha da korktular.

Yaşlı bir zata gelip bu durumu anlattılar.

O da: “Çabuk tövbe edip imana gelin ki bu beladan kurtulasınız.

” dedi.

Öyle oldu ki, evlerindeki başkasına ait olan taşları bile söküp sahiplerine iade ettiler.

Yunus aleyhisselam 40 günü doldurmadan, Allah’tan bir vahiy gelmeden kavmini bırakıp gitti.

Henüz 40 gün dolmadan tekrar kavmine döndüğünde hiçbir azap olmadığını görünce: “Artık bana inanmazlar. ” diyerek geri dönüp gitti.

Yafa’ya geçti.

Tarsus’a geçmek için bir gemiye bindi.

Yolda bir fırtına koptu.

Gemi halkı, içlerinde efendisinden kaçan bir köle olduğunu söyleyerek aralarında kura çektiler.

Her defasında kura
Yunus’a çıktı.

Böylece onu denize attılar. Allah’ın emriyle
Yunus’u büyük bir balık yuttu.

Üç gün üç gece karnında sakladı.

Bu süre içerisinde vakti gelmeden halkını terkedip gittiği için hatasını anlayıp Allah’a yalvararak affını diledi.

Duası 10
Muharrem günü kabul oldu ve balık, Yunus’u karaya çıkardı.

Yunus, tekrar halkına döndü.

Şehrin kralı dâhil olmak üzere herkes ona uydu.

Bu kavmin azaptan kurtuluşunu
Kur’an-ı Kerim şöyle açıklar: “Hiçbir şehir halkı yoktur ki korku hâlinde iman etmiş olsun da, bu imanı ona fayda versin!
Ancak
Yunus kavmi müstesnadır ki, bunlar iman edince kendilerinden dünya hayatındaki perişanlık azabını uzaklaştırıp giderdik ve onları ecelleri gelinceye kadar yaşatıp faydalandırdık.

” (Yûnusş98).

Mevc-i eşkimde gözüm tuttu hayâl-i yâri
Yuttu deryâda
Behiştî
nite kim
Y’ûnus’u hût
Behiştî
Yunus
Emre’min bu sözü câna doldu âvâzesi
Kördür münkirlerin gözü ben nicesi göstereyim
Yunus Emre

yûsuf: Ar. İsrailoğulları peygamberlerinden
Hz. Yakub’un on iki oğlundan en küçüğü.

Kardeşleri tarafından kuyuya atıldıktan sonra çıkarılıp bir tüccara satılan ve tüccar tarafından da
Firavun’un sarayına alınan
Yusuf, Firavun’un eşi
Züleyha’nın yasak aşkına karşılık vermedi.

Bunun üzerine
Züleyha, Yusuf’a iftira ederek onu zindana attırdı.

Zindanda iken
Firavun bir rüya gördü.

Kimsenin yorumlayamadığı bu rüyayı
Yusuf yorumlayınca
Firavun tarafından takdir edildi ve
Firavun’un veziri oldu.

Rüyaya göre
Mısır’da kıtlık olacaktı.

Tedbirini alan
Yusuf, o sırada zahire almak için
Mısır’a gelen kardeşlerini tanıdı ve ailesi ile yeniden bağlantı kurdu.

Kur’an’da “Ahsenü’l
Kısas” (Hikâyelerin en güzeli) olarak geçen
bu hikâyeden yararlanan
Müslüman yazarlar
Yusuf ile Züleyha arasındaki bu macerayı bugüne kadar işleyip gelmişlerdir.

Arap ve
İran edebiyatlarında başlayıp pek çok
İslam ülkelerinde şair ve yazarlar tarafından işlenmiştir.

14. yüzyıl
Anadolu
Türk
Edebiyatının en güzel manzum
Kıssa-ı Yûsuf’u, Şeyyad
Hamza’nınkidir.

Aks-i huşkuyla ben âyînegibi hursendim
Ben ne hâkim ki açam
Yûsuf’a âgûş-ı çehim
Nâbî
Yûsuf’ıgörmeğilegiryeden a’mâ oldu
Ey habîbim seni görse nicejderdi
YYkûb
Behiştî
Hevâ-yı nefsden ser-mâye-i izzetdir istiğnâ
Azîz olmazdı
Yûsuf çekmese dümen
Züleyhâ’dan
Koca Râgıp Paşa
Yûsuf-ı çâh-ı devât: Kuyuya benzer divit kutusunun
Yusuf’u.

Yûsuf-ı çâh-ı devâtıngörücek ruhsârın
Aybdır kat’-ı yed etmezse
Züleyhâ-yı kalem
Nâbî
Yûsuf-ı gül-pîrehen: Gül gibi kırmızı renkli
Yusuf’un gömleği.

Benim
Ya’kûb-ı nâ-bînâ benim bülbül gibi gûyâ
Bu Mısr-ı hüsn içinde
Yûsuf-ı gül-pîrehensin sen
Figânî

yûsuf-ı güm-geşte: Kaybolmuş
Yusuf.

Yûsuf-ı güm-geşte kimdir kim sana mânend ola
Yüz ona mânend hüsn-i bî-misâlin sadkası
Fuzûlî
Yûsuf-ı hûbân: Güzellerin
Yusuf’u.

Beni kaptırma hased kurduna ey bebr-i vegâ
Merta’-ı lu’ba varan
Yûsuf-ı hûbân-şekl
Bâkî
Yûsuf-ı hulkî: Yaratılışı
Hz. Yusuf’a benzeyen.

Yûsuf-ı hulkîdir ol şâhid-i mugnî kim olur
Dil, akl-ı âfet aşkıyla serâsîme vü deng
Nef’î
Yûsuf-ı hüsn: Güzelliğin
Yusuf’u.

Gelse mîzân-ı kemâl ortaya ey Yûsuf-ı hüsn
Katı çok kimselerin ipliği bâzâra çıkar
Nâbî
Yûsuf-ı Ken’ân: Kenan ilinin
Yusuf’u.

Cânıma ki çâh-ı zenaha zülfü kemişti
İnsâfagelin
Yûsuf-ı Ken’an niçe benzer
Âşık Paşa
(kemiş-: düşmek.)

yûsuf-ı Ken’ânî: Kenanlı
Yusuf.

Mısır diyârı mülküme şâh olduğumda sicn olur
Yoktur karârım hergizin ben
Yûsuf-ı Ken’ânîyam
Ümmî Sinan
Yûsuf-ı Mısr-ı nübüvvet: Peygamberliğin
Mısır’daki
Yusuf’u.

Anun-çün
Yûsuf-ı Mısr-ı nübüvvet gibi mahsûruz
Ki fazla mazhar olmuş bir
Behiştî
’yiz vilâyette
behiştî

yûsuf-ı Mısrî: Mısırlı Yusuf.

Yûsuf-ı Mısrî gibi pîr-i azîz
Eyledi şevk odunu dillerde tîz
Atâyî (Nevizade Atâullah)
Yûsuf-ı mihr: Güzel
Yusuf.

Çâh-ı arza düşicek
Yûsuf-ı mihr oldu o dem
Mâh
Ya’kûb u felek külbe-i ahzân-şekil
Hayâlî Bey
Yûsuf-ı sânî: İkinci
Yusuf
Mısr-ı cemâle
Yûsuf-ı sânî misin nesin
Kim dâstânın oldu senin ahsenü’l-kısas
Cem Sultan

yûsuf-ı taTatân: Güzel yüzlülerin
Yusuf’u.

Ne ola gül-zâr-ı âlem ser-be-ser beytü’l-hüzün olsa
Bu Yûsuf-ı tal’atân dünyâyı
Ya’kûb eylemişler

vecdî

yûsuf-ı üftâde: Biçare
Yusuf.

Sanırlar
Yûsuf-ı üftâdedir çâh-ı zenahdânda
Değildir lîk hâlî fitneden
Hârût olmuştur
Esrar Dede

yûsuf-ı zemâne: Zamanın
Yusuf’u.

Ey Yûsuf-ı zemâne niçe cân halâs edem
Gamzen ki katlime takınır tîğ ile sinân
Avnî

yûsuf-âsâ: Yusuf gibi.

Zelîhâ-yı murâda vâsıl olmak haylî müşkildir
Azîzim, Yûsuf-âsâ bend-i zindân olduğun var mı
Fehim (Hoca Süleyman)

yûsuf-şiyem: Hz. Yusuf huylular.

Şâhenşeh-i ferhunde-baht ârâyiş-i dîhim ü taht
Bahtı kavî ikbâli
İskender-ı Yûsuf-şiyem
Nef’î
Yûsuf ü Züleyhâ(Zelîhâ): Doğu ve
Türk edebiyatlarında
Kur’an’dan alınarak işlenen klasik aşk mesnevisi. bk.

Zelîhâ.

yübûset: Ar. Kuruluk.

Zâhidâ biz de yübûsetle helâk olmuş idik
Mey-i nâb ile bizaz benzimize kan geldi
Ahî yümn: Ar. Uğur, bereket, mutluluk, kutluluk, baht. c. meyâmin.

Bu sâl-i ferrûh-fâlde hûrşid-i zîbâ-peykerin
Burc-ı Hamel’de yümn ile ruhsan oldukta bedîd
Nedim

yümn-i dîdâr: Yüz görme mutluluğu.

Şeb-ı MFrâc’da yümn-i dîdâr
Nahl-i ümîdin edip ber-hûrdâr
Hakanî

yümn-i devlet: Devlet uğuru.

Kim bu nizâmı vermedi âlem sarâyına
İllâ ki yümn-i devlet şâh-ı cihân-sitân
Bâkî

yümn-i insâf: Acıma talihi.

Yümn-i insâf nla sahrâda yürür âhû ile şîr
Feyz-i adlinle tutar bâz ile güncişk âşiyân
Üsküdarlı Hakkı Bey

yümn-i kâmil: Tam uğur.

Dilleri garka-i envâr-ı meserret eyler
Yümn-i kâmil ile geldikçe o dem sâl-be-sâl
Muallim Naci

yümn-i na’t: Naatin bereketi.

Yümn-i na’tindengüher olmuş
Fuzûlî sözleri
Ebr-ı Nîsân’dan erer çün lü’lü’-i şehvâra su
Fuzûlî

yümn-i pâ-bûs: Ayak öpme bahtı.

Ol reşk-âver âyîne-i hurşîd oldu
Yümn-ipâ-bûsu ile ferş-i ruhâm-ı devlet
Münif yüsr: Ar. 1. Kolaylık, rahat. 2. Zenginlik.

Cân vermeyicek yüsregirmez leb-i dil-ber
Ancak bu dahi
Çeşme-ı Hayvân’a benzer
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Usrün yüsrü vardır, kalma elemde
Attan inen yine biner demişler
DertR

yesîr: 1. Kolay. 2. Az şey. 3. Kumarbaz.

Hîle-kâr olma olur f’lin asîr
İstikamet kıl, ola kârın yesîr
Esat (Takvim-ı Vakayihane-ı Amire
Nazırı Mehmet)
Yürü bu feyz-i adâlet ile al dünyâyı
Dest-i teshîr kadar zoruna ber-vech-i yesîr
Üsküdarlı Hakkı Bey
Z–zâ: Far. “Doğuran” anlamına gelen birleşik kelimeler yapar. nâdire-zâ: Ender doğuran.

Ne ayyâr olduğu ma’lûm o ayyâr-sühan
TabHnı biz kalem-i nâdire-zâdan biliriz
Enderunlu Fazıl
güher-zâ: Cevher doğuran.

Verir tâb-ı safâ-bahşım keder âyîne-i âba
Eder kilk-i dür-efşânım hacîl ebr-i güher-zâyı
Nef’î
sühan-zâ: Söz doğuran.

Bir öyle hünerver-i sühan-zâ
Yazmak gerek idi ondan a’lâ
Ziyâ Paşa

veleh-zâ: Şaşkınlık doğuran.

Ben mülhem-i vahy-i edeb-âbâd-ı garâmım
Ey dürre-i yek-tâ-yı veleh-zâ-yı dil-ârâm
Mehmet
Behçet Bey

zâbıta: bk. zabt.

zâbit: bk. zabt.

zabt, zabıt: Ar. 1. Sıkı tutma. 2. İdaresi altına alma. 3. Silah gücü ile bir yeri alma.

Kaydetme, kısaca yazma. 5. Kavrama, anlama.

Zülfüne bend etmesin ya neylesin
Mecnûn gibi
Zabta kâdir olmayan âşık dil-i bî-çâresin
Nef’î
Bu meclisten gidip
Cem, kalmamış evvelki âlemler
Hani âyîne-i işret zabt eden ol eski âdemler
Rızayi
Feth eden âlem-i endîşeyi şemşîrindir
Zabt eden memleketi tîğ-ı cihân-gîrindir
Ziyâ Paşa
Na’ra-ı Allahüekber ile zabt eyleyin her yerleri
Enbiyâ ervâhıdır gâzîlerin reh-berleri

zabt-ı âh: Ah etme.

Zabt-ı âh eylemedir âşıka evvel çâre
Ben ise âhsız ârâm edemem âh meded
Nef’î

zabt-ı bükâ: Ağlamayı tutma. ne sûziş ki okurken insân
Bulamaz zabt-ı bükâya imkân
Muallim Naci

zabt-ı evtâd-ı ricâl: Önemli direklerin bağlanması.

Tâ ki bu bâr-geh-i çâr sütûn-ı âlem
Zabt-ı evtâd-ı ricâl ile bula istihkâm
Nâbî

zabt-ı hâkim-i şer’î: Şeri hüküm verenin idaresi altına girme.

Ne zabt-ı hâkim-i şer% ne hükm-i zâbit-i aklî
Cünûn iklîmini seyreyleyenler râhatın söyler
Koca Râgıp Paşa

zabt-ı nefs: Nefsi kontrol altına alma.

Nefs hazzın ey Muhibbî verme gel hayvân-sıfat
Zabt-ı nefs et ârif ol âlemde insânlık budur
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

zabt u rabt: Kontrol altına alma.

Zabt u rabt u hall ü akd kişverin edip murâd
Etti ol düstûru sadre zîver-i mecd ü celâl
Üsküdarlı Hakkı Bey

zâbıta: 1. Şehir güvenliğini korumakla görevli memur. 2. Kural, bağ. c. zavâbıt.

Şekvemiz var feleğin vaz’-ı galat-kârından
İstimâ’ et ki budur zâbıta-i mülke ehemm
Nâbî
Def’-i hâcet belki mümkündü atşdan, zâbıta
Tahta perde çekmese
Almanya şadurvâne
Tahirü’l Mevlevi

zâbıta-i mülk: Ülkenin zabıtası.

Şekvemiz var feleğin vaz’-ıgalat-kârından
İstimâ’ et ki budur zâbıta-i mülke ehemm
Nâbî

zâbit: 1. Zapt edici, zapta memur kimse; subay. 2. Dediğini yaptıran, tuttuğunu koparan. c. zâbitân.

zâbitî: Zabite ait, zabitle ilgili.

Ne zabt-ı hâkim-i şer% ne hükm-i zâbit-i aklî
Cünûn iklîmini seyr eyleyenler râhatın söyler
koca Ragıp Paşa

zâc: Far. kim.

Demir sülfat, kara boya.

zâc-ı kıbrıs: kim.

Göztaşı.

Gör şu âşüftenin ak pâk başını
Zâc-ı kıbrısla boyarmış kaşını
Yenişehirli Avni

zâd: Ar. Azık, yol için hazırlanan nevale, kumanya, yenilecek şey. c. ezvâd, ezvide, zevad.

Bu Muhibbî vâdî-i aşka yöneldi zâd için
Hûn-i dil yeter şarâb ey gam gelip aş ol bana
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Ah kim menzil ırağ u zâd yok merkeb zaîfe
Hâb-ı gaflet içre kaldım erdi vaht-i irtihâl
Lamiî Çelebi
Harc eyle nakd-i cânı tutarsan reh-i visâl
Zâdında hısset eyleme maksad ıraktır
Behiştî

zâd-ı gam: Gam azığı.

İhtiyâr-i fakr eden der-gâh u dîvân istemez
Zâd-ı gamdan özge hergiz kendine nân istemez
Hayâlî Bey

zâd-ı sefer: Sefer azığı.

Merd-i râh olmayan zâd-ı sefer vermezler
Nâilî
bî-zâd: Azıksız.

Bu ni’met-hâne-i hikmette aceb hâlettir
Biri sultân-ı cihân biri gedâ-yı bî-zâd
Nâbî
helâl-zâd: Helal azık.

Cenâb-ı şeyhi tasarruftan alıkomuş bâde
Helâl-zâd yapar işi bozar harâm-zâde
Hâtem-zâd: Far. “Doğmuş, doğma” anlamında birleşik kelimeler yapar. mâder-zâd: Anadan doğma.

Edersin gerçi her derde tabîbim bir devâ ammâ
Cünûn-ı ehl-i aşk olunca mâder-zâd neylersin
Şeyhülislam Bahayî (Mehmet)
melek-zâd: Melekten doğma.

Hem etti
Ebussuûd’u is’âd
Ol iki şehen-şeh-i melek-zâd
Ziyâ Paşa
perî-zâd: Periden doğma. mec. Çok güzel.

Perî-zâdım aceb kimlerle ünsiyettedir şimdi
Demez mi âşık-ı mihnet-keşim gurbettedir şimdi
Keçecizade İzzet Molla
-zâde: Far. 1. Evlât, oğul. 2. Doğru kişi, insaniyetli. 3. “Meydana gelmiş, doğmuş” anlamında birleşik kelimeler yapar. c. zâdegân.

Çatladı esb-i kalem arsa-i târihinde
Kaçtı sahrâ-yı cihândan atı yüğrük zâde
Sürûrî
Cennet-i hüsnünde oldum hâlinin üftâdesi
Dâneye meyl etmemek kâbil mi âdem-zâdeyim

zâde-i tab’: Bir kimsenin kendi tabiatının mahsulü.

Zâde-i tab’ı ile zâhir olur
Herkesin mertebe-i irfânı

âdem-zâde: Âdemoğlu, insanoğlu.

Kıymet-i dünyâ nedir indimde var eyle kıyâs
Cenneti bir habbeye satmış bir âdem-zâdeyim
eşref
harâm-zâde: Haramdan doğma; piç.

Cenâb-ı şeyhi tasarruftan alıkomuş bâde
Helâl-zâd yapar işi bozar harâm-zâde
Hâtem
nâ-zâde: Doğmamış.

Tıfl-ı nâ-zâde için hâtırı şâdân etmek
Yapmadan ücrete vermek gibidir dükkânın
Nâbî

zaf, zaaf: Ar. Zayıflık, kuvvetsizlik, dermansızlık. kadar zafile tev’emdi bu şeb kalb-i leyâl
Ne benim vardı gurûrum ne de bir vecd-i hayâl
Mehmet
Behçet Bey
Zaf ile âh etmeğe cismimde kudret kalmamış
Hamdülillah keşfi râz-ı aşka tâkat kalmamış
Namık Kemâl
Bilsem gönül ne zevk alacaksın visâlden
Hasretle etti zaf terettüb meşâ’ire
Nâbî

zaf-i bâh: Şehvet zayıflığı.

Zaf-ı bâhım vardır ammâ izdivâc etsem gerek
Koca karılar elinde bir ilâc etsem gerek
Sürûrî

zaf-ı cism: Cismin zayıflığı.

Zaf-ı cismimden dayansam kûyunun dîvârına
Kimse fark etmez vücûdum sâye-i dîvârdan
Cinânî

zaf-ı dil: Gönül zayıflığı.

Cevr-i dil-ber ta’n-ı düşmen sûz-i firkat zaf-ı dil
Türlü türlü derd için yaratmış Allahım beni
Adnî (Sultan III. Mehmet)

zaf-ı humâr: İçkiden sonraki güçsüzlük.

Ciğerim mey gibi hûn etti benim zaf-ı humâr
Galata’ya geçelim def’-i humâr eyleyelim
Âhî

zaf-ı kuvâ: Kuvvetler zayıflığı.

Muharrik-i dil olur dil-rübâya muhtâcız
Zemân zaf-ı kuvâdır asâya muhtâcız
Koca Râgıp Paşa

zaf-ı rûze: Oruç zayıflığı.

Bâde nûş et zaf-ı rûze zâil olsun derisen
Kim cihânda ona benzer şerbet olmazmış müfîd
Nâbî

zaf-i tâli’: Talih zayıflığı.

Ümîdle ömrüm oldu zâyi ‘
Hâlim tebeh etti zaf-ı tâli’
Fuzûlî

zaf-ı tal’: Üreme zayıflığı.

Zaf-ı tal’ mânî-i tevfîk olur her nice kim
İltifâtın ârzû-mend-i visâl eyler beni
Fuzûlî

zaf-ı ten: Vücut zayıflığı.

Fuzulî zaf-ı ten özrüyle kesme nâle-i zârım
Biziçün çeng teg muââd kıldım nâle-i zâra
Fuzûlî

zaîf: 1. Zayıf, güçsüz, kuvvetsiz. 2. Gevşek. 3. Tembel. c. zuafâ.

Zaîf ü acz ile sıkl-i tekellüfâta hamûl
Zalûm ü cehl ile himl-i emânete hammâl
Şeyhi
Külçe-i mihr ü mehi az göre bir mûr-ı zaîf
Sofra-i lûtfunıla âmm ola ger hân-ı kerem
Cem Sultan
Lâkin bu zaîf pâk-zâda
Kassâb nasıl kıyar bilinmez
Muallim Naci

zaîf ü nizâr: Zayıf ve arık.

Bir eşek var idi zaîf ü nizâr
Yük elinden katı şikeste vü zâr
Şeyhi

zuafâ: Zaîf’ler, güçsüzler.

Ehl-i rif’atdir eden cezb-i kulûb-ı zuafâ
Zerre-perverlik olur fâide-i mihr-i münîr
Sâmi (Arpaeminizade Vakanüvis
Mustafa Bey)
Me’lûfı sitem ekserî hükkâm-ı kazânın
Her beldede ahvâli yamandır zuafânın
Ziyâ Paşa

zafer: Ar. Düşmanı yenme, galip gelme.

Deryâ-misâl askerin içre alemlerin
Feth ü zafer sefinesine açdı bâd-bân
Bâkî
Bâd hükmün sürüp enfâs-ı Mesîhâ’ya kadar
Bâd-bân açtı zafer sâhil-i a’dâya kadar
Yahya Kemal
Bir zafer müjdesi burda her isim
Sanki tek bir anda gün, sâat, mevsim
Ahmet Hamdi Tanpınar
Tuttugül-bâng-ı zafer arş-ı azîmi öyle
Etti
Cibrîl-ı Emîn rûh-ı Üveys’i tebşîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

zafer-yâver-i âlem’
Âlemin yardımcı zaferi.

Ey pâdişeh-ı Arif u dâniş-ver-i âlem
Ve iyşâh-ı cihân-gîr ü zafer-yâver-i âlem
Nef’î

zafer-cûyân: Zafer arayan.

Hasmınız bir kuvve-i fikriyyedir fikr isterim
Ey zafer-cûyân?
Hayâl-i tîğ ü cûşundan geçin
Muallim Naci

zafer-yâb: Üstün gelen, zafer bulan.

Maksûda zafer-yâb olan ancak bu cihânda
Ya şahs-ı gabîdir, ya fatîn-i mütegâbîdir
Ziya (Adanalı)

zaferân: Ar. Safran.

Eski tıpta kullanılan sarı renkli bir bitki.

Divan şiirinde ferahlık, neşe verici özelliği ve sarı rengi dolayısıyle kullanılır.

Hâk-i derin müferrih-i cândır ilâc ona
Âsâr-ı müşg-i hasiyet-i zaferân kodu
Şeyhi
Zanbakın goncasıdır bâğa gümüş bâzû-bend
Zaferân ile yazılmış ona hatt-ı tûmâr
Bâkî
Berk-ı ra’d-ı âvâz-ı efgânımla inler kûhsâr
Hüzn-i rûy-ı kehribâ rengimle ağlar zaferân
Üsküdarlı Hakkı Bey

zâg: Far. Karga. c. zâgân.

Tâze tâze sînem üstünde görünen dâglar
Sanki bir vîrânedir üstüne kondu zâglar
Şehzâde Korkut
Andelîb kûşe-i hırmende kalmış nâlân
Zevkte zâg ü zagân turfa-i mekândır dünyâ
İlhamî, Selimî (Sultan III. Selim)
Adû-yı zâğ elinden bir tezerv-işîve-kâr aldım
Dahi ben şâhbâz -ı aşk olaldan bir şikâr aldım

zâti

zâg-ı bed-nigâh: Kötü bakışlı karga.

Birkaç nazîr-i tayfı ademşZâg-ı bed-nigâh
Tevfik Fikret

zâğ-ı lâşe: Leş kargası.

Anka ol ister isen eğer zâğ-ı lâşe ol
Yeksândır irtikâb ile iffet zemânede
Keçecizade İzzet Molla

zâğ-ı nâ-sâz: Uygunsuz karga.

Kûy-ı dil-berde figânıma eder ta’n rakîb
Zağ-ı nâ-sâzı görün mürg-ı hoş-elhâna geçer
Avnî

zâğ-ı siyâh: Kara karga.

Bâğ seyr eyler idi zâğ-ı siyâh
Sanki mahşer yerini ehl-igünâh
Taşlıcalı Yahya Bey

zâğ-ı şeb: Gece kargası.

Zâğ-ı şebi sayd etmek için perveriş eyler
Bir tâir-i zerrîn-per ü bâli kafes-i subh
Nâbî

zâgân: Zâğ’lar, kargalar. zâgân-ı behmen: Zekî kargalar.

Bülbül nedir figânın gül-zâr-ı hüsn ü ânın
Zâgân-ı behmen âhir güllerini dererler
Esrar Dede

zagan: Far. Çaylak.

Tûtî-i nâtıkama nisbet eyle bebgânın
Nağme-i nazmı hem âvâze-i feryâd zagan
Nedvm

zâhib: bk. zehâb.

zâhid: bk. zühd.

zâhir, zâhire: Ar. Taşkın, coşkun.

Çün lücce-i aşk zâhir oldu
Ol dürr-iyetîm zâhir oldu
Ziya Paşa

zehhâr: Çok taşkın, pek coşkun.

Bahr-i zehhâr-i mürüvvet kim kef-i dür-pâşânın
Her benânı neyl-i ifdâl ü atâ mikyâsıdır
Nedim
Bahr-i zehhâr değil, ebr-i şerer-bâr değil
Hep yanardağlar ile dolsa civârım dönmem
Abdülhak Hâmit

zehhâr-ı kerem: Çok cömert.

Dehri pür-gevher eder noksan-pezîr olmaz yine
Bahr-i zehhâr-ı kerem mi kenz-i lâ-yefnâ mıdır
Yenişehirli Avni

zehhâr-ı mürüvvet: Çok iyiliksever.

Bahr-i zehhâr-i mürüvvet kim kef-i dür-pâşânın
Her benânı neyl-i ifdâl ü atâ mikyâsıdır
Nedim

zâhir: Çal) bk. zuhûr.

zahir: ç.) bk. zahr.

zâhir: Çalj) bk. zeher.

zahm: Far. Yara.

Bed-nihâd, ehl-i dili âzâra lâzım mı sebeb
Bülbül-i şeydâya zahm urmakda var mı hâre haz
Şeyhülislam Yahya
Her mübtelâya hançer-i gamzeyle zahm açar
Kûyunda râst geldim o şûha geçende ben
Beliğ
Dedi ki âh suâl etme zâr-ı pinhânım
Dil-fgârıma zahm urmasın da diğer yâr
Nedim

zahm-ı asâ: Değnek yarası.

El-hazer zühhâd-ı nâ-bînânın olmapey-revi
Başına dokunmasın zahm-ı asâlardan biri
Nâbî

zahm-ı âşık: Âşıkın yarası.

Gördüm etrâfnı tutmuşsun hilâlin ey şafak
Zahm-ı âşıktan dökülmüş kana benzettim seni
Hayâlî Bey

zahm-ı aşk: Aşk yarası.

Bu zahm-ı aşkıma bâdî nigâhım olmuştur
Yine bu tîr bana kendi ter-keşimdendir
Nâbî

zahm-i âteş-bâr-ı cism: Cismin ateş saçan yarası.

Zahm-ı âteş-bâr-ı cismi dâg-ı mihnet sanmanız
Pâdişâh-ı aşk giydirdi bir altınlı benek
Vefaî (Sultan IV. Mehmet)

zahm-ı bâtın: İç yarası.

Zahm-ı bâtın yine bâtından olur vâye-pezîr
Giremez hâne-i zahm-ı dile merhem küstâh
Nâbî

zahm-ı bed-hâh: Kötü niyetli yara.

Zahm-ı bed-hâhıma olmuş olurum merhem-sây
Vaz’-ıgüstâhı ile ol şehi dil-gîr etsem
Nâbî

zahm-ı cân-sitân: Can alıp götüren yara.

Bir zahm-ı cân-sitân olacak tîre değmedik
Çoktangönül hâdeng-i cefâya nişânesin
Nâbî

zahm-ı cân u dil: Can ve gönül yarası.

Zahm-ı cân u dil ol püserdendir
Cümle feryâdımız ciğerdendir
Vâhid

zahm-ı ciğer-i düşmen: Düşman ciğerinin yarası.

Ol râst bu kec düştüğü bî-hûde değildir
Zahm-ı ciğer-i düşmen için tîr ü kemândır
Nef’î

zahm-ı ciğer-sûz: Ciğer yakan yara.

Onulur yara, ferâmûş olunur hâl midir
Böyle bir zahm-ı ciğer-sûz ile kerb-i şedîd
Yenişehirli Avni

zahm-ı çeşm: Göz yarası (göz değmesi, nazar).

Afet-i aynü’l-kemâl-i reşk kâr etmez bana
Def’-i zahm-ı çeşm
Hallâk-ı maânîdir bana
Nef’î

zahm-ı çeşm-i tama’: Hırs gözünün yarası.

Asrda olmak ile resm-i mürüvvet nâ-yâb
Zahm-ı çeşm-i tama’ın yummadadır merhemden
Nâbî
(yumma: kapama, örtme)

zahm-ı derûn: Kalp yarası.

Ki böyle bir tabîb-i hâzıkın te’sîr-i tedbîri
Nice zahm-ı derûna kâr-sâz-ı iltiyâm oldu
Nedim zahm-ı dil: Gönül yarası.

Zahm-ı bâtın yine bâtından olur vâye-pezîr
Giremez hâne-i zahm-ı dile merhem küstâh
Nâbî

zahm-ı dil-i hun-hâr: Kan içici gönül yarası.

Vermedi bana elem zahm-ı dil-i hun-hârın
And içersem de eğer ona ağrımaz başım
Hâletî (Azmizade)

zahm-ı dil-i şeydâ: Delicesine âşık gönlün yarası.

Gözüm gibi değildir kanlı yaşlar dökmeden hâlî
Olaldan dil-berâ zahm-ı dil-i şeydâ hevâ-dârın
Şeyhülislam Yahya

zahm-ı dil-ı Yahyâ: Yahya’nın gönül yarası.

Kan ağlamağa başladı zahm-ı dil-ı Yahyâ
Açılmadı çâk cânına kâr eylemeyince
Şeyhülislam Yahya

zahm-ı elem: Elem yarası.

Aldığın zahm-ı elem değmez bu ömr-iyek-deme
Karşıdan seyr eyle dâim gîr ü dâr-ı âlemi
Muallim Naci

zahm-ı engüşt-i nigâh-ı intibahUyanma bakışının parmak yarası.

Çeh değil sîb-i zenâhdânında yer almış
Nedîm
Zahm-ı engüşt-i nigâh-ı intihâbından senin
Nedim

zahm-ı firak: Ayrılık yarası.

Zahm-ı firdkmı çekerek berg ü bârının
Olmuştu çâk çdk dırahtın bedenleri
Nâbî

zahm-ı feşâr-ı gerdûn: Feleğin sıkıcı yarası.

Sâf-tab’ânı bulur zahm-ı feşâr-ı gerdûn
Girse de perdelere revgan-ı bâdâm gibi
Nâbî

zahm-ı gam: Gam yarası.

Hezâr zahm-ı gama cilve-gâh iken gönlüm
Fütâde-i heves-i merhem olmasın ne olsun
Nâbî

zahm-ı gamze-i cânân: Sevgilinin gamzesinin (yan bakışı) yarası.

Bûy-ı şerâb alan nefesimden yakîn eder
Gönlümde zahm-ı gamze-i cânândan olduğun
Nâbî

zahm-ı gül: Gül yarası.

Girândır âşıka erbâb-ı aşkın ta’nı münkirden
Ahafftır seng-i a’dâ zahm-i gülden cismi
Mansûr’a
beliğ

zahm-ı hadeng: Ok yarası.

Sînemin dâgını teşbîh edemem lâlelere
Eyledi zahm-ı hadengin beni hem-reng peleng
Kâzım Paşa

zahm-ı hadeng-i firkat: Ayrılık okunun

yarası.

Zahm-ı hadeng-i firkate vaslını merhem eylesin
Açmazız rakîb ile kan bıçak olsa aramız
Bağdatlı Ruhi

zahm-ı hadeng-i nâz: Naz okunun yarası.

Bihbûdu olsa câiz zahm-ı hâdeng-i nâzın
Nakd-i sarây-ı kevneyn merhem-behâ değildir
Nâbî

zahm-ı har: Diken yarası.

Zahm-ı hârı, mevsim-i hecr-i hazânı yâd eder
Aklı varsa bülbülün etmez bahâr endîşesi
Ziyâ Paşa

zahm-ı hicran: Ayrılık yarası.

Zahm-ı hicrânşerhi çün mümkün değildir dostum
Sîne çâkinden haber versin girîbânım sana
Avnî

zahm-ı hûn-âlûd: Kanlı yara.

Zahm-ı hûn-âlûdumu kanlı yaşımla yuma kim
Kanı kan ile yumak düşmez benim şâhım sana
Şemî
Çelebi

zahm-ı hûn-âlûd-ı sitem: Sitemin kana bulanmış yarası.

Kılan ifşâ-yı râzı zahm-ı hûn-âlûd-ı sînemdir
Belî bî-hûde âşık râz-ı pinhânın ıyân etmez
Cinânî zahm-ı hûn-feşân, zahm-ı hûn-efşân: Kanayan yara.

Tenimden çekti tîğin yâr zahm-ı hûn-feşân gitmez
Çekilse suyu vâdinin nişânı bir zemân gitmez
Nevî
Merhem-i vaslından ister olmaya bir dem cüdâ
Zahm-ı hûn-efşânının Allah ne gözü açtır
Bağdatlı Ruhi

zahm-ı hûn-geşte: Kana dönmüş, kanlanmış yara.

Zahm-ı hûn-geşte bâğ-ı sînemde
Gonca-i müşg-nâb-ı hicrindir
Leskofçalı Galip

zahm-ı hunin: Kanlı yara.

Elini çek gül-i ahmerden anıp hâr elemin
Zahm-ı hûnînini sînendegül-i ahmer tut
Behiştî

zahm-ı hûn-pâş-ı derûn: Kalbin kan saçan yarası.

Çâk-çâk-i sîne versin mevce-i gamdan haber
Zahm-ı hûn-pâş-ı derûnum inkisârım söylesin
Nâbî

zahm-ı iksir-i ışk: Aşk iksirinin yarası.

Zahm-ı iksîr-i ışkım rûy-ı zerdim var benim
İşim altın eyledim kimden ne derdim var benim
Âhî

zahm-ı küfr: Küfür yarası.

Zahm-ı küfre odur şifâ-yı ebed
Merhem-ı Lâ-ilâhe illa’llah
Cem Sultan

zahm-ı ma’nevî: Manevi yara.

Dilâ ayrılma âl-i şâh-ı kevneyne muhabbetten
Ki zahm-ı ma’nevîye hubb-ı ehl-i beyt merhemdir
Muallim Naci

zahm-ı mâtem: Matem yarası.

Bilir o kimse ki dânâ-yı sırr-ı âlemdir
Güşâyiş-i dehen-i hande zahm-ı mâtemdir
Nâbî

zahm-ı mikrâs: Makas yarası.

Yine hem-cinsi çeker birbirinin gayretini
Zahm-ı mikrâsa urursûzen onunjçinmerhem
Nâbî

zahm-ı mükâfât: Mükâfat yarası.

Peykân-şiken-i nâvek-i endîşe-i kîn ol
Var zahm-ı mükâfâttan âsûde-nişîn ol
Nâbî

zahm-ı müstağnî-i dil: Nazlı gönül yarası.

Yine bir zahme olur dîde-güşâ-yı hasret
Zahm-ı müstağnî-i dil minnet-i merhem çekmez
Nâbî

zahm-ı nâhun: Tırnak yarası.

Zahm-ı nâhun bâğ-ı sînemde gül-istândır bana
Kestiğim her bir elif serv-i hırâmândır bana
figânî

zahm-ı nâsûr: Basur yarası.

Zebânım bir mücevher tîğ-ı bürrândır ki hem-vâre
Hırâş eyler hayâli sînelerde zahm-ı nâsûru
Nef’î

zahm-ı nâvek: Ok yarası.

Tahsîn sana ki gönlüm evin tîre koymadın
Her zahm-ı nâvekin bana bir revzen eyledin
Fuzûlî

zahm-ı nemek-perver: Tuz seven yara.

Râşid kusûr zahm-ı nemek-perverindedir
Te’sîr-i nef’ sanma ki merhemde kalmamış
Râşit (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

zahm-ı nevk-i tîr: Okun sivri ucunun yarası.

Dîdelerdir zâhir ü bâtın cemâlin seyrine
Dilde zahm-ı nevk-i tîrin tende dâg-ı hûn-feşân
Nef’î

zahm-ı nigâh: Bakış yarası.

Zahm-ı nigâhın etmez idi kimseden dirîğ
Zımnında bilmeseydi hafî merhem olduğun
Nâbî

zahm-ı nihân: Gizli yara.

Derûn-ı sînede zahm-ı nihân mısın a gönül
Elemle âh çeken bir dehân mısın a gönül

zahm-ı seng-i hasret: Hasret taşının yarası.

Serde zahm-ı seng-i hasretten ederken ictinâb
Geldi
Dâniş başına hep ihtirâz ettiklerin
Dâniş (Dâniş-ı Atîk; Dâniş-ı Kadim)

zahm-ı sîne: Göğüs yarası.

Uşşâka zahm-ı sîne değil, zahm-ı cân gerek
Zîrâ ki ber-güzâr-ı muhabbet nihân gerek
İzzet Ali Paşa

zahm-ı şemşîr: Kılıç yarası.

Hasm-ı bed-hâhın olsun bu cihânda dâim
Kârı eyvâh ne idem hâsılı zahm-ı şemşîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

zahm-ı şemşîr-i nigeh: Bakışın kılıç yarası.

Ne hirâsân olayım tîğ-ı ecelden ey dil
Zahm-ı şemşîr-i nigehten bile tersân değilim
Yenişehirli Avni

zahm-ı şemşîr-i zebân: Dilin kılıç yarası.

Râşidâ etmez şikeste-dil kabûl-i iltiyâm
Zahm-ı şemşîr-i zebânın var mı görmüş merhemin
Râşit (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

zahm-ı tâze: Taze yara.

Bir zahm-ı tâze açtı o nâ-mihribân yine
Kan ağlar ey gönül demidir bir zemân yine
Nazîm

zahm-ı tîğ: Kılıç yarası.

Zahm-ı tîğinle bürür sînemi hûn katreleri
Çaldıran deştinegûyâ ki
Kızılbaşgelir
Behiştî

zahm-ı tîğ ü teber: Kılıç ve balta yarası.

Zahm-ı tîğ ü tebere germese göğsün miğfer
Başı üzre yerişüc’ân ona bî-câ vermez
Koca Râgıp Paşa

zahm-ı tîğ-ı cevr: Eziyet kılıcının yarası.

Emîn
â, ne ola etsen zahm-ı tîğ-ı cevr ile feryâd
Kalem şakk olmasa onda enîn-i iştikâ olmaz
Emin (Bursalı) zahm-ı tîğ-i gamze-i câdû: Cadı yan bakışının kılıç yarası.

Gerçi merhemdir nigâh-ı lutfu yârin yarana
Sanma ammâ zahm-ı tîğ-i gamze-i câdû biter
Şeyhülislam Yahya

zahm-ı tîğ-i hicr-i dil-ber: Sevgilinin ayrılık kılıcının yarası.

