İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kültürel Diplomaside “Gönülden Gönle Giden Gizli Yol”

Bosna Hersek’in Foynitsa şehrinde Yunus Emre Enstitüsünün Şube Müdürü olarak görev yapıyordum, yıl 2012. O yıl Bosna Hersek’e tarihinde hiç yağmadığı kadar kar yağmış ve ülkede olağanüstü hal ilan edilmişti. Devlet Başkanı halktan yardım talep ediyor ve herkesin evinin önünü temizlemesini, bu afetle ancak bu şekilde baş edebileceklerini açıklamıştı. Bu olağanüstü şartlarda bir dağ kasabasından büyükçe diyebileceği Foynitsa’da Türk kültürü adına ne yapabilirim diye kafa yoruyordum.

Ha Foynitsa demişken bu hususa değinmeden geçemeyeceğim. Göreve başladığımda yazışmalar “Fojnica YEE” şeklinde yazılarak yarak yapılıyordu. Oraya gelen devlet adamlarının “Fojnica” ifadesini olduğu gibi okuyarak halka hitap ettiklerini, resmi görüşmelerde Fojnica dediklerini işitince bu işe bir el atmak gerektiğini düşünerek Enstitü Merkezine resmi yazı ile başvurdum. Boşnakça’da j harfinin Türkçede “y” sesine tekabül ettiğini, “c” şeklinde yazılan harfin ise “ts” şeklinde okunduğunu ifade ederek Türkçenin yazıldığı gibi okunduğu ve okunduğu gibi yazıldığı kuralını hatırlatarak “Fojnica” ifadesini resmi yazışmalarda “Foynitsa” olarak değiştirilmesini talep ettim. Yine aldığım resmi cevapta talebin haklı olduğu ve ifadenin bu şekilde değiştirildiği bildiriliyordu. Zamanla bu girişimimden pişman oldum… Neden mi? Zaman geçip Foynitsa ile ilgili araştırmalarımı yoğunlaştırdığımda bir elyazması eserle karşılaştım. Foynitsa’da bulunan ahşap bir caminin imamı ve aynı zamanda bizim Türkçe kursiyerimiz olan Ahmet Bey bir gün bir vakit namazını kendi camisinde kılmamı, bana bir şeyler göstermek istediğini söyledi. İkindi namazının edasından sonra minberin altından bir bisküvi kutusu içerisinden elyazması eserleri çıkardı. Bir kısmını fareler kemirmiş fakat çoğunluğu bütün ve okunabilen Osmanlıca eserlerdi bunlar. Bazıları matbu tefsir kitapları olmakla birlikte içlerinden bir tanesi nefis bir el yazısı ile yazılmış, başlıkları kırmızı beyitleri sihay mürekkeple yazılmış bu şiir güldestesiydi. Bu güldestede tekkelerde okunan ve çoğunu bildiğimiz Türkçe ilahiler vardı. Şimdi Foynitsa ile bağlantını arz edeyim: Kitabın sonunda “Foyniçalı Ahmed” yazılmıştı. Malum olduğu üzere Slavca’daki “ц: ts” olarak seslendirilen harf Türkçede “ç” olarak telaffuz edilegelmiştir. Misal mi istiyorsunuz: tsar, tsaritsa “çar, çariçe”, Nemtse, “Nemçe”… Tabi kuzey Slavcasındaki “ц” harfi güney Slavlarında “c” şeklinde yazılmıştır. Hal böyle olunca “Fojnica” yazılışı “Foyniça” olarak okunmalı ve yazılmalıydı. Ben hata etmişim.

