İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

EMİRDAĞI BİRBİRİNE ULALI TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ

Emirdağı birbirine ulalı
Altın yüksük parmağında dolalı da Fadime’m dolalı
Başın mı böyüdü gelin olalı
Ben seni kız iken seven oğlanım da Fadime’m oğlanım

Emirdağı’na da gara gidelim
Ayvadan usandık nara gidelim de Fadime’m gidelim
Buranın gızları gönül eğlemez
Gönül eğleyecek yere gidelim de Fadime’m gidelim

Emirdağ’dan bir geçmeynen yol olmaz
Altın yere düşmeyinen pul olmaz da Fadime’m pul olmaz
Fadime’mi sevmelere doyulmaz
Al bohçanı tut yaylanın yolunu da Fadimem yolunu

Ali ERCAN

Efendim bu türküyle ilgili yazılmış bazı hikayeler var ama beni hiç biri tatmin etmedi… Yazılıp anlatıların da türkünün sözleri ile örtüşmediği ortada… Siz de şöyle bir göz atabilirsiniz.

İnternet ortamında pek çok kıta eklemesi yapılmış “Emirdağı birbirine ulalı” türküsüyle karşılaşıyorsunuz. Kıtalar çoğalmış da çoğalmış ama yapılan eklentilerin içerisinden bir mısrayı alıp arama yaptığınızda aslında yapılan ekin başka bir Emirdağı yöresi türküsüne ait olduğunu ve bu türküye uyarlandığını fark ediyorsunuz. Ezgi aynı olunca geriye bir tek “Fadime’m” ifadesini eklemek ve biraz da manayı yakıştırmak kalıyor. Ben yaptım oldu mevzuu yani…

Başlığı “Emirdağı Birbirine Ulalı Türküsünün Hikayesi” olarak attık ya şimdi onu anlatalım. Aşağıdaki ifadeleri okuduğunuzda da anlayacağınız üzere burada “bir hakikate dayanarak” bu türkünün hikayesini anlatmayacağım. Aslına bakarsanız pek çok türkünün “ilk hakikatinden çok uzaklaştığını” hatta bir çok hakikatin bazen ozan tarafından birleştirilerek bir türkü halinde yakıldığını düşündüğümden her türkü hikayesinde bir “gerçek zaman, mekan, kişi ve olay” aramanın doğru olmadığını düşünüyorum. Bu türkü yorumunda “hakikate dayalı bir hikaye metni” arıyorsanız yazıyı okumayı burada kesip kıymetli zamanınızı harcamayın derim bütün samimiyetimle.

***

Ben bu türkünün manasını düşünürken Türk’ün de bir Leyla’sı yok muydu acaba diye düşündüm. Bu soruyu benden önce sorup bir cevap bulanlar olmuştur ama ben henüz duymadım, okumadım. Belki İslam olmazdan evvel “Aykız” gibi bir şeydi ama elimizde kafi miktarda kaynak olmadığı için böyle bir karara varamıyoruz. Peki, onuncu yüzyıla gelindiğinde bu Leyla’nın bizdeki karşılığı ne olmuş olabilir?

Bence aşığın yani has oğlanın remzi yiğitlerin yiğidi Hz. Ali (k.s.) ve maşuğun yani has kızın remzi hayrunnisa Fâtımâtü’z-Zehrâ (r.a). “Lâ fetâ illâ Ali, lâ seyfe illâ zülfikâr” diyerek yiğitlikte aş köşeye Hz. Ali (k.s.)’yi koyan Türk, Hz. Peygamberin (s.a.v.) mübarek hanelerinde otururlarken içeri girince ayağa kalktıkları sevgili kızı Fâtımâ’yı da gönlünün sedirinde, baş köşede oturtmuştur. “Sevgili Peygamberimiz” seviyorsa biz Türkler de haydi haydi severiz. Necip Fazıl’ın “Gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür / Sana çöl gibi gelen, O göl diyorsa göldür” mısralarıyla özetlediği dünya ve ahiret bakış açısını “kılıç Müslümanı olarak” değil de “gönül Müslümanı” olarak kayıtsız ve şartsız kabul etmiş olan Türk milleti “Fatma anamız” diyerek o hayrunnisayı gönül sarayındaki hak ettiği şerefli makamına oturtmuş, “bemim elim değil Fatma anamızın eli” diyerek ailesine yemek pişirmiş, tarhana yapmış, bulgur kaynatmıştır. Fâtımâ, Türklerde olmuş “Fatma / Fadime…” Buna ilaveten, Muhammed’i (s.a.v.) Mehmed yaparak çocuğuna söyleyeceği olası bir sert sözünde “Sevgili Peygamberini” incitmemeyi düşünen Türk, biraz da “Fatma anasını” incitme kaygısıyla kelimeyi muhaffef hâle getirmiş ve “Fadime” yapmış olmalıdır.