Şöyle medhûş ol ki zahm-ı tîğ-i hicr-i dil-beri
Tende dil hiss etmesin sînende cdnın duymasın
Şeyhülislam Yahya

zahm-ı tîr: Ok yarası.

Zahm-ı tîri o şûhun bâde kadar neş’e verir
Nâbîyâ cür’a-i meyden suvarılmış câmı
Nâbî
(suvarıl-: sulanmak, su verilmek)

zahm-ı tîr-i müje: Kirpik okunun yarası.

Zahm-ı tîr-i müjen ile ger ölem iy kaşı yâ Üstühânım alalar kavs-ıla zih-gîr edeler
Bâkî

zahm-ı tîr-i yâr: Sevgilinin ok yarası.

Zahm-ı tîr-i yârden kanlar boşandı
Enverî
Dîdeden her dem akan eşk-i revânım sandılar
enverî

zahm-ı uşşâk: Âşıkların yarası.

Zahm-ı uşşâk için imâle ne hâcet âlet
Kabza-igamzede şemşîr-i tegâfül var iken
Nâbî

zahm-ı zebân: Dil yarası.

Siper-endâz-ı acze hasmı tîğ-ı hun-feşân çekmez
Hamûşân-ı edeb endîşe-i zahm-ı zebân çekmez
Hâsim (Köprülüzade)

zahm-ı zehr-i nâb: Azı dişi zehrinin yarası.

Kâtil nigâhın açmadı çün şerha sîneme
Bu zahm-ı zehr-i nâb nedendir neden neden
Esrar Dede

zahm-dâr: Yaralı.

Abes değil dil-i mecrûha tünd-rûyî-i yâr
Zarardır etse zahm-dâra merhamet cerrâh
Enderunlu Vâsıf
(Vâsıf-ı Enderûnî)

zahm-hâr: Yaralı, yaralanmış.

Ne denlü zahm-hâr-ı hâr ise gül bâğ-ı âlemde
Yine mânend-i dâg-ı sîne handângösterir kendin
Nâbî

zahm-horende: Yaralı, yaralanmış. zahmı-horende-i seng-i sitemSitem taşından yaralanmış.

Şâh-ı bâlâda olan mîve-i nahvet-endâz
Zahm-horende-i seng-i sitem olmaz da ne olur
Akif Paşa
(Mısır Valisi Mehmet)

zahm-nâk: Yaralı.

Zahm-nâk eylemedik tende ne dil kaldı ne cân
El-emân gamzelerinden senin ey şûh-ı cihân
Nef’î

zahm-zen: Yara açan, yaralayan.

Evtâdları zahm-zen-i a’dâ
Her medd-i tınâbı rek-i ebdân-ı metânet
Nâbî

zahmet: Ar. 1. Eziyet, sıkıntı. 2. Güç, zor. 3. Yorgunluk, bıkkınlık. c. mezâhim.

Bu şehr-i fâzıl içre çeken zahmeti ancak
Fâzıl gibi bî-menba’ u sâhib-i cereyândır
Enderunlu Fazıl
Ser-mâye-i âdâb-ı cibillîsi olanlar
Bu dâd u sited-gâhta zahmet mi çeker hîç
Âgâh
Osman Paşa
(Trabzonlu)
Dili bir seng-i mıknâtîs ediptir şevk-ipeykânın
Benimçin çekmesin zahmet ne lâzım kaşların yâyı
Behiştî

zahmet-i firkat: Ayrılık sıkıntısı.

Çekilmez zahmet-i firkat karâr etmez dem-i vuslat
Gönül tıflına bir bâzîçe bulsam pâyidâr olsa
İsmetî

zahmet-i hâhiş: Zahmeti arzulama.

Bulur atâsı seni çekme zahmet-i hâhiş
Hemân duâsını addeyle eşref-i evrâd
Nâbî

zahmet-i kayd-ı tanzîm: Düzgün kayıt sıkıntısı.

Ikd-ıgevher gibi manzûm ola tab’a vârid
Çekmeye nâzım olan zahmet-i kayd-ı tanzîm
Nef’î
mezâhim: Zahmetler, eziyetler, sıkıntılar.

Ancak gam-ı dil-dârı alır havsala-i aşk
Yahyâ olamaz ona mezâhim gam-ı dünyâ
Şeyhülislam Yahya

zahr: Ar. 1. Arka, sırt. 2. Kâğıt ve benzeri şeylerin arka tarafı. c. zuhûr, zuhrân.

Müeyyed eylledi ahkâmını mihr-i nübüvvet kim
Müseccel hüccetin zahriyyesinde hatm ü imzâdır
Sünbülzade Vehbi
Sükût eyledim kahrı var dediler
Biraz söyledim zahrı var dediler
Keçecizade İzzet Molla

zahir: Yardımcı.

Hüsrevâ
Bâkî kulun nazm içre
Selmân olmağa
Hep senin lutfun muîn olmuştur ihsânın zahîr
Bâkî
Her ne emre iştigâl etsen saâdetle ola
Avn-ı Rabbânî zahîr ü lûtf-ı Yezdânî muîn
Nefi

zahîr-i zemân: Zamanın yardımcısı.

Eyâ zahîr-i zemân olmaz ise merhametin
Vücûd ilini bu
Ye’cûc-ı dey kılar yağmâ
Taşlıcalı Yahya Bey

zahriyye: Bir kâğıdın arkasına yazılan yazı, şerh.

Müeyyed eyledi ahkâmını mihr-i nübüvvet kim
Müseccel hüccetin zahriyyesinde hatm ü imzâdır
Sünbülzade Vehbi

zâi’: Ar. Dağılmış, yayılmış, herkesçe bilinen şey.

Meşreb-i şûhunda bir sır var ki te’sîr eylese
Zâi olmaz haşre dek keyfi şerâb-ı Edrine
Nefi

zâid: bk. ziyâde.

zaîf: bk. za’f.

zâika: bk. zevk.

zâil: bk. zevâl.

zaîm: bk. zeâmet.

zâir: bk. ziyâret.

zakkûm: Ar. 1. Zakkum ağacı, ağu ağacı. 2. Cehennemde yetişen bir ağaç. 3. Cehennemliklerin yemeği.

Seyrân eyleme nîrâna şemîm-i zülfü
Gülşen-ı Aden ola her berg-i diraht-ı zakkûm

yenişehirli Avni

zâl: Far. 1. İhtiyar, yaşlı, sakallı. 2. Fars kahramanlarından
Sam’ın oğlu, meşhur pehlivan
Rüstem’in babasının adıdır.

Anasından saç, kirpik ve kaşları beyaz olarak doğduğundan, ihtiyar anlamına gelen
Zâl adı verilmiştir.

Babası onun böyle doğuşundan dolayı uğursuz sayarak
Elburuz dağına bırakmış ve
Zâl orada
Simurg-ı Anka (Zümrüd-ı Anka) kuşu tarafından beslenmiş.

İsminin yanında olarak “Zâl-i zer” veya “Dâstân (hile)” lakabıyla anılmıştır.

Aş yerer her demde kanına zemân ehlinin
Dehr
Zâ’i fitne etfâline âbistengibi
Hayâlî Bey
Zâl sipihri nîzesi üstünde oynatır
Bülend-hevâdır âhım evet haylîpehlevân
Behiştî
Tebeesümle nigâhından hayâl ettim senin zâlini
Bize la’l-işeker-bârıngüher göstermek istermiş
Nedim

zâl-i sipihr: Göğün
Zal’i.

Ben ol dil-âverim ki getirdim zemânede
Zâl-i sipihrin arkasını yere zen gibi
Figânî
Zâl-i zer: sarı
Zâl.

Bu da
Evren gibi pertâb-ı bülend etse olur
Rakîbi
Zâl-ı Zer ü kendisi gûyâ
Anka: Nefi Zâl-i felek: Feleğin ihtiyarı; ihtiyar felek.

Bana zâl-i felek çektirdi ol mûy-i miyân cevrin
Görün bir târ-ı mûyu nice ejder etmiş ol câdû
Fuzûlî

zalâm: bk. zulmet.

zalîl: bk. zıll.

zâlim: bk. zulm.

zalûm: bk. zulm.

zalmâ: bk. zulmet.

zamân: Ar. Bir şeyin mislini veya kıymetini vermek için zarar ve ziyana karşı verilen kefalet, kefil olma.

Handa bir gam etse benden istesinler ben zamân
Yok bana kayd-ı belâ vü dâm-ı mihnetten emân
Fuzûlî

zâmin: Tanzime mecbur olan, kefil.

zâmin-i kerem: Cömertliğe kefil.

Müdâm-kâre-i sehv ü hatâya zâtındır
Kefl-i lutf ü zâmin-i kerem dem-i mevûd
Sâbit

zamîn: Kefil, tanzime mecbur olan, kefil olan.

Ey leşker-i müfettihü’l-ebvâb vur bugün
Feth-i mübîni zamîn o tebşîr aşkına
Yahya Kemal

zamîn-i keremCömert kefil.

Müdâm-kâra sehv ü hatâya zâtındır
Kefîl-i lutf ü zamîn-i kerem dem-i mev’ûd
Sâbit

zamîme: bk. zamm.

zâmin: bk. zamân.

zamir: Ar. 1. İç, derûn, kalp, vicdan. 2. Hatıra gelen şey. 3. zm.

İsmin yerini tutan
kelime. c. zamâir.

Nahv-ı rindî ne güzel fenn-i hasendir ki anda
Râci’ olmaz cânib-i te’nise zamîr
Nâbî
Kef-i sirişkî-i bezm reşk-sâz-ı anberdir
Ki doldu nükhet-i zülfüyle cûy-bâr-ı zamîr
Beliğ
FFle çıktıkça zamîrindeki hayr-ı niyyet
Buldu bir başka şeref âlem-i insâniyyet
Şinasi zamîr-i bâtınGönüldeki iç derinliği.

Nice bin acz ü tazarru’yla kılıp her dem nidâ
Zamîr-i bâtın umûrum isterem Allah’tan
Necip (Sultan III. Ahmet)

zamîr-i câh: Mevki derinliği.

Zamîr-i câhına envâ-ı dâniş ü irfân
A’lâ kadrine aksâm-ı fazl-ı nâ-mahsûr
Nâbî

zamîr-i cevher-i küll: Bütün cevherin içi.

Zamîr-i cevher-i küll gibi sâf iz’ânı
Zülâl-i çeşme-i dil gibi pâk güftârı
Nef’î

zamîr-i enver: En nurlu kalp.

Fusûl-ı feth ile etsin zamîr-i enverin gül-şen
Derûn-ı düşmeni tennûr-ı haddad eylesin
Allâh
Nâbî

zamîr-i eşref: En şerefli kalp.

Hudâ müyesser ede bî-tekellüf ü tedbîr
Zamîr-i eşrefine her ne kâm ederse hutûr
Nâbî

zamîr-i gül: Gül içi.

Semûm-ı kahr-ı cihân-sûzu esse gül-zâra
Olur usâre-i hanzal zamîr-i gülde gül-âb
Nâbî

zamîr-i münîr: İç parlaklığı, iç temizliği.

Vücûd-ı şerifiyle dünyâ müşerref
Zamîr-i münîriyle âlem münevver
Bâkî

zamîr-i pâk: İç temizliği.

Dokundugûşuma kim sözlerim okundukta
Zamîr-ipâkine dün sûzu eylemiş te’sîr
Cinânî

zamîr-i rûşen: Parlak kalp.

Zamîr-i rûşenimizden yakar çerağını mihr
Ne bâk sâye-veş olduksa rû-siyâhîler
Hayâlî Bey

zamîr-i sâdık: Sadık kalp.

Zamîr-i sâdıka hâl-i dili
Flâma hâcet ne
Olur mir’âta sûret-i mürtesem ressâma hâcet ne
Seyyit Vehbî

zamîr-i sâf: Saf gönül, içi temiz, temiz kalpli.

Zamîr-i sâfa esrâr-ı dili
Flâma hâcet ne
Olur mir’âta sûret mürtesem ressâma hâcet ne
Seyyit Vehbî

zamm: Ar. 1. Arttırma, katma, ekleme. 2. gr.

Bir harfin zammeli, yani ötre ile (o, ö, u, ü) okunması.

zamîme: İlave edilen şey, ekleme, katma.

Mansûr olur senin akabından giden çeri
Olsun zamîme lutfumuza al şu hançeri
Abdülhak Hâmit

zamîme-i evrâd’
İlâve okunan dualar.

Felekler attı külâhın bu şevkle arşa
Melekler etti sipâsı zamîme-i evrâd
Nef’î

zânî: bk. zinâ.

zann, zan: Ar. 1. Sanma, sanı. 2. Şüphe, işkil, şek. c. zunûn.

Gördüm seni gümânsız her dil-berin yüzünde
Hakka’l-yakîngörene zann u gümângerekmez
Nesimi
Hezâr âh-ı şerer-efşân edermiş sahn-ıgül-şende
Görünce âb-gîne-i rîg-dân zann eyledim onu
Rızayi
Gel etme, sû’-i kasd ediyorsun hayâtına
Ettirme zann o cünhayı da seyyiâtına
Abdülhak Hâmit

zann-ı fâsid: Kötü zan.

Zıdd-ı kâmil sanuban ayn-ı müsemmâyı ayân
Zann-ı fâsidde idim mazhar-ı esmâda iken
Esrar Dede

zann u gümân: Zan ve şüphe.

Erenlerin sözü haktır inanmayan münâfıktır
Zann u gümânı terk edip sıdk ıla gelmeyen bilmez
Ümmî Sinan

zunûn: Zan’lar.

Matla subh yakîndur dil-ipâkim olsa
Ne ola vdreste-i âlâyiş-i evhâm u zunûn
Münif
Mümkün müdür hakîkat-i eşyâyı vezn ü derk
Mîzân-ı akla dirhem-i ta’dîl iken zunûn
Ziya Paşa

zânû: Far. Diz.

Nâbî kadem-i saht gerek menzil-i aşka
Ol râha reviş ukde-i zânû ile olmaz
Nâbî
Ye’s ile pür-jengdir âyîne-i tûtî-i dil
Kan oturdu seylî-i efsûstan zânûlara
Nedim
Mest gördüm yâr zânûsunda ağyârı yatar
Hîç düşürmezdim olşûh-ı fettân üstüne
Veysî

zânû-yı mağfiret: Mağfiret dizi.

Akdâm-ı küşt-gîr-i kühenden muhâldir
Olmak güşâde ukde-i zânû-yı mağfiret
Nâbî

zânû-yı melek: Meleğin dizi.

Seng-i der-i mey-hâneye kor başını düşte
Zânû-yı melek olsa eğer hâb-geh-i mest
Nef’î

zânû-yı şîr-i jiyân: Kızgın arslanın dizi.

Ger olsa münteşir fermân-ı adli kûh u sahrâya
Uyur âhû-bere zânû-yı şîr-i jiyân üzre
Nef’î

zânû-be-zânû: Diz dize.

Hûblar zânû-be-zânû câm-ı zerrîn der-miyân
Bir gül-i sad-bergdir gûyâ o bezm-i dil-sitân
Şeyhülislam Yahya
Kiminle leb-be-leb zânû-be-zânûsun safâlarda
Sebû-veş hem-nişînin câm-veş hem-muhabbetin kimdir
Seyyit Vehbî

zâr: Far. 1. Ağlayan, inleyen. 2. Zayıf, âciz, dermansız.

Ahlât-ı mahiyetle alîl oldu cân-ı zâr
Ey afv-ı çâre-sâz inâyet zemânıdır
Nâbî
Sezâ-yı merhametim şöyle kim dil-i zârım
Helâk renc ü elem yâ
Muhammed
Arabî
Enderunlu Fazıl
Ale’l-husûs ki bu bende-i kerem-dîden
Bu çâkerin bu kemînen bu abdi zâr ü nizâr
Nedim
Böyle ser-mest-i harâb etme
Nedîm-i zârını
Nîm sunpeymâneyi sâkî tamâm ettin beni
Nedim

zâr-ı aşk: Aşk inleyişi.

İki üç harf ile peydâdır
Nedîmâ zâr-ı aşk
Kim onu nâkıs-nazarlar geh çırageh cîn okur
Nedim

zâr-ı hârhâr: Gönül sıkıntısının inleyişi.

Ümmeti oldukça gülçîn sürûr-ı bâğ-ı sûr
Düşmeni olsun figâr-ı hâr zâr-ı hârhâr
Nazîm (Yahya)

zâr-ı hayret: Hayret inleyişi.

Tecellîden nedir maksûdu yârin ben de hayrânım
Tecellî dîde-i ser-gerdân tecellî zâr-ı hayrette
Muallim Naci

zâr-ı nihân: Gizli sır.

Gör kadd-iyâri serv-i çemân söylerim sana
Bak ol dehâna zâr-ı nihân söylerim sana
Nedim

zâr-ı pinhân: Gizli ağlayış.

Dedi ki âh suâl etme zâr-ı pinhânım
Dil-figârıma zahm urmasın da diğer yâr
Nedim

zâr u zebûn: Âciz ve hüzünlü.

Acizân bulsa eğer vâye-i zûr u kahrın
Pençe-i girye eder şîr-i nen zâr u zebûn
Üsküdarlı Hakkı Bey

zâr zâr: Yanık yanık, hazin hazin.

Ey dil bu demde sensin olan bana hem-nefes
Gel nây gibi inleyelim bâri zâr zâr
Bâkî

zâr: Far. İsimlere eklenerek yer ismi yapar. ârâm-zâr: Dinlenecek yer.

ârâm-zâr-ı bûm u gurâb: Karga ve baykuşların dinlenme yeri.

Olmuş ârâm-zâr-ı bûm ügurâb
Tevfik Fikret
bâğ-zâr: Bağ yeri.

Gül hazîn, sünbülperîşân.

Bâğ-zârınşevkıyok
Derd-nâk olmuş hezâr-ı nağme-kârın şevkı yok
Recaizade Ekrem
bedîa-zâr: Güzellik yeri. bedîa-zâr-ı tecellî’
Tecellinin güzellik yeri.

Birinde hüsn-i tabîî şefkat-nisâr-i gurûr
Bedîa-zâr-i tecellîsi nûr-ı îcâdın
Tevfik Fikret
benefşe-zâr: Menekşe tarlası, menekşelik.

Devâtı gâliye-dân u buhûr olur kalemi
Benefşe-zâr behişte döner sevâd-ı rakam
Nef’î
bîşe-zâr: Meşelik. bîşe-zâr-ı kadrKıymet meşeliği.

Nücûm birle felek bîşe-zâr-ı kadrinde
Peleng-i sayd-figendir hilâl ona çengâl
Hayaâ Bey
çemen-zâr: Çemenlik, yeşillik yer.

Fasl-ı bahâr geldi seyreyle lâle-zârı
Gül-zârı et temâşâ kıl nazra-i çemen-zâr
Ziya Paşa
dehşet-zâr: Pek korkunç; dünya.

Feyz-ı Hâlık’dır bu dehşet-zârı imâr eyleyen
Dest-gâh-ı sun’-ı Mevlâ’dan neler geçmiş neler
Hayri (Harputlu)
dil-zâr: Gönül yeri.

Nişân-ı nâvek-i müjgân eder dil-zârı
Nişânladım hele ben de o çeşm-i bîmârı
Nâbî
geşt-zâr: Gezme yeri.

Kılıp ebr-ı Nîsân’la ber-murâd
Eder geşt-zârıgıdâ-yı cerâd
Keçecizade İzzet Molla
gonce-zâr: Goncalık, gül bahçesi.

gonce-zâr-ı emel: Arzu edilen goncalık.

Ermez mi
Nâilî
dem-i subh hidâyete
Olmaz mı gonce-zâr-ı emel şeb-nem âşinâ
NâUi
gül-zâr: Gül bahçesi.

Bağdâd-ı çemende ede dâvâ-yı hilâfet
Abbâsî alemler dike gül-zâra beneğe
Necati Bey
harâbe-zâr: Harabelik yer. harâbe-zâr-ı dilGönlün harabe yeri.

Harâbe-zâr-ı dile derd ü gam sığınmaz
Zihâm-gâh-ı imârette bulsa câ-yigirîz
Nâbî
hîç-zâr: Hiçlik yeri.

Yükselir, yükselir de fikr-i beşer
Düşer acz ile, hîç-zâre düşer
Kemalzâde Ekrem Bey
huld-zâr: Kutsal cennet bahçesi.

huld -zâr-ı lâhût: Uluhiyet âleminin kutsal cennet bahçesi.

Onunla tayy ederim kâr-gâh-ı imkânı
Onunla seyr ederim huld-zâr-ı lâhûtu
Tevfik Fikret
kâr-zâr: Cenk, kavga, savaş.

Şîr-i jiyâna pençe salar gâh hışm u kîn
Bebr-i yâbâna karşı varır vakt-i kâr-zâr
Bâkî
lâle-zâr: Lale bahçesi.

Saçtım şu denlü hûn-ı ciğer bâğ u râga kim
Baştan başa bu rûy-ı zemîn lâle-zâr olur
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
kişt-zâr: Ekinlik.

Vefâ tohmu ekillmez mi bu âlem kişt-zârında
Safâlar kesb olunmaz mı ferahlar hâsıl olmaz mı
Şeyhülislam Yahya
küşt-zâr: Ölüler yeri, mezarlık.

Dâne-i hâli izârında komaz hatt-ı siyâh
Küşt-zâre gelicek mûr-çeler dâne çeker
beliğ (gelicek: gelince)
mâtem-zâr: Matem yeri.

Hüzn ü hicrânınla mâtem-zâr gördüm âlemi
Şimdi her sahrâ bana bir
Kerbelâ meydânıdır
Nâbî
mürg-zâr: Kuşu bol olan yer, kuş yatağı.

Bûy erse cân meşâmına fasl-ı bahârdan
Mürgân sadâsı gelse yine mürg-zârdan
Hakanî
nesteren-zâr: Gül bahçesi.

Etti ruh-ı hüsnü nesteren-zâr
Ruhsâre-i aşk u aşk-ı ruhsâr
Şeyh Galip
neşve-zâr: Neşe yeri.

neşve-zâr-ı behiştî: Cennetin neşe yeri.

Sükûnlu bir gecenin ufk-ı naîminde
Kamer
Bu neşve-zâr-ı behiştîye arz-ı hasret eder
Tevfik Fikret
saâdet-zârSaadet yeri.

Sahn-ı âlem bir saâdet-zâr olurken adl ile
Ekser-i ebnâ-yı nev’in rağbeti bî-dâda, hayf
Ziya (Adanalı)
semen-zâr: Yasemin bahçesi.

Semen-zâr olmada feyz-i letâfetle
İrem manzar
Çemen-i ezhârla hayret-fezâdır çeşm-i im’ân
Üsküdarlı Hakkı Bey
seng-zâr: Taşlık, taşı olan yer.

Mecrâsı seng-zâre dönen cûylar gibi
Vâdî-i uzletinde hamûşuz tevekkülün
Yahya Kemal
sünbül-zâr: Sümbül bahçesi, sümbüllük.

Kûhtan geçse gam-ı zülfünle âhım sarsarı
Kûh deşt ü deşt bâğ u bâğ sünbül-zâr olur
Bâkî
şükûfe-zâr: Çiçek bahçesi, şükûfe-zâr-ı behiştî: Cennete ait çiçek
bahçesi.

Şükûfe-zâr-ı behiştî midir bu mecma’-ı hûbân
Bu âb-ı sâfî-i gîtî-nümâ, bu kevser-i cûşân
İsmail Safa
şûre-zâr: Çorak yer.

Şûre-zâr etmiş cihânışu’le-i nâr-ı nifâk
Gül-şen-i ülfette âsâr-ı tarâvet kalmamış
Leskofçalı Galip

tarab-zâr: Eğlence yeri.

Ne lâl-ı hum-ı işret ne gubâr-ı hâtır-ı sâgar
Aceb âlem, aceb dem, özge hengâm-ı tarab-zârdır
sabri

terâne-sâz: Ahenkli yer.

terâne-zâr-ı felek: Feleğin ahenkli yeri.

Terâne-zâr-ı felekte işittiğim nagamât
Benim ahvâlimi tutmuş sadâlarımdandır
Muallim Naci

vahşet-zâr: Vahşet yeri.

vahşet-zâr-i mihnet: Sıkıntının vahşet yeri.

Muvâfık hem-zebân yok yâr yok gam-hâr yok
Nâci
Gönül bilmem bu vahşet-zâr-ı mihnette neden gülsün
Muallim Naci

zarâfet: Ar. 1. Zariflik, naziklik, incelik. 2. Giyim ve kuşam inceliği.

Âlâyiş-i elfâzı zarâfet sanma
Âlemde sükût-veş tazarruf yoktur
Nâbî
Her güzelle salınan kesb-i zarâfet edemez
Her
Gül-istân okuyan sanma ki hep şâ’ir olur
Âhi
Cihânda şimdi zarâfet müdâhaneyle olur
Hamâkat olmaza olmaz demekten olmuştur
nihat Bey

zarîf: Zarafetli, güzel, yakışıklı. c. zurefâ.

Zarîf bir sözü, bir nev-şüküfte mazmûnu
Yerinden oynatır eyvân-ı hande-meşhûnu
Tevfik Fikret
Bâ-husûs ola o şahs-ı tarrâr
Nâzik ü rind ü zarîf ü ayyâr
Nâbî

zarîf-i hıtta-ı Rûm: Rum ülkesinin zarifi.

Bir nice zarîf-i hıtta-ı Rûm
Rûmî ki dedik kaziyye ma’lûm
Fuzûlî

zurefâ: Zarifler.

Zurefâdan idi ehl-i dil idi
Kâmil insân diyecek kâmil idi
Sünbülzade Vehbi

zarar: bk. zarr.

zarf: Ar. 1. Kılıf, kap, mahfaza. 2. Mektup kabı. 3. gr.

Cümlede yer, zaman, nicelik, nitelik bakımlarından başkalık katan öğesi.

Bir nice zarftan almak gibidir nice ta’am
Eylemek halt sözünde diğerin eş’ânn
Nâbî
Kendinin zarfına bir ârıza eyler îrâs
Mütekâmil olıcak sînede icrâ-yı garaz
beliğ (olıcak: olunca.)

zarf-ı dâmân: Etek kılıfı.

Çenârı pây-mâl eyler kedû-yı tîre-baht ammâ
Rehâ bulmaz çenârın pençesinden zarfı dâmânı
Nâbî

zarf-ı zebân: Dilin kılıfı.

Şems işrâkaşebih tab’-ı münîrinle zekâ
Güher ü âba mesel zarfı zebânınla sühan
Nedim

zarîf: bk. zarâfet.

zarr: Ar. Zarar, ziyan.

Bakma nâ-mahreme çeşm-i dil ile ki kapanır
Ki ola pûşîde muhâzî-i harâm manzar zarr
Esrar Dede
Zarr u nef’-i küfr ü dîn âhar olur âid sana
Sâni’-i âlem ganîdir küfr ü dîninden senin
Muallim Naci

zarar: Ziyan, eksiklik, kayıp.

Bir iki kez ne ola dîn düşmânı ettiyse heves
Zarar irgürmeğe müminlere husrân-şekl
Hayâlî Bey
(irgür-: eriştirmek)
Okusan ilm-i tasavvuf ne zarar
Pâk bil tasfiye-i bâtın eder
Sünbülzade Vehbi
Vâizin ta’nı, Kabûlî, bizi tağyîr edemez
Âb-ı pâke ne zarar vakvaka-i kurbağadan
Kabulî (Kütahyalı Mehmet Çelebi)

zarar-ı iktirân-ı şîşe vü seng: Taş ve şişenin yaklaşma zararı.

Iyân iken zarar-ı iktirân-ı şîşe vü seng
Hilâf-ı cins ile ülfet belâ değil de nedir
Râşit (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

zarta: Ar. Yel, osuruk.

zarta-zen: Yel atan.

zarta-zen-i hande: Gülerek zarta atan.

Aharın hicvi revâ mı çelebim vâlidenin
Rûyuna zarta-zen-i hande iken kûn-ı şebek
haşmet (ahar>Ar. âher: başka)

zaruret, zarûre: Ar. 1. Çaresizlik. 2. Sıkıntı, Yoksulluk, muhtaçlık. c. zarûrât.

Sem’ ü basar vazîfesin almaz kenârda
İkisi de gıdâda çekerler zarûreti
Nâbî
Ki zarûretle çekip derd-i acûz
Oldu efsürde-dil berd-i acûz
Sünbülzade Vehbi

zarûrî: Mecburi, zorunlu. c. zarûriyât.

Zarûrî ihtisâra rağbet ettim kim bu vâdîde
Lisân-ı kâlden zîrâ lisân-ı hâl entaktır
Nâbî
Teveccüh eylese dâniş-verân-ı dehre kazâ
Verir, efendi, zarûrî hemen kazâya rızâ
Sâbit
Bî-mecâlim sitem-i dehr ilegâyet, afvet
Vasfı pâkinde ger ettimse zarûrî taksîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

zarûrî: bk. zarûret.

zât: Ar. 1. Malik, sahip. 2. Şahıslar hakkında, kendi, kendisi anlamına kullanılır. 3. Hekimlik, botanik ve zoolojide terim olarak kullanılır.

zâtü’l-dimâğ: Beyin iltihabı.

zâtü’l-cenb: Akciğerde meydana gelen iltihabî hastalık. c. zevât.

Enbiyâ vü rüsule ol şeref-i mevcûdât
Kevne âhirde gelip zâtı olundu takdîm
Nazîm (Yahya)
Bu isti’dâd-ı zâtî kim senin vardır nihâdın da
O kuvvet-ı İskender evvel eliften ibtidâ eyle
Nedim

zât-ı a’lâ: Yüce kişilik.

Zât-ı a’lâsı vücûd u ademin sâhibidir
Ehl-i enfâsa hayât u ecelin vâhibidir
Şinâsi

zât-ı deryâ-yı hakîkat: Hakikat denizinin sahibi.

Arifi bi’llâh olan ta’n eylemez güfârıma
Zât-ı deryâ-yı hakîkat birle cûş olmak diler
Ümmî Sinan
(birle: ile)

zât-ı Hak: Hakkın kendisi.

Zât-ı Hakk’a doğru varan kârbân ehlinden ol
Olmasın yanlış işinde yolun âsân eylegil
Ümmî Sinan

zât-ı İbrâhîm Edhem: İbrahim
Ethem’in kendisi.

Zât-ı İbrâhîm-ı Edhem gibi ol dervîş-i pâk
Var soyun der-gâh-ı aşka varını eyle hebâ
Âdile Sultan

zât-ı kerîm: Cömert kişilik.

Ne kerâmet kodu
Hak zât-ı kerîminde ki olur
Ayağın bastığı yer
Çeşme-ı Hayvân-ı kerem
Ahmet Paşa

zât-ı pâk: Temiz kişilik.

Asıfâgirmedi
Hakka ki kef-i eyyâma
Zât-ı pâkin gibi mecmûa-i ahlâk-ı hüsn
Nedim

zât-ı pür-cûd: Çok cömert kişiliği.

Zât-ıpür-cûdunu medh etmeyen ehl-i tabin
Sözü ger sihr-i helâl etse olur vizr ü vebâl
Nef’î

zât-ı şerif: Şerefli kişilik.

Nev-bâve-i hadîka-i ömrünle dâimâ
Zât-ı şerîfin eylesin Allah pâyidâr
Cinânî

zâten: Aslında, asıl olarak.

Aldım başımı koltuğumun altına zâten
Bir cân gibi geldim der-i şâhâneye bî-ten
Abdülhak Hâmit

zâtî, zâtiyye: Zata mensup, nefse ait, cevhere ait. c. zâtiyyât.

Bu isti’dâd-ı zâtî kim senin vardır nihâdında
Okut
İskender’i evvel eliften ibtidâ eyle
Nedim

zâtiyyât: Zata, şahsa ait hususlar. bi’z-zât: Kendi, kendisi.

Zuhûr-ı cevher-i ferd vücûdudur bi’z-zât
Bedâyi-i arz-ı mümkinâttan maksûd
Sâmi zav5: Ar. Aydınlık, ışık, c. azvâ’
Alem-i encümü seyr eyleme bir mâha eriş
Onlara zav’ veren şems-i duhadır yine bes
Muradı (Sultan III. Murat)

zavâhir: bk. zâhir.

zaviye: Ar. 1. Köşe. 2. mat.

Açı. c. ze-

vâyâ.

Her zâviye feyz-ı Hak’la meşhûn
Pür-nûr-ı Hudâ derûn ü bîrûn
Ahmet Hâşim

zevâyâ: Zâviye’ler, köşeler.

zevâyâ-yı kümûn: Gizlenme köşeleri.

Oldu berdâşte heylûlet-i deycûr-ı amâ
Sâha-ipehn-bürûz oldu zevâyâ-yı kümûn
Münif zevâyâ-yı uzlet: Yalnızlık köşeleri.

Zevâyâ-yı uzlette tenhâ vü bî-kes
Ne ins-i musâhib ne hazz-ı maâşir
Cinânî

zâyi’: bk. zıyâ’

zâyiçe: Far. Ast.

Yıldızların belli zamanlardaki yerlerini gösteren cetvel ve bu cetveli hazırlama ilmi.

Eskiler bu yıldızların durum ve konumlarını, gelecekten haber verme gibi bâtıl bir inanış şekline getirmişler ve falcılıkta kullanmışlar. zâyiçe-i emel: Arzu edilen zâyiçe falı.

Hep nokta-i hatâ dolu zâyiçe-i emel
Âyâ bu kec hesâb nedendir neden neden
Esrar Dede

zayf: Ar. Misafir, konuk.

Cihânda kimden edersin ümîd-i hân-ı kerem
Bu tâb-hânede ikrâm-ı zayf ‘bilmezler
Nâilî

zayf-ı hayâl: Hayal misafiri.

Zayf-ı hayâlin erdiği dem çeşm-i eşk-bâr
Silker önüne ahzarı bir iki enâr
Behiştî

zeâmet: Ar. Osmanlılar devrinde sipahilere verilen en büyük timar. c. zuamâ.

Serbest olan avâid-i hâs u zeâmete
Vâbestedir geçinmesi salb u siyâsete
Seyyit Vehbî

zaîm: 1. Zeâmet sahibi. 2. Kefil. c. zuamâ.

Der-geh-i fakra varıp dirliğini arz etme
Anda hergiz ne sipâhî ne zaîm isterler
bağdatlı Ruhi

zebâd: Ar. 1. Kalemis yağı. 2. Mis kedisi.

Sirâyet etse bûy-i hulku ger dünyâ olurdu
Bir avuç hâk gâlib-i tûde-i müşg ü zebâd üzre
Nef’î

zebân: Far. Dil, lisan.

Zebânım bir mücevher tîğ-ı bürrândır ki hem-vâre
Hırâş eyler hayâli sînelerde zahm-ı nâsûru
Nef’î
Şems işrâkaşebih tab’-ı münîrinle zekâ
Güher ü âba mesel zarf-ı zebânınla sühan
Nedim
Siper-endâz-ı acze hasmı tîğ-ı hûn-feşân çekmez
Hamûşân-ı edeb endîşe-i zahm-ı zebân çekmez
Hâsim (Köprülüzade)

zebân-ı ârifân: Ariflerin dili.

Reh-ı Hak gâfilîn îkâz ede gör
Zebân-ı ârifân gûyâ cerestir
Gaybî

zebân-ı hâme: Kalemin dili.

Diledi
Hamdî yaza vasf-ı hân-ı rahmetini
Zebân-ı hâme onun lezzetinden oldu dü-nîm
Hamdullah Hamdi

zebân-ı hâme-ı Nâbî
: Nâbî’nin kaleminin dili.

Olur arûs-ı sühan pây-kûb u dest-efşân
Zebân-ı hâme-ı Nâbî terennüm ettikçe
Nâbî

zebân-ı hançer: Hançer dili.

Bizimle hep zebân-ı hançer ile söyleşir şimdi
Ser-i rehte dûçâr oldukça evvel merhabâ derken
Nâbî

zebân-ı kalem: Kalem dili.

Etmektedir mesâmi’-i eyyâmıpür-güher
Nâbî aceb mi olsa zebân-ı kalem kalîl
Nâbî

zebân-ı ma’nî-i maksûd: Kastedilen mana dili.

Zebân-ı ma’nî-i maksûddur işâretimiz
Tahallüf ettiği yoktur bizim beşâretimiz
Nâbî

zebân-ı memleket-i aşk: Aşk ülkesinin dili.

Gel ey esîr-i sühan eyle meşk-i hâmûşu
Zebân-ı memleket-i aşk bî-zebânlıktır
Nâbî

zebân-ı nâs: İnsanların dili.

Zebân-ı nâsa düştüm gâh medh ü gâh zem oldum
Meğer kim tâli’imde zevk-ı âlem hep harâm olmuş
Âdile Sultan

zebân-ı rûzigâr: Zamanın dili.

Yâd edip lutf-ı cemîlin der zebân-ı rûzgâr
Bundan a’lâ bir hayât-ı câvidân olmaz bana
Ziyâ Paşa

zebân-ı sükker: Tatlı dil.

Zebân-ı sükkerinden o şûhun va’de-i vaslın
İşitip dedi
Yahyâ böyle bir şîrîn-kelâm olmaz
Şeyhülislam Yahya

zebân-ı sûsen: Susam dili.

Dehdn-ı goncayı bâz et, zebân-ı sûseni ter kıl
Şikest-i tövbeye dahl edene hâzır cevâbımsın
Nedim

zebân-ı şâir-âne: Şairce dil.

Şehenşâhâ edâ-yı medh-i zâtın
Verir lüknet zebân-ı şâir-âne
Enderunlu Fazıl zebân-ı şâne: Tarak dili.

Edersin perçemin halvet-nişîn-i kelle-pûş ammâ
Zebân-ı şâne söyler mû-be-mû esrâr-ı pinhânı
Nâbî

zebân-ı şu’le: Işık dili.

Ettim zebân-ı şuleyi hâmûş-ı harf-i aşk
Dil güft ügûy şevkıyle bî-tâbdır bu şeb
Şeyh Galip

zebân-ı ta’n: Ayıplama dili.

Odur şefka-terîn sana gayriden
Nâbî
Zebân-ı ta’ne ile çerh-ipîre-zen dediğin
Nâbî

zebân-dırâz: Dili uzun.

zebân-dırâz-ı yârân: Uzun dilli dostlar.

Sâkıb tükendi germî-i ülfet o şûh ile
Ammâ zebân-dırâz-ı yârân tükenmedi
Sâkıp
Dede

zebân-şinâs: Dil bilen, yabancı dilden anlayan.

Tîrin zebân-şinâsı mahdûmu üstâdı
Bircis’in akl u fikri hem-râz ü müsteşârı
Nedim

zebân-zed: Yayılmış söz, dil persengi.

Gül-i zîbâ
Cenâb-ı Hazretin ol rûyudur ancak
Zebân-zed müşg-i rû ede o verdin bûyudur ancak
Necip (Sultan III. Ahmet)

zebâne: Far. 1. Tartı aletlerinin ucu, dili. 2. Alev, ateş yalını.

Elbette bu od ki düştü câne
Ahir tutuşup çeker zebâne
Fuzûlî
Şefâat ile o rûz-ı belâda bendene kim
Halâyıkı behem-âgûş eder zebâne vü dûd
Sâbit
Söz kim zebânıma gele gûyâ zebânedir
Ben âşıkım sözüm de benim âşık-ânedir
Şeyhülislam Yahya

zebâne-i dûzah: Cehennem alevi.

Nesîm-i lutfu vezân olsa rûz-ı rüst-â-hîz
Verir zebâne-i dûzah nişâne-i gül-zâr
Ziyâ Paşa

zebâne-i şem’: Mum alevi.

Kılıp zebâne-işem’ipiyâle-i sahbâ
Eder mahabbete bezl-i vücûd-ı pervâne
Şeyh Galip

zebâne-i tanbûr: Tamburun dili.

Nümûne-i küre-i nâr aşk kâsesidir
Zebân-ı tâzene gûyâ zebâne-i tanbûr
Şeyh Galip

zebânî: Ar. Cehennem ehlini ateşe atmaya memur olan meleklerin her birine verilen isim. c. zebâniyân, zebâniye.