Şimdi uzun süredir aklımda olan bir şeyi buraya not edeyim: “Dünyadaki yer adlarını ecdadımızın telaffuzunu esas alarak yeniden düşünmeli miyiz?” Bence evet. Türkçe okunduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir dildir. Orijinala sadık kalma saçmalığını bırakmalıyız. Zira bunun savunulabilecek bir yanı da yoktur. Ruslar “Moskva” diyorlar biz “Moskova” diyoruz. Bunu nasıl savunacaklar? Amerikayı yeniden keşfetmeye gerek yok… Atalarımız yüzlerce yıl yer adlarına isim vermede hani yolu tuttuysa biz de aynı yoldan giderek dile ihanet etmeyi bırakmalıyız. Bu hususu bu şekilde araya sıkıştırdıktan sonra 2012 Foyniça’daki hikayeme devam edeyim…

Ümraniye Belesiyesinin yaptırdığı bina nevi şahsına münhasır bir mimariye sahipti. Kafetarya gibi düşünülmüş çatısına çıkıldığında muhteşem bir manzarayı 360 derece seyredebildiğiniz, şehrin merkezinde yer alan yegane bina idi. Dragaça ırmağının yanına inşa edilmiş olması ayrı bir letafet katıyordu binaya… Irmak içerisindeki alabalıkları ve yabani ördekleri seyrederek, ırmağın şırıl şırıl sesini dinleyerek zamının nasıl geçtiğini anlayamıyordunuz Foyniça’da… Bir grup Boşnağa Türkçe öğretiyorduk, Hırvat ve Boşnakların ayrı ayrı kurulmuş iki akıl hastanesinin müdavimlerine Ebru dersleri veriyorduk. Akıl hastanesi müdavimleri deyince yanlış anlamayın… İçlerinde Türkçe dahil 5-6 dil bilen entelektüeller vardı.

Bir de yemek kursumuz vardı ki asıl bu yazıyı bu kurs üzerinden kurgulayıp sonra Romanya’ya geçmek istiyorum. Foynitsa’da 5 Türk yaşıyorduk. Ben, eşim, okutmanım ve eşi bir de henüz mezun olmuş bayan bir okutmanımız. Türk yemekleri kursunu kim verecekti peki? Elbette Hatay gibi gastronomi şehrinde annesinin terlikleri ve oklavalarının tedrisinden geçmiş olan okutman arkadaşın eşi… Hataylı olan bu hanım kardeşimin medeni cesaretini tekraren tebrik ederek kursa geçeyim. Profesyonel bir kurs olmadığını ifade etmek için kursun adını “Türk Ev Yemekleri Kursu” koyduk. 12 kursiyerle kursumuzu başlattık. Bu kursiyerler içerisinde Foyniça’da bulunan Raumel Hotel adındaki bir kaplıca otelin aşçıları da vardı. Haftada bir gün ve bir ay süren kursta 30’a yakın yemeğin Türk usulü yapılışını gösterdik ve etkinlik sonunda hep birlikte afiyetle yedik. En çok ilgi çekenler ise mevsim salatası, çoban salatası ve acılı ezme idi. Buna şehriyeli pilavı da eklemeden edemeyeceğim. Kurs başarılı bir şekilde tamamlandı. Kursiyerler memnun biz ise mutmaindik. Derken yılın sonuda Enstitü Başkanı Romanya’ya merkez müdürü olarak gitmek isteyip istemediğimi sordu. Tereddütsüz kabül ettim. Sevgili Bosna’nın zambaklarından bir çift soğan alarak Romanya Bükreş’e geçtim. 2013 yılının başında öncelikle ülkeyi tanımak için ziyaretlerde bulundum. Muazzam bir ülke, muhteşem insanlar ve mülayim bürokrasi ile Romanya’ya hayran kaldım. Yüzyıllarca beraber yaşadığımız Roma’nın varisleri Rumenler akdeniz insanları kadar sıcak ve samimi insanlar olarak karşıma çıktı. Dobruca’yı gezdikçe ve atalarımın at koşturduğu topraklarda şehitlerin toprağa karışmış moleküllerini teneffüs ettikçe kendimi memleketim Afyon’da hissettim. Bir çok kültürel etkinlik icra ettik fakat ben yemek kursundan devam edeyim. Zira bu hususu bir şey ile bağlayacağım.