Türkçe “bülbül dilidir” ve “gül” kokar. Bakınız her iki kelime de yani “bülbül” ve “gül” Farsça asıllarında “bulbul” ve “gul” diye okunur. Türk için “bülbül” gibi narin bir kuş, “gül” gibi nazenin bir çiçek “bulbul ve gul” diye kalın sıradan okunamaz! Türk kulak zevki bu ifadeleri kaba bulur. Türk hemen kelimeleri ince sıraya çeker “bülbül ve gül”… İşte bu şekilde “Fatma” adını çocuklarına koyarak “Fâtımâ” kelimesinin orijinaline saygısını muhafaza ederken, bir de “Fadime”yi ekler ve en çok da bu şeklini benimser. Çünkü 25 gibi genç bir yaşta kırılmış bir gül fidanıdır “Türk’ün Fadime”si, “Sevgili’nin sevgili gülü”… Türk, ehlibeyti o kadar çok sever, o kadar bağlanır ki türküsünde has oğlanın yerine ehli beytten Ali’yi; Leylâ’nın yerine Fadime’yi koyar.

Karahisar Kalesi türküsünü anlatırken “Ozanın cezai ehliyeti yoktur.” demiştim. Delidir, ne yapsa yeridir, derler ya işte öyle bir şey… “Hocanın dediğini yap yaptığını yapma!” sözü var ya bu ifadedeki “hoca” aslında “kam” yani “ozan”dır. Zira eskiden “kam”lık sonraki adıyla ozanlık ve din adamlığı iç içe girmiş durumdaydı. Kam’ın cezbeli halleri, yaptıkları hareketler pek de “akıllı adamın” yapacağı hareketler değildi. Bu kamlar yeri gelir kağana dahi ağır gelebilecek sözler sarf ederler ve buna rağmen cezalandırılmazlardı. Zira onlardan sadır olan sözlerin kendilerinden değil de Tanrı’dan bir ilhamla söylendiğine inanılırdı. Ozan, Tanrıdan bir lütuf olan aşk badesini rüyasında içince saz bilmezken çalmaya söz bilmezken söylemeye başlayıverirdi. Kamların da aynı şekilde rüyalarında kamlık vazifesini aldıkları bilinmektedir.

***

En sonda söyleyeceklerimi başta söyleyeyim: Bence bu türküde ozan bir içtimai yaraya isyan ediyor: “Sevenlerin sevdiğine verilmemesi!” Aslında pek çok türkü ve ağıtta olduğu gibi ozan “aşıkla empati kurarak” hemen “birinci ağızdan” yakıyor türküsünü. Şimdi ozanın cezai ehliyetini elinden alıp aşığın yerine koyduk, maşuğa bir isim bulduk ve adına Fadime dedik, kurgulanmış olay örgüsünü, zaman ve mekanı aşağıda peyderpey anlatacağız. O zaman Türkünün yorumuna başlayabiliriz. Haydi Bismillah:

“Emirdağı birbirine ulalı
Altın yüksük parmağında dolalı da Fadime’m dolalı
Başın mı böyüdü gelin olalı
Ben seni kız iken seven oğlanım da Fadime’m oğlanım”

Dağlar, Türkler için çok önemlidir. Zira Türk, sırtını dağa dayamazsa rahat edemez. Türkün sırtı dağa dayalı olacak, altında bir ova bulunacak, evinin yakınından bir dere akacak… Zalim gelirse onun şerrinden korunmak için Köroğlu gibi dağa çıkacak… Sulh zamanlarında baharda altındaki ovaya göç edecek, yazın üstündeki dağın yaylasına çadırını kuracak ve püfür püfür esen yele bağrını verecek. Aynı dağlar, içinde bulunulan ruh haline göre anlam değiştirir ve sevgili ile araya giren “taş bağırlı” engellerin sembolü oluverir. Bakanın gözünden anlaşılmaz bu, gönül gözünü görmek gerekir ama o da zor zanaat… Böyle olunca gönül dili yardıma yetişir: Türkün gönül dili ile çığırdığı Türküler. Emirdağı’na bakan ozanın gönül çığlığına kulak verelim şimdi:

Türkünün yakıldığı mekan Emirdağı olunca ozan çadırından çıkıp başını şöyle bir kaldırır kaldırmaz uzayıp giden karlı, dumanlı Emirdağlarını görür. Bir de ozanımız zavallı bir genç kızın “sevmediği halde birine zorla verilmesinin” hikayesini dinlemişse etraftan kim tutar bu “deli ozanı”… Sazıyla ve bütün avazıyla bu duruma isyan etmezse çatlar gider. “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil / Çektiğim âlâmı bir ben bir de Allah’ım bilir” diyor ya Hz. Fuzuli. İşte öyle bir şey.