Zebânîler çeke duta ilede tamuya ata
Deri yana sünük tüte katı ulu figân ola
Yunus Emre
(tamu: cehennem, sünük: kemik)
Ne zebân ile zebânîler ile söyleşeyim
Sen eğer vermez isen rûz-ı kıyâmette cevâb
Enderunlu Fazıl
dem ki dest-i zebânî-i dûzaha verile
Tugât-ı kıbt-i nusarâ bugât-ı kavm-ı Yhûd
Sâbit

zeber: Far. Üst.

Üstüne gerçi dönersin bir iki gün âkıbet
Asyâ gibi edersin dâneni zîr ü zeber
Nev’î
Dayanmaz önünde yürürse eğer
Eder kal’a-i hasmı zîr ü zeber
Kemalzâde Ekrem Bey

zeber-i ser: Baş üstü.

Şikâyet eyleme katı gönüllüdür diye yâr
Behiştî

zeber-i serinde siyâh taşın için
Behiştî

zeberced: Ar. Zümrüt gibi açık yeşil renkli, fakat zümrüt kadar değerli olmayan bir taş. c. zebâric.

Gül-şen-i hüsnünde bir havz-ı zeberceddir felek
Kâse-i zerrîndir ol havz içre devr eyler güneş
İbni Kemâl
Nisâr ayağına dürr ü zeberced
Ayağı tozuna misk ü zeberzed
Yazıcı Mehmet Efendi
Geceler deyr-i zebercedde yanan mecalleri
Eyledikçe subh-dem bî-pertev ü bî-fer güneş
Lamiî Çelebi

zeberced-i perrân: Kuşlar gibi uçan zeber-
ced. ev ki kuşlarıgûyâ zeberced-iperrân
Onun çiçekleri elmâs sad-hezâr elvân
Behçet (Trabzonlu Mehmet)

zebîr: Ar. 1. Mihnet, sıkıntı. 2. Yazılmış şey, mektup.

Tehdîd ü hücûm bâgîyândan
Havf etmek bir zemân zebîrim
Muallim Naci
• zebûn: 0j>j) Far. Zayıf, kuvvetsiz, âciz.

Şîrlerpençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek
Selimî (Yavuz Sultan Selim)
Dost bî-pervâ felek bî-rahm devrân bî-sükûn
Derd çok hem derd yok düşmen kavî tâli zebûn
Fuzûlî
Zebûn olup bizi pâ-mâl-i cevr edenlerden
Berây-ıgayret-ı Hak intikam alır bulunur
Nâbî
Bâkî acûz-i dehre er olmaz zebûn olan
Merdân-ı râh-ı ışk demezler ona recül
Bâkî

zebûn-ı derd ü gam: Dert ve gam düşkünü.

Zebûn-ı derd ü gam olmuş dili cânâna tabşırdım
Ben ol ölümlü bîmârı tabîb-i câna tabşırdım
behiştî (tapşır-: teslim etmek, emanet etmek)

zebûn-ı ecel: Ecel düşkünü.

Ne rütbe mertebe bulsa kişi bu âlemde
Yine zebûn-ı ecel olması musammemdir
Ziyâ Paşa

zebûn-ı keşmekeş-i gamGam çekişmesinin düşkünü.

Unutturur gamın, en kâmrânı söyletsen
Zebûn-ı keşmekeş-i gam, cihânı söyletsen

zebûn-ı pençe-i kudret: Kudret pençesinin (İlâhî kudret) elinde bir hiç.

Adem esîr-i dest-i meşiyyet değil midir
Alem zebûn-ı pençe-i kudret değil midir
Nâbî

zebûn-ı pençe-i nefs ü hevâ: Nefis ve heva pençesine düşkün.

Belâ-yı mâsivâya mübtelâyım yâ
Resûlallah
Zebûn-ı pençe-i nefs ü hevâyım yâ
Resûlallah
Ziya Paşa

zebûn-küş: Düşkünü ezen, zayıfa yüklenen.

Siyâsetin kanı: Servet
; hayâtı: Satvettir
Zebûn-küş
Avrupa bir hak tanır ki: Kuvvettir
Mehmet Akif
Zemâne bir zebûn-küştür aceb mi murâd olan ondan
Dem-i mihnette etmezse ger ümîd vefâ-dârı
sabri-ı Şâkir

zebûr: Ar. 1. Kitap, mektup. 2. Hz. Davud peygambere inen kitabın ismi.

Tevrât ile İncîl’i
Fürkan ile Zebûr’u
Bunlardaki beyânı cümle vücûdda bulduk
Yunus Emre
İncilâ-yı ruhu yaktıkta fetîl
Söndü kandîl-ı Zebûr ü İncîl
Hakanî
Gelmeden
Furkân ile İncîl ü Tevrît ü Zebûr
Safha-i suhuf-ı cemâlin âşıka mezbûr idi
Hamdullah Hamdi
Zebûr-ı aşk: Aşk
Zebur’u.

Ahmed edelden
Zebûr-ı aşkını cânına nakş
Nağme-ı Dâvûd ile âgâzını dem-sâz eder
Ahmet Paşa

zebûr-ı Dâvûd: Davut’un
Zebur’u.

Müfesser eyleye
Şeyhî
Zebûr-ı Dâvûd’u
Rivâyet etse yüzün mushafindan âyetler
Şeyhi zecr: Ar. 1. Önleme, yasak etme. 2. Zorlama, zorla yaptırma. 3. Eziyet, sıkma. 4. Koyma. c. zücûr.

Zecrile hicrin olaldan âşinâ bana
Bî-gâne oldu işret ü zevk u safâ bana
Mesihi zecr-i hecr, hicr: Ayrılığı zorlama.

Bu zehr-i kahr ile kevn ü mekânı acıdalım
Bu zecr-i hecr ile dâr ü diyârı ağladalım
Necati Bey
(acıt-: incitmek.)
Şol dem ki zecr-i hecr ile cânândan ayrılam
Gönlüm budur ki cânı verem ondan ayrılam
Necati Bey

zefîr: Ar. 1. Göğüs geçirme. 2. Nefes verme, soluğu dışarı vurma.

Dün kudurmakta idi ormandan cahîmî bin zefîr
Âşiyân tutmuş bugün her dilde perrân bir safir
Mehmet Akif

zehâb: Ar. 1. Gitme. 2. Zihnen bir yola sapma. 3. Bir düşünce veya fikre uyma.

Gitmeyen yoluna üryân ü fakir olsun hep
Çâr-mezhebte harâm ola zehâb u zenebi
Nazîm (Yahya)
Gelecek günlerin geçen geceden
Farkı yok, hükmü yok, sehâbı veren
Tevfik Fikret

zâhib: Zehâb’dan; 1. Gidici, giden. 2. Bir fikir veya düşünceye uyan.

Yârân kimisi bâğa gider kimi gül-şene
Ammâ ki ben o kûy-ı dil-ârâya zâhibim
Nahifi
Ben de o tarîka zâhib oldum
İnsânlar ile musâhib oldum
Ziyâ Paşa

zeheb: Ar. Halis altın. c. ezhâb, zühûb. zühbân.

Eğerçi sabr ederse kıymet olmaz
Ona yüz bin semen sim ü zehebten
İbni Kemâl
Vâlâ-neseb nîkû-haseb tavr-ı aceb ahlâkı hep
Her rûz u şeb sormaz sebeb sim ü zeheb ihsân eder
Cinânî
Olsun fedâ sana, sana olsun fedâ fedâ
Hindûstân bâ taraf, İrân bir zeheb
Abdülhak Hâmit
Gurûb içinde bu eşkâl-i bî-hudûd-ı zeheb
Zücâc-ı san’at ü fikretle yükselirler hep
ahmet Hâşim

zeher: Ar. Yüzün aklığı, parlaklık, güzellik.

zâhir, zâhire: Parlak, münevver, dırah-
şân.

Her bir zemânda zâhir ü zâhir kemâl-ı Hak
Her bir mekânda hâzır u nâzır celâl-ı Hak
Şinasi zehhâr: bk. zâhir.

zehî: Far. ünl.

Ne güzel, ne hoş. 2. Ne garip, ne acayip.

Düşürmüş anber-i zülfün hümâyûn gölgesin aya
Taâlallah zehî sünbül taâlallah zehî sâye
Nesimi
Zehî
Bârî ki lu’bet-hâne-i sun’unda halk eyler
Hezârân dil-ber-i mevzûn, hezârân duhter-i hasnâ
Nâbî
Cevâb-ı lûtf verirse eğer zehî nimet
Zehî saâdet eger kim ederse de âzâd
Nedim

zehr: Far. Ağu, zehir.

Et lokması lâzım mı doyurmaz mı seni nân
Zehr olsun o lokma ki ola pes-mânde-i dûnân
Bağdatlı Ruhi
Vuslat-ı yâr için ağyâre müdârâ eyler
Zehr içer âşık-ı dil-hasteşifâ niyyetine
Râgıb (Bursalı Ahmed Efendi)
Teessürât-ı beşerden gelir mi dehre melâl
Zehî tasavvur-ı bâtıl, zehî hayâl-i muhâl
Tevfik Fikret

zehr-i bürûdet: Soğukluk zehri.

Titrerdi civârındaki, pîşindeki eşyâ
Nutkundan uçan zehr-i bürûdetlle
Tevfik Fikret

zehr-i cân-sitân: Can alıcı zehir.

Yılan kuşandığını cenkte beyân eyler
Lisân-ı ef’îyile zehr-i cân-sitân hançer
İbni Kemâl

zehr-i dermân: İlaç zehri.

Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb
Kılma dermân kim helâkim zehr-i dermânındadır
Fuzûlî

zehr-i firâk: Ayrılık zehri.

Zehr-i firâk gerçi dili haste eyledi
Vaslın şarâbına yine ümmîd-vârdır
Avnî

zehr-i gam: Keder zehri.

Derdin ile yatan hastelere âfiyet olsun
Zehr-i gamını nûş edenin cânına sıhha
Behiştî

zehr-i gam-ı hicrânayrılık gamının zehri.

Hûn-âbe değil bâdesi zehr-i gam-ı hicrân
Her nağme-i çeng ü neyi feryâd ü figândır
Nef’î

zehr-i hased: Çekememezlik zehri.

Zehr-i hasedi düşmenin, ef’î gibi, çıkmaz
Tâ çıkmayıcak rûhu kamîs-i bedeninden
Sâbit
(çıkmayıcak: çıkmayınca)

zehr-i helâhil: Öldürücü zehir.

Çekîde olsa kemter reşha-i nîsân ihsânı
Bulur telh-âbe-i zehr-i helâhil hâlet-i kevser
Üsküdarlı Hakkı Bey

zehr-i hıred: Akla zehir katma; zihni bulandırma.

Feryâd girişme amân ey nigâh amân
Zehr-i hıred belâ-yı tahammül müsün nesin
Nedim

zehr-i hicr: Ayrılık zehri.

Sensiz mey sohbeti bana harâm olsun müdâm
Zehr-i hicrinle sararmak hamr-ı hamrâdan leziz
enverî

zehr-i kahr: Kahır zehri.

Ey Fuzûlî zehr-i kahr ile doludur tâs-ı çarh
Çekmez onun kahrını her kim çeker bir dolu tâs
Fuzûlî

zehr-i kâtil: Öldürücü zehir.

Cihânın gerçi nûş ettim yedi tastan geçen zehrin
Velâkin zehr-i kâtilden beter buldum meğer kahrın
Selimî (Yavuz Sultan Selim)

zehr-i mâr: Yılan zehiri.

Dostu ger kim zehr-i mâr içse olur
Âb-ı Hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâre su
Fuzûlî

zehr-i nûr-ı gurûb: Batan nurun zehri.

Ezvâk-ıgayz u kîn ile mestîdedir serim
Hûnumda zehr-i nûr-ı gurûb etmiş inhilâl
Ahmet Hâşim

zehr-i ruh: Yanak zehri.

Ey pür-gül ü şükûfe yüzünle bahâr-ı hüsn
Zehr-i ruhunla rûşen olur rûzgâr-ı hüsn
Avnî

zehr-i sitem: Sitem zehri.

Geh kemân-ı hicr ü geh zehr-i sitem geh bâr-ıgam
Âşık-ı fersûde-bâzû çekmedik mihnet mi var
Nâbî

zehr-i şedîd: Şiddetli zehir.

Reşâşe-i kalemi iltifât u reddi ile
Kimine ney-şeker oldu kimine zehr-işedîd
Cinânî

zehr-âb: Zehirli su.

Zehr-âb ise de nûş edelim verdiği câmı
Tek düşmeyelim pîr-i mugânın nazarından
Nâbî
Yâ Rab ne eksilirdi deryâ-yı izzetinden
Peymâne-i vücûda zehr-âb dolmasaydı
Âzâde-ser olurdum âsîb-i derd ü gamdan
Ya dehre gelmeseydim ya aklım olmasaydı
Ziyâ Paşa

zehr-âb-ı fenâ: Yokluğun zehirli suyu.

İskender’e zehr-âb-ı fenâdan veririz câm
Hızr’ız velî râh-ı ademe râh-beriz biz
Şeyh Galip

zehr-âb-ı gam: Gamın zehirli suyu.

Zehr-âb-ı gam verir ciğer âgûş-ı dîdede
Tıfl-ı sirişke dâyesi de bed-cevâbtır
Esrar Dede

zehr-âb-ı gelû-sûz-ı firâk: Ayrılığın boğazı yakan zehirli suyu.

Câm-ı zehr-âb-ı gelû-sûz-ı firâkın sâkî
Nâ-güvâr öyle değildir ki demek mümkün ola
Nâbî

zehr-âb-ı meskenet: Miskinliğin zehirli suyu.

Zehr-âb-ı meskenet gibi bir ni’met isteriz
Kim hân-ı ârzûda hasûdu bulunmaya
Yenişehirli Avni

zehr-âb-ı tîğ-ı gamze: Yan bakış kılıcının zehirli suyu.

Görüp zehr-âb-ı tîğ-ı gamzeden hâsıl olan zahmım
Tabîb-i şîvenin destindeki merhem eder feryâd
Esrar Dede

zehr-âbe-keş: Zehirli su içen.

zehr-âbe-keş-i firkat: Ayrılığın zehirli suyunu içen.

Tâ olmaya zehr-âbe-keş-i firkatin âşık
Derk eyleyemez lezzet-i vuslat neye derler
Koca Râgıp Paşa

zehr-âlûd: Zehirli, zehir gibi.

Âşıkın bağrında zehr-âlûd hançer olduğun
Kabrim üstüne gelen bilir giyâhımdan benim
Necati Bey

zehr-efşân: Zehir saçan.

Onun firâkı olurken içimde zehr-efşân
Nasıl görür gözüm âsâr-ı fecrişevk-âlûd
Tevfik Fikret

zehr-hand
Acı gülüş. rütbe kan yuttu dil ki fikr-i reng-i la’linle
Humâr-ı zehr-handinden ayıldı ey mürüvvetsiz
Esrar Dede

zehr-keş: Zehir çeken, zehir içen. c. zehrkeşân.

zehr-keşân: Zehir içenler. zehr-keşân-ı hum-ı aşkaşk küpünden zehir içenler.

Sahbâ yerine zehr-keşân-ı hum-ı aşkız
Reşk etme bizim hâlimize biz
Cem-i aşkız
Nef’î

zehr-nâk: Zehirli.

Hem itâb-ı zehr-nâk eyler cihâna gamzesi
Gösterir hem la’line zevk-ı tekellüm n’eydügin
Nef’î
(n’eydügin: ne olduğunu)

zehr-pâş: Zehir saçan. mâr-ı zehr-pâşın dendân-ı satvetinden
Nice vezir ü vâlî olmuştu nâ-be-sâmân
Nâbî

zehrin: Zehirli, ağulu.

Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrin
Ey nâtıka-i acz ü elem, nazra-i neftin
Tevfik Fikret

zehr: Ar. Çiçek. c. ezhâr.

ezhâr: Çiçekler.

Nedir ol ravza-i anber-sirişt-i dil-keş-i gülzâre
Dem-ı İsi-veş ihyâ eyledi ezhâr u eşcârı
Nef’î
Ezhârı taksim ettiler gül düştü hârın pâyına
Hâr-ı cefâ değdigül-i terden hezârın pâyına
Sâbit

zehrâ: Ar. 1. Yüzü güzel, ak ve parlak olan kadın. 2. Peygamberimizin kızı
Hz. Fatıma’nın lâkabı.

Fâtimatü’z Zehrâ)

zehrâ-yı gerdûn: Feleğin parlaklığı.

Çekerdim nâr-ı zülf-ı Zühre’yi zehrâ-yıgerdûne
Eğer dizsem dürr-i şeh-vâr-ı nazmım rîsmân üzre
Nef’î
Hazret-ı Zehrâ ile ol iki server aşkına
Men dahil handânım ya Ebâ el
Kâsım meded
enderunlu Fazıl

zehre: Far. 1. Öd, safra. 2. Cesaret, yiğitlik.

Bende ne zehre var ki verem gaybtan haber
Vasfı dehân-ı yâr lisânım değil benim
Nâbî
Zehresin tiğ-ı zebânımla çalıp çâk edeyim
Düşmânın şâd ü ahibbâsınıgam-nâk edeyim
Nef’î
Gerçek mürid gerçek erin bir katresin bahre sayar
Nâkıs olan nefse uyar sükkerini zehre sayar
Ümmî Sinan

zehre-çâk: Ödü patlamış olan.

Zehre-çâk olsa ne ola toptan adû-yı bed-gümân
Ziya Paşa

zehrin: bk. zehr.

zekâ: Ar. Anlama kabiliyeti, idrak ve intikali güçlü.

Şems işrâkaşebih tab’-ı münirinle zekâ
Güher ü âba mesel zarf-ı zebânınla sühan
Nedim
Ah o bediü’l-cemâl sâhib-i kalb ü zekâ
Ah o feyz-ı Hudâ nâdire-i nükte-dân
Kemalzâde Ekrem Bey
Tiğ-ı ser-tiz-i zekâmız kırk yararken bir kılı
Biz de mecnûnsak eğer kimdir cihânın âkıli

ziya (Adanalı)

zekâb: Far. Yazı mürekkebi.

zekâb-ı sürh: Kırmızı mürekkep.

Sûret nigâr-ı kilk-i kazâdan dehân-ı yâr
Bir katredir ki damladı levha zekâb-ı sürh
Beliğ zekan: Ar. İki çene kemiğinin aşağıda birleştiği yer, çene. c. ezkân, zükun.

Zekanın çâhı ne sâhir-durur ey Zühre-cebin
Ki suya iltür ü susuz getirir
Hârût’u
nizami (iltür: iletir)
Ey şâh-ı hüsn bu ne zekandır dedim, dedi
Arâm-gâh-ı rûh-ı revânın-dürür senin
Nazîm (Yahya)
Alemde günü derd ile eyvâyile geçsin
Cân mivesi bihdir diye her kim zekanından
Hamdullah Hamdi

zekan-ı yâr: Yârin çenesi.

Yâd edersen zekan-ı yâri hayâl et zülfün
Çeh-i hayrette sana rişte-i tedbîr olsun
Lem’î zekât: Ar. İslâmiyet’in beş şartından biri.

İnsanın malından şeri hükümlere göre senede bir verdiği mal veya para.

Bayın zekâtı şerhledir çün gedâ hakkı
Hüsnün zekâtını bana vergil
Hudâ hakkı
Ahmed-ı Dâî
Gamze peykânın eder âşıka çeşmim sadaka
Eyle kim merdüm-i mün’im vere muhtâca zekât
Fuzûlî
Pâdişâhân-ı cihândır ki ihsânında
Kimi cerrâr-ı tasadduk kimi muhtâc-ı zekât
Yenişehirli Avni
Sûf diyen mürâîye vermek değil zekât
Ben kâdir olsam ondan alırdım hele harâc
Behiştî

zekât-ı hüsn: Güzelliğin zekâtı.

Geldi dil dervâzeye kûyuna şey’ullah için
Ver zekât-ı hüsnünü men’ etme ihsân vaktidir
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

zekât-ı mey: Şarabın zekatı.

Pelâs-pâre-i rindî be-dûş u kâse be-kef
Zekât-ı mey verilir bir diyâre dek gideriz
NâUi zekât-ı vefâ: Vefa zekâtı.

Eğer zekât-ı vefâya fakîr ister isen
Cihânda
Hamdî’den özge bulunmaya muhtâc
Hamdullah Hamdi

zekât-bahş: Zekât sunma.

Fütâdegân-ı gama sâye-i inâyetimizden
Zekât-bahş-ı per ü bâl idik zemân ile biz de
Nâbî

zeker: Ar. 1. Erkek. 2. Erkeklik organı. c. zikâr, zükûr, zikâre, zükrân.

Ne olaşiirde etseler ittihâd
Havâyî
IIyâmî şu şîr ü şeker
Ara yerde var nisbet-i imtizâc
Havâyî dübürdür, IIyâmî zeker
Nâbî

zükûr: Zeker’ler, erkekler.

Besmeledir vird-i ünâs ü zükûr
Hırz-dil ü cân sürûşân u hûr
Nazîm (Yahya)
Zekeriyyâ: Ar. Hz. Süleyman neslinden gelen
İsrailoğulları peygamberlerindendir.

Hz. Meryem’in dayısıdır.

Meryem’i o büyütmüştür.

Çok ihtiyarken oğlu
Hz. Yahya dünyaya gelmiştir.

Hz. Yahya’nın öldürülüşü ile ilgili olarak
Yahudilerin iddiasınca
Hz. İsa’nın babasız doğması üzerine onunla
Meryem hakkında dedikodu çıkarmışlardı.

Dedikodularını ileri bir dereceye vardırdılar ve sonunda onu bir ağacın kovuğuna sıkışmış buldular.

Ağaçla birlikte biçerek şehit ettiler.

Bu sırada yüz yaşında idi. Beytü’l
Mukaddes’in reisi
Hz. Zekeriya idi.

Burada
Tevrat’ı yazdı ve kurban kesti.

Hz. Musa’nın şeriatını uygulardı.

Kur’an’da
En’âm suresiş85, Al-ı İmrân 35ş41, Meryem 2ş10, Enbiyaş89 adi zikredilir.

Ilerre-i zikr ile dünyâdan edip kat’-ı nazar
Zekeriyyâ gibi cânlar verelim cânâne
Seyyit Vehbî
Cemâline
Zekeriyyâ ogûne âşık idi
Ki âh etmek şakk etti cismini minşâr
Ziyaî

zelâlet: Ar. Horluk, hakirlir.

Geceler aç doyuran gezmeğe sa’y eyler idim
Bezl-i ırz ile varıp kimse zelâlet kılayım
Cinânî

zelel, zelle: Ar. 1. Kayma, ayağı sürçme. 2. Yanılma, yanlış yapma. c. zellâl.

Kalbi âyîne-i ilhâm-ı Hudâvend-i ezel
Zâtı mürsel gibi ma’sûm hatâyâ vü zelel
Ziyâ Paşa
Zelîhâ, Züleyhâ: bk.

Züleyhâ.

zelil: bk. züll.

zell: Ar. 1. Ayağı sürçme, düşme. 2. Yanlış yapma, yanılma.

zell ü fakr: Fakirlik ve düşkünlük.

Zell ü fakrı pîşe kıl arz et hemîşe ihtiyâc
Gösterir çeşm-i niyâza hüsnünü ol rûy-ı niyâz
gaybî

zelle: Ar. Ziyafetten eve getirilen yemek.

İltifâtın bana dünyâ dolusu nimet iken
Olamam zillet edip zelle bir hân-ı felek
Nef’î

zelzâl: bk. zilzâl.

zelzele: Ar. Irgalama, sallanıp savrulma, hareket.

Kûy-ı dile bilmem yine bir velvele düştü
Baştan başa cân mülketine zelzele düştü
Esrar Dede
Eğer ez-kazâ alsa nâ-dân ele
Verir ra’şesi sahrâya zelzele
Keçecizade İzzet Molla
Aynı milliyetin altında tutan
İslâm’ı
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir
Mehmet Akif

zelzele-i cürm: Suç sarsıntısı.

Ne kadar zelzele-i cürm ile vîrâne isem
Var ümîdim ki olam lutf-ı ebedle âbâd
Nâbî

zelzele-i hamle: Hamle sarsıntısı.

Sarsıldığıma zelzele-i hamleden zemîn
Aşûb-ı reste-hîz ü kıyâmet ıyân olur
Nef’î

zelzele-endâz: Zelzele salıca, yer sarsıcı. zelzele-endâz-ı cihan’
Cihanın zelzele atıcısı.

Nice şeb zelzele-endâz-ı cihândır ol şeb
Tâk-ı Kisrâ dil-i küffâr gibi oldu harâb
enderunlu Fazıl

zem: bk. zemm.

zemân: Ar. 1. Zaman, devir, çağ, devir. 2. Süre, mehil. 3. Mevsim. 4. gr.

Fiillerdeki geçmiş zamanlar (-dı, -di; -yor, -acak, -ecek; ar, -er) c. ezmân, ezmine.

Fütâdegân-ı gama sâye-i inâyetimizden
Zekât-bahş-ı per ü bâl idik zemân ile biz de
Nâbî
Filozof ol kişidir kim nerede olsa hemân
Uyar elbette zemâne ona uymazsa zemân
Şinasi zemân-ı âhir: Son zaman.

Ab-ı şemşîri yeter def’a zemân-ı âhir
Ne kadar olsa da dâmen-zen-i tâb-ı bî-dâd
Rızayi zemân-ı devlet: İktidar zamanı.

Hat-âverler güzeşte hüsn ü ânın yâd eder gâhî
Misâl-i merdüm-i müflis zemân-ı devletin söyler
Sünbülzade Vehbi

zemân-ı haşr: Toplanma günü.

Hayâl-i halka-i zülfünle eşkim düşse deryâya
Zemân-ı haşre dek girdâb ber-girdâb olur peydâ
Nâbî

zemân-ı hecr: Ayrılık zamanı.

Zemân-ı hecr dem-i vasl-ı yâr olur giderek
Zemânedir bu zemistân bahâr olur giderek
Nâbî

zemân-ı hükm-i âlem: Âlemin hüküm za
Zemân-ı hükm-i âlem ola dest-i ihtiyârında
İlâhî pîr ola tâ haşre dek baht-ı civân üzre
Ziya Paşa

zemân-ı îd: Bayram zamanı.

Zemân-ı îdde pençeleşmekten gam ile
Seninle pâdişâhım merhabâya el mi değer
Seyyit Vehbî

zemân-ı lâtû safâ: Eğlence ve şenlik.

Zemân-ı lâtû safâ geldi mevsim-i şâdî
Demidir eylese halk-ı zemâne def’-i melâl
Cinânî

zemân-ı işret: Eğlence zamanı.

Zemân-ı işret fevt etmek olmaz fırsat eldeyken
Hemîşe meclis âmâde hemîşe elde câm olmaz
Şeyhülislam Yahya

zemân-ı lâle: Lâle zamanı.

Dimâğıma benim ey dostlar ilâc eylen
Zemân-ı lâlede meyden eğer güzâre kılam
Behiştî

zemân-ı ma’delet: Adillik zamanı.

Muhâldir ki ola mekr ü hîleye kâdir
Zemân-ı ma’deletinde zemâne-i muhtâl
Cinânî

zemân-ı nefha-i hâk: Toprak kokusu zamanı.

Etti nesîm müjde seher nergis ü güle
Erdi zemân-ı nefha-i hâk çeşm ü gûş olun
Şeyhülislam Yahya

zemân-ı sayf: Yaz mevsimi.

Düşmenin helvâsı da burnunda kokdu gâlibâ
Zannım oldur kim zemân-ı sayfe dek etmez karâr
Nedim

zemân-ı tâbiş-i hasret: Hasretin parlayış zamanı.

Cihânda şeh-per-i tâvûs dûd-ı âhımdır
Zemân-ı tâbiş-i hasrette bana bâd-efrâh
Behiştî

zemân-ı terakkî: İlerleme zamanı.

Zemân zemân-ı terakkî, cihân cihân-ı ulûm
Olur mu cehl ile kâbil beka: -yı cemdyyât
Sadulllah Paşa

zemân-ı va’d-i tahassür: Üzülme sözünün zamanı.

Zemân-ı va’d-i tahassürde başkadır âlem
O telh şerbet-i şîrîn-güvârı benden sor
Nedim

zemân-ı va’de: Vade zamanı. manı.

Zemân-ı va’de geçip geldi oldu vakt-i zevdl
Aceb o şems-i duhâ eylemez mi arz-ı cemâl
Cinânî
ezmân: Zamanlar.

Nedir geçsin sefâletlerle, heybetlerle ezmânın
Neden azmin süreksiz, yok mudur Allah’a îmânın
Mehmet Akif

zemâne: Kötü ve fena zaman (yermek için).

Yok bî-garaz muâmele ehl-i zemânede
Kimse ibâdet etmez idi
Cennet olmasa
Nâbî
Cefâ için mi getirdi felek cihâna bizi
Dahi ne günlere saklar aceb zemâne bizi
Tîğî zemâne-i mağrûr: Gururlu zaman.

Cefâdan eyledi tövbe sipihr-i kîne-güdâz
Sitemden oldu perîşân zemâne-i mağrûr
Nâbî

zemane-i muhtâl: Hileci kötü zaman.

Muhâldir ki ola mekr ü hîleye kâdir
Zemân-ı ma’deletinde zemâne-i muhtâl
Cinânî

zemânen: zf.

1. Ara sıra, bazı bazı. 2. Vaktiyle.

Ne şeref câhile ger olsa zemânen sâbık
Gül-i ter sonra gelir gül-şene evvel has u hâr
Bâkî

zemherîr: Ar. Şiddetli soğuk; kara kış.

Zemherîr içre güzel ser-mâye
Saklasan onu dem-i sermâya
Enderunlu Fazıl
Zemistân geldi hükm-i zemherîr erdi cihân üzre
Felek ak câmeler kesti sevâd-ı bûstân üzre
Ziyâ Paşa
Zemherîr öyle berg ü ber vermiş
Kış gününde kemâle erdirmiş
Abdülhak Hâmit

zemini, zemîme: Ar. Zemm’den; beğenilmeyen kötü hâl.

Terbiyet-gerde-i hulk-ı hüsnî olsa tıbâ’
Hüsn-i ahlâka mübeddel olur ef’âl-i zemîm
Nazîm (Yahya)

zemin: Ar. 1. Yer, yer yüzü. 2. Bir şeyin asıl rengi. 3. mec. Dayanak, temel, esas. 4. Eda, tarz. 5. Tema, mevzu.

Bahâr erdi yine düştü letâfetgül-istân üzre
Yine oldu zemînin lutfugâlib âsmân üzre
Nef’î
Sahn-ı zemîni sünbüle benzetti âsümâne
Bir nakş-ı dil-keş oldu uydu zemîn ü zemâne
Şeyhülislam Yahya
Meğer kilk-i sebük-cevlânın olmuşgerm-rev
Gâlib
Zemîn âteş zemân âteş bütün nakş u nigâr âteş
Şeyh Galip
Îran zemîne tuhfemiz olsun bu nev gazel
İrgürsün
Isfahân’a
Sitanbul diyârını
Nedim
(irgür-: ulaştırmak)

zemin-i Arasât: Arasat’ın yeri
Tün ü gün nâle vü zâr ile kıyâmetler edip
Arsa-i kûyun etmişti zemîn-ı Arasât
Bağdatlı Ruhi

zemîn-i arsa-i hüsran: Hüsran arsasının altı.

Zemîn-i arsa-i hüsrânda şimdi hâk-i ahkardır
O serler kim cihâna sığmaz idi eğer altında
Yenişehirli Avni

zemin-i âsumân: Gökyüzünün asıl rengi.

Zemîn-i âsumân olmuş sanır seyreyleyen onu
Olunca aks-i eşkâl-i felek ferşinde manzûru
Nef’î

zemin-i aşk: Aşk zemini.

Kalbim zemîn-i aşk, serim âsümânıdır
Ahım onun sehâb-ı savâik-feşânıdır
MuaHim.

Naci zemîn-i bisât-ı kadr-i çarh: Feleğin kıymetli döşemesinin yeri.

Zemîn-i bisât-ı kadr-i çarh hayme-i azamet
Nücûm-ı sâbit ü seyyâre meş’al-i kudret
Nâbî

zemîn-i cilve-gâh-ı kutsiyân: Meleklerin cilve yaptıkları yerin altı.

Zemîn-i cilve-gâh-ı kutsiyânı arş-ı a’lâdır
O rütbe mürtefi’dir sahâ-yi eyvânı istiğnâ
Leskofçalı Galip

zemîn-i dil: Gönül yeri.

Zemîn-i dilde kim vakt-i hasad kişt-i mihnettir
Cerâhat tûde tûde dâg hirmen hirmen olmuştur
Nâilî

zemîn-i garka-i tûfân: Tufana batan yer.

Tanîn-endâz-ı tâs-ı çarh olan feryâd ü zârımdır
Zemîn-i garka-i tûfân eden hep eşk-bârımdır
Edhem
Pertev Paşa

zemîn-i hicv: Hiciv yeri.

Zemîn-i hicvi bastın sel misin
Seyhan mısın kâfir
Kurumlar neşr edip tüttün gene külhân mısn kâfir
Fazıl
Ahmet
Aykaç (Nedim’in gazeline naziredir)

zemîn-i lâciverd: Lacivert renkli yer.

Değil mâhî kabâda tal’atin nakkaşlar gûyâ
Zemîn-i lâciverde bir dirahşân yûh yazmışlar
Nâilî

zemîn-i nedâmet: Pişmanlık yeri.

Ettikçe rûy-mâl zemîn-i nedâmete
Rîş-i sefîd-fâm ile cârûb-ı tevbeyiz
Nâbî

zemîn-i sipihr-i berîn: En yüksek göğün yeri.

Eder vücûdun ille dadî-i mübâhâtı
Zemîn-i sipihr-i berîne, zemîne çarh-ı kebûd
Sâmi zemîn-i şi’r: Şiir tarzı.

Kâviş ehli eder idrâk zemîn-i şi’ri
Nâbîyâ kadrini bu ma’nî-i nâ-yâbların
Nâbî

zemîn-i Şark: Doğu tarafı.

Büyük tanıldı, mukaddes bilindi zulüm eli
Zemîn-ı Şark’ı mezâlim kasıp kavurdukça
Mehmet Akif

zemîn-i şûre-i zühd ü riyâ: Zühd ve riya kuruluğunun yeri.

Ger olsa lutfu rindâna eder perverde te’sîri
Zemîn-i şûre-i zühd ü riyâda tohm-ı engûru
Nfî zemîn-i yek-nesak: Tek şekilli tarz.

Ki her birinde değişsin bütün bütün âheng
Zemîn-i yek-nesak olsun edâsı reng-â-renk
Mehmet Akif

zemîn-bûs: Yer öpme (saygıyla eğilme).

Zemîn-bûs eyleyip düstûr-ı ekrem-i izz ü devletle
Der olşâhenşeh-i zîşâna kim mâlik-i rikâbımsın
Nedim

zemîn-bûs-i kadr: Değere saygı gösterme.

Zemîn-bûs-i kadrin-çün
İncîl ede
Beşer sana ne dille tebcîl ede
Ahmet Paşa

zemistân: Far. Kış mevsimi.

Güzer etmektedir ikbâl ü rutûbet dediğin
Biri hurşîd-i zemistân birisi reşh-igamâm
Nâbî
Cevr-i devre kıl tahammül tez geçer bir kara gün
Fenniyâ vakt-i zemistânda çabuk akşam olur
Fennî (YozgatlI Mehmet Sait)
Zemistân geldi hükm-i zemherîr erdi cihân üzre
Felek ak câmeler kesti sevâd-ı bûstân üzre
Ziyâ Paşa
Kılmasın devr-i felek bir daha icrâ-yı fusûl
Ne bahâr u ne harîf ü ne zemistân olsun
Enderunlu Fazıl

zemistân-ı riyâ: Riya kışı.

Zemistân-ı riyâ vü zühd-i bârid def’ine
Nâbî
Tenûr-ı âteşîn-ipür-şererdir halka-i tevhîd
Nâbî

zemm: Ar. Yerme, kınama, ayıplama. c. zümûm.

Zemm etseler aceb mi ışkı fakîh ü zâhid
Birisi bir mürâî birisi bir muânid
Behişti

zemm-i vaz’-ı rakîb: Rakibin durumunu yerme.

Ya medh-i mâh-ruhândır ya zemm-i vaz’-ı rakîb
Ziyâd ola dinecek ber-güzârı biz biliriz
Nâbî
(dinicek: denince)

zemzem: Ar. Kâbe civarındaki meşhur ve mübarek kuyunun suyu.

Ab-ı Zemzem suyun içen çok tevbe istiğfar eden
Ol Habîh’in nûrun gören gel varalım
Muhammed’e
Yunus Emre
Kâ’be yüzünde benlerini kılmayınca yâd
Vermez safâ şu
Merve vü Zemzem dedikleri
Şeyhi
Çıkarsa ehl-i neşâtın adı mey-âşâma
Haremde içse de zemzem, şarâbdır derler
Zâik (Şeyh Mehmet Emin)

zemzem-i eşk: Gözyaşı zemzemi.

Kâ’be-i kûyun anıp nûş ettiğim sâgarları
Zemzem-i eşkimle ser-şâr eyledim mey-hânede
Muallim Naci

zemzeme: Ar. Ezgili, nağmeli ses. c. zemzemât.

Kimi sâim, kimi kâim, o tavanlar, yerler “Kul hüvallahü ehad” zemzemesinden inler
Mehmet Akif

zemzeme-i âhirü’z-zemân: Ahir zamanın ahenkli sesi.

Şu söz ki zemzeme-i âhirü’z-zemân ola ol
Gönülde cân gibi saklaya ehl-i vecd ü hâl
Necati Bey

zemzeme-i aşk: Aşk nağmesi.

Gûyâ duyulur refref-i ecnâh-ı sürûşân
Ervâhın olur zemzeme-i aşkı hurûşân
Doktor Abdullah Cevdet

zemzeme-i çeng: Çeng nağmesi.

Sâkiyâ hûşum alan zemzeme-i çeng midir
Yoksa destindeki peymâne-igül-reng midir
Nedim zemzeme-i gûş-resâ: Kulağa ulaşan nağme.

Sâzın yere çalmıştı görüp meclisi hâlî
Nâhîd-i felek zemzeme-i gûş-resâdan
Nâilî

zemzeme-i nây-ı neşât: Sevinç neyinin nağmesi.

Çıktı evc-i feleğe zemzeme-i nây-ı neşât
Tuttu dehri eser-i zelzele-i pây-ı ricâl
Üsküdarlı Hakkı Bey

zemzeme-i perde-i bîrûn: Dış perdenin nağmesi.

Nesi var cünbiş-i kânûn-ı cihânın
Nâbî
Bî-nemek zemzeme-i perde-i bîrûndangayrı
Nâbî

zemzeme-i sevdâ: Sevda nağmesi.

Görürüz âlemi cennet cennet
Dinleriz zemzeme-i sevdâyz
Kemalzâde Ekrem Bey

zemzeme-i Sûz-ı Dilârâ: Sûz-ı Dilârâ nağmesi.

Her lâhzası bir zemzeme-ı Sûz-ı Dilârâ
Her sâati bir fasl-ı Beyâtî
Arabân’dır
Yahya Kemal

zemzeme-pîrâ: Nağme terennüm eden.

zemzeme-pîrâ-yı tarab: Zevk ve safa nağmeleri mırıldayan (kalem).

Oldun ey hâme-ı Nâbî katı çoktan hâmûş
Bilmem ey zemzeme-pîrâ-yı tarab ne oldu sana
Nâbî

zemzemât: Nağmeli sesler.

zemzemât-ı riyâh: Rüzgârların nağmesi.

Şimdi her kûşe ebkem ü câmid
Ne ağaçlarda zemzemât-ı riyâh
Ne hadâyıkta ihtizâz-ı cenâh
Cenap Şahabeddin -zen: Far. “Vurucu, vuran; atan, çalan” anlamlarıyla birleşik kelimeler meydana getirir. c. -zenân.

âteş-zen: Yakıcı, yakan.