Romanya’da “Türk Ev Yemekleri” kursu afişini hazırlayıp sosyal medyada dolaşıma sunduk. Bu arada kurumsal ziyaretlerimi sürdürüyorum. Bir gün Romanya Milli Eğitim Bakanlığının Yabancılar Genel Müdürünü ziyarete gittik. Baktım ki masasında bizim yemek kursunun afişinin çıktısı duruyor. İlgisinin olup olmadığını sordum. “Mutlaka katılmak ve yazılmak istiyorum ama zamanım müsait değil, bu husus beni alıkoyuyor”, dedi. Ben de artık kursun öğrencileri arasında olduğunu ve müsait olduğu herhangi bir zamanda kursa katılabileceğini söyledim. Mutluluğunu ifade edecek kelime bulamıyorum. Müsadenizle o zaman kızımla birlikte katılacağım, dedi. Gülümsemelerden sonra güzel bir dostluğu başlatmış olduk. Kendisi kızı ile bir kursumuza katılıp önlükleri çekti ve “lütfen bana ayrıcalık tanımayın, ben buraya soğan doğramaya ve yemek yapmaya geldim” diyerek bürokratlığı bir kenera koyup bir tevazu örneği olarak kursun sonuna kadar başarılı bir kursiyer olarak çalıştı. Kursu kısıtlı imkanlarla ve tek katlı evden bozma kültür merkezimizde yapıyorduk. Müdür odasının yanında bulunan 12 kişilik sınıfın sıralarını ortaya diziyor, portatif ocağı kuruyor ve soğan, sarımsak kokuları içerisinde saatlerce kahkahalarla yemekleri kaynatıyorduk. Bayan okutman arkadaşları kendi evlerindeki gibi koşturuyor, yerel personel başarı için çırpınıyordu.

Macar Kültür Merkezinden gelen bayan bir kursiyerimiz, maharetli erkek kursiyerlerimiz verilen her işi bir asker disiplininde yerine getiriyordu. İlk gün kurs bitmek üzereydi ve yemekler artık pişmişti. Baktım ki kursiyerler çantalarını omuzlarına asmışlar benimle vedalaşmak için geliyorlar. Nereye gittiklerini sordum. Hayret dolu gözlerle bana bakarak “kurs bitti, gidiyoruz” dediler. Ben de Türklerde bir yere gelmenin ihtiyar ile gitmenin ise izinle olduğunu, kendilerine izin vermediğimi söyledim. Hayretleri bir kat daha artmıştı. Anlayamadıkları bu durumu uzatmadan onarı da peşime takarak bahçeye çıkardım. Bahçede iki tepeli 30-40 kişinin oturabileceği bir beyaz çadır tente kuruluydu. Bank masaları yan yana dizilmiş, üzerleri bembeyaz yemek masası örtüsü ile örtülmüştü. Servis için gerekli bütün tabak, çanak, çatal, kaşık hazır bekliyordu. Oturmalarını rica ettim. Birbirlerine hayretle bakarak oturdular. Derken mesai arkadaşlarımız servise başladılar. Kendi pişirdikleri çorba, ana yemekler, salatalar ve içeceklerin servis edilmeye başladığını görünce bazıları hemen ayağa kalktı ve servise yardıma başladılar. Artık hayret yerini gülümsemeye ve zamanla kahkahalara bırakmıştı. Bir ay boyunca 40’a yakın yemek, çorba, salata, tatlı, şerbet, meze öğrenen kursiyerler ayrılırken neredeyse ağlacaklardı. Kursun tekrarını rica ettiler. Bir ailenin fertleri gibi sarılarak ayrıldık kursiyerlerimizle.

Bu ilgi bende işi bir tık büyütme hevesi oluşturdu. İşi biraz daha profesyonel yapacak ve televizyonları da bu sürece dahil edecektim. Romanya’da muazzam işler yapan Türk iş adamları ile irtibata geçtim. Bir restoranın aşçısının 400’e yakın zeytinyağlı yemek tarifi bildiğini öğrenince kendisi ile görüşerek kurs için ikna ettim. Sayın Büyükelçimiz bu haberi duyunca bu kursu yaparsam 18 lt’lik zeytinyağının kurs için hediye edeceğini söyledi. Bitmedi Müslüman, Yahudi ve Hristiyanların sembolleri olan hilal, Davut yıldızı ve haçın kapısında asılı olduğu bir yemek kursu merkezini bir Türk iş adamı tahsis etti. Mekanı şöyle tarif edeyim: 6 metre uzunluğunda yekpare bir mermer tezgah, tezgahın üstünde, sağında ve solunda paslanmaz çelikten her türlü alet, edevat, blender, mikser, fırın, dolap… Mutfak atölyesinin yanında kocaman kazanlar, ocaklar ve yemek ikram edilen pırıl pırıl bir aşevi…