Yeri gelince Türk’ün sığınağı olan dağlar ozanın gözüne aşılması gereken engeller silsilesi olarak görünüverir. Uzayıp giden bir çile zinciri…

“Emirdağı birbirine ulalı” ifadesini bu ruh haliyle söylemiş olmalı ozanımız yani “fahrî âşığımız”. Peki bu dağları bir dert silsilesi olarak ozanın gönül tesbihine dizen hadise nedir ki onu bu hale getirmiştir? Cevap ikinci mısrada: “Altın yüksük parmağında dolalı” yani bu yiğidin sevdiği kız başka birisiyle evlenmiş ya da evlendirilmiştir. Kız kendi rızasıyla evlenmiş midir yoksa evlendirilmiş midir? Birinci ihtimali düşünen aşığımız, öfkesine yenik düşerek dilinden baldıran zehirleri saçarak kıza haykırır:

“Başın mı böyüdü gelin olalı / Ben seni kız iken seven oğlanım”

Bu türküyü “cezai ehliyeti olmayan ozanımız” değil de “kızın gerçekten sevdiği has oğlan” çığırmış olsaydı önce oğlanın kendi babasından temiz bir dayak yemesi gerekecekti. Sonra bu dayak hakkı “birbirine ulalı Emirdağları” gibi kızın sevmeden, istemeden de olsa evlendiği ailenin bütün üyelerine geçecekti. Fakat bu sözleri ozan söyleyince herkesin “dili lal oluyor”.

Bu türküyü dinleyen pek çok kişi Fadime’ye galiz küfürler etmiştir belki de oğlana varmayıp da ihanet ettiği için amma Fadime’nin bir kabahati yok. “Töre, toplum baskısı, mahalle baskısı” adına her ne derseniz deyin Fadime’nin dilini lal etmiştir ve onun imtihanı sevdiği oğlandan daha ağırdır. Fadime “iffetini” korumak zorundadır ve “kız iken sevdiği oğlana” gösterdiği “nazları” bırakıp “köşe taşı gibi ağır” olmak mecburiyetindedir. Kız iken sağına soluna rahatça bakarken şimdi “başı hep öne bakacak”, öyle her gördüğüne “gamzeler, gülücükler” dağıtmayacak ve evinin kadını olacaktır. Olmazsa ne olur peki? Dünyası dar olur. Önce kocası ve ailesi türlü eziyetler eder, bu zulme dayanamayıp baba evine dönecek olsa babanın “yüzünü yere eğdirdiği” için oradan “yüz bulamaz” ve hatta kız iken beraber büyüdükleri en yakın arkadaşları onun yediği “hafiflik” damgasını kendileri de yememek için Fadime’ye “yüz vermezler”. Bu manzara içimizi nasıl kararttı değil mi? Bir de bu hale düşürülmüş Fadime’leri düşününüz! Fadime nasıl yüzünü kız iken sevdiği has oğlana çevirip baksın!

İşte ozanın “Başın mı böyüdü gelin olalı?” diye sitemle sorduğu sorunun cevabı burada gizlidir. Kız iken gösterdiği “gamzeleri” yani “yan bakış bahşişlerini” sevdiğine artık veremediği için ozanın gözünde kızın “başı büyümüş”, o tatlı kız gitmiş yerine bir “kibir abidesi” gelin gelmiştir. “Ben seni kız iken seven oğlanım da Fadime’m oğlanım” diyor ya delikanlı işte kızın bu “mecburi tavrına” sitem ediyor… Fadime gelin, dese ki “İyi güzel, hoş da ben o kız değilim artık gelin oldum!”. Ah, bir diyebilse diyecek de bunu demeye ne cesareti var ne ailesinin şerefine halel getireceği düşüncesi ile ikilemde kalmış gönlü buna razı! Fadimenin gönül buhranlarına biraz daha girersem bu yazı bitmez, siz gözlerinizi kapatıp onun gönül dünyasına girerek bir bakın bakalım. Fadime’nin gönül defterinin ilk sayfasında şu ifadeyi göreceksiniz: “Neler çeker bu gönül, söylesem şikayet olur!”