Pertev-i nûr-ı cemâlin olalı berk-efken
Dâmen-i mahşere dek olmadadır âteş-zen
Yenişehirli Avni
bâd-zen, bâd-zene: Yelpaze (Rüzgâra vuran).

Şu’le-i aşkı hevâ-yı dildir efzûn eyleyen
Bâd-zen-i bâl semenderdir bu âteş-hâneye
Nedim
berhem-zen: Perişan, karma karışık edici; altını üstüne getiren.

Dest-i berhem-zen olursan ne kadar şiddet ile
Kâmet-i nâzenîne etmez yine teklîf-i kıyâm
Nâbî
bûse-zen: Öpen
bûse-zen-i dâmen-i mesâhifMushafların ucunu öpen.

Nikât-ı nüsha-i hüsne o kes ki vâkıf olur
Edeble bûse-zen-i dâmen-i mesâhif olur
Nâbî
dâg-zen: Nişan, damga.

Bilsem şu kuzu neden gam almış
Her nâlesi kalbe dâg-zendir
Muallim Naci
dâire-zen: Tef çalan.

Olma ol dâirede dâire-zen
Sünbülzade Vehbi
dâmen-zen: Etek vuran.

Ab-ı şemşîri yeter def’a zemân-ı âhir
Ne kadar olsa da dâmen-zen-i tâb-ı bî-dâd
Rızayi
def-zen: Tef çalan.

Kânûn u nakkâre savt-ı şiven
Teb-lerze-i can-güdâz def-zen
Şeyh Galip
dem-zen: Soluk alan.

Dem-zen olmakta o dem cümle tuyûr
Canlanırmış gibi şâdî vü sürûr
Abdülhak Hâmit
dest-zen: El uzatan, tutunan. mec. İşe başlayan, müteşebbis. dest-zen-i dâmen-i feryâd’
Feryat eteğine yapışan.

Künc-i hicrâna olup sen de benim gibi esîr
Rûz u şeb dest-zen-i dâmen-i feryâd olasın
Nâbî
gamze-zen: Gamze atan.

Ol câdû-vâne gözleri ben bildiğim bu kim
Mekkâr-ı gamze-zen-dürür onu bilen bilir
Necati Bey
gıbta-zen: İmrenen, özenen.

El-hakk o sühan güzel sühandır
Nef’î
dahi ona gıbta-zendir
Ziyâ Paşa
gûta-zen: Kendini suya vurmuş.

Dili deryâ-yı nûra gûta-zen kıl
şem’a şulesinden pîrehen kıl
Atâyî (Nevizade Atâullah)
hande-zen: Gülen.

Baktım o cebhe-i seherin inkişâfına
Bir levha seyr eder gibi lâ-kayd ü hande-zen
Tevfik Fikret
kahkaha-zen: Kahkaha ile gülen, kahkaha atan.

Fâhişe nâmı alan her bir zen
Nâle tarzında olur kahkaha-zen
Abdülhak Hâmit
lâf-zen: 1. Geveze, lafazan. 2. Övünen, övüngen.

Lâf-zendir vâiz-i bî-zevkı sanman ehl-i hâl
Kim makâlâtında yoktur fer-igüftâr-ı ricâl
Behiştî
mevc-zen: Dalgalı (deniz)
Nâlende bir sürûd ile bir yâd-ı pür-hazen
Ba’zen olur buhayre-i kalbimde mevc-zen
Tevfik Fikret
müşte-zen: Muşta vuruşu. müşte-zen-i tabl-ı sımâh-ı gerdûn: Feleğin kulağına vuran davulcu vuruşu.

Na’ralar müşte-zen-i tabl-ı sımâh-ı gerdûn
Sadmeler, zelzeleler hadşe-res-i kalb-i menûn
Tevfik Fikret
nâliş-zen: İnildeyen.

Bütün âfâkı istiâb eden boşlukta nâliş-zen
Hayâletler gezer, hep birbirinden hâr ü müsteskal
Tevfik Fikret
ney-zen: Ney üfleyen.

Hemân sen müstakîm ol çerh-i kec-revden hirâs etme
Makâm-ı râsta vermez halel kec-bînî-i ney-zen
Nâbî
nişânek-zen: Nişan tahtasını vuran, nişânek-zen-i meydân-ı kabul’
Kabul edilen meydandaki nişan tahtasını vuran.

Olur elbette nişânek-zen-i meydân-ı kabûl
Pençe-i ma’siyet olmazsa inân-gîr-i duâ
Nâbî
pençe-zen: Pençe vuran.

Eğer verseydi kahrî takvîd hayl-i zaîf-âne
Olurdu mâda âhû-yı pençe-zen derende-i şîr-âne
Üsküdarlı Hakkı Bey
pertev-zen: Işıklandırıcı, nurlandmcı.

Yaktı yandırdı bizi micmer-i sîm-âsâ
Mihr-i ruhsârı olup sînesine pertev-zen
Nedim
pîr-zen, pîre-zen: Kocakarı, acuz.

Pîre-zen dünyâya baş eğme gönül yoksa hemân
Adını merdân-ı ışk içinde nâ-merd eyledin
Behiştî
reg-zen: Hacamatçı, kan alıcı.

İstikamet vermek istersen mizâc-ı âleme
Gâh zahm ur gâh merhem fikrin et reg-zen gibi

râh-zen, reh-zen: Yol vuran, eşkıya.

Şol râh-zen ki hışm ilepeyveste cân asar
Devr-i kamerde gör nice müşgîn kemân asar
Bâkî seng-zen’Taş atan. seng-zen-ı Kâ’be-i dil’
Gönül
Kâbesinin taş atanı.

Olmadan
Ebrehe-veş seng-zen-ı Kâ’be-i dil
Düşmen-ı Kâ’be’ye vur sengi
Ebâbîl gibi
Nâbî
şemşîr-zen: Kılıç çeken.

Tîğ-ı zebân-ı tîz ile şemşîr-zen erem
Meydân-ı güft ü gûya bugün bir dil-âverem
behiştî

tîğ-zen: Kılıç çeken.

Sühan bir tûtî-i mu’ciz-beyândır hâmem üstâdı
Kalem bir kahramân-ı tîğ-zendir dil silah-dârî
Nef’î

tîşe-zen: Balta vuran.

Ben ki ol tîşe-zen-i kûh-ı belâ-yı aşkım
Aferîn etti amden dahi
Ferhâd bana
Enderunlu Fazıl

zahm-zen: Yara açan, yaralayan.

Evtâdları zahm-zen-i a’dâ
Her medd-i tınâbı rek-i ebdân-ı metânet
Nâbî

zarta-zen: Yel atan.

zarta-zen-i hande: Gülerek zarta atan.

Aharın hicvi revâ mı çelebim vâlidenin
Rûyuna zarta-zen-i hande iken kûn-ı şebek
haşmet

zen: Far. Kadın. c. zenân.

Her kimin olsa evinde dü zeni
Bozulurmuş o kişinin düzeni
Şâkir (Hüseyin)
Ne ola her dem nikâb ile çıkarsa yollara zenler
Ki bağlar yüzlerini kasd-ıgâret etse reh-zenler
Bekayî
Zen takâzası yeter ehl-i dilin zevkına sed
Ne kadar olsa da vüs’atli harem dâiresi
Manastırlı
Nâilî

zen-i felek: Feleğin kadını.

Zen-i felekte vefâdan eser olaydı eğer
Bu denlü hüsn ile ömrü onun geçer midi tûl
behiştî

zen-i fertût: İhtiyar kadın.

Zen-i fertûtken
İlâhî seversen dünyâ
Dil serâyında ne lâyıktır ede sultânlık
Behiştî

zen-i gerdûn: Feleğin kadını.

Zen-i gerdûn görünürse birine yer değmez
Acebâ sînede şâzî gele mi gam yerine
Behiştî

zen-i mekkâr: Hileci kadın.

Zen-i mekkârdır dünyâ onun âline aldanma
Çekersin âkıbet mekrin kalender ol kalender ol
Arşî
Dede

zen-i mekkâre: Hileci kadın.

Verme dünyâya
Behiştî
hazer et gönlünü kim
Zen-i mekkâreye merdâneler aldanmadılar
behişti

zen-i nefs: Nefsin kadını.

Meydâna er gelip zen-i nefsini er edip
Kalbi sivâdan arıtanı biz de bulmuşuz
Nuri

zen-perest: Kadın düşkünü.

Zen-perest olduğu-çün tîşe ser-ı Ferhâd’a
Hüsrevâ kûh-ı fenâ
Şîrîn’in dişidir
Behiştî

zenân: Kadınlar.

Avniyâ
Zâl-i zemânın mekrine aldanma kim
Kim zenânın cevrini çekmek gelir merdâna güç
Avnî
Bilmezse kadr-i hüsnünü hûbân aceb değil
Mevrûstur misâl-i zenân mükteseb değil
Nâbî
Bir beldede hicâb-ı zenân ayb olup yine
Bir şehirde bu hâlet olur bâis-i cemâl
Ziyâ Paşa
Saçına bağlanıp aldanma zenânın sözüne
Sevdiğim akl-ı nisâ geh uzanır geh kısalır
Enderunlu Fazıl

zenân-ı fikr-i muhâl: Boş fikirli kadınlar.

Harâm-zâde-i mihnet tevellüd eylemesin
Zenân-ı fikr-i muhâl ile hem-frâş olma
Nâbî

zenne: 1. Kadın. 2. Orta oyununda ve karagözde kadın rolünü yapan.

Zenneye çıksa oyunda çengi
Yüreği oynar uçardı rengi
Sünbülzade Vehbi

zen-pâre: Zampara; kadın dostu.

Sen beni zen-pâre mi sandın ki bastın ey nefer
Komşudan sor kim bu avret kendi karımdır benim
Sürûrî
Birisi sürmeli zen-pâre idi
Bir gök gözlü gulâm-pâre idi
Sünbülzade Vehbi

zenah, zenahdân: Far. Çene.

Leb-i teşne-i hayrete zenahdân
Peymâne-i sîm-ı Ab-ı Hayvân
Şeyh Galip
Cânıma ki çâh-ı zenaha zülfü kemişti
İnsâfa gelin
Yûsuf-ı Ken’an niçe benzer
Âşık Paşa
(kemiş-: düşmek.)
Şol kara hâlin zenahdânında ey hûrşîd-i had
Bir
Habeş’tir
Mısır zindânında mahbûs-ı ebed
Necati Bey
Vasfeyler iken çeh-i zenahdânını
Tıflî
Ruhsârına bir matla’-ı şâh-âne düşürdü
Tıflî

zenân: bk. zen.

zenb: Ar. Kabahat, günah, suç. c. zünûb.

Kat’-ı ümîd etmem afvından kusûr u zenbile
Ben kulum kuldan hatâ yâ
Rab cenâbından atâ
Enderunlu Vâsıf
Kime müznib der isen cân-ı peder
O da bir zenbdir anlarsan eğer
Nâbî

zenb-i vücûd: Vücut suçu.

Zenb-i vücûdu mahv et eriş serây-ı kurba
Cân u tenin îrâdı cânâne hâil olıcak
behiştî (olıcak: olunca)

zenb ü nedâmet: Suç ve pişmanlık.

Kisve-i nazmda gaybettir hicv
Sebeb-i zenb ü nedâmettir hiciv
Nâbî

zünûb: Suçlar, günahlar.

Zâtında şefâat o kadardır ki dilerse
Bir nazra ile mahv-ı zünûb-ı ümem eyler
Yenişehirli Avni
Vezn olundukta zünûbum keffe-i mîzânda
Her günâh-ı bî-girânım ola bir bâr-ı sakîl
Enderunlu Vâsıf

zenbîl: Ar. İçine eşya konulan hasırdan, hurma elyafından örülmüş sepet.

Fikrimde maânî bir içim su olmuş
Zenbîl-i devât içre kalem nân-pâre
Enderunlu Vâsıf
Evliyâ-yı niamın hizmetine meyl etme
Sonra bir kulb takarlar sana zenbîl gibi
Hersekli Arif Hikmet
Ko hasır olup ayakta kalalım istemeziz
Kimsenin dûşuna bâr olmayı zenbîlgibi
Nâbî
Sebzevâtı eteğiyle taşıtıp
Almadı ona bir eski zenbîl
Sürûrî

zenbûr: Ar. Arı, bal arısı. c. zenâbîr.

Taş deler âhım oku şehd-i lebin şevkinden
Ne ola zenbûr evine benzese beytü’l-hazenim
Fuzûlî
Belâsı balına değmez ko lezzet-i dehri
Evin yıkılmaya tâ misl-i hâne-i zenbûr
Hayâlî Bey
Zenbûr kimden eyledi tahsîl-i hendese
Bülbüllere kim eyledi ta’lîm-i zemzeme
Ziya Paşa

zenbûr-ı dil: Gönül arısı.

La’lin misâli bal alacak bir çiçek gezer
Zenbûr-ı dil şükûfe-i pür-engübîn arar
Hâzık (Erzurumlu Mehmet)

zenâbîr: Arılar.

Etse mânend-i güvâre ne olapür-şehd ü kabûl
Künbed-i âlemi feryâd-ı zenâbîr-i duâ
Nâbî

zenbûr-âne: Arı gibi.

Lebin yâdiyle zenbûr-âne feryâd ettiğim şebler
Olur sem-i asel her mum yansa şem’i-dânımda
Nâbî

zenbûr-veş: Arı gibi.

Gelir mihmân-ıgam câna şeb-i mihnet hücûm eyler
Gönül zenbûr-veş inler ne bâl eyler ne mûm eyler
Şeyhülislam Yahya

zencîr: Far. Zincir, birbiri içine geçirilen demir halkalardan yapılan bağ.

Bahâr âşüfte-gânın çekmeye kayd-ı leb-i cûya
Müselsel mevc-i enhârı gümüş zencîr eder mehtâb
Koca Râgıp Paşa
Târ-ı zülfün dil-i âvâreye zencîr ettim
Ahsen vechile dîvâneye tedbîr ettim
Garibî
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım
Hangi çılgın bana zencîr vuracakmış ?
Şaşarım
Mehmet Akif

zencîr-i adl: Adalet zinciri.

Erdi nesîm-i ma’dilet-i kisre-i bahâr
Zencîr-i adli çekti çemen-zâra cûy-bâr
Bâkî

zencîr-i aşk: Aşk zinciri.

Cihânda başıma sultân iken âzâd vü fârig
Beni zencîr-i aşkın boynu bağlı bir esîr etti
Bâkî

zencîr-i ca’d-ı zülf: Saçın kıvırcık büklümü.

Yâ Rab ne sihr eder şu perî-şekl ü şîve kim
Zencîr-i ca’d-ı zülfüne dîvâneyem yine
Nesimi zencîr-i cünûn: Cinnet zinciri.

Kim düşer dâmenime katre-i hûndan gayrı
Kim öper pâyımı zencîr-i cünûndan gayrı
Nâbî

zencîr-i emvâc: Dalgalar zinciri.

Ger olsa ihtisâb-ı adli mâni seyr-i gül-zâra
Sabâ zencîr-i emvâc ile bende eylerdi enhârı
Nef’î

zencîr-i esâret: Esirlik zinciri.

Kemend-i cân-güdâzı ejder-i kahr olsa cellâdın
Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten
Namık Kemâl

zencîr-i fenâ: Yokluk zinciri.

Tûluna bakma ki zencîr-i fenâdır ömrün
Seni her lâhza adem mahbesine doğru yider
behiştî (yid-: koşmak)

zencîr-i gam: Gam zinciri.

Her kılı zencîr-i gam her târı bir mâr-ı elem
Böyledir ol zülf-i pür-ham dikkat ettim mû-be-mû
Şeyhülislam Yahya

zencîr-i girih-gîr: Düğüm tutmuş zincir.

Zencîr-i girih-gîri çü bu zülf-i siyehtir
Bend eyle
Cem’in boynuna dîvâne gerekse
Cem Sultan

zencîr-i hayâlât: Hayaller zinciri.

Zencîr-i hayâlât ile ârâm eder ancak
Dil nâmına nâ-dîde bu dîvâne kimindir
Nâbî

zencîr-i ışk: Aşk zinciri.

Zencîr-i ışkın urmasa bir bend-i nâ-bedîd
Kûh-ı cünûna çoktan olurdum revân demîd
behişti

zencîr-i kazâ: Kaza halkası.

Zencîr-i kazâ mı aceb ol zülf-i girih-gîr
Her tuttuğunu zümre-i dîvâneden eyler
Esrar Dede

zencîr-i melâmet: Aşağılanmak zinciri.

Bilmem nice mecnûnam hem-sohbetim olmağa
Zencîr-i melâmette dîvâne kabûl etmez
Hayâlî Bey

zencîr-i mevc: Dalga zinciri.

Gâlib’i zencîr-i mevce çekmeden cûy-i cünûn
Vaktidir ey nev-bahâr-ı işve bu gül-zâregel
Şeyh Galip

zencîr-i muhabbet: Sevgi halkası.

Zencîr-i muhabbet çekerek geldi cihâna
Mecnûn ile dîvâne gönül tev’eme benzer
Vecdî

zencîr-i müşg: Koku halkası.

Kisrâ-yı hüsnündür ki bugün kaşı tâkına
Zencîr-i müşg asar ham-ıgîsûsu
Kâsım’ın
Ahmet Paşa

zencîr-i pây-i ömr-i şitâbân: Akıp giden ömür ayağının zinciri.

Ey zülf-i ham-be-ham dökülüp sînem üstüne
Zencîr-ipây-ı ömr-i şitâbânım ol benim
Nedim zencîr-i ser-i zülf: Saçın baş halkası.

Bağla zencîr-i ser-i zülfüne dîvâne dili
Ya’nî
Mecnûn-sıfat başına sevdâyı getir
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

zencîr-i sutûr-ı Mushaf: Mushaf satırlarının zinciri.

Hâşe lillâh ki bu dîvâne-i şevk-i hatına
Sebeb-i kayd ola zencîr-i sutûr-ı Mushaf
Fuzûlî

zencîr-i Şîa: Şia halkası.

Her kişverinde kırmağa zencîr-ı Şîa’yı
Azmetti askerin ulu kişver-küşâları
Yahya Kemal

zencîr-i taalluk: İlgili zincir.

Tutmuş o kadar dehri zencîr-i taalluk kim
Ser-rişte-i bî-kaydî dîvânede kalmıştır
Şeyh Galip

zencîr-i zülf
Saç zinciri.

Sevdiğim, kim kurtarır zencîr-i zülfünden beni
Görmemek yeğdir görüp dîvâne olmaktan beni
Benlekçi
İzzet Bey

zencîr-i zülf-i dil-ber: Sevgilinin saçının zinciri.

Azâd iken kul oldu dil-i mübtelâyıgör
Zincîr-i zülf-i dil-bere düştü belâyıgör
Hisâlî zencîr-i zülf-i şûh-ı şehbâ: Kır saçlı güzelin saç büklümü.

Kapağı
Şâm’a atmaktır dil-işûrîdenin fikri
Rehâ bulsa eğer zencîr-i zülf-i şûh-ı şehbâdan
Koca Râgıp Paşa

zencîr-i zülf-i yâr: Sevgilinin zincire benzer saçı.

Zencîr-i zülf-i yâre bend olmadıysa gönlü
Çoktan beri
Behiştî
dîvânedir nedendir
Behiştî

zencîr-bend: Zincir bağı. zencîr-bend-i pâ-yi ömr-i pür-şitâb: Acele geçen ömrün ayağının zincirlisi.

Ne hâlettir sana baktıkça ey cû ömrüm eksilmez
Meğer zencîr-bend-i pâ-yi ömr-i pür-şitâbımsın
Nedim

zeneb: Ar. Kuyruk. c. eznâb.

Gitmeyen yoluna üryân ü fakîr olsun hep
Çâr-mezhebte harâm ola zehâb u zenebi
Nazîm (Yahya)

zeng: Far. 1. Siyahî, zenci. 2. Pas. 3. Zil, çalpara.

Bu gamdan asılı kaldım derâ-yı deyr gibi
Başım aşağıda dilim güft ü gûda nite ki zeng
Hayâlî Bey
Kıla muhlislerin vechini
Hak bedr-i münîr
Ola düşmânlarının kalbi gibi yüzleri zeng
kâzım Paşa

zeng-i gam: Gam siyahlığı.

Kılletimden anlaman peşmîne-pûş olduğumu
Zeng-i gamdan gönlümün âyînesin saklar nemed
Necati Bey

zeng-i şahın: Şahinin zili.

Sadâ-yı zeng-i şâhîndengelir kebk-i derî raksa
Zemân-ı adl ü insâfı acep devr-i tarab-zâdır
Nef’î

zeng-bâr: Zenci ülkesi.

Âhir hicâb-ı Şam’a girip lu’betân-ı Rûm
Tuttu cihânı ma’reke-i cünd-ı Zeng-bâr
NeVî
Bak bak felek-i siyâh-kâre
Âyînegetirdi zeng-bâre
Şeyh Galip

zengî: 1. Zenci. 2. Siyahlık.

Bilmezse ne ola kadrimizi zâhid-i hod-bîn
Ol âyîneyiz kim kef-i zengîde şikestiz
Sâmi

zengî-i zülf-i siyah: Siyah saçının karalığı.

Âteş-i ruhsâre salmış ûd-ı hâlinden buhûr
Zengî-i zülf-i siyâhı üstüne dâmen tutar
Nizami zengâr: Far. 1. Bakır pası. 2. Ufak çan.

Eylesem her ne zemân fikre azîmet erişir
Gûşuma zemzeme-i zeng-i berîd-i ilhâm
Nef’î
Fürûğ-ı mihr mir’ât-ı dile zengârdır sensiz
Harîr-i pertev-i meh dûş-ı câna bârdır sensiz
Münif (Antalyalı)

zenne: bk. zen.

zer: Far. Altın.

Arsa-i sîmîn-i subh üstinde dâim gûy-i zer
Tâ ham-i çevgân-ı gerdûn içre ser-gerdân gelir
Bâkî
Çenârı gör elin açık tut eyyâm-ı hazân erdi
Nisâr-ı zer bülend-âyînlerin bu demde kârıdır
Behiştî
Mâî kâlîçe-i zer bâfeti yaydı gerdûn
Tâ ki pâ-bûs-ı şerîfiyle ola rif’at-yâb
Enderunlu Fazıl
Zer gibi erbâb-ı câh olsaydı muhtâc-ı mihekk
Bilinürdi lâyık-ı ser-kâr kim, ayyâr kim
Esat Muhlis Paşa

zer-i hâlis: Saf altın.

Mis tıynet-ân-ı naksı zer-i hâlis eyleriz
Terkîb-i kîmyâ-yı safâdır zamîrimiz
Nâbî

zer-i kalb: Altına benzeyen kalp.

Zann etme zer-i kalbimi meskûk değildir
Tuğrâ-zededir sikkesi meşkûk değildir
Nâbî

zer-i kâmil: Tam, hâlis altın.

Düşmen ne denlü saht ise de şâd ol ey Nedîm
Seng üzre gösterir zer-i kâmil ayârını
Nedim zer-i mahlûl-i rahşen: Parlaklığı sönmüş altın.

Zer-i mahlûl-i rahşende gibi olurdu nûrânî
Düşeydi pertev-i re’yi eğer reşh-midâd üzre
Nef’î

zer-i nutk: Altın nutuk; altın kadar kıymetli olan söz.

Nakd-i va’di ile hemyân-ı zarûret leb-rîz
Zer-i nutku ile ceyb-i fukarâ mâl-â-mâl
Ziya Paşa

zer-i nücûm: Altın rengindeki yıldızlar.

Zer-i nücûmu ile nakş oldu pâyımın eseri
Ukûs-ı vahşeti ta’kîbe koştuğum gecede
Ahmet Hâşim

zer-i rû(y): Yüz sarılığı.

Zer-i rûyum sirişkimle ezip mektûba hâl çektim
Ter ü rengîn edip sûret veripgâyet güzel çektim

zâti

zer-i tâb: Parlak altın.

Hâlis olmazsa zer-i tâbgibi asl-ı makâl
Girse binpûta-i ta’bîreyine kâl olmaz
Râşit (Molla Feyzizâde Müverrih Mehmet)

zer-bâf: Sırmalı kumaş dokuyan kimse.

Olup zer-bâf
Esrâr kâğıdım altun oluk hâmem
Libâs-ı diğer ettim nev kumâş-ı nazmı eskittim
Esrar Dede

zer-beft, zer-bâfte: Sırma ile dokunmuş kumaş.

Bu tâk-ı lâciverdî zer-beft otağın olsun
Mihr eyleme yengece iki solağın olsun
Ubeydî
Dirliğimden ölmek ey sîmîn-beden yeğdir bana
Câme-i zer-beft ü dîbâdan kefen yeğdir bana
Caferî
Zer-bâfte câme giydi ser-â-ser sanır gören
Etse ihâtâ cismimizi yanar umudumuz
Bâkî

zer-cidâr: Altın duvar.

Gürz-i girân-ı zulmünü ey kanlı nâsiye
Eyvân-ı zer-cidârına as ziynetin diye
Midhat Cemal Kuntay

zer-dûz: Sırma işleyici, sırmakeş. c. zerdûzân.

Bed asla necâbet mi verir hîç üniforma
Zer-dûzpâlân vursan eşek yine eşekdir
Ziyâ Paşa

zer-dûzân: Altın işlemeliler.

Olmasa derd-i teb aşkınla ger bîmâr şem’
Böyle yanıp yakılıp olmazdı zer-dûzânşemf
Riyazî

zer-efşân: 1. Altın saçan. 2. Altın işlemeli.

Bir yeşil garrâ zer-efşân kâğaz olmuştur çemen
Yaraşır yazılsa ger medh-i edîb-i nüktedân
Bâkî
Râyet-i izzetine zeyl-i zer-efşân hûrşîd
İlm-i rif ‘atine cirm-i kamer mehçe-i sîm
Nazîm (Yahya)

zer-ender-zer: İki katlı altın.

Böyle bir kasr-ı zer-ender-zerpür-san’at kim
Reşk eder hâme-i nakkâşına sûret-ger-ı Çîn
Nef’î

zer-endûd: Altın yaldızlı.

Çıkardı mâ-verâ-yıperdeden ta’zîm ile duran
Tutup el üzre bir tâc-ı zer-endûd dırahşânı
Nef’î
Vasfını gülün zer-endûd ile tâk-ı çarha
Böyle tahrîr eder şimdi ricâl-i akâm
Hâzık

zer-ger: Altın işleri yapan, altıncı. c. zergerân.

Zer-gerin nâzik-i sun’unugörmek hoştur
Farktan kıymetin elmâs ü dürr ü yâkûtun
Nâbî
Bezr-ger yerini tutmaz zer-ger
Kefş-ger kârını bilmez dürger
Nâbî

zer-ger-i kâmil: Usta kuyumcu.

Zer-ger-i kâmilidir san’at-i şirin
Bâkî
Nice olur gel beri seyr eyle kalem-kârlığı
Bâkî

zer-gerân: Kuyumcular.

Cevher-i sîr-âb-ı şeb-nem gûşyâre zer varak
Sahn-ı bûstân oldu gûyâ çâr-şû-yı zergerân
Bâkî

zer-hat: Altın çizgi.

Tevhîde koşmuş ehl-i cihâdın birer birer
Zer-hatla tâk-ı arşa yazılsın gazâları
Yahya Kemal

zer-kâr: Altın işi.

Nice şeh
Sultân
Süleymân-ı Selîmü’l-kalb kim
Tâk-ı eyvânında hurşûd oldu bir zer-kâr gül
Hayâlî Bey

zer-keş: Sırmacı, altın tel yapıcı.

zer-keş-i câh: Mevkinin sırmalı elbisesi.

Biz müttekâ-yı zer-keş-i câha dayanmazız
Hakk’ın kemâl-i lutfunadır istinâdımız
Bâkî

zer-külâh: Altın işlemeli külah.

Zer-külâhıyla yâhûd bir dil-ber-i rakkâstır
Bir ayağ üzre semâ’ etmekte dâmen-i der-miyân
Nef’î

zer-nigâr: Altın işlemeli.

Olşehenşâh-ı felek tâbi ki vermiş devleti
Bahr u berr hükmünde hûrşîde livâ-yı zer-nigâr
Fuzûlî
Birisi mâlik-i nüh çetr-i zer-nigâr olmaz
Bu âleme nice şâhân-ı tâc-dâr gelir
Behçetî (Hüseyin)

zer-nişân: Altın nişan.

Berk-ı âh-ı sûz-nâk içre şerâr-ı nâr-ı dil
Zer-nişân hattır görünür tîğ-ı âteş-tabta
Bâkî
Pür gerektir sâgar-ı işkeste câm-ı zer-nişân
Meşreb-i ehl-i fenâda ey gönül
Cemlik budur
Şeyhülislam Yahya

zer-pâlâheng: Altın kemer.

Eyleye tâ
Hüsrev-i sâhib-kırân şark u garb
Eşheb-i zer-pâlâheng-i subhla cevlân-geri
Nef’î

zer-pûş: Altın giyen.

Cemâli vaz’ını bulmaz o mihr-i zer-pûşun
Düzüp bozarsa ne denlü kamer imâmesini
Hamdullah Hamdi

zer-rişte: Altın tel sırma.

Ba’zen de sessizce olurdum müteellim
Zer-rişte, bu ismiydi onun, sanki haber-dâr
Tevfik Fikret

zer-sîne: Sarı göğüslü, bronz renkli göğüs.

Enzârı karşısındaki zer-sîne tarlanın
Deryâ-yı sünbülâtına, eylerdi iştimâl
Cenap Şahabeddin

zer-şümâr: Altın sayı. c. zer-şümârân.

zer-şümârân: Altın sayılar.

Zer-şümârânla tezyîn eder kendüyü dehr
Oldu âyîne o pîre-zene rûy-ı menhûs
Esrar Dede

zer-târ: 1. Altın tel, sırma. 2. mec. Güneş ışını.

İttikâya müstaidd olmaz kibâr-ı devlete
Bâliş-i zer-târ eğer huddâma pâ-mâl olmasa
Nâbî
Ruhsârı zerd-fâmım her kim görse der kim
İlm-i belâdan ayâ bu bir çekîde midir
Esrar Dede
Kefenin olsa zülf-i zer-târın
Bir müzehheb firâş olur bana merg
Cenap Şahabeddin

zer-târ-ı servet: Servetin altın teli.

Cihân mahrûmdur hep kâle-i zer-târ-ı servetten
Libâsı fâhir-i erbâb-ı devlettir nemed şimdi
Namık Kemâl

zer-tîğ: Altın kılıç.

Zer-tîğile cihânı güneş gibi tutmağa
Sancağ u tuğ açıp yürüyen pehlevân dirîğ
Lamiî Çelebi

zerrin: 1. Altın gibi sarı. 2. Altından yapılmış. 2. Çiçek ismi.

Zerrîn kemeri bağladı bir ince bel oldu
Bir nahl-i tecellî demeğe muhtemel oldu
Enderunlu Fazıl
Doğup gün gibi zerrîn tâc ile burc-ı saâdetten
Yetişdişarktan garba ziyâ-yı adl ü ihsânı
Bâkî
Pervâne-i zerrîn gibi her zehre-i zerrîn
Titrerdi zümürrüd geh lerzân çeşminde
Cenap Şahabeddin

zerrîn-bâl: Altın kanat.

Câme-i zîbâ ile tâvûs-ı zerrîn-bâldir
Dilrübâ kim eyler ol reftâr-ıla cevlân-ı îd
Bâkî

zerrîn-külâh: Eskiden kullanılan bir çeşit demir miğfer.

Her firâz nahle giydirdi birer zerrîn-külâh
Subh-dem arz-ı şükûh edip şeh-i hâveristân
Ziya Paşa

zerrîn-per: Altın kanatlı.

Zâğ-ı şeb meh beyzasın alınca zîr-i bâline
Doğdu ondan çin seher tâvûs-ı zerrîn-per güneş
Hayâlî Bey

zerrîn-sitânaltının bulunduğu yer.

Zerrîn-sitâne devlet ile eyleyip nazar
Nergisler oldu nâil-i çeşm-i inâyeti
Nâbî

zer’: Ar. 1. Tarlaya, toprağa, yere tohum saçma. 2. Ekilmiş ekin. c. zürû’.

Hep ser-â-pâ-yı cihân mezra’a-i ibrettir
Cereyân etmededir kâide-i zer’ ü hasâd
Nâbî
Mücerreb bir meseldir ki, cihânda her ne zer’ etsen
Muhakkak öyle bir mahsûl alırsın âhir-i eyyâm
Abdülganî
Seni (Yurtman)

zer’-cû: Buğday arayan.

Ümîd-i gendüm etme sakın zer’-cû edip
Âlemde nîk ü bed kişi hep ekdiğin biçer

Ümmîd-i gendüm etme sakın cev-feşân olup
Âlemde nîk ü bed kişi hep ekdiğin biçer
Şefik (Masrafzade Vakanüvis Mehmet)

zerd: (ijğ Far. 1. Sarı renk. 2. Soluk, solgun.

Germdir şâm u seher mihrinle çarh-ı lâciverd
Geh sirişk-i al eder izhâr ki ruhsâr-ı zerd
Fuzûlî
Görülmez sikke-i tahsîne lâyık çünkü ey bî-rahm
Niçin mânend-i zer cism-i nizârım böyle zerd ettin
Nâbî
Bana berâber olur muydu sadra geçse rakîb
Ne denlü zerd ise terkîb olunmaz zırnîh
Behiştî

zerd-i hazân-dîde: Sonbaharı görmüş sarı.

Her nihâlin varak-ı zerd-i hazân-dîde gibi
Pâyına düşmeğe bî-bâk olacak yerlerdir
Nâbî

zerd-fâm: Sarı ağızlı.

Ruhsârı zerd-fâmım her kim görse der kim
İlm-i belâdan ayâ bu bir çekîde midir
Esrar Dede

zerd-rû: Sarı yüz.

Pûte-i ihlâsta beni görücek zerd-rû
İllet-i tezvîr ile bîmâr sanmış şeh beni
Necati Bey

zerd-sîmâ: Sarı yüz.

Sarartıp şîre dönderdi gamın ben zerd-sîmâyı
Rakîbe gâv göstersen bana göster temâşâyı
Behiştî

zerdî: Sarılık, sarı renkte olma.

zerdî-i iğbirar: Tozlanma sanlığı.

Münfail bir semâ-yı giryânın
Zerdî-i iğbirârı altında
Münkeşif bir hazân-ı nâlânın
Gird-bâdî-i gam-nisârında
Ahmet Hâşim

zerdî-i rû: Yüz sanlığı.

Zâhide zerdî-i rû vâsıta-i zîb olmaz
Her varak-pâre-ipejmürdede tezhîb olmaz
Nâbî

zerîre: bk. zerre.

zerk: Ar. 1. Riya, hile, iki yüzlülük. 2. Dindar gibi görünme, sofuluk taslama. 3. Şırınga yapma, şırınga etme.

Tahkîk bu kim hep işiniz zerk u riyâdır
Taklîddesiz tâatiniz cümle hebâdır
Bağdatı
Ruhi
Câm-ı mey katreleri sübha-i mercân olsun
Geliniz zerk u riyâdan edelim istiğfâr
Bâkî
Ben ol zerk ehline âkım ki zühdün arz edip halka
Keser yinini vü kesmez elini meyl-i dünyâdan
Hamdullah Hamdi
(yin: elbise kolunun bilek üzerine gelen kısmı)

zerk u riya: Hile ve riya.

Bâdeyi rinde verip âşıka ma’şûk eteğin
Sûfye zerk u riyâ zâhide takvâyı getir
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

zerk-pîşe: Hileye alışmış.

Ol zerk-pîşe sûf şeyh oldu mu sanırsın
Yanına düşmek ile bir iki üç bön erler
Necati Bey

zerrâk: Çok riyakâr, mürai, iki yüzlü.

Derler bana ki zâhid ü zerrâk sûfîdir
Tanrı tanık-durur kuru bühtâne kalmışam
Ahmed-ı Dâî
Hep hulûs üzre döner dâire-i hikmette
Edemez arz-ı riyâ pîr-i sipihr-i zerrâk
Yenişehirli Avni
Takıp kemend boynuna döndürdü
Kâ’be’den
Çekti çevirdi zâhid-i zerrâkı zülfü hat
Nedim

zerka’: Ar. 1. Gök mavisi. 2. Arabistan’ın
Yemâme şehrinde
Zerka isimli bir kadın varmış.

Üç günlük mesafedeki bir nesneyi veya bir hareketi görebilirmiş.

Rivayete göre
Yemen ordusu
Zerka’nın kabilesi üzerine yürürken
Zerka’ya görünmemek için ordusunu birer çalıyı siper ederek ilerlemiş.

Zerka, kavmine “Kavmim ağaçlar geliyor!” dediyse de kimse inanmamış.

Sonradan koca bir ordu ile karşılaşınca sözlerine inanmışlarsa da iş işten geçmiş.

Bunun neticesinde
Zerka’nın gözlerini oymuşlar.

Böylece uğursuzluğuyla tanınmış olduğundan kinaye olarak gök gözlü kadın denmiş.

Çeşm-ı Zerka’-ı Yemâme’yle mi bakmış bilmem
Nazar-ı şâhide ahsentü zehî dikkat-i tâm
Nedim

zerka-i Yemâme: Yemameli
Zerka.

Buldu
Zerka’-ı Yemâme şöhret
Var idi bâsırasında hiddet
Sünbülzade Vehbi

zerrâk: bk. zerk.

zerre: Ar. Çok ufak, en ufak parça, molekül. c. zerrât.

Bende yok sabr u sükûn sende vefâdan zerre
İki yoktan ne çıkar fikr edelim bir kerre
Nâbî
Nedîm kendi kulun, kendi müstemendindir
Unutma zerreni ey âfitâb-ı feyz-âsâr
Nedim
bakın ki: Zerrede bir hîç olan vücûd ile
Muvaffak olmadadır kâinâtı temsîle
Mehmet Âkif

zerre-i âfitâb: Güneşin zerresi.

Bir dil-i tîre kim bulapertev-i aşk ile kemâl
Zerresi âfitâb olur zerre-i âfitâb iken
Nazîm (Yahya)

zerre-i cesîme-i fânûs-ı şem’-vâr: Mum fanusu gibi büyük zerre.

Ol zerre-i cesîme-i fânûs-ı şem’-vâr
Olmuş muhît tûde-be-tûde nesîm-ipâk
Ziyâ Paşa

zerre-i gird-i harîm: Namus çerçevesinin zerresi.

Sûde-i hâk-i kerîmi cevher-i terkîb-i hûr
Zerre-i gird-i harîmi nûr-ı çeşm-ı Ferkadân
Üsküdarlı Hakkı Bey

zerre-i hâk: Toprak zerresi.

Her hod-pesend serkeşin eczâ-yı cismidir
Her zerre-i hâki bu köhne neşîmenin
Nâbî

zerre-i hâk-i cevâd.

Cömert toprağın zerresi.

Rîze-seng-i reh-güzârı kıymet-i kevn ü mekân
Zerre-i hâk-i cevâdı hûn-ı behâ-yı kâinât
Yenişehirli Avnî

zerre-i hâk-i der: Kapı toprağının zerresi.

Nite kim her dânenin zımnında muzmerdir şecer
Zerre-i hâk-i derindeşöyledir muzmer güneş
Ahmet Paşa

zerre-i ihsân: Bağış zerresi.

Meğer oldun o mihrin zerre-i ihsânına mazhar
Nikât-ı nazmın ey Esrâr a’lâ hurde olmuştur
Esrar Dede

zerre-i mihr-i cihân-tâb: Cihanı aydınlatan güneşin zerresi.

Neyyîr-i adli eğer salsa cihâna pertev
Zerre-i mihr-i cihân-tâb ile yeksân eyler
Cevrî zerre-i mihr-i cemâl’
Güzellik güneşinin zerresi.

Zerre-i mihr-i cemâlindir ukûl-ı enbiyâ
Katre-i bahr-i kemâlindir bu ummân-ı hikem
Esrar Dede

zerre-i nâ-çîz: Pek kıymetsiz, değersiz şey.

Acz ile noksân ile bir zerre-i nâ-çîz iken
Gül gibi vasf-ı kemâlatında buldum iştihâr
Nazîm (Yahya)

zerre-i nâ-çîz-veş: Değersiz gibi görünen zerre.