Romanya’nın TRT’si ile anlaştık ve her bir kursumuzu çekerek yayınladılar. Bu arada kursun alt yapısını oluşturdum benim tayin Ankara’ya çıktı. Biletimi aldım, kursun ilkine katılabiliyorum sonrakilerde yokum. İlk kursa heyacanla katıldım. Kursiyerlerden bir tanesi yukarıda zikrettiğim Macar Kültür Merkezinden bir önceki kursumuza gelen hanımefendi idi. Zeytinyağlı yemek kursu başlamış, çekimler devam ediyor ve aşevinin değişik kısımlarında tarifler veriliyordu. Bir ara Macar Kültür Merkezinden kursa katılan hanım efendi sessizce kulağıma: “Mustafa Bey, kursu neden burada yapıyoruz?” dedi. Sibirya soğuğunda merkezi ısıtma ile ısınan bir dairede 50 dereceden -50 dereceye çıkmış bir slav gibi donakaldım. Nasıl yani, dedim. Tezgahı, aletleri, ortamı görmüyor musunuz? Her şey profesyonel, bakın televizyon da çekiyor… Bunun için buradayız deyince Hanım efendi hanım efendi hiç unutamadığım şu cevabı verdi: “Türk Kültür Merkezindeki o ruh yok!”. Profesyonellik özetimden kaynaklı yakalandığım hastalığın hummasından bu cümle ile fırlarcasına uyandım. Ruh dediği şey samimiyet, ortamın sıcaklığı, güler yüz, atılan kahkahalar ve tabiilikti. Burası muhteşem makinelerle oluşturulmuş, çok iyi düşünülmüş bir tesis olmakla birlikte kalpten kalbe giden o gizli yolu açamamıştı.

Anadolu düğün yemeklerinde kurulan dört ayaklı gaz ocağı üstünde, Türkçe kursiyerlerinin gözü önünde ve kursiyerlerin sıkış tepiş doldukları sınıfta yakaladığımız gönül yolunu bur taş binada açamamıştık. Ha bir şeyi açtık. Benden sonra Müdürlük vazifesini üstlenen arkadaşımdan öğrendiğim kadarı ile kurs televizyonda yayımlanınca pek çok televizyon programına davet edilerek Türk Kültür Merkezi tanıtılmış ve o yıl hiç reklam yapılmadan olması gerekenin 3 katı Türk kursiyer talebi alınmış. Rahmetli halk ozanımız Neşet Ertaş’ı rahmetle yad ederek:

“Dost elinden gel olmazsa varılmaz,
Rızasız bahçanın gülü derilmez,
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez,
Gönülden gönüle gider yol gizli gizli”

diyorum. Benim bu sırrı anlamam için Romanya bir ülkede 14 ay yaşamam gerekti. Rahmetli bunu bir dörtlükte ne güzel özetlemiş…

Kültürel diplomaside gönülden gönle giden gizli yolu bulamazsak mermerler, makinelerle bir yere varamayız.
Bosna’dan çıktım, Ahmet Mithat Efendi rahmetli gibi bir sürü veriyi araya sıkıştırdım ve Romanya’da bir yemek kursu ile bitirdim.
Ben böyle değildim Mesnevi’nin üslubu beni bu hale getirdi. Bir suç ve suçlu varsa dedem Mevlana’dır.
Sürç-i klavye ettiysem affola.

Hürmetle salam ederim.

Mustafa KAYIHAN
17.05.2023
ANKARA

Yorumlar kapatıldı.