Sevgili okuyucu, ozanımızın buradaki sitemi Fadime’ye değildir aslında, bu başkaldırı yaşadığı toplumun yanlış töresinedir. “Fadime’leri sevdiğine verseniz ben bu türküleri yakmam ama beni buna mecbur ediyorsunuz”, “Bak bugün Fadime dedim geçiştirdim yarın sevdiği oğlana vermediğiniz kızınızın adını koyarım Fadime sembolünün yerine o zaman görürsünüz!”, “Kız babaları bu dramı duyun ve Fadime’lerinize bunları yaşatmayın, kızlarınızı sevdiğine verin ki bu hale düşmesinler!” gibi pek çok mesajı haykırır içinde yaşadığı toplumuna deli ozanımız…

***
“Emirdağı’na da kara gidelim
Ayvadan usandık nara gidelim de Fadime’m gidelim
Buranın gızları gönül eğlemez
Gönül eğleyecek yere gidelim de Fadime’m gidelim”

Ozan burada topluma isyan bayrağını aşığın ağzından iyiden iyiye ve alenen kaldırır ve ilk mesajını verir: “Bakın bir kızı sevmediği birine verirseniz bunlar eninde sonunca kaçarlar, siz de bakakalırsınız”! Bu sonucu nereden mi çıkardım? Emirdağına kara gidilebiliyor ve ayvadan da usanıldı ise Emirdağında mevsim sonbaharın sonlarıdır. Nara gidelim diyorsa güney illerine, Teke yöresine kaçmak arzusu vardır. “Buranın kızları gönül eğlemez / Gönül eyleyecek yere gidelim de Fadime’m gidelim” ifadesini nereye oturtacağız şimdi! Bence ifade edilmek istenen şu: Ey sevgilim, sen gelin oldun, ben ise senden başka bir kızı sevemem artık! Gönlümüzü eğleyecek güney illerine birlikte kaçıp gidelim ve muradımıza erelim! Bu sözleri Fadimesine söylediğine göre Teke yöresinin kızlarından kendine yar seçmek istemiyor, onun tek yari var o da Fadimesi.

Baştaki ifademi tekrar hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum. Burada Fadime’yi gerçek bir şahıs olarak düşünürseniz işin içinden çıkamazsınız. Fadime divan edebiyatındaki Leylâ remzinin karşılığıdır. Aşık ise bu tür ıstıraplara duçar olmuş sevenlerin yerine empati kuran “ozandan” başkası değildir. Ozan aşıkların tamamının ıstırabını haykırır, isyan eder.

Ozan, Fadime ile empati kurdu, aşık ile empati kurdu ve onun da buhranını gönlünde yaşadı. Birinci kıtaya “serim”, ikinciye “düğüm” dersek üçüncünün “çözüm” olması gerekir. Sevenlere layık görülen bu haksız tutum ozanımızı çileden çıkarır ve vicdansız faillere son darbeyi çözüm bölümünde vurur:

“Emirdağ’dan bir geçmeyinen yol olmaz
Altın yere düşmeyinen pul olmaz da Fadime’m pul olmaz”

Bakın aynı anlamı daha açık bir ifade ile nasıl çığırmış Burdur yöresinin bir deli ozanı:

“Yağmur yağar şıpır şıpır buz gibi,
Ben de eriyorum çürük tuz gibi,
Kocan ile geçincemen yoğ ise,
Boşan da gel kabulümsün kız gibi”

Ozan, hadisenin bütün kötü kalpli faillerinden, bu örfe müsaade eden toplumdan bütün aşıklar adına intikam almaktadır burada. “Emirdağdan bir geçmeyinen yol olmaz” mısrasında bir sonra verilecek mesajın altyapısı hazırlanmıştır. Her akıllı kişi: “Elbette ki bir yerden bir geçmeyle orası yol olmaz!” der de bu kadarcık değil, devam ediyor ozanımız: “Altın yere düşmeyinen pul olmaz!” Bu da doğru da… Neden malumu ilam etti ki şimdi bu adam? Altın değerini kaybetmez ama ne alakası var şimdi bunun Fadime ile aşkla, sevdayla…

Ozan aşığın ağzıyla şunu diyor aslında: “Ey Fadimem, ey sevgilim! Şimdi seni zorla evlendirip kız iken gelin edenler var ya benim gözümde değerinin düşeceğini ve senden vazgeçeceğimi zannediyorlar. Nasıl ki altın yere düşmekle değer kaybetmezse sen de zorla dünya evine sokularak değerinden bir şey kaybetmedin!”