Pây-bûs-ı yâr ile olmaz
Cinânî muğtenim
Zerre-i nâ-çîz-veş hâk ile yeksân olmayan
Cinânî zerre-i nâ-müntehâ-yı hâkToprağın sonsuz zerresi.

Bir zerredir ki zerre-i nâ-müntehâ-yı hâk
Bir zerre hârice edemez ondan infkâk
Ziyâ Paşa

zerre-i nûr-ı şemse: Şemsenin parlak zerresi.

Zerre-i nûr-ı şemsesi pîrâye-i hûrşîd ü mâh
Rîzesinin mermeri ser-mâye-i deryâ vü kân
Nef’î

zerre-i şems-i cemâl: Güzellik güneşinin zerresi.

Zerre-i şems-i cemâlin görse kul
Ona her vâdî olur dâg üstü bâğ
Nuri

zerre-i vücûd: Var oluş zerresi.

Nûrunla zül-vücûd-durur zerre-i vücûd
Ey nûr-ı dîde görmedi sâhib-sebel sesi
Hayâlî Bey

zerrât.

Zerre’ler.

Benden terekküb etmede mecmû kâinât
Zerrâttır vücûduma bî-gâye beyyinât
Abdülhak Hâmit
Sehâb-âsâ yürürler yerde câmid gördüğün dağlar
Bütün zerrât bir ka. nûn-ı istimrâra tâbidir
Ziyâ Paşa
Cemre-i hûrşîdtir zerrâtı gerçi döndüren
Kim aceb ol cemre-i âteş-feşânı döndürür

zerrât-ı âlem: Âlemin zerreleri.

Ufk-ı taayyünden doğdu bir güneş
Zerrât-ı âleme saldı bir âteş
Edhem
Pertev Paşa

zerrât-ı anâsır u mevâlîd: Mevcutlar ve unsurların zerreleri.

Zerrât-ı anâsır u mevâlîd
Emrinle bulur nizâm-ı te’yîd
Ziyâ Paşa

zerrât-ı bî-nihâye: Sonsuz zerreler.

Zerrât-ı bî-nihâyesi, zerrât-ı nâimi
Kevnin, hulâsa, fikr-i beşerdir munazzımı
Tevfik Fikret

zerrât-ı cihân: Cihan zerreleri.

Adem-i ma’nâ-durur rûh-ı menâfi âleme
Cümle zerrât-ı cihân ondan buluptur intişâ
gaybî (buluptur: bulmuştur)

zerrât-ı cümle: Bütün zerreler.

Yoktur siper bu kubbe-i firûze-fâmda
Zerrât-ı cümle tîr-i kazâya nişândır
Ziyâ Paşa

zerrât-ı dil-i halk.

Halk gönlünün zerreleri.

Hurşîd-sıfat feyz ile meşhûr-ı enâm ol
Zerrât-ı dil-i halka ziyâ-pâş-ı merâm ol
Mehmet
Re’fet

zerrât-ı kâinât: Kâinatın zerreleri.

Zerrât-ı kâinât işitip daûetin dedi “İnni ucibtu daûete dâin izâ de’â”
Lamiî Çelebi (“Davetçinin davetine çağırdığı zaman icabet ettim”
Bakaraş186)

zerrât-ı kevn: Varlık, var oluş zerreleri.

Zerrât-ı kevn bunda bulur neşve-i hayât
Efrâd-ı halk bunda çeker cûr’a-i helâk
Ziyâ Paşa

zerrât-ı nâim: Uyuyan zerreler.

Zerrât-ı bî-nihâyesi, zerrât-ı nâimi
Kevnin, hulâsa, fikr-i beşerdir munazzımı
Tevfik Fikret

zerrât-ı vücûd: Vücudun zerreleri.

Gölge şeklindeki eşbâha taayyün veriyor
Tepeden tırnağa zerrât-ı vücûd ürperiyor
Mehmet Akif

zerre-misâl: Zerre örneği.

Görse hûrşîd-i felek bârika-i şemşîrin
Rûy-ı arza dökülürdü eriyip zerre-misâl
Üsküdarlı Hakkı Bey

zerre-perverlik: Zerreye önem verme işi.

Ehl-i rif’atdir eden cezb-i kulûb-ı zuafâ
Zerre-perverlik olur fâide-i mihr-i münîr
Sâmi (Arpaeminizade Vakanüvis
Mustafa. Bey)

zerre-sıfat: Zerre kadar.

Dil zerre-sıfat şevk ile girse ne ola raksa
Olduk yine bir pençe-i hurşîde rübûde
Nedim

zerre-vâr: Zerre gibi.

Ey Hayâlî şâh-ıgerdûn der-gehinde zerre-vâr
Afitâb-ı âlem-ârâgibi şöhret bekleriz
Hayâlî Bey

zerre-veş: Zerre gibi.

Ne ola ser-gerdân olursa zerre-veş üftâdeler
Gün gibi ol meh-likânın şöhreti meşkûrmuş
Avnî

zerîre: Zerrecik. c. zerîrât.

zerîrât: Zerîre’ler.

Birer kabîledir eczâ-yı ferdi; zerrâtı
Sırayile âilelerdir; alın zerîrâtı
Mehmet Âkif

zerrîn: bk. zer.

zevâl: Ar. 1. Kaybolma, görünmeme. 2. Zâil olma, sona erme. 3. Güneş’in başucunda bulunma zamanı.

Zâtiyâ hîç zevâl ermez ona zerre kadar
Dîde-i cân ile bir şems-i hüveydâgördüm
Zâti
Saâdet-i ezelî kâbil-i zevâl olmaz
Güneş yer üstüne düşmekle pây-mâl olmaz
Fuzûlî
Arızın devrinde iy meh zülfüne yoktur zevâl
Yata yata su içinde âbnûs olmışdurur
İbni Kemâl

zevâl-i cehl: Cehlin yok oluşu.

Salâh ümmîdine düşme mevâîd-i ekâbirden
Zevâl-i cehle bak maksûduna mîâd lâzımsa
Namık Kemâl

zevâl-i devlet-i dünyâ: Dünya devletinin (rahatlığı) kaybolması.

Bilenler âlem-i kevn ü fesâdın selb ü îcâbın
Zevâl-i devlet-i dünyâ ile endûh-gîn olmaz
Hersekli Arif Hikmet

zevâl-i hiç-â-hiç
Bomboş yok oluş.

Gurûbtur geçen eyyâm ü şebtir âyende
Kemâl-i hîçe mukârin zevâl-i hîç-â-hîç
Abdülhak Hâmit

zevâl-i hüsn: Güzelliğin yok oluşu.

Zevâl-i hüsnü hengâmında bastı hat
Sahîfe çirk-nâk oldukça âdettir rakam çekmek
Nâbî

zâil, zâile: Zeval bulan, baki kalmayan. c. zevâil.

Değildim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil
Bana ta’n eyleyen câhil senigörgeç utanmaz mı
Fuzûlî
(görgeç: görünce)
Zâil oldu leb-i aline olan reng-i şarâb
Kalmadı gamzesinin kudreti mest-âneliğe
Nâbî
Gitmedi la’lin hayâli çeşm-ipür-hûn-âbtan
Gerçi derler zâil olur nakş-ı rengîn âbtan
Behiştî

zevâyâ: bk. zâviye.

zevc: Ar. 1. Çift olan, tek olmayan. 2. Bir kadının kocası, eşi. 3. Karı veya kocanın her biri. c. ezvâc.

Gâh bir nazar-ı şefkatle bakar
Zevcinin gayret-igûl-ânesineTevfk
Fikret
ezvâc: Zevc’ler.

Aline ashâbına ezvâcına etbâ’ına
Hâzır olmuş ravza-ı Rıdvân
Muhammed
Mustafâ
Nuri

zevi-: Ar. Zû’nun cem’i.

Sahipler. bk. zî.

zevk: Ar. 1. Bir şeyin hoşa gitmesi hususu, tat alma, tadını duyma hassası. 2. Cümbüş, eğlence, eğlenti. 3. tas.

Manevî haz. 4. Güzeli
çirkinden ayırma kabiliyeti. 5. Eğlenme, alay etme. c. ezvâk.

Ben ne
Mesîhî ne
Mesîhâ demem
Zevkı hakîkatte arar âdemim
Muallim Naci
Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner
Gam u şâdî-i felek böyle gelir böyle gider
Enderunlu Vâsıf
Kimi vicdâna dokundu kimi cism ü câna
Zevk nâmiyle ne yaptımsa peşîmân oldum
Namık Kemâl

zevk-ı âfiyet: Rahat zevkı.

Fuzûlî bende zevk-ı âfiyet az iste kim çoktan
Ben onu ârzû-yı tal’at-ı cânâne değşirdim
Fuzûlî

zevk-ı aşk: Aşk arzusu.

Zevk-ı aşka ermeyenler zevk alamaz kendüden
Âdem olmak ister isen aşka sa’y et her zemân
gaybî

zevk-ı bâde: Şarap zevkı.

Ey hoş ol ser-mest kim gönlünde zevk-ı bâdeden
Âhıret endîşesi dünyâ hayâli kalmadı
Fuzûlî

zevk-ı bâkî: Kalıcı zevk.

Bî-bekâdır neş’e-i mey zevkın ettim imtihân
Hîç zevk-ı bâkî olmaz neş’e-i dîdâr teg
Fuzûlî zevk-ı bî-hisâb-ı Edrine: Edirne’nin hesapsız zevki.

Hazret-ı Sultân
Murâd-ı kâmrân kim hak vere
Eyleye devletle zevk-ı bî-hisâb-ı Edrine
Nef’î

zevk-ı cedîd: Yeni zevk.

Her tecellîsi onun zevk-ı cedîd ede atâ
Göstere her anda bir şe’n dâimâ ol muhdesât
gaybî

zevk-ı cünûn: Delilik zevki.

Lâubâli vaz’-ı râhat-bahşa mânCdir hıred
Bunda hasret-keş olur zevk-ı cünûna hûşlar
Koca Râgıp Paşa

zevk-ı dîdâr: Sevgilinin gönüldeki aksinin zevki.

Zevk-ı dîdâriyle dil-dârın yok ettim varımı
Devlet-i bâkî ki derler devlet-i dîdâr imzş
Fuzûlî

zevk-ı derd-i ışk: Aşk derdinin zevki.

Ey Fuzûlî zevk-ı derd-i ışka noksân hayftır
İhtiyât etpenbe-i dâgında merhem olmasın
Fuzûlî

zevk-ı elem-i peykân: Ok acısının verdiği zevk.

Urmazam sıhhat için merhem okun yarasına
İsterem çıkmaya zevk-ı elem-ipeykânın
Fuzûlî

zevk-ı fenâ: Yokluk zevki.

Zevk-ı fenâdan elyuyamam yoksa
Nâbîyâ
Âb-ı Hayât teşnesidir nûşumun benim
Nâbî

zevk-ı feyz-i aşk: Aşk bereketinin zevki.

Zevk-ı feyz-i aşk ayrılmaz dil-i âgâhtan
Olamaz peymâne-ı Cem bir taraf mey bir taraf
Ziyâ Paşa

zevk-ı fıkhî: Fıkha ait zevk.

Koca ilmiyyeyi aktar da bul üç tane fakîh
Zevk-ı fıkhîsi bütün, fikri açık, rûhu nezîh
Mehmet Akif

zevk-ı gam: Gam zevki.

Yetmez mi bu keyfiyyet-i mahsûsa ona kim
Zevk-ı gamı erbâb-ı dile rûh-fezâdır
Nef’î

zevk-ı hayât: Hayat zevki.

Yek nefes zevk-ı hayâtın bulamazsın bedelin
Âlemin cümle fedâ eyler isen mâ-hasalın
Nâbî

zevk-ı ittisâl: Kavuşma zevki.

Cânımın cism ile zevk-ı ittisâli kalmadı
Âh kim sensiz dirilmek ihtimâli kalmadı
Fuzûlî

zevk-ı işret: Eğlence zevki.

Zevk-ı işret belâ ile makrûn
Gam neşât ile tev’emân ancak
Cinânî

zevk-ı mey: İçki zevki.

Zevk-ı mey bir ni’met-i uzmâdır ehl-i derd için
Sarhoşun her lağzişi bir secde-i şükrânıdır
Muallim Naci

zevk-ı mülâkât: Kavuşup konuşma zevki.

Hicrân çekerek zevk-ı mülâkâtı unuttuk
Mahmûr olarak lezzet-i sahbâdan usandık
Nâbî

zevk-ı ruh-ı dil-dâr: Sevgilinin güzel yüzünden alınan zevk.

Gönül yetti ecel zevk-ı ruh-ı dil-dâr yetmez mi
Ağardı mûy-i ser sevdâ-yı zülf-i yâr yetmez mi
Fuzûlî

zevk-ı safâ-yı Hû: Allah demenin temiz zevki.

Âşıkların vücûdunu aldı hevâ-yı

Şürîde kıldı onları zevk-ı safâ-yı

Nuri

zevk-ı selîm: Söz ve güzellikte meziyet sahibi.

Kesb eylemekte râbıta
Rabb-i alîm ile İnsân o ilm ü fazl ile, zevk-ı selîm ile
Abdülhak Hâmit

zevk-ı seyr-i gül-şen: Gül bahçesini görme zevkı.

Gâlib olmuş halka zevk-ı seyr-i gül-şengâlibâ
Çekmeye halkı benefşe zülfünün kullâbı var
Fuzûlî

zevk-ı sûret: Resim zevki.

Ferhâd’a zevk-ı sûret
Mecnûn’a seyr-i sahrâ
Bir râhat içre herkes ancak benim belâda
Fuzûlî

zevk-ı sürûd: Şarkı zevki.

Katı yüksekten uçup tâir-i dacvî vügurûr
Etti bu nağme ile zevk-ı sürûda âgâz
Esrar Dede

zevk-ı tahattur: Hatırlama zevki.

Bize bir zevk-ı tahattur kaldı
Bu sönen, gölgelenen dünyâda
Ahmet Hâşim

zevk-ı tîğ: Kılıcın zevki.

Zevk-ı tîğinden aceb yok olsa gönlüm çâk-çâk
Kim mürûr ile bırakır rahneler dîvâre su
Fuzûlî

zevk-ı uzlet: Yalnızlık zevki.

Ketmetme doğru söyle nedir maksad ü murâd
Böyle değişmeden sefere zevk-ı uzleti
Nâbî

zevk-ı visâl: Kavuşma zevki.

Nâbî seninle eyleyelim hisse dil-beri
Zevk-ı visâl bana figân ü enîn sana
Nâbî
Bilmedik zevk-ı visâlin, çekmeyince firkatin
Olmayınca hasta, kadrin bilmez insân sıhhatin
Fıtnat
Hanım

zevk-ı visâl-i yâr: Sevgiliye kavuşma zevki.

Etmez hutûr hâtıra zevk-ı visâl-i yâr
Mümkin midir ki göz göre fikr-i muhâl edem
Hisâlî

zevk-âlûd: Zevke bulaşmış.

Bulutların leb-i sâfında belki zevk-âlûd
Bir ibtisâm arıyor, belki bir melâl arıyor
Tevfik Fikret

zevk-âşnâ-yı ışk’
Aşkın zevkini tanıyan.

Bir gelir zevk-âşnâ-yı ışka lutf u kahr-ı yâr
Birini dost ârzû eyler birin ağyâr-ı hâr
Hüsnî

zevk-yâb: Zevk bulan. da geçmezse bu hulyâdan
Zevk-yâb olmaz iki dünyâdan
Enderunlu Fazıl
Almasa dil-dâde bir ağzı duâlıdan nefes
Zevk-yâb olmazdı cânâ her gün ol düşnâmdan
Sâbit

zevk-yâb-ı gam-ı fürkat: Ayrılık kederinden zevk bulan.

Bir gûne zevk-yâb-ı gam-ı fürkat olmuşuz
Kim yâre hasretiz demeğe hasret olmuşuz
Nâbî

zevk u safâ: Zevk ve eğlence.

Âşıklara çün derd ü belâ zev u safâdır
Ya zevk u safâ derdine düşmek ne belâdır
Bâkî
Gül devri eyyâmıdır, zevk u safâ hengâmıdır
Âşıkların bayrâmıdır, bu mevsim-i ferhunde-dem
Nef’î
ezvâk: Zevk’ler.

Ferdâdaki ezvâk ı o ettikçe teemmül
Eyler bu gün âlâma nasıl olsa tahammül
Mehmet Akif
ezvâk-ı ma’şer: Toplumun zevkleri.

Çok sürmeden gözümden ayırdım o yerleri
Gömdüm mezâr-ı kalbime ezvâk-ı ma’şeri
Kemalzâde Ekrem Bey

zâika: Zevk’ten; insanda maddi ve manevi tat verici, zevk aldıran kuvvet.

zâika-i cân: Candan zevk alma.

Hased ol küşteye kim haşre dek olmaz zâil
Lezzet-i tîğ-ıgamın zâika-i cânından
Nâilî

zâika-i irfan: Bilme, öğrenme tadı.

Tatlı sözlerle yazıp vasfını
Sa’d-âbâd’ın
Eyle şîrîn yine gel zâika-i irfânı
Nedm zâika-i ma’nâ: Mana tadı.

Hisse-yâb oldun ise zâika-i ma’nâdan
Secde-i dâimenin lezzetin al
Tûbâ’dan
Nâbî

zevk-âşnâ: Zevki tanıyan. zâika-i nazm-ı umûr-ı âlemÂlemin işlerinin ölçülü oluşundan zevk alış.

Telh olur zâika-i nazm-ı umûr-ı âlem
Olmasa sirke-fürûşa mütekaM kannâd
Nâbî

zâika-bahş: Zevk sunan.

TabHma feyz-ı Hudâ zâika-bahş ilhâm
Kand-i ma’nî leb-i endîşeme hâzır halvâ
Nazîm (Yahya)

zevrak: Ar. Kayık, sandal. 2. Mekke’de

yapılan zemzem şişesi. 3. Çiçek kadehi, çiçek testisi.

Düşmeseydi zıll-ı temkîni muhît-i çarh-ı vâlâya
Ederdi zevrak-ı zerrîn mihre
Zühre’yi lenger
Nef’î
Çeşm-i hansa cây-ı selâmet gelir hatar
Girdâba sevk-i zevrak eder nâ-hudâ-yı hırs
Râşit (Malatyalı Müverrih Mehmet)

zevrak-ı ayş: Eğlence kayığı.

Bâd-bân açtı gül-i bâdâm çün buldu havâ
Zevrak-ı ayşe benefşe lenger oldu âhenîn
Necati Bey

zevrak-ı câm-ı mey-i rahşân: Parlak şarap kadehinin kayığı.

Bâd-bânının habâbın yine pür etti hevâ
Türüsün zevrak-ı câm-ı mey-i rahşân yürüsün
Şeyhülislam Yahya

zevrak-ı cism
Cisim kayığı.

Gâfl olma bahr-i hestîde re’îs-i akla uy
Zevrak-ı cismin muhâlif rüzgârıdır hevâ
Behiştî

zevrak-ı derûn: Gönül kayığı. (Gönül kayığa benzetildiği için yüzdüğü yer de kan denizidir.)
Tine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şîşedir bu reh-i seng-sâre düştü
Şeyh Galip

zevrak-ı dil: Gönül kayığı.

Mübtelâ oldu gönül câm-ı şarâb-ı nâba
Ah kim zevrak-ı dil düşdü yinegirdâba
Bâkî zevrak-ı işretEğlence kayığı.

Gidilir zevrak-ı işretle çemenden çemene
Cûş-ı mey hâne-ber-endâz-ı ferâğ oldu yine
Vecdî

zevrak-ı mey: İçki kayığı.

Hücûm-ı gamda bana onu etti zevrak-ı mey
Kim etmedi onu tûfân olanda keştî-ı Nûh
Fuzûlî

zevrak-ı sâgar: Kadeh kayığı.

Zevrak-ı sâgarı ey sâkî suyunda kullan
Meclis-i âlem-i âbı edelim neş’e-pezrNuman
Mahir zevrak-ı sahbâ: Şarap kayığı.

Zevrak-ı sahbâyı sâkî sundu çün nûş eyledim
Erdi bir hâlet ki deryâlar gibi cûy eyledim
Bâkî

zevrak-ı ser-geşte: Başı dönmüş, şaşkın kayık.

Nice bin zevrak-ı ser-geşte ona müstağrak
Cûş edip mevc urur bir ulu deryâgördüm
Zâti zevrak-ı zerrîn: Altın işlemeli kayık.

Düşmeseydi zıll-ı temkîni muhît-i çarh-ı vâlâya
Ederdi zevrak-ı zerrîn mihre
Zühre’yi lenger
nef’î

zevrak-âsâ: Kayık gibi.

Zevrak-âsâgam-ı aşkınla yaşımgirdâbı
Gark ediptir sanemâ çeşm-i teri döne döne
Bâkî (ediptir: etmiştir)

zevrak-çe: Küçük kayık.

Girse zevrak-çeye o tuhme ile
Bârını çekmeye kürek mi kalır
Sünbülzade Vehbi
Atladı dâmen tutup üç çifte bir zevrak-çeye
Geçti sandım mâh-ı nev âyîne-i billûrdan
Yahya Kemal

zevrak-çe-i dil-ârâm: Gönlü rahat küçük kayık.

Bak şu zevrak-çe-i dil-ârâmın
Cünbiş-i iltifât-perverine
Tevfık Fikret

zeyl, zeyil: Ar. Etek. 2. Bir şeyin sonu; ilave, ek. c. ezyâl, züyûl.

zeyl-i deryâ: Deniz kıyısı.

Tutmuşam destim ile dâmenin ey kân-ı kerem
Zeyl-i deryâda biten pençe-i mercân-şekl
Hayâlî Bey

zeyl-i ufuk: Ufuk kıyısı.

Eşk-ipür-hûn ser-te-ser tuttu cihân etrâfinı
Dem-be-dem zeyl-i ufukta görünen humret gibi
Ebussuud Efendi

zeyl-i leîmân: Alçak kimselerin eteği.

Engüştgirih-i beste-i ye’s olması yegdir
Etmekten ise zeyl-i leîmâna teşebbüs
Nâbî

zeyl-i lutf: Lütuf ilavesi.

Zeyl-i lutfun dest-i mücrimden çeker sanman onu
Belki onlar hidmet için oldu dâmen dermiyân
Aziz Efendi

zeyl-i mübâhis: Bahsi geçen ilâve.

Bir iki mebhasa ta’lîk olunca intizârım
Uzandı zeyl-i mübâhis çoğaldı kîl ile kâl
Nedim

zeyl-i nâz: Naz eteği.

Bir de sâhil ki, dil-ber-i mahzûn
Sürünür zeyl-i nâzına deryâ
Tevfik Fikret

zeyl-i zer-efşân: Altın saçan ek.

Râyet-i izzetine zeyl-i zer-efşân hûrşîd
İlm-i rif’atine cirm-i kamer mehçe-i sîm
Nazîm (Yahya)

zeyn: Ar. Süs, zinet, bezek.

Hengâm-ı şeb ki küngüre-i kasr-ı âsmân
Zeyn olmuş idişu’lelenipşem’-i ahterân
Bâkî
Buldu bahr-i dilde mihrinden
Atâyî nazmı zeyn
Adet-i meşkûrdur olduğu dürr-perver güneş
Atâyî (Nevizade Atâullah)
Gonca bikre zeyn eder meşşâta-i bâd-ı sabâ
Ebr-i dürr-i âb-dâr iltür ona gırbâl ile behiştî (iltür: iletir, ulaştırır)

zeyn-i şemse-i tâbân: Parlak güneşin süsü. zeyn-i şemse-i tâbân ki reşk-i mihr-i rahşândır
Ziyâ-pâş olsa ger kevn ü emkâna zerrece nûru
Nef’î

zıdd: Ar. 1. Bir şeyin aksi ve hilâfı. 2. karşıt. 3. Nefret edilen, çirkin bulunan şey. c. ezdâd.

Bir ârifim ki zıddına gittim bu âlemin
Buldum dalâlet içre tarîk-ı hidâyeti
Enderunlu Fazıl

zıdd-ı cinsiyyet: Cinslilik zıttı.

Zıdd-ı cinsiylet görür âyînesinde neylesin
Ehl-i terke ta’ne başlar merdüm-i dünyâ-perest
Esrar Dede

zıdd-ı kâmil: Olgunun zıddı.

Zıdd-ı kâmil sanuban ayn-ı müsemmâyı ayân
Zann-ı fâsidte idim mazhar-ı esmâda iken
Esrar Dede
(sanuban: sanarak)
ezdâd: Zıd’lar.

Eyleyip gâhî mürâât-ı nazîr
Gâhî ezdâd ile kıldım ta’bîr
Sünbülzade Vehbi

zıddeyn: İki zıt, iki karşıt.

Böyle zıddeyn diler meşrebte
Ya’nî kim her biri bir mezhebte
Sünbülzade Vehbi

zıddiyyet: Zıtlık, karşıtlık.

Sûret ü sîretteki zıddiyyeti
Fehm ile selb eyledim emniyeti
Muallim Naci

zîk: Ar. Pek dar, pek sıkışık.

zîk-ı ma’âş: Geçim darlığı.

Gehî telâtûm-ı efkârı derd-i zîk-ı ma’âş
Gehî tezâhüm-i ekdârıgayret-i emel
Nedim

zîk-ı nefes: Nefes darlığı.

zıll: Ar. 1. Gölge. 2. mec. Arka çıkma, koruma. c. zılal, ezlâl, zulûl.

Secde-gâhımdır cemâl-i mürşid-i dânâ-yı aşk
Zılli seccâde özü mihrâb-ı vahdettir bana
Esrar Dede
Sâhil gunûde kütle-i deycûr, ufuk abûs
Gök pür-sehâb ü zıll, ona sen mehbit-i ukûs
Tevfik Fikret

zıll-ı adl: Adaletin gölgesi.

Zıll-i adlin hayre dek memdûd edip ol dâverin
Cism-i pâkin eylesin
Mevlâ hatâlardan emîn
Ziya Paşa

zıll-ı arş: Arşın gölgesi.

Zıll-ı arşı bil anlarsan ehl-i gamındır
Onun-çün çekti cefâ ol seyyid-ı Muhtâr
Ümmî Sinan

zıll-ı bî-vücûd: Vücutsuz, belirsiz gölge.

Bir hüzn-i dâimî ile bir zıll-ı bî-vücûd
Bir mevce-i baîdi bu ummân-ı zulmetin
Abdülhak Hâmit

zıll-ı cenâh: Kanadın gölgesi.

Yalnız ikimiz, bir de o: Ma’bûde-i şi’rim
Yalnız ikimiz, bir de onun zıll-ı cenâhı
Tevfik Fikret

zıll-ı envâr: Nurların gölgesi.

Zıll-i envârı uyûn-ı garbiyâna sürmedir
Şahs-ı kudsî sâyesi mir’ât-ı çeşmân-ı hikem
Esrar Dede

zıll-ı Hak: Hakk’ın gölgesi.

Zıll-ı Hak
Sultân
Muhammed
Han ki olmuştur onun
Eşiği toprağının her zerresi enver güneş
Ahmet Paşa

zıll-ı hayât: Hayat gölgesi.

Fışkırır âsumâna zıll-ı hayât
Cûş eder cevv-i bu’da vehmiyyât
Kemalzâde Ekrem Bey

zıll-ı Hudâ: Allah’ın koruması.

Olsun o zıll-ı Hudâ’nın dâimâ âsûde-hâl
Sâyesinde bendegân-ı Rabbü’l-ibâd
Fehim (Hoca Süleyman)

zıll-ı hümâ: Hüma denilen devlet kuşunun gölgesi.

Her kim ki arar bûy-ı vefâ tab’-ı beşerde
Benzer ona kim devlet umar zıll-i hümâdan
Ziyâ Paşa

zıll-ı hümâ-yı devlet: Devlet kuşunun gölgesi.

Biz ki ceyb-i hırkaya çektik seri şimdengerü
Başına çalsın felek zıll-ı ı hümâ-yı devletin
Mantıkî (Ahmet)

zıll-ı kesîf: Yoğun gölge.

Zulümâtın arasından çıkarır nûr-ı latîf
Dahi envârın içinden yaratır zıll-ı kesîf
Şinasi zıll-ı nâ-çîz-i tehî-dest: Boş elin değersiz gölgesi.

Kuvvet-i men’ü atâ kabza-ı Rezzâk’dadır
Zıll-i nâ-çîz-i tehî-deste perestâr olamam
Nâbî

zıll-ı memdûd: Uzatılmış gölge.

Şems-i asr idi asrda şemsin
Zıll-ı memdûd olur zemân-ı kasîr
İbni Kemâl

zıll-ı Rabbü’l-âlemîn: Âlemlerin
Rabbinin koruması.

Hüsrev-i dünyâ vü dîn-i şâhen-şeh-i rûy-ı zemîn
Zıll-ı Rabbü’l-âlemîn
İskender-i devr ü zemân
Üsküdarlı Hakkı Bey

zıll-ı re’fet: Merhamet gölgesi.

Zıll-ı refettir duhân-ı âh-ı dil âşıklara
Hüsrev-i aşkın kadîmi dûdmânıdır gönül
Şeyhülislam Yahya

zıll-ı saâdet: Saadet gölgesi.

Öptüm rikâb-ı rahşın sen şehsüvâr-ı hüsnün
Zıll-i saâdetinde oldum rikâb-ı devlet
Cinânî

zıll-ı serâb: Serabın gölgesi.

Vâdî-i huşkîde yok bir cür’a ya bir katre âb
Belki hâk-i sîne-i çâki görmemiş zıll-ı serâb

zıll-ı siyâh: Siyah gölge.

Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
Te’mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir
Tevfik Fikret

zıll-ı temkin: Sağlam koruma.

Düşmeseydi zıll-ı temkîni muhît-i çarh-ı vâlâya
Ederdi zevrak-ı zerrîn mihre
Zühre’yi lenger
Nef’î

zıll-i Yezdân: Allah’ın koruması.

Zıll-ı Yezdân hazret-ı Sultân
Süleymân şâh kim
Taht eyvân-ı sipihr oldu ona efier güneş
Hayâlî Bey

zıll-ı zalîl: Koyu gölgeli.

Şeytân kaçardı zıll-ı zalîlinden ol mehin
Şol resme vermiş idi mehâbet ona
Hudâ
Lamiî Çelebi zıll-ı zalîl-i gerd-i reh: Yol toprağının karanlık gölgesi. dem hani ki sâye-i perr-ı Hümâ gibi
Zıll-i zalîl-i gerd-i rehin sâybân idi
Cem Sultan

zıll-ı zilâl: Alçaklığın gölgesi.

Vücûd-ı vâcibi fehm eyleyendir ârif-i bi’l-lâh
Ser-â-ser âlemi bunlar bugün zıll-ı zilâl anlar
figânî

zıllu’llâh: Allah’ın koruması.

Her kişi anlayamaz mâni’-ı Zıllu, llâh, ı
Bî-velâyet olamaz kimse o ma’nâya habîr
Nâbî

zıll-efgen: Gölge düşürücü.

Eğer zıll-efgen-i kahr olsa bir kûh-ıgirân üzre
Lâ zılâl
Zıll’ler, gölgeler.

Tâ kim bu nazar-gâh-ı muallâ-yı fenâda
Ecrâm-ı felek arz-ı zılâl ü zulem eyler
Yenişehirli Avni
Alem diyoruz hayâldir hep
Gördüklerimiz zılâldir hep
Abdülhak Hâmit

zılâl-i leyle-i elem: Elem gecesinin gölgeleri.

Düşerdi burc-ı fikrete zılâl-i leyle-i elem
Güler sekînet-i hayâta kanlı çehre-i adem
Kemalzâde Ekrem Bey

zılâl-i re’fet: Esirgeme gölgeleri.

Devha-i ikbâl ü bahtın ser-bülend etsin
Hudâ
Her diyâr olsun zılâl-i refetinden hisse-dâr
Şeyhülislam Yahya
ezlâl: Zıll’ler, gölgeler.

Nurlardan tulû’eder ezlâl
Handelerden gelir bükâ-yı melâl
Kemalzâde Ekrem Bey

zalîl: Gölgeli, gölgede olan.

Şeytân kaçardı zıll-ı zalîlinden ol mehin
Şol resme vermiş idi mehâbet ona
Hudâ
Lamiî Çelebi
Yine kıldı
Hudâ zıll-ı zalîl-i refetin memdûd
Müreccah kıldı zâtın
Hüsrev ü Cemşîdiyân üzre
Nedim

zımn: Ar. 1. Bir şeyin içi. 2. Maksat, meram, gaye, istek. 3. Gizli maksat, gizlice anlatılmak istenen.

Bela zımnında râhat olduğun izhâr eder halka
Felek bî-hûde hâr-ı huşktan gül-berg-i ter vermez
Fuzûlî
Etmez zuhûr asrı da bir kimseden kerem
Zımnında kasd-ı dâiye-i şöhret olmasa
Nâbî

zımn-ı cevâhir: Cevahirin iç özelliği.

Cihânı incimâd etti ihâta havfm ondandır
Kijde zımn-ı cevâhirde olan âba sirâyetler
Nâbî

zımn-ı hüsn: Güzellikteki maksat.

Ân-ı vâhid nice mahrûm idüğüm râhattan
Zımn-ı hüsnünde olan ânını gör ondan sor
Nâbî
(idügüm: olduğum)

zımn-ı san’at: Sanattan maksat.

Dûr-bînân ki eder nakşa nigâh-ı dikkat
Zımn-ı san’atte sebük-destî-i üstâda bakar
Nâbî

zımn-ı tezelzül: Sarsılma maksadı.

Olursa zımnı tezelzüldedir yine râhat
Bu kâr-hâne-i gaflette gâhvâre gibi
Nâbî

zındîk: Ar. Allah’a ve ahirete inanmayan.

zındîk-sîmâ: Zındık yüzlü.

Asrda zındîk-sîmâ şeyhler
Müstecâbü’d-daPelikle lâf atar
Nâbî

zırh: Far. Demirden örme veya dökme savaş elbisesi.

Ammâgiricek ma’reke-i ma’nîye evvel
Şemşîri kor endîşe-i zırh u siper eyler
nef’î (giricek: girince)
Düşmüş türâba zırh u silâhiyle bir yığın
Enkâz-ı âhenîngibi
Tevfik Fikret

zırh-pûş: Zırh örten.

Asker-i nefi ü hevaya çektiler âhı livâ
Halka halka dâglar birle zırh-pûş oldular
Hayâlî Bey

zırnîh: Ar. Sıçanotu, zırnık.

Arsenik madeni ile kükürt karışımı bir madde.

Bana berâber olur muydu sadra geçse rakîb
Ne denlü zerd ise terkîb olunmaz zırnîh
Behiştî

zıyâ’: Ar. Kayıp, yitim, kaybolma.

zâyi’: Kaybolan, elden çıkan, yitik. c. zâyiât.

Ümîdle ömrüm oldu zâyi’
Hâlim tebeh etti za’f-ı tâli’
Fuzûlî
Nejdeyim zâyi’ edip tûl-i emelle nefesi
Kalmadı zerre kadar dilde bu dünyâ hevesi
Şâhî (Şehzade Beyazıt)
Zulmet-i cehl içre teşne zâyi’ etme kendini
Hızr-ı
Gaybî
’ye eriş kim
Ab-ı Hayvân devridir
gaybî

zıyk: bk. zîk.

zî-, zû: Ar. “Sahip” ; -lı, -li; -lu, -lü anlamına kelime başlarına gelerek birleşik kelimeler yapar. zî-asl: Aslına sahip.

zî-asl-ı dil-pesend: Kendini beğenmiş gönül
Her birisi fazilet ile hâce-zâdedir
Zî-asl-ı dil-pesend ü zihî fer’-i müstetâb
Cinânî

zî-bahş: İhsan sahibi, cömert.

Şâhı âlem dâver-i âlî-güher
Zî-bahş-i mesned-i tâc u kemer
Nedim

zî-baht: Bahtlı, talihli, zî-baht-ı hümâyûnMübarek talihli.

Şol gün ki bana gün gibi arz eyleyesin ruh
Zî-baht-ı hümâyûn ü zihî tâliferruh
Lamiî Çelebi

zî-beka: Kalıcı.

Mensûh ü münhasif, mütenahnih, ateh-likaBir varlık.

İşte çehre-i mâzî-i zî-beka
Tevfik Fikret

zî-bende: Bağlı, tutulmuş.

Ola zî-bende-i âgûş ü kabûl-ı Mevlâ
Dîn ü dünyâya mülûk-âne bu sa’yi meşkûr
Enderunlu Fazıl

zî-cûd: Cömertliğe sahip.

İsbât-ı fenâ kılmada, ey Hâlık-ı zî-cûd
Bin nâire, bin mazlime, bin hâile mevcûd
Abdülhak Hâmit

zî-fünûn: Fen bilimlerine sahip.

Dil safhasına baktım etrâf haylî meşrûh
Bildim bu nüsha çıkmış bir zî-fünûn elinden
Nev’î

zî-hayât: Canlı, yaşayan, yaşar.

Hayât-ı zî-hayâta ma’dedirgencîne-i imdâd
Ne mümkündür cihân olmak tehî nâ-pâkliklerden
Nâbî
Bir na’ş-ı zî-hayât idi zîrâ o yâr-i cân
Bir na’ş-ı zî-hayât fakat hem-ıyâr-ı cân
Abdülhak Hâmit

zî-hırâm: Salına salına yürüyüşlü. zî-hırâm-ı istiğnâ’
Zengin yürüyüşlü.

Dehen-güşâ bütün ezhâr-ı jâle-dâr-ı seher
Nesîm-i fecr ile hep zî-hırâm-ı istiğnâ
Ahmet Hâşim

zî-ibtisâr: Uyumlu.

Topraktı her mezâr-ı fakîr-âne bî-rûham
Fakrımla ben de zâir-i zî-ibtisâr idim
Recaizade Ekrem

zî-iktidâr: İktidar sahibi.

Peykerin irfânına bürhândı: Nûrânî idi
Hâce-i zî-iktidârın
Molla
Gûrânî idi
İsmail Safa

zî-kıymet: Kıymetli.

Sözün lü’lü’-i lâlâdan zemâne tuttu zî-kıymet
Neden şâh-ı cihân bî-kıymet eyler böyle lâlâyı
Bâkî
Zî-kıymet olunca ne idelim câh ü celâli
Yuf onu satan dûna harîdârına hem yuf
Bağdatlı Ruhi

zî-kudret: Güçlü, kuvvetli.

Bu şehriyâr değil miydi hâdimü’l-haremeyn
Metâ’-ı cümle-i akvâm iken o zî-kudret
abdülhak Hâmit

zî-rûh: Canlı.

Ey kollarına bâb-ı atâsı meftûh
Fermânına ser-beste cemâd u zî-rûh
Nahifi

zî-safâ: Safa dolu.

Yunus
Emre m der zî-safâ
Peygamberindir
Müctebâ
Çün
Hak dedi yâ
Mustafâ bağışladım ümmetini
Yunus
Emre zî-şân
Şanlı.

Birisi mesned-ârâ-yı
Kapudanânî saâdetle Üçü ol şehriyâr-ı âlemin
Damad-ı zî-şânı
Nedim

zî-şâirî: Şairliği olan.

Hem der ki: Zî-şâirî eser nist
Üstâd-ı sühan benim diğer nist
Ziyâ Paşa

zî-şuûr: Şuurlu, bilinçli.

Yârân bana der ki zî-şuûrum
Mecnûn gibi bense bî-huzûrum
Abdülhak Hâmit

zi’n-nûr: Işıklı, nurlu.

Zi’n-nûreyn
İki nura sahip.

Hz. Osman (r. a.)’ın lakabı.

Hz. Muhammed (s. a. s.)’in bir kızı vefat ettikten sonra ikinci kızını da aldığı için bu lakap verilmiştir.

Ol celîlü’lkadr-ı Zin-nûreyn-i sâhib-i hilk kim
Geldi dünyâya saîd ügitti ukbâya şehîd
Bağdatlı Ruhi
Biri de câmi’-ı Kurân-ı mübîn
Zî’n-nûreyn
Menba’-ı hilm ü hayâ
Hazret-ı Osmân-ı halîm
Nazîm (Yahya)

zû: Ar. “Sahip” anlamında kelimelerin başına gelerek birleşikler meydana getirir.

Birleşirken uzun seslisi “ü”ye dönüşür. c. zevi.

zü’l-basâir: Basiretli.

Çeşm-i zül-basâire her seng-i makbere
Mirât-ı sâf çehre-i ibret değil midir?
Hersekli Arif Hikmet

zü’l-batş: Arslan huylu.

zü’l-batş-ı şedîd: Arslan gibi şiddetli saldırganlığa sahip.

Kef-i ihsân lâkabı mazhar-ı İsm-ı A’zam
Dest-berd-i gadabı hançer zü’l-batş-ı şedîd
kâzım Paşa

zü’l-beyân: Beyan sahibi.

Ey Murâdî iş bu elfâzın beyânı neyledir
Bir beyânsın kim seni bir zü’l-beyân şerh eylemez
Muradî (Sultan II. Murat)

zü’l-celâl: Celal sahibi Allah.

Gördüğün hâl-i hazînin bâisi bir mâddedir
Kim
Hudâ-yı zü’l-celâl
Kur’ânda etmiştir beyân

Ekmelü’l-hulk idi o hûb-ı hısâl
Zü’l-celâl etmiş idi feyz-i cemâl
Hakanî

zü’l-cenâh: Çok cenahlı, her tarafa gelebilir.

Cafer gibi çok mu zü’l-cenâhîn olsam
Müstazhirim Allah’ıma, peygam-berime
Muallim Naci

zü’l-fekâr: İki çatallı, iki ağızlı. (Hz. Ali (r. a.)’ın meşhur kılı cının ismi).

Bir onun esedu’llâh
Alî’dir ki henüz
Zü’l-fekânn ele aldıkça olur hasım dü-nîm
Nazîm (Yahya)
Haydar-ı Kerrâr-ı meydân senâ-yı zâtınım
Esb-i tab’ım
Düldül ü çâlâk hâmem
Zü’l-fekâr
Nazîm (Yahya)
nigâh-ı pür-celâli yanar âteş oldu eyvâh
Leb-ı Zü’l-fekâr-ı Haydar ser-i câmı öptü hâlâ
Esrar Dede
Zü’l-fekâr-ı dü-zebân: İki dilli
Zülfekar.

Sâbit

ü zâhir olunca eser-i bagy ü inâd
Zü’l-fekâr-ı dü-zebâna kalem-i mu’cize-fen
Nâbî
Zü’l-karneyn: 1. İki boynuzlu. 2. Kur’an’da adı geçen; nebi veya veli olduğu söylenen zat. 3. Büyük
İskender (bk. İskender).

La’line ol nev-hatın el sundu zülfü bu aceb
Kijrdi
Zülkarneyn
Hızr’ın
Çeşme-ı HayvânHna
Defterdar
Mehmet Bey

zü’l-minen: İyilikler sahibi (Allah).

Şâh-ı cihân
Sultân
Murâd şâhen-şeh-i âlî-nijâd
Bahr-i adâlet kân-ı dâd zıll-ı Hudâ-yı zü’l-minen
Nef’î
Levm-i hussâdtan, âsîb-i nazardan dâim
Eyleye zâtını mahfuz
Hudâ-yı zü’l-minen
Nedim

zü’l-vecheyn: İki taraflı (Haremlik selamlık)
Kâğıd-âsâ olma zü’l-vecheyn olursunşühpesiz
Simsiyâh eyler yüzün bir kilk-i hiddet âşinâ
Râsih (Enderunî İbrahim)

zü’l-vücûd: Vücut sahibi.

Nurunla zü’l-vücûd-durur zerre-i vücûd
Ey nûr-ı dîde görmedi sâhib-sebel sesi
Hayâlî Bey
Zü’n-nûn: Tarihte üç kişinin lakabı olarak geçer.

Hz. Yunus.

Balığın karnında kırk gün kaldığı için. 2. Ünlü sufi, Zü’n-nûn-ı Mısrî (öl.

907). 3. Hz. Muhammed’e
Mısır meliki tarafından hediye olarak gönderilen kölenin ismi.

Yanında
Düldül isimli at ve
Zülfekar isimli kılıç gönderilmiş.

Peygamberimizi görür görmez
Müslüman olmuş; tıp ve hikmetleri ile ünlü bir sahabe olarak yaşamıştır.

Sararıp benzi
Zü’n-nûngibi gûyâ
Salar su üzre nîlüfer musallâ
Yahya Bey
(Taşlrcalr)
Zü’n-nûn-ı Mısr: Mısır’ın
Zünnûn’u.

Aşk ile kaddin büküp
Zü’n-nûn-ı Mısr olsun dahi
Kâmrân ol kimsedir kim mâlik-i dînâr olur
Bâkî

zevi: Sahipler.

zevi’l-ihtirâm: Saygıdeğer kişiler.

Münkad emr ü nehyine ashâb-ı ütibâr
Ednâ işâretine zevi’l-ihtirâm râm
Bâkî

ziâmet: bk. zeâmet.

zîb, ziyb: Far. süs, bezek.

Zîb ü fer vermek için rû-yi arûs-ı çemene
Yâsemen şâne, sabâ mâşıta, âb âyinedir
Bâkî
Lutf-ı tabHnla edip şi’re tenezzül olsan
Dürr-i mazmûnun ile zîb de nazm-ı kelâm
Cevrî (İbrahim Çelebi)
Hüsrev-i dîvân-ı nazmım kim berât-ı şâiri
Nakş-ı elkâbımla zîb ü zebûr unvân bulur
Nef’î
Her hayâlim bir arûs-ı naz-perverdir benim
Kim bu âlemden değil esbâb-ı zîb ü zîveri
Nef’î

zîb-i âgûş: Kucak süsü.

Olanlar gıbta-fermâ meyve-çîn-i vasl-ı cânâne
nahl-i bâr-mendi zîb-i âgûş eylesin bâri
Beliğ

zîb-i bâzâr-ı hüner: Hüner pazarının süsü.

Dostlar alışverişte hep bizi görsün diye
Zîb-i bâzâr-ı hüner olsun bu nazm-ı müstetâb
Refî-ı Amidî

zîb-i cemâl: Güzelliğin süsü.

Cür’a cür’a mey içip zîb-i cemâl artırdın
Zerre zerre gözümün nûrunu efzûn ettin
Fuzûlî

zîb-i çemen: Çemen, yeşillik süsü.

Hasretle gözüm yaşı ki zîb-i çemen oldu
Rûm elleri kühsâr-ı Bedahş ü Yemen oldu
Neşet (Hoca Süleyman)

zîb-i destâr-ı emel: İstek sarığının süsü.

Eyledim seyre gelelden çemen-i dünyâyı
Zîb-i destâr-ı emel gonce-i istiğnâyı
Nâbî

zîb-i destâr-ı visâl: Kavuşma sarığının süsü. gülü çoktan ederdim zîb-i destâr-ı visâl
Bakmayaydım andelîbin hâtır-ı nâ-şâdına
Nâbî

zîb-i dükân: Dükkân süsü.

Kıl metâ’-ı nazmını ârâyiş-i sûk-ı kemâl
Ey Nedîm-i pür-hüner zîb-i dükân lâzım sana
Nedim

zîb-i efgen: Süs düşkünü.

Haşre dek yâ
Rab makâm-ı şer’a zîb-i efgen et
Bu duâdan gayrisi vird-i zebân olmaz bana
Ziya Paşa

zîb-i erkân: İleri gelenlerin süsü.

Zîb-i erkân zîver-i dîvân vezîr-i şeh-nişân
Sâhib-i lutf-ı frâvân mâlik-i re’y-i rezîn
Nef’î

zîb-i gûş: Kulak süsü (Kulağa küpe).

Zîb-i gûş etmeye âvâz-ı cûsun
Bâb-ı erbâb-ı kerem halka-veş açmışgûşun
Nâbî

zîb-i kabâ: Kaba süs.

Zât olmadıkça fâide vermez nizâm-ı hâl
Lât ü Menât’a revnak ü zîb-i kabâ abes
Nüzhet (Rıdvan Paşazade Efendi)

zîb-i keff-i lutf: Lütuf avucunun süsü.

Zîb-i keff-i lutf ettiği sahbâ-yı nevâziş
Alûde-i endûh humâr etmek içinmiş
Nâbî

zîb-i nühûr: Göz süsü.

Bürîde-i süm-i esbin eder hamâil-vâr
Temîme bend-i cinân-ı hûriyâna zîb-i nühûr
Nâbî

zîb-i rızk: Rızık süsü.

İhlâsın olmayınca
Hudâvend-i âleme
Ey zâhid-i gabî ne okursun namâzda
Nâbî

zîb ü zeyn: Süs ve bezek.

Vâkıâ cennet güzeldir lîk adl-i pâdişâh
Aleme cennet gibi bağışlamıştır zîb ü zeyn
Necati Bey

zîb ü zînet: Süs ve bezek.

Zîb ü zînetten idim âsûde
Olmamıştım daha benfrnûde
Abdülhak Hâmit

zîb ü zîver: Süs ve bezek.

Her hayâlim bir arûs-ı naz-perverdir benim
Kim bu âlemden değil esbâb-ı zîb ü zîveri
Nef’î

zîb-âver: Süsleyici, bezeyici.

zîb-âver-i âgûş: Kucak süsleyici.

Eder mi âherin zîb-âver-i âgûş enzârı
Gözümden kıskanırken dil seni ey merdüm-i dîde
haşmet

zîbâ: Far. Süslü, yakışıklı, ziynetli.

Sûreti zîbâ sanemler çok demen büt-hânede
Var çok ammâ sana benzer büt-i ayyâr yok
Fuzûlî
Bulmaz ol ruhsâr ile ol kadd-i zîbâ hâletin
Bağlasan bir deste gül serv-i hırâmân üstüne
Bâkî
Bahâr eyyâmıdır gül-şenlerin vakt-i temâşâsı
Beşiktaş’ın behişte benzedi her bâğ-ı zîbâsı
Enderunlu Fazıl

zîbâ-peyker: Süslü yüz.

Bu sâl-i ferrûh-fâlde hûrşid-i zîbâ-peykerin
Burc-ı Hamel’de yümn ile ruhsârı oldukta bedîd
Nedim

zîbâ-sûret: Süslü yüz.

Böyle zîbâ-sûret ü pâkîze-sîret görmedim
Bir melektir gûyiyâ etmiş tevellüd hûrdan
Nef’î

zîbâ-ter: Yeni süs.

Tat’ında
Behiştî
’nin her ma’nî-i zîbâ-ter
Ebkâr-ı perîdir kim oynar suya deryâda
Behiştî

zîbak: Ar. Cıva.

Hilmi sûret-dih-i ârâm-ı cihân olmasa olur
Katre-i zîbaka mirât-i kûrî üzre vatan
Nedim

zîbende: () Far. Süslü, ziynetli.

Sâfdır âb-ı revân gibi o denlü nazmım
Ki yazarken kalem çâbük ü zîbende hırâm
Nef’î
Ola zîbende-i âgûş kabûl
Mevlâ
Dîn ü dünyâya mülûk-âne bu sa’y meşkûr
Enderunlu Fazıl

zîbende-gî: Süslülük.

zîbende-gî-i gülşen: Gül bahçesinin süslülüğü-
Mağrûr olupgüşâyiş-i ikbâle, alma âh
Zîbende-gî-i gülşeni bâd-ı hazân bozar
Emin (Hilmi)

zîbende-kabâ: Süslü elbise.

Bu müzdeham-âbâd-ı sitemde ne çekerdik
Bir iki fürû-mâye-i zîbende-kabâdan
Nâiâ zifâf: Ar. Gelini gerdeğe koma, gerdek.

Hacle-gâha girip ol duhter-i nâz
Kıldılar resm-i zifâfa âgâz
Enderunlu Fazıl zih: Far. Kiriş, yay kirişi. 2. Gaytan, şerit. 3. Bir şeyin etrafına, kenarına çekilen hat, çizgi.

İster oku gitmeye yâbâna
Kendi çekinir zih-i kemâne
Şeyh Galip

zih-i kemân: Keman kirişi.

Bir kez zih-ı kemânın öpen tîr-i mürde-dil
Tâ haşr vahşe râtibe-i kût-ı cân verir
Nedim

zih-gîr: Ok atanların zih halkası.

Sîmden yoksa ki engüştüne zih-gîr takıp
Pehlivân-ı felek eyler heves tîr ü kemân
Enderunlu Fazıl
Elinde var ise zih-gîri kaşıdır görünür
Kemâl-i çarha el urdu bu gece
Rüstem-ı Zâl
Veysî (Alaşehirli Üveys Kadı)

zîh-gîr-i sîmîn: Gümüş yay kirişi.

Nişâne eyledi zîh-gîr-i sîmîni meh-i nev
Aceb mi atsa sihâm-ı eşi’ayı hûrşîd
Nadiri (Ganizade)

zihâf: Ar. Bir ibarede uzun okunması gereken bir sesli harfin vezin icabı kısa okunması. c. zihâfât.

zihâfât: Zihaflar.

Evzânda tahürrüz-i zihâfât
Teksîr-i tetâbu’-ı izâfât
Ziya Paşa

zihâm: Ar. 1. Kalabalık, sıkışıklık. 2. Darlık.

Zihâm ogûne cevâmi’de rûz-ı rûzede kim
Mülâzımân-ı kadîmü’z-zemânayer kalmaz
Nâbî
Ne kadar olsa da pâ-mâl-i zihâm ey Nâbî
Eyleyen kûy-ı dil-ârâda ikametgelmez
Nâbî

zihâm-gâh: Kalabalık yer.

Harâbe-zâr-ı dile derd ü gam sığınmaz
Zihâm-gâh-ı imârette bulsa câ-yi girîz
Nâbî

zihn: Ar. Anlama, bilme, unutmama kuvveti. c. ezhân.

Bir iltimâ esîriyle bir serâb-ı zihn
Rükûd-ı nûr ile dem-bestedir ufuklar hep
Mehmet
Behçet Bey
Zahmetli yolculukla yaşım vardı yetmişe
Zihnim, bulunduğum tepeden, daldı geçmişe
Yahya Kemal

zihn-i âyîne-misâl: Ayna gibi parlak.

Zihn-i âyîne-misâlinden temâşâ eyler ol
Şâhid-i ma’nî cemâlin bî-hicâb ü bî-nikâb
Necati Bey

zihn-i derrâk: Çabuk kavrayan zihin.

Zihn-i derrâkın komamıştır kitâba ihtiyâc
Bî-duhân olsa aceb midir güneşte iltihâb
Necati Bey

zihn-i pâk: Temiz düşünce.

Zihn-i pâkindir o şâhîn-i mele’-perver kim
Evc-i fazl içre ne dem eylese kasd-ı nahçîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

zihn-i vekkâd: Parlak düşünce.

Dûde-i fazlının ednâ şererin bulmuştur
Kangı âlemde kipeydâ ola zihn-i vekkâd
Nâbî
Zihn-i vekkâdının evsâfını yazdıkça senin
Geceler kilkimin etrâfina pervânegelir
Nedim
ezhân: Zihin’ler, kavrama kudretleri.

Mebâhisi felek ü arz-ı hikmet ü kîmyâ
Değil vesâvis-i ezhân ü fikr ü temsîlât
Sadullah Paşa
Daldırmada imânları hâcât-ı hayâta
Döndürmede ezhânı bütün başka cihâda
Mehmet Akif

zikr: Ar. 1. Anma, anılma; yâd etme. 2. Allah’ın ismini anma. c. ezkâr.

Ta’bîr edeyim çektiğim âlâmı felekten
Zîrâ ki onun zikri de bir gûne elemden
Nef’î
Ammâ ne zikr ü fkr kim âgâh olanlara
Yâd-ı atâsı hâlet-i kevn ü mekân ü yerdir
Nedim
Kurtulmağa girdâb-ı hatardan zikr et
Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh
Fâmî-ı Amidî (İsmail.)

zikr-i celi: Açık zikr.

Derûn-ı ehl-i şevkı rûşen eyler hazret-i pîrin
Tecellî etmede zikr-i celîden sırr-ıpinhânı
Nedim zikr-ı Cem: Cem’i hatırlama.

Ehl-i feyzin eseri kalmasa da nâmı kalır
Zikr-ı Cem dâir-i bezm olmadadır, câm şikest
Koca Râgıp Paşa

zikr-i cemâl: Güzelliği övme.

Her âkıl oldu fikr-i kemâlinde bî-hıred
Her nâtık oldu zikr-i cemâlinde güng ü lâl
Hamdullah Hamdi

zikr-i cemil: Güzel hatıra bırakma.

Ey Fuzûlî hûblar zikr-i cemâliyle hoşem
Şükr kim kesb etmişem âlemde bir zikr-i cemîl
Fuzûlî

zikr-i evsâf-ı cemil: Güzel vasıfları anma.

Alem ü âdem müzeyyen nûr-ı zâtınla senin
Zikr-i evsâf-ı cemîlin ile dolu dört kitâb
Nuri

zikr-i Hak: Allah’ı anma.

Tarfetü’l-ayn olmagâfil
Hazret-ı Allah’tan
Zikr-iHakk’a rûz uşeb sa’y eyleyen insân olur
Âdile Sultan

zikr-i Hallâk-ı dâim: Dâim olan Allah’ı zikretme.

Pinhân ü peydâ, nevvâr ü muzlim
Etmekte zikr-ı Hallâk-ı dâim
Tevfik Fikret

zikr-i hamd: Hamd zikri.

Zikr-i hamdindir ki her milletten oldu âşikâr
Kâ’be’den âvâz-ı hû büt-hâneden bâng-ı ceres
Ahî

zikr-i hatîb-i andelîb: Bülbül hatibi anma.

Hutbe-ı Rahmân iken zikr-i hatîb-i andelîb
Vâiz-işeytân-ı zâğ uş ağacı minber kılar
Şeyhi zikr-i kalbî: İçten anış.

Tıfl-ı ma’nî zikr-i kalbîdenyakar misbâhını
Mu’cizât-ı enbiyâdan derdimiz tevhîd-i hâs
Ümmî Sinan

zikr-i la’l: Dudağı anma.

Ne olager emvâta ihyâ verse subhun demleri
Zikr-i ladindir kim eyler dem-be-dem tekrâr subh
Fuzûlî zikr-i leb-i la’k
Kırmızı dudağı anma.

Saçın endîşesi tahrîk-i zencîr-i cünûnumdur
Cünûnum def’ine zikr-i leb-i la’lin füsûnumdur
Fuzûlî

zikr-i mâ-sebak: Ders ile birlikte anma.

Cism-i menhûs-ı adûda kalmadı cândan ramak
Dinle kıldım iki târîhimde zikr-i mâ-sebak
Sürûrî

zikr-i Mevlâ: Mevlâ zikri.

Zikr-ı Mevlâ ile her dem kalbini pâk ede gör
Dâimâ âyîne-i dünyâya bak da ibret al
Aşık
Ömer

zikr-i nâm-ı yâr: Yârin şöhretini hatırlama.

Saâdet ol dile kim zikr-i nâm-ı yâr eyler
Hulûs-ı kalb ile enfâsının idâdı kadar
Namık Kemâl

zikr-i na’t: Naatın zikri (Hz. Peygamberi övme)
Zikr-i na’tin derdini dermân bilir ehl-i hatâ
Öyle kim defi humâr için içer mey-hâre su
Fuzûlî
ezkâr: Zikr’ler.

Musırrım sâbitim tâ cân verince halka hizmette
Fedâ-kârın kalır ezkârı dâim kalb-i millette
Namık Kemâl

zilâl: bk. zelîl.

zillet: bk. züll.

zilzâl, zelzâl, zülzâl: Ar. 1. Sarsılma, ırgalama. 2. Yer hareketi, zelzele. c. zelâzil.

Dem-i vegâda çü pâyi semendi deprense
Sipihre lerze düşer arza erişir zilzâl
Bâkî
Zilzâl ü avâsıftan emân ise murâdın
Bünyân-ı felek-sâ-yı tevekkülde mekîn ol
Nâbî
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mdkı
Mehmet Akif

zelâzil: Zilzâl’ler.

zelâzil-i pür-zûr: Zorluk dolu zelzeleler.

Nizâm-ı âlemi bozdu savâik-i cân-gâh
Binâ-yı râhatı yıktı zelâzil-i pür-zûr
Nâbî

zimâm: Ar. Dizgin, gem, yular. c. ezimme.

Olacak oldu hemân çâre ne şimden sonra
Edelim hükm-i kazâ destine teslîm-i zimâm
Nedim
Dest-i ikbâlindedir şimdi zimâm-ı rûzigâr
Sen cihân-sâlâr-ı himmetsin zemînindir zamân
Ziyâ Paşa
Zimâmın hangi ellerde ise artık onlarınsın sen
Behîmî bir tahammül varlığından en büyük hissen
Mehmet Akif

zimâm-ı cism: Cisim dizgini.

Mürîd oldur hakîkatte murâdından ola fânî
Yed-ipîre ede teslîm zimâm-ı cism ile cânı
Gaybî

zimâm-ı devlet: Devletin dizgini.

Seni şâyestegörüp eyledi te’yîd ile Hak Yed-i ikbâline teslîm zimâm-ı devlet
Münif

zimâm-ı hall ü akd’
Bağlama ve çözme dizgini.

Zimâm-ı hall ü akdi elli yaşında iken
Mevlâ
Şerefle dâderi (Abdülhamîd)’e kıldı erzânî
Ziyâ Paşa

zimâm-ı nâsıye-i dehr: Dünya yüzünün dizgini.

Semend-i devlet ü rif’at musahhar-ı rânun
Zimâm-ı nâsıye-i dehr elinde şekl-i inân
Cinânî

zimâm-ı tasarruf: Tasarruf dizgini.

Elinden aldı zimâm-ı tasarrufu şimdi
Yed-i müeyyed-i baht-ı hudâygân-ı kerîm
Nef’î

zimâm-ı umûr: İşlerin dizgini.

Vere zimâm-ı umûru kef-i kifâyetine
Bir ehl-i mekremetin kim ede bu fırkayı şâd
Nef’î

zimmet: Ar. 1. Korumaya alma, sahip çıkma. 2. Üst, üstte olan nesne. c. zimem.

Duâ-yı izz ü câhın zimmetimde farz bilmiştim
Ederdim rûz u şeb medhinle meclislerde gûyâyı
Enderunlu Vâsıf
Meşreb-i ehl-i mürüvvette vefâ zimmettir
Zevk-ı erbâb-ı muhabbette elem âdettir
enderunlu Vâsıf

zîn: Far. Eyer.

Alem-i ma’nâyı eyler pür-tezelzül çünbişi
Râiz-i tab’ım edince rahş-ı fikri zîr-i zîn
Nef’î

zîn-i himmet: Gayret eyeri.

Urdum semend-i tab’ıma çün zîn-i himmeti
Meydân benim verirse eğer
Tanrı fursatı
Figânî

zina: Ar. Gayr-i meşrû cinsel birleşme yapma.

Bir ester eyledi sebkat nice küheylânı
Zemânede veled-i zinâlar aldı meydânı
Seyyit Vehbî

zinâ-kâr: Zina yapan.

Zihî haclet ki çün kıyâmet ola
Her zinâ-kâr olan melâmet ola
Hamdullah Hamdi

zânî: Zina yapan.

Buna âşık diyemem zânîdir
Bu hemân fitne-i şeytânîdir
Enderunlu Fazıl
Kîmyâ ilmi de bilse farazâ
Mümkin olmaz yine zânîde gınâ
Sünbülzade Vehbi

zincir: bk. zencîr.

zindân: Far. 1. Karanlık, yeraltı hapishanesi. 2. Sıkıntılı, karanlık yer.

Aşka kul oldum gerekmez devlet-i dünyâ bana
Sensiz ey rûh-ı revân zindân olur her câ bana
Türâbî
Ehl-i dil sohbet-i nâ-cins ile şâdân olmaz
Bezm-i cühhâl gibi ârife zindân olmaz
Leskofçalı Galip
Bâğa sensiz varamam ey boyu serv ey yüzü gül
Neyleyim gözüme zindân görünür sensiz bâğ
Nazmî
Eğer mezarda, şafak sökmeyen o zindânda
Cesed çürür ve tahayyül kalırsa insânda
Yahya Kemal

zindân-ı aşk: Aşk zindanı.

Gördüğün zindân-ı aşkın neşve-i şevk-âveri
Muktebestir neşvesinden sâgar-ı ser-şârımın
Muallim Naci

zindân-ı belâ: Bela zindanı.

Sadâ-yı nâvekin çıktıkça cân hurrem olur gûyâ
Bu zindân-ı belâdan çıkmağa ruhsat verir câna
Fuzûlî

zindân-ı firâk: Ayrılık zindanı.

Zindân-ı firâk içre koma âşık-ı zârı
Sultân-ı visâlin erişip eylesin âzâd
Nuri

zindân-ı hâk: Toprak zindanı.

Zindân-ı hâkten bu nebâtâtı çekmeğe
Bârânı rismân eder eltâf-ı Kird-gâr
Necati Bey

zindân-gîr: Zindana atılmış, zindana konulmuş. zindân-gîr-i teng-i meclis-i tenTen meclisinin dar zindanına atılmış.

Gerçi zindân-gîr-i teng-i meclis-i tendir dil
Şeh-nişîn-i arşla revzen-be-revzendir dil
Nâbî

zinde: Far. Diri, hayy. c. zindegân: Haşre dek
Ab-ı Hayât-ı sühan
Bâkî dir
Andırıp zinde kılan nâm-ı Süleymân
Han’ı
Nef’î
Zindedir tâ-be-ebed âşık olan
Cân fedâ eylemede sâdık olan
Sünbülzade Vehbi
Okundukça bu şi’r-i dil-pezîrim bezm-i âlemde
Eder zinde revân
Örfî-i merhûm u mağfuru
Öf zinde-i câvid: Ebedî zindelik.

Her deminde bin
Mesîhâ zinde-i câvid olur
Senden izhâr-ı i’câzı
Mesîhâ etmedi
Fuzûlî

zindegân: Diriler.

Peyvend-i gül ile erguvânı
Hızr’a yetir âb-ı zindegânı
Fuzûlî

zinde-dâr: Gece uyumayan, uyanık kalan.

Fener o ruhların aynıdır ki, gark-ı hayâl
Yaşar ümîd ile şeb-zinde-dâr-ı kesel
Tevfik Fikret

zinde-dil: Gönlü diri; mec. uyanık.

Seni kenâra çeken zinde-dil ne şekle girer
Alınca sûretin âgûşa oldu âyîne gaşy
Nâbî

zinde-revân: Canlı yürüyen.

Okundukça bu şi’r-i dil-pezîrim bezm-i âlemde
Eder zinde-revân
Örfî-i merhûm u mağfuru
Nef’î

zindegânî: 1. Dirilik, hayat. 2. Geçim.

Kavâfil-i beşeriyyetşikeste-sâk-ı tüvân
Yürür sükûn ile feyfâ-yı zindegânîde
Cenap Şahabeddin

zindegî: Dirilik, canlılık, hayat.

Mümkün mü dehr-i fânîde hîç eylemek karâr
Cisme hayât u zindegî konuldu müsteâr
Bâkî (Varnalı Abdülbaki)

zindîk: Ar. Zındık, münafık, ahirete inanmayan. c. zenâdîk, zenâdıka.

Bulunca nice vücûdu mezheb
Nice zindîk u hulûlî meşreb
Sünbülzade Vehbi

zînet, ziynet.

: Ar. Süs, bezek, tonak.

Bu bir mâh-ı mükerrem kim sevâd-ı leyle-ı Kadr’i
Siyeh bir hâl-i zînettir cemâl-i kudsiyân üzre
Enderunlu Fazıl

zînet-i Bâğ-ı İrem: İrem
Bağı’nın süsü.

Zînet-ı Bâğ-ı İrem tutmağ için gül-zâr-ı subh
Eyledi gök sebze-zârın pür-gül-i ahmer güneş
Ahmet Paşa

zînet-i dünyâ: Dünya süsü.

Gelmez ey dil gam palâsından bana dîbâ azîz
Himmet ehline görünmez zînet-i dünyâ azîz
behiştî

zînet-i ezhâr: Çiçeklerin süsü.

Nergis ü gül her taraf sen serve olmuş göz kulağ
Zînet-i ezhâr ile firdevse dönmüş bâğ u râg
Aşkî

zînet-i gül-zâr: Gül bahçesinin süsü.

Bir iki şeftâlû ruhsârından ey dil-dâr ver
Zînet-i gül-zârdır zîrâ nihâl-i bâr ver
Şeyhülislam Yahya

zînet-i hâfıza-i millet: Milletin hafızasının süsü.

Sâhib iyçün ne büyük devlettir
Zînet-i hâfıza-i millettir
Hakanî

zînet-i meydân: Meydan süsü.

Zer-bâft döşer şems-i felek râhına zîrâ
Nûr olsa yeridir tapuna zînet-i meydân
behiştî (tapu: huzur)

zînet-i ruhsâr: Yanak süsü.

Dağıtır dil-dâr zülfün zînet-i ruhsâr eder
Gül-sitânın bâğbân-ı hüsn sünbül-zâr eder
Şeyhülislam Yahya

zînet-i zahir: Dış süs.

Zînet-i zâhiri erbâb-ı takarrüb neyler
Zîveriyok harem-ı Kâ’be’de mihrâbların
Nâbî

zînet-bahş: Süsleyen.

Olup bânîsi dâim mesned-i iclâle zînet-bahş
Görünsün tab’-ıpâkinde hezârânşevk bir demde
Nedim

zînet-girifte: Süs tutan.

Revnak-füzûde lutfu ile gülşen-i kerem
Zînet-girifte cûdu ile çihre-i vakâr
Cinânî

zînet-güzîn: Süs seçen. zînet-güzîn-i hüsn-i ifâde: İfadenin güzel
süsünü seçen.

Gelip de olmasa zînet-güzîn-i hüsn-i ifâdem
Gider de zîver-i enzâr olur mu ân-ı maânî
Muallim Naci

zînet-serâ: Süslü, büyük konak; dünya.

zînet-serâ-yı dehr: Dünyanın süslü sarayı.

Tenezzül eylemez zînet-serây-ı dehre âşıklar
Hümâ-pervâz-ı aşka cây-ı süflî âşiyân olmaz
Necip (Sultan III. Ahmet)

zînet-yâb: Süs bulan; süslenen.

Memleket meşşâta-i adliyle zînet-yâb olur
Saltanatpîrâye-i hulkuyle hüsn ü ân bulur
Nef’î

zinhâr, zînhâr: Çlyml-j) Far. e. Asla, sakın, aman, olmaya.

Y’ûnus’a âşık diyüben zinhâr özenip gelmeniz
Çok bezirgân ziyân eder varıcağız uzun yola
Yunus Emre
(diyüben: diyerek)
Ey muallim, âlet-i tezvirdir eşrâra ilm
Kılma ehl-i zulme ta’lîm-i maârif zinhâr
Fuzûlî
Zinhâr eline âyîne vermen o kâfirin
Endîşem âyîne kalemim sürmedân verir
Nef’î

zîn-pûş: Far. Eyer örtüsü.

zîn-pûş-ı ser-â-ser: Kıymetli eyer örtüsü.

Nûrdan bâl açar uçmağa melektir sanasın
Olsa zîn-pûş-ı ser-â-serle ne dem cilve-nümâ
Nef’î

zîr: Far. Alt, aşağı, taht
Müesserdir o rütbe nutku kim zîr ü zeber eyler
Musallat eylese bir zerreyi kûh-ıgirân üzre
Enderunlu Fazıl
Evc-i eflâki tutar zemzeme-i vecd-i melek
Bezm-i vasfında ne dem hâmem ederse bemm ü zîr
Üsküdarlı Hakkı Bey

zîr-i Anka: : -yı şükûh: Ululuk ankasının kanadının altı.

Zîr-i Anka: : -yı şükûhunda felek bir beyzâ
Kef-i mîzân-ı vakârında zemîn bir miskal
Nef’î

zîr-i âteş: Ateş altı.

Yazsalar ravzasının nâmını âteş-dâna
Zîr-i âteşte olur bir çemen-i sebz-remâd
Nâbî

zîr-i bâd-ı derd: Dert rüzgârının altı.

Dil zîr-i bâd-ı derdte ham oldu dâl-veş
Gittikçe yâr yine yükün yukarı yğar
Âşık
Çelebi

zîr-i bagal: Koltuk altı.

Ümmîd-i vefâ eyleme her şahs-ı dagalde
Çok hacıların çıktı haçı zîr-i bagalde
Ziya Paşa

zîr-i bâl: Kanat altı.

Zâğ-ı şeb meh beyzasın alınca zîr-i bâline
Doğdu ondan çin seher tâvûs-ı zerrîn-per güneş
Hayâlî Bey

zîr-i bâlîr: Yastık altı.

Devha-i tevhîdde yaptı
Murâdî
âşiyân
Zîr-i bâlîne alıptır her ne kim var mutlaka
Muradî (Sultan III. Murat)
Zîr-i bâlîne alır himmet ile dünyâyı
Gözün aç
Kâf-ı vücûd içre ne
Ankâlar olur
Azmî (Pir Mehmet)

zîr-i bâr-ı minnet-i esb: Minnet atının yükü altı.

Yok zîr-i bâr-ı minnet-i esb olmadan halâs
Ancak sürer o minneti de nerdübâna dek
Nâbî

zîr-i cenâh: Kanat altı.

Bulsa ger zîr-i cenâh himmetinde perveriş
Nâz ederdi kerkesân-ı çarha bir kem-ter hamâm
Üsküdarlı Hakkı Bey

zîr-i dâmân-ı hafâ: Gizli etek altı.

Rüzgârın şiddetinden oldu âsâyiş-güzîn
Zîr-i dâmân-ı hafâdaşem’-i bezm-ârâgibi
Nâbî

zîr-i dest: El altı.

Zîr-i destinde olursa ta’n mıgül-şende çenâr
Ey sehî-kâmet meseldir dest ber bâlâ-yı dest
Taşlıcalı Yahya Bey

zîr-i destân: Eller altı.

Cülûs ettikte olşâh eyledi i’lân-ı Ttmzîmât
Emin ü mutmain kıldı ser-â-ser zîr-i destânı
Ziyâ Paşa

zîr-i destân-ı hümâyûn: Padişah ellerinin
altı.

İşte ez-cümle selâm ile hitâb eyleyerek
Zîr-i destân-ı hümâyûnunu etti ferhân
Süleyman Nazif

zîr-i eyvân: Çadır altı.

Pîş-i der-gâhında berpâ saff-nişînân-ı felek
Zîr-i eyvânındapervâz etmede kerrûbiyân
Nef’î

zîr-i felek’
Dünya yüzü.

Evc-i feleğe basdı kadem câh ile câhil
Erbâb-ı kemâlin yeri yok zîr-i felekde
Bağdatlı Ruhi

zîr-i fes: Fes altı.

Ne hâlettir kararır gözlerim aklım gider baştan
Kaçan kim zir-i festen zülfünü görsem o cânânın
fennî

zîr-i gîsû: Saçın altı.

Nihânmış zîr-i gisûsunda hâli âşikâr olmuş
O bir dâne ile dâm-zülfüne bin dil şikâr olmuş
Muallim Naci

zîr-i gîsû-yı muanber: Amber kokulu saçın altı.

Zulmet içre yaradan
Ab-ı Hayât’ı ne aceb
Zîr-i gîsû-yı muanberde kodu cilve-i aşk
Esrar Dede

zîr-i günbed-i gerdûn: Feleğin kubbe altı.

Bu zîr-i günbed-i gerdûnda harc et dirhem-i eşki
Behiştî
çünkü hammâma giren derler budur temsîl
behiştî

zîr-i hâk: Toprak altı.

Ateş-âsâ olma ser-keş kıl tevâzu’âb-veş
Ahir eygâfil yerin elbette zîr-i hâktir
Muallim Naci

zîr-i hırka: Hırka altı.

Bu lu’bet-gâhda ey Na’ilî bilmektedir hikmet
Ne zîr-i hırkadandır heft râs-ı nîl-gûn peydâ
Nâilî

zîr-i hükm: Hükmü altında.

Hüsn her kanda bulunsa sipeh-i nahvet ü nâz
Zîr-i hükmünde bulunmak eser-i kevkebidir
Nâbî

zîr-i kadem: Ayak altı.

Mahsûl-ı şevkı ettirir îcâb-ı irtikâb
Hâkin bu denlü zîr-i kademde tezellülün
Nâbî

zîr-i kahr: Kahır altı.

Devril ey köhne taht-ı istiklâl
Zîr-i kahrında inliyor ensâl
Tevfik Fikret

zîr-i külâh: Külâh altı.

Zîr-i külâhtan ham-ı zülfü değil çıkan
Cim-i cemâl gâh nihângeh bedîd olur
Neşatî

zîr-i la’l: Dudak altı.

Zîr-i la’linde o hâl-i müşgîn
Bir
Habeş dil-beridir câna yakın
Neylî

zîr-i leb-i hâme: Kalemin kenarının altı.

Arz eder sîmâ-yı resmim gönlümün maksûdunu
Kalsa da zîr-i leb-i hâmemde dil-hâhın nihân
Muallim Naci

zîr-i lihâf-ı hâver: Doğu yorganı altı.

Havâlarda bürûdet erdi bir pâyâna kim çıkmaz
Güneş zîr-i lihâf-ı hâverinden âsmân üzre
Ziya Paşa

zîr-i liva: Sancak, bayrak altı.

Her taraftan toplanıp ehl-i süyûf
Bağladı zîr-i livâsında sufûf
Ziyâ Paşa

zîr-i nikâb-ı turra: Alın saçı örtüsünün
altı.

Nîm-bâz etmiş nûrun zîr-i nikâb-ı turradan
Rûyunu hem gördüm ol meh-pârenin hem görmedim
Sâbit

zîr-i pâ: Ayak altı.

Ol cihân-ger ü sebük-rev kim tefâvüt eylemez
Zîr-i pâyinde zemîn deryâ mıdır sahrâ mıdır
Nef’î

zîr-i perde: Perde altı.

Lugaz dedikleri şeyh-beyt-i la’l-i cânândır
Ki zîr-i perdede ma’nâsı çok güşâyişi yok
Nâbî

zîr-i rân: El altı.

Ola dâyim semend-i baht u devlet zîr-i rânında
Vere sıhhatle hem lutf-ı Hudâ ömr-i bilâ-gâye
Nef’î

zîr-i ser: Başın altı.

Gehî zîr-i serde destigeh ayağı koltuğunda
Düşe kalka haste-i gam der-i lutf-ı yâre düştü
şeyh Galip

zîr-i tâk: Kemer altı.

Zîr-i tâk serde olmuş akl-ı vahy-âver nihân
Sanki eylemiş kendinigâr içre peygam-ber nihân
Muallim Naci

zîr-i tâk-ı ebruvân: Zafer takına benzeyen kaşların süsü.

Halka-i çeşminde merdüm sanma olmuş lâne-sâz
Zîr-i tâk-ı ebruvânındapiristûlaryine
Nâbî

zîr-i türâb: Toprak altı.

Dem-i âhirde sanma menzilim zîr-i türâb ettim
Günâhım çokluğundan yerlere geçtim hicâb ettim

zîr-i zahm: Yara altı.

Dâg dâg oldu tenim şöyle ki kâviş-ger-i gam
Zîr-i zahmımda bulur genc-i defîn-i yâkût
Hersekli Arif Hikmet

zîr-i zemîn: Yer altı.

Küt edinmiştir bizi mûr-ı ecel erzen gibi
Kim taşır zîr-i zemîne dâne-i hırmen gibi
Derunî (İznikli)

zîr-i zîn: Eyer altı.

Âlem-i ma’nâyı eylerpür-tezelzül çünbişi
Râiz-i tab’ım edince rahş-ı fikri zîr-i zîn
Nef’î

zîr-i zülf: Saçının altı.

Zîr-i zülfünde görenler hattını ebr-i bahâr
Sâye salmış sandılar sahn-ıgül-istân üstüne
Bâkî

zîr-dest: El altı. c. zîr-destân.

Onun berg-i çınârı zîr-dest etti
Sitanbul’u
Kimesne demesin dünyâda kim el üzre el olmaz
Bahtî (Sultan I. Ahmet)

zîr-destân: El altındakiler, uyruk, teba.