“Fadime’mi sevmelere doyulmaz
Al bohçanı tut yaylanın yolunu da Fadimem yolunu”

Burada Türkünün aşağıda anlatacağım asıl mısralarından vaz geçilerek bu kısmı edebe uydurmak için bir tashihe gidilmiş. Bu tashihli halini yorumlayıp sonrasında aslı olduğunu düşündüğüm beyit ile “Fadime’nin zoraki kocasından” ozanımızın aldığı intikamı arz edeceğim.

“Fadime’mi sevmelere doyulmaz” yani aşık diyor ki “ben yukarıda sitemler ettim falan ama ben Fadime’yi hâlâ çok seviyorum”. “Al bohçanı tut yaylanın yolunu da Fadimem yolunu” derken de madem kötüler bize ve sevdamıza böyle ettiler biz de “kaçar gideriz bu diyardan” diyerek topluma bu tür “zoraki evliliklerin sonunun kötü sonuçlanacağı” mesajını net bir şekilde veriyor. “Ey kız babaları! Kızınızı koca evinden bohça alıp da gayrimeşru bir şekilde sevdiği kişiye kaçmaya mecbur bırakmayın!” diyor aslında ozan aşığın dilinden…

“Kızın zoraki kocasından” ozanın aldığı intikama gelince, bunun için son mısranın asıl halini yazmam gerekecek affınıza sığınarak, buyurunuz:

“Fadime’yle bir gececik yatmayınan,
Adı çıkar ama kendi dul olmaz da Fadime’m dul olmaz!”

Ozan bütün “sevip de kavuşamayanlar adına” bu intikamı en sona bırakıyor. Malumdur ki Türklerde vurgulanacak şey sona bırakılır.

Fadimenin “adının çıkıp kendinin dul olmaması” için iki ihtimal vardır: Birincisi “kızı bir ‘çocuğa’ verdiniz, düğününü yaptınız da adı damat olsa dahi o hala bir çocuktur”, demeye getiriyor. Hani bir Bünyan türküsünde kızın ağzından “Ceviz oynamaya gelmiş odama / Nişanlın da bu mu derler adama” deniyor ya… İşte o çocuk nişanlının nikah kıyılmış hali Fadimenin zoraki kocası. Bu birinci ihtimaldi. Bu masum bir intikam asıl darbe ikinci ihtimal ki bence bu kastediliyor: “Kızı bu adama verdiniz, dünya evine soktunuz da oğlan iktidarsız”, demeye getiriyor “Adı çıkar ama kendi dul olmaz” derken. Bir erkeğe ve onun ailesine vurulabilecek en ağır darbelerden birisi bu değil mi? İşte ozan bütün sevenler adına intikamı böylece alıyor.

Netice itibariyle deli ozanımız “bu kötü töreyi hoş gören toplumdan intikamını aldı; kızı dillere düşürerek sevdiği oğlana evli iken kaçırdı ve dolayısı ile kızın anne-babasından intikam aldı ve en sonunda kızın bir sevdiğinin olduğunu bile bile ona talip olan “zoraki kocasından ve onun ailesinden” intikamı “en ağır şekilde” aldı. Peki, Fadime ismi ile temsil edilen “kızdan” aldı mı bir intikam? Hayır. Fadime’nin kendisine yüz vermemesine biraz sitem etti ama ondan intikam olmadı. Ondan hiç vazgeçmediğini, “Fadime’m” ifadesinden anlıyoruz. “Adı çıkar ama kendi dul olmaz” deyip kızı “kız oğlan kız” haline rücu ettirerek onu önce aklıyor ve birlikte kaçma teklifinde bulunuyor. Sevenler için mutlu son, zalimler ise yaptıklarının bedelini ödesinler!

Allah Emirdağının bütün aşıklarına rahmet eylesin!

Nedim dedemizin şu beytine mirî malı gibi davranarak değiştirelim:

“Yok Emirdağ içre senin vasfettiğin Fadime, ey ozan,
Bir perî-sûret görünmüş, bir hayâl olmuş sana.”

Vesselâm.

Mustafa KAYIHAN
Sıhhiye, Ankara
16.08.2023

Yorumlar kapatıldı.