Daltabanın dahipey-revlerinin vaktinde
Ayak altında leked-hâr idi zîr-destân
Ş’masi

zîr-rân: Alt tabakayı idare eden.

Sen de at tut sâyesinde
Vâsıf olşâh-ı cihân
Kâm alıptır zîr-rân ettikçe rahş-ı devleti
Enderunlu Vâsıf

zîr ü zeber: Altüst
Üstüne gerçi dönersin bir iki gün âkıbet
Âsyâ gibi edersin dâneni zîr ü zeber
Nev’î zîr: A. Sazın en ince teli.

zîr ü bemm: En ince ve en kalın tel.

Hakanî

yem ben
Muhteşem yanımda ser-heng-i haşem
Hâfız olur leb-beste-dem hâmem edince zîr ü bemm
Nef’î

zîrâ: Far. e. Çünkü, şundan dolayı.

Ben üzümün suyunu severim, süfî dânesin
Zîrâ kimi kızın sever, kimi anesin
Necati Bey
Kesmem ümmîdimi ihsân-ı Hudâ’dan zîrâ
Kerem ü lutfu füzündur benim ümîdimden
Nâbî
Ol gonce-feme bülbül-i nâlân gerekmez
Zîrâ ki der-besteye der-bân gerekmez
enderunlu Vâsıf

zîrek: Far. Çabuk kavrayışlı, uyanık, zeyrek.

İ’timâd etme cihâna mürg-ı zîreksin gönül
Bu diraht-ı bî-sebât üstünde kılma âşiyân
Behiştî

zirih: Far. Demirden yapılan savaş elbisesi, zırh.

zirih-veş: Zırh giyen, zırhlı.

Siper-veş eyle tahammül zirih-veş ol gam-hâr
Tasallut eyleme halk üzre dür-bâş olma
Nâbî

zirve: Ar. Doruk, bir yerin en yüksek noktası.

Olur evsâfı-ı kemâl-i rakama gencîde
Güneşin zirvesini mümkün olursa ta’dâd
Nâbî
Şu bakır zirvelerin ardından
Bir süvârî geliyor kan rengi
Ahmet Hâşim

zirve-i câh: Mevkinin tepesi.

Tenezzül eylemez âlî-himem çirk-âb-ı dünyâya
Onun için zirve-i câha çıkan ekser edânîdir
Hâzık (Erzurumlu Mehmet)

zirve-i ikbâl: Talih yüksekliği.

Etmez mi hazer zirve-i ikbâle çıkanlar
Her bir yokuşun aksini gördükçe inişle
Tayyar Paşa
(Mahmut)

zirve-i şâh: Dalın tepesi.

Zirve-i şâhta dâmen-keş olan mîve-i nâz
Ahir üftâde-i habs-i şikem olmaz da ne olur
Nâbî

zişt: Far. Çirkin, kabih.

Bir pîre-zen-i zişt kaşık düşmânı al kim
Vîrân-kede-i hânede başkuşgörünsün
Havâyî
Muhibbim, siz benim âgâh olunca ser-nüviştimden
Bilin ki maksadım şekvâ değildir baht-ı ziştimden
Abdülhak Hâmit
Pâk tab’ân eser-i hâdise-igam tutmaz
Aks-i zişt, âyînede dâg-ı derûn olmaz hîç
Recaizade Mahmut
Ekrem
Dehr içre fer ü câh ile fahr eyleme câhil
Zişt olsa kişi hil’at ile fâhir olur mu
Celal Paşa
(Seyyit Ali
Celaleddin Paşa)

zişt-beden: Çirkin vücutlu.

Nedir ol tîre-rû vü zişt-beden
Onu var eylemiş
Hudâ yoktan
Nedim

zîver: Çjjj) Far. Süs, bezek, ârâyiş.

Şeref vermez dürr ü güher-i kemâl olmaz zer ü zîver
Hüner kesb et hüner-i bahr-i fazilet kân-ı irfân ol
Bâkî
Zib erkân, zîver divân, vezir-i şehen-şân
Sâhib-i lutf-ı firâvân, mâlik-i re’y-i rezîn
Nef’î
Metâ-ı ziver-i dünyâyı terk eder pirân
Hazân erince hemen berg ü bârı silker şâh
Beliğ zîver-i ahlâk: Ahlakın süsü.

Hem zîver-i ahlâkıla hoş zât-ı melek-hû
Hem behcet-i endâm ile meh-peyker-i âlem
Neşatî

zîver-i bâzâr: Pazar süsü.

Hâce-i dâd ü sited zîver-i bâzâr ede tâ
Dem-be-dem tâze zuhûr emtia-i gûnâ-gûn
Münf zîver-i bezm: Meclisin süsü.

Nev-bahâr oldu yine hükm-i gül-istân yürüsün
Zîver-i bezm olan ol câm-ıgül-efşân yürüsün
Kâmî (Edirneli)

zîver-i câm: Cam süsü.

Bulur ser-mâye-i dânişle âdem revnakı yokken
Ziyâ vermez ne denlü zîver-i câm olsa boş kındîl
Koca Râgıp Paşa

zîver-i dest ü ser: Baş ve ayak süsü.

Yine her nâ-murâdın zîver-i dest ü seri şimdi
Gül-efşân sâgar-ı Cemdir dirahşân tâc-ı Dârâdır
Sabrî

zîver-i dîvân: Divan süsü.

Zîb-i erkân zîver-i dîvân vezr-i şeh-nişân
Sâhib-i lutf-ı firâvân mâlik-i re’y-i rezîn
Nef’î

zîver-i dükkân: Dükkân süsü.

Böyle metâ’-ı tâzeleri var mı
Nâbîyâ
Kâlâ-yı şiri zîver-i dükkân edenlerin
Nâbî

zîver-i ehl-i melâmet: Melamet ehlinin süsü.

Mâil-i ârâyiş olmaz ârif-i sâgar-perest
Zîver-i ehl-i melâmet câme-i sad-çâktır
Muallim Naci

zîver-i enzâr: Bakışların süsü.

Gelip de olmasa zînet-güzîn-i hüsn-i ifâdem
Gider de zîver-i enzâr olur mu ân-ı maânî
Muallim Naci

zîver-i eyvân: Köşkün süsü.

Nitekim ola esâs-ı kasr-ı gerdûn pâyidâr
Zîver-i eyvân ola ona nücûm u kehkeşân
Nef’î

zîver-i gül-şen-i âgûş: Kucağı gülle dolu
süs.

Zîver-i gül-şen-i âgûş olur âhir o perî
Gülerek açılarak gül gibi handân olarak
Şeyh Galip

zîver-i hânSofra süsü.

Zîver-i hân iken evvel niam-ı gûnâ-gûn
Eyledi kesretini vahdete tebdîl eyyâm
Nâbî

zîver-i hân-ı şehân: Şahlar sofrasının süsü.

Zîver-i hân-ı şehân olmağa şâyân olamaz
Gendüm etmezse tecerrüd ser ü sâmânından
Nâbî

zîver-i Haydar: Haydar’ın süsü.

Sensin ârâyiş-i dîn-ı İslâm
Millet-ı Ahmed’e zîver-ı Haydar
Enderunlu Fazıl zîver-i hüsn-i beyân: Güzel ifade süsü.

Rumûz-ı aşkını kıl zîver-i hüsn-i beyân yâ Rab
Lisân-ı gayba olsun tâ zebânım tercemân yâ Rab
Nazîm (Yahya)

zîver-i kâlâ-yı ayş: Eğlence kumaşının süsü.

Zîver-i kâlâ-yı ayş ü nakş-i tamgâ-yı kesâd
Resm ü âyîni diğer-gûn başka âlemdir gönül
Nâbî

zîver-i külâh: Külah süsü.

Gevher-i nizâm-ı âlem-i efrûzum
Şehlerin zîver-i külâhıdır
Nef’î

zîver-i mecd ü celâl: Ululuk ve büyüklük süsü.

Zabt u rabt u hall ü akd kişverin edip murâd
Etti ol düstûru sadre zîver-i mecd ü celâl
Üsküdarlı Hakkı Bey

zîver-i memleket: Memleketin süsü.

Ola kendi dahi yâ
Rab pederinden efzûn
Zîver-i memleket ârâyiş-i dîn ü dünyâ
Nâbî

zîver-i mûy-ı miyân: Karıncanın belinin süsü.

Sîmîn-kemer ki zîver-i mûy-ı miyânıdır
Çengelli belde sanki gümüş kâr-bânıdır
Nâbî

zîver-i serdâr: Başkumandan süsü.

Mansûr’u zîver-i serdâr edecektiler
Sırr-ı ene’l
Hak’ı diyicek ipe çektiler
Hezârî (Antakyalı Mustafa Münif) (diyicek: deyince) zîver-i ser-varak-ı defter: Defterin baş sayfalarının süsü.

Yazsa ger mahmidete zâtını münşî-i kadr
Zîver-ı ser-varak-ı defteri imkân eyler
Cevrî (İbrahim Çelebi)

zîver-i silk-i emel: Emel kaleminin süsü.

Yine bu nazm-ı bülend ile Nedîm ümmîdin
Zîver-i silk-i emeldir dürr-i manzûm
Nedim zîver-i şer’-i şerif: Şerefli dinin süsü.

Nite kim hâkim-i ahkâm-ı kazâyâ vü kader
Zîver-işer’-işerîfi kıla
İslâm’a şiâr
Cinânî

zîver-i tîğ: Kılıcın tepesi.

Bî-araz bir cevher-i sâfîdir ammâ muttasıl
Ehl-i tab’ın zîver-i tîğ u sinânıdır sözüm
Nef’î

zîver-i zât: Kişinin kendi süsü.

Zîver-i zât gerek yoksa kalır uryân-ten
Câhilin çıksa o zerrîn kabâ dûşundan
Sünbülzade Vehbi

zîver-i zerrîn-gül: Altın işlemeli gülün süsü.

Hıfzı ger istese eyler katarât-ı arakı
Dür gibi zîver-i zerrîn-güleşem’-i münîr
Nef’î

zîver-bahş: Süsleyici.

Mesned-i fetvâya zîver-bahş olup ikbâl ile
Bâng-ı el-hamd etti gûş-ı çarha îrâs-ı tanîn
Nedim

ziyâ: Ar. Işık, aydınlık.

Kesret kemâl-i vahdetin âsâr-ı feyzidir
Zâhir olur ziyâ ile elvânda ihtilâf
Hersekli Arif Hikmet
Mihr-i ruhsârı ziyâ vermiş cihâna gün gibi
Câme-hâbında seher-geh gördüm ol cânân yatar
Lebib (Mehmet Lebîb)
Kurdun bize ânât-ı ziyâdan
Hissiyyet-i ebkâr ile ârâste bir çeng
Cenap Şahabeddin

ziyâ-yı akl: Akıl ışığı.

Ziyâ-yı akl ile tefrîk-i hüsn ü kubh olunur
Ki nûr-ı mihrdir elvânı eyleyen teşhîr
Şinasi ziyâ-yı şems: Güneş ışığı. Beyân etmeğe hâcet ne hâlini halka
Ziyâ-yı şems gibi râzın ayân eder kâğaz
İlhamî, Selimî (Sultan III. Selim)

ziyâ-yı tebessüm: Tebessüm ışığı.

Bu bir teâdül-i hilkat ki, zühre-i lebine
Düşen ziyâ-yı tebessüm esîr-i nûr olacak
ahmet Hâşim

ziyâ-bahş: Işık saçan.

Elinde
Hazret-ı Dâvud’un âhendir ki mûm oldu
Ziyâ-bahş olsa âfâka ne olaşemşîr-i bürrânı
Bâkî

ziyâ-bâr: Işık saçan.

Kamerin safha-i ziyâ-bârı
Bir mukassî dumanla örtülüyor
Tevfik Fikret

ziyâ-dâr: Parlak, ışıklı.

Pür-zemzeme bir cevf-i ziyâ-dâr ile meşhûn
Geçsin ebedî günlerimiz fâhir ü gülgûn
Tevfik Fikret

ziyâ-endâz
Işık saçıcı. ziyâ-endâz-ı fark-ı âlemÂlemin farklı ışık saçıcısı.

Bu endâm ü bu imsâk ile ey şûh-ı cihân-ârâ
Güneş olsan ziyâ-endâz-ı fark-ı âlem olmazsın
Hâmî-ı Âmidî

ziya-güster: Işık yayan, ışık dağıtan.

Ne denlü âlem-ârâ ise hûrşîd-i ziyâ-güster
Letâfette cemâl-i bâ-kemâli ondan ahsendir
Bağdatlı Ruhi

ziyâ-pâş: Işık saçan. zeyn-işemse-i tâbân ki reşk-i mihr-i rahşândır
Ziyâ-pâş olsa ger kevn ü mekâna zerrece nûru
Nef’î
Görmez mi avâlim-i ziyâ-pâş
Göklerde nedir bu samt-ı dehhâş
Abdülhak
Mihrünisa
Hanım ziyâd, ziyâde: Ziyadelik, çokluk.

Hatt-ı ruhsârın ziyâd eyler bahâr-ı hüsnünü
Hâşiyeyazıldığınca mu’teber olur kitâb
Behiştî
Terkîb-i hüsn ü aşktan olmuş nümûne-sâz
Arâyiş-i merâtib-i nakz ü ziyâd eden
Nâbî
Gûş edip yazdım iki târîh-i bî-naks u ziyâd
Aldı hamd olsun
Ariş’in kal’asın ehl-i cihâd
Sürûrî

ziyâde: Çok, artık, fazla.

Ziyâde övdüler
Zâtî cihânın hûr u gılmânın
Nigârımdan latîf olduğunu aklım kabûl etmez
Zâti
Edip vücûdunu bâğ-ı cihânda ber-hurdâr
Devâm-ı devletini eylesin ziyâde
Hudâ
Taşlıcalı Yahya Bey
Sâkî bu sene bastı şitâ hârık-ı âde
Mecliste gerek âteş-i seyyâle ziyâde
enderunlu Vâsıf

zâid: 1. Artık, sonradan katılan. 2. Fazla, lüzumsuz. 3. mat. işareti. c. zevâid.

Varlığım
Hâlık’ımın varlığına şâhidtir
Gayrı bürhân-ı kavî var ise de zâidtir
Şinasi
Etmeğe âlemi meftûn yeter şivelerin
O bakışlar o revişler güzelim zâidtir
Enderunlu Fazıl
Merkebimin ki hayâli zâid olur
Cismi hâk-i fenâya âid olur
Abdülhak Hâmit

zevâid: Zâid’ler.

Nâbî dahi söylemiş kasâid
Ammâ ki makûle-i zevâid
Ziyâ Paşa
diyor ki: Vâlidelik en safâlı gâiledir
Lisân-ı hâlime bak, sözlerim zevâiddir
Tevfik Fikret

ziyâfet: Ar. 1. Misafir kabul etme. 2. Misafire yedirip içirme, şölen.

Vezîr-i a’zam
İbrâhîm
Paşanın düğünüdür
Ziyâfet etmek için da’vet ettişâh-ı devrânı
Hayâlî Bey

ziyâfet-hâne-i cûd: Cömertliğin ziyafet evi.

Gedâ-yı bî-nevâyem bî-tekellüf gark-ı nimet kıl
Ziyâfet-hâne-i cûdunda mihmân eyle sultânım
cinânî

ziyân: Far. Zarar, eksiklik.

Hemân sarf eyledim bûd u nebûdu
Tehâlük etmedim sûd u ziyâna
Enderunlu Vâsıf
Değildir hâl-ı âlem bir karârda gam yeme ey dil
Bu bâzâra gelen geh sûd eder gâhî ziyân eyler
Hâşimî
Akl u nâmûsu verip aldım belâ-yı derd-i aşk
Aşık-ı bî-hâsılım fark eylemem sûd u ziyân

ziyân-ı sühan: Söz fazlalığı.

Belki fehmeyler ede sûd u ziyânı sühanı
Gelse arzeylese
Nef’î
bana kâlâ-yı sühan
Sünbülzade Vehbi

ziyânresîde: Ziyana ulaşmış.

Ümmîd-i afv ile olma harîs-i isyân kim
Ziyân-resîde eder âdemi hisâb-ı ferah
Kâzım Paşa
(Koniçeli Musa)

ziyâret: Ar. Bir yeri veya bir kimseyi görmeye gitme.

Ziyâret eyledim bir târ-ı pâk hırka-i pîri
Bugün ser-rişte girdi destime dâmân-ı molladan
Esrar Dede
Farz-ı ayn oldu onu görüp ziyâret eylemek
Karalar giymiş sanasın bir nigâr-ı mihr-bân
Taşlıcalı Yahya Bey
Bu ziyârette vakit geçti, güneş battı, yazık
Haz ve duyguyla
Atik
Valde’de bir gün yaşadık
Yahya Kemal

ziyâret-i harem-ı Kuds: Kudüs-i şerifi ziyaret.

Mukîm-i bâb-ı safâ-bahşına olur hâsıl
Ziyâret-i harem-ı Kuds ü tavf-ı Beyt-ı Harâm
Bağdatlı Ruhi

ziyâret-gâh: Ziyaret yeri.

Ziyâret-gâhımı mestler yolunda düzesiz bir tâk
Bilirim öldürüserdir beni şol çeşm ile ebrû
lâ (öldürüserdir: öldürecektir)

zâir: Ziyarete giden, ziyaretçi. c. züvvâr.

Çoktan bula mekân-ı İlâhî’de tâirim
Ruhumla gâh o mahşer ecdâd-ı zâirim
Abdülhak Hâmit
Zâirin olsun muvakkar dâimâ
Şâm-teg olsun muhakkar dâimâ
Muallim Naci

zâir-i i’tibâr-perver: İtibarı seven ziyaretçi
Ey zâir-ı Ftibâr-perver
Seyr et ne güzel durur şu makber
Abdülhak Hâmit

zâir-i mechûl: Bilinmeyen ziyaretçi.

Her gün bizi şefkatle kucaklardı; karanlık
Bir zâir-i mechûl idi.

Hep nûr u nüvâziş
Tevfik Fikret

zâir-i mey-hâne: Meyhane ziyaretçisi.

Zâir-i mey-hânem muğ secdesidir tâatim
Işk pîrim nakd-i cân nezrim tevekkül niyyetim
Fuzûlî

züvvâr: Zâir’ler, ziyaretçiler.

Hâki onun cevher-i esrârdır
Sürme-i çeşm-i dil-i züvvârdır
Nahifi

ziyb: bk. zîb.

ziynet: bk. zînet.

zû: bk. zî.

zuafâ: bk. za’f.

zucret (ducret): Ar. İç sıkıntısı, yürek
darlığı, ducret.

Meh bile zucretle âgûşunda ağlar hâlenin
Gönlüme te’sîri olmaz âteş-i seyyâlenin
recaizade Ekrem

zûd: Far. Tez, çabuk, acele, hemen olan.

Şevk-i cennette değil havf-i cehennemde değil
Zûd zûd ehl-i riyâ olsa vuzû’ kaydında
Nâbî

zûd-res: Acele yetişen.

Zûd-res devlet lezîz ammâ ki nâ-pâyendedir
Devletin ehl-i hıred memnûn olur te’hîrden
Nâbî

zûd-ter: Çok çabuk.

Olma dil-dâde-i gül-handi sitem-kârların
Zûd-ter zâil olur şevki heves-kârların
Nâbî
Âşiyân-ı gerd-i dehân u gûş olurdu zûd-ter
Tâir-i eş’âr-ı nâ-puhtegirân-bâl olmasa
Nâbî

zuhr: Ar. İhtiyaç zamanı alınan ve saklanan şey.

zuhr-ı fermân: Fermanının ihtiyaç zamanı.

Zuhr-ı fermânda olur
Nâbî düm-i imzâsı râst
Her cihetten istikameti oldu defter-dâre şart
Nâbî

zuhûr: Ar. Görünme, meydana çıkma, türeme, baş gösterme.

Bâtının zıddı. c. zuhûrât.

Tâ vakti gelmeyince umûr eylemez zuhûr
Devr eyler âsiyâb-ı felek nevbet üstüne
Nâbî
Ölüm her tarâftan zuhûr eyliyor
Fakat kim ölümden fütûr eyliyor
Kemalzâde Ekrem Bey
Âf-tâb-ı mey edince maşrık-ı humdan zuhûr
Akl-ı bâ-temkîn olur şîr-i vakâr-efzâ-yı berf
Benlekçi
İzzet Bey

zuhûr-ı âlem: Âlemin ortaya çıkışı.

Tan mı desem vücûduna fahr-i taayyünât
Çün kim zuhûr-ı âleme zâtın-durur sebeb
Hamdullah Hamdi

zuhûr-ı asr: Asrın ortaya çıkışı.

Etmez zuhûr-ı asırda bir kimseden kerem
Zımnında kasd-ı dâiye-i şöhret olmasa
Nâbî

zuhûr-ı âteş: Ateşin ortaya çıkışı.

Remâd ederse sipihri aceb mişu’le-i âh
Zuhûr-ı âteşe kem-ter şerâr olur bâis
Beliğ (Bursalı İsmail)

zuhûr-ı cemâl: Güzelliğin ortaya çıkışı.

Nevâl-i zâhir ü bâtınla etti perverde
Benimle çekti zuhûr-ı cemâlineperde
Nâbî

zuhûr-ı cevher-i ferd: Tek cevherin ortaya çıkışı.

Zuhûr-ı cevher-i ferd vücûdudur bi’z-zât
Bedâyi-i arz-ı mümkinâttan maksûd
Sâmi

zuhûr-ı dûd-ı derûn: İç dumanın ortaya çıkışı.

Şikâyetim sitem-i şûh-ı ser-keşimdendir
Zuhûr-ı dûd-ı derûnum hep âteşimdendir
Nâbî

zuhûr-ı emtia-i gûnâ-gûn: Çeşit çeşit malların ortaya çıkışı.

Hâce-i dâd u sited züyûr-ı bâzâr ede tâ
Dembedem tâze zuhûr-ı emtia-i gûnâ-gûn
Münf zuhûr-ı hâlet: Hâlin ortaya çıkışı.

Sen batt-ı sahbâ değil tâvûs-ı kudsîsin
Nedîm
Kim zuhûr-ı hâletin mecliste cevlânındadır
Nedim

zuhûr-ı hande-i nîm-i leb-i dil-ber: Dilberin dudağınındaki yarım gülüşün ortaya çıkışı.

Zuhûr-ı hande-i nîm-i leb-i dil-berdeki zevkı
Çekip peymâne-i âzârı mahmûr olmayan bilmez
Esrar Dede

zuhûr-ı hâr-ı mihnet: Sıkıntı dikeninin ortaya çıkışı.

Zuhûr-ı hâr-ı mihnet müjde-i gül-gonce-i terdir
Şeb-i târîkin encâmı tulû’-ı mihr-i enverdir

zuhûr-ı hatt: Çizginin ortaya çıkışı.

Gırra olma hüsne kim bir gün zuhûr-ı hatt ile
Dûd-ı âh-ı âşık gam-hâr kendin gösterir
Fıtnat
Hanım zuhûr-ı lutf-ı Mevlâ’
Mevla’nın lutfunun ortaya çıkışı.

Tutalım sende şefkat yoğ imiş kâdir misin men’e
Gürûh-ı ehl-i dânişten zuhûr-ı lûtf-ı Mevlâ’yı
Nedim

zuhûr-ı mümkinât: Mümkün olanların ortaya çıkışı.

Vücûd-ı vâcibin mâhiyyetin idrâk eden ârif
Hakîkatle zuhûr-ı mümkinâtı hep zılâl eyler
Rahmî

zuhûr-ı nev-edâ: Yeni tarzın ortaya çıkışı.

Ne bu tavr-ı nâzikâne ne bu işve-i yegâne
Bu zuhûr-ı nev-edâyı sana verdi anca
Mevlâ
Esrar Dede
(anca: o kadar) zuhûr-ı ni’met-i bî-intizâr: Beklenmeyen nimetin ortaya çıkması.

Zuhûr-ı nimet-i bî-intizârın kadri zâyi’dir
Bilir kadrin, bulanlar, gûşiş-i bisyârdan sonra
Nâbî

zuhûr-ı Rûz-ı Elest: Ruz-ı Elest gününün ortaya çıkışı.

Ne aşk neşve-i evvel zuhûr-ı Rûz-ı Elest
Ne aşk mebde’-i hilkat mîâd-ı sırr-ı vücûd
Sâmi zuhûr-ı vecd-i aşk: Aşk vecdinin ortaya çıkışı.

Zuhûr-ı vecd-i aşka münkirin ta’mn aceb tutma
Bu sırrı geştegân-ı vâdî-ı Tûr olmayan bilmez
Esrar Dede

zuhûr-ı vuslat: Kavuşmanın ortaya çıkışı.

Cânâneden nühüfte tebessümde var ümîd
Eyler zuhûr-ı vuslata dâir karîneler
Nâbî

zâhir: 1. Dış görünüş. 2. Görünen, açık, meydanda. 3. zf.

Öyledir, elbette, şüphesiz. 4. zf.

Anlaşılan, meğer. c. zavâhir.

Genc-i aşk ile dil-i vîrânını ma’mûr tut
Zâhirin vîrâne olsun bâtının ma’mûr tut
Necati Bey
Sâbit

ü zâhir olunca eser-i bagy ü inâd
Zü’l-fekâr-ı dü-zebâna kalem-i mu’cize-fen
Nâbî
Gül-berg içinde gonca, gûyâ ki zâhir eyler
Levh-i zümürrüd üzre yâkût-ı âb-dârı
Ziyâ Paşa
Her bir zemânda zâhir ü zâhir kemâl-ı Hak
Her bir mekânda hâzır u nâzır celâl-ı Hak
Şinasi zâhir-i efâl: İşlerin görüntüsü.

Etme nazar zâhir-i ef ‘âline
Eyle nigeh bâtın-ı ahvâline
Nâbî

zavâhir: Zâhir’ler, dış görünüşler.

Zavâhirde kalan kullar kelâmım feth edinmezse
Bize ey dil bu vâdîde yeter ârif olan pirler
Nuri

zahiren: zf.

Görünüşte, görünüşe göre, göründüğü gibi.

Zâhiren olşeh-levend
Esrâr’a lutf eyler velî
Mâr-ı tîr-âsâ lisân-ı hâl ile mızrak urur
Esrar Dede
Zâhiren derse şey’en lillâh
Alır elbette o hâh ü nâ-hâh
Sünbülzade Vehbi

zahirî: Görünen, görünürdeki.

Zâhirî servete kâni olur ehl-i dünyâ
O ahissâya meğer kim has u hâşâk yeter
Hersekli Arif Hikmet
Ammâ ki kışr-ı zâhirîdir bildiğin senin
Yok tab’mm hakâyıkın idrâke kudreti
Nâbî
Ne kadar zâhirî olsa şeb-gûn
Olur âyine gibi sâde-derûn
Enderunlu Fazıl

zahir-bîn: Dışı gören.

Zanneder onu nice zâhir-bîn
Kasd-ıgayret-keşî-i devlet ü dîn
Sünbülzade Vehbi

zâhir-perest: Dış görünüşe tapan.

BizMelâmî zümresiyiz sun’umuz matbû’değil
Zâhidâ zâhir-peresti ürkütür etvârımız
Gaybî

zuhuri: Orta oyunu.

Ben görür görmez öten zurnayı bir irkildim
Ay!
Zuhûrîye çıkan maskara!
Bildim, bildim
Mehmet Akif

zukâk: Ar. Sokak.

Sad cihân kişver-i iclâline bir kûçe-i teng
Kehkeşân benden ikbâline bir teng zukâk
Yenişehirli Avni

zulemât, zulmât; zulümât: bk. zulmet.

zulm: Ar. Eziyet, zulüm, haksızlık.

Yoktur zulme rızâmız adle biz mâilleriz
Gözleriz
Hakk’ın rızâsın emrine kâilleriz
Adnî (Sultan III. Mehmet)
Zulmü hep bizler ederken îcâd
Hakk’a lâyık mı edilmek isnâd
Abdülhak Hâmit

zulm-i a’dâ: Düşmanların zulmü.

Harâb etti cihânı zulm-i a’dâ niçe demlerdir
Dahi ey Mehdî-i mülk-i adâlet zâhir olmazsın
cinânî

zulm-i bî-dad: Adaletsiz zulüm.

Mübtelâ-yı elem-i firkat-i cânân olalı
Zulm-ı bî-dâdı koyup hâlime devrân ağlar
Esrar Dede

zulm-i bî-feryâd: Sessiz zulüm.

Zâlim-i bî-dâd için der-gâh-ı adlindir penâh
Zulm-i bî-feryâd için yâdındurur feryâd-res
Âh zulm-i bî-pâye: Derecesiz zulüm.

Zulm-ı bî-pâye edip hem komadı ağlamağa
Dîdemi girye-i hasret ile hûnîn etti
Esrar Dede

zulm-i dürüşt: Kaba zulüm.

Pâdişâh-ı âlem-i kalb olalı ol zâlimin
Nice bin zulm-i dürüştün gördüm anma hurdesin
Behiştî

zulm-i firâvân: Çok zulüm.

Gösterip evvel yüzün aldın
Muhibbî gönlünü
Yüz çevirdin sonradan zulm-i firavân eyledin
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

zulm-ı sâbık: Geçen zulüm devri.

Adliyle zulm-ı sâbıkı mahv etse çok mudur
Râzî olur mu hükm kara kuşa mâh-tâb
Şeyh Galip

zulm-i sarîh: Açıktan zulüm.

Bana zulm-i sarîh ol kâfir eyler kimse men’ etmez
Fuzûl küfr olur mu ger desem yoktur müselmânlık
Fuzûlî

zâlim: Zulüm yapan. c. zâlimîn.

Zâlim sâat ihmâl edilen vakti çalar da
Bir ân uyanırlarsa lezîz uykularından
Yahya Kemal
Yüzümüz zulme susarken gözümüz ses kesilir
Zâlimin rûhuna zulmün leşi mahbes kesilir
Midhat Cemal Kuntay

zâlim-i bî-dâd: Adaletsiz zalim.

Zâlim-i bî-dâd için der-gâh-ı adlindir penâh
Zulm-i bî-feryâd için yâdın-durur feryâd-res
Âh

zâlimîn: Zâlim’ler.

Sadra teşrîf edeli sâye-i insâfinda
Zâlimîn buldu cezâ oldu sitem nâ-peydâ
Nâbî

zâlim-âne: Zâlime yakışan şekilde, gaddarca.

Bilmez misin ki câlib-i ta’zîm olur kerem
Ef’âl-i zâlim-âneyi takb eder nedem
Muallim Naci

zalûm: Çok zâlim.

Zaîf ü acz ile sıkl-i tekellüfâta hamûl
Zalûm ü cehl ile himl-i emânete hammâl
Şeyhi
Secde-fermâ-yı sürûş olmuş iken oldum zalûm
Yâr-i hicrândan zuhûr etti bu kec-hâlet bana
Esrar Dede

zulmet: Ar. 1. Karanlık. 2. mec. şirk, cehil. 3. tas.

Adem, yokluk. c. zulemât, zulümât, zulmât.

Zulmet içre
Nâbîyâ
Hızr’dan aldım haber
Âb-ı çeşm-i nâ-ümîdi
Çeşme-ı Hayvân imiş
Nâbî
Bu zulmet içre yakmazidi dîn çerâgını
Ger iktibâs kılmasa nûrundan enbiyâ
Lamiî Çelebi
Zulmetin nûru, küsûfun keşfi, hecrin vaslı var
İnkıbâzın bastı, usrün yüsrü, akdin faslı var

zulmet-i âhir zemân: Ahir zaman karan-
llğL
Zulmet-i âhir-zemândırşem’-i devlet olmasa
Ey Necâtî yola girmez baht-ı güm-râhım benim
Necati Bey

zulmet-i âsâm: Günahlar karanlığı.

Zulmet-i âsâm olur ruhsâre-pîrâyı adem
Eylese dûşîze-i afvın eğer keşf-i kınâ’
Nâbî

zulmet-i aşk-ı mecâzî: Mecazi aşkın karanlığı.

Iztırâb-ı zulmet-i aşk-ı mecâzîden ne bâk
Şu’le-i dilşem’-i minhâc-ı hakîkattir bana
Behçet zulmet-i bahr: Deniz karanlığı.

Zulmet-i bahr ile şebden seçemezler rûzu
Böyle eyyâm-ıgamın böyle olur nev-rûzu
Nef’î

zulmet-i beyzâ: En beyaz karanlık.

Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid
Bir zulmet-i beyzâ ki pey-â-pey mütezâyid
Tevfik Fikret

zulmet-i cehâlet: Cahillik karanlığı.

Ol yüzden olundu hep izâlet
Âlemdeki zulmet-i cehâlet
Ziyâ Paşa

zulmet-i cehl: Cehalet karanlığı.

Zulmet-i cehl içre teşne zâyi’ etme kendini
Hızr-ı
Gaybî
’ye eriş kim
Âb-ı Hayvân devridir
gaybî

zulmet-i cürm: Suç karanlığı.

Zulmet-i cürmü ne ola nûrı kerem mahvetse
Zülf-i şebperde-i rû-yi meh-i tâbân olmaz
Tâlib-ı Kadim (Bosnalı)

zulmet-i dalâl: Sapıklık karanlığı.

Her dil zücâcesine ki nûrundan erişe
Mıskât-ı sînesinde komaz zulmet-i dalâl
Hamdullah Hamdi

zulmet-i ebr: Bulut karanlığı.

Zulmet-i ebr ile şebden seçemezler rûzu
Böyle eyyâm-ı gamın böyle olur
Nevrûzu
Hâletî (Azmizade)

zulmet-i evhâm: Evham karanlığı.

Senin-çün münker olmak nûr-ı hikmet pek tabiîdir
Ne görmüştür dimâğım zulmet-i evhâmdan başka
Muallim Naci

zulmet-i gayz: Kin, öfke karanlığı.

Envâr-ı mağfiret eder imhâ-yı ma’siyet
Ehl-i kemâl zulmet-i gayzı kezîmdir
Nevşehirli Hikmet zulmet-i gam: Gam karanlığı.

Zulmet-i gam ıstırâbın çekmez ol âzâde kim
Her taalluktan ola horşîd-veş âlemdeferd
Fuzûlî

zulmet-i hayret: Hayret karanlığı.

Yol azarsan zulmet-i hayrette ey dil vâkıf ol
Zinhâr ol kûya varma âh-ı âteş-bârsız
Fuzûlî

zulmet-i hecr: Ayrılık karanlığı.

Vasl-ı kadrin bilmedim fürkat belâsın çekmeden
Zulmet-i hecr etti çok târik işi rûşen bana
Fuzûlî

zulmet-i kahr-ı celâl: Ululuk eziciliğinin karanlığı.

Lem’ager nûr-ı cemâlinden cihâna ermese
Zulmet-i kahr-ı celâlin kimse bî-târ eylemez
Muradî (Sultan III. Murat)

zulmet-i kalb: Kalp karanlığı.

Safâ-yı sîneme zulmet veren jeng-igünâhımdır
Amân ey kân-ı ihsân zulmet-i kalbim cilâ ister
Esad Erbilî

zulmet-i kesret: Çokluğun karanlığı.

Zulmet-i kesrette her dem âh ederpervâneyem
Ol cemâlin şemsine biryân olam her dem senin
Ümmî Sinan

zulmet-i küfr: Küfür karanlığı.

Ahmedâ zulmet-i küfrü giderip ol
Hâdî
Mihr-i îmân ile küffâr iline doldum nûr
Bahtî (Sultan I. Ahmet)

zulmet-i leyl: Gecenin karanlığı.

Bilinmez kıymeti rûşen-dilânın vakt-i feyzinde
Güneş tâ batmadıkça zulmet-i leyl âşikâr olmaz
Keçecizade İzzet Molla
Subh-ı sâdık erişip zulmet-i leyli giderir
Küfrü isyânı ise nûr-ı hidâyet götürür
Keçecizade İzzet Molla

zulmet-i makber: Mezar karanlığı.

Hepsinin câ-nişîn-i hicrânı
Şimdi bir tûde zulmet-i makber
Tevfik Fikret

zulmet-i mâtem: Matem karanlığı.

Nûr-ı sevdâ zulmet-i mâtemde eyler iltimâ’
Kûşe-gîr-i hecreşem’-i encümen bî-gânedir
İsmet (Müstecabizade)

zulmet-i mezâr: Mezar karanlığı.

Çeşmim şitârelerde arar zulmet-i mezâr
Tevfik Fikret

zulmet-i nefs: Nefsin karanlığı.

Zulmet-i nefsin azâbından beni şâd eyleyen
Cân u dilden evliyâya gönlümün ikrârıdır
Ümmî Sinan

zulmet-i rûşen: Parlak karanlık.

Nümâyân sû-be-sû zulmet, fakat bir zulmet-i rûşen
Semâ bîdâr, her yıldız
Cemâlullah’a bir revzen
Mehmet Akif

zulmet-i şâm-ı belâ’
Belâ akşamının karanlığı.

Matla’-ı subh-ı safâdır sana ol sürh-kabâ
Zulmet-i şâm-ı belâdır bu kara şâl bana
Âhi

zulmet-i şâm-ı firâk: Ayrılık gecesinin karanlığı.

Zulmet-i şâm-ı firâk içre
Cinânî yi koma
Ey ruh-ı tâbı meh-i evc-i melâhat
Şâmî
Cinânî

zulmet-i şeb: Gecenin karanlığı.

Zulmet-i şebte sarılsam olmayan yâre
Sîne bendin çatayım verse ogerdânı çeker
İlhamî, Selimî (Sultan III. Selim)

zulmet-i tâat: Kulluk karanlığı.

Zulmet-i tâatte ser-gerdân olan sâliklere
Hızr-ı vaktten
Ab-ı Hayvân isteyen gelsin beri
gaybî

zulmet-i ye’s: Üzüntü karanlığı.

Zulmet-i ye’si eder nûr-ı ümîde tahvîl
Eden âbisten-i hûrşîd şeb-i târımızı
Nâbî

zulmet-i zillet: Aşağılık karanlığı.

Hazret-i aşk bana etti nigâh-ı izzet
Zulmet-i zilleti mahv etti o mâh-ı izzet
Esrar Dede

zulmet-i zülf: Saçın siyahlığı.

Zulmet-i zülfün giriftârı dem urmaz nûrdan
Tâlib-işem’-i ruhun horşîd-i rahşân istemez
Fuzûlî

zulmet-kede: Karanlık yer.

zulmet-kede-i gam: Gamın karanlık yeri.

Zulmet-kede-i gamda dilin sûz ü güdâzın
Dök hâke yaşın şem’-i şeb-i târ ile söyleş
Neşati

zulmet-zedâ: Karanlık meydana getiren.

zulmet-zedâ-yı hayret: Hayretin karanlığını meydana getiren.

Şeb-zinde-dâr-ı aşka bu vahşet-zârda
Zulmet-zedâ-yı hayret olur bir dimâğ ver
Nâilî

zalmâ: Karanlık.

Rûzigârım öyle âtıl geçti kim bilmem henüz
Rûz-i nûrânî midir ya leyle-i zalmâ mıdır
Yenişehirli Avni

zalmâ-yı mâtem: Matem karanlığı.

Ey sîne vaktidir ki çekip âh-ı şu’le-bâr
Döndür sabâha leyle-i zalmâ-yı mâtemi
Üsküdarlı Hakkı Bey

zulemât, zulmât, zulümât, zulem: Zulmet’ler, karanlıklar.

Gün yüzünden utanıp
Ab-ı Hayât
Meskenin etti verâ-yı zulümât
Hakanî
Zulümâtın arasından çıkarır nûr-ı latîf
Dahi envârın içinden yaratır zıll-ı kesîf
Şinasi
Kalmaz envâr-ı cemâlinle gönüllerde dalâl
Nitekim barîka-i şems-i duhâdan zulemât
Yenişehirli Avni
Tâ kim bu nazar-gâh-ı muallâ-yı fenâda
Ecrâm-ı felek arz-ı zılâl ü zulem eyler
Yenişehirli Avni

zulem: Zulmet’ler, karanlıklar.

Ser-bülend oldu
Behiştî
alem-i emn ü eman
Zuleme cinsini âlemde melâmet gördük
Behiştî
Tâ kim bu nazar-gâh-ı muallâ-yı fenâda
Ecrâm-ı felek arz-ı zılâl ü zulem eyler
Yenişehirli Avni

zulem-i küfr: Küfür karanlıkları.

Adâb-ı sünnetin zulem-i küfredir çerâg
Kânûn-ı şerî’atin maraz-ı dînedir şifâ
Lamiî Çelebi

zulmât: Zulmet’ler, karanlıklar, zulmât-ı leyâlî
Geceye ait karanlıklar.

Zulmât-ı leyâlîde bulur
Ab-ı Hayât’ı
Bu mürde vücûduna bugün cân dileyenler
Nuri

zulümât: Zulmetler, karanlıklar. zulümât-ı ademYokluğun karanlıkları.

Zulümât-ı ademden getirip nûr-ı vücûda
Bir emrin ile cümle cihân oldu hüveydâ
Nuri

zalâm: Karanlık.

Ne kadar encümen-efrûz ise şem’-i ikbâl
Bestedir târ-ı ftrîinde yine reng-i zalâm
Nâbî
Müjde halk-ı âleme envâr-ı feyz-i lâ-yezâl
Kıldı kevni ser-te-ser âzâde-i jeng-i zalâm
Üsküdarlı Hakkı Bey

zalâm-ı adem: Yokluk karanlığı.

Gitti zalâm-ı adem erdi sabâh-ı cedîd
Mîhek-i aşkın yine oldu cemâli bedîd
Esrar Dede

zalâm-ı hayret: Hayret karanlığı.

Ölüm kılar bizi îkâz hâb-ıgafletten
Ayırmayan da o lâkin zalâm-ı hayretten
Abdülhak Hâmit

zalâm-ı hicr: Ayrılık karanlığı.

Visâlin mihri doğmaz mı zalâm-ı hicr gitmez mi
Saâdet subhu ermez mi şeb-i gam zâil olmaz mı
Şeyhülislam Yahya

zalâm-ı ka’r: Derin karanlık.

Düştüm zalâm-ı ka’nna bin şehr-i zulmetin
Baktım zılâl-i kalbine bin merd-i mihnetin
Kemalzâde Ekrem Bey

zalâm-ı leyle: Gecenin karanlığı.

Zalâm-ı leylede mer’îdi râh-ı zer-kârı
Ve oldu her şeye bir ra’şe-i ziyâ sârî
Ahmet Hâşim

zalâm-ı mâzî: Geçmişin karanlığı.

Hayır, giden ebedîdir zalâm-ı mâziye
Evet, gelen ezilir fezâ-yı devrâna
Abdülhak Hâmit

zalâm-ı zulm: Zulüm karanlığı.

Zalâm-ı zulmu komadı cihânda zerre kadar
Vereli rây-ı münîriyle adli nûru ziyâ
Necati Bey

zulmânî: Karanlık.

Gidip de bir yere zî-rûhtan hâlî vü zulmânî
Gözümden dûr ola isterdim ol mir’ât-ı şeytânî
Abdülhak Hâmit

zulmânî: bk. zulmet.

zu’m: Ar. 1. Batıl, zan, sanı. 2. Şüphe.

Zu’mu o kadar her birinin sözde kigûyâ
Endîşesi tağyîr-i kazâ vü kader eyler
Nef’î
Hod-perestân zu’m ile allâme-i devrân olur
Mekteb-i irfâna gelse tıfl-ı ebced-hân olur
Hâzık (Erzurumlu Mehmet)
Ben bu zu’m ile dahi çerh ile gavgâda iken
Muhzır-ı akla uyup halk ile daPâda iken
Esrar Dede

zu’m-ı ayb-âyîn: Ayıp töreni şüphesi.

Nedir ol çîn-i pîşânî o zu’m-ı ayb-âyîn kim
Tahallüf etmeden matlab girândır vaz’-ı remmâlin
Nâbî

zu’m-ı bâtıl: Batıl şüphe.

Zu’m-ı bâtıl zümresinden anlaman âşıkları
Mustafâ’dan
Murtazâdan sâhib-erkânam bugün
Ümmî Sinan

zu’m-ı beşer: İnsan şüphesi.

Böyle ahvâle deriz: Hükm-i kader
Ben o takdîre derim: Zu’m-ı beşer
Abdülhak Hâmit

zu’m-ı fâsid: Fesat çıkaran şüphe.

Ben nice teşbih edem bî-dîn rakîbi kâfire
Kâfirin hod kendi zu’m-ı fâsidince dîni var
Ahmet Paşa

zu’m-ı ilm: İlim şüphesi.

Kendi zu’m-ı ilmi ile menzile ermez kişi
Var ara bir kâmil er kim salıvere hem pul sana
Ümmî Sinan

zu’m-ı pindâr-ı cibillî: Yaratılışla ilgili böbürlenme şüphesi.

Zu’m-ıpindâr-ı cibillîsini te’kîd ederiz
Süfehâ kısmına izhâr-ı müdârât etsek
Nâbî

zûr: Far. Güç, kuvvet, cebr.

Feth-ı Hayber olalı eylemiştir kimse
Zûr bâzûyile bir böyle hisârı teshîr
Nef’î
Zûr bâzûya sâhib alçaklar
Herkesin cân evinde korku yatar
Ziyâ Paşa
Adl ü hikmet sıfat-ı bâhire-ı Mevlâ’dır
Zûr u cür’etse değil âdem ü hayvânda muhâl
şinasi

zûr-ı bâzû: Pazı gücü.

Rüstem-âne kemâna sunsa elin
Zûr-ı bâzûdagösterir i’câz
Nef’î

zûr-ı endîşe: Kaygı zorluğu.

Zûr-ı endîşe vü âsâr-ı hayâlimdir eden
Ne eydügün nükte-şinâsân-ı zemâne i’lâm
Nef’î

zûr-ı mey: Şarap gücü.

Eğer tard-ı gama zûr-ı mey-igül-fâmdan gayrı
Riyâ-kârân-ı âlem
Ftirâz eylerse vâriddir
Nâbî

zûr-âver: Eli üstün.

Rüstem gibi bir hamlesine tâb getirmez
Olsa ne kadar düşmeni zûr-âver âlem
Neşati

zûr-âver-i kahr: Kahredici el üstünlüğü.

Ger olsa sadme-efgen pençe-i zûr-âver-i kahrı
Ederdi çâk-ber-çâk atlas-ıgerdûngerdânı
Leskofçalı Hakkı Bey

zûr-bâ: 1. Güçlü. 2. Zorba, bir işi zorla yaptıran.

Bana anlat bakayım şimdi: Şu bîçâre ocak
Zûr-bâlar saltanatından ne zemân kurtulacak
Mehmet Akif

zûr-kâr: Zor iş.

Mülevven yürüme sûfî özünü ışka ver kim ol
Vücûdun câmesin pâk etmeğe üstâd-ı zûr-kâr
behiştî

zurefâ: bk. zarâfet.

zübâb, zübâbe: Ar. Sinek.

Ola hem-pervâz
Anka niçe mümkindir zübâb
Hirrenin şîr-i jiyân ile olur mu nisbeti
Enderunlu Vâsıf

zübâb-âsâ’
Sinek gibi.

Bilâ-daPet oturma hânına gayrin zübâb-âsâ
beliğ

zübde: Ar. Özet, hulâsa, her şeyin seçilmişi. c. zübed.

Hazret-i şâh-ı Selîm
Han ki zemânın halka
Zübde-i mâye-i eyyâm-ı safâdan biliriz
Enderunlu Fazıl

zübde-i âlem: Âlemin özeti.

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Şeyh Galip
Hüsnü müsellem gül gibi hurrem mûnis ü mahrem müşfik ü hem-dem
Zübde-i âlem kıdve-i âdem şâh-ı mükerrem gayret-ı Dârâ
Cinânî

zübde-i hâcât: Duaların özeti.

Eyledim zübde-i hâcâtımı bir bir takrîr
Şart-ı âdâb-ı mülük-âne ile söyler idim
Esrar Dede

zübde-i hayâl ü emel: Hayal ve arzunun özeti.

Bilsen ey zübde-i hayâl ü emel
dersen: Artık yeter bu hicrângel
Faik Âlî Bey

zübde-i kevn ü mekân: Kâinatın özeti.

Fahr-i kirâm zübde-i kevn ü mekân iken
Fahr-i abâdan idi kabâsı
Muhammed’in
Cem Sultan

zübde-i mevlûd: Yeni doğmuşun özü.

Bülend-pâye-i muazzam serîr-i levlâkâ
Eyâ güzîde-i mahlûk ü zübde-i mevlûd
Sâbit

zübde-i sahbâ-yı hum-istân-ı kadîm: Eski meyhane kadehinin özü.

Sıfatı cilve-i mehtâb-ı tecellî-i şuûn
Cür’ası zübde-i sahbâ-yı hum-istân-ı kadîm
Üsküdarlı Hakkı Bey
Zübeyr: Ar. Hz. Zübeyr bin
Avvam (öl.

656).

Aşere-ı Mübeşşere’den.

Peygamberimiz zamanında cennetle müjdelenmiş on kişiden biri.

Gönlünü yıksa
Behiştî
gam yeme ol şeh yapar
IIâ’beyi yıkdısa ma’mûr eyledi
İbn-ı Zübeyr
behiştî

zücâc, zücâce: Ar. Sırça, cam, şişe.

Yu âb-ı tevbe ile Hamdî sîne mişkâtin
Dolar zücâcene envâr-ı hazret-ı Tevvâb
Hamdullah Hamdi
Bir zayıfa takviyet-bahş olsa rahm ü şefkati
Gelmeye seng-i felâhânla zücâce inkisâr
Nazîm (Yahya)

zücâc-ı çarh: Feleğin şişesi.

Zücâc-ı çarh nice mânend urardı sûz-ı sînemde
Behiştî
ger hevâ-bahş olmasa ona dem-i serdim
Behiştî

zücâc-ı san’at ü fikret: Sanat ve düşüncenin sırçası.

Gurûb içinde bu eşkâl-i bî-hudûd-ı zeheb
Zücâc-ı san’at ü fikretle yükselirler hep
ahmet Hâşim

zühal: Ar. Altıncı gezegen.

Güneşten en uzak gezegen (Satürün).

Tâli-i düşmen
Zühal gibi nuhûset bulmağa
Gösterir burc-ı şereften hoş saâdetler güneş
Lamiî Çelebi
Saplanır kuvvet ile mağz-ı dimâğ-ı Zühal’e
Tîri kasd etse eğer kurs meh-i rahşânı
Enderunlu Fazıl
Gerçi rif’atteyim ammâ ki harâb-âbâdım
Ca’d-ı menhûs-ı Zühal mürg-i ser-i bâbımdır
Fehim (Hoca Süleyman)

zühd: Ar. 1. Dinî takvaya göre ibadette bulunma, dindarlık. 2. Her türlü hazdan kendini alıkoyma.

Eski edebiyatta ham sofuluk olarak telakki edilirdi.

Bir revâcı var harâbâtın ki korkarım
Zâhid-i şehre binâ-yı zühdü vîrân ettirir
Şeyhülislam Yahya
Hicâb-ı mâni olursa yanar ederse yâhûd
Ederse zühd satıp sûret-i riyâ izhâr
Nedim

zühd-i bârid: Soğuk zahitlik.

Zemistân-ı riyâ vü zühd-i bârid def’ine
Nâbî
Tenûr-ı âteşîn-ipür-şererdir halka-i tevhîd
Nâbî

zühd-i huşk: Kuru zahitlik.

Zühd-i huşkü bezm-i nûş-â-nûştan fark eylemez
Böyledir erbâb-ı hâlin meşreb-i rind-ânesi
Şeyh Galip

zühd-i kelâm: Söz zahitliği.

Dehen-i telhinle eylemez zâhid bana pend
Korkarım zühd-i kelâmından ere câna gezend
behiştî

zühd ü riyâ: Gösteriş ve zahitlik.

Bu zühd ü riyâ başına halkın ne belâdır
Mahrûm eder erbâbını zevk-ı dü-cihânın
Nâbî

zâhid, zâhide: 1. Zühd ve salah ile vasıflı, dinî vecibeleri layıkıyle yerine getiren. 2. Sofu, katı ve dar görüşlü kimse. c. zühhâd.

Harâbâtî görenler her biri bir hâletin söyler
Safâsın nakl eder rindân zâhid sıkletin söyler
Koca Râgıp Paşa
Evâmirde nüfuzu şöyle kim rindân olur zâhide
Taalluk etse fikri menine fi’l-i menâhînin
Enderunlu Fazıl
Görmez misin a zâhid im’ân ile bakınca
Keyfiyyet-i hayâtı câm-ı cihân-nümâdan
Recaizade Ekrem

zâhid-i âlûde-meniş: Bulaşık huylu zahit.

Setr için zâhid-i âlûde-meniş bâdesini
Perde eyler der-i mey-hâneye seccâdesini
Sâbit

zâhid-i bârid: Soğuk zahit.

Seçilmez âşık ile şimdi zâhid-i bârid
Gözünde halk-ı cihânın ne eşk kaldı ne hâb
Esrar Dede

zâhid-i bî-hûş: Aklı başından gitmiş, şaşkın zahit.

Zâhid-i bî-hûş ne bilsin zevkını aşk ehlinin
Bir aceb meydir mahabbet kim içen hûş-yâr olur
Fuzûlî

zâhid-i firdevs: Cennetin zahidi.

Benefşe seyrin et gel bâğ-ı hüsn-i dil-rübâlarda
Onun dünyâ değer ey zâhid-i firdevs her bâğı
enverî

zâhid-i gabî: Akılsız zahit.

İhlâsın olmayınca
Hudâvend-i âleme
Ey zâhid-i gabî ne okursun namâzda
Nâbî

zâhid-i gâfil: Gaflet içinde olan zahit.

Işk aybını bilirsen hüner ey zâhid-i gâfil
Hünerin aybtır ammâ dediğin ayb hünerdir
Fuzûlî

zâhid-i gamgîn: Gamlı zahit.

Der nazar eyleyen ey zâhid-i gamgîn kaşına
Hâne-i nekbetinin tâkı yıkılmış başına
Behişti zâhid-i hod-bîn: Kendini beğenen zahit.

Kesret-i meyden sudâ erip namâza çıkmadı
Zâhid-i hod-bîn bu özrüyle meğer ma’zûrmuş
Avnî

zâhid-i hûn-rîz: Kan dökücü zahit.

Hak sözün
Mansûr’un ancak yine hem nutku bilir
Zâhid-i hûn-rîz aceb mi onu ber-dâr eylese
Gaybî

zâhid-i huşk: Kuru zahit.

Zâhd-i huşk kabûl eyleyüben özrümüzü
El verirse bir ayağ ile mükâfât edelim
Avnî

zâhid-i kallâş: Kalleş zahit.

Esîr-i dâne-i zerk oldu zâhid-i kallâş
Elinde dâm-ı riyâdır çevirdiği tesbîh
Nef’î

zâhid-i mekkâr: Hilekâr zahit.

Öp öpersen ne kadar sâkî-i gül-ruh ayağın
Caferâ öpme velî zâhid-i mekkârın elin
Cafer
Çelebi

zâhid-i nâ-dân: Pişman zahit.

Ehl-i hakkın nutkunu irfân-ı sûrî nutk eder
Zâhid-i nâ-dân ne denlü remz-i bisyâr eylese
Gaybî

zâhid-i pâ-der-gil: Ayağı çamurda zahit.

Sûfî-i pîçîde-dâmen zâhid-i pâ-der-gili
Râh-ı cânda eylemez kendisine hem-pâ semâ’
Esrar Dede

zâhid-i peymâne-şikest: Kadeh kıran zahit.

Mâil değiliz kimsenin âzârına ammâ
Hâtır-şiken-i zâhid-i peymâne-şikestiz
Bağdatlı Ruhi

zâhid-i rûbâh: Kurnaz zahit.

Zâhid-i rûbâh bakamaz rûy-ı yâre nitekim
Düzd olana nesne gelmez mâh-ı tâbândan abes
Adlî (Sultan II. Bayezid)

zâhid-i sad-sâle: Yüz yıllık zahit.

Zâhid-i sad-sâle zikr-i nâmın etse istimâ’
Vecd ü şevkından kıyâs oldur ki eylerdi semâ’
cinânî

zâhid-i şehr: Şehrin zahidi.

Bir revâcı var harâbâtın ki korkarım
Zâhid-i şehre binâ-yı zühdü vîrân ettirir
Şeyhülislam Yahya

zâhid-i yâbis: Kuru zahit.

Sağlı sollu hârdan hançer takınmışgûyiyâ
Zâhid-i yâbis dimâğ ile eder peykârgül
Necati Bey

zâhid-i ziynet-perest: Süse tapan zahit.

Ey zâhid-i ziynet-perest ta’n etme bu âşıklara
Durma dile tâc u kemer yeter bize dîdâr-ı dost
Muradî (Sultan III. Murat)

zühhâd: Zâhid’ler.

Tûtiyâdan toprağın vakt ola tercîh edeler
Rindler sâgar düzüp zühhâd tesbîh edeler
Şeyhülislam Yahya
Rind-âne ta’ziye dahi zühhâda tehniye
Bu şi’r-i tâze tâzeledi sîne dâgını
Enderunlu Fazıl
Dünyâ-yı dûn için eğmedik baş zühhâd u ulemâya
Geçtik sinn-i hamsîni akreb-i kec-revgibi
Fethi
Atâ

zühhâd-ı huşk: Kuru zahitler.

Meysiz karâr eyleyemem meşrebim budur
Zühhâd-ı huşke meyl edemem mezhebim budur
Fasîh (Ahmet Dede)

zühhâd-ı mürâî: İki yüzlü zahitler.

Gözü korkmuş gibi zühhâd-ı mürâîlerden
Elde tesbîh ile gördükte beni yüz çevirir
Fennî

zühhâd-ı nâ-bînân: Görmeyen zahitler.

El-hazer zühhâd-ı nâ-bînânın olmapey-revi
Başına dokunmasın zahm-ı asâlardan biri
Nâbî

zâhid-âsâ: Zahit gibi.

Âşık ız dervâze-i şehr-i melâmet bekleriz
Zâhid-âsâ sanma kim kûy-ı selâmet bekleriz
Hayâlî Bey

zühhâd: bk. zühd.

Zühre: Ar. Dünya’ya en yakın gezegen.

Çobanyıldızı, Çolpan, Kervankıran, Venüs.

Divan şiirinde aşk, güzellik, şarkı ve çalgı ile birlikte kullanılır.

Yunan mitolojisinde müzik tanrıçası
Afrodit veya
Venüs’tür.

Bu yıldızın tesiri altında doğanlar; zevk sahibi, zarif, zeki ve sanatkâr olurlarmış.

Yeşil ve parlak renkler ona aitmiş.

İran mitolojisine göre, Zühre çok güzel bir kadınmış.

Hârut ve
Mârut isimli melekten göğe yükselmesinin yolunu öğrenip oraya yükselmiş.

Onun için de güzelliğin sembolü olarak değerlendirilmiş.

Oldu aşk-ı bikr-i fikrimle bir âbdâl âfitâb
Zülf-ı Zühre târ u pûd-ı hırka-i peşmînesi
Nef’î
Afitâb ü Zühre’ye hüsnün metâın etme arz
Ona âlem müşterî lâzım değil dellâleler
Hayâlî Bey
Zühre’yi bâbına çâriçe eder
Çarhtan istese duhter-ı Hayder
Enderunlu Fazıl
Gönül o duhteri her ahter-i besîme sorar
Gönül o
Zühre’yi ezhâr ile nesîme sorar
İsmail Safa

zühre-i dil-ber: Zühre’ye benzeyen sevgili.

Bu subh-ı tâze, şu nev-bâve
Zühre-i dil-ber
Şu yavru kuş, bu nihâl-i zarîf-i nev-peydâ
Tevfik Fikret

zühre-i felek: Feleğin
Zühre’si.

Nûş etmeyen sunarsa inip
Zühre-i felek
Dünyâ şarâbını kadeh-i âftâbtan
Hayâlî Bey
Zühre-i fettân-ı felek: Feleğin fitneci
Zühre’si.

Bikr-i fikrim o kadar şûh-ı dil-ârâdır kim
Reşkeder gamzesine
Zühre-i fettân-ı felek
Nef’î
Zühre-i zehrâ: Yüzü beyaz olan
Zühre.

Eğer kim
Zühre-i zehrâyı da lâyık görürlerse
Olurdu hâmile olmak için menkûha Îsâ’ya
Nef’î
Zühre-cebîn: Zühre alınlı.

Hevdec-i nâz içinde bânûlar
Cümle
Zühre-cebîn ü meh-rûlar
Necati Bey

zühur: Ar. Gelecek zaman için saklanan şey. c. ezhâr.

Ehl-i dâniş, rükn-i devlet, illet-i mecd ü şeref
Mahz-ı bîş, avn-i millet, zühur-ı dîn, fahr-i kirâm
Üsküdarlı Hakkı Bey

zükâm, zükkâm: Ar. Burun zarının iltihaplanıp akması, nezle.

Teâkub etmededir birbirin kederle safâ
Gelir dimâğa güşâd âhirinde zükâmın
Nâbî
Çend rûze gül-i ikbâl-i çemen-zâr-ı fenâ
Eder elbette dimâğ-ı dile îrâs-ı zükâm
Nâbî
Sipihri edip bûy-ı bed-telh-kâm
Aralıkta burnu olurdu zükâm
Keçecizade İzzet Molla

zükâm-ı gam: Gam nezlesi.

Açılsa bin gül-i şâdî zükâm-ıgamla yine
Dimâğ-ı hâhiş olur bûy-ı kâmdan nevmîd
Nâilî

zükâm-âlûd: Nezleye bulaşmış.

Dimâğ-ı hâhişimgayrette nâziktir benim
Asım
Zükâm-âlûd olur ye’s ile bû-yı imtinân çekmez
Âsım

zükûr: bk. zeker.

zülâl: Ar. Saf, hafif, tatlı, berrak, soğuk su.

Şu söz kim ola misâl-i kelâm-ı ehl-i kemâl
Selâsetinden hacîl ola
Selsebîl ü Zülâl
Necati Bey
Zülâl-i midhat ile öyle safvet buldu endîşem
Ki reşkinde bulandı çeşme-i âb-ı ter elmâs
Enderunlu Fazıl
Olmuş zülâl-i vuslatına teşne bir mehin
Ser-çeşme-i mahabbete âb-ı revân iken
Seyyit Vehbî

zülâl-i çeşme-i dil’
Gönül çeşmesinin berrak suyu.

Zamîr-i cevher-i küll gibi sâf iz’ânı
Zülâl-i çeşme-i dil gibipâkgüftârı
Nef’î

zülâl-i la’l: La’le benzeyen dudağın tadı.

Şifâ-yı vasl kadrin hecr ile bîmâr olandar sor
Zülâl-i zevk şevkin teşne-i dîdâr olandar sor
Fuzûlî

zülâl-i merhamet: Merhametin berrak suyu.

Zülâl-i merhametin reşhasıdır
Ab-ı Hayât
Bihâr-ı mekremetin katresi yem-ı Ummân
Cinânî

zülâl-i vasl: Kavuşmanın lezzetli suyu.

Her kimin takdîrden mahsûdu öz kadrincedir
Ehl-i ışk ister zülâl-i vasl zâhid selsebîl
Fuzûlî

zülâlî: Yumurta akı vasfında olan.

Ol kadar sâf ü revân-perver ki lâyıktır desem
Selsebîl-i fikretin âb-ı zülâlîdir sözüm
Yenişehirli Avni

züleyhâ: Far. Hz. Yusuf’un eşi.

Zelîhâ (Ar.).

Yusuf ile Züleyha hikâyesinin kadın kahramanı.

Kur’an’da da ismi geçer.

Gülün pîrâhen-ı Yûsuf gibi dâmânı çâk olmuş
Nesîm-iperde-dâr kıldı meğer mekr-ı Zelîhâ’yı
Bâkî
Işk
Mısr’ında
Züleyhâ’ya odur hem-derd olan
Yûsufî dînâra dâim çihresi hem-reng olur
Hamdullah Hamdi
Ol hüsn-ı Züleyhâ ile ol
Y’ûsuf-ı sânî
Hâteme eder engüşte hilâl-ı Ramazân’ı
Enderunlu Fazıl
Hayretinden
Yûsuf’un kavm-ı Züleyhâ kesti el
Sen ciğerler zahmını dillerde destân eyledin
Hayâlî Bey

züleyhâ-yı kalem: Kalemin
Züleyha’sı.

Yûsuf-ı çâh-ı devâtın göricek ruhsârın
Aybdır kat’-ı yed etmezse
Züleyhâ-yı kalem
Nâbî
(göricek: görünce)
Zelîhâ-yı murâd’
Murat sahibi
Zeliha.

Zelîhâ-yı murâda vâsıl olmak haylî müşkildir
Azîzim, Y’ûsuf-âsâ bend-i zindân olduğun var mı
Fehim (Hoca Süleyman)
Züleyhâ-yı ümîd: Ümit
Züleyha’sı.

Yüz sürer dâmânına bir gün
Züleyhâ-yı ümîd
Sen hemân ey Yûsuf-ı Mısr-ı melâhat ağır ol

zülf: Ar. Güzel çehrenin iki tarafından sarkan saç.

Zulmet-i zülfün giriftârı dem urmaz nûrdan
Tâlib-işem’-i ruhun horşîd-i rahşân istemez
Fuzûlî
Tövbe yâ
Rab günâh eylemeyim ahd olsun
Heves-i zülf-i siyâh eylemeyim ahd olsun
Enderunlu Fazıl
Takıp kemend boynuna döndürdü
Kâ’be’den
Çekti çevirdi zâhid-i zerrâkı zülfü hat
Nedim zülf-i abîr-efşân: Koku saçan saç.

Bilmezem sonra iki ucu berâber gele mi
Gönlümü bağladım ol zülf-i abîr-efşâna
Kınalızâde Kirâmî zülf-i anber-bâr-ı yâr: Sevgilinin amber kokusu saçan saçı.

Zülf-i anber-bâr-ı yâra benzetirmiş kendüyü
Nâfe miskîninin dimâğında kuru sevdâya bak
Hayâlî Bey

zülf-i anber-efşân: Amber gibi misk kokusu saçan saç.

Arız mıdır bu cânâ ya âfitâb-ı rahşân
Sünbül müdür ya kâkül ya zülf-i anber-efşân
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

zülf-i anber-reng: Amber renkli saç.

Dîvâne dil kim hastedir ol çeşm-i şûh u şeng için
Dâm-ı belâya bestedir bu zülf-i anber-reng için
Nizamî

zülf-i anber-tâb: Amber gibi parlayan saç.

Kılca kalmış bir nice âşüfte-cândırşevkten
Mû değildir
Caferâ bu zülf-i anber-tâblar
Cafer
Çelebi (Tâcizade)

zülf-i arak-rîz: Ter döken saç.

Gizleme zülf-i arak-rîzin külâhından çıkar
Dil-berâ çün yüzünün ebr-i gül-âb-efşândır
Âhi

zülf-i âşüfte: İffetsiz kadının saçı.

Zülf-ı Aşüftesi dîvâneye döndürdü beni
Çeşm-i hâmûşunu gördükçe edeb geldi bana
Esrar Dede

zülf-i bî-karâr: Kararsız saç, yerinde duramayan saç.

Karâr u sabrım alan zülf-i bî-karârındır
Harâb eden beni şol çeşm-i pür-humârındır
Ahmet Paşa

zülf-i cânân: Sevgilinin saçı.

Reng ü bûda zülf-i cânâna müşâbih olmasa
Kim bakar gül-zâr-ı dehrin sünbül ü şeb-bûsuna
Fıtnat
Hanım

zülf-i çeng: Çeng teli (Çalgı ahengi)
Lebin devrinde zâhidler dutup meyhâneler küncün
Kılıp tesbîh târın terk zülf-i çeng dutmuşlar
Fuzûlî

zülf-i çevgân: Çevgana benzeyen saç.

Zülf-i çevgânına tûp et başını meydâna gir
Çün
Muhibbî kendünü merdâne söylersin bana
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

zülf-i deycûr: Çok karanlık saç.

Nâz eder necm-i sabâha çeşm-i mahmûrun senin
Leyl-i vuslattan güzeldir zülf-i deycûrun senin
Kemalzâde Ekrem Bey

zülf-i dırâz: Uzun saç.

Zülf-i dırâz derdini benden sor ey tabîb
Uzun gece belâsını bîmâryeğ bilir
Necati Bey

zülf-i dil -âvîz: Gönül çeken, gönüle asılan, cazip saç.

Ey sabâ zülf-i dil-âvîzini tahrik ettin
Bu kadar fitne vü âşûba sen oldun bâdî
Bâkî

zülf-i dil-ber: Sevgilinin saçı.

Zülf-i dil-ber halka halka rûy-ı yâr üzre yatar
Ser-te-ser kılmış ihâta genc-i hüsnü mân gör
Selimî, Tâlibî (Sultan II. Selim zülf-i dü-tâ: İki yandaki saç.

Kasdı hâk etmek değilse ömrünü âşıkların
Ayağa niçin salar zülf-i dü-tâsın bilmedim
Ahmet Paşa

zülf-i girih-gîr: Düğüm düğüm saç.

Katı müşkildir işim zülf-i girih-gîrinden
Sabr bu müşkili derler açar ammâ müşkil
Fuzûlî

zülf-i ham-be-ham: Büklüm büklüm saç.

Ol zülf-i ham-be-ham kim rûy-ı nigâre düşmüş
Gûyâ bir iki sünbül bir cûy-bâre düşmüş
Hakanî

zülf-i Kâfir-istân: İslam dininde olmayanların saçı.

Yine zülf-ı Kâfir-istân dil ü cânı kıldı gâret
Yine gamze-ı Hülâgû urup etti dîni yağma
Esrar Dede

zülf-i kullâb: Kancaya benzer saç.

Zülf-i kullâbı ile gönlüm
Muhibbî cân çeker
Bağlanır bend-i belâya habs ile zindân çeker
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)

zülf-ı Leylâ
: Leyla’nın saçı.

Düşmemişken ana rahmine dahi
Mecnûn-ı zâr
Zülf-ı Leylâ’dan dil-i dîvânemiz âgâh imiş
Muhibbî, Meftunî (Kanunî Sultan Süleyman)
Gönül
Mecnûn gibi dil-beste olma zülf-ı Leylî’ye
Seni sahrâ-neverd-i aşk eden zîrâ
Hudâ’dır hep
haşmet

zülf-i miskîn: Kokulu saç.

Zülf-i miskîn ki ruh-ı yâr ile tâbende durur
Şem’-ipür-nûr ile san buldu şeb-istân revnak
Avnî

zülf-i muanber: Amber kokulu saç.

Gûy-ı melâhat olmaya meydân-ı hüsnde
Zülf-i muanberin o mehin savlecân tutun
Cem Sultan

zülf-i muattara: Kokulu saç.

Zülfün tarıyor şâne-i elmâs ile cânân
Etmez mi gönül zülf-i muattaraya perestiş
Cenap Şahabeddin

zülf-i mutarrâ: Taravetli, taze, yeni saç.

Çün ala seni destine ol zülf-i mutarrâ
Diye ki bunu gönderenin hâli nedir ya
Vasfî

zülf-i mücerred: Soyut saç.

Yüz verip edelden fikr-ile dil çekse ne ola âh
Çekmek gerek elbette dile çünkü gele med
İbni Kemâl

zülf-i müselsel: Zincirleme saç.

Ol kadar kâkül-i dil-dâra sarıldı dil kim
Şeş-cihetten gözüme zülf-i müselsel görünür
İbnü’n
Neccâr
Şeyh Rıza

zülf-i müşgîn: Mis kokulu saç.

Gül-şen-i kûyun koyup mürg-i dil uçmak istese
Zülf-i müşgînin hevâsı ayağını bağlar
Şehzâde Korkut

zülf-i müşg-âsâ: Misk gibi kokan saç.

Bana göz açtırmayan ol nergis-i şehlâsıdır
Bana gün göstermeyen bu zülf-i müşg-âsâsıdır
Necati Bey

zülf-i nesîm: Rüzgâr gibi sallanan saç.

Hâkimin her zerresi raks ura yârin mihr ile
Ger ede zülf-i nesîmi kabrim üstüne güzer
Adlî (Sultan II. Bayezid)

zülf-i nigâr: Sevgilinin saçı.

Ey sabâ zülf-i nigârı anber-efşân eyledin
Hâk olan bî-dilleri hâk ile yeksân eyledin
Necati Bey
Ey turra bâğ-ı hüsnde sünbül müsün nesin
Zülf-i nigâr yoksa karanfil misin nesin
Nedim

zülf-i perîşân: Dağınık saç.

Âşiyân-ı mürg-i dil zülf-i perîşânındadır
Kanda olsam ey perî gönlüm senin yanındadır
Fuzûlî
Kanlar dökülür hançer-i berrânın ucundan
Yaşlar kesilir zülf-iperîşânın ucundan
Fazlî

zülf-i pür-çîn: Bükümlü, kıvrım kıvrım
saç.

Her nesîm-i cân-fezâ ki ol zülf-i pür-çînden çıkar
Şerm-sâr eyler kokusu müşgü kim
Çîn’den çıkar
Nizamî

zülf-i pür-şiken: Kıvrım dolu saç.

Üzüldü rişte-i cân zülf-i pür-şiken diyerek
Bozuldu çihre-i dil berg-i yâsemen diyerek
Nâbî

zülf-i ruh: Yanağa dökülen saç.

Bâğda zülf-i ruhun andıkça bu kimdir diye
Sünbül ü gül biri birinden suâl eyler beni
Nedim

zülf-i semen-bû: Yasemin kokulu saç.

Bu pîçtâba aceb âhımız mı oldu sebeb
Neden o zülf-i semen-bû büküm büküm bükülür
Mehmet
Memduh Paşa

zülf-i semen-sâ: Yasemine benzeyen saç.

Ruhların üzre yatar zülf-i semen-sâ gûyâ
Gül-i terden edinir kendüyepister sünbül
Bâkî
Bul
Nedîm a’yı ararsan o kemân ebrûnun
Evbrüvânında yâhûd zülf-i semen-sâyinde
Nedim

zülf-i ser-keş: Baş çeken, asi saç.

Fitneler her kûşeden ol zülf-i ser-keşten çıkar
Korkarım bu fitnelerle bir gün ol baştan çıkar
İbni Kemâl

zülf-i siyâh: Siyah saç.

Her ne dem zülf-i siyâhın yâd edip gamgîn olam
Ey güneş yüzlü benim için bulutlar ağlar
Şehzâde Korkut

zülf-i siyâh-ı yâr: Yârin siyah saçı.

Zülf-i siyâh-ı yârda var sad hezâr çîn
El çek dolaşmadan ona
Yahyâ hatâsı çok
Şeyhülislam Yahya

zülf-i siyeh: Siyah saç.

Ateş gibi tutsaydı eğer nûr-ı tecellî
Ey zülf-i siyeh dûd-ı siyâhı sen olurdun
Yenişehirli Avni

zülf-i siyeh-kâr: Günaha giren saç.

Üftâde-i dâm-ı ser-zincîr-i cefâyız
Bir zülf-i siyeh-kâre kul olmaya sezâyız
Menkilî
Giray
Yine bağlandı gönül zülf-i siyeh-kârın ile
Yine dağlandı ciğer âteş-i ruhsârın ile
Necati Bey

zülf-i sünbül: Sümbüle benzeyen saç.

Niye bî-cân olur pây-ı nigâh-ı rağbetim bilmem
Tehî güller girihten zülf-i sünbülde şiken yoktur
Nâbî

zülf-i sünbül-bû: Sümbül kokulu saç.

Görüp nergis o çeşm-i mesti seyre dalmış mest-âne
Benefşe zülf-i sünbül-bûyu reşk ile nizâr olmuş
Muallim Naci

zülf-i şeb: Gecenin saçı.

Zulmet-i cürmü ne ola nûr-ı kerem mahvetse
Zülf-i şeb perde-i rû-yi meh-i tâbân olmaz
Tâlib-ı Kadim (Bosnalı)

zülf-i şeb-dîz: Gece renkli saç.

Zülf-i şeb-dîzine her kim baş koşa
Gözü yaşından cihân gül-gûn olur
İbni Kemâl

zülf-i şeb-reng: Gece renkli saç.

Zülf-i şeb-rengin firâkıdır p
erîşân-hâl edip
Gözlerime âlemin rûşenliğin deycûr eden
Avnî

zülf-i şûrîde: Perişan saç.

Ey kemân ebrûsunapeyveste kurbân olduğum
Zülf-i şûrîden gamındandır perîşân olduğum
Ahmet Paşa

zülf-i tâb-dâr: Kıvrım kıvrım saç.

Uzanır rişte-i tûl-i emel dîdâr zevkiyle
Ham açıldıkça ol gül-çihre zülf-i tâb-dârından
Fuzûlî

zülf-i tahayyül: Hayal edilen saç.

Bir gölde yüzen zülf-i tahayyül gibi mağmûm
Mehtâba dolan girye-i eşyâ gibi mevhûm
Ahmet Hâşim

zülf-i târ-mâr: Dağınık saç.

Bize ey bâd bâdî-i perîşânî olursan da
Dokun gâhî o zülf-i târ-mâra gerçi bâd-â-bâd
Sünbülzade Vehbi

zülf-i tarrâr: Yankesici saç.

Zülf-i tarrârın hamından sünbülün boynunda bağ
Hâl-i ruhsârın gamından lâlenin bağrında dâg
Necati Bey

zülf-i yâr: 1. Sevgilinin saçı. 2. mec. Menfaat, çıkar. (Yalnız “ zülf-i yâre dokunmak” deyiminde kullanılır.

Zülf-i yâre dokundu gibi sabâ
Sad hezâr âfitâb var dilde
Münif
Zülf-i yâre dokunur tel kıracak mertebede
Getirir gâh kesel hâtır-ı cânâne sabâ
Eşref Paşa
(Bursalı Mustafa)

zülf-i zer-endûd: Altın işlemeli saç.

Eder zülf-i zer-endûdun kaşı tâkına zer zencîr
Ki ya’nî hüsne kisrâyam nişân uş
Tâk-ı Kisrâ’dan
Cem Sultan

zülf-i zâlim: Zalim saç.

Neydi cânâşem’-i ruhsârıngetirmek araya
Zülf-i zâlim nisbet edip basmasaydı yan ona
Necati Bey

zülf-i zer-târ: Sırmalı saç.

Sîne-i nûruna pertâb ediyorken gâhî
Dökülür gerdenine sâye-i zülf-i zer-târ
Kemalzâde Ekrem Bey
Kefenin olsa zülf-i zer-târın
Bir müzehheb firâş olur bana merg
Cenap Şahabeddin zülf-ı Zühre: Zühre’nin saçı.

Oldu aşk-ı bikr-i fikrimle bir âbdâl âfitâb
Zülf-ı Zühre târ u pûd-ı hırka-ipeşmînesi
Nef’î

zülfeyn: Her iki zülüf.

Şekli zülfeynin havâşîsinde zîbâ hattının
Kayd-ı şâhtır ki hatın onsuz hatâlar gösterir
Ahmet Paşa
Yüzün görüp murâda ermek istersen komaz zülfeyn
Gurûba varmadan hûrşîd erişir menzile şeb-hîz
figânî

zülfeyn-i yâr: Sevgilinin her iki tarafa ayrılmış saçı.

Zülfeyn-i yâri bâğ-ı cemâlinde der gören
Seyrân eder bu ravzada gûyâ ki iki hûr
Enverî

zülf ü dehân: Saç ve ağız.

Menşûr-ı hüsnü olmağa hükm-i cihân-mutâ’
Zülf ü dehânı mühr ü nişândan haber verir
Necati Bey

zülfe: Ar. 1. Kısa saç. 2. Bazı şeylerin ucundaki püskülcük.

Zencîr-i zülfe çekti alıp gönlümüz o şûh
Olur
Belîğ bend ile dîvânegâna pend
Belig
Hemân hitâb edip ey âfitâb-ı nâz dedim
Ki ey fedâ o siyeh zülfe nâfe-ı Tâtâr
Nedim
Gönül zevk-ı mahabbetle dolup kalmadı efkârım
Dolaşıp bend-i zülfe cânı kurbân eyledi gitti
Âdile Sultan

Yorumlar kapatıldı.